engindergi-s28

Page 1

EnginDergi Y覺l: 2012 - Say覺: 28


Model: Doruk Çayırcı

"Bütün dünya üzerinde tek bir güzel çocuk vardır. Bütün anneler de ona sahiptir.” Çin Atasözü


İçerik; Sy.02) Model: Doruk Çayırcı Sy.04) Enkarne – Engin Enginer Sy.06) Kıssa'dan Hisseler 2 – Bora Eke Sy.12) Nedir Bu Zaman? – Serenay Öztürk Sy.13) Her Kimse "o"... – Ece Çekiç Sy.13) Kaçak '07 – Işık Yavuz Sy.14) Rüya Olmalı – Evrim Yılmaz Sy.15) Jamais Vu VI – Esra Alp Sy.15) Mavi Saçlı Kız – Ayşe Yılmaz Sy.16) Hayat Yapılan Tercihlerin Toplamıdır – Tuğçe Büyükabacı Sy.17) Yaşanacak Çok Şey Var – Kezban Şahin Sy.18) Delikanlı Gibi... – Evren Kır Sy.20) Lady Diana – Nilgün Hepyalçın Sy.23) İde Dağı '2012/04 – Simsiyah Sy.27) Hangimiz Daha Akıllıyız? – Alp Saldamlı Sy.31) İlham Nedir? – Mehmet Sağlam


Enkarne Kalabalık bir alışveriş merkezinde olduğuydu son hatırladığı. Dolaşırken ortalıkta çığlık çığlığa koşuşanların yüz ifadelerindeki dehşeti görünce irkildi. İnsanların geldiği yöne doğru ilerledi ve eli bıçaklı adamın bir genç kızı rehin alarak etrafa korku saçışına tanık oldu. Aynı filmlerdeki gibi zaman yavaşladı sanki. Ağır adımlarla karşısındaki adama doğru ilerledi. Hangi sebeple böyle davrandığını bilmiyordu ama birisinin zarar göreceği muhakkaktı. Güvenlik görevlileri mesafeyi koruyor ve müdahale etmekten çekiniyorlardı. Ne ara hamle yaptı ve bıçak tutan eli bileğinden kavradı kendisi de bilmiyordu. Yaşanan arbedede kız adamın kolları arasından kurtulmuştu. Ama zaman yeniden akmaya başladığında yere düşen kanlı bıçağı gördü. Güvenlik adamı yaka paça yakaladığı esnada; bir dakika, neler oluyordu? Yere yığılmış ve her yer kararmıştı. Ölmüş müydü yoksa! Hayatı filmlerde olduğu gibi gözünün önünden falan geçmemişti, her şey bir anda olup bitmişti. Hayır ölemezdi, şimdi olmazdı. Daha yapması gereken onca şey varken, çalışmalarını sonuca ulaştırmak üzereyken tüm bunları geride bırakamazdı. Hiç de anlatıldığı gibi parlak bir ışık görmemişti. Ameliyathane masasına benzeyen ama musalla taşı soğukluğunda sert bir zeminde uzanıyordu. Doğruldu. Hiçbir şey hissetmiyordu. Kabullenmek istemese de, ölmüştü! Etrafta bıçak üzerinde gördüğü gibi bir kan kızıllığı vuku buldu. Derinden gelen, ne olduğu anlaşılamayan fısıltılar işitiyordu. Duyuyor ama anlamıyordu, yoksa duymuyor da zihniyle mi algılıyordu. Hem ölü birisi nasıl duyuyor olabilirdi ki... Hayır dedi, olmaz, ölemem ben. Üstelik de sonuca bu denli yakınken. Yapılması gereken işleri bitirmeden olmazdı. Yine o his... Peki. Madem öyle, madem dönmek istiyorsun... Evet, evet istiyorum, kısa bir süreliğine de olsa. Yarım kalan işlerimi tamamlamalı, dünyayı daha iyi bir yer kılmak için görevimi yerine getirmeliyim. Ancak öyle huzur bulup ölebilirim. Kendim için değil, insanlık için istiyorum bunu, yapmam gerekenleri yapmalıyım. Yan tarafta pembemsi, dar ve yuvarlak bir kapı belirdi. Oraya doğru çekildiğini hissetti. Yüzme havuzlarındaki kapalı su kaydırakları gibi bir oluktan aşağı doğru kayıyordu. Hayır, dedi; yeniden, sil baştan olmaz. Kaldığı yerden devam etmeliydi. Ancak bedeni ölmüştü ve geri dönmenin tek yolu buydu. İlginç ve bir o kadar da sancılı bir süreç yaşıyordu, olanlara anlam veremiyordu. O ıslak


oluktan kayıp düştüğü boşluk dar bir akvaryum gibiydi ve hareket etmesini engelliyordu. Nefesini tuttu, tuttu... Artık dayanamayacağı an ise, nefes almasına gerek olmadığını farketti. Evet, gerçekten de ana rahmindeydi. Çoğunlukla kendinde değildi. Sürekli uyuyor oluşu iyiydi aslında. Uyanık olduğunda kendisini bu kapalı yerde hiç de rahat hissetmiyor, sürekli başına neler geldiğini idrak etmeye çalışıyor, geçireceği evreleri, aynı birikimleri elde etmek için geçecek zamanı, sil baştan başlaması gerektiğini düşünüyor ve bunalıyordu. Nasıl olacaktı. Her şeyi unutacaktı. Unutup yeniden öğrenecek ve yarım bıraktığı işi tamamlayacaktı. Sahi neydi o... Bu sefer gerçekten de boğuluyor olduğunu hissetti. Canı yanıyordu. Sonra çekip aldılar onu oradan. Bir anda boşlukta buldu kendisini. Ciğerleri ilk kez havayla, gözleri ışıkla tanıştı... ***

Ciğerleri ilk kez havayla, gözleri ışıkla tanışmıştı. Yine yandı canı, ağladı... Hissettiği acı yetmiyormuş gibi kundaklamış ve eklemlerini hareketsiz kılmışlardı. Oldum olası sıkıntıya gelemezdi zaten. Oldum olası?! Hayatı sanki kameranın arkasından seyrediyormuş gibi buğuluydu heryer. Sık sık kendini kaybediyor ve sonra yeniden açıyordu gözlerini. Sanki


şizofren birisi gibi bilinçli olarak orada olduğunu hissettiği anlar pek fazla değildi. Geçmişe dair tüm anıları uçup gitmişti. Hatırladıkları parça parça, rüyaydaymış gibi bölük pörçüktü. Kafasını toparlayamıyor, bu da kendisini kötü hissettiriyordu. En iyisi unutmaya çalışmak ve akışına bırakmaktı galiba. Unuttu. Yıllar yılları kovaladı... Bazen bir koku, bir görüntü, bir ses önceki hayatını anımsatıyorsa da aldırmıyordu. Sorgulamaya başlarsa çıldırmaktan korkuyordu. Zaten kimseye anlatamazdı da. Bir gün bir kitapta okuduğu iki kelime derinden sarstı onu: “Öğrenmek hatırlamaktır.” En başından beri öyleydi. Okul hayatı boyunca sanki bildiği şeyleri yeniden keşfediyormuş hissine kapılması, hayatı sanki tekrar ediyormuşçasına bir rüyadaymış gibi yaşıyor oluşu bundandı demek. Daha fazla okudu. Zaman geçtikçe biriken bilgiler yeni kapılar açtı, unuttuklarını parça parça da olsa hatırlamaya başladı. Nasıl böyle olduğunu, ne yapacağını bilmediği, anımsamadığı halde yapbozun parçalarının birleşeceği günü sabırla beklemeye karar verdi. Artık en azından tutunabileceği bir amacı vardı. Ne yapacaktı, tamamlaması gereken iş neydi en ufak bir fikri bile yoktu ama uygun şartlar oluştuğunda hazır olmalıydı. Bunun için daha çok çalışacak ve kendisini geliştirecekti. Bu hayatında geçirdiği yıllar içerisinde başına gelen tüm olumsuzluklar ve içinde bulunduğu sıkıntılar o an anlamını yitirmişti. Biliyordu ki, olması gereken yerde ve zamanda yapılması gerekeni yapacak ve huzur içinde dünyaya -yeniden- veda edecekti.

Engin Enginer

Kıssa'dan Hisseler 2 Kıssa'dan Hisseler 2 - Bora Eke'nin Gönül Defterinden... Bu ay kıssadan hisseler bölümünde garip akımından etkilenmiş bir balıkçının güncesinden paylaşımlara birlikte şahit olacağız. Kendimi beslemek için hazırladığım gıdalar ile sizlere de katkı sağlayacak bir paylaşımda bulunabilirsem, ne mutlu bana! Sevgiyle, Bora Eke


Yazı Dizini: SineModam’da Bu Ay: Neşeli Ayaklar 2 (Happy Feet 2) Yararlı Oluşumlar: IMDB.com (Internet Movie Database) Yaşayan Öykü Yazarlarıyla Sohbet: Keinze Mourad’la buluşma - Bir Devrim'in Ruhu: Begüm Sosyal ve Kültürel Etkinlik Güncesi'nden: Fuarlar Bora EKE'nin Gözüyle Yaşamın Kareleri – Vancouver, Kanada - "You Say Goodbye and I Say Hello" Toplumsal İhtiyaç Analizleri: Ulaşımda Farkındalık SineModam'da Bu Ay: Neşeli Ayaklar 2 (Happy Feet 2) Neşeli Ayaklar animasyon filminin ilkini tebessümle izlemiş; kimi zaman heyecanlanırken, kimi zamanda yaşadığımız dünyayla ilgili oluşan tehlikelerin farkına varmıştık. Serüvenin ikinci filmi de aynı tatta; 7’den 70’e tüm insanların içinde kendinden bir şeyler bulabileceği bir film. Stresli bir günün sonlarına doğru boraeke.com ekibi olarak; bizi düşünmekten ve gülümsemekten çoğu zaman alıkoyan diziler ya da filmler yerine bu anlamlı filme izlenecekler listenizde yer vermenizi tavsiye ediyoruz. Yararlı Oluşumlar: IMDB.com (Internet Movie Database) Türkçesi İnternet film veri tabanı olan bu site adından da anlaşacağı üzere filmlere ilişkin internet üzerinde bulunan en geniş bilgi kaynaklarından bir tanesidir. Bu site üzerinde filmlerin künyelerine, senaryo özetlerine, fotoğraf ve videolarına, aktör ve aktrislere ilişkin bilgilere, en iyi film listelerine ulaşabilirken aynı zamanda siteye üye olup filmlere puan verebilir, kendi izleme listenizi oluşturup, bunları takip edebilirsiniz. Amazon.com’a ait sitenin aylık kullanıcı sayısı 100 milyonun üzerinde.


Yaşayan Öykü Yazarlarıyla Sohbet: Keinze Mourad’la buluşma – Bir Devrim’in Ruhu: Begüm Kaçırılmaması gerektiğini sağlam kaynaklardan öğrendim bir etkinlik. 2002 yılında yayınlanan Saray’dan Sürgüne romanıyla ülkemizde tanınan Kenize Mourad, Toprağımızın Kokusu ve Badalpur Bahçesi’nin ardından son romanı Bir Devrimin Ruhu: Begüm ile okuyucularıyla sohbet edecek. Buluşma 18 Nisan Çarşamba günü saat 19.00’da İzmir Fransız Kültür Merkezinde gerçekleşecek. Bir Devrimin Ruhu: Begüm Kenizé Mourad, Kuzey Hindistan'daki Awadh Krallığı'nın Begüm Hazret Mahal'in çok az bilinen hikâyesini konu ettiği romanında, İngiliz işgaline karşı 1857 yılında gerçekleşen ve Begüm'ün bizzat başını çektiği Sipahi Ayaklanması'nı anlatırken bugünün dünyasına da göz ardı edilemeyecek göndermelerde bulunuyor. Sosyal ve Kültürel Etkinlik Güncesi’nden: Fuarlar Türkiye'nin ve dünyanın hatırı sayılır büyülükteki fuarlarından biri olan mermer fuarının 18.sini geride bıraktık. Kendi başına bir marka olan mermer fuarı, fuarlar şehri olarak nitelendirilen İzmir'in bu marka vaadini yerine getirmesi adına büyük önem taşıyor. Fuarın İzmir'e turizm geliri açısından da önemli bir katkısı oldu. Görüştüğüm bazı firma sahipleri misafirlerini ağırlamak için bile otellerde yer bulamadıklarını ifade de bulundular. Bununla birlikte araç trafiği altyapısı açısından bu tarzda büyük organizasyonlara hala tam olarak hazır olmadığımızı deneyimledik.


Nisan ayının bir diğer fuarı ise 3. Karadeniz Tanım Günleri etkinliğiydi. Karadeniz kültürüne ve insanından keyif alan bir vatandaş olarak bende bu sene etkinlik alanını gezdim. Ekoloji Fuarı / İzmir (12-15 Nisan 2012İzmir Uluslararası Fuar Alanı) Yaklaşan fuarlardan ilki, Türkiye’nin tek organik ürünler fuarı olan EKOLOJİ İZMİR fuarı, 12-15 Nisan 2012 tarihleri arasında gerçekleşiyor. Fuarda bu sene organik gıdaların yanı sıra organik tekstil konusunda da katılımcılara yer verilmiş. İzmir Kitap Fuarı (14-22 Nisan 2012- İzmir Uluslararası Fuar Alanı) Bu sene on yedincisi düzenlenen fuar, bilgi ve entellüktelinizi genişletirken, yeni kalıcı dostluklar elde etmek adına eşsiz bir kaynak. Etkinlik programındaki panellerin sayısı o kadar çok ki! Tabir yerini bulursa, hayatı hakkıyla yaşamak isteyen her insanın uğraması gereken bir liman. Bora EKE’nin Gözüyle Yaşamın Kareleri – Vancouver, Kanada “You Say Goodbye and I Say Hello” The Peak of Grouse Mountain (Grouse Dağı Zirvesinden Bir Görünüm)

A Birdeye View of Vancouver Downtown (Vancouver Şehri Merkezine Kuşuçuşu Bir Bakış)


People In Vancouver – Vancouver Art Gallery (Vancouver’dan İnsan Manzaraları – Vancouver Sanat Galerisi)

Through English Bay – Granville Island Bridge (İngiliz Koyuna Doğru – Granville Adası Köprüsü)


A Wall Art from Commercial Drive (Commercial Drive’dan Bir Duvar Sanatı)

Happy Travelers – Autumun in Vancouver (Mutlu Gezginler – Vancouver’da Sonbahar)

Strangers of The Life (Yaşamın Yabancıları)


Toplumsal İhtiyaç Analizleri: Ulaşımda Farkındalık Sabahları işe giderken genellikle Güzelyalı sahilinden otobüse biniyorum. Durakta beklerken içinde genellikle sadece şöförün olduğu binek araçların geçişini gördüğümde ister istemez şaşırıyorum. Ne ye mi? Dünya’nın en pahalı petrolünü kullananan, park sorunu olan, oto parkların 5 TL’den aşağı olmadığı ve ekonimik kirizden sürekli şikayet eden bir toplumun böyle bir lükse sahip olmasını düşündürücü buluyorum. Bu durum bana aynı bölgede yaşayan insanlarımızın komşularını da artık tanımıyor olasılığını işaret ediyor. Yurtdışında bu duruma alternatif olan ulaşım paylaşım siteleri de mevcut. Ancak insanların birbirine güvenebilmesi gerekiyor. Bu kıssadan alacağımız hisse şu, bizler kendimize ve çevremizdeki insanlarımıza güvenebiliyor muyuz? Yanıtımız hayır ise, nasıl bu hale geldik? Sorunun kaynağı ve çözümü neler olabilir? ***Kıssa’dan Hisseler Yazısının ilkini yayınlanan 21. sayısında okuyabilirsiniz.

EnginDergi'nin

2011'Eylül'de

Bora Eke

Nedir Bu Zaman? Yaşadığım zamanı bilmiyorum. Ne günü, ne saati ne de yaşadıklarımı biliyorum. Anlam veremiyorum… Konuşuyorum, konuşmuyorum, öylece duruyorum, derin nefes alıyorum. Hayatta mıyım? Çok hızlı olaylar gelişiyor, hiçbir yaşanan olayın benimle ilgisi yokmuş gibi. Sanki hakkımda kararlar verilmiş ben onay veremiyorum gibi... Evet tıpkı öyle... En basit tabirle anlatabildiğim gibi... Birileri benim için çok ani kararlar almış ve uygulamaya geçirmiş. Alınan kararlar çok ağır olmuş, sonuçları da… Çözüme ulaşmam için ne yapacağımı bilmiyorum, arayışım da yok. Anlamsız ve manasız günler geçiyor, gidiyor. Takvimler değişiyor sadece. Müdahalem söz konusu bile değil!!! Haykırışıma yanıt arıyorum, içim acıyor... Suskunum aslında... Biri beni anlasın, olmaz mı?

Serenay Öztürk

21.05.2011


Her Kimse "o"... Bazen konuşmak ister insan... "Ben" diye başlayan cümleler "sen" olur "biz" olamaz bazen eksik kalır "o" cümleler konuşamaz insan. Bazen de susmak ister insan... Kafasındaki milyon sesle konuşur da karşısındakine susamaz insan! Bazen güvenmek ister insan... Önüm arkam, sağım solum demeden güvenir her insan, sobelenirken hiç kimseye "güvenemez" olur insan. Bazen gitmek ister insan... "Gitme" denilmesini beklerde belli edemez dur da diyemez kendine gitmek isterse gider her insan. Bazen korkar insan... Bir geçmişten bir geleceği göremez korkarak yaşar "bugünü" her insan. Bazen öfkelenir insan... Söylenmemesi gereken her cümlesi öfkesi olur savurur ağzında, yaşar "o" anı her insan. Bazen her kimse "o" insan... Konuşmak isterken sustuğunu, gitmek isterken kaldığını fark eder. Hatırlamaz dünü sormaz bugünü ne zamanı ne de yüzleri hatırlar bazen insan. Yaşama telaşında sıkışıp kalmış anıları da hep unutur insan... Bazen ne kendini tanır insan ne de karşısındakini... Bu yüzdendir kimsenin kimseyi tanıyamaması, anlayamaması... Deriz ki bazen her kimse "o" insan... "Böyledir", "şöyledir" diye... Biliriz aslında inandığımız gibidir her insan.

Ece Çekiç

Kaçak '07 Konuşmadan bir insan nasıl anlatılır? Bakışlarım söyler mi acaba sana, sevdiğimi? Bügüne kadarki şiirler ve şairler yalnız seni yazdı desem yeter mi? İnanacaklarını bilsem sökerdim kalbimi, Üstünde senin adının yazdığını göstermek için Ve yerleştirirdim seninkinin yanıbaşına. Birlikte atsın, İki ömrü yaşa benim adıma...

Işık Yavuz


Rüya Olmalı İçimde bir huzursuzluk var. İçimi kemiriyor sanki bir ağaçkakan gibi. Saçma sapan bir durum bu. Kendi kendime, bilerek ve isteyerek yaşattığım bir eziyet hali. Ama artık direnmemeye karar verdim. Hissettiğim şeyler ne ise, onları yaşayacağım, olmamışlar gibi davranmayacağım. Bir şeyler kötü gidiyorsa kötü gidiyordur, bunu kabulleneceğim, hayır, sana öyle geliyor avuntularını oyuncak etmeyeceğim kendime. İçimdeki boşluğa avazım çıktığı kadar bağıracağım, hatta sesimin yankısından yüreğim hoplayacak ama oyuncaklarıma geri dönmeyeceğim. Hayalimde; çabaları boşa gitmiş hayıflanan, ağlayan zırlayan bir kadın var. En kötü tarafı da bunların olacağını bile bile yaşaması ve sonunda ama ben, ama ben var ya, işte tüm bunların olacağını biliyordum diyecek olması.. En kötüsü de bu! Ama işte neyse o... Hissedilenleri ödünç hislerle değiştirmeye çalışmaktan yoruldum artık.. Dün gece terkettim seni.. Sırf sana inat, büyük bir öfke, hışım ve kırgınlık içinde yaptım. Yatağın üzerine yayılmış, öbek olmuş, benim gibi rengarenk eşyalarımı siyah bir valize doldurmaya çalışırken, sen aynı yatakta uyuyordun. Ne yatak tanıdıktı aslında, ne oda, ne de o eşyalar. Hatta sen bile.. Arkan dönüktü ama biliyordum sendin işte. Gittiğimi ya da az sonra gidecek olduğumu dön, bir şeyler söyle der gibiydi bir yanım. valize koymaya devam ediyordu. Belki de uyanıp beni durdurmanı. İçimdeki tüm dokunuşla dindirmeni bekliyordum.

hisset, uyan, yüzünü bana Öbür yanım hızlıca eşyaları "gitme" demeni bekledim, huzursuzluğu, öfkeyi bir

Öfkem nedendi, ne olmuştu hiçbir fikrim yoktu, öncesi silikti çünkü.. Ama bildiğim tek bir şey vardı, artık gidiyordum. Bu huzursuzluk ve belirsizlik içindeki süremi doldurmuş ve tüm canlarımı kaybetmiştim. Numaratörde sırası gelen, gelince gideceğini bilen biri kadar kararlıydım gitmekte. Verdiğim kararın zorluğundan, hüznünden, omuzlarımın çökmek üzere oluşunu öfkemin arkasına gizlemeye çalıştığımı; ağlamak üzere olduğumu, burnumun ucunun sızladığını hatırlıyorum; ama ağladığımdan emin değilim. İçime akıtmışımdır her zaman yaptığım gibi. İçime akan yaşların yanında, verdiğim kararın damlacıklara çarparak geri dönüşleri vardı bir de. Tüm iç organlarıma çarparak dolaşan haykırış en çok da göğsümün ortasında bir yeri daha fazla acıtıyordu sanki.. Huzursuz bir sancı ile uyandım ve yanım boştu..

Evrim Yılmaz


Jamais Vu VI Sen benim günahımsın Sen düşerken yıldızlardan, Üzerine bulaşmış Tanrının tadı O durgun bir nehir, Sen çılgın bir şelale, İçime akan binlerce sen arasında Boğulana kadar soluyorum seni Tanrı kokan nefesini... Sen beni cehenneminden kovan Şeytansın. Oysa sadece düşlerinin zehirli tadı Var dişlerimde. bana yasak hayallerindi. Sadece ısırdığım...

Esra Alp

Mavi Saçlı Kız Bugün özgürlük uyandı. Kimse fark etmedi. Karanlığın içinde mavi bir ışık belirdi. Güneş parçası gibi bir şey yeryüzüne indi. Kimse fark etmedi. Mavi saçlı kız göründü ormanın derinliklerinden. Üstünde tozlanmış şifon elbisesi, elinde parşömen kağıtlarından bir deste vardı. Destede yazılı bir ezgi mırıldandı. Özgürlüğün melodisiydi bu. Sesi yükseldikçe kuşlar uyandı, mine çiçekleri açtı. Söğütler dallarını eğdi. Yürümeye başladı Mavi Saçlı Kız. Çıplak ayaklarıyla bir adım attı çakıl taşlarının üzerine. Toprak yeşillendi, buğdaylar filizlendi. Ezgisi devam ederken, yürekler burkuluyordu şimdi. Ceylanlar koşmaya başladı. Çiy tanecikleri parıldadı papatyalar üzerinde. Mavi Saçlı Kız ağladı. Ama kimse fark etmedi. Şimdi narin, kırılgan sesinde durulmaya başlamıştı ezgisi. Sonuna yaklaşıyordu. Hafifçe eğildi ve reverans yaptı ormana. Eteklerini tuttu ve oturdu. Eliyle gözyaşlarını silip çimlere uzandı. Gökyüzünün maviliklerine doğru baktı. “Özgürlüğün rengi maviydi, Baharı tekrar getirdi.” Gözlerini kapattı. Kimse fark etmedi.

Ayşe Yılmaz


Hayat Yapılan Tercihlerin Toplamıdır Kararsızlık, insan için en kötü davranış biçimidir. İnsanı hem maddi hem de manevi zarara uğratır. Karar veremediğimiz dönem içerisinde zaman kaybı yaşarız. Bu da yetmez; ruhsal yönden kendimizi kötü hissederiz. Bunun sebebi: Tercih etmemiz gereken seçeneklerden hangisinin, diğerinden daha iyi olduğunu bilemediğinizdendir. Daha da kötüsü "Hata yapmaktan korkuyoruz." demektir. Kararsız insanlar her zaman, her şeyin en iyisini yapmak isterler. İnisiyatif almaktan çekinirler; çünkü bilirler ki bu seçimin sonunda sorumluluk almak zorunda kalabilirler. Bu durumda kendilerince yapılabilecek en iyi şeyi yaparlar. Güvenli sularına çekilip, birinin onların yerine karar almasını beklerler. Böylece sonuç kötü olursa; ortada suçlanabilecek biri olacaktır. Oysaki insan, seçimlerini başka bir kişinin eline her teslim edişinde, aslında hayatını emanet ediyordur. O hayatı başka birinin yaşaması, başka birinin tecrübe etmesi için... Peki, insan hayatının toplamı tecrübelerden oluşuyorsa; tecrübe edilmemiş bir hayat, nasıl yaşanmış sayılabilir ki. Aslında bu, bir nevi de kaderi değiştirmektir. Farz edelim ki karar aşamasındayız. Ben kararımı kendim verip ona göre hayatımı yaşasaydım, farklı bir sona ulaşacaktım. Ama o seçimi kendim yapmadım. Seçimi yapan kişi de mevcut olan diğer ihtimali seçti. Sonuçta farklı bir yol ve farklı bir kader olacaktır. Siz yöneleceğiniz yol yerine, başka bir yolu tercih etmiş olduğunuz. İyi ya da kötü... Siz, artık kendi seçiminiz olmayan bir hayatı yaşamak zorundasınızdır. Başkasının seçtiği bir yolun, sonuçları da size daha ağır gelecektir. Çünkü seçimleri kendimiz yaptığınız zaman, bu sorumluluğu yüklenmemiz daha kolay olur. Bir yerde "Kendim ettim, kendim buldum" deyip, yolunuza devam edebiliyorsunuz. Sonunda en kötü kararı vermiş olsanız bile, bu yaşanmışlık yanınıza kar kalıyor. Bir dahaki kararınızda da bunu gözeterek, daha sağlam adım atmaya yöneliyorsunuz. Karar almaktan çekinen insan ise; başkasının aldığı karar sonucu hezimete uğradığında, bunun acısını çevresinden ve kendisinden çıkaracaktır. Yanlış karar alan kişiyi suçlayarak, hayatını mahvettiğini düşünecektir. Sonra sular duruldukça kendine kızacaktır. Hep aklının arkasında "Keşke onu seçseydim, keşke o yolu deneseydim, keşke, keşke, keşke..." sözcükleri dönüp duracaktır. İşte bu pişmanlık, ıskalanmış bir hayatın ilk kavşak noktasıdır. Kişi ya kendini silkeleyip hayatının direksiyonunu ele alacaktır ya da kendi hayatını köşesinden seyrederek, yaşayıp gidecektir.


Hayat boşa geçirilmeyecek kadar değerli ve her saniyesi milyonlara bedel bir mücevherdir. Sakın hayatınızın sürücü koltuğuna başkasının geçmesine izin vermeyin. O koltuk, o direksiyon yalnız size ait. Allah, insanlara akıl ve irade vermiştir ki seçimlerini kendileri yapabilsinler diye. O zaman, size bahşedilen bu aklı ve iradeyi kendiniz için de kullanın. Günlük hayatta bile kararsız kaldığınız küçük şeyler için zaman öldürmekten vazgeçin. Durun, düşünün ve karar verin. Ölüm saatimizi bilseydik de zaman konusunda yine bu kadar savurgan ve hayatlarımız konusunda bu kadar vurdumduymaz olabilir miydik? Ben hiç sanmıyorum. Ya siz? Siz, yine de böyle davranabilir miydiniz?

Tuğçe Büyükabacı

Yaşanacak Çok Şey Var Arkama dönüp bakıyorum da yıllar geçmiş ömrümden.. hayat geçmiş, aşklar geçmiş, dostlar geçmiş... Acılar, mutluluklar, gözyaşları, kahkahalar geçmiş.. Olduğum yere bakıyorum da, tüm yaralara, kırıklara, kırgınlıklara rağmen ayakta durabildiğimi görüyorum.. Evet çok düştüm koşarken, çok düştüm sevildiğimi zannederken, çok düştüm dostum dediğime arkamı dönerken ve çok düştüm tüm gerçekler yüzüme çarparken.. Her çektiğim acının hediyesi madalya gibi yüreğimdeki yaralara asıldı.. Evet gazi bir yüreğe sahibim, üstün aşk madalyaları, korkusuzluk, cesaret ve çok sevme, kanma madalyaları... Her düştüğümde kalktığım için umut madalyaları... Binlerce parçamı kaybetmiş olsamda içimde sağ çıkan bir şeyler kaldı.. İyileşmeye çalışıyorum.. Yorgunum.. Yılların yorgunluğu var üstümde.. Üstelik bitmiyor savaşlar yüreğimde.. Yaralı yaralı devam ediyorum yaşamaya.. savaşmaya... Kimse yok... Kendi içimdeki tek ülkeyi bir tek ben savunuyorum.. Yüreğimi teslim etmeyeceğim.. Çoğu zaman yeni yaralar açılıyor.. Kanıyorum.. Bazen bir el değiyor, önceleri iyi geliyor, sonra daha çok kanıyorum... Kan revan içinde kalıyorum ama yine de vazgeçmiyorum.. Sahip olduğum tek şey bir yürekten ibaret.. Evet yaralı.. Evet yalnız.. Evet acılarla dolu.. Ama ben her gün yeniden ayağa kalkarak, her gün yeni umutlar ekerek, her gün sıfırdan başlayarak, kafa tutuyorum hayata... Pes etmek yok.. Daha yaşanacak çok şey var...

Kezban Şahin


Delikanlı Gibi... İnsan ne zaman yorulur? Ne zaman yaşamak yük olur? Elini bile kaldıracak dermanı olmadığı zamanlarda, neyi kaybeder yüreğinde, ne eksilir, nedir onu terk edip giden? Bazen kendimizi öyle güçsüz, öyle halsiz hissederiz ki, içimizde eskiden olup da, şimdi olmayan, çekip giden şeyin ne olduğunu anlamaya çalışırız... Her sabah uyanmanın bile yüke dönüştüğü, bunalımlı ruh halinin üzerimize çöktüğü, hiç bir şeyin bizi eskisi kadar heyecanlandırmadığı, depresyonun içimizi kapladığı zamanlarda sorup dururuz kendimize, ‘niye böyleyim’ diye... Beni terk edip giden neydi? Bu davetsiz ve sevimsiz misafir de kim? Nereye gitti enerjim, coşkum ve sevincim... Neden eskisi kadar mutlu olamıyorum... Ya sebepsiz mutluluklarım... Onlar nereye gitti? Yaşama sevinci, her ne kadar yaşadığımız olaylardan ve başımıza gelenlerden etkilense de, aslında kendi içimizde ürettiğimiz bir enerjidir. Bu ise, çoğu zaman hayata bakış açımız, olaylara getirdiğimiz yorumlarımız ve olumsuz otomatik düşüncelerimizden etkilenir. Nereden ve hangi pencereden baktığımıza göre şekillenir. Düşüncelerimiz nasıl hissedeceğimizi ve duygulanacağımızı da belirler. Nasıl düşünürsek, sonuçta öyle de hissederiz... Sebeplere aşırı bağlanmak, olayları ve sonuçlarını elimizde tutma paniği insanın enerjisini tüketir. Yaşadığın anı, o an sahip olduklarını farkedememek, o anı yaşayamamak, bilicin hep geçmişte ya da gelecekte dolaşması kaybolan zamanların kahramanı yapar insanı... Aşırı kaygı ve zihinsel kirlilik insanın yaşama aşkını ve enerjisini de alıp götürür yüreğinden... Ne zaman ki insan bu enerjiyi ve aşkı kaybeder, işte o zaman yorulur. Eli kolu kalkmaz olur. Hiçbir iş yapmasa da kendini yorgun ve tükenmiş hisseder. Zamanımızın depresyon ve kaygı çağı olarak nitelendirilmesi ve psikiyatrik hastalıklarının sayısındaki artış da çoğu zaman bu yüzdendir... İnsan yükünü bırakması gereken yerlerde hala sırtında taşıyorsa, hırslarının ruhunu ele geçirmesine izin veriyorsa, yüreğindeki enerjiyi heba etmiş olur. Bu enerji ise sürekli üretilen, yenilenen ve tazelenen bir şey değildir. Beslemen gerekir... Ona güzel sözler dinletmezsen, yaralarını şefkatle sarmazsan, hoyrat davranırsan ve haris yüreklerin yanında boş yere yorarsan, sana darılır, küser. Konuşmaz olur seninle... Bazen öyle susar ki, nefsinin sesini bile o zannetmeye başlarsın... Nefsinin hırslarını ve


öfkesini haklı çıkarmaya çalışırsın... Elindekiler artık yetmez olur, hep eksik hissedersin, hep daha fazlasının hayallerini kurmaya başlarsın… Buna o kadar alışırsın ki, elindekiler kıymetsizmiş gibi görünmeye başlar, hepsini ve hatta daha fazlasını bile hak ettiğini düşünmeye başlarsın... Ne zaman ki doğruyu kaçırır insan, yanlışı da fark edemez olur. Yanlış yerlerde ve öfkeli yüreklerde dolaşmak yaşama sevincini, yola devam etme aşkını da alır elinden... Yanlış yerlerde o kadar ararsın ki mutluluğu, bulmaya vaktin bile kalmaz... Boşa yere yüreğini yormaların gelir aklına... Sürekli şikayet eden, huzursuzluğunu ve öfkesini büyüten, bunları çevresindekilere durmadan anlatarak, onların da enerjisini tüketen insanlardan yorgun yüreğin artık bunları duymak istemez... Güzel sesler duymak istersin, ümit veren insanları, halinden şikayet etmeyenleri, sıkıntılarıyla prim yapmaya çalışmayanları görmek istersin... Yoran ilişkiler, yeni tanışmalar, yeni yüzler aramazsın. Eski dostlukların da özetini çıkarmaya başlarsın. İlişkilerde tasarrufa gidersin zamanla, her şeyde olduğu gibi ve gereksiz insanları da hayatından atmak istersin. Yapmacık sohbetlere girmek istemezsin artık. Seni anlamayanlarla konuşmak cümle kirliliği yaratır sadece ve hak edenlere saklarsın kelimelerini. Zamanın ne kadar kıymetli olduğunu öğrenirsin buralara kadar gelirken. Bos geçen her saniye değerlidir artık. Sevgiye önem vermek gerektiğini, zamanı geldiğinde elinde sadece gerçek sevginin kalacağını öğrenirsin. Sevginin paylaşıldıkça oluştuğunu, olgunlaştığını öğrenirsin... Ailene ve seçtiğin tüm dostlarına daha önce göstermediğin sevgi, anlayış ve ilgiyi gösterirsin. Kendini paralamazsın artık, değmeyecek insanların ne derdine ne yaşam şovlarına. Gerektiğinde hayır demeyi öğrenirsin, haketmeyecek insanlara nezaket göstermek zorunda hissetmezsin kendini. Hiç kimse, sen izin vermediğin sürece çıkarları için kullanamaz dostluğunu, insanlığını sahte duygularla. Artık bilirsin ki yasamadan hiçbir şey öğrenilmiyor... Yaşamışlığın oluşturduğu bir alçakgönüllülükle gülersin içinden sadece... Yaşamışlığın, görmüşlüğün, geride kalmış üflenmiş doğum günü mumlarının bir sonucu herhalde bu durum... Ne zaman derseniz; herkese göre, ne kadar dolu yasadığına göre değişiyor bu çağa ermek... Hayattaki zor alınan virajlar bu zamanı hızlandırıyor belki de. Kendi kendinin kıymetini bilmek çok ise yarıyor... Olumsuz ve kötümser bakış açısına sahip olmak ya da seyretmek bile insanın ruhunu yorar. Kötü niyetli insanlar arasında olmak bile yaşam sevincini alır elinden. İnandığın şeylerden uzaklaştırır, hayata ve kadere olan sevgini incitir. İçindeki sükuneti bozar. Bu sebeple iyi niyetli, gerçek


duygulara sahip insanlarla görüşmek, onlarla sohbet etmek, yanlarında ve yakınlarında bulunmak, insanın gücünü artırır. Varlıklarını bilmek bile yeter sana. Ne acı yaşamış olursa olsun, hayata tekrar tutunmasını, yeniden başlamasını sağlar... Şifa olur ruhuna... Kaybetme korkusu taşımadan beslenen saf bir özgürlüktür bu... Acıyan ruhuna aldırmadan, "delikanlı" gibi, başın dimdik yaşamak...

Evren Kır

Lady Diana Öyle bir hayat yaşa ki sen öldüğünde ağlasın herkes... İşte o da öyle bir hayat yaşadı yardım severliği, neşesi, halktan biri olarak yaşaması, giyimi, hayata karşı duruşu ile gönüllere that kuran bir fenomen oldu Lady Diana kendi adı ile Diana Spencer. Bir başka ses getiren olayı ise maalesef çok fazla ses getiren ölümü oldu. Şimdi Galler Prensesi Diana’yı yakından tanıyalım. Galler Prensi Charles'in ilk eşi idi. Oğulları Prens William ve Harry, Birleşik Krallık ve ona bağlı on beş ülkenin tacına varis olarak ikinci ve üçüncü sıradadır. Diana Frances Spencer 1 Temmuz 1961 tarihinde İngiliz aristokrasisi içinde doğdu. Edward John Spencer'in en küçük kızıydı. Annesi Althorp Viskontesi Frances, babasının ilk eşiydi. İngiltere, Norfolk'ta, Sandringham Park House'da doğdu. Percy Herbert (kilise rektörü ve Norwich ve Blackburn eski piskoposu) tarafından St.Mary Magdalene kilisesinde vaftiz edildi. Diana dört kardeşe sahipti. 1975 yılında büyük babalarının (7. Earl Spencer, Albert Spencer) ölümünden sonra babaları 8. Earl yeni Kont olunca, Diana da Lady ünvanını kazandı ve Lady Diana Frances Spencer oldu. Baba tarafından Diana, evlilik dışı dört oğlu yoluyla İngiltere Kralı 2. Charles'ın soyundan geliyordu. Diana'nın dikkate değer ataları 1. Robert (the Bruce) ve İskoç Kraliçesi Anne; Mary Boleyn, Lady Catherine Grey, Maria de Salina, John Egerton ve James Stanley (7. Derby Earl'ü)'dir. Prens Charles'in aşk yaşamı ve çeşitli göz alıcı ve cazibeli aristokrat kadınlarla ilişkileri daima basının spekülasyonlarına konu oluyordu. Prens Charles otuz yaşında evlilik için artan bir baskı altındaydı. Yasal olarak tek istek gelinin Katolik


Kilisesi'inden olmamasıydı. Geleneklere göre Protestan olması ve İngiltere Kilisesi'nin üyesi olması gereken gelinin soylu bir ailenin mensubu olması da tercih sebebiydi. Tüm bu özellikleri taşıyan Diana'nın Prens Charles'le evliliğine Spencer'ler ve Kraliyet Ailesi sıcak bakıyordu. Çünkü bu evlilik İngiliz hanedanın gelecek planları ve milenyumun eşiğinde ciddi bir krize düşen İngiliz halkının nostaljik düşleri için de umuttu. Nişanları 24 Şubat 1981'de resmiyet kazandı. Sonunda 29 Temmuz 1981 de tüm dünya televizyonlardan naklen verilen St.Paul Katedrali'nde gerçekleştirilen düğün töreni için ekranları başına geçti. Gelinliği 7.6 mt'lik bir kuyruğa sahipti. Yaklaşık bir milyar kişinin izlediği törende 20 yaşındaki Daina'nın utangaçlığı gözlendi. Dünya liderlerinin davetli olduğu törende Diana, Cantebury Başpiskoposu'nun onayıyla Galler Prensesi oldu. Gelecekte Birleşik Krallık tahtının Kraliçesi olacaktı. Diana'nın babası o gün BBC kameralarına Yüzyıllardır Spencer Ailesi'nin Monarşiye değerli katkıları olmuştur. Eminim bu günden itibaren geleneğimizi Diana yaşatacak, içten sadakatiyle Kraliyet Ailesi'ne eşsiz hizmetlerde bulunacaktır. şeklinde konuşmuştur. İskoçya'da tatile çıkarken Diana hamile kaldı. Evliliği ilk aylar Diana'ya kolay gelmediği için hamile olduğuna çok mutlu olmuştu. 21 Temmuz 1982'de Diana anne oldu. Bebeğin erkek olduğuna herkes mutlu olmuştu, ona William adını koydular. Doğumdan sonraki evliliği mutlu değildi. Prens Charles hala Camilla Parker Bowles'e aşıktı. Diana kocasın kendisini sevmesini istedi fakat Prens Charles Diana'yı tanımaya çalışmamıştı. Evlenmeden önce Diana bulimik idi, evlenirken bulimia rahatsızlığı daha kötü oldu. Dört sene evliliği iyi geçti ama Prens Harry'nın doğumunda Diana kocasında bir fark hissetmişti. Daha sonra yaptığı açıklama da 'o gün evliliğim öldü' dedi. Boşanmalarından sonra Lady Diana 20 Kasım 1995'te BBC 1 kanalında konuştu, daha önce hiçbir prenses o kadar açık konuşmadığı için herkes şaşakaldı. 22,8 milyon kişi onu izlemişti. Evliliğinin bitmesi istemediğini ama Prens Charles’ın Camela’ya olan aşkı yüzünden evliliğin 3 kişilik bir birlikteliğe dönüştüğünü anlattı.


1997 yılında Diana’nın hayatına da biri girdi, Dodi Al Fayet. Diana, Dodi Al Fayed'le tatile çıktmıştı. Ağustos ayında Akdeniz'de Dodi'nin 'Jonikal' yatında kaldılar. Çok paparazzi kovaladığı için Diana ve Dodi Paris'e dönmeye karar verdi. Dodi'nin babasının otelinde kalmak istediler. 31 Ağustos sabah saat on iki buçukta Dodi'nin apartmanına gitmek için otelden çıktılar. Otelin arkasından çıktılar fakat paparazziler onları bekliyordu. Giderken şoför (Henri Paul) yolu şaşırdı ve karanlık bir tünelde kaza yaptı. Henri Paul ve Dodi al Fayed olay yerinde hayatını kaybetti. 2 saat doktorlar Diana'nın hayatını kurtarmaya çalıştıysa da saat dörtte Prenses Diana da yaşamını yitirdi. Sadece Diana'nın koruma görevlisi, Trevor Rees-Jones hayatta kaldı. Haberi duyduğunda Prens Charles, Earl Spencer ve Diana'nın kız kardeşleri İngiltere'den hemen Diana'nın yanına gitti. O sabah da Diana'nın bedeni İngiltere'ye döndü. 6 gün resmi yas ilan edildi ve 6 Eylül 1997'de yapılan görkemli bir veda töreniyle Diana toprağa verildi. Ayrıca öldüğünde sarayın önüne yüzbinlerce not ve çiçek bırakıldı. Prens Harry bir not yazdı: "Mummy"(anneciğim) ve tabutuna bıraktı. 2.5 milyar kişi Diana'nın cenazesini izledi. İngiltere'de bütün kanallar cenazesini gösterdi. Bazı söylentilere göre Prenses Diana'nın ölümünün bir suikast olduğu düşünülmektedir. Ama bunu kanıtlayan bir delil ortaya çıkmamıştır. Prenses Diana'nin 1981 yılında Prens Charles'la evlenirken giydigi gelinlik, aksesuarları, nedimelerin elbiseleri ve Diana'nın bazı özel kıyafetleri Philadelphia'daki Constitution Center'da sergileniyor. Ayrıca asil görünümü ve duruşuyla bir çok modacıya esin kaynağı olmuş, İngilizleri tüm dünyaya asil ve şık tanıtmıştır. Kalem formda etekleri, sade elbiseleri, takım elbiseleriyle yerine gore giyinmeyi de çok iyi bilen prenses, adını bu açıdanda duyurmuştur. Hala kıyafetleri yardım kuruluşları için satışa sunulmakta ve sergilenmektedir. Öldüğü zaman adına özel şarkılar yazılıp anma konserleri bile düzenlenmiştir. Elton John’un ‘Candle in the wind’ şarkısı Lady Diana anısına yazılmıştır.

Nilgün Hepyalçın


İde Dağı '2012/04 Erkekler yıllarca kadınların futboldan anlamamasından şikayet etti. Kadınlar da haliyle bu şikayetten bıktı. Olacağı da buydu zaten! Etraf, aniden fanatik futbol taraftarı kadınlarla doldu. Evvelden ezelden futbolla ilgilenen, futboldan anlayan, futbolu seven bir sürü kadın var. Fanatik falan da değiller, efendi efendi izliyorlar. Ofsayttan anlıyorlar, ne zaman penaltı olur biliyorlar. Korner olsun, aut olsun, taç olsun bir eksikleri yok. Hangi futbolcu hangi pozisyonda oynar, 4-4-2 neymiş, 4-5-1 ne zaman gerekliymiş, 4-3-1-2 her takıma uygun muymuş, muhakkak fikirleri vardır. Satranç oynar gibi, bilmem kaç hafta sonra hangi takım kaçıncı sırada olur, onu bile tahmin ediyorlar. Buraya kadar hiç sorun yok. Ne zaman ki saçma sapan iddialara girmeye başlıyorlar, en kıytırık pozisyon için bile yanlarında kim varsa tartışmaya başlıyorlar o zaman işin rengi değişiyor. Fanatizmin bir cinsiyeti yok diyorlar ama var sanki, kadında daha bir iğrenç duruyor fanatizm. Sanki kadın, her zaman ortamı yumuşatan, sakinleştiren tarafta olmalıymış gibi geliyor. Onun da bağıra çağıra, ağzından salyalar saçarak, yakası açılmadık küfürler ederek, karşı takımdan biriyle o son atağın ofsayt olup olmadığını tartışması çirkin sanki! Gereksiz ve dahası fazla abartılı! Bir de son zamanlarda türeyen daha sevimsiz bir grup kadın var. Hem fazla hanım hanımcık hem de sırf gösteriş olsun diye fanatiklik derecesinde bir futbol takımı tutan bir topluluk. Artık sıkıntıdan mı sarıyorlar futbola, millet "vay be ne taşaklı kadın" desin diye mi, orası belli değil. Neyin artistiği, neyin hırsı bu bilinmez. Ama olmuyor, çirkin duruyor. Dün olası sevgilisinin hıyarlıklarını anlatıp, yeni manikür yapılmış tırnaklarına kırmızı oje sürerken, bir yandan da üzerinde bir karış eteğin orasını burasını çekiştirirken, Sabri’ye küfür etmek, Alex’e bir erkek hayranlığıyla methiyeler düzmek, “bu takımın Fernandes’e ihtiyacı var hacı” demek abes oluyor. Her hareketinden kadınlık akarken müthiş kırılgan, kibar, zarif görünürken birden maç var diye heyecanlanmak, sabahın köründe formalarla sokaklara dökülmek inandırıcı gelmiyor. Kadınları futbola alıştıran, yönlendiren, futbolu sevdirmeye çalışan erkeklerin görmek istedikleri tablo tam olarak bu muydu, emin değilim. Taraftar olmak, sporla ilgilenmek, spora ister oyuncu ister seyirci olarak dahil olmak çok güzel ama dozunu kaçırmamak da çok önemli. Takım tut, formasını al, maça git, sonuna kadar da destek ol. Ama 3 gün önce kadınlığın dibine vurup da bugün bir erkekten daha fanatik taraftar oluyorsan orada bir sorun var demektir ablacım! Çünkü kim ne derse desin futbol hala buram buram testesteron kokan ve olabildiğine maskülen!

Simsiyah


Ah Benim Güzel Çocukluğum Nasıl da Özledik Seni! Biz çocukken, Tombilibiç diye bir oyun vardı. Kırmızı kiremitleri üst üste dizer, topu yuvarlardık kiremitlerin üzerine. Ortada kuyu var yandan geç derdik. O top hiç kuyuya düşmezdi. Köşe kapmaca oynamak için, herhangi bir kamyonetin, mahallemize park etmesini sabırsızlıkla beklerdik. Biri park etti mi, gör şamatayı. Önce adamın gidişini beklerdik, sonra hurraaa kamyonetin üstüne... İstop diye bir oyun vardı. İngilizce'den gelen stop kelimesini, çocuk ağzıyla istop diye bağırdığımız. Topu yukarıya fırlatınca, küçük dostlarımız olanca hızıyla kaçardı ana hattan, istop deyince dururlardı. Sonra bir renk söylerdik. Bulamasınlar diye Çingene pembesi diye bağırırdık. Renk bilgimiz mi vardı. Çingene pembesi mahallede zar zor bulunurdu o zamanlar. Deliydik. Elektrik hortumlarını kesip, gazete kâğıtlarından ok yapardık. Haytaydık, bazen kâğıtların ucuna iğne takıp kedi avına çıkardık. İçimizden birisi, bir kedi vurduğunda önce sevinç nidaları atar, sonra da üzülürdük zavallı kediye. Otobüs şoförlerini vurmaya çalışırdık biz. Mahalleden geçen otobüs şoförlerinin korkulu rüyasıydık. O yüzden camları hep kapalıydı. Taso denilen nesne yeni keşfedilmişti. Taso da neymiş. Bizim gazoz kapaklarımız vardı. Marketlerin, kıraathanelerin önünde fink atardık biri meşrubat içsinde kapağını atsın diye. Topladıktan sonra, taş ile ezerdik bir güzel onları. Kırmızı gazoz kapakları en değerlisiydi. Gerçi sonradan o kapağın altında şişede duran asitli sıvı, insan sağlına zararlı dediler. Bizler bilinçli doğa dostlarıydık. Doğanın temizliği bizden sorulurdu. Dedeler, amcalar, ağabeyler içtikleri sigaraların kabını sokaklara atarlardı. Sokaklarda fink atardık, onları bir güzel toplardık. Sonra tam ortalarından katlardık. Mermerciye koşup, ‘Ağabey kurban olayım bana bir parça mermer ver.’ derdik. Mermer ustamız hiç kırmazdı bizi. ‘Alın ulan haytalar oradan.’ derdi. Sonra kireç taşlarıyla bir daire çizerdik sokağın tam ortasına. İki rakip eşit miktarda sigara kâğıdı koyardı daire içine. İlk sırayı kapmak için düz bir çizgiye mermeri fırlatır, çizgiye en yakın olan mermeri birinci ilan ederdik. Sonra daire içindeki sigara kâğıtlarına doğru mermer yol alırdı. Bizler doğayı çok severdik.


Mahallemizdeki yemiş(incir) ağacının meyveleri tam yumuşamadan ham hallerindeyken toplayıp, yemiş savaşı yapardık. Aşağı mahalle, yukarı mahalle arasında kıran kırana geçen savaş. Genelde yukarı mahalle kazanırdı. Onlar organize çocuk gücüne sahiptiler. Delikanlı çocuklardık bizler. Öyle kızlarla evcilik bilmezdik. İp atlardık onlarla, zıplaya zıplaya geçerdi hayatımız. Bazen iki kız, iki erkek, bir sıçan... Validelerimizin yorgan ipliklerini alırdık. Elektrik direkleri dostumuzdu bizim. En önce ipi direkten geçirirdik. Sonra üç kişi bir kare oluştururdu, direkle beraber... Komşular çok şikâyetçilerdi bizden, zillere basar kaçardık hızlıca. Hatta içimizden en şeytanı, alır çöpü devirirdi kapıya. Mahallede ustaca meşe oynayan ağabeylerimiz olunca, yenilirdik haliyle. Meşelerimizin cebimizdeki şıkırtısını duymadan içimiz rahat etmezdi. Kaybettik mi? Üzülmek yok! Dede yadigarı aşık kemiklerimiz vardı bizim. Eskiden öyleymiş, koyunun arka bacaklarından çıkarırlarmış bu kemiği. İşte çıkan bu kemikle oynarlarmış meşeyi. Dedem ne de güzel anlatmıştı. Sonrada ‘Al hadi git oyna.’ demişti. Saklambaç oynardık. Birden elliye kadar sayan arkadaşımızın tam arkasında durduğumuz olurdu. O ‘elliii’ diye bağırınca kafasına bir şaplak atardık. Öfkelenirdi, bağırırdı ama biz gülmeye başlayınca o da gülerdi. Yeşil üzümlerin kabuklarını, dişlerimizle ayırırdık. Bunu bıkmadan ve hiçbir insanın veremeyeceği özenle yapardık. Önce kabukların hafiften acımsı tatlarını alırdık. Daha sonra ise kabuğu soyulmuş üzümleri yerdik. Ne de güzel tatları vardı onların. Leblebi tozlarıyla örülüydü hayatlarımız. Boğazımızı tıkarcasına bir burukluk yaşatırdı bize. Kim bilir keşifçisi ne kadar ticari kazancı düşünse de, bizler sevinirdik o tozu ağzımıza atınca. Üçgen kolonyalarımız vardı renk renk. Kırtasiyelerden onar, yirmişer alırdık. Kimi avuçlarında sıkar patlatır, kimi ufak bir delik açar, millete şaka yapardı.


Futbolu profesyonelce oynardık biz. Mesela ayaklarımız camları kırmaya meyilliydi. Camlar kırardık biz. Varoş mahalleye maddi kayıp verirdik ama camını kırdığımız insanlar bilirlerdi çocuk olduğumuzu. Kırdığımız camı alıp topumuzu keserlerdi. Topun canının yanmadığını bilirdik ama bizim canımız epey yanardı. Sonra içlerinden iyi yürekli bir amca çıkar bize yeni bir top hediye ederdi. O insanlar çocuk işte demeyi çok iyi bilirlerdi. Öyle aramızda anamız, babamız bize ne aldı rekabeti yoktu. Kıskançlık denen bir şey yoktu. Arada kafamıza eserse semtimizden Konak’a kadar yürürdük. Üstümüzde bazen bir şorttan başka bir şey olmazdı. Atlette giymezdik bazen, vücudumuzun üst tarafı çırılçıplak olurdu. Bu yüzden bize serseri derlerdi. İçimizden biri yorulunca ona bir ESHOT bileti almak için para toplardık aramızda. Alırdık bileti gönderirdik biçareyi evine. Sonra bir bakardık biz de yorulmuşuz. Eee bütün parayı da ESHOT’a verince, yürümeye mahkûm kalırdık. Ertesi gün, bir önceki günden para toplayıp otobüsle gönderdiğimiz arkadaş bize evinden karpuz, kavun getirirdi. Bize serseri diyenlere cevabımızda buydu işte. Kolluyorduk birbirimizi. Aramızda kimsenin bilmediği bir bağ vardı. Sevgiyle ölçüt hatta sevgiyle yarışacak bir bağ... Kültürle karışık sevgi yağmuru gibiydik. Mahallemizde bir Melahat abla vardı. Herkesin mahallesinde bir Melahat abla vardır. Yürüyünce yer sallanırdı. Amcalar, ağabeyler, dedeler o geçerken kafalarını indirirdi yere. İffetli, dul bir kadındı. Başımı okşadığı olmuştu. Eh be Melahat abla sende terk ettin bizi... Bizim zamanımızda havuz mu vardı? Belediye bizlere havuz yapardı. Daha doğrusu süs olsun diye parklara. Fıskiyeli havuzlar... Semtimize uzaktı onlar, üstümüz çıplak yürürdük. Ne de güzeldi. Sonra atlardık havuza. Misal ben boyumu geçmeyen havuzda ellerimi zemine değdirerek nasıl güzel yüzdüğümü gösterirdim dostlarıma. Aslında bilirlerdi havuzda onlara şov yaptığımı da ses çıkarmazlardı... Heyt be! Ben de yüzerim öyle derlerdi... Sonra sislerin ardından bir bekçi


belirirdi düdüğüyle. Bir keresinde sağlam bir tokat yemiştim. E haliyle ağlamıştım. Altta kalanın canı çıksın diye bağırdığımız. Birdirbir uzuneşeklerle direğe yaslandığımız bir hayattı bizimkisi...

oynadığımız,

Ya şimdi... Babalar, anneler işten yorgun argın eve gelince çocuğuyla ilgilenemez oldu. Patronun bağırdığı ebeveyn eve gelip çocuğuna bağırır oldu. Şimdi geziyorum sokaklarda. Öyle bir sessizlik hâkim ki, bağırsam kimse duymaz. Ebeveynler artık çocuklarının önüne teknolojiye ait yapıtları koyuyorlar uğraşmayayım diye. Çocuk bilgisayarda geçiriyor zamanını. Play Station diye bir oyun konsolunda öldürüyor zamanını. Teknoloji öyle bir yer etti ki hayatımıza onsuz yapamaz olduk. Batılılaşmayı yanlış anlayan yeni nesil, bilgisayarın başından kalkmadıkları için, ebeveynlerinin nasihatlerini dinleyemez oldu. Kendi kültürlerimizden uzaklaştık. Oysa ne söz vermiştik bizler. Demiştik ki kültürlerimiz bizi yaşatacak...

Tuncay Ünaydın

Hangimiz Daha Akıllıyız? Şimdi diyeceksiniz ki kedi başınla bize akıl konusunda meydan mı okuyorsun? Yok, ne haddime, ustam… Siz ki uygarlıklar, nükleer santraller kuran; toprağı isterse verimli istemezse zehirli yapan, hoşunuza gideni kitleler halinde üretip, ters geleni aynı biçimde yok edebilen insanoğlusunuz. Biz kedilerin lafı mı olur?

Bilgiç Saruman

Fakat çok rastlıyorum: Bir bakışla, iki kelimeyle hırlaşıp birbirinize giriyorsunuz; eğlenirken gençleri havaya atıp, sonra elinizden kaçırarak omurgasını kırıyorsunuz. Ufacık bir makineye kırk kişi sıkışıp, çarpışan arabacılık oynuyorsunuz. Şimdi kim aptal kim akıllı? Yoksa bilinmeyen güçler mi var işin içinde? Bu konuyu biraz deşeyim dedim… Bilgiç Saruman’a gidip, zekâ konusundaki son teorileri öğrendim. O söyledi ben dinledim; sonra


durmadım dere tepe gezdim. Duyduklarımı sokağın birleştirdim. Hızımı alamadım sizle de paylaşayım dedim.

gerçekleriyle

25 yıl önceye kadar insanlar IQ diye bir şeye inanırmış; Türkçesi, zekâ düzeyiymiş. İnsanları bunlara göre sınıflandırırlarmış. İlk başlarda işe yarar gibi olmuş. Mesela Einstein’ın IQ’su yüksek, kapı komşusununki aleladeymiş. Dünyanın en büyük müzisyenlerinden bazılarınınkinin düşük çıkmasını göz ardı edilebilir bir istisna diye geçiştirilmiş. Bir süre sonra bir de bakmışlar ki herkesinki yüksek çıkıyor. Eee, çağ değişti, şimdiki gençler daha akıllı, demişler; yutturamamışlar. Çünkü IQ’su Einstein’a yakın çıkan bu gençler bırakın onun gibi yeni sistemler oluşturmayı, adamın 100 yıl önce gözü kapalı çözdüğü denklemi bile anlamıyor. Anlaşılmış ki, testler ayağa düştüğünden, gençler buna benzer sorularda antrenmanlı olduklarından, yüksek puan alıyor. Tabii gel de bunu söyle şimdi… Saruman diyor ki “Dünyada adil dağıtılmış tek şey vardır: Akıl! Kimse kendisinde az olduğundan şikâyet etmez.” Herkes bol kepçeden aldığı IQ puanından memnun. Zaten çocukluğundan beri şişirmiştir ailesi, benim akıllı çocuğum, diye. Bilim adamları da bir hata ettik, kurcalamayalım fazla deyip, EQ’yu atmışlar ortaya. Bu da Duygusal zekâ düzeyiymiş. Yanlıştan biraz dönmüşler. Çünkü IQ’su yüksek olup da insan ilişkilerinde sınıfta kalan çokmuş. Son olarak Gardner diye bir profesör çıkıp, 9 tür zekâ olduğunu söylemiş. Bakın bunlar neymiş? Sözel, Dille ilgili Zekâ: Okumayı ne kadar hızlı öğrendiğinizle başlar fakat burada bitmez: “de” ve “ki” eklerinin ne zaman ayrı ne zaman bitişik yazılacağıyla devam eder. Pek çok kişi zaten bu noktada çuvallar. Bundan sonra da alınacak çok yol vardır. Karmaşık cümleleri anlama, yorumlama bunlardan birkaçı sadece. Bazı kişilerin muzdarip olduğu Orhan Pamuk okuyamama sendromu, eğer siyasi sebeplerden veya önyargıdan kaynaklanmıyorsa, ya cahillikten ya da sözel zekâ düzeyinin yeterince gelişmemiş olmasındandır herhalde. Mantık, Matematik Zekâsı: Her şey kolay başlar. “2 + 2 kaç eder, benim akıllı oğlum?” Sonra çarpım tablosu (eskilerin tokat gibi tabiriyle “KERRAT cetveli”) ile bir grubu endişelendirmeye başlar. Cebirle kalp atışlarını hızlandırır. Entegrali takiben halktan tam olarak kopar, uzaya ışınlanır! Bu konuda zekâsı yüksek


olanlar, evrende her şeyin temelinin matematik olduğunu söylerken, biz kediler sadece, küçük bir “hı?” diyebiliriz. Görsel, Uzaysal Zekâ: Korkmayın, uzay mekiği yaptırmayacağız… Hani bir şeyi bulamadığınızda yerini sorduğunuz ve her seferinde orayı bilen bir arkadaşınız var ya, işte bu zekânın ilk belirtileri, gördüğünü kolay kolay unutmamaktır. Bunlar açık denizde bile yıldızlara bakıp, yönünü bulur. Aklından geçen ister araba parçası olsun ister soyut bir fikir, resmedebilir. Bazıları dudak uçuklatan yapıtlar inşa eder; kimi de aldırmaz, kentin siluetini alaşağı eder. Bedensel ve Hareketsel Zekâ: Hidayet Türkoğlu, nasıl oluyor da böyle mucizevî oynuyor? Sadece boyuyla değil, bedensel zekâsıyla da fark atıyor da ondan. Ha, işte bu alanda biz kedilerin eline su dökemezsiniz… Biliyorum tabii her şey zıplama, hoplama değil, sizin muazzam dansçılarınız, ekstrem sporcularınız da var. Ama bunlar azınlıkta. Çoğunuzun bedensel zekası geri, şiştikçe şişiyorsunuz. Kişilerarası Sosyal Zekâ: Bir bakarsınız, derste sorduğu sorular nedeniyle geri zekalı sınıfına soktuğunuz kadın, teneffüste birbirini tanımayan sınıfı bir araya getirmiş, kaynaştırmış, hayranlık uyandıracak şekilde, ders sonrası beraber kafeye gitmeye ikna etmiş. Biraz daha uğraşsa, hayvan hakları için Taksim’de gösteri yürüyüşüne de çıkaracak. Bu tür zeka, kendisini başkasının yerine koyabilme yeteneği, insanlara duyarlılık, sosyal konulara ilgi ve liderlik getirir yanında. İşte bulduk! Her yerde, her zaman birbiriyle didişen insanlar, özellikle sosyal zekâ açısından özürlü sayılır. Kişisel, İçsel Zekâ: Kendini bilme, tanıma, kontrol edebilme becerisidir. Böyle deyince kolay geliyor değil mi? Bu da herkesin kendini zeki sandığı, ama sıkça sınıfta kaldığı konulardan. Başkalarının onu tanımlamak için kullandığı ifadeleri kendi kimliği sanır. Zaaflarının farkına varmaz, varsa da istediği zaman kurtulacağına inanır. Fakat hayat boyu onların kölesi olur kalır. İçsel zekâsı yüksek olan kişi, gerçek kimliğini, evrendeki yerini merak eder. Yaşam felsefesini oluşturur. Vücudunu, ruhunu, zihnini son derece iyi tanır. Kontrolü eline alır. Bu, bilgelik yolunu neredeyse yarılamaktır.


Müziksel, Ritmik Zekâ: Bu diyarın kadınlarında genetik olarak otomatikman bir parça vardır. Oynak bir ritim çaldığında, kolay kolay yerinde duramaz insanımız. Bu zevk de basamak basamak tırmanır. Kimi emekleme düzeyinde kalıp, hayat boyu Serdar Ortaç dinler. Kimi daha karmaşık yapılara kanat açar. Klasik müziğe, cazın karmaşık türlerine uzanmayı başarır. Bunlara erişmek, müziksel zekâ ve eğitim işidir. Anlamayanlar, her zamanki gibi, zevkler ve renkler tartışılmaz der, tartışmayı kolay yoldan bitirir. Doğa Zekâsı: İflah olmaz şehirliler için, kolay anlaşılmayacak bir zekâ türü. Doğadaki her türlü canlıyı, tanıma, anlama, onlara karşı nasıl davranacağını bilme yeteneğidir. Bununla da kalmaz, kayalıklar, nehirler gibi doğal yapılardan da anlar. Eski zamanlarda avcılık, izcilik yeteneğiyle el üstünde tutulan bu kişiler her ne kadar şimdi demode olmuş gibi görünse de doğal ya da insan elinden çıkma bir afet anında, uzun vadede hayatta kalmayı başaracak ve belki hepimizi kurtaracak olan yine onlardır. Varoluşsal, Spiritüel Zekâ: “Artık bu kadar da olmaz, atıyorsun,” demeyin. Bu kişiler, ölüm, hayat, ruh, ölümün ötesi gibi konuları, subjektif perspektifin ötesinde, makro bir bakış açısıyla araştırma ve anlama yeteneğine sahiptir. “Vıyyyy!” değil mi? Kimileri çeşitli yöntemler kullanarak, (beyninin daha fazla kısmını etkileşime sokmak veya tansiyonunu kontrol etmek gibi) pek çok kişiye doğaüstü gelebilecek işler bile gerçekleştirebilir. Lafı uzatmadan çok önemli bir noktaya gelelim! Evet, bazıları daha zeki doğabilir. Fakat doğuştan gelen bir eksikliğimiz, özürlülük durumumuz yoksa, zekâ türlerinin hemen hepsinde, doğru eğitimle kendimizi geliştirebiliriz. Belki bir Mozart olamayız ama, Mozart’ın müziğini belli bir seviyede anlamayı ve bundan keyif almayı öğrenebiliriz. Emin olun bu bile yaşamımıza çok ilham veren ve mutluluk getiren bir pencere katar. Yeter ki istekli olalım, araştıralım, çalışalım, sabredelim. Hangi zekâ türünde olursa olsun, kara cahil kalmayalım. Sokakta arabasını, yaya kaldırımını kapatacak şekilde park eden ve insanları, bebek arabalı anneleri, otomobillerin vızır vızır geçtiği caddeye inmeye, ölüm tehlikesiyle karşılaşmaya iten kişi, sadece Sosyal Zeka, Kişisel Zeka ve Spiritüel Zeka gibi üç alanda geri zekalı olmakla kalmaz, aynı zamanda bunlarda gelişmek için hiç çaba da sarf etmemiştir, kara cahildir. Eğer bu duruma düşmüşsek, en başta kendimizden utanmalı ve


kendimize üzülmeliyiz. Sonra da başımızı önümüze koyup, öğrenmek, anlamak için bir parça çaba göstermeliyiz. Kedi başımla bu kadar anlatabildim; lütfen siz de sözünüzü esirgemeyin, yorumlarınızla konuyu genişletin. Sarman Dedektif Sarman Dedektif'in tüm yazılarına ulaşmak için Sarman Dedektifin Gözüne Batanlar isimli web güncesini ziyaret edebilirsiniz.

Alp Saldamlı

İlham Nedir? Psikolojideki psişi/psyche kavramının ruh denen olgudan farkı nedir? sorusuyla başlayalım: Göksel anlamdaki ruhla ilgisi olmayan psikoloji kavramı; psikolojinin kurucusu sayılan S. Freud’a göre zihnin üç bölümden oluşan kısmıdır. Bunlar; id (alt benlik), ego (benlik) ve süper egodur (üst benlik). Esasen; Yunan Mitolojisi’nden gelen bir isim olan Psi (Psyche), aşk tanrısı Cupid’in eşidir ve ruhun ölümsüzlüğünü simgeler, ruhun ve aşkın ayrılmaz bütünlüğünü anlatır. Daha sonraları bu mitolojik kavramlar, Eros ile Piske ikilisine de dönüşmüştür. Ancak, psikoloji biliminin gelişim sürecinde iki farklı anlam daha kazanmıştır; a- insan ruhu, b- insan zihni. Aslında psikoloji: Gözlenebilir davranışları, duyguları ve zihinsel süreçleri tanımlar, ruhu tanımlamayla pek de ilgisi yoktur. Psikolojinin Türkçesi ruhbilim... Biz henüz ruh nedir, nerededir, var mıdır, yok mudur sorularının yanıtlarını tartışırken ve hiçbir bilimsel kanıt bulamamışken, ruhun bilim dalını kurmuşuz. Ve on binlerce yıldan beri hissedilen, düşünülen, tezahürleri yaşanan ve inanç sistemlerince varlığı anlatılan bir kavram olan ruha, bilimsel bir yaklaşım getirmek ve bu kavramın yarattığına inandığımız sorunları çözebilmek için psikoloji ve psikiyatri dallarını oluşturmuşuz. Peki, psikoloji biliminin her insanın ruhsal özelliği olan ego ve süperego kavramlarının adını koymasından, ruhbilim ve psikanaliz gibi ekoller geliştirmesinden ve bilinçaltı, bilinçötesi gibi olgulara bilimsel açıklamalar getirmesinden bu yana hiç mi mesafe kaydetmedik?..


Bir psikiyatriste sorarsanız, bunun yanıtı mutlaka “çok uzun mesafeler aldık” olacaktır. Çünkü gerçekten çok araştırma yapıldı, yepyeni bilgiler elde edildi ve tedavide kullanılan ilaçlar ve yöntemler geliştirildi. Bana sorarsanız, hâlâ yolun başında olduğumuzu söyleyebilirim. Zira Psikoloji, sadece bilinçaltıyla ve davranışların kökeniyle uğraşmak ve buralardaki aksaklıkları kendi yöntemleri ile çözmek veya kontrol etmekle meşgul. Ama Tanrı kadar eski bir kavram olan ruhun varlığı ve tarifi üzerinde on binlerce yıldır henüz ortak bir görüş oluşturmuş değiliz. Kimilerine göre ruh diye bir olgu mevcut değil... Kimileri ruhun beynimizdeki elektrik akımları ve kimyasal değişikliklerinden başka bir şey olmadığını düşünüyor... Kimileri ruha ilahi bir sıfat yüklüyor... Kimileri de ruhu cansız atomlardan oluşmuş bedene hayat veren “akıllı enerji” olarak görüyor. Ben sonuncu gruptayım. Adına mizaç dediğimiz ve daha üç aylık bebekken kendini gösteren yaradılış özelliği ruhsal değil de nedir acaba? Mizaç konusunda beni ruhî açıdan en çok ilgilendiren özellik, kişinin hassas veya “vurdumduymaz” olmasıdır. Çünkü duyarlılığın, sonradan kazanılan değil, büyük oranda doğuştan gelen bir özellik olduğu inancındayım; ayrıca aşırı duyarlı kişilerin telkine açık oldukları için daha sık depresyon yaşadıkları kanaatindeyim. Hassas bir kişilik için eğitim, dikkat ve yoğunlaşma, detayları görebilme ve zekâ düzeyi gibi zihinsel özellikler elbette gerekli ve bunlar yaşam boyunca geliştirilebilen özellikler; fakat yüksek duygusal zekâ, duygudaşlık, sezgi yoğunluğu, telepati, altıncı his, telkine açık olma/olmama, ruhsal titreşimleri algılayabilme ve tercüme edebilme yeteneği bence doğuştan gelen ruhsal özellikler... Özetle şunu savunuyorum: Düşünsel olguları iyi tercüme edebilmek için zekâ, eğitim, kültür, mantık ve özel bazı yetenekler gerekiyor. Duygusal etki ve tepkileri iyi yorumlayabilmek ve pozitif yönde kullanabilmek için de psikoloji bilgisi, duygusal zekâ ve duygusal yoğunlukları deneyimlemiş olmak gerekiyor. Ruhsal titreşimleri algılamak ise, “yüksek frekanslı bir ruh” veya ruhsal zekâ gerektiriyor. Yeri gelmişken, kendi ruh tanımlamamı da yapmak isterim. Ruh: bedenimizdeki o mükemmel mekanizmaların görkemli bir koordinasyon ve haberleşme sistemi içinde görevlerini yapabilmelerini sağlayan enerjinin ta kendisidir. Ama bu enerji paketinin, lambalarımızı aydınlatan elektrik enerjisinden bir farkı var; “akıllı” olması. Bu enerji ne yaptığını ve ne yaptırdığını çok iyi biliyor; “donmuş enerji” olan cansız maddeyi hareket ettiriyor ve şekillendiriyor; etkisini gözle görülür biçimde madde üzerinde tezahür ettiriyor.


Ruhun bedenimiz üzerindeki etkilerini büyük bir çoğunluğumuz fark edebiliyoruz ve zaten psikoloji ve psikiyatri, bu etkileri saptamak ve olumsuz olanlarını gidermekle meşgul. Fakat çok azımız bu etkileri doğru tercüme edebiliyoruz. Bunları, bazılarımız duygularla, bazılarımız düşüncelerle, bazılarımız vücudun kimyasıyla ve bazılarımız da dış etkenlerle karıştırıyoruz. Hâl böyle olunca da ruhsal rahatsızlıklarımızın nedenlerini ilgisi olmayan yerlerde aramaya başlıyor, nitekim sağlıklı bir sonuca ulaşamıyoruz. Son zamanlarda, bu konular üzerinde fazlaca düşününce, zihnimde yepyeni yorumlar gelişti. İşte bunlardan bazıları: Enerji görünmez. Bizim görebilme duyumuz belli dalga boyutları arasında kalan bir spektrum içinde işe yaradığı için, biz enerjiyi ya maddeye dönüştüğü zaman ya da etkilerini gösterdiği zaman fark ederiz (ısı, ışık, rüzgar vb.). Enerji -büyük kabule göre- ya parçacıklar (partikül) hâlinde (foton veya elektron gibi) ya da dalga olarak hareket eder ve yayılır (uzun, orta, kısa, mikro dalgalar gibi). Dalga olarak yayılan enerjinin hızı, dalga boyu ve frekansı çarpılarak bulunur. Sözgelimi, bir dalganın boyu 12 cm. ve frekansı saniyede 2.450 milyon ise, bu dalganın hızı: 0.12 metre x 2.450 saniye eşittir 294.000 km/saniye demektir. Bu da ışık hızına yakın bir mikro dalgadır. Somut olsun diye bilgisayardan bir örnek verelim: Benim bilgisayarımın işlemcisi Pentium III ve 550 Megahertz hıza sahip. Bir Herz; bir saniyede bir dalga frekansı demektir. Megahertz ise; bir saniyede bir milyon dalga frekansıdır. 550 MHz demek 550 milyon frekans/saniye demektir ki bu, bilgisayarımın ışık hızının üçte biri bir hızla işlem yaptığı anlamına gelir. O nedenledir ki evinizden ta Çin’e gönderdiğiniz bir elektronik posta yerine hemen ulaşır. Çünkü bu hızla giden bir şey, dünyanın çevresini bir saniyede iki kez dolaşabilir. Peki, acaba akıllı enerji olarak kabul ettiğim ruhun bir dalga boyu ve frekansı var mıdır? O’nu bir enerji olarak kabul ettiğimizde, elbette vardır dememiz gerekir. Bence, ruhlarımızın farklılığını ve duyarlılığını sağlayan şey de bu dalga boyutlarının ve frekansların her insanda farklı oluşudur. Örneğin, birinin ruhsal enerjisi 10cm. x 2.100 saniye iken, bir diğerinin 12 cm. x 2.490 saniye olabilir ve aradaki hız farkı onların duyarlılık düzeyini belirleyebilir. Bu durumda, “uzun dalga bir ruh”un, “kısa dalga bir ruh”un titreşimlerini algılama ihtimali oldukça zayıftır. Konuya böyle yaklaştığımda, ruh konusunu anlaşılır hâle getirmek daha kolay oldu benim için. Ruhsal duyarlılığı daha somut biçimde anlayabildim. Uzun dalga ruhlu birinin “karnı geniş” olmasının doğal olduğunu kavrayabildim ve kısa dalga ruha sahip birinin neden o denli hassas ve her şeyden “nem kapan” biri olduğunu açıklayabildim kendi kendime. Bu durumda, aşağıdaki sonucu çıkarmak zor olmadı:


“İçime doğdu” diye dillendirdiğiniz şeyin nasıl oluştuğunu hiç düşündünüz mü? İlham denen şeyin mahiyeti nedir acaba? Telepati, önsezi, altıncı his ve hatta vahiy denilen fenomenlerin kaynağı nedir, diye hiç sordunuz mu kendi kendinize? Ve acaba tüm bunlar, ruhsal titreşimlerin Biyolojik Bilinç’imiz tarafından tercümesi olamaz mı? Yorum ve inanma özgürlüğü sizin...

Mehmet Sağlam

11.06.2007

..EnginDergi.. Nisan 2012 sayı-28 www.engindergi.com bilgi@engindergi.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.