EnginDergi Y覺l: 2012 - Say覺: 30
Fotoğraf: Engin Enginer
“Affetmek geçmişi değiştirmez ama geleceği genişletir.” Paum Boese
İçerik; Sy.04) Uyuk – Engin Enginer Sy.05) Biraz da Kötü Olalım – Sevinç Menşur Sy.06) Kendime ve Bize Küfürlerim 'I - Umut Onur Çöpür Sy.08) Susamış Ruhluluk – Mehmet Sağlam Sy.09) Boşluk – Serenay Öztürk Sy.09) Kaçak '09 – Işık Yavuz Sy.10) Jamais Vu VIII – Esra Alp Sy.11) Yağmur, İstanbul, Aşk – Kezban Şahin Sy.12) Anne, Baba, Çocuk, Kadın – Sema Kahveci Sy.13) Benmerkezcilerin Yakışı/Yanışı – Alp Saldamlı Sy.16) Banker Kastelli – Tuğçe Büyükabacı Sy.18) Cadillac Man – Bora Eke Sy.19) Klasik Amerikan Arabası Bir Tutkudur – Nilgün Hepyalçın Sy.21) Yalnızlık Seremonisi – Tuncay Ünaydın
Uyuk Bir günü daha geride bırakmış olmanın verdiği rahatlıkla yatağına uzandı. Başını yastığa koymak üzereyken uyuyanlardan olmayı öyle çok isterdi ki... Önce sırtüstü uzanıp yerleştikten sonra soluna dönerek sağ dizini ileriye açtı ve kolunu yastığın altına soktu. Sağ eliyle yastığı düzeltti. Televizyon açıkken uykuya geçiş bir nebze kolaylaşıyordu ancak öyle olunca ertesi sabah baş ağrısı ile uyanıyordu. Odadaki karanlığı kıran gece lambasının yarattığı loşlukta gözünün önünde canlanan cisimleri hayal gücüyle şekillendirmeye çalıştı. Bir yandan gecenin sessizliğinde çalışan duvar saatinin tik tak sesleri düşüncelerine ritim tutuyordu. Zihninde konudan konuya dolaşıyor, beyni dört nala ilerleyen bir at gibi; sahiden ne asil hayvandır o. Heybetli bedeni taşıyan incecik bilekler, yelesinin görkemi ve salınan kuyruk. Bugün yemek kuyruğunda beklerken önüne geçen kişiye gerekli lafı etmeliydi aslında. Gerçi ne farkedecekti ki, hayat öyle ya da böyle akıp geçiyor. Çoğu zaman şu ılımlı ve uzlaşmacı yanı ağır basıyordu. Nedense hep insanlık bende kalıyor, diye geçirdi içinden. Gidecek başka kimsesi yok galiba... Derin bir iç çekti nedenini bilmeden. Yatağından doğruldu ve başucunda duran bardağı karanlıkta el yordamıyla bularak bir yudum şu içti. En son düşündüğü konu neydi aldırmadan yeniden yatağa uzanıp nefes alıp verişini dinlemeye başladı. Son zamanlarda kendisini daha bir yalnız hissediyordu. Sık sık insanlarla bir araya geliyordu ama başka türlü bir yalnızlıktı bu. Eminim herkes kendini bir parça yalnız hissediyordur, bendeki özel bir durum olmasa gerek, dedi. Galiba yalnızlık duygusu gerçekte, kalabalıkların yarattığı insafsız boşluklardı. Tatile çıkmak iyi gelecektir diye düşündü. Birkaç gün uzaklaşmalıydı, uzaklaştırmalıydı kafasını her şeyden. Evden, çevresindeki insanlardan, daha da önemlisi alışkanlıklardan. Hayat şu banka reklamındaki gibi A ile B noktası arasından ibaret olmamalıydı. Amaaan, dedi kendi kendine. Saçmalama, otur oturduğun yerde... Saat yine kimbilir kaç olmuştu! Yarın yine sersem gibi olacaktı. Oturduğunuz yerde tatlı tatlı uyuklarsınız da yatağa geçince tüm büyü bozulur ya... Hayat da bir parça öyle, ne yapsak tam içimize sinmiyor ve hep bir şeyler eksik kalıyor. Sanırım ne elde etmek istediğimiz kadar neleri feda edebileceğimiz de önemli... Uyanma zamanı!
Engin Enginer
Biraz da Kötü Olalım Kimseyi sevemiyoruz artık. İnsanlara duyduğumuz o aptalca güven ne çok alaya alınmışsa, o kadar erteliyoruz sevgimizi her şeye karşı. Öyle çok kırılıyoruz ki, kendimize dokunulmazlık alanı yaratıncaya kadar kimseye dönüp bakmıyoruz. Bir daha öyle kırılmamaya yeminler edip duruyoruz, hiç öyle savunmasız kalmamaya inandırıyoruz kendimizi. Kendimizi iyi hissettiğimiz yerlerden kovuldukça, uzaklaşıyoruz herkesten. Sadece kendimizi sevmeye başlıyoruz. Bencilleşiyoruz. Belki de en doğrusu budur. Bencil olmalıyız. Önce kendimizi düşünmeliyiz. Herkesten çok kendimizi sevmeliyiz, küçük dağları ben yarattım edasından kimseye bir zarar gelmiyordur belki de, zaten en mutlu görünenler hep onlar değil mi? Yapmak istemediğimiz şeyleri yapmayalım mesela biz de. Sevmediğimiz insanlara yalancı tebessümler atmayalım. Neden dinlemek istemediğimiz kişileri dinliyormuş gibi yapmak zorundayız ki. Hep iyi insan mı olmak zorundayız? Hayır değiliz. Kötü olalım. Gerekirse biraz da biz kötü olalım. Fedakarlık yaptıkça, hep veren taraf oldukça, kullanılıp atılmıyor muyuz bir köşeye. Hep yapıcı mı olmak zorundayız, bundan zarar görüyoruz, biraz da biz yıkıcı olalım o zaman. Mutluluğun kapısı bundadır belki. Hep iyi olarak alamıyorsak o anahtarı elimize, kötü olunca anahtara bile gerek kalmaz belki de. Herkes her şeyi mutlu olmak için yapmıyor mu zaten. Bahanemiz de hazır işte. Kıymete bineriz belki biz de. Ama yok arkadaş, dayanamayız biz. Affetmeyi çok severiz, bayılırız herkesi, her şeyi affetmeye. Tüm duyarsızlıkları, tüm unutuluşları, tüm kırgınlıkları, tüm acımasız aşkları affedip, hayatla yeniden barıştığımızı sanırız. Nedense birden yeniden doğarız, karanlıktan kurtuluruz. Böyle de güzel kandırırız kendimizi. Velhasıl, kimse tamamen iyi olamaz, kimse tamamen kötü de olamaz. İyi olduğumuz kadar kötüyüz de, sadece buna inanmak istemiyoruz. İyi insan olmaktan zarar görüyorsak, bizi çok da mutlu etmiyorsa, bunun için çok da çabalamaya gerek yok bence, biraz ara verelim, arada sırada acımasız olmanın, içindeki kötüyü çıkarmanın mutluluk getireceğine eminim.
Sevinç Menşur
Kendime ve Bize Küfürlerim - I Gerçek şu ki, yaşamın hiçbir anlamı yok, ancak değerlendirilebilir. Eylemsizliği bir aksiyom olarak kabul etmem korkaklığımdandır. Çünkü beklemek de bir eylemdir. Öyleyse, yaşarken bir eylemde bulunabilirim. Yaşamak, kelimesi mastar ekiyle çekimlense bile bir fiil olmayabilir. Sartre’ın herkese söylediği gibi insan kendisi için şeydir. Bir taşın bir odada yüzyıllarca var olması nasıl yoklukla eşdeğerdeyse, bir insanın yetmiş yıl hiçbir şey yapmaması da yaşadığını ispatlamasına yetmez. Odamda hiçbir şey yapmadan oturmam, ne beni ne de benden başka hiçbir şeyi değiştirmez. Böyle bir yaşamın anlamı olmadığı gibi bir değeri de söz konusu değildir. Evimde kitap okumam, yazmadığım sürece boş bir edimdir. Evimde yazdıklarım, kimseye ulaşmayacaksa yazarlığım niteliksizdir. Kimsenin beni okumaması yine benim korkaklığımın getirisidir. Her kelimenin bir anlamı olduğu gibi benim de bir anlamım olmalıdır. Demek ki kendime bir anlam yüklemeliyim. Ben, hiçbir şey yapmadan oturabilirim ya da umarsız ve kayıtsız bir halde sarhoş olabilir, öyle ya da böyle kendimden geçebilir, alışveriş yapabilir, tüketebilir ve tiyatro yapabilirim. Ya da bir hocamın sık sık tekrarladığı gibi, Moliere’in yıllarca taşrada köylülere oyunlar oynadığını sayıklayabilirim. Ya da Jack London gibi yaşamak istediğimi söyleyebilirim insanlara. İnternetten hangi tatil semtinde güneşlenebileceğimi araştırabilirim. Ya da bir memur olabilirim. Marx’ın her sözünü ezbere bilip, bu bilgileri yalnızca entelektüel sohbetlerde meze olarak kullanabilirim. Sanat eğitimi alıp, bir sanatçı olabilirim. Sanatçı olup, insanları değiştirmeye yönelik sanat yapıtları üretebilirim. Ürettiğim sanat yapıtlarını tam da eleştirdiğim kesimin insanları, birbirlerine boy göstermek için gittikleri tiyatro binalarında tüketebilirler. Anlattığım insanların hiçbir zaman görüp bilinçlenemeyeceği filmler çekebilir, ödüller alabilirim. Elimde hiçbir şey yokken, çabalarımla her şeyi elde edebilir, ünlü bir sanatçı olabilirim. Ya da bunların hepsini reddedip, tam şu anda, bu yazıyı burasında bırakıp yanıma hiçbir şey almadan, köy köy dolaşıp insanlara oyunlar oynayabilir, onlara hiçbir zaman izlemeyecekleri filmlerde olanları anlatabilirim. Ya da bunları anlatırken, Moliere gibi oyunlar da yazar, Tarkovski gibi filmler de çeker, üniversitede eğitim de verebilirim. Bunların hepsini yapabilir ya da yapmayabilirim. Ancak eylemsiz bir halde, bekleyerek tükettiğim ömür, güneş gözlükleriyle bir şezlongda güneşlenen bir yavşağın ömründen daha az şereflidir. Bir edimde bulunmamanın verdiği vicdan azabı yalnızca kendimi avutmanın ve yanıltmanın aciz bir yoludur. Ve ben sıcak bir evde uyuduğumda, güzel bir kıyafet satın aldığımda, yediğim yemeklerin lezzetinde, bir şezlongun üzerinde, rakıda ya da viskide mutluluğa dair
bir şey bulamıyorsam, bunları mutlulukla eş değere yükseltmiş ve yalnızca bunlarla mutlu olabilen insanların varlığına sebebiyet vermiş insanlarla, aynı zamanda bunlarla mutlu olabilenler varken benim olamamamı sağlamış ve bunları hiçbir zaman tadamayacak insanların varlığına sebebiyet veren insanlarla savaşabilirim. Bu savaş bu cümleden daha uzun sürebilir ve hiçbir anlam taşımayabilir. Hiçbir şeyi değiştirmeye gücü yetmeyebilir ve soğukta, aç ve çıplakken bir kaldırımda ölebilirim. Ancak, bir ömrü, kullanabileceğim en iyi şekilde kullanmış olurum. Bir ömre yüklenebilecek en yüksek değeri yüklemiş olarak içine karışacağım hiçliğe bile bir değer yükleyebilirim. Sartre gibi söylediklerimi yaşamımla onaylamış olurum. Ya da Beckett gibi tüm anlamsızlığa ve umutsuzluğa rağmen savaşmış olurum. Genet gibi insanlığın beni dışlamasına rağmen, hiçbir sebep yokken sadece birileri yardıma çağırdığı için yardım ederek bir aziz olurum. Atilla İlhan gibi yirmi yaşında Nazım’ı kurtarmak için Moskova’ya yürümüş kadar olurum. Jack London gibi ölmüş olurum. O zaman sadece yaşamım bile existentialist bir felsefeyi yaratmaya yetebilir ve Darwin’in öngördüğü gibi türünün devamı için mücadele vermiş bir hayvan olarak genlerimi sonraki jenerasyona aktarabilirim. Ancak bunların hiçbiri değil, sadece ve kesinlikle ben olarak var olmuş, yaşamış ve ölmüş olurum.
Umut Onur Çöpür
Susamış Ruhluluk Her şeyi, her yeri ve herkesi didik didik tarıyoruz; ama o şeyi, o neyse o, onu bulamıyoruz... Herkeste dillendirilmeyen bir susamışlık, farkına varılmamış gizli bir bıkkınlık ve yüzlerden apaçık okunan bir gönül yorgunluğu var. Ruhumuz mu susadı, bilincimiz mi doyumsuz, bedenimiz mi bıktı, bilemiyorum; fakat süregiden bu dünya düzeninden memnun olanların sayısı çok değil. Ne yapsak tatmin olamıyoruz. Öyle ki: - Lüks arabalara, batmayan yatlara, konforlu katlara, - Alışveriş merkezlerindeki sonsuz seçeneklere, - İnternet’e, cep telefonuna, uydu antenine, - Teknolojinin sunduğu binlerce mucizevî ürüne, - Özel hayatlara, özel okullara, özel banka kasalarına, - 10 dakikada katarakt, 4 saatte kalp ameliyatına, - 7 saatte Amerika’ya, 17 saatte Çin’e, - Para olunca dünyayı satın alabilme gücüne, - Bireyselliği, özgür ifadeyi, cinsel tatmini bütün çağlardakinden daha fazla edinmiş olmamıza karşın tatminkâr değiliz. Neden?... Sahip olduğumuz bütün bu olanaklara rağmen, neden hâlâ bir şeylere aç ve susuz; böylesine sıkkın, bıkkın ve mutsuzuz?! Anlamak kolay değil böylesine aralıksızca arayış içinde olmamızı... Kâh âşık olmayı deniyor; kâh derin dostluklar kurmayı... Kimi zaman delice eğlenmeyi, bazen bir koltukta sızıp kalmayı... Maske takıp rollere bürünmeyi, kalabalıklara nutuklar atmayı... Mabetlere kapanmayı, daha fazla ibadet etmeyi... Fallardan, muskalardan, yatırlardan medet ummayı... Bir iş kurup meşgul olmayı veya şans oyunlarından zengin olmayı... Filmlerdeki senaryolarda, romanlardaki hayatlarda ipuçları bulmayı... Her şeyi, her yeri ve herkesi didik didik tarıyoruz; ama o şeyi, o neyse o, ruhumuzu doyuracak, susuzluğumuzu giderecek o şeyi bulamıyoruz... Yoksa biz insanlar böyle miydik hep? Aç ruhluluk insanlığın kaderi mi, ne?! Belki de yanlış yollarda yürüyor, yanlış yöne bakıyor, yanlış yöntemler deniyoruz! Ne bileyim, arayış bitince hayat biteceği için bu üç kuruşluk huzur arayışı zaten insan olmanın bir gereğidir belki.
Sözün özü; ruhsal açlığımın kökenine ben bir türlü inemedim dostlarım! 22 ülke, 200 şehir, binlerce kasaba; hiçbiri doyurmadı beni. Kesmedi susuzluğumu ne doğal yaşam, ne modernizm, ne post-modernizm.
Mehmet Sağlam 16 Mart 2008
Boşluk Dünya dönmüş, yaşamlar bitmiş, Ben ne anlamışım, sen ne yapmışsın, İşte boş hayat, yalan dünya, Sen ne demişsin, ben ne anlamışım... Anla anlama o anları, Kırgınsındır artık bir kere, Dönüşü kolay gibi gelse de, Bilirsin artık boşluk her yerde...
Serenay Öztürk 04.06.2012
Kaçak '09 Günler kısalır seni gördügümde Sanki bir saat sonra karanlık çökecekmiş gibi yüregime Aydınlık ararken çevremde Bir bakmışım gömülmüşüm topragın dibine Gözlerim buğulu ve sözlerim belki de Yüreğimse esir şu yaralı bedenimde Çıkarıp atmak istedigim her saniye Hançerlenmiş ellerinde...
Işık Yavuz
Jamais Vu VIII Ben Kassandra, olacakları önceden bildiriyorum sana, Unutulduğum gün tapınakta, bir yılan kulağımı yalarken bulundum. Kehanetlerimi bilirsin ki kimse inanmaz, bundandır düşmanlığım Apollon'a. Geri aldı yarısını armağanının, kızıp onu atlatmama... Ben Kassandra, "Saçları fırtınadan dağınık" Öldürüldüğümden beri Troya'da, krallara inancım yok ne de tanrılara. Kan kokusunu aldım, ve nasibimi de aşkımın, Agamemnon'un -sevgilimin-, öldürüldüğü odada... Ben Kassandra, "Erkekleri bağlayan kadın" Olacakları önceden söylemek için sana, Mykene'ye varmadan, ruhum yükseldi. Güverteden indirilirken bedenim, okyanusun karanlığına. Dudaklarını arala, sözcüklerini ıslat, düşüncelerini yutkun, Kalbini temizle, ellerin bağırsın ve sen, gözlerinle işit. Bir okyanusun uyandığını. İçinde, bedenimin çürüyen anılarından tütsülenmiş bir koku, Yüzünü yalayıp geçtikten sonra, aç gözlerini. Zihninde beliren ilk adı duyacaksın... Ben Kassandra... Olacakları önceden bildiriyorum sana. Mavi bir taş bul ve okyanusun kalbine göm. Huzura kavuştur çaldığın ruhumu. Son kehanetim böylece son bulsun, tanrıların öfkesi durulsun. Kapat sonsuzluğun dibinde asılı kalan gözlerimi de. Kehanetler son bulsun.
Esra Alp
Yağmur, İstanbul, Aşk Günaydın dedim bu sabah cama vuran yağmur damlalarına. Camı açıp İstanbul'a selam verip, gökyüzüne göz kırptım... Bu sabah farklı her şeyden. Aynaya baktım, ilk defa görür gibi kendimi gözlerim gözlerime takıldı. 'Ne oluyor sana kuzum' dedim kendimle alay edercesine... Ne oluyor bana kuzum? Sır istedim İstanbul'a yağan yağmurdan. Bu sabah ağzını bıçak açmadı yağmurun. Oysa ne sırlar paylaşırdık onunla. Sustu, ısrar ettim. Sustu, suspus oldu. Ben ısrar ettim sustu... Sormadım bir daha ben sustum o gitti... Baktım gökyüzüne, inatçı güneş bulutlarla kavga ediyor. Gülümsedim, baktım, sustum... Yağmura takıldı aklım. Sırdaşıma, dert ortağıma, gönlümü serinleten dostuma. Gitti... Kendi kendimle konuştum bu sabah. Hayret, içimdeki ses bile suskun, herkes yeminli sanki. Son bir umut balkondaki çiçeklere koştum. Onlar her zamanki gibi neşeli. Gülümseyerek karşıladılar beni. Ben de gülümsedim, sonra bakıştık uzun uzun. Dedim ne oluyor bu sabah, nedir bu hal. Dediler yeni bir aşk doğdu dün akşam. Sustum. Soramadım. Sustum, sustum, sustum. Kim diyesim geldi, cesaret edemedim. Gökyüzüne baktım masmavi, güneş her zamankinden parlak. Çiçeklere döndüm 'kim' dedim... Sesimi ben bile duyamadım. Yüreğine sor, dediler. Soramam onunla kavgalıyız, dedim. Sor dediler, ısrar kıyamet. Sonra gözümü kapadım. Yüreğim gülümsedi. Barıştık mı, dedim. Sevinçle, evet, dedi. Gülümsedim. Seni bu kadar incitmişken neden affettin beni, dedim. Dün akşam yeni bir aşk doğdu, dedi. Yağmur tüm yangınlarımı aldı, sabah veda etti ve gitti. Seni bana emanet etti... Hayır diye bağırasım geldi. Ben aşk'ı affetmem. Yüreğim dalga geçer gibi gülümsedi. Buna ben karar veririm. Her bir organım benden bağımsız sanki. Merak etme dedi yüreğim, bu sefer masal saatine denk gelmedi aşk...
Kezban Şahin
Anne, Baba, Çocuk, Kadın Baba. Anne. Tutkuyla bağlıydınız. Görmeden birbirinizi, aile meclisinde "verdim gitti" sesleri yükselmişti. Ama tutkuya çevrildi sonrasında. Belki zorundalıktandı. Ben bunu çok sonradan öğrendim. Kadın 16'sındaydı. Aşkı, heyecanı "kocam" dediği adamda yaşadı. Adam güçlüydü. Karım dediği gün tutkuyla bağlanmıştı karısına. Adam da 23'ündeydi. Çok da büyük sayılmazdı karısından. İşte ben bu adamla bu kadının tomurcukları oldum. Bebektim, hatırlıyorum da. Öyle şenlendirmiştim ki yuvayı. Bayram havası yaşıyordu evimiz. Ben büyüyordum hayal meyal. Babamı göremez oldum artık. Ben yastığa başımı koyduğumda ya o yeni eve adım atıyordu bağıra çağıra ya da ben uyumuş numarası yapıp, gözü yaşlı yatağımda babamın gelmesini bekliyordum. Üniversite çağına geldim. Bilinçli ve olgundum. Geçmiş gitmiyordu gözümden. Bebekliğimde bağırışlar, sevişler arada işte. (Arada sırada sevişler, bayram havası gibi hatırlamak istediğimden herhalde bebekliğimi öyle vurguladım, bilmeden...) Çocukluk dönemimde kavga gürültü patırtı, ergenliğimde ise suskunluk. Babam gelmiyordu çünkü artık eve... Şimdi öğreniyorum, bir pavyon kadınına tutulmuş. Kadın babamı himayesi altına almış, ev tutturmuş kendisine, dayalı döşeli. Karını, çocuğu boş vereceksin, benimsin artık demiş. Ayrı benim annem ve babam. Emektar annemle mutluyuz. Huzurluyuz. Arada babamdan haber alıyorum. Kadın başka bir adama vurulmuş. Çünkü o babamdan daha zenginmiş. Atları, yatları, katları varmış. Babam da zavallı, harap bitap hala kadına para yetiştirmeye çalışıyormuş. Hastaymış da biraz ama iyimiş yani, zararı yokmuş etrafa. Annem, ah kızım diyor bana. Evde huzur var diyor. Bu cümlesinin altını bir kaldırıyorum ki… Boğuluyorum. Harfler, kelimeler, cümleler üzerime geliyor. Boğuluyorum… Yılların hazan dolu romanını yüzünde görüyorum. Cümlelerinin altında telaş var, acı var, yorgunluk var, hüzün var. Annem olgunlaşıyor, acıları da onunla birlikte olgunlaşıyor... Ah annem. Aşkı sadece babamda yaşadığını söylüyor. Aşkın o tatlı olgun meyve döneminde ilk birlikte olduğu adamla olması gerekirken annemin, babam bir başkasının koynunda sabahlıyordu. Ne kadar acı! Bir başkasına elini dahi dokundurtmamıştı annem. Çünkü aldatılmıştı annem, sanki birinin elini tutsa o da babam gibi kirlenecekti, öyle hissediyordu...
Annemi 44'ünde toprağa verdim. İsyan ettim, ağladım, zırladım, kustum, ağladım, zırladım, kustum, kustum, ağladım, toprağı dövdüm. Annem geri gelmedi. Ama o kadın her gece düşlerime geldi... Babam da 51'inde... Bilinmez bir şekilde hem de. Öldüğünü dahi duymamıştım, ta ki 20 gün öncesine kadar... Pavyon kadınının yavuklusunun öldürdüğünü söylüyor etrafta dolaşan cümleler. Eceliyle ölmemişti zaten babam. Babam da gitmişti, ama o annem gibi geri dönmedi. Ne bana, ne de düşlerime. 28'imdeyim. Bir adama vurgunum. Seviyor, değer veriyor. Seviyorum, değer veriyorum. Kısır döngü olmasın diye, artık sadece, dualar ediyorum...
Sema Kahveci
Benmerkezcilerin Yakışı/Yanışı
Toroman
Geçenlerde Beşiktaş sahilinde kediler arasında pek popüler bir balıkçı barınağına gittim. Balıkçılar, işlerine yaramayan balıkları bizim tarafa fırlatıyor, biz kedilere güzel bir ziyafet çekiyor. Gariptir, bunca balık olmasına rağmen, başta Toraman, birkaç kedi, yiyebilecekleri kadar balıkla yetinmiyor, gelen tüm balıkları kendi önüne topluyor. Cılız 2-3 kedi ve birkaç yavru da hüzünlü bakışlarla avcunu yalıyor.
Kaşımı çatıp, gittim yanlarına... Umurlarında değil. Bir yandan göbek şişiriyor, diğer yandan acayip bir konuda sohbet ediyorlar. Yok efendim, bu balıklar, balık atan insanlar ve tüm doğa kendileri için yaratılmış. Evrende ne varsa her şey onların hakkıymış. En nazik, en akıllı, en bilgili, en üstün bunlarmış. Hiç kimse daha iyisini bilmez, yapamazmış. Kendileri dışındaki her kedi, ya aptal, ya zayıf, ya kalleş ya da yalancıymış. Durumu anlayınca, bulaşmadım, uzaklaştım oradan. Fakat bu halleri beynimi içten içe kemirmeye devam etti. İnsanlar bizden daha zekiydi, bu acınası durumun üstesinden gelebilmiş miydi? Daldım aralarına araştırdım; bakın nelerle karşılaştım. Kıbrıs'ta bir otel... İçeri girince resepsiyondaki görevli el ediyor, "Siz yokken telefon gelmişidir." Peki, kim aradı, diye sorunca, "Söylememişidir naapan? Fakat Kıprıslı değilidir, şivesi bozukidir." Böylece Türkiye'den aradıklarını anlıyorsunuz. Şimdi bu görevli, doğru Türkçe olarak kendininkini kabul ediyor. Ona göre Türkiyelilerin şivesi bozuk. Çünkü evrenin merkezine kendisini yerleştiriyor ve oradaki her şeyi tek gerçek olarak kabul ediyor.
diyecek kadar koymaktan.
ileri
gidebiliyor...
Kanallar arasında gezerken Azerbeycan televizyonuna rastlayan Türkiyeli bir genç, gülmekten kırılıyor. Çünkü Azerilerin Türkçesi ona komik geliyor. Tabii bu sırada kendi Türkçesinin tarih boyunca önce Arapça ve Farsça, sonra İtalyanca ve Fransızca daha sonra da İngilizce etkisi altında kaldığını unutuyor. İstanbul Türkçesini bozulmamış, Azeri Türkçesini komik sanıyor. Hatta Azerbaycanlıların konuştuğuna Türkçe de demeyip Azerice Yine evrenin merkezine kendini
Elbette, benmerkezci (egosantrik) düşünmenin görsel anlamda da en güzel örneği, insanoğlunun binyıllar boyunca Güneşin Dünya etrafında döndüğüne inanması. Daha geniş kapsamlı düşünüp, kendilerine önceden çizilmiş sınırları aşmayı başaran birkaç kişi bunun tersini söylediğinde ise aforoz edilmekle tehdit edilmişti. Bugün de aynı şekilde pek çok kişi, her şeyin kendi çevresinde döndüğünü düşünüyor. Bunu dile getirmese, bilinçli olarak idrak etmese de gezegen üzerindeki en önemli şey olarak kendini görüyor. Bunu yolda yürürken, otomobillerin park ettiği yerlere bakarken, sürücülerin davranış şekillerini incelerken, iletişim kurarken, hatta insanların araba kornasına basışlarına ve tuvalet kullanma biçimlerine bakarken bile fark ediyoruz. Her şeyi istiyor, zorunlu olmadıkça hiçbir şeye katkıda bulunmaya yanaşmıyorlar. Benmerkezciliğin en önemli üç sebebi bence empati (kendini başkalarının yerine koyabilme yeteneği) yoksunluğu, cahillik ve bencillik. Benmerkezci, dar görür, dar bakar. Duyularını ve beynini uzakları görmek için değil, burnunun ucuna bakmak için kullanır. Düşünürken olabildiğince yakın sularda seyretmeye, mümkünse ana limandan hiç uzaklaşmamaya çalışır, Böylesi kolaydır. Elbette kendi adasının dışına da çıkamaz, orada ne öğrenirse, onu gerçek bilir. Kendisinden başka herkes yanılıyordur. Kuzey İtalyalılar, yabancılara karşı son derece kaba olmalarına rağmen kendilerini misafirperver sanır. Hatalı olduklarını Türkiye'ye geldiklerinde anlar. İşin ilginci Türklerin çoğu da istatistiklerin belirttiğine göre
Türkler'den başka bir halkı pek sevmemelerine rağmen, kendilerini misafirperver sanır. Hatalı olduklarını Singapur gibi Asya ülkelerine gittiklerinde anlar.
Singapur'a da göremeyecektir.
Yani benmerkezcilikten kurtulmanın, yaşadığımız evrene geniş perspektifle bakabilmenin yollarından biri de gezmek, görmektir. Bu nedenle "çok okuyan değil, çok gezen bilir" demişler. Hele bir kişi sadece belli bir bölgede yazılmış, belli tip eserler okuyorsa, doğru bildiği her şey şüpheli konuma düşebilir. İnternet var, dünyaya açılıyorum, dese de inanmayın. Bu tip insanların azıcık kendini sorgulama yeteneği yoksa, gitse, internete de girse burnundan ötesini
Bırak dünyayı bizim ülkeye bak, bırak bizim ülkeyi, bizim şehre bak, bırak bizim şehri bizim köye bak, bırak bizim köyü bizim eve bak, bırak bizim evi BANA bak, diyecektir. Çünkü asıl gördüğü ve önem verdiği tek şey BEN'dir. İşte bu nedenle bazıları açken, kimi insanların umurunda değil. Bazıları acı çekerken, kimileri acı veriyor veya kayıtsız kalıyor, otobüslerde karnı burnunda kadınlara bile yer vermiyor, aldırmadan çöpleriyle doğayı kirletiyor, kimsenin gözünün yaşına bakmıyor. Aslında, tek önemli şey olarak kendini gören insandan daha büyük kör yok. Ne gerçekleri bilir ne kendini... Koca bir topluluğun içinde yapayalnızdır. Mutluluğu bulmak için çırpınan bir umutsuzdur. O tam tersini istedikçe, bunun için kırdıkça, yıktıkça, incittikçe dünya onun için daha soğuk, daha tatmin olunamayan bir cehenneme dönüşür. Köylü kurnazlığıyla, insan kendi köyünü bile bunaltır, sevilmez, istenmez, aranmaz olur. Bugünlerde kendinden başkasına önem vermeyen, bütün kaynakları elinde toplamaya çalışan dünya diktatörlerinin sonlarını teker teker izliyoruz; hepsi de bu sona şaşıyor... Dilerim, gözleriniz, gönlünüz, beyniniz ve kalbiniz hep açık olsun. Sarman Dedektif Sarman Dedektif'in tüm yazılarına ulaşmak için Sarman Dedektifin Gözüne Batanlar isimli web güncesini ziyaret edebilirsiniz.
Alp Saldamlı
Banker Kastelli Türkiye, ekonomik açıdan en kötü dönemini 80'li yıllarda yaşamıştır. Bu dönemde işsizlik tavan yapmış, fakir ile zengin arasındaki uçurum ise iyice açılmıştı. Türk parası, yabancı paralar karşısında günden güne değer kaybediyordu. Çarşıda pazarda ise her şey durmadan zamlanıyordu. Ülke, çıkışı zor olacak bir ekonomik krizin içine doğru gidiyordu. Dönemin yetkilileri hemen bir ekonomik istikrar programı hazırladı. Bunun akabinde de program kısa sürede uygulamaya koyuldu. Artık Türk ekonomisi için, hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Hazırlanan bu istikrar programı ise bundan sonra "24 Ocak Kararları" olarak anılacaktı. Alınan bu kararlar çerçevesinde: - Dış ticaret serbestleştirildi. - Yabancı sermaye transferlerine teşvik verilmeye başlandı. - Temel mallar üzerindeki sübvansiyonlar* kaldırıldı. - Esnek reel döviz kuru uygulanmaya başladı. - Faiz oranları serbestleştirildi ve - Devlet özelleştirmeye yöneldi.
Bir kesim, alınan bu kararların ülkeyi büyük bir felaketten koruduğunu söylese de bunun aksini savunanlar da oldu. Çünkü onlara göre; ülke, tasarruf toplumundan tüketim toplumuna dönüşecekti. Tasarrufların erimesiyse, ülkeyi daha büyük bir çıkmaza sokacaktı. Kimin haklı çıktığını ekonomistler daha iyi bileceklerdir. Fakat hiç kimse yadsıyamaz ki o döneme damgasını vuran en büyük olay "24 Ocak Kararları" değil, "Banker Kastelli" olayıydı. Ülkede sıcak para yarışının başladığı bu dönemde, Banker Kastelli halktan para toplamaya başlamıştı. O dönemde bankalar çok düşük faizlerle para topluyordu. Oysa Banker Kastelli, bankanın 2-3 katı bir faiz oranı vermeyi vaat ediyordu. Ekonomik dar boğazdan bunalan ve rahat bir yaşam sürmek isteyen vatandaş da parasını bankere yatırmayı tercih ediyordu. Bankalar da piyasadaki bu hareketlenmeyi görünce, aracılık işlemlerini Banker Kastelli ile sürdürmeye başlamışlardı. Banker Kastelli, Ponzi finansman yöntemini uyguluyordu. Yani sistemde bulunan her bir kişiyi, bir sonraki gelenle finanse ediyordu. Öyle ki Kastelli bu finansman yöntemi sayesinde, Türkiye İş Bankası'nın o dönemdeki sermayesinden daha büyük bir parayı tek başına elinde bulunduruyordu. Fakat bankaların mevduat sertifikası satışlarını durdurması ile beraber bu finansman zinciri kırıldı. Büyük umutlarla faiz getirisi bekleyenler, şimdi anaparalarının derdine düşmüştü. Tasfiye masası kuruldu. Banker Kastelli resmen iflas etmişti. Türkiye, bu ekonomik olayın izlerini uzun yıllar taşıdı. Bankerlerin o dönemde denetimsiz olarak halktan topladığı para, yaklaşık 150 milyar lirayı geçmişti. Banker Kastelli ve diğerlerinin de birer birer batmasıyla bu paranın tamamı buharlaşıp gitti. Türkiye yaşadığı bu banker krizi ile çok acı bir ders almıştı. Bir daha böyle bir olayın yaşanmaması için; akabinde sermaye piyasası kanunu çıkartıldı. Sermaye piyasası kuruldu ve İstanbul Menkul Kıymetler Borsası açıldı. Kanunda da ilk olarak halktan denetimsiz olarak para toplanması yasaklandı. Böylece Türkiye bir dönemi daha hatalarla ve bundan çıkarılan derslerle kapatmış oldu.
Tuğçe Büyükabacı *Devletin kişi ya da kurumlara mal, para veya hizmet biçiminde yaptığı karşılıksız yardımlardır.
Cadillac Man "Tanrım satmaya bayılıyorum." Satış kötü bir eylem mi? Birçok insan kendi arasında konuşurken, bazı insanlar için "yine sattı" gibi olumsuz bir ithafta bulunur. Üniversite hayatında ilk yıllarında ben de benzer şeyler yaşardım. Yolda yürürken sürekli tanıdığım insanlar görür ve selam vermeden geçmemek isterdim. Bunun sonucunda ise yanımdaki arkadaşlarım sıkılır ve beni beklemeden çeker giderdi. Sonra yine "sattın" derlerdi. Ben de onlara unutmayın; "sadece iyi olanlar satılabilir" derdim. Orada kullandığım satışla, burada kullandığım satışın anlamı aynı mı bilmiyorum ama satış olayı öyle kolay bir şey değildir. Aslında onun bir sanat olduğunu söyleyenler bile vardır. Satış yapanın iyi bir iletişimci olması şarttır. Satan adam insan sarrafıdır. Karşısındakini anlar ve ona değer verir. Onun görevi satmaktır. Satar ve sonra da yalnız kalır. Hayatındaki resimler hep farklı ama geçicidir. Bu abudik kubidik bilim bilgilerine nereden geldik bilmiyorum. Bildiğim tek şey mi? "İnsan, sevdiği şeyi bedeli ne olursa olsun yapabilmeli!" Mesela ben birçok kızdan hoşlanırım. Çoğuyla da olumlu bir ilişkiye başlayamam. Buna rağmen tüm flörtlerimde onlara daha fazla değer verir ve başarılı olmak için daha fazla çaba harcarım. Eksiklerimi bilirim. Ben sevgimi satmaya çalışırım, karşımdaki de alır gibi yapıp kapıyı yüzüme çarpar! Tabii bazıları da çok iyi olup kapıyı açık bırakıyor ama, o da satıcıyı memnun etmiyor. Biz satışçılar biraz zor olanı elde etmeyi severiz. Varsın kapılar yüzümüze kapansın. Her seferinde bir şeyler öğrenir ve bir sonraki satış denememiz için daha başarılı olacağımıza yürekten inanırız. Herkes bir şeyler satmaya çalışır bu hayatta! Kimi balık satar, kimi umut, kimi iyilik kimi ise de kötülük... Hepsinde azar azar almalı sepetinize. Hayattan her şeyden bir şeyler öğrenmeli. Sonra da en çok sevdiğiniz şeyleri satmak üzere uzmanlaşmalı. Uzun lafın kısası; "Siz ne ya da neleri satarsınız?" Cadillac Man'i izlediğinizde "satmak" eyleminin ne olduğunu daha iyi anlayacaksınız.
Saygılarımla,
Bora EKE (Buca, İzmir, Ege Bölgesi, Türkiye, 03.04.2007) Yönetmen: Roger Donaldson, Senaryo: Ken Friedman Oyuncular: Robin Williams, Tim Robbins, Pamela Reed
Klasik Amerikan Arabası Bir Tutkudur A.A. yani Amerikan Arabaları hemen hemen hepimizin çekici, asi ve özgür ruhlu bulduğumuz birer bebek desem sanırım tam anlamıyla bu tutkuyu hissettirmiş olurum. Birçok filme konu olup tanınmış modeller mevcut bunlardan örnek verebilceklerim: - Çocukluk yıllarımın efsanesi Night Rider - Kara Şimşek (1982 Pontiac) - Christine (Plymouth Fury 1958 v8) - Death Proff - Ölüm Geçirmez (1970 Dodge Challenger, 1969 Dodge Charger, 1971 Chevrolet Nova, 1972 Ford Mustang Grande) - Kill Bill (1980 Pontiac Trans, 1969 De Tomaso Mangusta, 1972 Volkswagen Karmann Ghia) - Supernatural (Chevrolet 1967 - 327 cid v8)
impala
- Vanishing challenger)
Dodge
Point
(1970
- American Graffiti (1958 impala, 1939 Ford Custom, 1960 Cadillac Sedan de Ville, 1969 Dodge Challenger, 1969 Mustang Fastback 'bullit') - Grease (1948 Ford De Luxe, 1949 Mercury custom, 1948 studabaker Commander, 1956 Dodge Custom Royal) - The Car (1971 Lincoln continental Mark III) - Fast Five (1966 Ford gt 40)
Bu filmler bütün Amerikan tutkunlarının bildiği; bilmiyorsa da izlemesi gereken filmler. Ayrıca çok güzel Amerikan modifiye programları da mevcut bunlardan birkaç örnek verecek olursak: Over Haulin, Pimp My Ride, West Coast ve daha birçoğu bu alanda çok başarılı programlar. Bu arabaların tercih edilme sebepleri 6 ve 8 silindirlerin çalıştığında çıkardığı ses, ayrıca modifiyeye çok uygun modeller, sürücüsünün kişiliğini direk yansıtma özelliğine de sahip. Amerikancılar arasında bu arabalara binmek tam anlamıyla bir yaşam tarzı, bunu arabalarında dinledikleri müzik tarzlarıyla bile yansıtıyorlar. Bu arabalara sadece film ve dizilerde rastlamıyoruz, çoğu ünlünün klibinde de bu asi araçlar kullanılmakta. Bunlardan da en beğendiğim olarak 'The Cardigans - My Favorite Game' diyebilirim çünkü klip tümüyle o ruhu hissettiriyor, gerek şarkı gerek klip. Gerçi The Cardigans'ın solisti Nina Persson'un kolundaki geçiçi dövmenin o güzelim arabanın döşemelerini boyadığı sahne beni benden almakta. Bu kadar arabalardan bahsedip araba tutkunlarını buraya toplamışken yazımı dünyanın en pahalı 10 arabasını -motor özellikleriyle birliktesıralayarak bitirmek istiyorum: Bugatti Veyron: 7998 cc, 16 silindir, 1001 beygir, 1250 Nm Tork Lamborghini Reventon: 6496 cc, 12 silindir, 650 beygir, 660 Nm Tork McLaren F1: 6064 cc, 12 silindir, 627.1 beygir, 649 Nm Tork Ferrari Enzo: 5998 cc,12 silindir, 660 beygir, 657 Nw tork Pagani Zonda C12 F: 7300 cc, 12 silindir, 410 beygir, 780 Nm tork SSC Ultimate Aero: 7000 cc, 8 silindir, 1183 beygir, 1483 Nm tork Saleen S7 Twin Turbo: 7000 cc, 8 silindir, 750 beygir, 949 Nw tork Koenigsegg CCX: 4700 cc, 8 silindir, 806 beygir, 919 Nm tork Mercedes Benz SLR McLaren Roadster: 5500 cc, 8 silindir, 480 beygir, 780 Nm tork Porsche Carrera GT: 5733 cc, 10silindir, 604 beygir, 590 Nm tork
Nilgün Hepyalçın
Yalnızlık Seremonisi Bu yazımda size bir gezgin yaratmak istiyorum. Hemen bir gezgin yaratalım. İspanyalı olsun. İsmini de Henrique koyalım. Eski çağlardan olsun. Mesela Ortaçağ'da Feodalite Rejiminden kaçmış olsun. Eğer biraz tarih biliyorsanız Ortaçağ'da Skolâstik Düşüncenin hâkim olduğunu da biliyorsunuz demektir. Kısaca Skolâstik Düşünce her şeyi İncil ve kilise ile ilişkilendirerek açıklayan düşünce sistemi demektir. Bu düşünce sistemi Aristo'nun Kıyas Mantığından yola çıkılarak oluşturulmuştu. Bizim Henrique bu baskıcı sistemden kurtulmak için yollara düştü. Fransa, Almanya, Avusturya, İtalya ve Yunanistan'dan sonra Osmanlı İmparatorluğu'na varıp, Müslümanlığı tanıyor. Burada bir müddet kaldıktan sonra önce Irak, Sonra Arabistan Yarımadasında Müslümanlığı iyice tanıyor. Daha sonra Hindistan'a gitmek üzere bir gemiyle yola çıkıyor. Vesaire vesaire. Böyle bir giriş yapmıştım. Devam etmek istediğimde, önce Cervantes'in Don Kişot'u, Sonra Marco Polo geldi aklıma. Hatta bir ara Monte Cristo Kontu da gelmedi değil. Yazma işlemimi anında durdurdum. Bilmiyorum aslında konu çok hoşuma gitmişti. Şöyle düşündüm; acaba benim karakterim maceracı bir tip miydi yoksa sadece sistemden korktuğu için kaçmaya çalışan bir korkak mı? Sonra bir karakter oluşturmakla ilgili bir makale düşünüp, şöyle bir giriş yapmaya çalıştım. Kim ne derse desin, hayali bir karakter yaratmak çok zordur. Bunun için yazarın kendini uzun bir dönem içersinde geliştirmesi gerekir. Karakterin kişilik özelliklerini yazıya aktarabilmek için ciddi bir psikoloji bilgisi gerekir. Bu da yazarın insanlara ait kişilik özelliklerini tanımasından geçer. Yazıda geçen ana karakterin özelliklerinin okuyucu tarafından kolay anlaşılabilir olması gerekir. Doğada bulunan nesneler sürekli olarak beynimizde anlam kazanır. İnsan göremediği bir nesneyi yazıya aktaramaz. Aktardım dese bile, bu daha önceki izlenimlerinin eğilimidir. Örneğin; hiç görmediğimiz uzaylıların iki kolunun, iki bacağının, gözlerinin, burnunun olması aslında insana ait özelliklerin uzaylıya aktarılmasından ibarettir. Ressam elmayı görmeden resmini çizemez. Elma yerine başka bir şey çizip de işte bu elma dediğinde garip olur. 'Bu da olmadı.' dedim kendime. Bir yazı yazmak zorundaydım. Kesinlikle bir yazı yazmalıydım. Peki, neden yazamıyordum? Sonra asıl sorunun doğduğum şehirden uzakta olduğum kanısına vardım. Oturdum şehrimle ilgili bir hayal kurdum.
İzmir'in meşhur Kordon'unda yürüyüp, ayaklarımı yer döşemelerindeki çizgilere değdirmemeye gayret ettim. Simetrim yokken, simetrik hayatı anlama çabaları sarf ettim. Midye satan bıyıklı bir amcanın, 'ne yapıyorsun yahu' demesiyle irkilen bedenim, oradan hızlıca uzaklaşmamı sağlasa da, fark edilmenin verdiği coşku, bir anlık mutluluk verdi. 'Yok yok! asıl sorun şehrimden uzak olmam değil. Daha önce hiç bu kadar yalnız kalmamamdan kaynaklanıyor.' dedim. Bilgisayardan uzaklaşıp beynimdeki bilgileri kontrol ettim. Misal; Shakespeare isminin her harfini ezberledim. Yani kopyala yapıştır olmadan da bir isim yazabildiğimi anladım. O ismi doğru yazmak için epey uğraştım. Nietzsche ile alay ettim. Edith Piaf dinleyip, Enrique Macias ile gitar çaldım. Ornitorenk isminin ait olduğu hayvanı bulmam ismini ezberlemekten daha kolay oldu. Sahi Nietzsche ile neden alay ettim ki? G.S Hilard şöyle demiş; "Sanatı duyan insanlarla, sanatı anlayan insanlar çoktur; ama sanatı hem duyan, hem de anlayan insan pek azdır." Bu söze bir anlam katmaya çalıştım. Misal; Chopin, Beethoven veya ne bileyim, Mozart ya da Clayderman dinlemeye çalıştım. Şimdi böyle yapınca sanatı duymuş oldum galiba. Merak etmeyin aslında Hilard'ın anlattığı bu değil bunu çok iyi biliyorum. Yani sadece klasik müzik dinleyerek sanatın anlaşılamayacağını bilirim. Evet, sanatı anlamaya çalıştım. Sürrealizm'e kafayı fena taktım. Bir anda Salvador Dali'nin bir resminin içinde bir yere oturdum. Sonra başıma bir şey damladı. Yukarıya baktığımda eriyen bir saat vardı. Acaba dedim bu adam zamanın akıp gitmesinden mi bahsediyor? Hatta bir ara Van Gogh gibi hayatı renklendirmeye çalıştım. Sonra elimi yanaklarıma koyup bağırmaya başladım. (Çığlık)" 'İşte buldum. Benim en büyük kuralım, kuralsızlığımdır.' dedim. Sonra Edebiyat kitaplarına göz gezdirirken Tristan Tzara diye bir yazarla
tanıştım. Dadaizm diye bir akıma mensupmuş kendileri. Ve bu sözü benden önce söylemişler. Gerçi bir an yalnız olmadığımı da düşünmedim değil. Bir an aklıma çobanların aslında ne kadar yalnız oldukları geldi. Hesiodos'u düşündüm. Hesiodos bir çobanmış. Didaktik şiirler yazarmış. Bir çoban bile didaktik şiirler yazıyor, hatta ve hatta bu türün kurucusu sayılıyor. Ben de bir şeyler başlatıp, misal bir akım, avangardı olabilirim diye düşündüm. Sonra şu söz aklıma geldi. "Benim oyum neden dağdaki bir çobanla eşit olsun." Bunu bir manken mi söylemişti? Evet, evet... Kendimi kınamayı kendime bıraktım. Mankeni kınamadım. Yeterince kınandı. (Aslında bir gece boyunca o mankene değişik küfürler ürettim.) Şimdi Hesiodos'dan bahsedince aklıma en büyük trajedi şairi Aiskhylos geldi. 456 yılında Sicilya'da ölmüş. Ölümü de çok enteresan, rivayete göre yolda yürürken, bir kartal yakaladığı kaplumbağayı pençelerinden kaçırmış, yüksekten gelen kaplumbağa Aiskhylos'un tam kafasına düşmüş. Büyük Trajedi. Enteresan bir ölüm. İnsan ölmekten korkar. Şimdi Aiskhylos'un ölümünü anlatınca, acaba benimki nasıl olacak diye düşündüm. Allah’ım, Başıma kaplumbağa, gergedan, zürafa, su samuru, fok veya ornitorenk gibi hayvanların düşmemesi dualarımla, Kulun. Ben kesin deliriyordum yahu. Başka bir açıklaması yoktu bunun. Delirmek doğuştan gelen bir özellik değildir. Kökü mastar eki aldığından sonradan kazanılmış bir özelliktir.(Deli-r-mek = İsim+geniş zaman eki+Mastar Eki). Delirmek için yalnızlığın tam odak noktasında bulunmanız gerekir. Ve ben kesinlikle o noktadaydım. Tamı tamına bir buçuk aydır çevremden uzaktım ve bir buçuk ayda böyle oluyorsam ayvayı yemiştim. Tabi ki bu duruma da bir savunma mekanizması oluşturmayı ihmal etmedim. Misal delirmeyi yücelttim. Delirin dedim insanlara. Delirin efendim, delirmek iyidir. Yani en azından bir müddet, diğer insanlardan daha farklı bir konumda olursunuz. Daha saygın olmak için çalışmayın, daha onurlu olmak için çabalamayın, daha gururlu olmak için savaşmayın ve namuslu olmak için gayret göstermeyin. Çünkü siz yukarıda belirttiklerimi yaparken, hiyerarşik konumundan dolayı, bir lafıyla yeri göğü inleten bir odun (odun o insana hitaben) bir dedikodusuyla, sizi onursuz, gurursuz, namussuz yapar.
O kadar delirmiştim ki, sıradan insanları görünce içimden asıl bunlar deli diye düşündüğümü biliyorum. Sonra birden Hande Yener dinlediğimi fark ettim. Yalnızlık adama neler yaptırıyor arkadaş. Hande Yener dinlemeyi bıraktım. Hatta delirmeyi de bıraktım. Amacımdan sapmıştım. Yapmam gereken şeyler vardı. Bir müddet sonra motivasyon konuşmalarım ve nefes tekniklerim de işe yaramamaya başladı. Sonra yogaya heveslendim. Çöktüm yere, önüne çiğ köftesini bekleyen Urfalı bir türkücü gibi kurdum bağdaşımı. Dudaklarımdan bir anda dökülen Şu Fırat'ın Suyu Akar Serindir türküsü beni tekrardan kültürüme döndürdü. Yoga da neymiş efendim. Hayallerim, bir gün olmak istediğim kişi için yarattıklarım bir anda kaybolmuştu. Böyle durumlarda genelde kitap okurum. Herhangi bir sözden faydalanabilirdim. O an aklıma yıllar önce aldığım ama bir türlü okumaya fırsat bulamadığım bir kitap geldi. Stanislavski’nin 'Bir Karakter Yaratmak' adlı kitabı tam önümde duruyordu. Kitabı aldım ve kapağını açtım. İlk cümle şuydu... Tamam, öyle herkesin anlattığı gibi bir anda bir mucize olmadı. İlk sayfada öyle hayatımı değiştirecek bir söz yoktu. Çevirmenin önsözünü geçtim. Sonra asıl başlangıca geldim. Biraz daha ilerledim. 22. sayfa, cümle şuydu; ‘Derken, bir gece ansızın uyandım ve her şey aydınlığa kavuştu. Olağan yaşamıma koşut olarak sürdürdüğüm yaşam, gizli, bilinçaltı bir yaşamdı.’ İşte sözümü bulmuştum. Bu şekilde değişim yaratan sözlere Sun Tzu'nun "Savaş Sanatı" ve Paulo Coelho'nun "Işığın Savaşçısının El Kitabı" kitaplarında rastlamış ve hayatımı yoluna koymuştum. Bir daha aynını yapmak için önümde hiçbir engel yoktu. Evet yapabilirdim. O sabah yastığa başımı öğlen daha farklı bir gün olacak diye koydum. Sonra öğlen oldu ve uyandım. Sabah yattığım için öğlen uyanırım. Her şey daha farklıydı. Tamam, farklı değildi ama o öğlen vakti en azından hissediyorsun. Öyle bir anda değişim kolay olsaydı keşke. Şu sözler aklıma geldi; "İnsanlar hatalarını mutluyken değil, ancak mutsuzken anlar." Daniel Defoe "Hayata kendimiz ne katıyorsak, hayattan da onu alırız." Ernest Hemingway
"İnsan inandıklarıdır." Anton Çehov "Kalbin gözleri, vücudun gözlerinden çok daha iyi görür." Reşat Nuri Güntekin Değişim, değişmek isteyenlerindir. Ve bu sözler... Değişimi başlatan sözler...
Tuncay Ünaydın
..EnginDergi.. Haziran 2012 sayı-30 www.engindergi.com bilgi@engindergi.com