engindergi-s34

Page 1

EnginDergi Y覺l: 2012 - Say覺: 34


Fotoğraf: atesbaar

"Başarı, insanın isteğini elde etmesi; mutluluk ise, elde ettiğini istemesidir." Paul Valery


İçerik; Sy.04) Güz – Engin Enginer Sy.05) Hayatınız... Tercihleriniz... Peki Ya Siz? – Tınaz Çokkeskin Sy.06) Bahar Çiçekleri – Neyzen Ahmet Hamdi Erdoğmuş Sy.08) Sevginin 3 Türü – Tuğçe Büyükabacı Sy.09) Bize Bir Şey Olmaz (mı)! – Alp Saldamlı Sy.12) Yaşamın Kareleri; Beykoz – Bora Eke Sy.16) Roman Yazmak mı!.. – Mehmet Sağlam Sy.17) Siz Nerdesiniz? – Serenay Öztürk Sy.18) İyi Geceler, Tatlı Rüyalar – Tuncay Ünaydın Sy.20) Hayal-et – Melike Meral Sy.21) Bir Aşk Daha Hiç Yoktan Yere Bitmiş – Kezban Şahin Sy.21) Kaçak '13 – Işık Yavuz Sy.22) Fevzi Barış – Pelin Karadağ


Güz Uyandığında havanın alacakaranlığının yaşattığı griliğe hemen alışamadı gözleri. Neredeydi, saat kaçtı? Kolundaki saate baktığında akrep en aşağıda, yelkovan ise en tepedeydi. Hafif bir sersemlik ile gözlerini ovuşturdu. Peki ama gündüz mü yoksa gece miydi şuan? Olduğu odanın aralık kalmış camından ince ince üşüten bir esinti geliyordu. Bir de çocukluğuna dair anımsadığı, duyduğunda kendini hep iyi hissettiren, kumruların gu-guuk-çuk seslerini işitmek mümkündü. Rüzgarın esintisiyle birlikte sonbaharın serinliği kuru ağaç yaprakları arasından geçerek kuş seslerine eşlik ediyordu. Yerinden doğrulup başucunda duran, üzeri işlemeli örtü ile kapalı sürahiden bir bardak su doldurdu kendine; üç yudumda ağır ağır içti. Rahat ve derin bir uyku çekmesini sağlayan ninesinin sert yatağından kalkıp pencereye doğru yürüdü. Hangi manzaraya değişebilirdi ki burasının hissettirdiklerini. Hayat keşmekeşinden fırsat bulup da küçük bir kasabada yaşayan ninesini ziyarete gelmeyeli uzun zaman olmuştu. Burada eskiden, bahar yağmurları sonrası bisikletlerle dolaşır, yol kenarındaki çalıların içinden ellerine dikenler bata bata böğürtlen yerdi. Nasıl da özlemişti o böğürtlenlerdeki tadı, havadaki kokuyu, bisiklet üzerindeki coşkuyu. Üzerine eşofmanlarını giydiği gibi doğa ile kucaklaşmak için dışarıya attı kendisini. Oysa evinde olsa yataktan çıkmak bile zor gelecek, çalar saatin alarmını birkaç kez erteleyecek, sonrasında söylene söylene kalkarak işe gitmek için hazırlanacak ve yine o sinir bozucu trafikle cebelleşecekti. Hava ve ses kirliliği de cabası. Dünyayı getirdiğimiz hale bak diye geçirdi içinden. Belki sonbahar çocuğu olduğu için pek çoklarının aksine yazı değil de sonbaharı daha çok seviyordu. Her içli hikayede anlatılıp uzun uzun tasviri yapılan, duyguları kabartan da aslında bu toprak kokusu ve yeşil ile sarı tonları arasında sonsuz renk geçişi yaratan sonbahar değil miydi! Ne iyi yapmıştı yıllık izninin bir kısmını bu mevsimde burada geçirmeye karar vermekle. Gün iyiden iyiye aydınlanmaya başlamıştı artık. Bu kısa yürüyüş iyice acıktırmıştı onu. Şimdi ninesi kimbilir neler hazırlamıştı kahvaltı için; burnuna gelen kokular iştahını iyice kabartmıştı. Hızlı adımlarla eve doğru yöneldiğinde yüzünde uzun zamandır hiç olmadığı kadar büyük bir gülümseme vardı.

Engin Enginer


Hayatınız... Tercihleriniz... Peki Ya Siz? Hayat; mutlak sona yapılan bir yolculuktur. Yolculuğun ne kadar süreceğine biz karar veremeyiz. Ama rotamızda küçük oynamalar yapabiliriz. Bir saniye sonrası bile garanti olmayan bu hayatta acaba kaç kere "gerçekten kendimizin istedikleri"ni yapabiliyoruz ki? Her kulvarda, çevremizin dayatmalarını kaderimiz gibi yaşıyoruz. İyi bir okul bitirmek, kariyer yapmak, mutlu bir evlilik ve daha pek çok örnek verilebilecek bu eylemleri kendimiz için mi yoksa çevremizden takdir toplamak, kendimizi önemli hissetmek adına mı yapıyoruz? "Evet ben mutluyum." dediğimiz olayların kaçında gerçekten mutluyuz? Çocukken, birinin kızmasını ya da ne düşündüğünü umursamadan yaptığımız eylemlerdeki cesaretimiz, biz büyüdükçe küçülüyor mu? "Elalem ne der?" bilinci, küçük yaşlardan beri benliğimize enjekte edilerek yaşayıp gidiyoruz. Gençken belki de fark edilemeyen bu faktörler, hayatın sonlarına doğru, bir sabah uyandığınızda, en güzel olmak istediğiniz bir günde, aynaya baktığınızda, yüzünüzde çıkan kocaman bir sivilce gibi karşınıza çıkıyor. İşte o zaman başlıyor; "Hayatım boyunca kendim için ne yaptım?" sorusu beyninizi kemirmeye... Beş dakika daha uyumak adına ertelediğimiz saat alarmı gibi, hayatımızı da sürekli erteliyoruz. Hiçbir hastalığa yakalanmadan, kötü bir olay yaşamadan, "anı yaşama"nın önemini kavrayamıyoruz. Mesela: • • • •

O gün canınız istemiyorsa; odanızı toplamayın. Sırf "ayıp olur" diye görüşmek zorunda hissettiğiniz kişiyle değil, gerçekten mutlu hissettiklerinizle görüşün. Haklı siz bile olsanız; kavgalı olduğunuz birini aramak aklınızdan geçiyorsa, gurur gibi boş egolara sığınmak yerine, onu arayın. Yeni aldığınız bir parfümü, giysiyi kullanmak için; özel bir günün gelmesini beklemeyin. Alakasız bir zamanda, gecenin bir vakti mi kullanmak istiyorsunuz? Kullanın. Sevdiklerinize, onları ne kadar sevdiğinizi söylemek için yarının olmasını beklemeyin ya da "Saat geç oldu yarın ararım." demeyin. O an arayın. Kim bilir belki de o an siz de onların aklından geçiyorsunuzdur.


Herkes hayatında sevdiklerini zaman zaman üzebilir, ihmal edebilir. Ama bunun telafisini en kısa sürede yapmaya çalışın. "Öncekinde ben aramıştım. Şimdi o arasın." gibi kronolojik hesaplardan kaçının. Bunlar, aslında yapılması kolay ama uygulamaya gelince nedense pek de başarılı olunamayan püf noktalarıdır. Size ya da sevdiklerinize dünleri bonkörce bağışlayan hayat, yarınları bahşetmede o kadar da cömert olmayabilir. Zaman "tik tak" aleyhimize işlemeye devam ederken; "Keşke"lerinizin az, "İyi ki"lerinizin çok olduğu bir hayatınızın olması dileğiyle...

Tınaz Çokkeskin

Bahar Çiçekleri Tarihsel bir süreçte toplumların hayatlarını incelediğimizde görüyoruz ki, herhangi bir toplumda tasavvufi bir hayat anlayışı veya batılı toplumların hümanizm dediği insana verilen değer ölçüsü ön planda tutuluyorsa, o toplumlar daima yükselmiş, kişileri mutlu, huzurlu ve sevgi dolu insanlar olarak; hep hoşgörülü, saygılı, tevazu ve erdemlik hasletleri onları kuşatmıştır. Özellikle ahlak ve edep (kişinin manen yükselmesi) o toplumu hep üst seviyelere çıkarmıştır. Bu anlayış kişinin kendi yaradılışını tanıması yüce yaradanın bu mükemmeliyetinin meydana çıkmasında önemli bir etken oluşu, hayranlık ve aşk duygusunun aslında insana yansıması ve gönül aynasının tüm paslardan ve kirlerden arınmış olması o insanı gerçek olarak üstün kılar. Kişi kendini bilirse Allah'ını bilir anlayışı tasavvufi düşüncenin temelini oluşturur. Bir insan Allah'ın emirlerini yerine getirmekle sorumludur. Bu onun Allah'a olan inancının dik çizgisidir. Fakat bir de, kendi varlığının hiçliğini idrak edip yüce yaradanın potasında erimesi tasavvufi hayatın başlamasına sebebiyet verir. Kişiler bu inançlarına paralel olarak diğer kişilerle toplum içindeki yaşayış biçimlerinde bir de yatay çizgi çizmek zorundadırlar. İşte bu yatay çizgi mümkün mertebe uzun olması ve daima kök salarak büyümesi tasavvufi yaşam biçimi olarak biz insanları daima içine alarak kuşatır. Hz. Mevlana'nın Mesnevi Şerif'inde bahsettiği bir kişinin kendi varlığını ifade edebilmesi ancak karşısındaki kişinin ona olan bir nevi ayna olabilmesi, yani o kişinin hakkında oluşan kanaatini doğrultusunda mümkündür. Bu şu demektir; bir kişinin kendini anlatması veya ifade edebilmesi bir bakıma önemli değil, o kişinin diğer insanlar tarafından anlatılıyor veya anlaşılıyor olmasıdır önemli olan. Mesnevide bir misalle olayı biraz daha açmak gerekirse; Mevlana Hz.'nin anlattığı olay bizi gerçekten nasıl yaşamamız gerektiğine çarpıcı bir misaldir.


Kışın tüm tabiat ölmüş bir vaziyetteyken toprakta bir çok bitki kökleri görürüz. Bu bitkiler devedikeni, ısırgan otu ve onun yanında gül fidanı, ıtırlı güzel ve hoş kokusu olan bitkiler olsun. Hepsi bir arada bulunurlar. Fakat bahar geldiğinde tüm canlılığı ile gül açar, ıtırlı bitkiler hoş kokular saçar ve inanılmaz bir güzellik meydana çıkar. O bitkilerin yanında duran devedikeni ve ısırgan otunda herhangi bir değişiklik olmaz. Mana derinliğine inersek bizler her gördüğümüz insanı ilk bakışta fark etmeyebiliriz. Yani insanlar görüldüğü gibi değillerdir. Baharı yaşayan bir insanla, ölü yani sevgisiz, şuursuz yaşayan bir insan birbirinden çok farklıdır. Devedikenine sorsan baharı asla istemez, kötü karakterli insanlar da gündüz veya aydınlıkta dolaşmak istemez. Çünkü onlar gece karanlığı gibi karamsar ve kötü insanlardır. İnançsız insanlar da ahiret hayatını istemez. Zan ve şüphe ile yaşamak olası bir mutlak son onları daima ölüm korkusu içinde yaşatır. İşte bizler de bu baharda çiçek açabilmemiz ve etrafa hoş kokular salabilmemiz için var olan benliğimizi, bizi diğer insanlardan ayıracak olan baharın gelmesi ile mümkündür. Bu nasıl olabilir diye sorguladığımızda Yüce Peygamberimizin hayatını incelememiz, onun nasıl bir yüksek ahlak üzere olduğunu bilmemiz gerekir. Kuran-ı Kerim'de anlatıldığı gibi Allah onun için "Sen yüksek bir ahlak üzerine yaratıldın." diye hitap etmiş ve "Eğer sen yüksek ahlak üzerine olmasaydın, İslam dinini sevdiremez ve tebliğ edemezdin, ayrıca İslam dinine insanları ısındıramazdın." demiştir. Bu sözlere muhatap olan Efendimizin bu temel davranış biçimi ile yaşaması bizlere son derece iyi bir örnektir. Ayrıca Allah'ın dostlarını dost edinmemiz ve onların yardımı ile doğru yola sevkimiz, güzel bir hayat yaşamayı canı gönülden istememiz bize baharın gelmesini sağlar. Demek ki bir hayat boyunca bize biçilen en önemli sınav, yüksek ahlak üzere olabilmek, yani Mesnevi'de çok bahsedilen 'insan-ı kamil' olabilmektir. İnsanlarla olan ilişkilerimizde dost canlısı, arkadaş canlısı yaşamanın bizi ve çevremizi mutlu kılacağı şüphesizdir. Samimi ve içtenlikle bu hayat tarzını arzu edip istememiz bize hiç ummadığımız bir zamanda kim bilir ne kapılar açar. Kul ister; Allah onu, o isteği üzerine sevk eder. Buradaki niyet çok önemli olup, kişinin gerçekten aşk ile istemesi, onu herkesin hayran olduğu güzel bir hayat ve saygın bir yaşam tarzına sevk edecektir. Rabbim bizlere temiz ve güzel ahlaklı insanlarla yaşamayı nasip etsin.

Neyzen Ahmet Hamdi Erdoğmuş


Sevginin 3 Türü Başucu kitaplarını romanlara göre oldum olası daha çok severim. Çünkü ne kadar çok okursanız okuyun; içinde her daim öğrenilecek yeni bilgiler bulundurur ve okuduğunuz her defa kalbinizde, aklınızda yeni kapılar açar. Dün gece de tam bu düşüncelerle başucu kitaplarımı bir kez daha gözden geçirmeye karar verdim. Elime uzun zaman önce okuduğum Sibel Yolak'ın "Mutlu Olmanın Yolları" adlı kitabı geçti. Bir-iki sayfa göz gezdireyim derken, kendimi kitabın yarısına gelmiş halde buldum. Bunun nedeni ise, okuduğum ilginç bir başlık oldu aslında. Sevginin 3 türü... Yazar, bu bölümde Masumi Toyotome'nin "Three Kinds of Love" kitabından alıntı yapmış. Kitaba göre, yeryüzünde 3 çeşit sevgi türü var ve biz farkında olalım ya da olmayalım; bu sevgi türlerinden birine yöneliyoruz. Gelin, şimdi bunları kavram olarak daha yakından tanıyalım. Bu sevgi türlerinden birincisi: "eğer türü sevgi". Bu, karşımızdaki kişiye bir koşul sunarak yaptığımız sevgi gösterme biçimidir. Bu tür sevgi koşula bağlıdır ve ne yazık ki o koşul ortadan kalktığında, sevgiyi de beraberinde alıp götürmektedir. Ayrıca bu tür sevginin yorucu olan bir diğer tarafı da karşımızdakinden sevgi alabilmek için, devamlı olarak onun istediği koşulları yaratmamız gerektiğidir. Kitapta belirtilen bir diğer sevgi türü ise; "çünkü türü sevgi"dir. Bu tür sevgi de yine bir koşul vardır. Ama ilkinden farklı olarak bu türde, o koşula sebep olan niteliğe sahipsinizdir. Karşınızdaki kişi, sizi o özelliğe sahip olduğunuz için sever. "Seni seviyorum; çünkü çok güzelsin." "Seni seviyorum; çünkü çok iyisin." gibi tümceler bu tür sevgi boyutunu kullananlardan sıkça duyulan sözlerdir. Çünkü türü sevgi, eğer türündeki sevgiye göre daha gerçekçidir. Fakat ilk sevgi türünde de olduğu gibi, o niteliğin kaybedilmesi durumunda sevginin de kaybedilme olasılığı yüksektir. Son olarak bahsedilen sevgi türü ise; "rağmen türü sevgi"dir. Bu sevgi diğer iki türe göre çok daha kutsal ve çok daha saftır. Bu sevgide karşınızdakine bir misyon yüklemezsiniz ya da maddi veya manevi bir kazanım için onu sevmezsiniz. Kısacası, bu sevgi türünde kendi çıkarınız için sevmezsiniz. Sadece karşınızdakini "o" olduğu için seversiniz. Kötü bir özelliğine rağmen, çevreye rağmen hatta bazen kendinize rağmen yine onu seversiniz.


Sevginin üç türünü de anlam bakımından kavradıktan sonra kendi kendime şunu sormadan edemedim. Kaçımız rağmen türü sevgi biçimini kullanıyoruz? Sevgilimizden tutun, arkadaşlarımıza kadar herkesi sadece kendi çıkarımız için seviyoruz. Bu yüzden de devamlı koşullarla ve çünkülerle dolu cümleler kuruyoruz. Artık kimsenin karşısındaki insanın kusurlarına katlanacak sabrı yok. Herkes yalnız ve yalnız mükemmele sahip olmak istiyor. Ama ne acı ki kendimizde dahil hiçbirimiz mükemmel değiliz. Sadece mükemmel olduğumuzu düşünerek, karşımızdakini zora koşan sevgiler yaşamaya çalışıyoruz. Oysaki hepimizin telaşı aynı. Sevmek ve sevilmek... En iyisi mi? Rağmen türünde sevmek ve sevilebilmek...

Tuğçe Büyükabacı

Bize Bir Şey Olmaz (mı)! Biz kediler 9 canlıyız! Herkes biliyor... İnanmazsanız şu fotoğraftaki pillere bakın! İşin aslı kıvrağız, yükseklerden düşerken hayal bile edemeyeceğiniz hareketler yapar, çoğunlukla da dört ayak üstüne düşeriz. Bu hareketin ismi bile var: Kedi Düzeltme Refleksi. Kıvrak biziz, içgüdüleri, koklama ve işitme yeteneğiyle güçlü olan yine biziz. 9 da canımız var, fakat ne hikmettir bilinmez, bu diyarda yaşayan insanlar bizden daha cesur. Biz kediler tetikteyiz, dikkatliyiz, tehlikelerden kaçıyoruz, fakat insan hiçbir şeyden korkmuyor. Sanki her biri on kaplan gücünde, sanki 1 değil, 9 değil 99 canı var! Bunun ardında yatan nedir anlamak kolay değil. Bu olağanüstü kendine güvenin kaynağını bulmak için, yine insanların dünyasına dalmak gerekiyor... Durmaktan hemen sıkılan ve homurdanarak ileri fırlamayı bekleyen araçlara yeşil yanıyor. Hepsi rallideymiş gibi anında kalkıyor... Fakat o da ne! 12 yaşlarında bir çocuk, son anda karşıya geçmeye karar verip kendini yola, onların önüne atmasın mı! Neyse ki araç sürücüleri zamanında frene basıyor. Yanık lastik kokusu, kulak çınlatan kornalar. Çocuk pişkin pişkin sırıtarak karşıya varıyor. "Oğlum, otomobil sana vurup yere yapıştırsa, şu tazecik omurganı çatır çatır tekerlerin


altına alsa; oh, bedava İsveç masajı mı diyeceksin? Yazık olmaz mı bu yaşta?" O çokbilmiş ve bilindik cevap dökülüyor ağzından: "Bişiğ olmaz!" Bu lafı söylerken, olmazsa olmaz mimik de beraberinde geliyor: Baş hafifçe yukarı kalkıp, aşağı iniyor... Yani bir yandan olumsuz anlamı pekiştiriyor, bir yandan dünyaya meydan okuduğunu gösteriyor. "Bir şey olmaz," bu diyarın insanının zihnine daha küçük yaşlarda kazınır. En ileri yaşlara, en yüksek makamlara kadar da aşınmaz, taşınır. 1986 Çernobil Nükleer Kazasından sonra, çevreye yüksek dozda radyasyon yayıldı. Türkiye de bundan nasibini aldı. Çayda ve fındıkta radyasyon seviyesi fırladı. Bunun üzerine dönemin Sanayi Bakanı, televizyonda "bir şey olmaz," ifadesiyle herkesin gözü önünde çay yudumladı. Sonra da "Biraz radyasyon iyidir," diyerek halka güven aşıladı. Başbakan Özal bu yaklaşıma, "Radyasyonlu çay için. Lezzetli oluyor. Azıcık radyasyonlu çay çok faydalıdır," diyerek destek verdi. Cumhurbaşkanı Evren ise, "Ben radyasyonlu filan diye çay içmemezlik etmem. Alışkınız... Çayı demleyerek içerseniz bir şey oymaz," diyerek hem nükleer enerji hem botanik konusunda uzmanlığını konuşturdu. Bilimsel kurumların uyarıları ise çocuk masalı olarak kabul edilip, geçiştirildi. Kirli çaylar temizlerle harmanlanarak piyasaya sürüldü; nedense ardından, özellikle Doğu Karadeniz'de kanser oranlarında büyük artış görüldü. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ülkeye seks işçisi Rus kadınların gelişiyle, bu komedinin başka türlüsü yaşandı. AIDS'in en hızlı yayıldığı dönemdi, prezervatif kullanmanın önemi artmıştı. Bu konuda yöre erkekleri, yine bıyık burup, yiğitliği elden bırakmadı, "Prezervatif filan uymaz bize; bir şey olmaz bize." Bugün bile yakalanıp sınır dışı edilen yabancı uyruklu hayat kadınlarının yaklaşık %50'sinin AIDS hastası olduğu söyleniyor. Bunlarla beraber olan delikanlılarımız hasta olmuyor mu? Var bir yerde yanlış hesap, fakat hata nerede, kim bile, kim söyleye? Buralarda zengininden fakirine, kültürlüsünden cahiline, yaşlısından gencine pek çok insandan sık sık işitirseniz: "Bana bir şey olmaz. Şimdiye kadar hep böyle yaptım, bir şey olmadı, yine olmaz!" Peki, bu insanlar neye güveniyor, onları risklerden, tehlikelerden koruyan gizli güç ne? Akla ilk gelen birkaç seçenek şunlar:


Nazar Boncuğu korur: Daha bebekken iç çamaşırınıza iliştirilen mavi boncuğa, annenizin dediği kadar bel bağlamayın. Kötü enerjiyi üzerinde toplayıp, sahibini kem bakışlardan, tersliklerden koruduğu söyleniyor, değil mi? Batıl inanç denen şey 13 sayısı ve gece tırnak kesmemekten ibaret değil ki. Devlet Baba korur: Bu düşünce tarzının bir ileri vakası "Ay Dede korur" şeklindedir. Sakatlara, özürlülere yardım konusunda, hastanelerdeki hizmet kalitesi henüz o kadar gelişmedi. Hem insan, kendini otomobilin altına attığında, radyoaktif çayı midesine indirdiğinde, onu hem koruyabilecek hem de sonrasında hemen mükemmel derecede iyileştirecek süper güçlere sahip ne bir ülke ne de bir devlet var bu dünyada. Gördük, Japon mucizesi bile para etmiyor. Tanrı korur / Kaderde ne varsa o olur: Sırtını Tanrı'ya yaslamaya çalışmak, en kolay yol elbet. Tanrı, emanet ettiği vücuda, akla, ruha kötü davranırsan, kendini umursamazsan, yine korur mu seni? Basit önlemler almak için azıcık çaba sarf etmek, birazcık fedakârlık yapmak yerine, Tanrı'nın her kötülükten korumasını beklemek, tersi olduğunda da bunu kaderden bilmek, tembellik ve birazcık da küstahlık değil mi? Güçlüyüm, şanslıyım ben: Evet, tekerlekli sandalyeler, hastaneler, mezarlar, buna haddinden fazla inanan sakatlarla, hastalarla, cesetlerle dolu. Çekirge bir sıçrar, iki sıçrar, üçüncüsünde ÇATTT! İnsan, fazla risk almayı alışkanlık haline getirirse, hoş olmayan sonuçlarına da katlanır. Kendi düşen ağlamaz, niye bu kadar dert ediyorsun Sarman; ne gelecekse gelsin başlarına, demeyin. Sonradan yaşadıkları, bu insanları bin pişman ediyor. Cep telefonuna cevap vereceğim diye araba kazası yapanlar, son anda karşıdan karşıya geçerken kemikleri paramparça olanlar, basit bir önlem almadığı için hayat boyu sakat, hasta, özürlü yaşayanlar, aynı hatayı bir daha yapmak istemez, dikkatli olmaya başlar elbet. Fakat bu hale gelmeden önlem almak mümkün değil mi? Bu insanlara yaptıkları şeyin tehlikeli, mantıksız olduğu anlatılamaz mı? Küstahlıklarını yenmeyi başarabilirler mi? İnsan hem yeteneklerini bilmeli hem de sınırlarını. Çünkü dokunulmaz değil, kaderin kölesi hiç değil... "Bir şey olmaz," demeyi bıraktığında, doğru düşünüp, akıllıca hareket ettiğinde, çok şey değişir. Riskler, bireysel ve kitlesel felaketler azalınca, yaşam ve sağlık kalitesi de yükselir.


Bir daha "Bişiğ olmaz!" lafını duyduğunuzda, sizin ağzınızdan bile çıkmış olsa, aynı Örümcek Adam'ın tehlike içgüdüleri gibi, kafanızda bir şimşek çaksın... Bir yerden bir tehlike yaklaşıyor demektir! Önlem almayı bilin, Sarman Süper Kahramanlar Okulunun birinci sınıfına kabul edilin. Kedi veya İnsan bütün okuyucularım... Bilin ki hepiniz kahramanlarımsınız benim!

Sarman Dedektif Sarman Dedektif'in tüm yazılarına ulaşmak için Sarman Dedektifin Gözüne Batanlar isimli web güncesini ziyaret edebilirsiniz.

Alp Saldamlı

Yaşamın Kareleri; Beykoz Bora EKE'nin kamerasından Yaşamın Kareleri: "Beykoz, İstanbul"



FotoÄ&#x;raflar: Bora Eke


Bora Eke Beykoz, İstanbul, Türkiye


Roman Yazmak mı!.. 180 dakikalık uzun metrajlı bir film çekmeye karar verdiğinizi düşünün. Bu filmin senaryo yazarı, rejisörü ve sanat yönetmeni siz olacaksınız. Zaman ve mekân seçimleri size ait olacak. Filmdeki tüm karakterleri kendiniz yaratacak, kostümlerini kendiniz dikecek, makyör/makyöz kendiniz olacak ve üstelik tüm rolleri de kendiniz oynayacaksınız. Müzik, ışıklandırma, koreografi, suflaj, dublaj, senkronaj vs. hepsi sizin üstünüze yıkılmış olacak. Bunlar yetmezmiş gibi, yapım şirketinin tüm masraflarını da kendi cebinizden karşılayacaksınız. Bütün bunlara karşın, yapacağınız filmin herhangi bir sinemada oynayıp oynamayacağını bilemeden -ve büyük bir risk aldığınızı bile bile- bütün bu zorluklara katlanmayı göze alacaksınız. Roman yazma işi bu kadarı ile bitse kolay... Olağanüstü bir hafıza gücünüz ve konsantrasyon beceriniz olmalı. Yine film çekimi benzetmesiyle sürdürelim anlatımı: İlk yarım saatini hızla çekebileceğiniz film ilerledikçe, atacağınız adımlar giderek yavaşlayacak; çünkü daha önce hangi sahnede kimin ne söylediğini, ne giydiğini, neler yaptığını, neler plânladığını vs. anımsamanız gerekecek. Renkleri, yüz ifadelerini, ışığın yönünü, karakterlerin alışkanlıklarını, hepsini, her şeyi sahne sahne zihninizde capcanlı tutmaya mecbur kalacaksınız. Veya söylenen her cümleden sonra, daha önce söylenenleri geri dönüp tekrar tekrar, belki yüzlerce kez izleyeceksiniz. Ve onca alın teri eğer yeni bir dil kurmuşsanız, anlatmak istediklerinizi daha önce kullanılmış üst dillerden daha farklı bir edebî dille anlatmışsanız boşa akmamış olacak. Film bittiğindeyse, bu kez bittiğinden emin olamayacaksınız. Filmi nadasa bırakacak, birkaç aylığına unutacaksınız. Sonra oturup herhangi biri gibi filmi izleyecek, ilk izleyici siz olacaksınız. Eleştirel bir gözle, sahne sahne kusur arayarak, bulduğunuz her hataya sevinerek, daha başkaları var mı diye endişelenerek... Kötü sahneleri ya tüm ekibi tekrar sete çağırıp yeniden çekeceksiniz ya da silip ağırlıklardan kurtulacaksınız. Ve son perde kapandığında, şöyle derin bir nefes almayı dahi vakit kaybı sayarak, en usta film eleştirmenlerini aramaya koyulacaksınız. Onlar filmin kopyalarını izlerken, gelecek eleştirileri beklemekten uykularınız kaçacak, ölüp ölüp dirileceksiniz. Ufak bir haber, bir rapor geldiğinde define bulmuş kadar sevinecek, işaret edilen sahneleri derhal


değiştirmeye koyulacak ve bunu birkaç hafta veya birkaç ay böylece sürdüreceksiniz. Gücünüzün tükendiği yerde, "Artık benden bu kadar!" diye haykıracak; fakat daha teriniz soğumadan, filmi nasıl pazarlayacağınıza kafa yormaya başlayacak, filmi, yani basıma hazır olduğuna inandığınız romanı, çoğaltıp bilinen her şirkete birer kopyasını yollayacaksınız! Sonrası mı?... Ne zaman biteceği belli olmayan bir ödül veya ceza süreci...

Mehmet Sağlam

Siz Nerdesiniz? Dününle bugününle birlikte yaşayabiliyorsan mutlu insan kategorisindesin. Bu benim görüşüme göre böyle. Hayat kalitemizi belirleyen en önemli kıstaslardan birisidir nerde olduğumuzu bilmek. Aynı zamanda nerde duracağımızı da. Bu konuyu biraz es geçsem iyi olacak. Hala çok da geliştiğimizi düşünmüyorum açıkçası. Çoğumuz için, nerde duracağımızı bilmiyoruz demek istiyorum aslında. Benim kendi hayatımdan da gözlemlediğim bazı gruplar var ve sizlerle de paylaşmak istedim: Bugüne çok takılıp kalanlar, Dünü hiç unutamayanlar, Hem bugünde hem dünde, aynı zamanda yarında da olanlar, Sürekli yarında yaşayanlar, Dününden (geçmişinden) aşırı kaçanlar, Her şeyi silip tekrardan başlamak isteyenler. Bu liste daha ne kadar uzar, hangileri çıkartılabilir, çok tartışılır. Ve bu yazımda biraz interaktif, dinamik bir çalışma yapmak istiyorum. Siz nerdesiniz ve daha bu listeye neleri ekleyebiliriz, neleri kabul etmiyorsunuz? Siz söyleyin, biz de düşüncelerinizi yayınlayalım. Twitter adresim: @medyagirl. Tweetlerinizi buraya gönderebilirsiniz. Saygılarımla,

Serenay Öztürk

01.10.2012


İyi Geceler, Tatlı Rüyalar Bir yerlerde okumuştum. Şu anda unuttum ama bir yerlerde okuduğum mutlaka bir şeyler olmalı. Hafızam beni zorlamaya başlamış olabilir ya da bir yerlerde okuduğum bir şey olmayabilir. Fakat bu imkansız olmalı. Çünkü; hepimizin bir yerlerde okuduğu bir şeyler mutlaka vardır. Sorun şu ki; henüz ne yazacağımı kararlaştıramadım. Bu yüzden biraz saçmalama eşiğini aşabilirim. Aslında yazma dürtüm bir şeyleri zihnimden atmak için olabilir. Zihin meselesi ise başlı başına bir karmaşa oluşturur dostlar. Hepimizin bir an önce kurtulmak istediği anıları olabilir. İşte sorun burada oluşuyor ki bunun adına anı diyoruz ve anılar zihinden atılamıyor. Yani eğer bilgim beni yanıltmıyorsa bundan kesinlikle eminim. Sizin için birkaç eleştiri yapabilirim dostlarım. Mesela; sizler birer doğa katilisiniz diyebilirim. Evet! kesinlikle bunu size diyebilirim ve sizin buna itiraz etme hakkınız olamaz. Hemen alınmayın. Sizin gibi ben de bir katilim. Doğa'ya karşı siz ne kadar suçluysanız ben de bir o kadar suçluyumdur. Size bir bir suçlarınızı sayıp, yerin dibine girmenizi de sağlayabilirim fakat bu iş sizin bunu anlamanıza yetmeyecektir. Eğer doğa hakkında bir felsefe girişiminde bulunursanız, bir bir suçlarınızı anlarsınız. Oh çok hayvan hayvan hayvan

şükür ki bizler çok duyarlı hayvanlarızdır. Öyle duyarlıyız ki, bize denildiğinde kaba söylemlere başvururuz. Yok efendim ben size demek istemedim. Siz yanlış anlamışsınızdır. Ben düşünebilen demek istedim. Lütfen lafı çarpıtmaktan vazgeçin.

Sahi, sizde böyle bir durum da var dostlarım. Gururunuza bir ithamda bulunulduğunda bunu yadsırsınız. Fakat şu da bilinmelidir ki; gurur da pek erdemli bir davranış değildir. Belki de bencilliğin idealist bir duruşuna yorumlanmalı bu gurur denilen şey. İyi geceler, tatlı rüyalar insanoğlu. Ben bu cümleyi pek severim: 'İyi geceler, tatlı rüyalar.' Hatta dostlarımdan bir kaçına, tabi ki hak edenlere dostlarım, bu sözleri söylemekten vazgeçmem. Yani aslında bir kaç sevdiğim insana yanlış anlaşılmasın diye söylemekten vazgeçtiğim olmuştur fakat iyi bir cümledir. Hem iyi kelimesinin sıfat olduğu bütün tamlamalar güzel değil midir? İyi katil, iyi kalpazan vb. hariç. Sizler dostlarım iyi katillersiniz... Keşke sizlere doğanın tanımını tam anlamıyla yapabilsem. Fakat tanımlar, bir şeyi, bir insanın anlayabileceği şekilde düzenlemek ve anlatmaya tekabül ediyor. Oysa doğanın tanımını yapmak neyi değiştirir ki. İnsan eğer onu var eden şeyi anlayamıyorsa, onun üzerine yapılan onca tanımı nasıl anlasın.


Neyse dostlarım, sizler birer katilsiniz. Pardon bu söylediklerim ağırınıza gidebilir dostlarım ama siz önünde sonunda birer katilsiniz. Ah evet tabular! Evet çoğu zaman ben de atamamışımdır bu durumu zihnimden. Sizin de atamamanızı anlarım katil dostlarım haliyle. Çünkü tabu dediğimiz şey bir düşüncenin tam anlamıyla zihnimize, muhafazakar bir tutumla oturmasından ibarettir. Bu söylediklerimi duygusal lirizm eşliğinde anlatıp, sizi derinden etkileyebilecek yeteneğimde mevcuttur ki, bunu da söylemeden geçemem. Mesela; bir karıncanın klanlar arası yolculuğunun azimle nasıl sonuçlandığını, kendisini miskin olarak tanımladığımız koalanın doğaya nasıl bir yararı dokunduğunu, adından tiksindiğimiz bok böceklerinin bile nasıl detaylı bir doğa temizliği yaptığını Shakespeare romantizmiyle anlatıp sizi kalbinizin tam ortasından eros gibi vurabilirdim fakat... Sizler birer katilsiniz dostlarım... Biri Tanrı dedi. Evet duydum! Evet ben de sizler gibi onu seviyorum fakat sizin tanımlamaya çalıştığınız şekilde değil dostlarım. Tanrı bana salt sevgiden ibaret gelir. Belki de Tanrı oluşturmaya çalıştığımız tanımların en iyisidir. İnsanoğlunun en büyük günahı da Tanrı'yı bir savaş merkezine oturtmak olmuştur dostlarım. Tanrı kendi iradesinin dışında bugün yapılan savaşların tam göbeğinde oturur ki üstelik bunu istemez diye düşünmüşümdür hep. Sanırım bu yükü ona biz yükledik. Ortaçağ'da ilimle uğraştığı için, Haçlılarca hunharca katledilmiş bir üstadımı ve onun uğraştığı bilimi inkar eden bir zihniyetin dünya düzdür, oraya gitmeyin düşerisiniz diye topladığı Hristiyanların, yüz binlerce insanı katlettiğini hatırlarım. Şimdi ise doğru kabul edilen şey uğruna katledilen insanın ispatladığı bilginin olduğunu hatırlarım. Ah sevgili dostlarım bugünde "Allah'u Akbar" nidalarıyla binlerce insanın katledilişini görürüm. Evet dostlarım sizler birer katilsiniz. Önyargı tulumlarınızla birer mimarsınız. İyi geceler, tatlı rüyalar katil dostlarım. Söyleyeceklerim bunların yarısıdır. Yapmanız gereken tek şey: Katledin, katletmeye devam edin...

Tuncay Ünaydın


Hayal-et AŞK, özlem duyulan her daim, kişilerle vücut buldurmayı beklerken anlamını yitirdiğimiz. Ilık, kırmızı, sarhoş... Kanımca kanımsı. Elle tutulmaz, gözle görünmez fakat ellerinden tutarsın AŞK'ın ve gözlerine de bakarsın uzun uzun... AŞK gitmez ve bitmez ama AŞK'ı giydirdiklerimiz biter ve gider. Daha kırılgan ve güvensiz oluruz, karalarız bildiğimiz tüm aşk şiirlerini. Kurtulmak ne mümkün AŞK benimleydi hatta bendi. Tam da böyle demişken, hayallerde yaşanan bir AŞK masalı anlatacağım şimdi: Bir Peri vardı bir zamanlar bir de Cas. Hayalleri vardı; hayallerde buluşurlardı. Kimse anlamazdı onları onlar konuşmadan anlaşırlardı. Gizemli bir saklambaç oyunuydu bu ya da uyanılmak istenmeyen bir düş. Sihirliydi bu belliydi. Özeldi; özenilendi. Yaşamın keskin gerçekliğinde onlar çok saflardı, onlar yoklardı. Bir gün gerçek olmak istediler ama korktular. Gerçekler keskindi, bitirirdi. Her güzel şey neden bitmeliydi; bitmesindi. Hayaller çok güzeldi. Ne zaman gerçek olmaya başladılar, o zaman büyüleri bitti. Yıprandılar gerçeklerden; kırıldılar; kanadılar. Gerçekler güzel değildi, aksine can yakıyordu insanlar. Bulutlarda zıplayamıyorlardı; kumsalda dans etmiyorlerdı artık; yağmurda ıslanamıyorlardı; dünyayı beğenmeyip Mars'ı ziyaret etmiyorlardı. Hayallere sığamayacak kadar gerçektiler artık ya da artık hayalleri yoktu. Hayaller yoksa Peri de yoktu.. Bir gün usulca öptü Cas’i ve terketti hayallerini. Çok kırılmıştı ağlıyordu. YAĞMUR PERİSİYDİ O; ŞEHRİME YAĞMUR YAĞIYORDU. Islanıyordum...

Melike Meral


Bir Aşk Daha Hiç Yoktan Yere Bitmiş Uzun zaman sonra karşımdasın. Birkaç adım ve insan kalabalığı var aramızda. Bakıyorum sana, yüzünün her santimini inceliyorum. Özlemişim inkâr edemem. Ama yabancı bir şeyler var. Uzun uzun bakıyorum sana, gözümü bile kırpmıyorum. Sahte gülüşmeler, sohbetler... Göz göze geliyoruz bir an. Herkes yok oluyor. Birkaç saniye birkaç saat gibi... Ama yabancı bir şeyler var. Bunca zaman sonra birkaç saat paylaşıyoruz seninle. Sen birkaç adım uzağımda, bense içimdeki yabancı duygularla bir kuytuda. Sana baktığımda artık eskiden gördüğüm o kişiyi göremediğimi farkettim. Uzun uzun sana bakmam ondan. Eskisi gibi gülümseyişin beni benden almadı bu kez... Seni her gördüğümdeki kollarına atılma hevesim de yok. Başkasına gülümserken sen, içim ızdırapla dolmadı, canım yanmadı... Ve delice kıskanmadım. Aramızda yabancı bir şeyler var. Oysa sen aşkın anlamını değiştirendin. Sen kurtarıcı melektin. Sen sevgiyi en derinden hissettirendin. Şimdi de aşkın anlamını değiştirdin. Şimdi de bir aşkı yerlebir ettin. Artık anlıyor ve kabul ediyorum. Biz birbirimize çok geç kalmışız. Arkamızda bıraktığımız o aşk; deli bir rüzgara karışıp, dağılıp gitmiş. Ne acı... Bir aşk daha hiç yoktan yere bitmiş.

Kezban Şahin

Kaçak '13 İki oyun bozan cambazız Bir ipe bağlı hayatımızda. Ateş söndüğünde, Gözyaşlarımız akacak uçurumların karanlığına. Sen misin bu kalbimi sızlatan Ya da sesin mi kulağıma fısıldayan? Sonlar biterken hep temiz bir sayfadır peşinden akan. Hayat bu ya; Bir gün, ummadık bir yerde bebaber ağlarız yalnızlığımıza.

Işık Yavuz


Fevzi Barış Dedem hep, sonu 5 ve 0 ile biten seneler bize iyi gelmiyor derdi. Öyle de oldu... 17 Ekim 2010 ... Sözünü doğrulamak zorunda mıydın be dedecim? Sana daha çok ihtiyacımız vardı. Yokluğuna alışamadık, alışamayacağız da. Hiç bir işe elimiz gitmiyor sen olmayınca. Tadı tuzu yok sanki hayatın. Fotoğraflarına bakmak öyle yakıyor ki canımı. Bir de Müzeyyen Senar açıp rakı içiyorum fotoğraflarınla. Yüreğimi sıkıştırıyor yokluğun. Gitme diye bağırıyorum hala!.. Gitme ne olur gitme! Öyle geliyor ki bana, sanki şaka yaptım diyeceksin. Döneceksin evimize. Beraber kahvaltı yapıcaz. Sohbet edicez. Sen erkek torunlarını yemeğe götürceksin ben yine kıskanıcam. Sonra hakların baki diyip gönlümü alacaksın. Güçlüsün sen Fevzi Barış! Dönüp gelebilirsin. Gelebilirsin değil mi? Beni daha fazla sensiz bırakma dedem. Ev sen kokarken sensiz yaşamamızı bekleme. Sensiz, adabıyla rakı içmemizi bekleme. Öğrettiklerini tek başımıza yapmamızı bekleme. Duru'yu hayatı boyunca tanıyabileceği en yüce, en büyük insandan mahrum bırakmamızı bekleme. Hadi çık gel dede. Kollarımızı açtık, kokunla doldurduk ciğerlerimizi sadece seni bekliyoruz.

Pelin Karadağ

..EnginDergi.. Ekim2012 sayı-34 www.engindergi.com bilgi@engindergi.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.