engindergi-s32

Page 1

EnginDergi Y覺l: 2012 - Say覺: 32


Fotoğraf: Bora Eke

"En iyi makina en iyi fotografı çekseydi, en iyi daktiloya sahip olan da en iyi romanı yazardı." Ara Güler


İçerik; Sy.04) Eğitim Şart – Engin Enginer Sy.05) Yazdıklarım İnsanlığına Güvenmeyenlere Dokunabilir – Esra Alp Sy.07) Mina '02 – Melek Köroğlu Sy.08) Duygular Kalpte mi, Beyinde mi? – Mehmet Sağlam Sy.11) Yaşamın Kareleri; Prens Adaları – Bora Eke Sy.14) Nefis ve Aklın İnanılmaz Birlikteliği, Zıtlıkların Ahengi – Neyzen Ahmet Hamdi Erdoğmuş Sy.16) Ben ve An'larım – Nilgün Hepyalçın Sy.18) Kaçak '11 – Işık Yavuz Sy.19) İçimdeki Geceler – Ayşe Yılmaz Sy.19) Hoşgeldin / Dobro Dosli – Serenay Öztürk Sy.20) Kayıp Giden Kayıp Birine – Melike Meral Sy.21) Doğru Sandığımız Yanlış İnsanlara İthafen... – Ece Çekiç Sy.22) Sürekli Giden Adam – Tuncay Ünaydın Sy.24) Jamais Vu X – Esra Alp Sy.25) Son Kez – Kezban Şahin Sy.27) Heves İki Kere Patlar! – Alp Saldamlı Sy.29) Monaco Prensesi Grace Kelly – Tuğçe Büyükabacı Sy.32) Babamı Böyle Öldürdüm - Umut Onur Çöpür


Eğitim Şart Zihinde dolaşan onca düşünceye rağmen yazılmak istenilenleri istenildiği şekilde aktarmak oldukça güç. Paylaşımlarla birlikte sorumluluklar da artınca, insanın üzerinde görünmez bir yük oluşup baskı yaratmaya başlıyor. Buna rağmen yazmaya çalışmak, hatta kendini zorlamak değişik bir haz veriyor insana. Yazarken yeniden keşfediyorsunuz kendinizi. Kimseye anlatamadığınız, dile getiremediğiniz düşünceleriniz dışa vuruyor. Belki sadece denemelerle yetinip hiçbir zaman herkesin teşvik ettiği gibi bir kitap yazamayacağım; kitap yazmaya hazır olduğumu da düşünmüyorum ama 'iyi' yazanlara nasıl imreniyorum anlatamam. Beni yazmaya sevkeden, duyguduğum toplumsal kaygıları bir parça olsun giderebilme adına insanları kendilerini bulmaları için güdülemek ve farkındalıklarını artırarak empati yeteneklerini geliştirmeye çalışmak oldu. Bu süreçte gördüm ki ne kadar çok veriyorsam daha da fazlasını almaktayım. Enerjinizi 'doğru' işlere yönlendirdiğinizde eminim yapabilecekleriniz sizi de şaşırtacaktır. Evet, doğru göreceli bir kavram ve neyin doğru olduğu bilgisine erişmek için 'çok' yaşamak gerekiyor. İnsan ömrü kadar kısa bir zaman zarfında bunu sağlayabilmek zor olduğundan da yaşayan ve yaşamış olanların birikimlerinden faydalanmalı. Yazmak kendimi daha iyi tanımama vesile olmakla kalmayıp beni araştırmaya ve okumaya da sevketti. İlkokulda başladığımda nerede 'ğ' nerede 'h' kullanacağımı bir türlü öğrenememiştim. Ağaç mı yoksa ahaç mı olacak? Neyseki 'ğ'nin kelimenin başında kullanılamıyor oluşu işimi bir parça kolaylaştırmıştı. Diğer kelimelerde ise sözlükten yardım almam gerekti. Her karşılaştığım ğ/h sesi içeren kelime için sözlük karıştıra karıştıra pek çok yeni kelime öğrenmiş oldum. Yazmak da bu sistemimi bir parça ileriye taşımamı sağladı; her takıldığım kelimede yeni bilgiler edindim. Artan evrensel bilgi miktarı kadar; bilgiye erişimin sözlük/ansiklopedi kullanımının ötesinde İnternet aracılığı ile çok daha kolaylaştığı günümüzde, keşke erinmeden kendimizi geliştirmek adına bir parça çaba sarfetsek. Oysa çoğu insan, ikisi farklı kavramlar olduğu halde 'öğrenmek' değil 'bilmek' istiyor. Örneğin; 'İstikrar' başlıklı yazımda da aktardığım üzere, çevremde İngilizce öğrenmek istediğini söyleyen pek çok kişi var, ama bunun için yapılması gerekeni yapmıyorlar. Asıl istenen İngilizce bilmenin faydaları ve üstünlüklerine sahip olmak; öğrenmek isteniliyorsa bunun için zaman ayırıp emek sarfedilmesi gerekmekte. En azından Matrix'teki gibi bilgileri zihnimize yüklemenin bir yolu keşfedilinceye kadar!


Dünyadaki sosyo-ekonomik şartlar ışığında günümüzde ülkemizin içerisinde bulunduğu ötekileştirme ve kutuplaşma ortamını kırmanın en sağlıklı yolu eğitimin iyileştirilip farkındalıkları artırmak. Ancak bu durum toplumları yönetenlerin işine gelmeyeceğinden ne yazık ki eğitim gittikçe kalitesizleşmekte. Bu yüzdendir ki iş başa düşüyor. Hepimize kolay gelsin...

Engin Enginer

Yazdıklarım İnsanlığına Güvenmeyenlere Dokunabilir Ramazan ayı bitmek üzere. Ramazan ayı, oruç, iftar vs. ile ilgili çevremde, ülkemde ve dünyada tanık olduğum manzaralar hakkında yazmadan edemeyeceğim. Önce kendi çevremden başlayayım. İslam dinine göre oruç tutmanın iki nedeni var. Birincisi nefsine hakim olmak üzere kendini eğitmek. İkincisi, açlık çeken insanları anlayabilmek/onlara yardımcı olmak. Siz hangi restaurantta iftar yemeği yesek, hangi lüks mekanda orucumuzu açsak, eşimizi dostumuzu iftara davet edip nasıl zengin bir sofra kursak diye telaş içindeyken, gelişmekte olan ülkelerde her gün 800 milyon insan, yatağına aç giriyor. Dünyada günde ortalama 24 bin kişi açlık veya açlığa yakın nedenlerle ölüyor. Güney Asya'da her dört kişiden biri, Sahra Çölü güneyindeki Afrika'da ise her üç kişiden biri açlıkla boğuşuyor. 16 saat bir şey yemediği için, etrafa ateş saçan, "Oruçlu oruçlu...", "Zaten oruçluyuz" vs. gibi bahanelerle çevreden ekstra hoşgörü ve imtiyaz bekleyen insanlara bu sözlerim. Siz sahurda sizi daha uzun süre tok tutmaya yarayan yiyeceklerden oluşan menünüzü tüketirken de, iftarda gün içerisinde hayal ettiğiniz yiyeceklerden oluşan zengin menüleri tüketirken de, sahurda bilmem kaç kilo et tükettiği için Bülent Ersoy'u eleştirirken de Afrika'da ve diğer az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde insanlar hala aç. Sadece 1 ay değil. Bu, orada dünyaya geldikleri için onların kaderi. Gittiğim Avm'lerde sık sık, etrafta koşturup duran şımarık çocuklara rastlıyorum. Yemeğini yemek yerine onunla oynamayı tercih eden ve sadece şımarıklık olsun diye avazı çıktığı kadar ağlayan çocuklar. Sonra resimlerdeki sessiz yüzlere bakıyorum. Onlar da çocuk. Orada dünyaya gelmeyi seçmediler, tıpkı bizim burada dünyaya gelmeyi seçmediğimiz gibi. Onlar için dua etmekten daha iyi bir şey gelmiyor mu elimizden?


Hiç değilse kendi çocuğunuza, yememekte direndiği yiyeceklerden alamayacağı vitaminler için endişelendiğiniz kadar, biraz olsun sevgi ve duyarlılık aşılayabilmek için endişelenin. Aslında dünyayı bu hale getiren şeyin; yiyecek yetersizliği değil, gelişmiş coğrafyalarda yaşayan şımarık yetişkinlerin, hep daha fazlasını elde etme hırsı olduğunun farkına varın ve çocuğunuzun böyle bir yetişkin olmasından endişe edin. Afrika’da bir sürü insan açlık çekerken şeker veya mısır, hatta ve hatta Avrupa’da buğday bile gıda zincirinden çıkarılıp direkt etanol olarak piyasaya sunuluyor. Yani, Afrika'da ekmek ve temel gıda maddesi olarak gereksinim duyulan tahıllardan, Avrupalılar yakıt elde edip araçlarında kullanıyor, buna da biyodizel deniyor. Başka bir örnek daha vermek gerekirse; eminim bazılarınızın evlerinde beslediği kedi ve köpekler, Afrika'daki 3 aylık bebeklerden daha ağırdır. Onların içmedikleri sütü içebiliyor, yemedikleri et ve balığı tüketebiliyorlardır. Temiz sulardan içip, temiz sularla yıkanabiliyorlardır ve oyun oynayabilecekleri oyuncaklara bile sahiptirler. Temiz ve sıcak küçük yatakları ve kulubeleri de vardır. Elindeki küçük kabı birazcık yemek alabilmek için uzatan o çocuk sizin çocuğunuz da olabilirdi. Bu yazıyı yazmaktaki amacım; insanların oruç tutup tutmadıklarına ve ya hangi dine inandığına bakarak yargılamak yerine, herkesin önce kendisine bakmasını sağlamak. Dünyayı değiştirmeyi isteyen herkes değişime önce kendisinden başlamalıdır. Sizinle beraber 16 saat aç kalmayan insanlara sırf bu yüzden öfke kusup saldırıyorsunuz ancak, yılın her günü siz yiyip içerken, Afrika'da açlıkla boğuşan o insanlar sizden nefret etmiyor. Aynı yaratıcıya, sizlerden gelebilecek yardımlar için dua ediyorlar belki de. Sizin onlara verebilecek paranız ve yiyecekleriniz var ancak onların size öğretebileceği şeyler bunlardan çok daha değerli. İnsanların açlıktan ölmesine müsaade eden Tanrı için savaşmayı ve birbirini yemeyi bırakırsa insanlar, dünyanın daha adil bir yer olması için duaya da gerek kalmaz bence. Dünya üzerinde yaşanan bu zıtlığın ana nedeni de kıtlık değil sömürgeciliktir. Yani Tanrı değil, insanoğlunun kendisidir. En kötüsü de zaten her zaman farkında olduğumuz bu gerçekleri çabucak unutabiliyor olmamız. Öyle ya, bizim de banka taksitlerimiz, ödenmeyi bekleyen internet faturamız, gelecek yılın tatil planları için topladığımız broşürlerimiz var. Düşünecek o kadar çok şeyimiz var ki, bir türlü açlıktan ölen insanları hatırlamaya sıra gelmiyor ta ki buna değinen bir yazıyla karşılaşana kadar. Sonra mı? Hiç bir şey. Hiç bir şey yapmıyoruz


genelde. Çünkü gerçek(?) ibadetler daha kolay görünüyor. 16 saat aç kalmak... Bunu bile şikayet ede ede yaptığımızı da unutuyoruz. Size manevi huzur sağlayan gerçek ibadet nedir bilmiyorum ama benim düşünceme göre; eğer bir yerlerde birileri açlıktan ölürken ben tıka basa doyuyorsam, birileri bir yerlerde çıplakken ben en lüks markaların reyonları arasında kendime uygun kıyafetler arıyorsam, birileri dünyanın bir köşesinde içmek için temiz su bulamazken ve ilacı olduğu halde o ilacı temin edemediği için basit hastalıklar yüzünden ölürken, ben tatil köylerinde şezlonglarda biraz daha bronzlaşmanın derdindeysem, kimse bana İNSAN olduğumu söylemesin. Çeşitli dinlere mensup misyonerler haricinde bölgelere gerçekten 'yardım' amacıyla giden ve dünyanın çeşitli yerlerinden yapılan bağışları bölgelere ulaştırabilen kuruluşlar gerçekten çok az ve bağışlar ise yetersiz. Ne yapabiliriz ki? Eğer bağış yapmak isterseniz çeşitli yardım kuruluşları var. Ancak benim önerim, bağışınızı takip edebildiğiniz şeffaf ve köklü kurumları tercih etmeniz. Dini propagandalarla bağış toplamaya çalışan kuruluşlara itibar etmek yerine, kendi sağ duyunuz ve mantığınız ile hareket etmeniz. Sadece bir çocuğun bile hayalleri gerçek olsa, sadece bir kişinin hastalığı bile iyileşse, sadece bir kişi ölümden kurtulsa bile, çok daha fazlasına umut vermiş olacaksınız ve buna paha biçilemez. "Siz yardım edilmiş yoksullar istiyorsunuz, bizse ortadan kaldırılmış yoksulluk." Victor Hugo

Esra Alp

Mina '02 Bazen öyle derin bakıyorsun ki, Bakışındaki sevgiyi hissederek içim ısınıyor. Ne bir kelime ne de bir cümle anlatamaz onu. Sözcükler kifayetsiz kalır yanında. Her şey o kadar boşken öyle bir yer alıyorsun ki yanımda Her şey oluyorsun. Sevinç... Mutluluk... Heyecan... Huzur... Belki korku... Arada bir tereddüt... Ama hepsi öylesine sen, öylesine ben ki, Her birinin tadı ayrı, yanına sen eklenince.

Melek Köroğlu


Duygular Kalpte mi, Beyinde mi? Yazıya şöyle bir soruyla başlamak istiyorum: Yaşamı daha değerli ve daha anlamlı kılan duygularımız acaba ne derece genlerin etkisindedir, örneğin insanların birbirine küsmesinin genetik bir nedeni var mıdır? Aslında küsme bir kırılganlık işaretidir ve kırılma duygusunun doğurduğu bir tepki veya davranış biçimidir. Kırgınlığın şiddetine göre, kişi kendine, dostlarına ve hatta tüm dünyaya küsebilir ve bu duygusal tepkiyi kısa veya uzun süre götürebilir. Kırılma, acı ve aşkla birlikte ruhsal dengemizi en çok etkileyen üç duygudan biridir. İnsanı kıran ve acı veren nedenler arasında üç temel faktör vardır: Kötülükler, hatalar ve gerçekler. Küsmeye neden olan bu üç etken, birbirleriyle iç içe birer ilişki içindedir. Örneğin, gerçekler bizi kırabilir ama hatalı ve rencide edici şekilde yüzümüze vurulduğu zaman, kötülüğe ve acıya dönüşebilir ve küsmeye yol açar. Keza, bize hak ettiğimiz bir kötülük yapılabilir; fakat gerçeği içerdiği hâlde acıya ve kırgınlığa sebep olur. Ayrıca, hatalar hem kötülükleri hem de bir/kaç gerçeği ortaya çıkarabilirler. Kırgınlık duyguların en yanıltıcı olanıdır. Bu becerisi, kendisini gizleyebilmesinden ve sevgi, sempati, saygı, özveri gibi diğer duyguların “postuna” bürünme yeteneğine sahip olmasından kaynaklanır. Birine içten içe küstüğümüz hâlde, yalan bir sevgi ve saygı gösterdiğimiz hâller, kızgınlığın bu "maskesi"ni kullandığı anlardır. İnsanın en şiddetli acılara dayanabilmesi de bu duygunun bir bukalemun gibi rengini değiştirebilme özelliğine sahip olmasındandır: Acıları bir şekilde rasyonalize ederek, dayanılır hâle getirebilmemizi sağlar. Gerçekte, bize çok karmaşık, anlaşılmaz ve mantıksız gelen duygularımız fiziksel birer oluşumdur, evrim kurallarına uyar ve içinde doğa mantığı taşır. Yani bütün duyguların birer mantığı, sebebi ve sonucu vardır. Ve bütün duygular genlerden gelen emirler üzerine üretilen enzimler, hormonlar ve beyindeki nörotransmiter denen salgılar sayesinde oluşurlar. Dar çerçevede mantıksız görünen ve rasyonel düşünce tarafından sürekli dışlanan duygular, geniş perspektiften bakıldığında bilincimizin en vazgeçilmez yapı taşlarından biridir. Ama salt bilgi üzerine oturttuğumuz yanlış eğitim sistemi yüzünden, bu devasa potansiyelimizden yeterince yararlanamamaktayız. Son yıllarda yapılan araştırmalardan sonra IQ testlerinin işe yaramadığı ortaya çıkınca, bunun yerine EQ (duygusal zekâ) testleri uygulanmaya


başlandı. Bu durum "tutsak kalmış" beyinsel ve genetik gücümüzün açığa çıkarılması ve kullanılması bakımından oldukça olumlu bir gelişmedir ve belki daha heyecanlı bir çağın da başlangıç müjdecisidir. Ben bu potansiyel yeteneğimiz sayesinde evrimsel bir sıçrama yapacağımızı bile düşünüyorum. Çünkü bizi diğer canlılardan ayıran ve "üstün" kılan şey; duygusal, psikolojik ve ruhsal yapımızla birlikte beyin hücrelerimizdeki "genetik bilgi bankası"nın hafızadır. Bu genetik belleği ilköğretim, lise ve fakülte gibi üç düzeye ayırmak mümkündür: Temel Evrim Mantığı, Orta Evrim Mantığı ve Üstün Evrim Mantığı. Doğadaki fizik ve matematik kanunlarının evrim yoluyla biyolojimize işlenmiş hâli, Temel Evrim Mantığı içerir. Bu, Biyolojik Bilinç'in bir parçasıdır. Bu bilgi hayatta kalmamızı sağlar: Yani, üreme, beslenme, çevreyi algılama ve bir tehlike anında vurma veya kaçma güdülerini doğurur. Orta Evrim Mantığı: Sınama ve yanılma yöntemiyle öğrenme yeteneğidir. Bunu tüm hayvanlarda ve çocuklarda görebiliriz. Ben buna ham bilinç diyorum. Üstün Evrim Mantığı ise: Akademik düzeyde düşünme, öğrenme, gözleme, rasyonel davranma ve bilgiden bilgi üretmektir. Bu sistem, bazı hayvanlarda ilkel düzeyde gözlenir fakat insanlarda üstün bir gelişme göstermiştir ve Sosyal Bilinç'in bir parçasıdır. İşte bütün duygu ve düşüncelerimiz bu üç mantık düzeyinin kombinezonları ve varyasyonlarıdır. Bu çeşitlemelerin hem negatif hem de pozitif boyutları vardır: Sevgi ve nefret, sevinç ve öfke, mutluluk ve mutsuzluk gibi... Bunların birinden diğerine geçişi çok kolay ve anî olarak gerçekleşebilir. Duyguların oluşumunu bir ağacın anatomisine de benzetebiliriz: Duyguları uyaran sinir hücrelerini ve aralarındaki bağlantıları ağacın köklerine benzetirsek; bu uyarıları tetikleyen düşünce veya dış çevre faktörleri ağacın gövdesi ve dalları olur. Gövde, yani düşünce ve çevre, negatif olduğu zaman bütün dallar ve yapraklar negatif olur ve köklere bile negatif sinyaller ulaşır. O hâlde, pozitif düşünmek ve pozitif çevre koşullarında yaşamak, duygusal denge ve verimlilik bakımından son derece önemli iki etkendir. Bence başarının sırlarından biri de budur. Duygu ile his arasında bir fark var mıdır? Evet, aralarında bir ince ayrım vardır; ama işin içine heyecanı da katarak açıklayalım: His (feeling): Herhangi bir şeye karşı zihinde veya bedende oluşan ve yoğunluğu yüksek olmayan bir duygusal tepkinin farkına varma işidir (awareness). Örneğin bir ayağı topallayarak yürüyen bir kediye duyulan acıma hissi, farkına varılan böylesi bir tepkidir. Duygu (emotion): Farkına varılan bir hissin kuvvetlenerek, bilinçte ve bedende genel bir uyarılmışlık hâli (arousal) oluşturmasıdır. Korku,


üzüntü, aşk gibi... "Kültürel kutsallaştırma" yüzünden çok sayıda insanın yanlış bir inanca kapıldığı gibi, öyle kalbe yerleştirilmiş, manevî bir oluşum değil; aksine tamamen maddî ve bedensel bir olgu olup genlerin ve hormonların bedenimizde ve beynimizde ortaya çıkardıkları etkileridir. Bu arada sözünü ettiğimiz duygusal zekânın da bir tanımını yapmakta yarar olacaktır: Duygusal Zekâ (EQ): Doğru yerde, doğru zamanda, doğru kişiye karşı, doğru duyguyu doğru miktarda kullanabilme yeteneğidir. Duygusal zekânın içeriği henüz tam olarak anlaşılamamıştır ve hatta tanımı bile henüz bilimsellik kazanmamıştır. Fakat öncelikle duygu derken nelerden söz ettiğimizi saptamak ve hafızamızı tazelemek bakımından şu listeye bir göz atmak yerinde olacaktır: - Sevgi (çocuk, aile, dost, millet, insan, Tanrı sevgisi) - Aşk (cinsellik taşıyan romantik sevgi) - Şehvet (cinsel dürtüleri tatmin etme isteği) - Utanma (masumiyet ya da şerefsizlikten doğan duygu) - Acı (yürek acısı, buruk acı gibi) Hırs/İhtiras - Gurur/Övünç - Kuşku/Vesvese - Alınma/Küsme - Panik/Şok - Hayranlık/Gıpta - Mutlu olma - Mutsuz olma - Tatmin olma - Kendini aşağı hissetme - Kendini üstün hissetme - Zevk alma - Hüzün duyma Üzüntü, sevinç, öfke, cesaret, korku, hınçlanma, isyan, kıskançlık, suçluluk, pişmanlık, şefkat, minnet, umutsuzluk, şaşkınlık, bezginlik... Heyecan (excitement) ise: Duyguya oranla daha kısa süreli; ama daha yoğun ve şiddetli bir uyarılmışlık hâlidir. Yani çabuk gelip geçen, şiddetli bir duygudur. "Yüreğim ağzıma geldi!", "Kan beynime sıçradı!" veya "Kendimi zor tuttum!" ifadelerindeki şiddetli duygusal hâller, heyecan kategorisine girerler. Vücudun sadece bir organını veya bölgesini uyarmak gereksinimi ortaya çıktığı zaman, beyin o organa bir sinirsel sinyal (impulse) gönderir ve bu sinyal bir refleks hareketi yaratır. Fakat beyin, bedenin tümünü uyarma ihtiyacı hissettiği zaman, bu işi bir sürü sinyal gönderip zahmetli bir şekilde yapmaz. Hangi duygu veya refleks uyandırılacaksa, o duyguyu gerçekleştirecek hormonları üreten salgı bezlerine bir sinyal gönderir ve bazı hormonlar hemen üretilip, kan dolaşımına akıtılırlar. Böylece en geç 6 saniye içinde, o hormonun yarattığı duyguya kapılırız. Heyecanlanma gerektiği zaman ise, hem hormonlar hem de sinir sistemi kullanılır. Beynimizde, Hipotalamus denen, nohut büyüklüğünde bir "duygu merkezi" var. Bu merkez, bedenin psikofiziksel faaliyetlerini düzenleyen ve “Endokrin Sistemi” denen hormonlar sistemine bağlı olan salgı bezleri ile sıkı bir işbirliği içindedir. Hipotalamus, bu salgı bezlerinin gerekli hormonları ürettikten sonra hedef organlara gönderilmelerinde önemli bir rol oynar. Troit bezi, Hipofiz bezi, Epifiz bezi, pankreas, testisler, yumurtalıklar ve diğer birkaç organdan çeşitli hormonlar salgılanır. İşte bu hormonlar sayesinde ve vücuttaki bazı fizyolojik fonksiyonlar sonucu hislenir, duygulanır ya da heyecanlanırız.


Duygulanmamızı sağlayan bir başka neden de beynimizin ürettiği "nörotransmiter" denen kimyasallardır. Bunların bazıları eroin, kokain, esrar, ekstasi, kafein veya alkol ile eşdeğer etkiler oluştururlar.

Mehmet Sağlam

Yaşamın Kareleri; Prens Adaları Bora EKE'nin kamerasından Yaşamın Kareleri: "Prens Adaları, İstanbul" Yaşamın Kareleri üzerine... Hayat denen yolculuğa yalnız başlayıp, onu yine yalnız tamamlayacağımız aşikar. Bununla birlikte kendini bulmak adına yola çıkmış bir insanın, yolculuğu süresince ne yalnızlığı ne de ölümlülüğü bâki değildir. Yolculuğun boyunca yaşadığın hatıralar, müjdeleyicisi olur mutluluğu getiren yeni haberlerin! Yola çıkmak ve yoldakileri anlayabilmek, farklıklara ve bunun yaratmış olduğu çeşitliliğe tolerans gösterebilmek, hayatın tualine kendinden bir renk katabilmek.

Prens Adaları Yer: İstanbul. Gerek tarihi gerekse kültürüyle medeniyetlere ev sahipliği yapmış yaşayan bir şehir. Hayatımın yeni sayfasında bir süreliğine sizlere buradan yazıyor olacağım. İnsanların ve binaların kalabalığından bir kaçış benim için adalar. İnsanı güzellikleriyle ve sadeliğiyle büyüleyen bir yoldaş.


Bostancı sahilinden yola çıkıyorum. Vapurumuz sırayla Büyükada, Heybeliada, Burgazada ve Kınalıadaya uğrayacak. Seçimimi Burgazada'dan yana kullanıyorum. Nedeni, bir mecmuadan Sait Faik Abasıyanık'ın müzeye dönüştürülmüş evinin burada olduğunu öğrenmiş olmam. Adaya inince sizi karşılayan da uğurlayan da zaten Abasıyanık'ın tahtadan oyulmuş heykeli oluyor. Şirin bir kasaba merkezi var. Elimde kameramla yürümeye başlıyorum. Denize girilen koyları, yeşil tepeleri aşıyorum. Ara sıra yanımdan bisikletliler ve turistleri taşıyan faytonlar geçiyor. Bir ara ağaçların altında soluklanırken, mis gibi çam kokususunu soluyorum cigerlerime. Adanın uzak noktalarında kiliseyi buluyorum. Abasıyanık'ın müze evinin kilisenin yakınında olduğunu bildiğimden heyecanlanıyorum. Kilise kısmen kapalı, giriş kısmında benim gibi bir turist var. Çıkışta turistle selamlaşıp, ona Abasıyanık'ın müze evinden bahsediyorum ve o da bana katılabileceğini söylüyor. Cleal nerelimiymiş? Vancouver. Dünya ne kadar da küçük. Beni tanıyanlar Vancouver'ın hayatımdaki yerini bilir. Müze tadilatta olduğunu öğrenince, sahile karşı biralarımızı içtikten sonra Büyükada'ya geçiyoruz. Size Büyükada'yı nasıl anlatsam? Küçük, sevimli ama biraz da kalabalık bir kasaba merkezi var. Etrafınızda dondurmacılar, lokmacılar, restoranlar, kafeler. Bu adada faytonlar ve bisikletliler her yerde! Etrafta beyaz boyalı tahta oymalı villalar var. Bir kahvehanede İzmir lokmaları ile çayımızı yudumlarken, Cleal'a pişti oynamayı öğretiyorum. Karnımız acıkınca da ara sokaklarda salaş bir lokantada mantımızı yiyoruz.


Vapurla dönüş yolundayız. Kararan hava içinde ışıklarıyla parlayan adalar; bana ben burdayım ve seni bekliyor olacağım diyor sanki! Geri geleceğim. Şimdi sıra yaşamın karelerinde. Huzur ve sevgiyle,

Bora Eke 28.07.2012 Adalar, İstanbul, Türkiye


Nefis ve Aklın İnanılmaz Birlikteliği, Zıtlıkların Ahengi Evde bir kadın ve bir koca, bitmek bilmeyen bir kavga, huzursuzluk had safhada, hep sorun ve sıkıntı. Geçim darlığı, iflah olmaz çözümlenmesi çok zor olan para sıkıntısı, yetersizlik. İşte bu gerçekler hayatın içinden, her an şahit olduğumuz güncel olaylar. Herbirimizin yaşantısında az da olsa bu tip hadiseler olmuyor değil. Birilerimizin ebeveyinleri, yakınlarımızdaki akrabalarımız veya komşularımız. Öyle bir dünya ki paranın tüm değerlerden çok önde, -tabi bu parasız yaşamalı anlamına gelmez- eldeki kanaatın asıl önemlisi şükür kasasının kilitli olması ve bizleri daima almadığmız, alamadığımız, yani acil ihtiyaçların dışında sıkıntıya sokan gereksiz harcamalar. Kadın bir nefisse adam bir akıl, bu ikilinin bitmez kavgaları. Tek tarafı dinlersek her ikisi de haklı. Kadın isteklerinin eseri adamsa mantığının esiri. Bu mücadelede bir tarafın ikna olması şart. Kadın tüm isteklerini, ihtiyaçlarını sayıp dökmekte, hak vermemek elde değil. Adamsa biraz sabrı tavsiye etmekte, bu hırsın ve bitmek bilmez arzuların sonunda hem kemdini hem de çevresini mutsuz edip uyumlu olabilmenin, olaylara biraz daha sakin ve ılımlı yaklaşabilmenin... Adamın ona bir ayna olabilmesi, o aynaki tüm gönülleri eritir. Çirkini güzel gösterir. Sen de kirli bir aynaysan karşındaki o çehreyi zaten ne kadar güzel ve alımlı gösterebilir? Paslı bir aynadan kendini ne kadar güzel görebilirsin? Sonunda ortak bir karar alınması şart. Anlaşmak muhabbet sonu rahmet kökünden, Allah'ın kullarına en büyük tecellisi. İmkanlar dahilinde kendileri için çok değer verdikleri bir eşyanın elden çıkarılması ve parasal anlamda biraz rahatlama fakat en önemlisi karşılıklı anlayış sevgi ve hoşgörü. Hz. Mevlana'nın Mesnevi Şerifinde bahsettiği bir mükemmel hikaye var. Sanki yaşadığımız olayları bize öylesine resmediyor ki inanın günümüzde bu tip olayları sıklıkla görüyoruz. Bir bedevi karı-koca ve onlar arasında geçen ve bitmeyen kavgaları var. Bu aile çok fakir ve gerçekten düşkün, bitkin ve muhtaç insanlar. İnanılmaz sefil bir yaşam. Bedevi kadın haklı olarak tüm bu sefil yaşantısını isyan ederek ve adama, kocasına her an hakaret edip; bu sefaletten biran evvel kurtulmalarının daha insanca yaşamalarının ve bir kadın olarak buna fazlası ile değer olduğunu haklı bir şekilde kocasına haykırıyor. Kocası da bir sabır abidesi ve daima bu sıkıntılarının bir gün mutlaka geçeceğini, bu hayatın sıkıntılarının normal karşılamasını, isyan etmeyip Allah'a en azından sağlığı için dua etmasini ve niyazda bulunmasını anlatıyor. Bu tavsiyeler kadıncağızın bu durumdan kurtulması için ikna ediyor ve bu hakaret dolu sözleri kocasına söylediği için utanç duyup, o benim gücüm erkeğim ve dayanağım, ben de onu kırıp dökersem kim benim dayanağım olabilir, belki çok bedbaht olabilirim


ama enazından şu anda namusum ve iffetim kocamın garantisinde, bu benim için çok önemli. Yaşadığımız şu hayatta pişmanlık duymak ne kadar önemli bir hadisedir. Kuran-ı Kerim'de çok yerde 'leyte' kelimesi geçer. Yani keşke, keşke yapmasaydım, etmeseydim, neden yaptım, bu yanlış bir davranış biçimi gibi kelimeler bizleri hiç rahat bırakmaz. Bir de yapılan hataların günah olarak ahiret hayatında karşımıza çıkması, işte bu durum hem çok acı hem de telafisi mümkün olmayan bir davranış biçimidir. Bu yüzden bedevi karısının dünyadaki pişmanlığı bakın onu nasıl bir hayat tarzına sürüklüyor. Sonra bu ailenin yaşadığı yer çölün ortasında ve burada yağan yağmurları belli bir müddet toplayıp biriktirmeleri ve bu suları bir testide saklamaları gerekiyor. Bu su onlar için ne kadar kıymetli. Sonra düşünüp ortak bir karar alıyorlar. Bu testiyi o bölgenin sultanına hediye edip, bu çok kıymetli hediyelerinin sultan tarafından kabul görüp onları bu sefaletten kurtaracak bir yol olması, belki de bir testi dolusu altın ile ödüllenebilecekleri. Daha sonra adamın o çok kıymetli testiyi sıkı sıkı sarıp o beldenin hükümdarına sunması ve padişah yakınlarının o hediyeyi kabul edip ona gerçekten hayal edilmesi mümkün olmayan bir testi dolusu altın vermesi. Bu inanılması zor bir olay. Fakat asıl önemli olan adamın bu şehre giderken çok uzun ve sonsuz Dicle nehrinin kenarından yürüyerek o saraya gelmesi. Sonra bu sultanın ne kadar çömert olduğunu düşünmesi bizim için şu yağmur suyu ne kadar kıymetli iken halbuki sultanın içinde bulunduğu beldenin bitmek tükenmek bilmeyen bir nehri var. Allah'ım bizim için şu kıymetli olan testimiz bu nehrin karşısında ne kadar önemli olabilir. Ben bu yolculuğumda o nehrin suyunu içtim sanki abuhayat, sandal ile yolculuk yaptım, şimdi bu ummanda seyehat etmenin bahtiyarlığını yaşıyorum. Bu nasıl bir durum. Saygıdeğer arkadaşlarım ve gönül dostlarım bir an düşünürsek bize anlatılan, iyiye ve güzele ulaşabilme gayesi ve niyetinin ne kadar önemli olduğu. Ayrıca anlaşmak, uzlaşmak, gereksiz kırgınlıkları terk edip tevekkül ile yola çıkmak ve Allah'ın bu kadar büyük hazinesinde bizim için çok değerli olan bir şeyin ne kadar küçük ve değersiz olduğu, fakat doğruyu bulmak adına bize daha dünyada verilen bu sonsuz nimetler. Bedevi adamın bir testi dolusu altın sahibi olması bizim de şu hayatta sonsuz nimetlerle mükafatlandırılmamız. İşte bu hikaye gerçek bir niyetin yani nefis ile aklın mücadelesinde vicdanın hakemliğinde bizleri ne kadar sonsuz bir mutluluğa eriştirebilmesi. Bu ikilinin zıtlığından çıkan o muhteşem birliktelik gerçekten zıtlık ahengi. İnanın bu sonu gelmez güzelliklerle bezenmiş ve bu çekim güçlerinin birbirlerini çekmesi bir mıknatısın yapısı gibi, var oluşumuzun gayesi. Hayatı böyle görmek, böyle yaşamak, duygularımızın bu rotada seyir etmesi adına sizleri en içten duygularımla selamlıyorum. Rabbim bu duygularımızı içimizden eksiltmesin.

Neyzen Ahmet Hamdi Erdoğmuş


Ben ve An'larım Benim en güzel hikayemdir çocukluğum. Umarsızca sokakta saklambaç oynadığım, kaygıların, sorumlulukların olmadığı, tümüyle gerçek ve karşılıksız dostluklarla yüklü, bir sakıza tav olan ben. Anlar, zamanla yaşadığımız parçalar ve hayatsa bunların kitaba çevrildiği başarılı bir yapıttır bana göre. İçindekiler sayfası en son yazılan ve düzeltme, tekrar okuma şansımız olmayan kişiye özel ve herkesin sahip olduğu bir yapıt ki asla din, dil, ırk, iyi, kötü, çirkin ayrımı olmayan tek şeydir bana göre hayat. Tek olduğu için de özeldir aslında. Hata kabul etmez, ileri-geri-durdur ya da başlat tuşu yoktur. Tam bir macera içerir, bu yüzden yarın ne olacağımız bile belli değildir. Yine bu yüzden sevmem belki de söz vermeyi; tutmak istemediğimden değildir aslında ya tutamazsam düşüncesiyle gereksiz bulurum. Eğer verilen sözler tutulabilseydi ölüm bile olmazdı, çünkü sevdiğimiz kimse bizi burada bırakıp gitmezdi. Çünkü tek ayrılıktır ölüm benim için, diğerleri bir güzel söze, bir özre, bir kere de olsa gururu yenişe yenilecek ayrılıklardır. Bu akşam uzun bir yürüyüş yapıp düşünmek istedim. Sokaklar arasında dolanırken burnuma gelen bir koku beni çocukluğuma götürdü. Aklıma 6 ay önce doğum günümde kaybettiğim halam geldi. Bu koku uzun zamandır yürüyüşe çıkmadığım için duymadığım hatta unuttuğum bir kokuydu, yasemen kokusu. Halam bize yakın otururdu, yazları ailecek birer külah dondurma alır yürüyerek halama giderdik. O yol boyunca duyardım bu kokuyu. Birkaç tane koparır halama da götürürdüm. Hatta bir taneyi de kesin kulağımın arkasına takardım. :) Balkonda oturur karpuz yerdik, hep eskilerden konuşulurdu. Halamın balkon masasındaki fesleğenin canına okurdum, bazen de kuzenlerle oturur 'süper baba' dizisini izlerdik. Bunlar o kokuyla gözümün önünden film şeridi gibi geçti saniyeler içinde, biran gülümsetse de beni buruktu bu gülümseme artık halama giderken koparamayacağım yasemenleri, fesleğenini mahvedemeyeceğim, onun mükemmel kol böreğinden yiyemeyeceğim bayramları ya da, ya da ya da işte...


Artık evlendiği için, ayrı şehirlerde olduğu için, çalıştığı için çoğu kuzenimle bile görüşemiyorum. Sanırım üzerinden inmediğim patenlerimi deli gibi özledim, biraz daha gaza gelsem topumu kapıp sokaktaki çocuklarla oyun oynamaya ineceğim. Bütün eski çocukluk arkadaşlarımı toplayıp yine eski buluşma yerimizde, basket sahasında toplayacağım hepsini, en azından kalanları... Ve bir geri tuşu olsa da en yaşlı arkadaşım, ressam Mustafa amcamı geri getirsem, oturup sanat üzerine yine delilerce konuşsak. O sarma sigaralarını sararken bana bir kitap uzatsa ve bunu kesinlikle okumalısın dese. Kuzenim Gaye hala üst katımızda olsa, balkonlara çıkıp bütün şehri balonlara boğalım desek ve nefesimiz bitene kadar yapsak yine o köpük balonlardan ve sonra seyretsek en yükseğe hangisi çıkacak diye. Arka bahçedeki duvara oturup güneş batana kadar orada hayal kursak, ki birçoğunu hayalden çıkarıp gerçeğe çevirmiş olsak da eksik bir şeyler, o zaman hayalken ki mutluluğu vermiyor. Büyümek bu sanırım; sevdiklerinin ölümüne tanıklık etmek, büyüdükçe çoğu çocukluk arkadaşını kaybetmek, akrabalarınla bile iş ya da okul sebebiyle görüşememek, başka şehirlere ülkelere dağılmak, düne kadar elimizde buzylerle top oynarken şimdi kapımızın önünde top oynayan çocuklara gürültü yaptıkları için kızmak. Çocukken küslükler en fazla birkaç saat sürerken belki çok sevdiklerimizi saçma sapan yere, nedensiz kaybetmek. Çoğu insan maalesef ki kaybettikten sonra biliyor bazı şeylerin kıymetini. Gerçi tam da bu noktada 'kader gerçekten var mıdır?' sorusu çıkıyor karşıma. Benjamin Button'ın tuhaf hikayesinde anlatıldığı gibi 'eğer 2 dk sonra çıksaydı o araba ona çarpmayacaktı ya da eğer o akşam arkadaşlarıyla dışarı çıkmak yerine eve gitmeyi tercih etseydi o araba yine ona çarpmayacaktı çünkü o saatte orada olmayacaktı ama o o saatte ve orada olmayı seçti' gibi bir bölümü vardır, tam replikleri hatırlamasam da bu tarz bir şeylerden bahseder, yani kader seçimimizdir. Ancak kader başkasının kaderinde bizi etkisiz eleman kılar. Bir insanı hayatınızda çok isteseniz bile o sizden vazgeçtiği an bu onun kaderi ve seçimidir, siz ancak kendi kaderinizin yolları arasında tercih şansına sahipsiniz. Kısaca başkasının kaderinin başladığı yerde sizin kaderiniz biter. Bu noktadaki ayrılık da aslına bakarsanız karşınızdakinin sizi ya da sizin karşınızdakini öldürmenizden farklı bir şey değildir.


Hayat bizi yaşadıkça güçlendiriyor mu? Yoksa sadece tecrübe katıyor ama hala yıpratıyor mu? Çünkü biz çoğu şeyi yaşayıp sonuçlarının ne kadar olumsuz olduğunu görsek de tekrar başlayabiliyoruz. Beni öldürmeyen şey beni güçlendirir diyen Friedrich Nietzsche aslında yanılıyor da biz mi balık gibi bir hafızaya sahibiz tekrar aynı hataları yapıyoruz? Hem de aslında güçlenmeden baştan baştan tüketerek keşkelerle yüklü bir hayata daha da keşke katılıyor ve avunmak için mi ben hatalarımdan keşkelerimden memnunum diyoruz? Aslında bu kendimizi kandırmak mı? Bu konuda Murathan Mungan'ın bir sözü çok hoşuma gidiyor; "Hatırlamak için bir hafızamız varken, unutmak için elimizde hiçbir şeyin olmaması; hayatın bize attığı en büyük kazıktır." Hayat bize çok uzun gelen aslında kısa metrajlı olan bir dizi gibi bazen güzel bazen hüzünlü bazen saçma sapan oyuncuların dahil olup yuh bu nereden çıktı şimdi dediğimiz. Onu güzelleştirmek için en güzel anınızı düşünün ve ondan uzaklaşmamaya çalışın, kısacası çocuk kalın çünkü uzaklaştığınızı anlamanızı sağlayan bir koku, bir tad, bir sokak size dönemediğiniz ve uzaklaştığınız anılara götürdüğünde mutlu değil buruk bir gülümseme beliriyor yüzünüzde. Sevdiklerinizi şuan sevin, onları şuan görün, onları şuan özleyin, onları güzel hatırlayın.

Nilgün Hepyalçın

Kaçak '11 Unutmamak için karalıyorum seni bembeyaz bulutlara Grimsi bir tona kavuştuğunda yüreğimden akan yaşlar gibi süzülüyorsun avuçlarıma Sana dokunmak için daha fazla karalıyorum gökyüzünü Bir daha mavilik olmayacakmış gibi Sonra gece oluyorsun sensiz düşlerime Bırakıyorum seni ayın hüzünlü matemine Yıldızları örtüyorum üzerine Her kayan yıldızda seni diliyorum kelimelerce Konuşmak için sesleri siliyorum sesinle Ve bir tek şarkımızı bırakıyorum geride Sadece sana söylenmek üzere...

Işık Yavuz


İçimdeki Geceler Ben ne zaman hiçbir şeyi sevmesem, İzmir’de gece olmuyor. Ya gündüzü seviyor çok fazla, Ya da hiç sevmiyor geceyi. Doğru olmayanın yanlış olmayışı gibi.. Bir şeyi sevmek onu her şeyiyle sevmeyi gerektirir. Ben İzmir’i de geceyi de seviyorum. Ve bir de benliğimde ki, seni Hem sevgim kaça bölünebilir ki? Sana, ona, dokuza.. Hep gündüz olmaz, Gecem olabilirsin, Hiçbir şeyi sevmediğim zamanlarda..

Ayşe Yılmaz

Hoşgeldin / Dobro Dosli Gönlüne ateş düşmüş gayrı, Sözün yoktur neyleyim, Belli ki kırılmış kalbin, Anlatmazsan ben neyleyim... Ateş yanar ağır ağır, İçine işler anlamazsın, Sonra çıkar acısı, Haykırsan da duyuramazsın... Son kez derim sana; Yarim gelmezsen bana, Ben neyleyim, kime ne diyeyim... Ey sevgili geldin iyi ettin, Şahit olur bülbüller bize, Anlat ne var ne yok içinde, Sen çok söyle ben neyleyim...

Serenay Öztürk 01.08.2012


Kayıp Giden Kayıp Birine Kahramanım dedim; o hep kurtarır prensesi dedim. Ateş atan canavarı falan dinlemez dedim. Aşk; beklemektir dedim. Hatta aşk üzülmektir; acısı bile kıymetlidir dedim (mazoşistçe). Sana haklı sebepler aradım durdum. Bana rağmen; bana kafa tuttum. Tutmak istedim seni. Belki tutunmak da istedim bencilce. Belki bakıp susmak istedim... Sevmek istedim sonra. Sevilmekten daha fazla. Sözler var; yutmak var, unutmak var. Seviyorum seni demek, demek bu kadar kolay. Sence: bomboş sevmek ya da beklememek! Hayır. Kendini daha fazla yorma. Önceleri seni sevmeyi sevdiğimi düşünüyordum. Çünkü sen yoktun; tek kişilik oynuyordum. Kocaman bir sendi aramızdaki. İçimdekinin sen olmadığını; Senle mutlu olamadığımda anladım. Acıydın tadı damağımda. Mutluluk aynasına tutulan ama değişmeyen sen! En zoru itiraf etmekti bunu bana: "Ne çok senli ve ne çok bensizsin. ne çok senli ve ne çok sensizim. korkarım bensiz kalmamdan sensiz kalmamdan fazla. bensiz olmaz... senli olsam da." Şimdi sadece benim gördüğüm aşk maskeni çıkarıyorum... İçimdeki: Hadi vedalaşalım! Gidiş vakti içimden. Yüreğimden. Gözlerimden.

Melike Meral

Eylül 2010


Doğru Sandığımız Yanlış İnsanlara İthafen... Herkesin içinde midir yalnızlığı bu yüzden midir kalabalık kırgınlıkları ve yolun başındayken başlayan kaçışları... Hep bir sonranın yükü müdür yoksa geçmişte kalmanın ağır hamallığı mı? O sabırsız bekleyişlerin gelmeyen sonu... Konuştukların mı unuttukların mı yoksa geride bıraktıkların mıdır bu soğukluğun adı? ... Kimileri vardır hayatında, iyi ki dersin... Kimileri hatadır geç anlarsın ama öğrenmiş de sayarsın kendini şimdi için daha rahat. Ne yanlışlar yaparsın ne zamanlar harcarsın ve sonra bakmışsın ki her şey yerli yerinde ama kalbin daha da dağınık. Bazen... Gidende kalırsın kaldığında gittiğini fark edersin bu nasıl yalnızlık diyemezsin. "son" dersin ve bazen de "keşke" kalır dilinde bilemezsin başlangıçların olur ve artık hepsi yeni bir sona daha yakın durur.

yeni

Ne çok yanlış tanımışsındır da yine de tanışmışsındır kaygın tek doğruyu aramaktan mıdır? Bilemezsin. Ne çok konuşur insan kendisiyle ne çok dinlemez karşısındakiler nasıl sessiz kalırsın, nasıl boşver der insan, içindekilerine bu kadar inanmışken. Kim haklı dersin kendinden başlarsın sıralamaya aklından geçenler kalbinde kaybeder hak kalır, "o" gururuna haksızmışsın diyemezsin. Ne çok değer verir ne çok eksiltirsin gözünde nasıl büyütürsün uzaktan gördüklerini kalbinde... Ne büyük sözler duyarsın, "nasıl bu kadar kolay söylenebildiklerine inanırsan" işte o kadar çabuk kırılırsın yanlış isimlerde. Geçen zamanlar aklından geçirdiklerini de siler kalbinden, kalmaz kimsenin ayak izleri kendine daha fazla acı çektirmeden... Belki de güvenemezsin kimselere yine de "o" kimselerden, çok yanlıştan tek doğruya ulaşmak istersin işte... ...


Kimi sever insan, inandığını mı güvendiğini mi neyi kabul eder insan, hatayı mı onun affını mı? Kime küser insan, çok sevdiğine mi yoksa samimiyetinin göz göre göre yok edildiğine mi? Ne inandırır insanı, çok şey söylemek mi az sözle "çok" anlatılamaz mı? Öyleyse herkeste niye bu hayret... Bazen... Yeniden inanmak için en başından başlayarak tanışmayı istediğimiz insanlar, doğru sandığımızda yanıldığımızı anladığımız insanlar, sevdim derken unutmak için çabaladığımız insanlar hatayı affetmeyi göze alabildiğimiz insanlar ve değerinden düşen insanlar... Değmiyor hayatlarımıza artık isimleri, yetmiyor kalbimize sözleri... Bu yüzden! Çok inandığımızdan çok "insan" sandığımızdan ve çok kırıldığımızdan dolayı "kaçtığımız" insanlar şimdi; Hoş"çakal"sınlar.

Ece Çekiç

Sürekli Giden Adam Kütüphanenin düzenli raflarının arasındaki kadın, ağzımdan çıkan kelimeler karşısında şaşkınlığını gizleyememişti. Gözleri dolmuş olacak ki, bana belli etmemek için rafa doğru dönüp, elleriyle kitapları oymaya başladı. Boğazında bir yutkunma hissi olmasa söylemek istediği yüzlerce şey vardı. Kesinlikle bir şeyler söylemeliydi. Küfür bile edebilirdi ve en önemlisi susabilirdi. Ama... Onu tanıdığım için, susmayacağını biliyordum... Oradan sessizce çıktığımı hatırlıyorum. Arkamda yine kocaman bir anı bırakmıştım. Her adımımda geleceğe adım atmak deyiminin bütün anlamlarının bende hiçbir etki yaratmadığına tanık oluyordum. Geçmişten gelen ve hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir sancı ve her defasında başka bir kadına doğru adım attığımda daha şiddetli bir sancı, vücudumun bütün gözeneklerinden kalbime doğru bir baskı yapıyordu. Her defasında aynı şeyi yaşıyordum. Hayatım geçmişten kaçmak ve geleceğe adım atmak deyimlerinin komutasındaydı ve ben artık savaşmaktan yorulmuştum. Bu düşünceler eşiğinde adımlarım hızlanmıştı. Biraz sonra yorulduğumu fark edince bir banka oturdum. Cebimden çıkardığım not defterim, bir de sürekli olarak kullandığım, annemin on altıncı yaş günümde hediye ettiği dolma kalem bana eşlik ediyordu. Dolma kalemler kağıt dandikse, tıpkı


hayat gibi bir sonraki sayfaya iz bırakır. Tabi, yeni bir başlangıç için arkasına iz bırakacak bir sayfa daha vardır not defterimde. Yeni başlangıçlar, daha yeni başlangıçlar ve daha da yeni başlangıçlar... İşte asıl sorun da buydu. Bana göre yeni başlangıçların bir prensibi olmalıydı ve ben prensipsiz yeni başlangıç alışkanlığına sahiptim. Oturduğum banktan etrafıma baktığımda, karşımdaki bankta annesinin elini sıkıca tutan bir çocuk. Saçı beyazlaşmasına rağmen dökülmemiş ve elinde bastonuyla aksak bir ihtiyar. Elinde telefon, gözünde ayan beyan markası belli olan gözlüklü bir genç kız ve görünüşlerini daha fazla anlatamayacağım insanlar... Gökyüzünde ise her zamanki gibi martılar, onları her anlatışımda sıkça bahsettiğim gibi, özgürce uçuyorlardı. Not defterime düştüğüm ilk giriş şuydu: 'Acaba, şu çetrefilli dünyaya ana rahminden değil de, bir martının ıkına ıkına salıverdiği yumurtasını, çatlata çatlata gelseydim. Kanatlarım olsaydı. Uçabilseydim. Daha mı özgür olurdum?' Belki de özgürlük bizim henüz anlamını bilmediğimiz ve anlamaya çalıştığımız bir kavramdır. Ya da bize nesillerdir özgürlüğü anlatan düşünürler saçmalamaktan öteye gidemedi. Oysa özgürlük bir çocuğun, annesinin elini tutarken, onu annesinden başka kimsenin koruyamayacağı güdüsünde saklı değil mi? Ya da mevsimler... Yoksa sadece mevsim oldukları için mi güzeldi? Sonbaharda dökülen yaprakları, ilkbaharda yeşeren çiçekleri, yaz gelince kışı, kış gelince yazı isteyişimiz. Yoksa birini unutmaya çalışmak, sürekli değişen mevsimlerde farklı bir umut aramak mıydı? İnsanlar bu yüzden mi mevsimlerden sıkılıyorlardı? Bir keresinde hayat bana, hiç ummayacağım bir mevsimde bir şey öğretti. Kütüphaneden çıktığımda, arkamda bıraktığım kadının öğrettiği şeydi bu. 'Sen herhangi biri tarafından yalnız bırakılmamışsın. Yalnızlığı seçmişsin. Yalnızlık senin için bir verimlilik dönemi. Ama insansın sonuçta. Seninde bu dönemden sıkıldığın oluyor ve bu seni bir kadına yöneltiyor. Ve şimdi beni bulduğun yerde bırakıyorsun.' demişti. Yerden göğe haklıydı. Haklı olabilme ihtimalimin olmadığını susarak gittiğimde anlamıştım. Aklımda Murathan Mungan'ın bir sözüyle, bir daha hiç bir bedeni kırmayacağıma dair söz vererek gittim. 'Ve işte o zaman kırdığın bu kalp, şimdi kırıyor başka kalpleri! Aşkta kazanmak dedikleri kaybetmektir bir çok şeyi.'

Tuncay Ünaydın


Jamais vu X Karanlıkta aynalar bile susarken, bir gölge gibi geçip gidiyorsun geceden. Bir su damlasının ardından bakıyor gibiyim, Her şey tepetaklak görünüyor neden? Bir kelebek öldürdüm bugün. Tozunu üfledim kurtulur gibi geçmişten. Bunun dışında olağan bir gündü. Aynı zamanda ateşin etrafında çocuklara anlatılan bir hikaye gibi ürkütücü... Ben senin hatırlamadığın rüyalarınım. Hiç duymadığın ve duymayacağın bir ucuyum dünyanın. Yapmadığımız her şey hala birer olasılıkken, Umut yüzdürmek ne kadar zor artık Göl yeşili gözlerinden... Ayaklarını sokmuyorsun körfeze mehtap umrunda değil, Zeytin dallarının farkında da olmayacaksın eylül'de. Ama işte sen oradasın benim şehrimde. Ben yıldızların kimseyle göz göze gelmediği bir kentte her sabah ışıkları söndürüp öyle giriyorum kendi düşüme... Göçmen bir kız elinden tutuyor ve sen küçük bir sahil kasabasında kayboluyorsun gözden. Çocuklar bilmiyor nereye gittiğini. Kimse seni görmüyor. Beyaz badanalı evler, Mavi panjurlu pencerelerden sarkan sümbüller, Arnavut kaldırımlar, Ahşap mahalle tabelaları, Herkes, her şey susuyor. Denizin kenarına kadar iniyorum, Nereye saklandığını bilsem, Gelip bulmaya korkuyorum... Göçmen bir kız elinden tutuyor, Ve sen kayboluyorsun gözlerimden... Her sabah uyandığımda başucumda ağlayan Küçük bir kız, ayaklarında denizin kumu,


Hayallerini kum saatinin kumlarına gömmüş, ters çevirmeye korkuyor şimdi... Sürekli bitip bitip yeniden başlayan şeyler... Tıpkı geceyle gündüz gibi, Bir birini kovalayan mevsimler gibi, Düşler gibi... Her şey bir öpücükle başlıyor ve bir öpücükle bitebiliyor her şey... Yalan diyip burun kıvırdığımız aşk gibi...

Esra Alp

Son Kez... Bir şeyler yazmazsam deliricek gibi oldum yine... Ya şurada işten çıkmış, güzel bir yürüyüş yapmış, evime gelmiş dinleniyorum. Hafta sonu sınav var, oturup ders çalışayım dedim. Kafamda dönüp duran o kadar tilki rahat durmuyor tabi... Ben kendi halinde bir insanım yahu, ne isterler benden anlamam. Kötülük yapmam, yapmayı da sevmem, günahtan korkarım, inancım kuvvetlidir... Kendimi tanıtmak gibi bir hevesim yok tabi de insanın artık gırtlağından burnuna, ordan tepesine kadar gelince bir şeyler söyleme ihtiyacı duyuyor. Şu insan(cık)lar var ya, dövesim geliyor... Şükrünü bilmiyor çoğu, elindekinin kıymetini bilmiyor... Yok yok katlanamıyorum. Kendimi sıkmaktan midemde ülser başladı... Sevmeyeyim diyorum, kimseyi sevmeyeyim yaa, n'olcak arkadaş... Kıymet de vermeyeyim, güvenmeyeyim de. Rahat batıyor, rahat! Ben en iyisi 'duygu' organlarımı aldırayım. İhtiyacı olan ki çevremde bir hayli fazla, onlara bağışlarım. Bak yine ne kadar iyi niyetliyim... Benden adam olmaz. İki kuruşluk keyfimi, mutluluğumu beş para etmez sebeplerle bitirdirler, bitirdi, bitirdim... Şöyle isyan edecek gibi oluyorum sonra diyorum ki dur vardır bu işte de bir hayır. Yok karşıma çıkan bu yaratıkların hepsi mi aynı olmak zorunda. O kadar model bakıyorum, bu değişikti yaa ama olmadı. Aynı! Tüh ki ne tüh, aynı be aynı.


İçimdeki şu hırçınlığı, öfkeyi nasıl atsam bilemedim... Beni ıssız bir yere götürün, kimse olmasın, avazım çıktığı kadar bağırayım, söveyim. Ohh be düşüncesi bile rahatlatıyor. Derdiniz ne arkadaş; fazla aşk mı, sadakat mi, inanç mı batıyor? Ne yapmak lazım anlamadım ki... Anlamıyorlar. Bak sana kıymet veriyor mu, başka türlü mü anlatsam, bunun için şınav mı çekeyim? Bak seni seviyorum eheheeh 50 şınav... peh peh peh!.. Saçmalamakta sınır yok arkadaş. Hem mantıklı, aklı başında, uslu, terbiyeli, hanım hanımcık olduk da ne oldu? Önünü ilikleyip de küfrettiler yine. Bu yaratıklar hep aynı... Çin'e mi yerleşsem? Yeni bir model çıkartır onlar; şöyle vazgeçmeyen, adam gibi seven, üretim hatası olmayan... Bak ya bu aklıma feci yattı. Ama daha önce uçağa binmedim, binemem galiba emin değilim. Buradan yürüyerek kaç km sürer ki acep? Bu seni seviyorum cümlesini ulu orta kullanan herifler var ya hepinizin ..... yüreğini seveyim mi? Anladın sen anladın... Bir yürekle oynamak günahtır be günah! Ruhu kayıp insancıklar, ah alarak çok yaşayamazsınız; mutsuzluk ebedi sizin için. Bir de para olayı var değil mi! Parasız saadet olmaz arkadaş; kim demiş hava bedava, su bedava diye? O para, şu para, efendime söyleyeyim insanlık parayla, dostluk parayla, güven parayla, aşk parayla ... parayla, parayla, parayla... Hiç unutmuyorum işe başladığım ilk zamanlarda bir tane ayakkabım vardı; sadece bir tane! O da benim değil, ablamındı. Gizli gizli giyerdim. Sonra eve gelince temizler yerine koyardım. Param yoktu. Yokluğu da bildim... Ama mutsuz olmadım. Mutluluğu paraya bağlamadım. Paylaştım neyim varsa... Temiz yürekliliğin karşılığı hep alınır. Aç sözlülüğün sonu yok. Parasız yuva da olur, aşk da olur, mutluluk da olur... Alnının teri olduğu sürece, insan gibi, hakla çalıştığın sürece, sofranda bir tane ekmek, iki zeytin de olsa, doyduğun sürece mutlusundur. Şükredin... Demem o ki birini seviyorsan eğer, adam ol! Değişme. Değiştirmeye kalkışma. Güven ver, huzur ver. Bi' huzur ver ya... Bu yazının ucu iyice argoya bağlayacak. Çok sevdiğim bir sözle kapanış yapayım: "Aldanma insanların samimiyetine, menfaatleri için gelirler vecde, vaad etmeseydi Allah cenneti, O'na bile etmezlerdi secde." Mehmet Akif Ersoy Bence anlayan anladı. Son kez... Eyvallah...

Kezban Şahin


Heves İki Kere Patlar! Sanılanın aksine, biz kediler her zaman içgüdülerle hareket etmez, her şeyi deneme/yanılma yoluyla öğrenmeyiz. İzleyerek, görerek de öğreniriz. Fakat öğrense de heveslerine yenilen çok olur. Hem de iki defa! Çünkü heves iki kere patlar! Sokağın fırlama kedisi Kurabiye kuş avına çıkıyor… Saklanıyor, bekliyor, geriliyor, atlıyor. Fakat havada takla atıp, kuşun durduğu yere kafa üstü düşerken çenesini çat diye kapadığında, kuş 5 metre yukarıda kanat çırpıyor. Hatta bir de göz kırpıp, üzerine bombaları bırakıyor.

Kurabiye

Kurabiye, hayatında sadece bir defa bir kuş yakalayabildi. O da iki kuşun yanlışlıkla havada birbirine çarpmasıyla, kısa süreli şaşkınlık yaşayarak yere düştükleri zamandı. Hemen atılıp, birini dişleri arasına aldı. Mahalleli hayretle gözlerini açtı… Tam işini bitirecek; az ötede diğer kuşu gördü. Artık yakalayabiliyor ya, zafer sarhoşluğuyla ağzındakini bırakıp, onu da yakalamaya sıçradı. Avlayamadığıyla kalmadı, elindekinden de oldu, Kurabiye. Tanıdık geldi mi bu hikâye? Geldiyse beni takip edin. Heves niye patlar ne zaman patlar, niye iki kere patlar, beraber keşfedelim. Belki de bir çözüm yolu bulup, hevesi, bize oyun oynamadan nakavt edelim. Birinci heves patlaması: Şampanya Patlaması Arzularımız mı bizi yönlendirir; biz mi arzularımızı? Bir şampanya şişesi düşünün, içindeki gaz arttıkça, basınç yükseliyor. Şişe sallanıyor, içindeki sıvı köpürüyor, yerinde duramayacak hale geliyor. Tıpanın çıkması için adeta çıldırıyor. Sonunda kapak açıldığında tüm gücüyle dışarı fışkırıyor. Hiçbir engel tanımıyor! Formula 1 yarışlarında şampiyonları ıslatan şampanyalar gibi, heveslerimiz gibi. Günümüz koşullarında hırslarımız ve köpürtülen isteklerimiz şişenin içinde gazı biriken şampanyaya benziyor. Reklamlar da bu şişeyi sallayan ellere. Bunu son derece ince hesaplanmış yöntemlerle yapıyorlar. Bazı reklam yaratıcıları kendilerini kiralık katile benzetiyor. Hedefe ateş ediyorlar. Başarırlarsa vurulan irademiz. Ölen ise mantıklı düşünme yeteneğimiz.


Şişeyi sallayanları sadece bildik yerlerde aramayın. Güvenilir görünen bazı programlar, haberler, aslında bubi tuzağı görevi yapabilir. Hatta en yakınlarınız, bu arzulara kapılmış, bilmeden heveslerinizi pompalıyor olabilir. Çoğunlukla anne babalar çocuklarına acilen evlenmelerini tavsiye eder. Şişeyi sallar da sallar. Sonunda basınç galip gelir, şampanya patlar. Allah mesut etsin… Fakat Sarman’ın 3 Şartı yerine gelmemişse, ikinci patlama olasılığı da artar! Peki, nedir Sarman’ın 3 Şartı? Madem sordunuz söyleyeyim; Sarman’ın 3 şartı, yetenek, uygun koşullar ve sabır diyeyim. Kurabiye kuş mu yakalamak istiyor? Önce yeteneklerini geliştirmeli: Kıvrak olmalı, şimşek gibi gitmeli, çenesi hedefi sıkıca kavramalı ve tuttuğunu kaçırmayacak kadar güçlü olmalı. Sonra uygun koşullar olmalı: Göze batmayacağı bir yer bulmalı, patilerinin hışırdatacağı yapraklar olmamalı, kuşu uyaracak bir şey bulunmamalı. Sabır: Ani hareket etmemeli, adımlarını düşünerek, tam zamanında atmalı. Bize ne kuştan, mı dediniz? Doğru; bunu siz insanlara uyarlayalım dilerseniz: Çok istediğiniz, fakat bütçenizi zorlayacak bir şey düşünün. Belki 3 yıl boyunca sıkışacaksınız. Bu kimisi için otomobil, yat kimi için villa veya ada olabilir. Hevesiniz şişenin içine sıkışmış, patlamak, dileğinize kavuşmak istiyorsunuz. Yakınlarınız bu isteği körüklüyor. Birkaç kişi sizi akla davet ediyor; sesleri çatlak geliyor. Sarman’ın 3 şartını gerçekleştirdiniz mi? Yoksa kendinizi riske mi atıyorsunuz? Gerçekten hazır mısınız? Doğru zaman mı, riskler fazla mı, ertelemek faydalı mı? Yeteneğiniz veya şartlar uygun değilse, doğru zamanı bekleyecek sabrınız var mı? Yoksa acele edip, sonu ikinci heves patlamasıyla bitecek bir hamle mi yapacaksınız? İkinci heves patlaması: Lastik Patlaması Akıl devreye girmeden, şampanya gibi patlayan hevesler, genellikle aniden, lastik patlaması gibi söner. Tam gaz giderken, hafif sarsılmaya başlar, sonra yalpalar ve durmak zorunda kalır. İnat edilip gaza basılırsa kaza bile yapılır. Bu, ikinci patlamadır. Şampanyadan ilk yudum zevkle alınır. Sonraki yudumlarda bu zevk unutulur, açılmamış daha pahalı şampanya şişesine göz takılır. Evlilik ayrılıklarla noktalanır; boşanma oranlarına bakınca bunun boyutları


anlaşılır. Otomobilin bir üst modeli çıkar, eldeki beğenilmez olur. Tatsız bir sürpriz nedeniyle yatın taksitleri ödenmezse, haciz memurları “Ecceee!” der. Yatla beraber eldekiler de gider. Patlamayan heves olur mu? Heves kontrolü koşu yarışlarına benzer. Kimisi sadece 100m koşmaya çalışır. Bu kötü bir şey değil elbet. Fakat kısa vadeli düşünmenin getirdiği tatmin de genellikle kısa vadeli olur. 400m, 1500m ve maraton, sabır ve hesap gerektirir. Fakat tamamlandığında getirdiği tatmin daha fazladır. Maratonda nefes ayarlanır, patlamaların yerini istikrar alır. Yol daha uzundur ama sakatlanma şansı azalır. Nefes doğru ayarlanmadığında, uzun vadeli büyük zevke ve mutluluğa kolay kolay erişilmez. Hazır olmayan, yeterince sabredemeyen, kuşu kaçırır. Patlamayan heves de olur elbet. Yeter ki iyice ölçülsün biçilsin, kendine göre heves seçilsin. Uygun şartlar beklensin, yeterince sabredilsin. İradeye hâkim olmak kolay değil. Önce kendini bilmek, sonra arzuya yenilmemek, güçlü reklamlara, hatta en yakınlara direnmek gerekir. Bu savaşı bazen kazanırsınız, bazen kaybedersiniz. Zaten her zaman kazandığınızda, erersiniz. Sarman konuşur durur; siz neler dersiniz?

Sarman Dedektif Sarman Dedektif'in tüm yazılarına ulaşmak için Sarman Dedektifin Gözüne Batanlar isimli web güncesini ziyaret edebilirsiniz.

Alp Saldamlı

Monaco Prensesi Grace Kelly Grace Kelly 12 Kasım 1929 yılında Philadelphia'da doğmuştu. Grace, Kelly ailesinin dört çocuğundan üçüncüsüydü. Her zaman ailenin sessiz, duyarlı ve ağırbaşlı çocuğu olmuştu. Oysaki babasına göre Grace fazla sıradandı. Grace'in babası John Kelly tuğla işiyle uğraşan bir milyonerdi. Ayrıca olimpiyat madalyaları kazanmış bir sporcuydu. John Kelly çocuklarını da bu


sporcu disiplini ve hırsıyla yetiştirmek istemişti. Fakat Grace kardeşlerinden çok farklıydı ve her zaman arka planda kalmayı tercih ediyordu. Bu özelliği nedeniyle Grace, babasından istediği ilgiyi asla göremedi. Hatta bunun kırgınlığını da ömrü boyunca yaşadı ve yaptığı işlerde her daim babasının takdirini görmeyi umdu. Babası Grace'in yeteneğini fark edemese de Grace, gizlice American Academy of Dramatic Art'a kaydoldu. Bu okul, dönemin birçok ünlü oyuncusunu yetiştirmiş itibarlı bir akademiydi. Fakat ailesi buna şiddetle karşı çıktı. Bunun üzerine Grace de güzelliğini kullanarak para kazanmaya karar verdi. Böylece fotomodellik dünyasına adım atmış oldu. Yaptığı işler sayesinde kısa sürede dikkatleri üstüne çekmeyi başardı. Kısa süre sonra da 22 yaşındayken ilk filmini çekti. Bunun arkası elbette ki gelecekti. Hollywood görkemli bir oyuncu kazanmak üzereydi. Grace ilk filminden sonra birçok ünlü isimle çalıştı. Ama onu, kariyerinin zirvesine taşıyan asıl isim Alfred Hitchcock olacaktı. Bu ünlü yönetmenin soğuk sarışınlara zaafı vardı. Grace Kelly de onun bu hayali için biçilmiş kaftandı. Bundan sonraki tüm filmlerinde Grace'i soğuk sarışın rollerinde oynatarak onu zirveye doğru yaklaştıracaktı. Grace'in kariyerinde zirveye ulaşmasını sağlayan film ise "The Country Girl" olacaktı. Grace Kelly bu filmdeki performansı ile Oscar ödülünü alacak ve zirveye ismini altın harflerle yazdıracaktı. Bu dönemdeki en büyük üzüntüsü ise; babasının gazeteye verdiği röportaj olacaktı. John Kelly "Grace'in ödül alacağını beklemiyordum. Çok şaşkınım." açıklaması ile kızının kalbini bir kez daha kıracaktı. Bu dönemde Grace, aşkları ile de gündeme bomba gibi düşüyordu. Her filmde, oyuncu ya da yönetmenle yeni bir aşk yaşıyordu. Özellikle de kendinden yaşça büyük ve evli adamlarla yaşadığı ilişkiler toplumu iyiden iyiye rahatsız etmeye başlamıştı. Grace de bundan bunalmıştı. Artık o da gerçek aşkını bulup, bir an önce evlenmek istiyordu. Monaco Prensi III. Rainer ise, uzun bir süredir Grace'i takip ediyordu. Grace'in güzelliğinden fazlasıyla etkilenmişti. Ayrıca ülkenin de bir prensese ihtiyacı vardı. Monaco ekonomik olarak çok sıkıntılı günler geçiriyordu. Daha da kötüsü ülkenin acilen bir veliahtta ihtiyacı vardı. Eğer Rainer arkasında bir veliaht bırakamazsa; ülke Fransa'nın kontrolüne geçerek haritadan silinecekti. Rainer kararını verdi; Grace Kelly, Monaco prensesi olmalıydı.


Kimine göre tesadüf olduğu söylense de Rainer, Grace Kelly ile karşılaşmak için her şeyi planlamıştı. Onu bir moda çekimi için ülkesine davet ettirdi. Bunun devamında nezaketen sarayında ağırlamak istediğini belirtti. İlk karşılaşmada ikisi de birbirinden etkilendi. Bundan sonra her şey çok hızlı gelişecekti. Grace Kelly ve III. Rainer 18 Nisan 1956'da muhteşem bir düğünle dünya evine girdiler. Bir anda tüm dünya gözlerini bu ünlü çifte çevirmişti. Monaco halkı ve milyonlar bu romantik anlara hep beraber tanıklık etti. Grace, peri masalı gibi başlayan bir düğün yaşamıştı. Ne yazık ki evliliği her zaman böyle devam etmeyecekti. Grace, zaman geçtikçe Rainer'ın onunla evlenmesinin gerçek nedenini fark etti. Grace sayesinde Monaco yeniden tüm dünyanın ilgisini çeken bir ülke olmuştu. Ekonomi düzelmeye başlamıştı. Oysaki Rainer ve Grace sanıldığı gibi mutlu değildi. Rainer, ülkedeki işlerin düzelmesinden sonra Grace'e karşı ilgisiz davranmaya başlamıştı. Hatta ülkede Rainer'ın Grace'i aldattığı ile ilgili dedikodular kulaktan kulağa dolaşıyordu. Bu arada kraliyetteki tek güzel haber, Grace Kelly'nin hamile olduğunu açıklamasıydı. Tüm bu dedikodulara rağmen Grace, Caroline adını verdiği ilk kızını doğurdu. Arkasından Albert adında bir erkek ve Stephanie adında bir kız çocuğu daha oldu. Fakat çocuklar büyüdükçe sorunlar da artmaya başladı. Kızların aşırılıklarla dolu hayatları her gün gazetelerin manşetlerini süslüyordu. Grace ve eşi kızlarına bir türlü söz geçiremiyordu. Mutlu aile tablosu günden güne çatırdıyordu. Grace, bir yandan evliliğinde aradığı mutluluğu bulamamanın, bir yandan sinemayı bırakmanın, bir yandan da çocuklarla uğraşmanın sıkıntısını yaşıyordu. Böyle kötü zamanlarda ise ona en iyi gelen şey, hayır işleri yapmaktı. O da kendini çocuklara ve Monaco halkına adadı. Halkın sevgisini ve saygısını kazandı. Grace Kelly 1982 yılında küçük kızı Stephanie ile geçirdiği trafik kazası sonuncunda hayatını kaybetti. Sevenleri, her zaman kızı Stephanie'nin bu kazaya neden olduğu düşünmüştür. Çünkü son zamanlarda Grace Kelly'nin, kızı Stephanie ile okul seçimi yüzünden sürekli tartıştıkları bilinmekteydi. Kaza tutanağı için ifade veren arkadaki aracın şoförü, anne ile kızın araçta kavga ettiklerini belirtmişti. Hatta aracı Stephanie'nın kullandığı bile iddia edilmiştir. Fakat bu iddiaların gerçek olup olmadığı hiçbir zaman bilinemedi. Monaco prensliği ise hiçbir zaman bu konuyla ilgili detaylı bir açıklama yapmak istememiştir.


Grace, Monaco'yu eski ününe kavuşturarak ve gerçek bir prenses gibi davranarak milyonların gönlüne taht kurmuştur. III. Rainer ise eşinin ölümünden sonra onun kıymetini daha iyi anlamış ve onun anısına duyduğu saygıdan dolayı bir daha hiç evlenmemiştir. 2005 yılında vefat eden Rainer, Grace'in yanına gömülmüştür. Böylece bir prens ve prenses hikâyesi daha milyonların tanıklığı ile tarihe geçmiştir.

Tuğçe Büyükabacı

Babamı Böyle Öldürdüm Seni öldürürken söylediğim gibi, seni öldürdüğümü tüm insanlığa haykıracaktım. Gözlerimin her zerresine saplanan iğnelere rağmen kırpmamaya, o damlanın düşmesini engellemeye çalıştığımda buğulu bir camın ardından perde inmiş gözlerine bakarken söylediğim gibi; seni ben öldürdüm ve bunu herkese anlatacağım. Baba! Sen de herkes gibi dinleyeceksin bunu ve siz dinleyenler, bunun bir baba oğul hikayesi olduğunu sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bu bir savaş hikayesidir yalnızca. Tarafları belli olmayan, taraf gibi gözükenlerin amacı ve yeri olmadığı, yalnızca ebedi bir zararın olduğu, öfke ve kan dolu bir savaş hikayesi. Bir gazinin, bir ölünün ama kazananın olmadığı, mağlubiyetle örülü bir kargaşa... Evet, seni ben öldürdüm baba. Her şey benim olmamla, herhangi bir yerde herhangi bir zamanda herhangi bir adamın oğlu olarak değil de senin oğlun olmamla ve doğduğum andan itibaren zehrini içime akıtıp beni zehirlemenle başladı ama doğduğundan beri içi kemirilen, sakat bir oğlun babasından aldığı zehri dönüştürüp gözlerinden geri zerk ederek cinayet işlemesiyle sona ermedi. Hayatımız boyunca her gün birbirimizin ciğerini yememizle bitmedi. Hayatımızın geri kalanında bunu kusmamız gerekiyordu ve senin ölümüne de bu sebep oldu. Bense ölene kadar kendi kusmuğumda boğulmaya devam edeceğim. Seni öldürdüm baba ama sen beni daha önce öldürdün. Bana yaptıkların, bende oluşturdukların bir ölü olarak yaşamama sebep oldu. Hayatımın her anında içime akıttığın şeyle, yapmaya çalıştığın şeyden bir iblis yarattın ve bunu bu kadar karmaşık hale getiren senin bunu neyle ve neden yapmış olduğundan emin olamamam. Güneşin en parlak olduğu zamanlarda hala sızlayan, senin yakmış olduğun yerler neyle yakıldı bilmiyorum. Seni öldürürken bunu sana hatırlatmıştım. Bir çocuğun salt kaydıraktan kayması bu kadar yara açamazdı, açmamalıydı ve sen ellerim gırtlağında, gözlerim gözlerindeyken beni yine zayıflıkla suçladın.


Ben kusarken haykırdım, ben zayıf değildim! Çünkü bunu benden aldın. Küçük bir çocukken ben korkaktım, bir kaydıraktan korkardım. Kaymaktan korkardım. Zayıf ufak bir yaratıktım. Beni insan yapan duygularım, korkularım vardı ama sen, senin olan bir şeyin korkmasına izin veremezdin. Hayvanını acıyla terbiye etmeliydin. Sana korkuyorum dedim. Gözlerime baktın. Gözlerimden içeri girdin. İstemiyorum dedim. Bileklerimi kavradın ve beni kaydıraktan kaymaya zorladın ve işte ben o gün seni öldürmeye karar verdim. Güneşin en parlak olduğu o zamanlarda, ateş gibi yanan kaydırakta sürtünüp solarken derim, içimde olan korku bir alev topağının ortasında kavruldu. Ağlamadım. Senin zayıflık dediğin gözyaşlarını akıtmak yerine, göğsümün ortasında biriken kıpkırmızı bir sıvı damlattım hayatım boyunca içime. Ağlamadım! Çünkü ağlamayı benden almıştın. Korkumu benden almıştın. Sarı dişlerini açıkta bırakan gülüşünle beni biraz daha yaratmıştın. Biraz daha saldırganlaşmıştı hayalini kurduğuna yaklaşan bu küçük yaratık ama o anda bir şey fark etmedin. Güneşin en parlak olduğu o anda, bir şeyler yok olur ve bir şeyler yaratılırken ben ağlamadım. Yalnızca gözlerine baktım. İşte baba seni böyle öldürmeye başladım. Tüm babalar ölmek zorundadır çünkü doğan her erkek Oidipus 1 olarak doğar ve babasının varlığını fark ettiği ilk anda onu öldürdüğü takdirde özgür olabileceğini anlar. Ancak bundan sonra eğer babasını öldürürse özgür kalabilir, öldürmediği takdirde bir köle olmaya mahkumdur. Ben de seni ilk fark ettiğimde ölmen gerektiğini anlamıştım. Varlığın varlığımı ezen, tehdit eden, yetkin altına alan bir sömürüydü. Diğer çocuklar için de durum başlangıçta aynıydı ancak onların babaları sen değildin, onların babaları da babalarını öldürememiş babalardı ve bu çocukların babalarını öldürmeleri gerekmiyordu ama sen babanı öldürmüştün ve ele geçirdiğin gücü ele geçirmem için seni öldürmem gerekiyordu. Yani sorun senin sen olmandı. Buraya kadar bir şeyler kurtarılabilirdi, bir galibin ve mağlubun olduğu bir savaşa dönüşebilirdi her şey ancak ben o çocuklardan biri değildim. Senden, babandan ve kanınızın ilk damlalarına kadar uzanan geçmişteki babamızdan aldığım bir miras vardı. Taşıdığım arkaik bir mirasa sahiptim. Ben senin oğlundum ve bilinen tek gerçek benim seni öldürecek oluşumdu fakat bunu yapana kadar uzun mücadeleler vermek zorunda kalacaktık. Seni öldürmek kolay değildi. Buna izin vermeyecektin. Daha küçücük bir çocukken öldürdüğün babandan gasp ettiğin güce öylesine alışmış, hayatın boyunca bunu öylesine işlemiş ve kullanmayı öğrenmiştin ki, benim de en az senin kadar kanım akacaktı. Bu salt Oidipus Kompleksiyle açıklanabilecek Freudyen bir mesele değil. Bu tüm babalarını öldürmüşlerin keşfettikleri gerçekleri içine alacak kadar geniş ve babalarını öldüren ilk biraderler çetesine varacak kadar derin bir mesele. Bu bir iktidar mevzusu, bir yöneten ve yönetilen, bir ezen ve ezilen, bir varoluş ve yok oluş, ölüm ve yaşam, güç ve acziyet, zevk ve acı mevzusu. Biz hala homo habilis’in 2 ilkelliğini taşıyan, doğal seçilimin içinde hayatta kalmayı başarmış, az da olsa gelişmiş bir beynin


içine sıkışmış paramparça bir akla sahip hayvan ve bu paramparça aklın içinde güdülerimizin sonuçlarını tahlil eden ve anlam bulmaya çalışan güçsüz bir bilinciz. Biz sahip oldukça var olan pragmatistleriz. Bu noktada senin bana da sahip olman ve benim ilk olarak kendime sahip olma arzumun çatışmasıyla yaralıyoruz birbirimizi. Sen tanrı oluyorsun ve ben sana karşı çıkan iblis. Atalarımızın imgeleminde de seninle benim savaşımdan canlanıyor bu tanrı ve iblisin sahnesi. En nihayetinde ikimiz de anlıyoruz bir uzlaşmaya varmanın evreni inkar olacağını ve yerlerimizi alıyoruz ortamıza evreni alacak biçimde... Babamı Neden Öldürdüm Geriye gidiyorum. Belleğimde en gerilere gitmeye çalışıyorum. En başa dönüyorum. Nereye geliyorum? Tokat! Hayır, bu kin dolu bir tokat değil. Eskiden kinle hatırlanıyordu bu tokatlar ama şimdi olgunlukla mı hatırlanıyor? Bu tokatları bu kadar rahat karşılamam da şu anki sorunun bir parçası olabilir mi? Eskiden bu tokatları nefretle hatırlardım, oysa şimdi olağan geliyor. Çünkü bu tokatlardan bir çok insan yiyor, diyorum kendi kendime. Belki de rasyonalize3 ediyorum. Eğer bunlara karşı beslediğim duyguların gereksiz ve haksız olduğunu kendime akılcı biçimde kanıtlarsam sorunun da geçeceğini umuyor olabilirim. Tabii bu bilinçdışıdır. Ya da gerçekten düşündüğüm gibidir. Aşırı bir tepki göstermişimdir. Ama hatırlıyorum. Sıcak bir yaz günü, beş ya da altı yaşındayım. Kıvrılan kaydıraklardan korkuyorum ve bir parktayız. Babam kaydıraktan korktuğumu anlıyor. Yeşil kaydırak! Kaymak istemiyorum. Kay! Korkuyorum. Korkma! Kaymak istemiyorum ama kayıyorum. Sıcaktan alev alev yanan kaydıraktan kayıyorum ve kollarım, bacaklarım yanıyor. Canım acıyor. Elimde de bir ısırık aldığım bir simit var. Canım acıyor ve ağlıyorum. Babam sinirleniyor. Tokat! Ağlama. Tokat! Ağlama! Ama acıyor. Canım yanıyor ve ağlıyorum. Tokat! Elimdeki simit kuruyor. Eve gidiyoruz. Tokat! Ağlamıyorum. Yürüyoruz, tokat! Ağlamıyorum. Kaldırımda insanlar oturuyor. Tokatlar duruyor. Kaldırımlar boş. Tokat! İçime ağlıyorum. Alev gibi, kızıl damlalar düşüyor içime. İçime büyüyorum. Tokat! İleri sarıyorum, sarıyorum. Aynı dönem. Yemek masası. Elimde büyük, kıpkırmızı bir biber var. Ye! Yemek istemiyorum. Acıdan korkma ye! Biberi ısırıyorum. Acı! Aferin, alışacaksın. Gözlerimden yaşlar akıyor. Biberi fırlatıyorum... Yerden bir buçuk metre yüksekte duvara bitişik duruyorum. Yakamda bir el. Ağlamıyorum. İleri sarıyorum. Babamın kucağındayım. Sağ yanağıma bir tokat! Ardından sol yanağıma! Sağ ve sol, sağ ve sol, sağ ve sol, sağ ve sol. Sıkıldınız değil mi? Devam ediyor sağ ve sol sağ ve sol sağ ve sol. Bitiyor. Dışarı çık! Balkona çıkıyorum. Ayakta kıpkırmızı yanaklarla yere bakıyorum. Asla ağlamıyorum! Büyüyorum. Kafamı kaldırıyorum. Çocuklar bana bakıyor, dil çıkarıyor. Ağlamıyorum. İleri sarıyorum, tokat! Eve geç geliyorum, tokat! Eve gelmek istemiyorum. S.ktir git! Sokakta yatıyorum. Tekrar eve dönüyorum. Yatıyorum. Uyan! Neden? Uyan! Uyuyacağım. Tokat! S.ktir


git! Sokakta yatıyorum. Babamla çalışmaya gidiyorum. Dışarı çıkmak istiyorum. Hayır! Çıkmak istiyorum. Tokat! S.ktir git! Eve dönüyorum. Uzanıyorum. Babam geliyor, ayağa kalkmıyorum. Tokat! S.ktir git! Sokakta ayaklarımı uzatabiliyorum. On yedi yaşımda bitiyor tokatlar. Babam hasta oluyor. Bir adam hasta oluyor. Babam yok. Hasta olan kim tanımıyorum. Hastalığı ne bilmiyorum. Karanlıkta müzik dinliyorum. Sigara içiyorum. Kollarıma sigara basıyorum. Kollarımı kesiyorum. Ağlıyorum. Geceleri onu öldürdüğümü hayal ediyorum. İşkence ediyorum. Sonra vazgeçiyorum. Kendimi kesmiyorum. Sigara söndürmüyorum. Okuyorum. Okuyorum. Okuyorum. Düşünüyorum. Yazmaya başlıyorum. Kendimi buluyorum, kaybediyorum. Ağlıyorum, çok ağlıyorum. Uyuyamıyorum, yiyemiyorum. Hasta oluyorum. Ağır depresyon. İçiyorum. Okula devam etmek istemiyorum. Ne yapacağımı bilmiyorum. Ölmek istiyorum ama beceremiyorum. Tekrar vazgeçiyorum. Okuyorum, düşünüyorum, yazıyorum ve eyleme geçiyorum. Kendimi kurtarmak istiyorum ve başarıyorum. Yüzeye çıkıyorum. Bir hayat kurmaya başlıyorum ama şu anki çatlakları görüyorum. İşte buradayım. Belki yanlış hatırlıyorum, belki boşluklara istediğimi koyuyorum. Sahte anılar4 oluşturuyorum. Ancak hissettiklerimden eminim. Çünkü itiraf etmeliyim bunları tekrar hatırlayınca yine aynısını hissettim ama şimdi yine geçiyor. Abartmamışım sanırım. Bu anlattıklarım önemli. Her şey bunlarla başlamış. Babamın kötü bir dönemine denk gelmişim ve o da benim en hassas dönemimde kötü biriymiş. 1) Oidipus: Thebes'in mitolojik kralı. Babasını öldürüp, annesiyle evlenmiştir. 2) Homo Habilis: Homo Sapiens’in atası. 3) Rasyonalize: Akla uygun hale getirme. 4) Sahte Anı Sendromu: Bkz. Sigmund Freud

..EnginDergi.. Ağustos2012 sayı-32 www.engindergi.com bilgi@engindergi.com

Umut Onur Çöpür


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.