engindergi-s33

Page 1

EnginDergi Y覺l: 2012 - Say覺: 33


Fotoğraf: H. Enginer

"En büyük başarı hiç düşmemek değil, her düşüş sonunda kalkıp yola devam edebilmektir." Konfüçyüs


İçerik; Sy.04) Bazen Kaybetmek Kazanmaktır – Engin Enginer Sy.05) Hayatta Umutsuz Durumlar Yoktur, Sadece… – Tuğçe Büyükabacı Sy.06) Mutluluğa 12 Kala – Mehmet Sağlam Sy.09) Ömrüm Senindir... – Kezban Şahin Sy.10) Jamais Vu XI – Esra Alp Sy.10) Kaçak '12 – Işık Yavuz Sy.11) Ütopik Kral – Sema Kahveci Sy.13) Bir İnsan Hikayesi – Melike Meral Sy.14) İçeceksin ama… – Ece Çekiç Sy.15) 1 Dakikalık Gelecek – Serenay Öztürk Sy.15) Bu Devirde Balık, Camın Ardında – Alp Saldamlı Sy.19) Vaat – Tuncay Ünaydın


Bazen Kaybetmek Kazanmatır Herkes farklı zevklere sahip. Belirli başlı konularda örtüşmekle birlikte mutluluk kaynakları da çeşitlilik gösterir. Sosyo-ekonomik dengesizlik ve gelir dağılımı eşitsizliğinden ötürü, geçim sıkıntısı çeken insanların parayı öncelikli mutluluk kaynağı olarak görmeleri normaldir. Ancak -Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisine göre- fizyolojik ve güvenlik ihtiyaçlarını karşılayan bireyler kendini gerçekleştirmeye yönelik atılımlarda bulunabilirler. Aksi halde kişiyi bu yönde güdüleyecek başka faktörlerin vuku bulması gerekmektedir. Çoğunlukla büyük kayıplar yaşayan insanlar fazilet sahibi olma yolunda, varlığı ve hayatı sorgulama yoluna girerler. Paulo Coelho'nun Simyacı'sından, Hermann Hesse'in Siddhartha'sına kadar pek çok kitap bu kayıpların getirdiği kazanımlara dair hikayeler içermektedir. Ne demiş düşünür; "Hayatım alt üst oldu diye üzülme, kimbilir belki altı üzerinden daha iyidir!" İnsanoğlu gerçek özgürlüğe her şeyi kazandığında değil, aksine her şeyi kaybettiğinde ulaşır. Bu farkındalık düzeyine ulaşmak başka şartlarda da mümkün olduğu halde toplumsal yapının kaçınılmaz sonucu olarak dayatılan şartlandırmaların esiri olmayacak bir irade düzeyine ve evrensel farkındalığa sahip olmak oldukça güçtür. Bunu sağlayabilen kişiler toplumdan dışlandığı için dengesizlikler içerisindeki dengeyi yakalamak pek de mümkün olmamaktadır. Jiddu Krishnamurti'nun da dediği gibi; "Bu denli hastalıklı bir topluma iyi eklemlenmiş olmak, sağlıklı olmanın bir ölçüsü olamaz." Diğer taraftan sosyal bir varlık olan insanoğlunun içerisinde yaşamak zorunda olduğu toplumdan koparak yalnızlığı tercih edecek cesareti göstermesi başka sıkıntıları da beraberinde getirecektir. Bu noktada bir parça olsun başarıyı yakalayabilmiş kişiler, bireyselliğini kaybetmeden 'toplumsal rol'lerini üstlenmekten geri kalmayan azınlıkta yer almaktadır. Gelmiş geçmiş en büyük zeka timsallerinden birisi olan Leonardo da Vinci'nin hikayesini Bruno Nardini kitabı “Bir Ustanın Portresi”nde okumanızı tavsiye ederim. Yüksek farkındalık ve hoşgörü sahibi bilinçli bir toplum açlığı ile hayat denen bu yaşam sınavında vazgeçmek yok, çalışmaya devam.

Engin Enginer


Hayatta Umutsuz Durumlar Yoktur, Sadece… İnsanı hayata bağlayan umuttur. Yarın yeniden güneşin doğabileceğini bilmesidir. Bir sebebe dayanıp, sırtını yaşama yaslayabilmektir. Hatta hiçbir sebep bulamasan bile yine hayallerine umutla tutunabilmektir. Aslında umut etmek bu kadar kolayken, çoğu zaman bizler bunu anlayamıyoruz ya da anladığımız halde çabuk unutuyoruz. Peki, umut etmeden ne kadar hayata tutunabiliriz? Bu sorunun cevabı hepimizin içinde gizlidir aslında. Bir peri masalı gibi dağların en tepesinde ya da okyanusların en derin yerlerinde değil; sadece içimizde gizlidir. Kimimiz umutlarına sıkıca sarılıp, onlardan bir dakika bile ayrı kalmayı düşünemezken; kimilerimiz ise, umutlarını çoktan toprağa gömmüş durumdadırlar. Oysaki yaşam dalgalı bir deniz gibidir. Zaman zaman üzüldüğümüz, zaman zaman da sevindiğimiz coşkun bir deniz. Acaba şunu hiç düşündünüz mü? Üzüntülü anlarınızda sizi en dibe vurmaktan kurtaran şey nedir? Düştüğünüz o dipsiz kuyulardan, girdiğiniz o kör tünellerden sizi çıkaran nedir? Tabi ki içinizdeki umuttur. Bazen, hiçbir şeyiniz kalmadığında bile kaybettiklerinizi geri kazanabilme umudu sizi ayakta tutar. Bazen ise, sil baştan başlayabilecek gücü kendinizde bulmak veya hiçbir sebep yokken, yeni doğacak günün acılarınızı hafifleteceğini bilmek sizi umutlandırır. Her şeyin geçeceğini, her şeyin düzeleceğini umut edebilmek... Bu sebepledir ki bir insanın tükendiği an, o kişinin umudunu kaybettiği andır. Çünkü her şeyi reddeder. Çevresiyle ilişkisini keser. Dünyadan elini ayağını çekmek için uygun anı kollar. Artık umudu yoktur. Umut edeceği hayalleri yoktur. Belki de en acısı onu hayata bağlayan bir bağ da yoktur. Şüphesiz ki bu durum da bir insan için en tehlikeli sondur. Oysaki Clare Booth Luce'in da dediği gibi: "Hayatta umutsuz durumlar yoktur, sadece umutsuzluk besleyen insanlar vardır." Gerçekten de öyle. Umutlarınız ve hayalleriniz siz onları bırakmadığınız sürece her daim sizinledirler. Siz umut ettikçe onlar yeşerecektir. Siz hayal kurdukça onlar gerçekleşecektir. Yeter ki siz izin verin. Sizin için doğan güneşin, dalgalanan denizin hakkını verin. Sadece umut edin ve umut ettiklerinizin peşinden gidin.

Tuğçe Büyükabacı


Mutluluğa 12 Kala Bazı kavramlar tanımsızdır, bazı göreceli kavramlarsa binlerce tanıma sahiptir. Aşk, mutluluk ve başarı bu tür izafi kavramlardandır. On binlerce kitap mutluluktan söz eder veya onu tanımlamaya çalışır. Herkesin ya başkalarından edindiği veya kendine özgü bir mutluluk tanımı vardır. Mutluluk- mutsuzluk üzerine yazılan kitapların ve şiirlerin, bestelenen müziklerin, tuvallere çizilen resimlerin, taşa oyulan heykellerin ve çevrilen filmlerin sayısını bilebilmek mümkün mü?.. Peki bu çokseslilik niye?.. Acaba mutluluk niçin bu denli merkezi bir rol oynuyor duygusal örgümüzde? Sanıyorum yanıt çok basit; çünkü her insan mutluluğu farklı biçimde duyumsuyor, herkesin mutlu olma algısı ve yöntemi farklı farklı... Peki, nedir bunun ölçüsü? Mutluluğun karatını veya ayarını gösteren bir mihenk taşı var mı? Bu sorunun yanıtı “evet” olsaydı, mutluluk tüm büyüsünü kaybetmiş ve üzerinde hiç konuşulmayan bir kavram olmuş olurdu, değil mi? Mutluluğu bir fincan kahvede bulanların da, trilyonlara sahip olduğu hâlde bulamayanların da yaşadığı bir dünyada ortak bir mutluluk ölçütü bulmak kolay değil elbette. Öyleyse bu konuda biraz daha derinleşmek gerekiyor. Bizleri en fazla mutlu eden şeylerin başında neler geliyor dersiniz? Ölümcül bir hastayı ziyaret ettiğimizde, cezaevlerindeki kötü koşullarda yaşayanları gördüğümüzde, akıl hastaları ile karşılaştığımızda, sefalet ve pislik içinde yaşamaya mecbur olanlara tanık olduğumuzda mı?.. Böylesi anlarda hem hüzünlenir, hem de gizli bir mutluluk yaşarız, değil mi? O hâlde, beynimizin ve duygu örgümüzün mutlu olduğu veya diğer bir deyişle bizi mutlu hissettirdiği bazı ‘olmazsa olmaz’ları var, diyebiliriz. Benim burada sizlere yardımcı olmak için yapacağım şey bu listeyi oluşturmak, yorumu size bırakmaktır. Birinci mutluluk kaynağı: ruh ve beden sağlığı yerinde, doktorlara ve ilaçlara gereksinim duymayan bir insan olmaktır. İkinci mutluluk kaynağı: beğenilme duygusunu sıkça yaşamaktır. (Hatta bence beğenilme duygusu, modern insanda temel bir içgüdüye dönüşmüştür.) Zira beğenilme, insanları hem hayata bağlayan, hem de başarıya ve yaratıcılığa zorlayan itici bir güç yaratır. Eğer, dünyadaki tek insan siz olsaydınız, ütülü elbiseler giyer, tıraş olur, makyaj yapar veya tırnak keser miydiniz? Ya da şiirler ezberler, resimler yapar, eşsiz saraylar inşa eder miydiniz? Giysilerinizin markası, ayakkabılarınızın kalitesi veya saçınızın rengi fark eder miydi? Etmezdi... Çünkü çevrenizde onları beğenecek ve size övgüler yağdıracak kimseler bulunmazdı da ondan.


Üçüncü mutluluk kaynağı: özgürlüktür. Bir eve, biraz toprağa, bir vatana sahip olmak ve orada özgürce hareket edebilmek doğal bir ihtiyaçtır. İşte salt bu yüzden, suç işleyenleri cezaevine kapatmak, en değerli varlığı olan özgürlüğünü yitireceği anlamına geldiği için ağır bir cezadır. Doğaldır ki, insanlar o özgür dolaşımlarını kaybetmemek için cezaevine girmekten şiddetle kaçınırlar. Tabii saygınlık ve sosyal statüdeki kayıp da bu sakıncayı yaratan nedenlerdendir. Beynimizse hem kendisinin, hem de kendisini yaşatacak olan bedenin özgür olmasını ister. Kaldı ki kaybedilmiş bir özgürlüğü geri almak beynin belki de yaşamak kadar önem verdiği bir uğraş olur her keresinde. Öyleyse özgürlük sadece insanlar için değil, tüm canlılar için birer mutluluk pınarıdır. Dördüncü mutluluk kaynağı: sevmek ve sevilmektir. Sevilen insan kendini mutlu hissetmekten alıkoyamaz. Sevginin gürül gürül mutluluk veren bir kaynak olduğunu anlamak için sevgiden yoksun ve sevgi alışverişi yapamayan insanların mutsuzluğunu gözlemek yetecektir. Beşinci mutluluk kaynağı: güç, saygınlık veya ün sahibi olmaktır. İnsanlar bir diplomaya, bir etikete, bir koltuğa veya bir şöhrete sahip olmayı hep istemişlerdir. Bunları elde edemediklerinde ise, onlara saygınlık kazandıracak ve üstünlük komplekslerini giderecek araç konumundaki paraya doğru dümen çevirmişlerdir. Onu da edinemediklerinde, toplumun takdir duygusunu kazanabilmek ve kendilerini yararlı hissetmek için evrensel değerlere sarılmış ve o değerlerin şampiyonluğu için çalışmışlardır. Hayırsever olmak, yardım kuruluşlarına katılmak, gönüllü toplumsal görevler üstlenmek vbg. Altıncı mutluluk kaynağı: başkalarına muhtaç olmadan, en azından temel ihtiyaçları karşılayabilecek kadar bir işe ve gelire sahip olmak veya kendi olanakları ile maddî gereksinimlerini giderebilmeyi başarmaktır. Bu durum, kişide özgüven, gurur ve yeterlilik duygusu uyandırdığı için, çalışmak büyük bir mutluluk kaynağıdır. Yedinci mutluluk kaynağı: yaratıcılıktır. İnsan beyni monotonluğu sevmez, tekdüze yaşamdan çabuk sıkılır. Tüm evren aralıksız değişirken, doğadaki her şey her an yenilenirken, beynimiz elbette statik konumda kalmak istemez. Ya evden çıkıp biraz dolaşmak ihtiyacı hissederiz, ya ülkelerarası seyahate çıkar, ya sosyal çevresini değiştirir, ya eşyalarını yeniler ya da yeteneklerini kullanarak daha önce yapılmamış yepyeni şeyler yaratmak isteriz. İnsanların sanatla ve bilimle uğraşması, yeni keşifler yapması ve bu sayede kültürlerin ve küresel teknolojinin sürekli evrimleşmesi öncelikle bu nedenden dolayı, yani beynimizin yeni şeyler üretme arzusunun şiddetindendir. Yaratıcılık; insana sürekli çok büyük hazlar yaşatan bir mutluluk kaynağı olagelmiş ve olagidecektir.


Sekizinci mutluluk kaynağı: barış ve esenlik içinde yaşayabilmektir. Genetik kodlarımızda “yaşamak için öldürmek” gerektiğini dikte ettiren kalıntılar olsa dahi, binlerce yıldır sürdürdüğümüz toplumsal yaşam sayesinde barışçıl ve sorunsuz gündelik hayatları yeğleyen bir yapı da geliştirdiğimiz ortadadır. İyilik yapıp dost kazanmak, düşmansız, kendi hâlinde ve paylaşımcı bir sosyal yaşantı sürebilmek çoğumuzu mutlu kılmaktadır. Dokuzuncu mutluluk kaynağı: bilgi ve kültür sahibi olmaktır. Bilen, bildiğini kullanarak yararlı ve doğru sonuçlar alan, bildikleri yüzünden toplumsal beğeni gören ve bildiği için akıl satan veya kendisine akıl danışılan kişiler, yüksek hazlarla dolu mutluluklar yaşamaktadırlar. Nüansları ve çoğu kimsenin farkında olmadığı detayları görmek; en antik ve en güncel bilgileri elde etmiş olmak; bunları kullanmak veya aktarmak, kişiye bir üstünlük hissi tattırdığı için mutluluk kaynağı sayılmaktadır. Onuncu mutluluk kaynağı: mutlu bir aileye, başarılı çocuklara/torunlara ve övünülecek dostlara sahip olmaktır. Bunlar, kendimizi başarısız görmemizi engeller ve övünç kaynağımız olurlar. “Bir marifetin varsa göster, babanınki ile övünme!” özdeyişi çoğu insanı -bu övünçten mahrum kıldığı için- rahatsız eder. On birinci mutluluk kaynağı: mutlu olma sanatını öğrenmiş olmaktır. Kötü bir deneyimden tatlı bir anı çıkarıp onunla alt ve üst bilincimizi memnun edebilme, iyimser olma, pozitif düşünme, Poliannacılık oynama ve bardağın yarısını dolu görme bizi/beynimizi mutlu kılmaktadır. Dingin bir ruh hâline sahip olan ve kolay kolay ruhsal frekans bozuklukları yaşamayan insanlar, sosyal ilişkilerinde ve özel yaşamlarında diğerlerine göre daha sıkça mutlu olmaktadırlar. On ikinci mutluluk kaynağı: beynin ve duyguların kendi amaçlarını gerçekleştirebilmesi ve kendi değerlerini/arzularını yaşatabilmesidir. İnsanın anlam arayışı ile bulduğu değerler arasında tükenmez bir ilişki vardır. Etik ve ahlâkî değerlerle sıkı ilişkisi bulunan kişinin yaşamı, sahip olduğu değerleri kullandıkça anlam kazanır. Zaten beynimiz, yaşamın anlamını bazı değerler edinildikçe ve bunların uygulamada değer bulduğunu gördükçe kavrar ve mutlu olur. Modern felsefeciler ve psikologların birçoğu daha anlamlı ve şükür içinde geçen doyumlu bir yaşam için olumlu alışkanlıklar ve üstün değerler yüklenmek gerektiğinde mutabık kalmışlardır. Son söz: Mutluluk sanatının ustası olun, mutlu kalın... Günün Sözü: Yaşamınızın senaristi ve yönetmeni kendinizseniz, mutluluk daha sıkçadır.

Mehmet Sağlam


Ömrüm Senindir... Uzun zaman oldu... Küflenmiş, tozlanmış raflardan çıkardım kağıt ve kalemimi. Boş sayfalara sadece baktım önce; düşündüm de kimim var ki başka. Her yazdığımda bir şeyler akıp gitti içimden; sen aktın ama gitmedin, özledim... Son olduğunu biliyorum. Koşmalarımın, koşuşturmalarımın sonusun sen. Uzun uzun dinleneceğim başımı dayadığım dizlerinde. Gerçekten nefes alacağım, gerçekten seveceğim seni. Sen yüzümü avucunun içine alıp aşk sözcükleri fısıldayacaksın. Göz göze geldiğimizde gülümseyeceğiz. Her zamanki gibi ellerimi uzun uzun tutup, öpeceksin. Sana her baktığımda yine gülümseyeceğim. Beni tek mutlu edensin; özledim... Yürüdüğümüz yollarda yine yürüyeceğiz, ve sen her adımda bir sarılacaksın. Bense gülümseyip kollarına atlayacağım. Kahkahalarımız dinmeyecek, kimseyi umursamadan yürüyeceğiz. Koşacağız ve yağmur altında aşkla ıslanacağız. Aşk bu; sevgi ve güven. Sen olmazsan olmam ben. Artık tek bedeniz, ayrılmaz bir bütün, kopamayız. Özledim... Kalabalıklarda bile birbirimizi bulacak gözlerimiz. Kokumuz tüm benliğimize işleyecek. Her yerde, her yüzde sen ben ve ben sen olacak. Kimseyle olmak keyifli gelmeyecek. Gülümseyişlerimizi özleyeceğiz, biz birbirimiziniz. Çocuklarımız olacak; üç tane, iki erkek bir kız. İstediğin gibi kızımız bana benzeyecek, oğullarımız sana. Bunca zaman birbirimizi aradık durduk. Bunca zaman birbirimizi daha tanımadan aşık olduk. Sen bana can, ben sana yoldaş olacağım. Hayatıma eş, ömrüme ömür katacaksın. Seni sevmek, tüm hikayelerin mutlu sonla bitmesi demek. Ve sevgilim unutma; biz bütün aşk masallarının kahramanıyız. Sen aşksın ve ben sana ölesiye aşığım. Ömrüm senindir...

Kezban Şahin


Jamais vu XI Senin bile bilmediğin bir geçmişimiz var, Senin hiç gitmediğin yerlerden geldim. Kucağına sığmayacak kadar anı biriktirdim. Ait olduğun yaşamın izlerini Silmeye yetecek kadar iri gözlerim var Rengi mühim değil. Senin bile bilmediğin bir geçmişimiz var, Senin hiç duymadığın isimlerle çağrıldım Alay konusu olduğum da oldu, Yüceltilip taçlandırıldığım da Ve yargılanıp taşlandığım da. Bir delinin gördüklerinin tümünü gördüm. Bir evliyanın da. Yine de saçlarım dağınıkken pek umursamam. Paramparçayken hayatlar hala. Eğer bir gün geri dönersen, Sana parmaklarımdan yaptığım çiçekler vereceğim. Boynuna dudaklarımı asacağım. Geceleri sadakat sözleri verip sana, Başka bir adamın göğsünde sabahlayacağım. Tek vaat edebildiğim bir kutu dolusu sözcük. Eğer yine de dönersen bir gün, Geçmişimizi hatırladığında, Tekrar unut.. Sadece iri gözlerim kalsın aklında.

Esra Alp

Kaçak '12 Darbelerle boğuşur yüreğim Gitmek ve kalmak arasında Ne ilk bu; ne de son olan bir baharda Hüzün sadece tek mevsim değil bende Olmadı da.. Belki gözlerimden yaş akmadı ama; Yüreğimi taşıyabilecek kadar güçlü bir dar ağacı bulamadım hala Sessizlikse ölümü getiren bana Koparsınlar atsınlar dilimi bir eylül akşamı karanlığında..

Işık Yavuz


Ütopik Kral Hayallerle beslenen bir adam varmış… Bir varmış, bir yokmuş değil hikaye… Zaten hiç yokmuş, olmamış o yeryüzünde Yazıyormuş, / Durmadan yazıyormuş Romanlar / Hikayeler / Arada bir şiirler / Senaryolar… Yazıyor da yazıyormuş Artık öyle bir hal almış ki hayatı / Yazmaktan; Gerçek hayatla, yazılarındaki hayatı karıştırır olmuş Bir kadına vurulmuş / Etkilemek için elinden geleni yapmış Yaptığını sanmış! / Ki kadın zaten etkilenmiş onun konuşmalarından Hareketlerinden / Alkolü içişinden / Bira bardağını tutuşundan Hikayesini anlatışından / Telefonda annesiyle konuşmalarından Etkilenmiş de etkilenmiş işte… Bu adam yazıyormuş ya hep / Ütopyalarda boğuluyormuş Aslında olmayan, / Aklında olan ideal toplum anlayışını yazıyormuş Yaşıyormuş / Uçuyormuş adeta bu adam Gerçekle ütopya arasında gidip gelmek / O ne deliliktir! Onu yaşıyormuş / Deliymiş meğerse Öyle şizofreni anlamında değil / Deliymiş işte deli Karakter denen şey yokmuş Hatta varmış / Hem de çok… Bir iyi adam profili / Hem aşık adam / Issız adam Yalnız adam / Deli adam / Aşk adamı Kötü adam / Uysal adam / Anlayışlı adam Manyak adam / Yazar adam / Susan adam Hayalci adam / Hayalci adam / Hayalci adam İşte bu noktada takılı kalırmış insanlar / Hayalciymiş adam Hayalinde yaşadığını gerçek / Gerçekte yaşadığını hayal sanır, dururmuş… Hayalleri varmış delikanlının / Çevresindekileri de alıkoyarmış; Hayal kurmakla / İnsanlar onun gözlerine bakınca neler görürlermiş neler Öyle diyorlar / Onların yalancısıyım! Hayalci ya adam hani / Düşlerin adamı Rüyasıyla gerçeğini ayırt edemeyen düşsel adam Evet evet düşsel adam bu düşsel Düş ülkesinin baş prensi / Yalancı prensi / Çok karakterli prensi Toplumun ideal yapısını kendi oluşumuyla sağlamak isteyen; Pinokyo prens


Ki / Her prensi ters devirecek prenses yok mudur sanıyorsunuz! Bir prenses çıkmıştı ya hani karşısına / Önceleri bir uzak durmuştu Sonra düşçü ya bizim prens / Allem etmiş kalem etmiş Almıştı güzel prensesi himayesine / Prenses şaşırmıştı / Nasıl demişti Benim aklımda bu prens yoktu / Nasıl aklıma işledi ve Aklımın adamı oldu / Olabildi demişti… Prenses şokları yaşarken / Toplum ütopyayla yönetiliyordu Dünya batıdan doğuya değil / Doğudan batıya dönüyormuş Direksiyonlar solda değil sağdaymış İnsanlar ayaklarıyla değil; / Elleri üzerinde yürüyormuş Prens / Ah prens / Ütopik prens / Uçuk prens Ne tatlı düşlerini kurup, / Prensesin de aklına nasıl da kurulmuştun! Ah prenses / Acaba sen de mi yalandın! Sen de mi fazla karakter barındırıyordun hayatta Prens ve sen doğanın ruh eşleri miydi yoksa! Her şey benim çıldırmam için mi yapılmıştı! Kazandınız ütopik kraliyetin başındaki prens ve prenses Düş dünyanızda kafa yorarken; / Hayat neden böyle ütopik? Derken delirtmeyi başardınız. Başardınız güven kırmaları / Başardınız yürekleri kesip atmayı Başardınız kan akıtmadan kanatmayı / Başardınız Derken uyandım Sabahın 5'i / Balkona çıktım / Muhteşem bir sema var Kırmızı kızıl gri mavi / Bir renk bulanıklaşması Ama net olan sadece güzel bir gökyüzü Üşüdüm / O an bir el sarıldı bana / Düşsel kral … Şaşırmıştım / Nasıl yani? / Az önce düşümdeki kral yanımda Üşüyen bedenime dolanıyor / Sarıp, sarmalıyor / Dur demiyorum Öpüyor / Kokluyor / Seni seviyorum / Aklımın adamı diyorum …


Rüyalarımın esiriyim / Yoksa? Ben de mi düşümdeki kralın kadın versiyonu oldum Yoksa ben düşteki prenses miydim? / Yoksa ben? Hangisi gerçek? / Hangisi düş? … Kaç gerçek var? En iyisi ben bir düşlere dalayım Tonlarca gerçeğimi muhakkak gösterir ütopik kral düşlerimde…

Sema Kahveci

Bir İnsan Hikayesi Bazen ne ileri ne gerisindir... Öldüremediğin için dirine ağlarsın. Yaptıkların yapmak istediklerinin sokağından bile geçmezken kendini ararsın. Gurbette hisseder ruhun; üşür, yalpalar, tırmalar... Olamazsın.. Anlaşılamaz ve anlayamazsın. Öfken okyanus misali kıyıya vurur; köpük köpük! Sonra durulursun içine akarsın... Ne yerde durabilirsin ne de uçabilir... Eşikte aidiyetsizliğine şaşarsın. Zamanın çarkında dönüp ömrünü tamamlarsın. "Nasıl mı bilirdin kendini?" Bulamadım ki bileyim; bilemedim ki diyeyim... Bir varsın bir yoksun... Var da yoksun. Yok da varsın. Boşver bunları, ses yapma artık. Şişt! Şimdi yorgun ruhun uyusun. Yeni doğmuş bebek gibi...

Melike Meral

Eylül 2012


İçeceksin ama… İçki içmek iki buz tokuşturmakla olmaz.

parçası

atıp

İçeceksen, adam gibi içeceksin yansıman sarsıntıda olmayacak...

kadeh kadehte

Ağzından çıkanı kulağın duyacak "en iyi adam içki masasında belli olur" lafıyla denk düşeceksin. İçki içmenin de bir ağırlığı olacak kendince "hoş" ama karşındakilere de "boş" bakmayacaksın. Öyle olmadık lafları "meze" yapmayacak, mezenin de bir tadı tuzu olacak bileceksin. Güleceksin, kahkahaların geçmişe resti çekmiş olacak. Ağlayacaksın gözyaşların yeniden ayağa kaldıracak... Öyle, "onun", "bunun" hakkında ileri geri konuşturacak kadar harcatmayacaksın dostunu da düşmanını da, eğer adabınla içeceksen haddini de bileceksin... Konuya siyasetten gireceksin, baktın ülkeyi kurtaramıyorsun ayık kafayla, "zaten…" deyip hayatının mazisine dalacaksın en derininden. "Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım..." parçasına eşlik edecek mazin, iki damla da gözyaşı akıtacak geçmişin. Geçmişinden ayrılacak, geleceğinden konuşmaya başlayacaksın "birileri var gelen, birileri var hep giden" diyeceksin, o gelenleri gidenlerle bekleyeceksin... Hep hüzünlenecek değilsin ya "en kötü günümüz böyle olsun" dostlar deyip, kadehleri kaldıracaksın. En güzel şarkılar eşlik edecek en güzel anlara, içelim dostlar! Şimdiki zamana, ne geçmişte kalmaya ne de geleceğe bakmaya şimdiki zamana içelim "beraberliğimize..." diyeceksin. Her içkinin bir masası her masanın bir ağırlığı vardır bileceksin. Bazen de, şişe de durduğu gibi durmuyormuş demeyi de kendine öğreteceksin. Kısaca; En kötü günümüz böyle olsun aşka sağlığa, dostluğa derken kimlerle kiminle dediğine dikkat edeceksin. Kaldırdığın her kadehin bir anlamı olacak ki sende "anı" değil mazisi kalabilsin. İçmek için içmeyeceksin, içkinin bir bahane olduğunu dostlarınla kadeh kaldırırken göreceksin.

Ece Çekiç


1 Dakikalık Gelecek Hemen hepsi olsun bitsin, mutlu olalım. Peki sadece bu kadar mı isteklerimiz? Bitmez, bitmez, bitmez… Uzar da uzar liste… Hayaller her zaman güzeldir, bunun yanı sıra çok uçtuğumuzu fark etmeyip yere çakılma riskimiz de var. Asıl unutulmaması gereken detay da budur. Kimin umurunda ki? 1 dakikada kurulacak gelecek için neler feda edilmez!!! Çok kısa sürede müthiş hayatlar kurarız, bozarız, düzenleriz. Bunların hepsini 1 dakikada konuşuruz, belki bir kağıda yazarız hızlıca… O anın büyüsü bozulmasın diye de çabalarız… Kalbimiz hızla çarpar, heyecan tavandadır, çok sevinçliyizdir… Bazen bu bir kahve falında, bazen bir şarkıda, bazense bilmediğimiz anda kafamızda dolaşıp durur. Gelecek bizi bekle!!! 1 dakikada ne yıkılalım, ne de ölelim; yaşayalım hep sana doğru. Geçmişe dair saygımızı, sevgimizi yitirmeden sevgi dolu güzel günlere!!!

Serenay Öztürk

07.09.2012

Bu Devirde Balık, Camın Ardında Genç kediler ağızları bir karış açık İstanbul’un boş caddelerine bakarken, biz şaşırmayız, çünkü biliriz: İnsanların büyük kısmı şehri terk ettiyse, bayram gelmiştir! Geride kalanlar da garip şekilde cesaretlenir. Kendilerini evin dışına atar, normalde gitmeyi akıllarından geçirmedikleri, şehrin erişilmez, uzak köşelerine yol alırlar. Sarman Dedektif bu fırsatı kaçırır mı? Aldım otoparkları göz hapsine, biri yola çıkarsa, dalıveririm otomobile. İşin sırrı şimşek hızıyla harekette, otomobil durana kadar merakına hâkim olup, kapıların açılacağı yeri beklemekte.

Dingil


Cesaret ve hüner ister bu operasyon, hemen bin, anında in, asla çaktırma, geri dönerlerken sakın kaçırma. Yoksa sonun, alışveriş merkezi otoparkının en dip katında mahsur kalan Dingil gibi olur. Aç susuz, karanlıkta kalırsın, bir de yolunu bulamayacak kadar “Dingil’sen kurtarsınlar diye ağlarsın. Şans yüzüme güldü; daldım sarı tüylü adamla, parlak gözlü kadının arabasının arka koltuğuna. Ruhları duymadan taşıdılar Sarman Dedektifi oradan oraya. Onlar anlattı ben dinledim, günümü gün ettim. Balık mevsimi gelmiş… Hem de şık bir sürprizle! Balık üç farklı yerde yüzermiş: Suda, yağda, rakıda! “Rakıda” kısmı, isteğe göre “şarapta” olarak da söylenebilirmiş. Fakat “kolada”, “suda” ya da daha da kötüsü “mide asidinde” olarak kullanılırsa, lafın esprisi vefat edermiş. Balık avı mevsimi dediler ya… Bu işin mevsimi mi olurmuş, dedim kendi kendime. Varsa cesaretin sonradan temizlenmeye, atlarsın suya, kaparsın balığı, götürürsün iştahla. Bol palamut istavrit varmış; yani kalıntıları yakında bizim çöp bidonuna uğrarmış. Bu zamanda Karadeniz’de kedi olmak vardı aslında. Mevsimi geldiğinde çekiyorlar da çekiyorlar hamsileri… Yüzlerce, binlerce değil, milyonlarca! Sonra yiyemiyorlar hepsini, inanır mısınız tarlaya gübre bile yapıyorlar. Orada kilosunu 1 liradan satamazken, İstanbul’da bazen 10 Lira, çevik kediysen her zaman bedava. Babam der ki “Hamsi bu kadar bol çıkmasa, dünyanın en değerli balığı olur”. Doğru valla, bir başladın mı çekirdek gibi, götür birbiri ardına. Hal böyle olunca, balina avlayan Japonlara buradan laf etmek kolay. Yok ki ekecek toprakları, hayvan otlatacak alanları. Hamsi de yok! Nasıl besleyecekler milyonlarca insanı? Deniz oluyor tarlaları, balina da büyükbaş hayvanları. Onu da avlamazlarsa, Koreliler gibi kedileri yatırmaya başlarlar sonra mutfak tahtasına!!! Sohbet yarıda kesildi, durdu araba. Anında dışarı attım kendimi kapı açılınnca. Fark ettirmeden takıldım peşlerine, yeni yerler keşfetmeye. Kendi aralarında konuşuyorlar, yok buranın işaret sistemleri çok iyiymiş,


yok her yer ferah ve güzelmiş. Ben ise nereye geldik anlamaya çalışıyorum.

Kapıdan sızıp, yetiştim bizimkilere. Florya’ymış, İstanbul Akvaryum’muş meğer burası. Giriş 29 Lira, uyanık kedilere hepsi bedava. İnanır mısınız 2 saatten fazla sürdü her yeri gezmek. Tam ağzıma layık yüzlerce balık türü arasında gözlerim bayram etti. Fakat ciddi bir sorun var bu tesiste; uzanıyorum burnumun dibindekini yakalamaya, patim çarpıyor kalın cama. Hantal balık sırıtarak gözlerimin içine bakıyor, midem gurul gurul çıldırıyor. Avrupa’nın en büyük tematik akvaryumlarından biriymiş. Yani kedicesi, bir an kendinizi boğazın dibinde çipuralara bakarken buluyorsunuz, bir an Yunan kıyılarında vatozların arasında. Sonra bir kutuplardasınız, bir Amazon’da veya denizin 400 metre altında. Her yer kendi bitkileriyle, iklimiyle, taze balıklarıyla. Niye atlamadın, hepsinin tadına bakmadın derseniz, sormayın derim. Orada da köpeklerle başımız belada! Bu köpekbalığı denen şey, karadakilerden de korkunç. Yine onlar gibi biraz şapşal ama öyle iri dişleri var ki suda dalaşmaya cesaret ister. Denizdeki rakibi kedi balığı dedikleri ise tamamen uydurma, buraya yazıyorum uzaktan yakından akrabalığımız yok o mahlûkatla.


Bizimkiler önde ben arkada en sonunda hediyelik eşya reyonuna ulaştık. Fiyatları uygunmuş diyorlar ama ben bu balıklar sahte biliyorum, ısırırınca ya havlu yemiş gibi oluyorsun ya da dişlerin cam gibi bir şeye çarpıyor. Neyse bizimkiler çok memnun çıkışa yollandılar. Ödedikleri para az geldi bu defa. Yok efendim, çok yatırım varmış, yok bu fiyatlara burası nasıl hayatta kalırmış. Heeey kendinize gelin! Balıkları vermiyorlar ki dişleyesiniz; bakıp çıkıyorsunuz işte… Görüyorsunuz da ne oluyor, sadece ağzınızın suyu akıyor. Ne dokunuyorsunuz, ne doyuyorsunuz. Siz hep böyle sanal dünyada mı yaşıyorsunuz? Yolda Beyti diye bir yerde durdular; çoğunluk zengin Araplar. İnanır mısınız hiçbir insan, bırakın yiyeceğini benle paylaşmayı, azıcık koklatmadı bile. Madalya şeklindeki etin en ufak parçasını bile mideye indiriyorlar; ya çok güzel ya da mücevher fiyatına diye. Anlayacağınız çok balık gördüm ama döndüm bu yolculuktan gurul gurul karınla… Gökten üç balık düşmüş, sarı tüylü adamın, parlak gözlü kadının ve bu yazıyı okuyanın başına. Hiç değilse kılçığını paylaşın bari şu gariban Sarman’la. Alp: Bazı insanlar bile anlamakta zorlanırken, balina avlamakla hamsi avlamanın neden farklı olduğunu veya böyle bir akvaryumun, eğlenmenin de ötesinde insanlara faydasını Sarman’a izah etmek kolay değil elbette. Mutlaka sizin de balık konusunda söyleyeceğiniz bir şey vardır. Haydi, balık gibi ekrana bakmayın, davranın klavyenize, bir şeyler yazın.

Sarman Dedektif Sarman Dedektif'in tüm yazılarına ulaşmak için Sarman Dedektifin Gözüne Batanlar isimli web güncesini ziyaret edebilirsiniz.

Alp Saldamlı


Vaat 'Ne iş yapıyorsun?' 'İzleyiciyim.' 'Neyi izliyorsun?' 'Doğayı.' 'Neden doğayı izliyorsun.' 'Çünkü seviyorum.' 'Saçma! Doğayı izliyormuş. Neyse sonra devam edeceğiz.' Komutan arkasını dönüp çıktı. Beni tuttukları yer dikdörtgen şeklinde, muhtemelen üç metre yükseklikte bir yerdi. Odanın kısık yanan bir lambası vardı ama tavana yakın olan demir parmaklıklardan gündüzün ışığı içeriye yansıyordu. Uzun bir masa, üç tane eski sandalye ve bir tabure vardı. Bir de üzeri paslanmış yeşil bir kapı. Adım Abbas Adel Karim. İranlıyım. Babam ipek tüccarıdır. Gerçi bu mesleği beni evden kovduktan sonra bıraktı. Sanırım bu benim yüzümden çünkü onun istediği gibi bir evlat olamadım. Ya da toplumun baskısına dayanamadı. Alışkanlıklarımın kurbanı olduğum bir dönemde, sanırım bundan üç yıl önce, yeşil gözlü, düz burunlu, beyaz tenli ve simsiyah saçları olan bir kadını hayatımın tam göbeğinde bulmuştum. Önceleri fark etmesem de sanırım ona aşıktım. Aslında benim gibi insanların kendilerini kontrol etme ve kötü alışkanlık edinmeme gibi bir tutumu vardır. Neyse. Kibir denilen günahın tesirinde olduğumdan, hiç bir kadının beni reddedemeyeceği olgusu beni esir almıştı. Aslında bu durum daha önce beni sürekli erteleyecek bir kadına rastlamamamdan kaynaklanıyordu. Ya da benim onları etkileyebilmek için etkili sözcükleri seçerek, cümleler kurabilmemden kaynaklanıyordu. İnsan bazı şeyleri elde etmeyi başardığını görsün, o dönemden sonra her şeyin kendi kontrolünde olduğunu sanır. Bu yüzdendir ki, bir şeyin bizi dürtmesi gerekir. Kadın hiç bir zaman sevgime karşılık vermedi. Gerçi, yönetim üzerimize bir baskı uygulayınca çok fazla görüşemedik. Toplasanız üç dört kere ya var ya da yok. Yönetim ilişkinin kurallara göre idame etmesini ister. Evet! Bu anlattıklarımın gidişatına bakarsak bir reddediliş yaşadığım gerçeğini paylaşmak isterim. Kendimce ben, bunun altını çiziyorum; 'kendimce ben.' İnsanları seven, onlara her zaman hoş yaklaşan, onların dertlerine ortak olan ve çözümler sunmaya çalışan bir bireydim. Ve aslında bunları yaparken, onları etkilemek adı altında, yani benden sürekli söz etsinler demek gibi bir kibrin tesirinde olduğumu bilmeden hareket ederdim. Aslında ben o ilk anlattığım kişi değilmişim. Bunu anladığımda üzüntü yaşadığımı da söyleyemem. Ne bir pişmanlık belirtisi ne de başka bir şey. Sadece ve sadece yaptığım hatayı anlamak yetmişti.


Kapı açıldı ve komutan içeriye girdi. 'Ellerini aç.' 'Neden?' 'Aç dedim!' Bir müddet avuç içime baktı. 'İşin gücün yok mu be adam senin. Gidip çalışsana ne işin var röntgencilikle. Doğayı izliyormuş. Kadın öldü yahu.' 'Kadın ölmek istediği için ölmüştür. Bu ülkede çalışırsam, asi ruhum beni isyana zorlar. Bunun yerine sessiz kalma hakkımı kullanıyorum işte.' 'Pekala ne yiyorsun be adam? Nasıl geçiniyorsun?' 'Doğaya hizmet edersen o da sana saygı gösterip yiyecek verir.' Bir müddet komutanla aramda bir sessizlik oldu. 'Kadını sen mi öldürdün?' 'Hayır. Muhtemelen kendi ölmek istemiştir.' 'Olay mahallinde ne arıyordun be adam.' 'Doğayı izliyordum.' Asker karnıma bir tekme attı. 'Öleceksin be adam. Kurtulur musun sanıyorsun!' diyerek kapıdan dışarı çıktı. Gülümseyerek gidişini izledim. Bizim ülkemizde bu gibi durumlara sıkça rastlanır. Muhtemelen beni asacaklar. Ya da en basitinden şehrin ortasında kırbaçla sırtımı deşecekler. Gerçi bu uygulama esnasında kadının yakınlarından biri gelip karnıma bir bıçak saplayabilir. Taş atamazlar çünkü o zaman muhafızlara zarar verirler. Sonuçta öleceğim. İçinde bir umut taşımak adı altında yıllar önce kendime bir söz vermiştim. Ağlamamak! Ve bu sözün daha sonra beni nasıl etkilediğini, daha kötü alışkanlıklara yönelttiğini anlamıştım. Yani, yıllar önce kendime verdiğim ağlamama sözümün, aslında ne kadar anlamsız olduğunu, insanın bazı zamanlarda ağlaması gerektiğini ve bunu kalbinin katılaşmaması adına yapması gerektiğini anladım. İnsan ağlamalıdır. Bazen oh be diyebilmek için, bazen de gerçeğe karşı ağlamalıdır. Ben çok güçlüyüm demek de bir kibirdir. Hayatımın geride kalan son üç yılı boyunca, herhalde reddediliş yaşadığım için narsist bir görüntü sergilemiş olabilirim. Evet! Kesinlikle narsistim. Bizim ülkemizde sapık şeytan olarak nitelendirilen Freud'a göre ben dış dünyadan soyutlanan libidomun bir egoya dönüşmesini henüz anlamlandıramamışım. Bana göre kurallar sıradan insanlar için koyulmuştur. Ayrıca kurallar ne kadar saçmadır ki hep bozulur. Gerçi sıradan insan toplumdan korktuğu için kuralı bozduktan sonra ki pişmanlığının verdiği psikolojik aksama benim narsisliğimin yanında sıfır kalır. Evet doğru! Hiç bir zaman onlar gibi düşünmedim. Çünkü kendime


kural koymadım. Kural koysaydım eğer, kuralı çiğnediğimde pişmanlık duyacaktım. Topluma ayak uydurmadım. Onlardan daha fazla kitap okuyup, onlardan daha fazla şey öğrendim. Daha çok şey başardım. Kalkıp bana bir şey söyleyeceklerse yerlerini bilecekler. Çünkü bende herkese yetecek kadar kelime mevcut. Şu anda ne düşündüğünüzü çok iyi biliyorum! Bana züppe dediğinizi kulaklarım işitiyor. Neyse bunlara kafa yoracak halde değilim. Sonuçta ölebilirim. Komutan sırıtarak içeriye girdi. Elinde bir dosya vardı. 'Seni araştırdık. Hiç bir şeye inanmazmışsın.' 'Kim demişse yalan söylemiş, doğaya inanırım ben.' 'Allah'ı reddediyorsun yani.' 'Hayır onu reddetmiyorum. Onu kalaşnikof gibi kullanan insanların ruhlarını reddediyorum.' 'Dinsizsin işte.' 'Evet öyleyim!' Komutan karnıma bir tekme attı. 'Bana neden vurdun?' 'Pis kafir senin gibilere daha fazlasını yapmak lazım. Kaldı ki yapılacak. Sonun asılmak olacak.' 'Ölümden korkmuyorum. Öldükten sonra doğaya hizmet edeceğim. Vücudum saf enerjiye dönüşecek.' 'Cehennemde yanacaksın.' 'Cehennemden korkmuyorum.' Komutan bir tekme daha attı. Güldüm. 'Anlamıyorsun. Asıl siz korkak ve çıkarcısınız. Cenneti ve cehennemi siz yarattınız. Kadını öldürmediğim anlaşılsa bile beni dinsizlikle suçlayıp idam edeceksiniz.' Bu sözlerimden sonra komutan arkasını dönüp çıktı. Sanırım benim hakkımda merak ettiğiniz çok şey var. Detaya girmemek şartıyla her şeyi anlatabilirim size. Şunu belirtmeliyim ki, herhangi bir dini inancım yok. Tanrı fikrinin insanın içindeki bir şeye inanma gereksiniminden doğduğuna inanıyorum. Ya da bireyin dünyada sahip olamadığı şeyler için, daha sonraki bir yaşamda ona din adamlarının vaat ettiği şeyler için Tanrı'ya inanmayı insanın saf çıkarcılığına yoruyorum. Şunu belirtmeliyim ki gerçekten bir yaratıcı olmalı. Fakat; bugün gökten inen tek şeyin teknolojik kuşlar olduğuna inanan bir nesli, geçmişte bir kaç kitabın inmesine inandırmayı, insanları korkutmakla elde eden din adamlarını samimi bulmuyorum. Şunu unutmamak gerekir. Cennete inananlar dünyayı her zaman cehenneme çevirmiştir. Orta Çağ'ın karanlık döneminde, Haçlı Seferleri adı altında yapılan savaşlarda şövalyelere vaat edilen şey cennetin ta kendisiydi. Endüljans denilen tapularla cennetten yer satın alınıyordu. Savaş adı altında yapılan her eylem, ölüm doğurur. İnsanlar kendi çıkarları doğrultusunda Tanrı'ya inanıyor. Neden? Çünkü dünya üzerindeki hiç bir şey onlara yetmiyor. İyi şeyler yapmanın bizi cennete götüreceğini zannettiğimiz için inandığımız dinin din adamlarının sözleri bizi kendi haddimizce iyi yapar. Bir din adamı çıkıp Musevi,


Hıristiyan ya da Müslüman öldürmenin bizi cennete götüreceğini söylediğinde cennet fikri cazip geldiğinden iyilik yaptığımızı zannediyoruz. Hıristiyanlar cennet için Müslümanları öldürdü. Müslümanlar aynı cennet için birbirini öldürüyor. Olay bu kadar basit işte. Komutan kapıyı sert bir şekilde açtı. 'Kadını neden öldürdün?' 'Ben öldürmedim. Muhtemelen ölmek istemiştir.' 'Cebinden bıçak çıktı. Kadın bıçakla öldürülmüş.' 'Yemek için ot keser. Ağaç dallarını sivrileştirip avlanırım. Tuzaklar kurarım.' 'Bu sefer ki avının kadın olmadığını nereden bileceğim?' 'Düşünebilen hayvanlar besin zincirimde yer almıyor.' 'Şimdide bir insana hayvan diyorsun.' 'Rejimimiz düşünen hayvanları öldürüyor.' Komutan suratıma bir tokat attıktan sonra, bir müddet sessiz kaldı. Derin bir of çektikten sonra sıkıntılı bir şekilde. 'Gerçekten Allah'a inanmıyor musun?' dedi. 'Sana bir iyi, bir de kötü haberim var! Birincisi, Allah gerçekten var. İkincisi ise daha çok silah var.' 'Sen kaçıksın.' 'Kadını gerçekten öldürdüğü mü düşünüyor musun?' 'Hayır! Bıçağın üzerinde kan olmalı. Bunu anlamayacak kadar aptal değilim. Ama bir şüpheli olmalı.' 'Buna sevindim. Kadını öldürseydim ve bu yüzden asılsaydım kendimi gerçekten suçlu hissederek ölecektim. Ama şimdi inandığım ve sizin inanmadığınız şey için asılacağım. İyi haber! Sonuçta öleceğim.' 'Sen gerçekten kafayı yemişsin.' Komutan odayı bir kez daha benim kontrolüme bıraktı ve dışarıya çıktı. Komutanın sürekli bana hatırlattığı kadın ölmeden iki hafta önce, şehir yaşamından uzak olan ve köyde yetişen kuzenim telefon açıp, hafta sonunu bende geçirmek için izin istedi. Ben de hayhay dedim. Zaten uzun zamandır kendisini görmediğimden olsa gerek içimde hafiften de olsa bir özlem belirtisi doğmuştu. Kuzenim geldiğinde ona tiksintiyle baktım. Okuduğum bir kitaba göre narsist kişilikler fiziksel görünümüne ve giysilerine çok düşkündürler. Ben de öyleyimdir. E haliyle kuzenimi, kahverengi ceket, krem rengi pantolonunun altında koyu gri, tozlanmış kunduraları ve eski püskü kemerinin arasından sarkan ekose gömleğiyle gördüğümden olsa gerek, kibirli bir suratla hoş geldin demiştim. Benim hızlıca girdiğim kapıdan ağır adımlarla o geçtiğinde anladım masumiyetin ne denli önemli olduğunu. Kibir dolu suratıma tebessümle bakışı, içtenliği ona karşı olan bütün kibrimi yerle bir etmişti. İşte o zaman dedim kendime; dili, rengi, ırkı ne olursa olsun iyi insan iyidir. Sen neredesin Abbas dedim. Bastığın yer kadarsın. Nedir bu insanlığa olan


kinin, intikam arzun. Neyin intikamı ayrıca. Neyse sonuçta ölmek üzereydim. Herhalde kadının katilini yakalayıp beni de dini reddettiğim için asarlardı. Komutan içeriye girdi. 'Abbas Adel Karim. Kadını katledeni yakaladık.' 'Kadının umurunuzda olduğunu zannetmiyorum. Sizler bir kadını sadece dans ettiği için taşlarla öldürürsünüz. Bu istisna sizin için hiç bir şeydir. Ayrıca yakında beni de sizin inandığınız şeye inanmadığım için idam edeceksiniz.' Komutan 'Ön yargı.' dedi sessizce. 'Asıl ön yargı sizin içinizdeki kinden ibaret. Dininize karşı olanlara olan tutumunuz ön yargının en basit hali.' 'Abbas Adel Karim! Rejim var olduğundan beri, rejimin en cesur askeri oldum. Bu bir kibir değil. Ne kadar çok çalıştığımı ne anlatırım ne de bu konu hakkında sana bir fikir danışırım. Ama şunu bil, ne benim cesurluğum ne de kazandığım zaferler, senin cesurluğunun yanında bir hiçtir.' Komutan elindeki copu suratıma indirdi. Başımda bir ağrıyla uyandığımda kendimi çorak bir arazide, elimde bir zarfla buldum. Zarfın içinde bir miktar para ve küçük bir not kağıdına yazılmış söz vardı. 'Bu ülkeden ayrıl.'

Tuncay Ünaydın

..EnginDergi.. Eylül2012 sayı-33 www.engindergi.com bilgi@engindergi.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.