EnginDergi Y覺l: 2012 - Say覺: 31
Fotoğraf: Engin Enginer
“Uyuduk mu eşit oluruz. Ne tutku, ne gurur, ne umut.” Melih Cevdet Anday
İçerik; Sy.04) Hoşgörü – Engin Enginer Sy.05) Ey Sevgili – Kezban Şahin Sy.05) Aşka Susamak – Ayşe Yılmaz Sy.06) Hayatınızın Filmini Çekin – Tuğçe Büyükabacı Sy.07) Ruhuma Yöneldim – Serenay Öztürk Sy.08) Sevilecek Kadın, Alışılmış Yalnızlık – Tuncay Ünaydın Sy.09) Jamais Vu IX – Esra Alp Sy.10) Kendini Yiyen Köpek - Umut Onur Çöpür Sy.11) Hangi Son – Ece Çekiç Sy.12) Yaşamın Kalbi Ankara – Sema Kahveci Sy.14) Mina '01 – Melek Köroğlu Sy.14) Kaçak '10 – Işık Yavuz Sy.15) Sokaklar Yalan Söylemez – Alp Saldamlı Sy.18) Beyin, Oksijen ve Bellek İlişkisi – Mehmet Sağlam
Hoşgörü İnsanlar neden bu denli hırçın. Öfkeleri neye/kime? En yakınlarımıza bile sevgimizi göstermekte bu denli ihtiyatlıyken öfkemizi çevreye nasıl da fütürsuzca saçıyoruz. İçimizde ne varsa dışa da o yansırmış; sevgi ve şefkate bu kadar açken, insanlardan anlayış beklerken ne kadar anlayışlı davrandığınızı hiç sorguladınız mı? Her zaman parlamaya öyle hazırız ki... “Hakkımızda ne düşünüyorlarsa Allah onlara iki katını versin” demesini biliriz de; “Haklarında ne düşünüyorsam Allah bana iki katını versin” diyebilecek kadar yürekli miyiz? Kabul etmek istemediğimiz şeylere karşı mantığımız o kadar kuvvetlidir ki, muhakkak kendimizi haklı çıkartacak sebepler buluruz. Egomuz; yaptıklarımızın, kim olduğumuzdan daha önemli olduğunu görmemizi engeller. Gün içerisinde hoşgörü gösterdiğiniz ve hoşgörü beklediğiniz her durum için bir çetele tutacak olsanız durumun vehametinin bir parça da olsa farkına varabilirsiniz. Tek başına yeterli olmamakla birlikte, kişinin farkındalıklarının artması gelişime atılan en büyük adımdır. Çoğu zaman, “Şimdiki aklım olsa o hataları yapmazdım” der insan, o hataları yapmamış olsa şimdiki aklına sahip olamayacağını düşünmez. Günün birinde öleceğini bilerek yaşadığını unutan insan, kaybetme korkusuyla sevmekten kaçınır. Geçmişe takılmadan veya gelecek planlarında boğulmadan anı yaşamanın gerekliliğine dair klişe ifadelerden bahsetmeyeceğim sizlere, hangimiz hatıralarımız olmadan, hayaller kurmadan, gelecek kaygısı duymadan yaşayabilir. Hele bir de, “unutmak iyileştirir” diyor insanlar; unuturlarsa yeniden tecrübe etmeleri gerekeceğini göz ardı ediyorlar. Tüm insanlıktan insancıl bir tutum ile iyilik meleği olmalarını beklemiyor, kısa süre için de olsa sahip olduğunuz hoşgörü miktarının bir nebze artmasıyla dünyanın daha yaşanılası bir yer olacağını iddia ediyorum. Üstelik bu özveriyi başkaları için de değil, kendi iyiliğiniz için göstermenizi rica ediyorum. Kimine komik gelir, kimi boş verir, kimine göre dünyanın, hayatın anlamıdır; kimi zaman hepsi, kimi zaman hiç biridir. Ama şu fani dünyada en iyi ilaç bir kucak sevgi, bir tutam kahkahadır. Sadece gülümsemek bile hayatınızı değiştirebilir.
Engin Enginer
Ey Sevgili Ey sevgili, Seni nasıl tarif etsem bilemiyorum. Ne tenini bilirim, ne kokunu. Ne sevdiklerini bilirim, ne sevmediklerini. Ne dokunuşunu bilirim, ne sesini. Ey sevgili, O kadar aşksın ki bende. Kokun okyanus kokusu, tenin güneş. Sevdiğin bir ben olayım, sevmediğin yokluğum. Dokunuşun cennet, sesin aşk. Öyle sevmişim ki seni. Her satırım sen, her öznem sen. Öyle aşksın ki sen. Gündüzüm sen, gecem sen. Hayalin o kadar gerçek, uzaklığın o kadar acı. Uzaklığın hasretim, özlemin kabir azabı... Ey sevgili, paylaştığımız aşk. Paylaştığmız hayat, ömrüm senin. Yokluğunu bile sevdiğim, yoksan da sevilirsin... Senin adın ben, benim tüm varlığım sen. Seni öyle seviyorum ki, bir bilsen...
Kezban Şahin
Aşka Susamak Benden önce kimleri sevdin kendinden çok? Ben, tek miyim hayatında ve ben, ilk miyim dudaklarında? Sen ki, tek misin kalbimde, Ve sanki ilk misin kollarımda? Söyle sevgilim sıkıldı mı canın işittiğinde sözlerimi? İstersen susarım ben, sana ve aşka...
Ayşe Yılmaz
Hayatınızın Filmini Çekin 2000 yılını ne kadar büyük bir coşkuyla karşılamıştık; hatırlar mısınız? Birçok ülke bin yılın geride kalışı şerefine büyük organizasyonlar düzenlemişti. Bu arada felaket senaryoları da kulaktan kulağa yayılıyordu. Bankadaki bilgisayar sistemlerinin çökeceği, dünyanın sonunun geleceği gibi asılsız iddialar, o günlerde ortalıkta sıkça dolaşır olmuştu. Neyse ki korkulan olmadı. Ne bankalardaki sistem çöktü ne de dünyanın sonu geldi. Sadece tüm insanlık için geçen bin yıla hiç de benzemeyen bir değişim dönemi başladı. Öyle ki 2000'li yıllara adım atmamızla beraber inanılmaz bir teknolojik büyümenin içine düştük. Cep telefonları, internet, bilgisayar, büyük ve küçük ev aletleri, arabalar ve daha niceleri... Her şey, her gün biraz daha değişti. Toplumlara hep daha iyisi, daha güzeli sunuldu. "İnsanoğlu rahat etsin.", "İnsanoğlu daha iyisini alsın.", "Aaa elindeki demode oldu. Sen gel, şimdi daha da iyisini satın al." derken, insanlar bencilliğin kol gezdiği bir ortama adapte edildi. Nasıl mı? Herkes daha iyi bir televizyon almak, daha iyi bir cep telefonu kullanmak veya daha güzel bir arabaya binmek için deli gibi çalışmaya başladı. Büyük Amerikan rüyasının temeli de buydu. "Çalışın, siz de sahip olursunuz. Daha çok çalışın, daha çok şeye sahip olun." ilkesi insanların beynine kazınıyordu. İnsanlar çalıştıkça mesai saatleri uzadı. Mesai saatleri uzadıkça çalışma tempoları arttı. Sonuç mu? Daha yorgun, daha asosyal bireyler olup çıkıverdik. Evden işe, işten eve giden birer robota döndük. En acısı da kendimizden, ailelerimizden ve sevdiklerimizden zaman çalmaya başladık. Ne arkadaşlarımızla eski sohbetlerimiz kaldı ne de aylakça geçirebileceğimiz tatil günlerimiz. Yorgun argın biten günün sonunda konuşmayı bırakın; artık kimsenin birbirini görmeye bile tahammülü kalmadı. Biliyorum, şu an da kulağa çok da hoş gelmeyen kötü bir tablo çizdim. Fakat bunun nedeni; size tablonun çerçevesini oluşturarak, içindeki büyük resmi fark ettirebilmek. Şimdi bir an durun ve düşünün. Kafanızın üstünde, doğdunuz andan beri geri sayımda olan bir saat duruyor. Her geçen saniye oradan bir bir eksiliyor. Vakit geldiğinde o saat sıfırlanacak. Peki, bu dünyadan elinize ne kalacak? Bir ev, iyi bir araba veya bir iphone... Hangisi?
Hayatınız film şeridi gibi gözünüzün önünden geçerken, eminim ki yüzünüzde gülümseme bırakan anlarda bunlar olmayacaktır. İlk aşkınız, diploma atışınız, evliliğiniz, çocuğunuzu kucağınıza aldığınız ilk an, hoş bir dost sohbeti veya gönlünüze dokunabilmiş anılar gözlerinizin önünde seremoni yapacaktır. Maddi varlıklarınızdan ziyade, manevi kazançlarınız size eşlik edecektir. O halde ömrünüzü boşa harcamayın. Her gününüzü hiç ölmeyecekmiş gibi cesur ama son gününüzmüş gibi dolu dolu yaşayın. Finalde büyük gösterimi yapılacak olan filminizi, sevgi ile ilmek ilmek dokuyun. Her karesini unutulmayacak güzelliklerle donatın. Disraelli'nin de dediği gibi, "Sadece elli-altmış yıl yaşamak için bu dünyaya geliyor ve yeri doldurulmaz saatleri, bir yıl içinde kendimizin ve herkesin unutacağı şeyleri kara kara düşünerek geçiriyoruz. Hayır! Yaşamımızı dişe dokunur işlere ve duygulara, büyük düşüncelere, gerçek aşklara ve kalıcı şeylere adayalım. Çünkü hayat küçük olmayacak kadar kısa ve yarınların sayısı sanıldığı kadar çok değil."
Tuğçe Büyükabacı
Ruhuma Yöneldim Bu zamanlar dinginim. Kendime kulak verebiliyorum ama etraftan da kopmadım tabiki. Deniz kıyısında kafasına şapkayı çekmiş güneşlenen aynı zamanda da çevreyi dinleyen hatunlar gibiyim. :) (Yeni medya düzenine ayak uydurmak adına gülücük ekledim.) "İyiyim böyle, bana kimse dokunmasın" der gibi bir halim var. Miskinlik, rehabet ne güzel... Düşüncelerim hiç eksik olmaz kafamdan yine de... Onları bir an olsun kıyıda bırakıyorum. Kendimi müziğin akışına bıraktım gitti bile... Kitaplarım varmış raflarımda, henüz sayfalarını aralamadığım… Akşamdan onları seçtim, çantama yerleştirdim. Kendimi hangi kıyıda bulursam artık orada okuyacağım. Sakinlik ve huzuru arıyormuş insan bir dönem. Benim için de öyle bir zaman dilimi. Hiç ses olmazsa da bunalırım, ne tuhaf biriyim böyle... Uzun sürmez bu biliyorum, en kısa sürede yaşantıma geri dönüş yaparım. Öyle olur, geçer gider. Ben böyleyim, ne yapalım???
Serenay Öztürk
05.08.2011
Sevilecek Kadın, Alışılmış Yalnızlık Zamanla o da anlayacak senin yalnız bir adam olduğunu. Sıkıla sıkıla, hiç istemese de, dudaklarının arasından, senin alışık olduğun o kelime dökülecek. "Bitti." Bolca göz göze geldiğin gecenin ardından, senin asıl benliğine değil; konuşmalarına, bakışlarına, duruşuna ve hareketlerine âşık olacak. Geçmişteki sancıları, yorganın altında, terle birlikte akıp gidecek. Onun için sen dünyanın en büyük umudu da olabilirdin, hayatı boyunca yediği en büyük kazık da. Onun için sen iki gecelik aşktan daha fazlasıydın. Yalnızlık diyorum; ne kadar zalim ve ne kadar ukala! Adamın alfabesini değiştiriyor zamanla… Bir otobüsün, koridor tarafına bakan otuz dokuz numaralı koltukta, bir zamanlar kızıp da terk ettiğim şehrime dönüyorum. Yine yalnız! Cam kenarında orta yaşlı bir adam oturuyor. Başının ortası hafiften kelleşmiş. Yüzündeki çizgilerden belli, çok çekmiş orta yaşlı adam. Sessizce dışarıyı seyrediyor. Genelde şehirlerarası yolculuklarda, birbirini tanımayan iki insan, yol çabucak bitsin diye, birbirleriyle konuşmak için çeşitli bahaneler üretirler. Konuşmak için bahanem çoktur. Ona herhangi bir soru sorup, daha sonra yol boyunca sohbet edebilirdim. Göz ucuyla süzdüğüm orta yaşlı adamın yalnız kalmak istediği her halinden belliydi. Kim bilir içinde ne fırtınalar kopuyordur şimdi. Oldum olası cam kenarlarını sevmem. Koridor tarafından yol çizgilerini izlemek daha bir hoş gelir bana. Belki de daha yalnız hissettirdiği için olabilir. Hatta bu yüzden arada servis yapan muavinlere de sinir olduğum olmuştur. Orta yaşlı adam bir ara dönüp bana gülümsedi. Bu konuşmak istediğini belirten bir gülümseme olabilir miydi? Ya da hiç konuşmadığı için bir özür gülümsemesi miydi? Her ne olursa olsun küçük bir tebessüm rahatlatıyor insanı. Kaç kere gelip geçtim şu yollardan. Hiçbiri bu kadar yalnız hissettirmemişti. Bu onun etkisiydi. İnanmışlığın etkisiydi. Binlerce, hatta ve hatta milyonlarca bahane üretebilirdim. Deli taklidi bile yapabilirdim. Mesela; yeryüzüne düşüp, bir insan bedenine hapsolan bir meleğin, diğer meleklerin konuşmalarını duyması gibi, ben de ağaçların dallarında dolaşan kuşların seslerini duyduğumu söyleyebilirdim. 'Ne diyorlar?' diye
soran herkese, 'Ağaçları kesip onları evsiz bırakıyormuşuz.' diye, herkesin bildiği ama hiçbir şey yapmadığı gerçekliği yüzlerine haykırabilirdim… İki metrekarelik yatak… Bir kadın, bir erkek… İki gece. Arada uyuyakalarak ve birbirlerini öperek uyandırarak geçmişti işte. Kadın geçmişin sancısını, erkek ise geleceğin telaşını taşıyordu. Otobüs mola verdiğinde, çay içmek için tesisteki herhangi bir masaya oturdum. Elimi kaldırıp, garsonu çağıracaktım ki, orta yaşlı adam elinde iki bardak çayla yanımda durdu. Hiç bir şey demeden çayı önüme koyup karşıma geçip oturdu. 'Teşekkür ederim.' dedim. Bunu söylerken gülümsemiştim. Ağzından tek bir kelime çıkmadan o da başını öne eğip gülümsedi. 'Siz de mi İzmir'e gidiyorsunuz?' gibi basit bir soruyla giriş yapmak istemediğimden, 'İkinci çaylar benden.' dedim. Yüzüme bakıp gülümsedi. Daha sonra ellerini göğüs hizasına getirip, el işareti yaptı. Meğer orta yaşlı adamın konuşamama engeli varmış. Yüzüm bir anda kızarmıştı. İzmir'e dönüş yolu tebessüm dolu susuşlarla geçmişti. O kadın diyordum; zamanla zaten seni iyice tanıyacaktı. İki gecelik terli yataktan arda kalanları düşünecekti. İlk bakışta dünyanın en güzel şeyi gibi görünecekti… Belki de sorunsuz bakışmalara âşık olmuştu. Sonradan tanıyıp nefret edeceği benliğime değil.
Tuncay Ünaydın
Jamais Vu IX Yalanlarımız var, henüz söylemedik. Sesimiz bir dağa çarpıp geri gelmedi. Yitireceklerimiz hala ellerimizdedir, Lakin yuvasından uçtu bir kuş, bilmez ki; Mevsimi değil henüz gitmelerin. Bir kahkaha yarım kaldı mı, En hüzünlü şarkısı budur insanın, Anlar ki dönmeyecek giden. Susar yine de arasında bildiği bütün mısraların Gözlerinin içine bakar zamanın... Ölümüne susar... Ölümüne su'sar...
Esra Alp
Kendini Yiyen Köpek Bir köpek gördüm. Sol ön bacağında derin bir yara vardı. Kemiği görebiliyordum. Topallayarak geçti önümden. Ertesi gün tekrar gördüm. Bacağındaki yara daha da kötüleşmişti. Ancak hemen sonra kuyruğunun başladığı noktada başka bir yara daha açıldığını gördüm. Bunu köpeğe düzenli olarak yapan bir manyak olabileceğini düşünürken köpeğin kuyruğundaki yarayı kemirmesiyle şok oldum. Büyük bir öfkeyle kendine saldırıyor parçalıyordu. Bunları kendi kendine yaptığını anladım. Benimle beraber görenler de bunu anlamıştı. Muhtemelen ya nörolojik bir problemi ya da çıldırtıcı derecede rahatsız edici bir paraziti vardı. Bu sahne gören herkesi derinden etkilemişti. Ben de dahil hepimizde bu etkilenmeyi görebilirdiniz. Bu etkinin sebebi ise benim bu deneyimi, anlatmak istediğim bir konunun başına koymamla aynı. Yani sizin burada okurken metaforik anlamda alacağınız ve çıkaracağınız sonuçla, bizim bu köpeği gördüğümüzde metaforik anlamda algılayıp etkilenmemiz aynı şey. Bu varoluş problemimizden, köpeğin kendini yemesiyle bizim kendimizi soyut anlamda yememizi bağdaştırmamızdan kaynaklanıyor. Tıpkı onun gibi yiyoruz kendimizi. Aranıyoruz, sürekli bir çıkış yolu bulmaya çalışıyor, her seferinde yeni bir şeyle her şeyin düzeleceğini umuyor ve her seferinde yeni bir umutla anlamlandırmaya, değer yaratmaya çabalıyoruz. Ancak hiçbirinde bu olmuyor, hepimizin her umduğunun gerçekleşmesinden sonra yine aç olduğumuzu, yine içimizdeki ve dışımızdaki boşluğun dolmadığını fark ediyoruz. Bu sefer bir başkasını arıyoruz. İşte bu bizim yaşam biçimimiz. Bu bizim var olma biçimimiz. Bu zorunlu bir biçim çünkü daha farklı bir şekilde yaşayamayız. Aradığımızı bulamaz ya da aramaktan vazgeçemeyiz. Zihnimiz sorgulama sistemiyle işleyen bir mekanizmaya sahip. Soru sormaktan vazgeçemeyiz ve hiçbir cevap, anlam, amaç, değer olmadığını için aradığımızı bulmamız da mümkün değil. Yapabildiğimiz tek şey bunu yadsımak, yokmuş, böyle değilmiş gibi yapmak. O zaman çıldırmadığımızı söyleyebiliyoruz ama hala içerde o köpek gibi kemiriyoruz kendimizi ki hepimizin derinlerinde büyük sorunlar yatıyor, sonra çılgınlıklar yapıyoruz ve sözde akıllıyız. Deli dediklerimiz de içerde yaşadığımızı dışarıya vuranlar ya da dışarıya vuracak raddeye gelenler. Eğer onlar deliyse hepimiz deliyiz çünkü hepimiz yaşamaya devam ediyoruz. Ya da delilik diye bir şey yok. Köpek deli değildi bilakis insanlığa evrilmiş bir hayvandı.
Umut Onur Çöpür
Hangi Son... İnsanların kendilerinden kaçışlarıdır hep bir başkasına olan kaçışları… Hep bir başkasınadır suskun kalışları. Bazen kendinden çok bir başkasınadır kırgın oluşları… Ne bahanelerdir ne de bilindik yüzlerdir konuşamadıkları, sadece geçmişleridir suskun kalışları. Unuttum derken, unutulmuş saydıklarıdır hala umursadıkları. Korkularındandır cevapsız kalışları hatta çaresiz kaçışları. Ne başlangıçların sonraları vardır ne de her sonun başlangıcı bitişe yakındır. Ve… Hangi soğukluğun içinde vardır ki o sessiz çığlıkların haykırışları, biten sonlara her zaman daha yakın… Bazen kim demek her sonun başlangıcıdır ve her başlangıç bir başkasının kaçışıdır. Ya hep neyseler kalır gidenlerde ya da pekiler eşlik eder kalanlarla… Ya tek taraflı kalır ya da bir taraf vardır biten sonlarda… Ve insanlar hep mi uzak sanır o sonları. … Kim bu insanlar, hangi başlangıçların hangi sonraların, isimlerin de kalmışlar ki öylesine yalnız öylesine boş bakıyorlar hangi yüzlerde hangi geçmişi arıyorlar. Kim ki bu insanlar öylesine suskunlar yoksa öylesine mi yaşıyorlar? Kim bu insanlar; Görmedim derken nasılda kaçıyorlar. Duymadım derken duyduklarını nasılda unutuyorlar bilmiyorum derken nasılda gururlu bu insanlar Ve hala içleri bu kadar yalnızken kalabalıkmış gibi yapabiliyorlar "o" biten sonlara…
Ece Çekiç
Yaşamın Kalbi Ankara Yine Ankara'nın müthiş soğuğunda uyandım bu sabah (sevdiklerim aklıma düştü, içimi ısıttı bir anlık durum). Yataktan kalkarken hissettim o esintiyi. Yorganımı çektim boyumca. Her ne kadar beş dakika sonrasında kalkmam gerektiğini bilsem de gözlerimi biraz daha kapatmak huzur verdi bana... Perdemi açtım. Baktım ki yağmur bulutları... Yine onlar ah dedim içimden, giyecektik yine paltoları, çekecektik botları... Yüzümü yıkadım. O soğukluk birden uyandırdı beni. Çıktık yine Ankara sokaklarına... Şöyle bir baktım etrafıma... Koşuşturanlar, okula geciken öğrenciler, işlerine geç kalan işçiler, emekçiler, para kazanmak için sabahın bir vakti tezgâh açmış satıcılar, simitçiler... Ve daha nice insan. ***
Otobüs bekleyen telaşlı insan topluluğu, hep incelemişimdir, her o durak da beklediğimde... Ya gözü yolda takılı kalır otobüs bekleyenlerin... Ya da şu kişiler göze çarpar: Otobüs gelir, arkada da boş bir tane daha gelir ama sıkışmak umurunda olmayan bizim insanlarımızın hiç niyeti olmaz arkadaki araca geçmeye... Kapıda sıkışır yine biner o otobüse...
Ayakta olanlar yolu izler (çok nadirdir bu) ya da birbirlerini. İnsanları baştan ayağa süzerler. Ya da sıkış sıkış olan otobüste "ağabey be biraz yürü orta tamamen boş" diye konuşmalar yaşanır. Oysaki orta da ilerleyecek yer yoktur, bu hep böyle olmuştur. Çoğunun gözü kapalı, durağı kaçırır. Birçoğu müzik dinler, etrafı seyreder. Oturanlar da (azı bunu yapar) kime yer versem diye bakar. Kimi için önemi yoktur yer vermenin... Engelli, hamile veya yaşlı olması ve bu kişilerin ayakta olmasının önemi yoktur; oturmasına devam eder bu şahıslar. Gideceği yere yaklaşan kişi ikaz düğmesine basmak için bir önceki duraktan kalkar ayağa, basar düğmeye. Ardından yine o durakta inecek kişi basar o düğmeye, hem de bazen olur bu 4 5 6 kez, arkasındaki de devam eder basmaya. *** Sakarya Caddesi, Güvenpark, Kumrular, Tunalı, Çankaya, Bahçelievler, Beştepe... Ankara'nın toprağı kimine göre altın kimine göre de çamurdan ibaret. Kim ne derse desin, yaşadığımız yer Ankara! Kimine göre sert şiveyle kaba insanlar, kimine göre kibar hareketleriyle ve konuşmalarıyla nazik insanlar... Bilinmez bir Ankaralının içinde yatan şey... Bilinmez... "Ben Ankara'yı sevmem" dediği an, aslında ne kadar da fazla sevdiğini kimse bilemez. Ankaramıza yazık etmeyin. Delip, çukur açıp bırakmayın. Karanfil, meşrutiyet vs. güzelleştireceğiz diyerek kazıp, delip deşmeyin. Ya güzel olsun örnek Ankara ya da bırakın kalsın eski Ankara... Atamızdan yadigârdır bize başkentimiz Ankara... Anıtkabirimiz, caddelerimiz, meclisimiz, siyasi kalbin attığı başkent Ankara. Biz Ankara’da yaşıyoruz. Ankara da yaşıyorsak Ankara'yı yaşatmamıza izin verin sayın yetkililer! Bizim paramızı cebimizden alarak olmaz... Ya tam güzelleştirin Ankara'yı cebimize dokunmadan ya da bırakın Ankara bize kalsın!
Sema Kahveci
Mina '01 Sevgimin hiçbir amacı yoksa neye yarar ki bu gözyaşları, Akıtılması geç kalmışken, her güzel şey gibi. Hüznün özlemi, dudaklarımdan damlayan sözler Çığ tanesi gibi büyüyor çığlıklarım içimde. Kaybedilmeyi bekleyen bir yenilgi benim ki Ya da kabullenmek hatalarımı. Alkışlamışken gönlümü gururum Şimdi, boynu bükük cevap vermiyor olaylara Etkim olduğu halde tepkisi yok sanki Yaşlanmış gibi, yorulmuş gibi ellerim Bir sadelik içimden geçen Ben olmak her şeyle birlikte, Düşünmeden hayallerimle yaşamak benliğinde...
Melek Köroğlu
Kaçak '10 Gecenin karanlık sularında güneşleniyorum Tenim beyaz olsa da içten kararıyorum Kalbimi sarsa da karanlıklar prensesi Yüzüm aydınlık ayışığında Uykuya yenilirsem ona da yenileceğim Ruhumu gömüyorum duyulmaz yalnızlıga Orada buluyorum aynadaki bana gülümseyen seni Belki ben öyle sanıyorum Hayallerim uçurumdan bir bir atlarken Ben sadece izliyorum Belki bir yerlerde kalmışsındır diye Parçalıyorum bedenimin her köşesini...
Işık Yavuz
Sokaklar Yalan Söylemez Hiç sordunuz mu kendinize Sarman Dedektif ve diğer kediler neden sokakta gezmeyi sever diye? Çünkü sokaklar yalan söylemez. Ne kadar makyaj yapılırsa yapılsın, azıcık toprağı eşeleyince gerçekler ortaya çıkar. Bakmasını bilen, toplumun, ülkenin gerçeklerini, sokaklardan okuyabilir. Çok mu abarttım? Bu nasıl oluyor, gelin size birkaç eğlenceli örnekle anlatayım. Rusya’nın kuzeyinden gelen biri ilk defa başka bir ülkeyi, İstanbul sokaklarını görüyor. Ağzı hayretten sarkmış… Nedeni bahçelerdeki güller. “Bunlar bizde asla durmaz, hemen biri koparır,” diyor… Bahçelerimizdeki güller ve bunların dalında solması, bana ilk defa gurur veriyor. Demek ki kimi açılardan dünyanın bazı bölgelerinden daha uygarız. Sokakta özgürce dolaşan kediler, kulaklarındaki plastik işaretle köpekler, hatta atılan susamlara üşüşen güvercinler bile, yabancılar için değişik. Bunlar bizim için sıradan olsa da aslında hayvanlarla aramızda güzel bir ilişki olduğunu vurguluyor. Elbette madalyonun diğer yüzü de var: Örneğin Bağdat Caddesi civarında çok sayıda kuyruksuz kedi görülüyor. Bu, orada bazı insanların, sadistçe eğlence anlayışları olduğunu anlatıyor. İstiklal Caddesi, en önemli yaya caddemiz. Yanlış anlaşılmasın, yine de bir yığın araç üzerinde vızır vızır dolaşıyor. Polis, ambulans, itfaiye gibi önemlilerini anladık da, diğerleri ne arıyor? Yani yasalar ve kurallar, bu ülkenin otoriteleri için geçerli olmuyor. Aynı caddenin yolları birkaç yıl önce, üzerinde yürüyenleri aylarca çamur içinde bırakarak yeniden düzenlendi. Bu sırada caddenin bütün ağaçları söküldü. Birkaç duyarlı insan isyan etti. Tadilat tamamlandığında, ağaçların geri getirilip dikileceği söylendi. Şu anda en ünlü yaya caddemizin üzerinde ağaçtan eser yok. Tam bir beton yığını. Bu durum giderek doğadan uzaklaşan ve betonlaşan şehirlerimizin ve beyinlerimizin aynası değil mi?
Singapur: Şehrin içindeyken bile, sanki bir ormanda yürüyorsunuz. Binalar ve birbirinden güzel ağaçlar birbirine kaynamış. Doğa ve şehir kol kola büyümüş. İşin ilginci bolca yağmur yağmasına rağmen, sokaklarda bir parça çamur görmek de mümkün değil. Almanya, Köln: Otomobillerin geçtiği yollar siyaha yakın renkte gri renkli. Bu garip geliyor. Biz yolları beyaza yakın gri biliriz. Düşündükçe konu netleşiyor. Aslında bizim yollarımız da ilk başta siyah. Asfalt, zift ilk döküldüğünde kömür karası. Fakat birkaç hafta içinde bizimkiler beyaza yaklaşıyor, onlarınki koyu renkli kalıyor. Bunun nedeni toz! Demek ki bizde sokakları toz duman almış. Hem de yolun rengini bile değiştirecek kadar! Bu da şehirleşirken altyapımızı ihmal ettiğimizi gösteriyor. Her çatlak patlak olduğunda yolu yıkıp, yeniden yapıyoruz. Kumu, çimentoyu havaya, yollara saçıyoruz. Peki, eve girerken ayakkabı çıkarma âdetimiz? Acaba bu alışkanlık bizim temizliğimizden değil de, sokaklarımızın pisliğinden mi kaynaklanıyor? Neyse ki kaldırımlarda görüp, üzerine basmamaya çalıştığımız, özellikle solunum yolları enfeksiyonuna yakalanmış insan atıkları, yazın yapışınca çıkmak bilmeyen sakızlar azalmaya başladı. Bunların daha fazla görüldüğü sokaklar, o bölgenin kültür düzeyi hakkında da ipucu veriyor. Fakat otomobilinin küllüğünü yollara boşaltanlara hala sık rastlanıyor. Yine de durumumuz o kadar da kötü değil. Prag’ın bazı bölgelerinde kaldırımda yürümek çok daha zor. Köpek dışkılarından adım atacak yer bulmak, labirentte dolaşmaya benziyor. Hayır, sokak köpekleri değil… Bunlar, ev hayvanlarının artıkları. Yani, Prag halkının büyük çoğunluğu evde köpek besleyecek kadar hayvanları seviyor, fakat kirlettiği sokağı temizlemeyi sevmiyor. Bu kültür yapısında bir dengesizlik yok mu? Almanlar sokaklarımızda gezerken, en çok garipsedikleri şey tedbirsizlik. Mesela bir yolun yanında, aşağıya doğru birkaç metrelik bir boşluk var diyelim, düşme ihtimaline karşı buraya bir korkuluk bile yapılmaması onları son derece şaşırtıyor. Bizim için normal, biz karanlıkta çukurlara düşmeye alışkınız. Sokaklarımız bu noktada, insana verdiğimiz değer konusunda da ipuçları sunuyor.
Sokaklardaki makineler de o yörede yaşayanlar hakkında çok şey söyler. Mesela Japonların birkaç senedir kullandığı, Rusların da yeni devreye soktuğu icat şaşırtıcı: Baby Box (Çocuk Kutusu): Bir kadın yeni bebek doğurdu fakat bakamayacak. Yol kenarındaki özel kutuya bebeğini koyuyor. 30 saniyede bebek geri alınmazsa, kapaklar kilitleniyor. Aydınlatma ve ısıtma sistemleri devreye girip, bebeğe ideal ortam sağlıyor. Kısa sürede görevliler gelip, bebeği yeni hayatına götürüyor. Ne dersiniz… Vahşice mi, duygusuzca mı? Belki de tam tersi, çocuklara verdikleri değerin bir göstergesi. Cami avlusuna bırakılmış, daha da kötüsü tuvaletlere atılmış bebekleri duymadık mı hiç? Kafa karıştırıcı, fakat ülkenin öncelikleri hakkında ipucu veren konular bunlar. Bunu yapan Rusya, bebek olmayanlara bu denli özenli değil. Yeri gelmişken, başta bahsettiğim makyajlara birkaç örnek verelim. Uluslararası boyutta etkinlikler olacaksa, Ruslar ilgili bölgede ciddi temizliğe girişiyor. Evsizleri, dilencileri ve hoşlarına gitmeyenleri toplayıp, uzaktaki başka bölgelere sürüyor. Ne oldu… Sokaklar temizlendi. Hollanda, Amsterdam’da bir zamanlar sokaklarda hırsızlığı ve suçu önlemek için, devlet görevlileri parklarda bağımlılara bedava uyuşturucu dağıtıyordu. Sabah da gelip, varsa cesetleri topluyordu. Sokaklar yine temiz. Fakat olayı bilenler, devletin insanlarına karşı duyarsızlığını, kolaya kaçan çözümlere gidişini görüyor. Habitat İstanbul gerçekleştiğinde de sokaklar süslendi. çiçeklerle bezendi. Habitat bitti, çiçekler soldu gitti.
Her
köşe
Örnekler bitmez; sokaklar gezmekle tükenmez. Gözümüzü açıp, aklımızı çalıştıralım yeter. Sokaklar her zaman gerçeği söyler. Bu konudaki fikirlerinizi, örneklerinizi paylaşın bizlerle. Gözlerimiz daha iyi görsün sayenizde. Sarman Dedektif Sarman Dedektif'in tüm yazılarına ulaşmak için Sarman Dedektifin Gözüne Batanlar isimli web güncesini ziyaret edebilirsiniz.
Alp Saldamlı
Beyin, Oksijen ve Bellek İlişkisi Sağlıklı, dinamik ve refah bir toplum olabilmenin ön şartı sağlıklı beyinlere sahip olmaktır. İnsan vücudunu oluşturan trilyonlarca hücreden her biri kendi kendini sürekli yenilemektedir. Büyüyen saçlar ve tırnaklar, bu yenilenmenin en belirgin görüntüsüdürler. Oysa vücudumuzda mikro seviyede cereyan ettiği için göremediğimiz haftalık, aylık, mevsimlik ve hatta yıllık "tazelenmeler" oluşmaktadır. Ciğerler, kalp, mide, kemikler, ilikler ve pul pul dökülen deri gibi tüm bedenimiz, en geç 11 ay içinde tamamen değişmektedir. Yani bir yaş gününden diğerine kadar bedenimiz tamamen yenilenmektedir. Beyin hücreleri hariç... İşte bu konuda bilinçlenmenin hayati önemi vardır! Beyindeki sinir hücreleri (nöronlar) yenilenemezler; çünkü merkezi sinir sistemi ve beyin kendi kendini üretemez. Doğduğumuz günden, ölünceye kadar her gün yüzlerce nöron kaybederiz ve verine yenileri gelmez. Bu kayba rağmen beyin küçülmez. Çünkü sürekli dallanıp, budaklanır ve yeni nöron dalları (dendritler) oluşturur. Beyin; hayata 100 milyar gibi astronomik bir hücre sayısı ile başladığı için günlük hücre ölümleri önemli sayılmaz. Yılda 100 bin nöron kaybetse bile, bu, 100 yılda 10 milyon hücre eder ki beynin ancak on binde biri kadardır. Minimal düzeydeki bu doğal beyin kaybı yanında, nöron imhalarına sebep olan başka etmenler de vardır. Bunlardan biri alkoldür. Bir duble rakı, bir bardak şarap veya bir şişe bira içindeki alkol, günnük doğal kaybın çok üstünde nöron ölümüne sebep olur. Bu da önemsiz görülebilir. Ama her gün 35 cl'lik bir şişe rakıyı mideye indiren bir insanın 50 yılda 200 milyondan fazla nöron kaybettiği göz önünde tutulduğunda, alkolün ciddi sorunlar doğurabileceği ortaya çıkar. Uyuşturucu maddeler, eksoz gazları, sigara dumanı, çeşitli kimyasallar ve hava kirliliği gibi faktörler de hem sinir hücrelerini öldürürler, hem de nöron devrelerinin sıhhatli çalışmasını önlerler. Akciğerlerimize büyük bir keyifle çektiğimiz sigara dumanının muhtevasında 2 bin farklı madde olduğunu bilmek, bize bu konuda daha iyi bir fikir verebilir. Nöron ölümlerinden daha önemlisi, mevcut hücrelerin sağlıksız çalışmalarıdır. Beynin fonksiyonel bozukluğuna neden olan bir başka zararlı madde de cıva'dır. Bu maddenin henüz bilinmeyen bir nedenden dolayı beyne yerleşerek -özellikle çocuklarda- zekâ geriliğine yol açtığı görüşü bilim dünyasında büyük kabul görmüştür. Cıva bizlere, diş doktorlarımız tarafından -iyi niyetle- enjekte edilmektedir.
Çünkü dolgu maddesi olarak kullanılan "Amalgam" denen bileşik cıva içermektedir. Zamanla buharlaşıp, solunum yoluyla kana karışan ve beyne yerleşen bu zehrin dünyada milyonlarca insanı etkilediği ileri sürülmektedir. Bazı ülkeler Amalgam kullanımını yasaklamış ve bazıları da yasağı en kısa sürede uygulamak için karar almışlardır. Bütün bunlardan daha önemlisi, hemen hemen herkesin gözünden kaçan bir başka faktör de OKSİJEN'dir... Her organ gibi beynin de enerjiye ihtiyacı vardır. Beyin bu enerjiyi, oksijenle glikozu yakarak elde eder. Diğer bütün organlardan daha çok çalıştığı ve daha karmaşık yapılı olduğu için de, daha fazla oksijene gereksinim duyar. Beyin, vücudun sadece %2’si kadar bir ağırlığa sahip olduğu halde, kana karışan oksijenin % 20’sinden fazlasını kullanır. Yani payına düşmesi gereken oranın 10–12 katını... Bu nedenle; aylarca aç, günlerce susuz kalabildiğimiz halde üç dakikadan fazla oksijensiz kalamayız. Demek ki beynin hayatiyeti için en önemli ihtiyaçlardan biri oksijendir. İşte bu gerçek ışığında ortaya çıkmış olan aşağıdaki varsayım üzerinde ciddi biçimde düşünmemiz gerekmektedir: "Günde ortalama 7–8 saat içine kapanarak uyuduğumuz yatak odalarımızın yeterince havadar olmaması, başımıza çok büyük işler açmaktadır." Soğuk havalarda ve özellikle kışın, birçoğumuz, yatak odalarımızın kapı ve pencerelerini sıkıca kapatarak uyuruz. Hatta bununla yetinmeyerek, cereyan yapmaması için, kapı ve pencere kenarlarını süngerlerle ve bantlarla izole ederiz. Bu tutum, yatak odalarımıza temiz hava ve oksijen girişini tamamen engeller. Dört saatlik bir uykudan sonra, soluduğumuz havanın oksijen oranı iyice azalırken, karbondioksit oranı bir hayli artar. Daha kötüsü, odada alevle yanan bir ısınma aleti varsa, bu oranlar daha kısa sürede olumsuzlaşarak değişir. Bu durum, başta beyin hücreleri olmak üzere, bütün organlarımızın biyolojik ve fizyolojik sağlığını kötü yönde etkiler. Oksijen yetersizliğinin beyin sağlığını şöyle etkilediği düşünülmektedir: 1) Günden güne zayıflayan nöronlar ölmektedir. 2) Fizyolojik fonksiyonunu tam gösteremeyen nöronların yeni bağlantılar (dendritler) yapmaları ve elektriksel devreler oluşturmaları zorlaşmaktadır. Bu, çok önemli bir yetenek kaybıdır; çünkü geniş düşünebilme yeteneği, bu bağlantıların çokluğu ve işlekliği ile ilintilidir. 3) İki hücrenin birleştiği yerdeki boşluk anlamına gelen sinapsların çalışma düzeni bozulduğu için, hücrelerarası haberleşmede aksaklıklar oluşmakta, bu yüzden nöron devreleri sağlıksız çalışmaktadır. Bu da kısa vadeli hafızada hissedilir bir tembelleşme oluşturmakta ve ezberleme yeteneğinin azalmasına neden olmaktadır. (Bir toplumda "unuttum" sözcüğünün çok sık aralıklarla işitilmesi ve bunun çoğunluk tarafından geçerli bir mazeret sayılması, hafıza tembelliğinin en açık göstergesidir, denilebilir.)
4) Ortaya dil (lisan) ile ilgili problemler çıkmaktadır. Ve insanlar, anadillerini bile konuşurken uzun süre duraklamakta, "...ııı" yardımcı sesini sık sık kullanmakta, kekelemeye kadar varan dil sürçmeleri sergilemekte ve zihinsel blokajlar (filmin kopması) gibi geçici konuşma ve düşünme yeteneği kaybına uğramaktadırlar. 5) Düşünce tembelliği oluşmaktadır. 6) Hafıza, düşünce ve dil tembelliği gibi zihinsel faaliyet düzensizlikleri yanında oksijen yetersizliğinin ne tür bedensel arızalara yol açtığı da ayrı bir araştırma konusudur. Yeri gelmişken burada bir başka önemli olguyu daha vurgulamak gerekir: Diğer hiçbir canlıda, insan beynindeki kadar gelişmemiş olan beyin kabuğu (korteks), bizlere insan sözcüğündeki anlamı kazandıran eşsiz bir beyin tabakasıdır. Düşünsel yaşamımızı, kültürel yapımızı, uygarlığımızı, bilimsel ve teknolojik düzeyimizi ve en önemlisi konuşup iletişim kurabilme yeteneğimizi bu tabakaya borçluyuz. Korteksteki nöronların da bedenin diğer hücreleri gibi günlük protein, vitamin ve minerallere ihtiyaçları vardır. Bunlarla beraber, kendi "santral"lerinde enerji üretebilmeleri için şeker ve oksijene büyük ihtiyaç duyarlar. Fakat beynin gereksinim duyduğu bütün besin ve oksijenin tamamen karşılanması, onun sürekli mükemmel işleyeceği ve üstün işler başarabileceği anlamına da gelmez. Beyin sağlığının devamı için onu zararlı gazlardan ve kimyasallardan iyi korumamız da hayati önem taşır. Özellikle; karbondioksit, karbonmonoksit, hava gazı, eksoz gazları, sigara dumanı, boya ve tiner buharları, asitler, keskin temizlik maddeleri, aşırı alkol, çay, kahve ve uyuşturucu maddelerle birlikte gereksiz ilaç kullanımlarından uzak kalabilmek beyni sağlıklı tutabilmenin ön şartlarından biridir. Bugün 70–80 yaşlarında hala üstün fikirler ve yapıtlar üreten insanlar varsa, onların, beyin sağlıklarını korumada büyük ölçüde başarılı olduklarını söyleyebiliriz. Alıntı: "Beynin Kimliği" adlı kitabımdan.
Mehmet Sağlam
..EnginDergi.. Temmuz2012 sayı-31 www.engindergi.com bilgi@engindergi.com