engindergi-s36

Page 1

EnginDergi Y覺l: 2010-2011-2012 Say覺: 36


Fotoğraf: Deniz Gençkaya (Yer: Kailua, Oahu, Hawaii)

"Müziği duyamayanlar dans edenlerin deli olduğunu düşünür." Nietzsche


İçerik; Sy.05) Sy.06) Sy.07) Sy.08) Sy.09) Sy.14) Sy.16) Sy.17) Sy.17) Sy.18) Sy.19) Sy.20) Sy.21) Sy.23) Sy.24) Sy.26) Sy.27) Sy.28) Sy.29) Sy.32) Sy.33) Sy.34) Sy.35) Sy.36) Sy.37) Sy.40) Sy.42) Sy.44) Sy.45) Sy.46) Sy.47) Sy.49) Sy.50) Sy.52) Sy.53) Sy.54) Sy.55) Sy.57) Sy.60) Sy.61) Sy.64) Sy.65) Sy.66) Sy.68) Sy.68)

Hayatınızı Ertelemeyin - Engin Enginer Sevgili Sevgilim - Özlem Eker Michael Jackson ve Kuru Fasulye - Sertaç Girgin İde Dağı - Simsiyah Kıssa'dan Hisseler... - Bora Eke Kadının Özgürleşmesi Erkeği de Özgürleştirir - Ahmet Batat Karmaşık / Yasaklı / Allegro - Engin Deniz Tek Başına Gibiyim - Serenay Öztürk Seni Arıyorum - Melike Meral Söylenecek Her Söz İki Kişiliktir... - Ece Çekiç Hoşgeldin Yüreğime AŞK(ım) - Kezban Şahin Dün Gece - Işık Yavuz Denizkızı - Derya Derin Hayat - Buket Konur İzin Vermeseydiniz - Dilşah Kalkan Sevgililiği Abartanlar, Bireyselliği Reddedenler Üzerine - Sinem Yavaş Farkındalık - Beyza Paksoylu Vücudunla Barışma Zamanın Gelmedi Mi? - Mustafa Çırpan Hiç Kimse Kraliçe Elizabeth'i Kıskanmaz ki... - Evren Kır Küllerinden Yeniden Doğmak - Evren Kır Sokak Lambaları Söndü - Özgün Şen Simurg Efsanesi - Neyzen Ahmet Hamdi Erdoğmuş Ben Bu Dağları Aşarım, Geçerim Bu Denizleri, Korkma - Meltem Özbey Sevilecek Kadın, Alışılmış Yalnızlık - Tuncay Ünaydın Ah Benim Güzel Çocukluğum Nasıl da Özledik Seni! - Tuncay Ünaydın Huzur Dediğin Nedir ki? - Elif Yıldız Memento Mori - Deniz Denizel Kedi Yiyen Köpek - Umut Onur Çöpür İnsan Alışkanlıklarının Çocuğudur - Şeyma Karadağ Seçimlerinde Varsın - Sezin Dirier Ani Etki Ters Tepki - Pelin Gül Bayanlarda Ayrılık Ertesi Sendromu - Ayşe Yılmaz Koku - Ahmet Davut Çetinkaya Anne, Baba, Çocuk, Kadın - Sema Kahveci İstanbul.. - Pelin Karadağ Kadın Her Yaşta Kadındır - Saadet Erdoğan Modaya Damgasını Vuran Dönemler - Nilgün Hepyalçın İtalyan Modası - Nilgün Hepyalçın Dolunayın İnsanlar Üzerindeki Etkileri - Tuğçe Büyükabacı Güç Kelimeleri ve Nefret Kelimesi - Alp Saldamlı Güvenin Tanımı - Vildan Tandoğan Muazzam bir savaş sanatı: Wing Tsun - Evaporatör Evren Nasıl Oluştu - Mehmet Sağlam Kalbimdeki Aşkı Körükler Kulağımdaki Ses - Tınaz Çokkeskin Hayatınız... Tercihleriniz... Peki Ya Siz? - Tınaz Çokkeskin


Önsöz Sevgili Okur, Tohumları 2008 yılı Aralık ayında atılan Engin Dergi isimli proje, 2009'da tarafımdan hazırlanan derlemelerden meydana gelen bir yayın iken, 2010 yılında yazmayı ve paylaşımı seven kişileri bir araya getiren engin bir yazı denizine dönüştü. Geride bıraktığımız 3 yıllık süre zarfında 63 farklı kişinin 515 paylaşımının yer aldığı Engin Dergi, aylık olarak yayımlanan ve İnternet üzerinden e-dergi biçiminde okuyucuya sunulan bir çalışmadır. Bu özel sayı, tüm paylaşımlar arasından özenle seçilen 45 yazının bir araya gelmesiyle oluşturulmuştur. Dördüncü yaşımızı kutladığımız ay için hazırlanan özel sayımız, aynı zamanda gerek EnginDergi.com gerekse dergi içeriğimizde meydana gelecek olan pek çok yeniliğin de müjdecisidir. Temennim, yalnızca yeni yılı değil, yılbaşı ya da yaş günü gibi özel günlerde hissettiğimiz yaşam sevinci ve coşkuyu hayatımızın her yeni gününe yansıtmayı başarabilmemiz. Unutmayalım, bugün hayatımızın geri kalanının ilk günü! YENİ GÜNÜMÜZ KUTLU OLSUN. Beraberce, nice mutlu günlere... Sevgi ve Saygılarımla,

Engin Dergi Editörü Engin Enginer


Hayatınızı Ertelemeyin Hep diyorum bu sefer bir hikaye yazayım, bir şiir paylaşayım ama gözlemlerime dayalı paylaşımlarda bulunma dürtüsü diğerlerinin önüne geçiyor. Farkında mısınız ne kadar da çok şeyi erteliyoruz! Bunu da yapayım, şunu da atlatayım, bu da bitsin ondan sonra... Bazı şeylerin sırası hiç gelmiyor. Yapmak istediklerimizi yapamıyor, dahası olmak istediğimiz insan olamıyoruz. Ne demiş düşünür; "Mutluluk varılacak yer değil, yolculuğun kendisidir." Biz hayatın akışına öyle kaptırıyoruz ki kendimizi yolu gördüğümüz zaman yolculuğa çıkmadan da bekliyoruz ve düşünüyoruz. Karar anları! İkilemde mi kaldınız, tamam bitti. İnsanlar yol ayrımlarında karar vermek için o kadar çok enerji tüketiyorlar ki yolculuktan keyif almak bir yana dursun, akılları hep diğer alternatiflerde kalıyor. "Acaba bu değil de diğerini tercih etsem daha mı iyi olurdu?" gibi zihinde uçuşan bir çok soru işareti. O noktadan sonra hiçbir şey sizi tatmin etmez oluyor. Oysa içgüdülerinize güvenip yollardan birisini seçerseniz ve enerjinizi karar vermek yerine o yolu güzelleştirmeye harcarsanız emin olun hayatınız daha da keyif verici hale gelecektir. Çoğu zaman şükretmek yerine (ki şükretmek sahip olduğunuzdan memnun olduğunuzu dile getirip daha fazlasını istemektir) isyanda bulunmayı yeğliyoruz. Başımıza gelenler için birilerini, bir şeyleri suçluyoruz. Bir anonim hikayede olduğu gibi 'acele karar verme'meyi öğrenmek gerekiyor. Mevcut şartlardan ötürü sağlık sorunu olan insanlarla bir arada bulunuyor ve elimden geldiğince destek olmaya çabalıyorum. Hasta olan insanların ortak sorunu, ya hastalıklarının dünyanın sonu olduğunu düşünmeleri ya da sağlık sorunları olduğunu inkar etmeleri. Oysa kabullenip o şekilde yaşamayı deneseler... En büyük yakınma konusu; "tıp ve teknoloji bu denli ilerlemişken nasıl oluyor da 'bu' hastalığa çare bulamıyorlar" oluyor. 'Bu' derken de kastettikleri kendi hastalıkları! Hayatın kendisi ne kadar da ironik. Hep demişimdir; hiçbir zaman sihirli bir değnek olmayacak ki dünyadaki tüm hastalıkları / sıkıntıları ortadan kaldırsın. Sıkıntılarınızı aşmak için hayattan, sahip olduklarımızla keyif almaya çalışmaktan başka yapılacak daha iyi bir şey yok. Amaç yaşam kalitemizi artırmak ve sürdürdüğümüz hayattan zevk almayı başarabilmek ise bunu yapmak için bir şeylerin olmasını beklemeyin, ve asla ertelemeyin. Sevgili ve saygıdeğer hocam İsmail Karasu'nun da dediği gibi; "Ben değil de kim? Şimdi değil de ne zaman?" Esen kalın.

Engin Enginer

(ED Sayı 13)


Sevgili Sevgilim Sevgili Sevgilim, Senle tanışmamış olmamız ne acı öyle değil mi? Belki tanıştık ama unuttuk birbirimizi, belki denedik ama yıprattık benliğimizi, belki savaştık egolarımız kazandı, belki mutlandık kadehlerimiz paylaştı. Belki çarpıştı, belki de teğet geçti bedenlerimiz yürürken bir yerlerde... Dizimdeki yarada, bileğimdeki silinmiş dövmede, kırılmış tırnağımda, odamdaki aynada, mailboxımın bir köşesinde, dinlediğim cdlerde, izlediğim filmlerde, yürüdüğüm yollarda, kullandığım bir parfümde saklı kalmış olabilir misin? Yakınımda ya da uzağımda olabilir misin? Konumlandırmıyorum seni, yargılamıyorum, ete kemiğe büründürmüyorum, başkalarıyla kıyaslamıyorum sadece gelip beni götürmeni bekliyorum buralardan, ruhumu sağaltmanı istiyorum. Hani hep söylerim ya, “ikimiz birbirimizin tek kanatlı melekleriyiz uçabilmemiz için kucaklaşmamız lazım...” (nerde okuduğumu ya da nerden duyduğumu hatırlamıyorum) Tabu oynarken kullanamadığım beş yasak sözcükte mi saklısın, çocukken yediğim meybuzların tadı damağımda kalan meyve özünde mi, telefon rehberimin bilinmezlerinde mi? Hesap makinasında rakamlardan yazdığım kelimeler kadar anlamsız mısın şu aralar yoksa anlamın, hayatın anlamını bulmakla eş değer mi? Ab-ı hayattan bir yudum musun? Bilemiyorum… Akreple yelkovan gibi miyiz birbirimize, kaçıyor kovalıyor, buluşup ayrılıyoruz? Ya da başka yarımkürelerde mi yaşıyoruz hiç rastlaşmadık? Karşıdan karşıya geçerken telaşlı adımlarla, farkedemedik mi birbirimizi? Hayatımızın bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçtiği sahnelerde unutulup giden fragmanlar mıydık? Zaman zaman birbirimize yakınlaşıyor sonra küresel ısınmanın etkisiyle modumuzu mu değiştiriyoruz? Saatlerce alışveriş yapmak istiyorum senle, "the upper floor of a skyscraper"da çay içmek istiyorum karşılıklı, minicik görünen her şeye kocaman gözlerimle bakarak, Champs Elysees’de ilk kez senle yürümek istiyorum, sudoku çözmek istiyorum mutfak masasında, yağmur yağarken denize girmek istiyorum, madalyonun iki yüzünü de tartışmak istiyorum, görmediğim her yeri senle keşfetmek istiyorum, kendimden yeni bir kendim yaratmak istiyorum… Sevgili sevgilim, senle tanışmamış olmamız ne tuhaf öyle değil mi? Gelirken yakana kırmızı karanfil tak, kolayca tanıyayım seni, yok çok banal dersen bir buket papatya e-maili at, sonra da gel, sonra sarılayım, sonra veda edene kadar tadını çıkarayım her şeyin, Öpüldün!

Öz'lem Eker (ED Sayı 07)


Michael Jackson ve Kuru Fasulye Yemek yerken televizyon seyretmenin tadı ayrıdır benim için. Özellikle de MTV açıksa o yemeğin tadı tuzu farklı gelir. Mesela kapuska yerken 50 cent dinlemek, imambayıldı yerken Tori Amos’un o güzel, büyüleyici sesini duymak gerçekten ayrı bi tattır bu dünyada. Geçen akşamda işten sonra rutin olan yemek faslına başladım. Sağ olsun annem, söylemesi ayıp sucuklu kuru fasulye, yanına da koymuş bir baş soğan, üstüne de bir bardak buz gibi ayran yapmasın mı? Of ki ne of. Her neyse (şimdi yazıyı okuyan bir takım aristokrat çizgisinden çıkmak istemeyen, karizması sarsılmasın diye bırak soğanı ufacık sarımsak bile yemeyen dangozlar ıyy diyor duyuyorum, yapma! Günah, nimete ıyy denmez) tamam dedim kendi kendime. Hemen açtım MTV’ yi. O sırada çalan şarkı merhum pop kralı, geçen aylarda kaybettiğimiz Michael Jackson’ın Trailer’ıydı. Gerdanımı kırıta kırıta, soğanı duza bana bana yirkene, özür dilerim şivem kaydı, bir anda düşüncelere daldım. Lan koskoca Michael, bir kuru fasulye yemeden ölür mü? Ölüyor işte. O koskoca Neverland’ı olan, 40.000.000 (yazıyla kırk milyon) satıp rekor kıran adam az kuru, az pilav, az cacık yapamadan öldü. İnanılır gibi değil. Ya ağabeycim o adamın neverland’ı vardı ben ise neverdım. O adam derisini değiştirdi, siyahtı beyaz oldu, ben solaryuma bile gidemedim. O adam milyonlarca doları dakikada harcıyordu ben ise Veys Döviz bürosundan, Halk Bankası’ndan kimlik fotokopisi karşılığında 100 dolar bozduruyordum. Bütün bunları düşündüm tek tek. Adama bak; bana 100 fark atmış averaj yapmış, 50 yaşında ölerek de avans vermiş. Sanki “istersen 100 yaşına kadar yaşa deyyus, geç bakalım geçebilecek misin?” der gibiydi. Sonra önümdeki kuruya baktım, tv ye baktım. Dedim ki, .Lan bi dakika!!! Bu adam kuru yememiştir. Hadi fasulye yemiştir, ama kuru yememiştir. Kuruyu da yedi diyelim, temel besin zinciri hamburger kola olan bir toplum, sucuğu kuruya entegre edebilir mi? Hayır. O zaman bu adam sucuklu kuru yemedi. Aha!!! Michael’a borum var…kapak. Var ama ölü arkasından konuşmak bize ters. Sevindiğim şeye baksanıza a dostlar. Utandım bir anda kendimden. Şarkılarınla büyüdüğüm, danslarını taklit ettiğim o adamın varsın olsun, bana borusu. Gocunmam ki. İlkokul çağlarında söylediğim mani geldi aklıma birden ve kuru fasulyeme bir damla gözyaşım yanaklarımdan süzülerek aktı. Maykıl Ceksın, Madonna / Bir numara / Gir çuvala / Salla salla vur duvara. Sonra ağzımdan bir anda damarlarımda Türk kanı dolaştığından şu ağıt çıkıverdi. Michael Jackson öldü mü? Issız acun kaldı mı? Feleg Öcün aldı mı? Madonna’nın kıçı başı oynadı mı? İmdi yürek yırtılır. Güle Güle kral…

Sertaç Girgin

(ED Sayı 03)


İde Dağı Biz ne zaman içsek, Türkiye’yi kurtarırız. Normalde aklımıza gelmeyenler, nedense bir iki dubleden sonra dilimize dolaşır. Ama bunca kahraman ruhlu olmamıza rağmen, bizim kültürümüzde oluşmuş hiçbir süper kişilik yoktur. Acaba doğdukları yerlerde de insanlar, içip içip ülkelerini kurtarırken kendi süper kahramanlarına rol veriyorlar mıdır? Aslında, bu kahraman yaratma süreci de hayal gücünün zenginliğini gösteriyor. En çok bilinen birkaç tanesine bakmak gerekirse, hepsinin birbirinden farklı olduğunu görebiliriz. Tabi her birinin de kendine göre hayranları ve kitlesi olduğu bir gerçek. Çocukken, hangisini neden en çok sevdiğimizi ve seçtiğimizi tartışırdık. Herkes, kendi sebeplerini o kadar büyük bir ciddiyetle anlatırdı ki; bir süre sonra söz konusu karakterlerin gerçek olduğunu düşünmeye başlar ve birden ortaya çıkıp muhabbete dahil olacaklarını düşünürdüm. Bu şiddetli ve ciddi (!) tartışmaların üç ana karakteri vardı; Superman, Spiderman ve Batman. Hepsinin kendine göre bir meziyeti vardı tabi ama ben en çok Batman’i severdim. Bütün o hayran kitlesi gibi benim de nedenlerim vardı Batman’i seçerken. Superman; bizim dünyamızdan değildi bir kere. İnsancıl tarafları olmasına rağmen, özel güçleri olan bir uzaylıydı o. Uydurulmuş bir gezegenden gelmiş, uydurulmuş bir maddeye bağımlı, bir çeşit uyuşturucu müptelasıydı gözümde. Üstelik, kazara dünyevi işlere bulaşmasına karşın, meselesi de dünyayı kurtarmak değildi. Kendi zaaflarını tamir etmek, Lex Luthor’la mücadele etmek, Lois Lane’in peşinden koşmakla o kadar meşguldü ki, dünyayı kurtaracak zamanı yoktu. Üstelik sahtekardı, delikanlı gibi çıkıp “ben Superman’im arkadaş” demez, Clark Kent adında bir ucubenin arkasına gizlenirdi. Zaten çocuk aklımla düşündüğümde bile bir süper kahramanın donunu neresine giymesi gerektiğini bilirdim. Spiderman’in de durumu pek parlak değildi gözümde. O da kazara kahraman olmuş, psikolojik sorunları olan hasta bir insandı. Bir örümcek tarafından ısırılıp da kahramanlık hayatına başlaması, duvarlarda kurbağa misali gezinmesi, bir hayvanla aynı soy ağacını paylaşması zaten yeterince iticiydi. Dolayısıyla, kahramanlığı isteyerek, severek değil, zorunluluktan yapıyordu. Üstelik O da Superman gibi kimliğini saklıyordu. Ayrıca bela, her zaman Superman’a de O’na da ayağıyla gelmez, kimse onlardan yardım istemez, her zaman belayı ve sorunu kovalamak zorunda kalırlardı.


Ama ya Batman öyle miydi? Hayatı boyunca, süper kahraman olmaktan başka bir iş yapmamıştı. Zengindi, elitti, tam bir bohem hayatı yaşıyordu. Diğer ucubeler gibi, kazara kahraman olmamıştı. Bruce Wayne, kendi malikanesinde yaşar, uşağı tarafından giydirilir, son model özel tasarım arabasına biner ve gayet rahat bir şekilde suçla savaşırdı. Belayı kendisi aramaz, öğleden sonra çayını içerken veya akşam şehrin ışıklarına karşı viskisini yudumlarken, çapsız polisler tarafından evinden çağrılırdı. Batman süper kahramanlığı spor yapar gibi yapar, bunu hobi edindiğinden zevk duyardı. İşte bu sebeplerden, Batman her zaman benim için farklıydı. Çocukken, sadece hangisi, neden daha iyi diye tartışırdık. Şimdi ise, gerçekten var olsalar, içinde bulunduğumuz boktan durumu nasıl çözerlerdi diye düşünüyorum. Batman, tabi ki tercihim olurdu ama, elit ve bohem tarzından dolayı ülkemdeki tuhaf durumlara bulaşmak istemeyeceğini düşündüğümden, taytının üzerine don giyen Superman’a de, böcek dünyasının en büyüğü olan fantastik Spiderman’a de razı olabilir durumdayım. Belki de kendi kahramanlarımızı, içki masasında da olsa yaratma zamanı çoktan gelmiştir.

Simsiyah (ED Sayı 14)

Kıssa'dan Hisseler... Öyle yazı yazması kolay değil. Onu istemek, arzulamak, odaklanmak ve emek vermek gerekiyor. İnsan neye emek verirse tadına doyum olmaz dersiniz? İnsanına göre değişir, amma velakin sevgiyle yapılanı tercih sebebiymiş. "Kıssa'dan Hisseler" de benim geçmiş vakit düşündüğüm, şimdi hayata geçirdiğimiz kısa öğretilerden oluşan bir yazı dizisi. Farklı tellerden çalmak mümkün; şiirler, şarkılar, sevdiğim sözler, müzik, spor, yemek vs. O günkü rızkımızda ne varsa. Ayrıca arif olan anlar, lafı fazla uzatmayıp paçaları sıvayıp kıssa'dan hisselere dalalım. Yazı dizini Yararlı Oluşumlar: Couchsurfing - Kanepe Sörfü Kitaplar Bölümü: Düşünceler ve Sohbetler, Epiktetos Yaşamın Kareleri Melodica - Müzik Bölümü: Trompet'e başlangıç Ülkemizin gençleri - Deniz yıldızı hikayesi İyi ki doğdun! boraeke.com yeni yaşını sessizce kutladı Bu ayki yazının ithafı: Engin Enginer


Yararlı Oluşumlar: Couchsurfing - Kanepe Sörfü Creating a better World, one couch at a time. Nereye giderseniz gidin, ilginç bir arkadaş elde ettiğinizi hayal edin, ister 2.000 mil uzaklıkta isterseniz yaşadığınız yerde yanıbaşınızda olsun. Dünya çapında 230'dan fazla ülkede 3 milyonu geçen üye sayısı ile couchsurfing farklı coğrafya, tarih, dil ve kültürden olan insanların kendi aralarındaki benzerlikleri fark ederek, daha iyi ve arkadaş canlısı bir evren yaratmaya yönelmiş bir oluşum. Sitenin temel işlevi seyahat ettiğiniz yerlerde sizi misafir edip konaklamanıza, bu yeri ve lokal insanları tanımanıza olanak sağlaması. Aynı zamanda bunun tam tersi olarak, bulunduğunuz yere gelen yabancıları misafir ederek; onlara belki evinizi açmak, şehrinizi gezdirmek, şehirdeki diğer üyelerle düzenleyeceğiniz etkinliklere hep birlikte katılmak. Güven esas, referans yoluyla bunu arttırmanız mümkün. Harika bir oluşum, sitenin amacını ve temel bilgileri okuduktan sonra kendinden bir şeyler bulan tüm insanlara açık. couchsurfing.org

Kitaplar Bölümü: Düşünceler ve Sohbetler, Epiktetos Duymuş olduğum kaygılardan, korkulardan, olumsuzluklardan elimi tutup beni çıkaran, bizleri erdemli ve bilge bir insan olma yolunda ilerlemizi sağlayan düşünce bilimi, felsefe. Felsefede stoa öğretisinde doğaya dönmek, doğal yaşamak ana düşüncedir. Dünya vatandaşlığı bütün insanların kardeşliği, insanların hakça eşitlikleri anlayışı stoa döneminin sonuna kadar hep stoacıların ideali olmuştur. Ruha acı çektiren tutkuları gözlemlerler. Tutkular bilgiyle yok edilir. Doğayı gözlemleyerek doğanın yasalarını keşfedebileceğine inanırlar. Özgürlük insanın kendi iradesini ilahi iradeyle birleştirmesiyle olur. Stoacılara göre mutluluk, doğanın yasalarıyla uyum içinde olmadır. Stoa akımından bugüne kadar okuduğum filozof Lucius Annaeus Seneca'nın "Ahlaki Mektuplar" ile Roma İmparatorluğu'nun altın çağının simgesi olan filozof hükümdar Marcus Aurelius'un düşünceler adlı eserlerinden sonra şimdi de başlangıçta bir köle olan filozof Epiktetos'un "Düşünceler ve Sohbetler" kitabını okuyacak olmaktan dolayı son derece heyecanlıyım. Kitabın kapağını çevirmemle birlikte kendimi derin bir esinti içinde bulacağımı hissediyorum. Epiktetos'tan kısa bir kaç alıntı; - Dünyada olup biten şeylerin bir bölümü elimizdedir. Bir bölümü elimizde değildir. Elimizde olanlar düşüncelerimiz, yaşayışımız, isteklerimiz,


eğilimlerimiz, iğrenmelerimiz; bir kelimeyle bütün davranışlarımızdır. Elimizde olmayanlar; mal, şöhret, yüksek görev gibi şeylerdir. - Başına gelen belalar yüzünden başkasını suçlamak bilgisizin yapacağı iştir. Yalnız kendini sorumlu bilmek, bu, gözü açılmak üzere olan bir adamın işidir. - Hayatında olup biten şeylerin, dilediğin şekilde olmasını isteme: Nasıl oluyorlarsa, öyle olmalarını iste. Böylece her zaman mutlu olursun. - İnsanların ruhlarından söküp atacakları iki şey vardır: Bencillik ve imansızlık. - Kendine filozof deme. Bilgisizlerin önünde güzel özlü sözleri sayıp dökme. En iyisi bu özlü sözlerin emrettikleri şeyleri yap. - Felsefe öğreniminde bir adamın ilerlediğine gerçek belirtiler; kimseyi yermez, kimseyi övmez, kimseden sızlanmaz, kimseyi suçlamaz, güçlü bir kişi imiş ya da bir şeyler bilirmiş gibi kendisinden hiç söz açmaz. - Hepimiz bedenin ölümünden korkuyoruz. Ama ruhun ölümünden korkan kimdir? Bana gösterdiği kaynaklar ve paylaştığı düşünceleriyle elini uzatan Alp ağabeye (www.alpsaldamli.com) sonsuz teşekkürler.

Yaşamın Kareleri

-- Gölgesinden korkan kedi. --


-- Kuyruğunu tramvay çiğnemiş kaplan. --

Melodica - Müzik Bölümü: Trompet'e başlangıç Aman tanrım! Yoksam yeni bir Louis Armstrong mu doğuyor? Müziğin hayatımda yer almasını uzun yıllar diledikten sonra, son yıllarda küçük adımları atmaya başladım. İlk olarak Konak Belediyesi ritim atölyesi'nde yer aldıktan sonra şimdi de çok sevdiğim Hülya hocamın katkısıyla üstad Gökmen hocadan trompet dersleri almaya başladım. Başlagıcım pek iç açıcı olmasa da okuduğum bir yüksek lisans tezindeki söz beni motive ediyor; "Başarının sırrı, yavaş yavaş ilerlemek ve sabırlı olmaktır."

Ülkemizin gençleri - Deniz yıldızı hikayesi Birçoğumuz deniz yıldızı hikayesini bilir; kıyıya vuran ölmek üzere olan milyonlarca deniz yıldızını denize atan ve onların hayatlarını kurtaran bir karakter vardır, onu gören bir başka kişi ise bunu garipser, 'ne de olsa hepsini kurtaramayacaksın niye çaba sarf ediyorsun' diye sorar. Adam yerden bir deniz yıldızı daha alıp denize atar, 'bak onun için çok şey değişti' der!


Her yıl olduğu gibi EBSO Vakfı olarak Eylül ayı boyunca burs başvuruları almaya başladık. Başvuru sayısı her geçen yıl artmakta. Gerçekten ihtiyaç sahibi ve başarılı öğrencilere ulaşmaya katkı sağlamak için çaba gösteriyoruz. Başvuruları incelerken, yakınlarını kaybedenler, tek maaşla kimi zaman 5 çocuk okutan, eşinden ayrı ailesine sahip çıkmaya çalışan, Türkiye'nin bir ucundan gelipte insanlara yararlı olmak için tıp okuyan binlerce öğrenci var. Hepsine şu an için ulaşamayacağımızı bilince hüzünleniyoruz. Bazen ülkemizdeki gençler, hele aydın, düşünen, vizyon sahibi, dürüst, belirli değerli olan gençler olarak çeşitli zorluklar çeksek de, yıpransak da, Atatürk'ün bize işaret ettiği kudret ve sevgi ile durmuyor ve işimizi daha da sahipleniyoruz. Çünkü kurtarılacak daha çok deniz yıldızımız var. İyi ki doğdun! boraeke.com yeni yaşını sessizce kutladı. İnternet'in getirdiği olanaklarla nereye gidersem gideyim, yanımda değerlerimi ve anılarımı taşıyabileceğim bir araç yaratmak ve insanlarla tüm bu mucizeleri paylaşabilmek adına 30 Ağustos 2006 yılında dostum Süleyman Küme'nin katkılarıyla yola çıktığımız boraeke.com, sessizce beşinci yaşını kutladı. Uzun süredir ertelediğim yenileme çalışmalarının ardından boraeke.com, kabuk değiştiriyor. Yeniliğe merhaba derken eksik etek misaliyiz. İçerikleri aktarmak biraz zamanımızı alacak. Buna rağmen kurcalarsanız belki işe yarar bir şeyler bulabilirsiniz.

Yazının İthafı; Engin Enginer Bu yazımı Engin'e armağan ediyorum. Engin uzun yıllardır; hayatta verdiği örnek alınacak mücadele ve bize düşüncelerimizi, duygularımızı paylaşmamızı sağladığı engin yazı denizi EnginDergi ile takdiri hak ediyor. Ben yeni botum 'explorer 100' ile yeni diyarlara kürek çekerken, son sözüm yaz aylarında gönderilen yazı sayısı düşüş gösteren Engin Dergi yazarları ve diğer tüm okuyucular için; Pes etmek yok, yola devam... Sevgiyle, -- Düşünüyorum, öyleyse varım. --

Bora Eke 12.09.2011 İzmir, Türkiye (ED Sayı 21)


Kadının Özgürleşmesi Erkeği de Özgürleştirir Her yıl olduğu gibi bu yılda 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde ana gündem maddesi Türkiye’de kadınların durumu olacak. Kadınların medyadan tutun siyasete kadar her alanda eksik temsili, kadına yönelik şiddetin 21 yy. Türkiye’sinde halen hüküm sürdüğü gibi kadınların yıllardır haykırdığı sorunlar daha bir yüksek sesle dile getirilecek. Çok büyük bir ihtimalle televizyonlarda düzenlenecek birkaç tartışma programında da kadın kotası tartışılacak. Tartışma da “kota, kadına hakaret midir yoksa kadın katılımının arttırılması için etkin bir araç mıdır” noktasını çözüme kavuşturamadan süre kısıtı nedeniyle sona erecek. Kadınların yıllardır haykırdığı sorunları bir sonraki 8 Mart’a kadar unutarak ve belki de en önemlisi bu sorunların çözümünü yine kadınlara bırakarak yeni bir güne başlayacağız. 2009 yılında İsveç Uluslar arası Kalkınma Ajansı(Sida) tarafından finanse edilen ve UNDP tarafından yürütülen “Yerel Siyaset ve Kadınların Karar Alma Süreçlerine Katılımı Projesi” kapsamında oluşturulan “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Çalışma Grubu” toplantısına katılmıştım. Buluşma kapsamında feminist yazar Pınar SELEK şöyle demişti: “Kadının Özgürleşmesi Erkeği de Özgürleştirecektir!” Karikatür: Rasim Özkan Bu söylemi daha iyi anlamak için sanırım Toplumsal Cinsiyet kavramına daha yakından bakmakta fayda var. Toplumsal cinsiyet, biyolojik cinsiyet kavramının ötesinde tüm cinsiyet algılarının çevresel koşullar tarafından belirlendiğini öne sürüyor. Toplumsal cinsiyet, bireyin yaşadığı kültüre, topluma ve çevreye göre değişimler gösteriyor. Bu bakımdan diyebiliriz ki biyolojik cinsiyet anne karnında oluşurken, toplumsal cinsiyet doğumdan sonra oluşuyor. Bunun en belirgin özelliği toplumda egemen olan “kızlar şöyle olur, erkekler böyle olur” türü söylemlerdir. Bu kavramdan da anlaşılacağı üzere bizler biyolojik olarak kadın ve erkek olarak dünyaya geliyoruz fakat kadınlığı ve erkekliği yaşayarak öğreniyoruz. İşte aslında Türkiye’de kadınların yıllardır yaşadığı tüm sorunların kaynağı bu erkeklik ve kadınlık algısı. Bu nedenle Türkiye’de Kadın Sorunları diye ifade edilen aslında bir kadınlık ve erkeklik sorunu. 29 Mart Yerel Seçimleri öncesi CNN TURK’te seçim yardımları ile ilgili bir program yapılmıştı. Programda Diyarbakır’da bir eve gidilmiş ve evde yaşayan bir kadının 3 çocuğu ile hayatlarını nasıl idame ettirdiği anlatılmıştı. Tek göz odadan oluşan evde soba komşudan gelmiş, kömür sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakfından, biri kundakta ikisi yeni ayaklanmış çocuğun giysileri ise belediye ve çeşitli sivil toplum kuruluşlarının yardımlarından. Özetle yardımlarla idame ettirilen bir hayat gözler önüne seriliyordu. Yoksulluğun dip noktası bu olsa gerek…


Muhabir kadına soruyordu, Niçin çalışmıyorsun? Kadın kundaktaki bebeğini göstererek “Nasıl çalışayım? Bu çocuğu kime bırakacağım? Çocukları bırakacak kimsem yok. Okuma yazmam yok ama en azından evlere temizliğe gidebilirim ama bu çocukları bırakamıyorum kimseye.” Muhabir tekrar sordu, Eşin yok mu? O nerede? Kadın yanıtladı, “2 yıl önce evi terk etti. Çok iş aradı, bulamadı, en sonunda kaçtı gitti.” İlk bakışta yoksulluk sorunu olarak gözüken bu duruma Toplumsal Cinsiyet gözlüğü ile baktığınızda durum apaçık ortaya çıkıyor. Toplumda egemen olan “erkeğin evin geçimini sağlaması, güvenliğini sağlaması, aş getiren ve iş sahibi olan” konumu bu örnekte erkeğe altından kalkamayacağı bir yük getirmiş anlaşılan. Yoksullukla mücadele etmek yetmiyormuş gibi bir de omuzlarına aş getirememesi ve iş sahibi olamaması nedeniyle bir başka ağır yük binmiş. Amiyane tabirle, toplumda egemen olan görüşe göre, adamlığından utanmış ve kaçmış. Benzer örnekleri kadın vücudu üzerinden şekillenen namus anlayışı sonucu ortaya çıkan namus cinayetlerinde, yine erkeklerin güvenlikten sorumlu olması anlayışından ortaya çıkan kadına yönelik şiddette de görmek mümkün. Hangi örneğe bakarsanız bakın zarar gören asla sadece kadın olmuyor. Biri namus cinayeti yüzünden yaşamını yitirirken diğeri hapishaneye düşüyor. Bu nedenle sorun her iki tarafı da yakıyor. Her şeyden önce eğer ki ülkemizde kadınların konumunun güçlenmesini ve toplumsal yaşama tam ve eşit biçimde aktif katılımlarını istiyorsak, bunun yalnızca kadınlarla gerçekleşmeyeceğini anlamamız gerekiyor. Kadın Sorunları diye dile getirilen sorunlar aslında Toplumsal Cinsiyet sorunu. Bu nedenle ülkemizin Toplumsal Cinsiyet bakış açısına dayanan insani yatırımlarını arttırması büyük önem taşıyor. Zira kadınların toplumsal yaşama katılım sorunları erkekler olmadan çözülebilecek bir mesele değil. Gerçekten de Türkiye’de kadının konumunun güçlenmesi sadece kadınlara bırakılamayacak kadar önemli ve kapsamlı bir konu. Üstelik bu konu aynı zamanda erkeklerin özgürlük mücadelesi… Erkekleri dışlayarak ya da kadın–erkek ilişkisini ezme–ezilme ilişkisine dayanarak atılacak adımların etkin ve başarılı olmayacağını en iyi aşağıdaki fıkra açıklıyor. Dünya Feminist Kongresi’nde ülke delegeleri kürsüye gelerek bir önceki yıldan bu yana hayatlarındaki değişimleri paylaşıyorlarmış. İlk olarak kürsüye gelen Amerikan Delegesi: -Geçtiğimiz yıl almış olduğumuz kararları aynen uyguladım. Eve gidince kocama 'bundan böyle temiz çamaşır giymek istiyorsan, çamaşırlarını kendin yıkayacaksın. İşte makine orada' dedim. İlk gün bir şey görmedim, ikinci gün bir şey görmedim. Üçüncü gün bir de baktım kocam makinenin önünde sadece kendi çamaşırlarını değil benimkilerini de yıkıyor. Amerikan delegesinden sonra kürsüye Alman delegesi gelmiş. -Geçtiğimiz yıl kongrede aldığımız kararları eve ulaşır ulaşmaz uygulamaya koydum. Kocama, 'bundan sonra temiz tabaklarda yemek istiyorsan bulaşıkları sen yıkayacaksın dedim'. Birinci gün bir şey görmedim, ikinci gün bir şey görmedim. Üçüncü gün bir de baktım sadece kendi bulaşıklarını değil benimkileri de yıkamaya başladı.


Alman delegesinden sonra Türkiye delegesi kürsüye gelmiş. -Geçtiğimiz yıl aldığımız kararları aynen uyguladım. Kocama, 'bundan sonra aç kalmak istemiyorsan kendi yemeğini kendin yapacaksın' dedim. Birinci gün bir şey görmedim, ikinci gün bir şey görmedim. Üçüncü gün ise sol gözüm biraz açılır gibi oldu." demiş. Hep birlikte daha özgür ve eşit yaşama dileğiyle…

Ahmet Batat (ED Sayı 03)

Karmaşık Ellerimle görebileceğim, Gözlerimle dokunabileceğim kadar Yakınsın bana. Fakat hayat denilen bu kumarda Mantığım öyle bir koz koydu ki masaya Duyularım birbirine girdi, Duygularım paramparça...

Yasaklı Serin bir yaz günü konaklıyor yüzünde, Üşümek istiyor insan doyasıya. Yıllardır beklenen mektubu açarkenki gibi. Titretiyor gülüşün elleri. Ne Adem'in yasak elması, Ne Medusa'nın lanetli bakışları, Hiçbiri betimleyemiyor çekiciliğini. Sana baktıkça, Olmayacak duaya âmin diyesi geliyor insanın.

Allegro Sen gidince akşam çöker içimde. Artık ne çalınırsa çalınsın, Bana hüzünlü bir melodi gibi gelir. Yükselir rakı kadehlerinin sesleri. Aşka verdiğim bütün esleri, Toplayıp atasım gelir denize. Ve haykırasım gelir ALLEGRO! diye Ruhumun piyanist şantörüne..

Engin Deniz (ED Sayı 10)


Tek Başına Gibiyim Dünya etrafımda dönüyor, dönüyor, dönüyor… Ben ilerliyormuşum. Öyle sanıyorum. Ama yaşadıklarım aynı gibi. Sanki başa sarılan, sürekli dinlenmekten bazen sıkılan, bazen sevilen bir plak gibi hayatım! Belki plak çaları değiştirmek gerekli. Soruyorum kendime; ama yanıt yok. Kader deniyormuş adına bunun. İlk başta yazılıyormuş alnımıza. İnanıyorum, inanmıyorum her neyse… Arayış vardı; önceleri daha çok keşfetmek, merak etmek, heyecan, daha çok heyecan. Şimdi eser yok heyecandan!!! Kalbim normal seyrinde. Ne istiyorum hayattan öyleyse? İstediğimi özetleyeyim biraz; yalnız olmadığımı bilmeyi, belki de bir desteği… Bunun boyutunu bilmiyorum. Yakınlığım ne derecede olmalı onu hiç bilmiyorum. Kim olmalı, neyim olmalı onu da. Yalnızca dertleşmeliyim, içten samimi olabilen bir kişi olsa yeterli. Anlatmalıyım, paylaşmalıyım küçük bir zamanı. Bu çok mu fazla? Günümüz medyasının reklamlarında bile şu laf; "Paranın satın alamayacağı şeyler vardır, geri kalan her şey için …". Hayatta bazı olguların paha biçilemez olduğunu, değerinin bilinmesi gerektiğini verilen mesajla anlamak hiç de zor değil. Anlayıp, anlamamak tabi yine kişinin kendisine kalmış. Anladım ben… Sevgi, güven, dostluk bunu istiyorum. Soruyorum tekrar çok mu? İnsanoğlu yalnız gelir, yalnız gidecektir belki de. Bundan sonra ne mi olacak? Zaman konuşacak, ben ise dinleyeceğim. Duyacağım, anlayacağım, yolumu kendim mi çizeceğim?

Serenay Öztürk

(ED Sayı 11)

Seni Arıyorum Seni arıyorum. Bilmediğim yüzlerde, karanlık gözlerde. Seni arıyorum. Belki de sonsuza dek yanarak. Hiç bir zaman -sobee! diyemeyeceğim bir saklambaçta?.. Seni arıyorum. Belirsiz sıfatını, sıfatına sığmayan ruhunu sonsuzlukta tadarak. Yokluğunu bile bile, gerçekliği sile sile. Seni arıyorum. İşin garibi; seni ararken ben kayboluyorum. Yanılıyorum, kırılıyorum, yeniliyorum. Arafta, eşikte, dünyaya da sonsuzluğa da bitişikte. Aslında BENİ arıyorum. Seni aradığıma kanarak. Bulamıyorum. Kaybolmuşum; yaşadığımı sanarak!!

Melike Meral 29.10.2010 (ED Sayı 13)


Söylenecek Her Söz İki Kişiliktir... Söylenecek sözler vardır bazen… Bilirsin ki hep iki kişiliktir o sözler, ama hep "tek kişilik" söylenmiş sayarsın ya kendini… "O" varmış gibisine sözler… Onun adına söylenmiş sözler… "Öyle düşünüyordur…" dersin! Bilirsin ki aslında hep iki kişiliktir söylenecek bütün sözler! Ama… Gidersin, gidilir bazen… Tek kişiliktir gidişlerin, ama ya içinden gidişlerin hep "iki kişilik…" değil midir? Susulur bazen... İçinde konuşulanlar hep haklı "tek kişiliktir." Öyle sanırsın! Öfkeler kızgınlıklar, kırgınlıklar hep tek taraflı kalır ya… O cümleler de artık açıktır ayıptır, acıtır söylenecek her kelime artık her iki kişilik katildir… Öncesi, sonrası daha sonrası… "Biz" derken! "ben", "sen" olunan sonralar… Geçer dediğin, zamandan kaçılan sonralar Bilirsin… Tanıdıklara anlatılan "şimdiler" vardır ya… Bilirsin ki! Tanımadığın o kimselere de anlatılmak istenilen sonralar vardır aslında… "O" seni bilmeden! İçindekilerini bilsin istersin sadece… … Aslında… Kendinle yüzleştiğin kadardır yüzün… Kendini haklı gördüğün kadardır suçlu gördüğüne olan eşitliğin… Aslında! "Onun", "bunun", "şunun" hakkında! "Öyledir", "şöyledir" dediğin kadardır yargıların… İşte bu yüzden söylenecek her söz "aslında" iki kişiliktir.

Ece Çekiç

(ED Sayı 22)


Hoşgeldin Yüreğime AŞK(ım) Derin bir uykudan uyandım sanki. Gördüğüm tüm rüyaları hayra yordum Kabuslarım, rüyalarım, yaşayamadıklarım Hepsini yüzüme çarptığım soğuk sudan akıp giden damlalar gibi Attım içimden. Bir daha asla sevemem, eskisi gibi olmaz, Cesaretim yok, kimseye güvenemem Zırvalıkları bir bir gitti içimden. Bunca zaman uyutmuşum yüreğimi, Uyandırmaya kıyamadığım bir çocuk gibi Yeniden de sevebilirmiş insan. İlk aşk heyecanı gibi titreyebilirmiş Birkaç tatlı sözde, anlamlı bir bakışta. Yeniden sevemem dediği anda Aşkı küstürürmüş kendine. Seni tanıyınca barıştım içimdekilerle. Derin uykuya yatırdığım duygularımı Bir annenin çocuğunu okşayıp uyandırması gibi şefkatli Öpüşündeki gerçeklik, masumiyet gibi Saçımı okşarcasına nefesinle Elini yüreğime koyup ‘uyan dedin’ Uyan artık ben geldim... Güvendim sana Sorgulamadan, tanımadan Görmeden, dokunmadan Adını bile koyamadan Aşk için yakınlık önemli değilmiş meğer Yanıbaşımda aradığım Bunca zaman bulamadığım Uzağıma düşünce sen, anladım... Teninin kokusunu bilmeden Gözlerindeki anlamı çözmeden Ellerinin sıcaklığını hissetmeden Buluverirmiş aşk seni Aramak gerekmezmiş meğer... Bunca zaman uyuttuğum yüreğimden Bincelerce kez özür diledim Aşkı aramakla geçirdiğim bunca zaman Benimle alay edercesine, kahkalar atarken Senin bana kollarını açarak tüm yüreğinle koştuğunu Geç farkettim...


Kulaklarını tıkamış Güzel bir söze aç kalbime ihanet ettiğimde Bir ninni gibi gelen sözlerinle affedildim. Oysa daha sesini bile duymamışken... Uzakta olanı da sevebilirmiş insan Yüreğini uyandırıp ‘ben geldim sevgili’ diyebilen bir kahramanı varsa eğer Hoşgeldin AŞK(ım) Bak ben uyandım...

Kezban Şahin (ED Sayı 07)

Dün Gece Dün gece seni anlattım kendime. Dudaklarım yerinden hiç kıpırdamadı, Dilimse hiç hareket etmedi… Seni konuştum tüm gece Kimse duymadı. Dün gece bir tek sen vardın odamın içinde Ben bile yoktum… Ne bir masa ne de bir sandalye… Dün gece sen anlattın beni bana… Hiç konuşmadı kelimeler Ve hiç susmadı sessizlik… Dün gece camı açtım. Belki yıldızları görmek istersin Belki de rüzgarın boş sokaklardaki sesini dinlersin diye Tüm suskunluk saatlerinde… Dün gece aydınlıktı her yer Karanlığa inat yanıyordu tüm ışıksız evler. Dün gece aktın gözlerimden… Yastığım hiç ıslanmadı, Islanan sadece yalnızlığımdı…

Işık Yavuz (ED Sayı 21)


Denizkızı Bir nisan gecesi.... Yıldızların caddelere, evlerin çatılarına, pencerelere, bahçelere, balkonlara konduğu bir gece. Dağların arkasından, tepelerin gerisinden, parlak çoban yıldızı ile sarmaş dolaş sapsarı ay... Karşı karşıya... Hayır, yan yana... Hayır, hayır... Koyun koyuna... Ne de güzel!... İşte bir yıldız düşüyor... Kayıp gidiyor karanlığında gecenin. Yıldız, karanlığa doğru akıyor, akıp eriyor... Kimler dilek tutuyor? Kimlerin yüreği hopluyor? Kimler dans ediyor çıldırmışçasına? Kimlerin en büyük kutlaması, oluyor bu yıldız cümbüşü? Hiç kuşkusuz, hiç tartışmasız orada olanlar. Herkes... Hepsi birden. Bu büyük şölene katılıyor. Ah... Çok kalabalık hayal etmeyiniz. Orada olanlar... Onlar... İnanın bir meydanı dolduramayacak kadar az. Dünyanın nüfusuna vurulduğunda, belki bir damla... Ama onların ayaklarına saçılıyor yıldızlar. ayaklarına... Hatta ayaklarının altına...

Evet,

evet

doğru

duydunuz,

Onlar görüyorlar Denizkızını... Ve anlatıyorlar dilden dile. Denizkızının destansı güzelliğini tüm çıplaklığıyla seriyorlar gözler önüne. Onun billur tenini, sapsarı saçlarını, mavi bakışlarını... Tüm gerçekliklerden daha üstün geliyor denizkızı. Tüm kızların en güzeli. En erişilmezi. Ne de olsa sayısı az, Denizkızını görenlerin. Bu onu bir efsaneye dönüştürüyor. Kimi genç kızlar imreniyor Denizkızına. Şöyle belime değse saçlarım, sarı olsa, sapsarı, bir de... Billur ten... Ve de büyüleyici mavi gözler... Ben de denizkızı olamaz mıyım, diye soruyorlar. Denizkızını görmemiş olan delikanlılar hemen cevaplıyor, tabi, tabi... Sen ondan da daha güzelsin. Denize sevdalı... Denizkızına sevdalı... Hayata sevdalı... Dünyanın değiştiğini en çok o biliyor. Geceleyin, geceyarısını vurunca saat, uğruyor evlerin balkonuna. İlla ki o saatte ayakta duran, kendisi gibi birilerini bulacağını umut ederek gidiyor. Ve buluyor da... Bakkalın oğlu Levent... Geç vakitlere kadar otururdu. Gece bekçisi diyordu arkadaşları ona. Onu yalnız bırakmayanları da ekleyince, etti mi beş, altı kişi... Ekrem... Saçlarını ıslatmış, üstündeki bohem havayı silerek yürüyordu balkona doğru. Sanırsın ki, en moda, en kral giysiler içinde. Oysa, eski püsküydü, yamalar vardı pantolonun dizlerinde. Ama ondaki o duruş, o caka... Hepsini silip süpürüyordu. Geriye o sonsuzluktan çalıp getirdiği gülümseme kalıyordu. Her şeyi kucaklamaya hazır bir gülümseyiş. Tazecik... Yepyeni... Yine başında koca bir dünya. Uzaktan fark eder etmez kalabalığı gülümsemesi şiddetleniyordu. Kalabalık güzeldi... Hele de anlatacak bir hikayesi varsa. Daha merhaba der demez başlıyordu Ekrem.


Geniş omuzlarını gererek, bakışlarındaki yalnızlığın gölgesine sığınıp anlatıyordu: “Ne palavracı oldu şu insanlar!.. Ne namussuz!.. Bugün adamın tekini öldürüyordum. Zor aldılar elimden.” “Gebertseydin....” “Seni kızdırdıysa hak etmiştir köftehor... Bir temiz meydan dayağı atsaydın.” “Durun hele... Anlat bakalım ne oldu Ekrem?” “İstasyondan inmişim, eve doğru yürüyeceğim. Bir de ne göreyim, adamın teki kadının çantasına yaklaşmış, çantayı kapacak. Hemen yetiştim, kolundan tuttum, yer misin yemez misin, bir temiz dövdüm. Adam, kadının kocası çıkmasın mı?” “Eee...” “Eee si... Karakolluk olduk. Adam şikayetçi oldu benden. Yapma etme kardeşim dediysem de anlatamadım. Bir yığın da palavra anlattı polislere. Yok, eşkiyaymışım, kapkaççıymışım, ırz düşmanı bile yaptı beni!” “Vay vay vay...” “Aynen öyle. En sonunda durdum komiserin karşısına. Dedim ki, ben denizden emekli balıkçıyım. Şaşırdı tabi adam. Daha önce hiç emekli balıkçı görmemiş. Hele hele denizden emekli balıkçıya hiç rastlamamışmış... Sağ bacağıma baktı, tahtayı görünce anladı.” Ekrem tahta bacağını yere vurdu. Geceyi gümbürdeten bir sesle dövdü sokağı. “Ben denizlerde ağırttım bu saçları. Ne öğrendimse, denizden öğrendim. Anam oldu, babam oldu, kardeşim oldu, sevgilim oldu... Kanlı bıçaklım oldu. Ama hiç sırtımı dönmedim denize. Bir an olsun, yüz çevirmedim. Bacağımı aldığında bile... Helali hoş olsun, dedim. Denizde gördüm ben her şeyin en güzelini. Denizkızını bile gördüm. Adam inanmadı. Sahi mi, diye sordu. Sahi tabii dedim. Hem de en hakikisinden. Başladı sorular sormaya, yok Denizkızının kolları var mı, saçları var mı, göğüsleri var mı, çıplak mı... Polisler de merak ederlermiş Denizkızını. Hiç ummazdım. Unuttular adamı ve karısını. Başladılar beni soru yağmuruna tutmaya. Denizkızını nerede, saat kaçta, nasıl gördüğümü... Sandım ki bir sorgudayım. Incığını cıncığını anlattım. Pek ilgilerini çekti Denizkızı. Anlayacağınız denizlerin hatırına serbet bıraktılar beni.” “Adres falan almadılar mı?” “Almazlar mı, bir tanesiyle ahbap olduk. Çok sevdim ben seni hemşerim dedi. Ziyaretime geleceğini söyledi. Sırf Denizkızı hatırına... Başımın üstüne dedim. Gel... Gel... Gel... Denizlerin dostu bizim de dostumuzdur.” “Senin olay böylece tatlıya bağlandı desene Ekrem.”


“Denizkızının hatırına...” Karanlık bir gölge belirdi Ekrem`in yanında. Eli yüzü umutsuzluktan kararmış, çirkin mi çirkin bir kadın. “Hadi Ekrem... Yeter bu kadar hikaye. Tüm mahalleye rezil olduk” diyerek adamın kolundan çekiştirdi. Ekrem, diklendi, dayılandı. “Ne rezaleti be... Senden büyük rezalet mi olur? Böyle güzel bir gecede. Denizkızından, aydan, yıldızlardan bahsetmek mi rezalet?.. Ben gördüm diyorum Denizkızını... Polisler bile inandı bana. Tutanak tuttular. Yarından tezi yok, Denizkızını aramaya çıkarlar. Bak görürsün, bulacaklar Denizkızını. Bulacaklar!.. Şuraya yazıyorum ki bulacaklar!..” Kadın, sinirle çekiştirdi kolundan Ekrem`i. “Bulurlar... Bulurlar...” Ekrem, ilerlerken hâlâ söyleniyordu. “Ne anlarsın... Sen ne anlarsın denizden, Denizkızından... Anlamayana görünmez Denizkızı... Bir tek anlayana görünür. Bak bulacaklar, Denizkızını bulacaklar.” Gecenin karanlığına karışıp gözden kayboldular. Gece yine eski sessizliğine büründü. Kimseden çıt çıkmıyordu. Üzülüyordu belki Ekrem`in haline. Üzülüyorlardı. Garibanın tekiydi. Kimseye bir zararı yoktu. Elden ne gelir!.. O sırada bir yıldız kaydı. Gökyüzünün derinliklerine doğru akıp, eridi yıldız. Kim bilir, kimler dilek tuttu... [Desen Çalışması: Oktay Çakır]

Derya Derin

(ED Sayı 14)

Hayat Di’li ağır bir yazardım; anlamadığından 'beceremiyor' dedin. Tutkuydu cümlenin öznesi yükleme sorman gereken soruları hep erteledin. Bunca zaman aralığında hiddetin dışında hiçbir şeyini gösteremedin. Acıktığımda karnımı doyurmak yerine ruhumu beslerken bana ekmek yemek de gerekli cümlesini kurdurtamadın. Gitttiğim her yere gözlerini taşıdım, aldığım her nefeste sorgulandım... Gördüğüm her dilenciye para verirdim mesela, öyle haberler yalanlar dolanlar yansıdı ki ekranında 'iyilik yapmak' hazzının yerini kandırılmak aldı. Bu kadar sıradan şeylerle başladı kendini saf sanma sürecim. Sen yaptın bunu; sen başardın her adımda daha da ilerlemememi görmemi. Bir büyümektir tutturdun sonra, istemesen de büyüyüp pişmanlıklar yaşayacaksın dercesine. Biriktirdiklerim kulaklarıma küpe olurken fark edemedim kepçeliği görünecekse de sade gezmenin gerekliliğini.


Zaman geldi çok mutlu oldun diyerek beklenmeyen vedalar yaşattın, zaman geldi bu kadar acı yeter gibisinden ani mutluluklar ayarladın. Ne düzensiz bir düzensin ki hala olgunluğumu yorgunluğuma karıştırıp en başa sardırmaktasın. Durduğun yerde değilim; hatta durmadığına eminim. Beni şaşırtabilecek neyin kaldı bilememekteyim. 'Hepsini yaşadım' dediğim anlarda çıkarıyorsun en olmadık yaşamışlıkları karşıma; farkına bile varmadan dışardan bakan oluyorum acılarıma. Girişi gelişmesi sonucu basit hikayelerim var mesela: Muhteşem başladı, olağanüstü gelişti, sancılı bitti; hala hissediliyor dediğim ama 'oldu bitti gitti' den'ildiğim. Kazanan olması gerektiğine inanmadığımdan belki de savaşa çevirmedim seninle ilgili hiçbir şeyi. Yirmibeşinci yılımın dolmasına birkaç ay kala durdum uzayan yolumda. İçim dışım yazı'm kışım sobe değil; 'bal satan'ımda hiç olamadı aslında. Komşunun kızı bebeklerini toplayıp gelse 'ben araba oynarım' diye küslük çıkarmayacak kadar çocuk ve de kadınım kısaca. 'Durdum' diyorum sadece seyircinim artık boşa beni izleme. Bana yaşatacağın bir sürprizin yok, kıskançlık yok, acı yok, haz yok, tutku yok, mutluluk yok. Benim yenilgim gibi görünse de bak işte sen de yenildin. Parmağında oynattığın, izleyip dalganı geçtiğin küçük kız büyümüş; hareketlerini kısıtlama ya da yönlendirme diye pu'tlaşmış seni seyretmekte sadece. Senin gözünden insanları, kuşları, böcekleri izlemekte; dalganı başkalarına yansıtmadan sürüklenmeyi gülümseyişle örtmekte... Bilirim seni, bu ukalalığımı bir anda yok edecek bir pasta hazırlarsın bana; içinde ne var diye sormadan süslemelerine aldanıp yer zehirlenirim. Belki de YİNE bile bile zehirlenirim ama bilirim; illa ki bilirim. Bildiğim için, bile bile mideme indirdiğim için yine suçlayamam seni, o'nu, bu'nu, şu'nu. Yine dururum bir yerde; durmam söylendiğinde... Ve yazarım içten ama okuyanları gülümsetecek bir hikaye. 'En çok satan' olurum belki insanlar arasında; haklı güvensizliğimle ya da çelişen hislerimle... Özetle Hayat; ben savaşı reddettikçe galip sensin bünyede. Savaşı reddetmesem de galip olduğunu bilmek daha sıkıcı diye!

Buket Konur (ED Sayı 07)

İzin Vermeseydiniz Saat gece yarısını çok önce geçti. Pek çok gecede olduğu gibi, ekranımda boş bir beyaz dosya, aklım az önce giden arkadaşımda takılı, haddinden fazla içilen kahvenin nahoş bulantısıyla oturuyorum. İzin Vermeseydiniz…


Sohbet sırasında sigarayı da biraz fazla kaçırmışım. (Not: Sigara sağlığa zararlıdır! İçmeyin, içirmeyin!) Bu mereti bırakmalı artık! Kötü giden bir ilişkiyi devam ettirme ısrarından daha fazla zarar verir mi? Cevabından emin değilim… Dilerim konuştuklarımız aklına ve ruhuna sinmiştir. Dilerim diyorum çünkü bir bünyeye aşk girdikten sonra insanda değişimler yaratıyor. Sonra aşk gidiyor, değişimin getirdiği hasarlar baki kalıyor. Kangren olmuş bir ilişkiyi neden devam ettirmeye çalıştığını konuştuk. Korkuyor! Yorgun ve bıkmış! Birlikte olduğu zaman boyunca değişmiş. O artık eski güçlü kadın değil. Sinmiş, ezilmiş, kendini kötü hissetmesi için ne gerekiyorsa yapılmış. Sonucunda kendi etrafında dönüp durur ve çıkışı göremez hale gelmiş. Erkek arkadaşı kavga ve kötü davranış kısmına, hakaret etmeyi ve küçümsemeyi de eklemiş. Bencil ve kadının gücü altında ezilen erkeklerin uyguladığı taktiği uygulamış, aşağılayarak sindirmiş. Oysa zarif ve kaliteli bir kadındır. Kendini unutmuş! Kim olduğunu, bugüne kadar hangi zorluklardan geçtiğini, yeteneklerini, gücünü, inadını unutmuş. Şu cümleyi ettiğinde dayanamayıp konuşmaya başladım: "İnanabiliyor musun, beni herkesin içinde aşağılıyor ve küçümsüyor. Birkaç kilo aldım diye, 'yuvarlanarak git de bir bardak çay doldur' diyor. Bir adam sevdiği bir kadını nasıl aşağılar ve insanların içinde sürekli küçük düşürür?" Buna benzer pek çok olaydan örnek verdi. Yaşadıkları kötü tartışmaları ve adamın davranış biçimini anlattı. Seven bir adamın bunları nasıl yapabileceğini sorguluyordu. Oysa asıl soru şu olmalıydı: Bir kadın, kendisini aşağılayan bir adamın hala onu sevdiğine nasıl inanır ve onu mutsuz eden bir adamla birlikte olmaya nasıl devam eder? Birileri size hak etmediğiniz şekilde davranıyor ve sizi mutsuz ediyorsa, siz de buna izin veriyorsanız, yaptığı her hareketten sonra bağışlıyorsanız, sizi sürekli olarak hor görmesine müsaade ediyorsanız; iyi düşünün bakalım, suç karşı tarafta mı, sizde mi? Birini yaptığı her yanlıştan sonra affetmek, karşı tarafın bunu alışkanlık haline getirmesine neden olur. Nasılsa affediyorsunuz, neden yapmasın ki? Üstelik düzenli olarak gelişen bu olaylar zincirinde, karşı tarafa verdiğiniz sessiz mesaj şudur: Bana yaptığın her şeyi affediyorum çünkü layık olduğum davranış biçimi bu! Ben ancak bu kadar değerliyim! İnsanlar hata yapar elbette ve affetmek güzel, olgun bir davranıştır. Ancak bu süreklilik arz ediyorsa, karşınızdakini suçlamanın manası yoktur! İzin vermeseydiniz…

Dilşah Kalkan (ED Sayı 13)


Sevgililiği Abartanlar, Bireyselliği Reddedenler Üzerine Bir Yazı Fikirlerini sevgilisinin hoşuna gidecek şekilde biçimlendirmek, ayrı hayatlarının olması bilincinden çok sevişme esnasındaki bedensel birliği, beyinsel birliğe de dönüştürmeyi hedef alan birey olamamışların yaşantısı çok batmakta bugünlerde gözüme, kulağıma, kalbime, duygusal algılarıma... Örneğin; ikisi de arkadaşınızdır, hatun olmadık olaydan trip atmış ve artık onunla uğraşmayı, ilgilenmeyi kestiyseniz, aranız bozulduysa bir şekilde ama erkek olanla herhangi bir probleminiz yoksa bile bir gün karşılaştığınızda onu da soğuk bulursunuz, artık onunla da konuşamayacak hale gelebilirsiniz. Çünkü sevgilisi sizin hakkınızda atıp tutmuştur, o da sevgilisine sevgisini kanıtlamak, benim için "o" değil, "sen" önemlisin demek için aradaki ilişkiyi sıfırlamayı göze almış ve sonunda "nasılsın?" sorusuna karşılık alamadığınızdan ötürü tebrik edilmeyi haketmiş bir sevgili olmayı başarmıştır. Bir kadın veya erkek sevgilisinin özgürlüğünü kendi çizdiği alanlarda mı yaşamasına izin vermekte ve böyle mutlu olduklarını mı düşünmektedir? Günümüzde yaşanan ilişkilerde insanların sevgi ölçütü kısıtlama miktarına bağlı olmuş. Ne kadar kısıtlarsam onu o kadar sevdiğimi düşünür hem de dediğimden çıkmaz, beni aldatmaz düşüncesi yerleşmiş. Kısıtlamanın olduğu 3 metrekarelik bir alanda on katı kaçış noktası olabileceğini hesaba katmayan sadık gençlerle donattık evi, okulu, sokağı. Sırf üç metrekarelik alanda aşk yaşamaya çalışan, nefes almak için kaçış noktalarından kafasını uzatıp da dışarı bakan insanları görür olduk ve gördüğümüz her yerde de aşk kaçamaklarına tanık olduk. Hepimiz biliyoruz sizi kaç kişiyle aldattıklarını, nerede, ne zaman yalan söylediklerini, hayallerinizi onunla kafeste yaşayabilmek uğruna yoksaydığınızı… Hepsini biliyoruz ve içinde bulunduğunuz durumun size verdiği zararlardan biz de etkilenmiyor, suçlanmıyor değiliz kavgalarınızda. Size göre doğru olanlar bize göre değilse yadırganır olmuşuz mesela hava karardığında tüm kötülüklerin, yalanların, aldatmaların çocuğuna gelecek endişesi taşıyan her ebeveyn gibi onlar da sevgililerin gece arkadaşıyla çıkmasına "izin" vermez olmuş, ama izin vermediklerinin hepsinin teker teker yapar ve ertesi gün evli bir kadının boşanma davası bitmeden başka bir adamla el ele dolaşmasını kınarmış bu “kuralsever” arkadaşlarımız. Yine konuları dağıttım, bu konuda kendime benim de sınırlarımı belirleyecek bir sevgiliye ihtiyacım olacak sanırım.(!) Kısaca aslında söylemek istediğim; karşınızdakine ve çevrenizdekilerin size olan saygısının sürmesi, istediklerinizi kısıtlamak için değil daha da geniş yelpazede gerçekleştirebilmeniz için sevgilinizi bi rahat bırakın! İnanın sizi daha az aldatacak ve size daha bağlı olacaklar!

Sinem Yavaş (ED Sayı 03)


Farkındalık Baş aşağı kanepede oturuyorum.. Küçüklüğümden beri her versiyonuyla rahat ettiğim oturuş bu olsa gerek, tavana bakarak bir sürü şey düşünüyorum. Dudağımdaki yaramaz çarpık gülüş, Colgate reklamı gülüşüne geçip gözlerimi kapatmak üzere kısarken, bay rüzgar saçlarımla flört ediyor. Kocaman bardağımdaki buzlar tamamen erimeden kahvemi içmek istiyorum, bir yandan şimdi bunu yapmayacak kadar da konforluyum.. Aile, arkadaş, iş ve özel hayat arası mükemmel dengeyi kurdum artık tepetaklak dursam bile optimum duruşumdayım. Epeydir kendimi fiziksel ve zihinsel olarak şımartmakla meşgulüm. Canım ne isterse onu yapıyorum. Aslında bu yeni değil sadece az sorgulayıp daha hızlı hareket ediyorum. Aşırı talepkar olmayan ve makul birinin istediklerine ulaşması işten bile değil. Fazlası içinse çabayı esirgemiyorum.. Kendimi tam anlamıyla hissediyorum. Pozitif insanlarla paylaşıyorum, anlaşıyorum, eğleniyorum.. Diğer negatif kişilerle farklı frekanslarda olduğumuz için ortak paydamız olmuyor. Karamsar ve sürekli olumsuz düşünmekle bu kötülüğü kendilerine neden yapıyorlar bilemiyorum. Ne kazanıyorlar ki bırakmamak için buna sıkı sıkı tutunuyorlar? Geçenlerde yaşadığım olay/kaza sonrası zaten öncesinde de değerini bildiğim hayatım için hergün şükrediyorum. Çok ama çok şanslı olduğumu ve yaşamak için en güzel malzemelerin çoktan verilmiş olduğunu daha iyi anladım. Genel geçer bir tarif olmadığı için kendi yolumuzu çiziyoruz; ben bunu yaparken belkide aklımın kalmaması önceliğiyle yaklaşıyorum herşeye, onun için hiçbir zaman keşkeleri dilime dolamadım, pişman olmamak için içimdekileri bastırmadan ifade ettim, kalbimle konuşurken dilimi ısırmadım, her anın değerini bildim.. Şimdi bunların üstüne kat çıkıyorum, kendimi gerçekleştiriyorum.. Her gün uyandığımda "neye uyandığımı bilmek ya da bir amaca uyanmak" beni güne güdülüyor, yoksa günlük faaliyetler monotonlaşıyormuş, ben de yeni arayış ve uğraştan uzak kalıyormuşum gibi geliyor. Bu faz sonsuz olmalı.. Tatlı yorgunluk, içsel mutluluk.. Yeniliklere geri basmadan ilerlemek, açık olmak.. Tek biletimiz var, ben kendiminkini en iyi şekilde değerlendirmeye çalışıyorum.. Bugünü ertelemeden..

Beyza Paksoylu (ED Sayı 09)


Vücudunla Barışma Zamanın Gelmedi Mi? Hep merak ederim neden bizim insanımız spor yapmaz ya da önemsemez? Yapsa bile yaza 2 ay kala ya diyet yapmaya başlanır ya da spor salonuna gidilir. 2 ay sonunda tabi vücutta öyle müthiş değişiklikler olmayacağı için ya salona atıp tutulur ya da kendisiyle barışmaya çalışılır. Barışılırda herkese söylenir “ben kendimle barışığım” diye. Bu iki kelime ona çok fazla güç verir, artık vicdan azabı duymadan yemeklere saldırabilir. Arkadaşları da alışmıştır bu duruma. Küçük bir diyalog: Eleman: Kanka bu kız dünyayı yedi, hala yiyor. Kankası: Oğlum o kendisiyle barışık bilmiyor musun? Eleman: Öyle desene be abi. Şu börekten de alır mıydın kardeş? :)) Çoğumuz çalışan insanlarız ve çalışanların çoğu da statik çalışıyor. Hep masa başında... Bir de sağlıksız ve zamansız besleniyorsanız, üzerine de sigara ve alkol kullanıyorsanız vücudunuz mutlaka size bir gün sinyal verecektir. Ya da daha kötüsü… İçinizi karartmaya çalışmıyorum sadece vücudunuzdan daha gelmeyen o sinyali ben vermek istiyorum. Çok basit bir şekilde bu durumdan kurtulabilirsiniz. İki kelime: Spor yapın! Hemen duyar gibiyim “benim vaktim yok” diyen arkadaşları. Vaktiniz yoksa haftada bir gün bile olsa gidin evinize en yakın salona. 1 saat vücudunuzu çalıştırın onun bile size çok faydası olacaktır. Salondan emin olun mutlu ayrılacaksınız (ilk günler kaslarınız biraz ağrıyacağı için mutlu olmayabilirsiniz tabi :)). Hatta salona haftada 3 gün gelmek için olmayan vaktinizden vakit üreteceksiniz. Bu noktada en önemli konu salona disiplinli bir şekilde devam etmek. Yok, ben 2 ay gittim salona yarım kilo veremedim. Yok, benim karın kaslarım brad pitt'in ki gibi olmadı... Bunlar aslında çok komik, 2 ayda vücut daha yeni yeni bu sportif haline alışıyor. Sersemlemiş durumda çünkü. Diyor ki “ya bunun kafasına saksı falan mı düştü 20 senedir hareket bile etmezdi. Ne yapsak acaba yağları yıkmaya başlasak mı?”. İşte bu noktada vücudunuzu ikna etmeniz gerekiyor yağları yıkması için. Yani devamlı olarak spor yapmanız gerekiyor. Bir de unutmadan brad pitt gibi karın kası isteyen arkadaşlar varsa söyleyeyim 1-1.5 senede iyi bir beslenme ve diyetle anca baklavalı bir mideye sahip olursunuz. Yok 1.5 sene yapamam derseniz, o baklavayı anca pastane vitrininde görürsünüz… Spor yapmanın yanında beslenme alışkanlıklarınızı da değiştirirseniz sağlıklı bir vücut için çok önemli bir adım daha atmış olursunuz. Kadının vücudu takdir edersiniz ki erkeğe oranla çok daha estetiktir ve ben bir kadının vücuduna dikkat etmemesini kabul edemiyorum. Yedikçe yiyorlar, içtikçe içiyorlar, 100 kilo oluyorlar, her yerinden yağ fışkırıyor, sonra “ama ben kendimle barışığım”:) bakalım vücudun seninle barışık mı? İstersen midenin sesini dinle! Mide: Bugünde dünyayı yedi ya. Yaktığı enerji belli ama hala gönderiyo. Bari


düzgün bir şey yese, yağlı unlu şekerli ne varsa yiyo. Ne yapalım arkadaşlar… yine depoya göndereceğiz. Önce yağ yapın şunları, gönderin bir kısmını beline bir kısmını da kalça tarafına... Her yerde de söylüyorlar, yazıyorlar sağlıklı beslenin diye, daha geçen engindergi'de bir arkadaş yazmış. Yok dinlemiyor ki habire yiyo. Yazık valla bizim çektiğimiz çileye gecenin bu saati oldu hala çalışıyoruz yaa. Her yerde konuşuyor birde ben kendimle barışığım diye... Ben sana küsüm haberin olsun! Basta midemiz olmak üzere vücudumuza böyle davranmaya hakkımız yok. Vücudunuzun da sizinle barışmasını sağlayın. Spor yapın... Yağsız, sıkı, kaslı günler. :)

Mustafa Çırpan

(ED Sayı 03)

Hiç Kimse Kraliçe Elizabeth'i Kıskanmaz ki... Her yetişkinin hayatında iki büyük aşk öyküsü vardır. Birincisi karşı cinsin sevgisine ulaşmanın öyküsü; ikincisi de dünyanın takdirine, saygısına ulaşmanın, bir statü edinmenin öyküsü... Hepimiz dünya üzerinde kendimize bir yer edinmek isteriz. Kendimize açacağımız bu yerle ilgili endişeler vardır kafamızda. Kim olursak olalım, hangi sosyal sınıfa ait olursak olalım, yeterince iyi bir statüye sahip olduğumuzdan tam olarak emin olamadığımız zamanlar olur. Sanıldığının aksine çok zengin olanlarda, çok ünlü olanlarda ya da çok yüksek mevkilere gelmiş olanlarda bile vardır bu endişe. Onların da fethetmek istedikleri insanlar vardır. Onlar da kendilerine seçtikleri hayat gözlemcilerinden sürekli daha yüksek puanlar almak için çaba gösterirler. Seçtikleri bu gözlemciler bazen onların rol modelleri bazen yakın arkadaşları bazen eşleri ya da anne babalarıdır. Hayatta kendimize ne kadar iyi bir yer açmış olursak olalım, yine de onaylanmak isteriz; çünkü kendi değerimizi kendi gözlerimizle değil, başkalarının gözleriyle görme eğilimimiz vardır. Değerimizi ölçerken başkalarının aynalarından yansıyan görüntümüze bakarız. Özellikle bazı insanlar için takdir görmek, ekmek kadar su kadar hayati bir ihtiyaçtır. Çoğu insan için, statü güç verirken eksikliği de bir hiçlik duygusu yaratıyor. Statü eksikliği bir varlık sorunu, statü kaybı da yok olmak anlamına geliyor. İnsanlar arası en büyük kıskançlıklar da buradan çıkıyor işte... Hiç kimse Kraliçe Elizabeth’i kıskanmaz; ama okul arkadaşının daha iyi bir konuma gelmesi acı verir. Statü edinme çabası kendinden çok yukarıda olanlarla değil, kendine benzeyenlerle yaşanılan bir rekabettir. Bu duyguyla kavrulanlar, sürekli birileriyle yarışanlar kendilerine eş değer gördükleriyle yarışır. Meseleleri kendileriyle aynı sosyal çevreye ait olanlarladır. Yoksa Kraliçe Elizabeth’le kimin ne alıp veremediği olabilir ki?


Statü arayışı insanlık tarihi kadar eskidir herhalde... Günümüz değerlerine kendini kaptıran, kimliksiz, özelliksiz insanların zannettiklerinin aksine, statü sahibi olmak için tek bir yol para değil. Zenginliğin statü sağlaması gibi sanatta, bilimde ya da siyasette yüksek bir mevkiye ulaşmak da statü sağlar. Statü, toplumda ayrıcalıklara ulaşmak demektir. Tarihte statü sadece maddi değerlerle ölçülmüyordu; ama günümüzde statü daha çok maddi başarılara endekslendi. Bugün statü, herkesin imrendiği ama çok az insanın sahip olduğu ayrıcalıklar, büyük evler, pahalı arabalar ve eşyalarla ölçülüyor. Bu yüzden göze göz, dişe diş bir rekabet hayatın her alanını kaplıyor. Para statüyü de satın alıyor ve böyle elde edilmiş statüsü olanların sözleri daha fazla dinleniyor, çevreleri onların yaptıklarını daha çok onaylıyor, komik olmayan esprileri bile komik bulunuyor. Hataları ve bariz cahillikleri bile hoş görülüyor. Yüksek statü, sahibine güç ve özgürlük veriyor. Ay çiçeklerinin güneşe dönmesi gibi insanlar yüzlerini güçlü olana doğru çeviriyorlar. Statü sahibi olanlar da bu ilgi nedeniyle kendilerini önemli ve değerli hissediyorlar. Gerçeğin böyle olmadığını içten içe bilseler bile... Bu durum hiç kuşkusuz insan doğasının bir zayıflığı. Bütün dinler, bütün kişisel gelişim kitapları insanın bu zafiyetinden kurtulması gerektiğini söylese de insanlar kendi doğasını terbiye edip olgunlaşmak yerine bu zayıflığının şehvetiyle yaşamayı tercih ediyor. Ruhlarının bu zayıflığı imkan bulduğu zaman zapt edilmez olabiliyor. Satın alınmış, sahte bir statü sahibi olmak insanı daha kaprisli ve şımarık yapıyor. Gitgide daha abartılı bir hal alıyor. Statü markalarının hayatlarındaki önemi de, içlerini kemiren güvensizlik duygusunda gizli... Statü arayışı sadece zenginlere özgü bir arzu da değil artık. Sınırlı geliri olan insanlar da temel ihtiyaçlarından bile fedakârlık edip kendilerine statü sağlayacak markalara sahip olmak istiyorlar. Bu eşyalar daha kaliteli, çabuk eskimeyecek, yıpranmayacak özelliklere sahip oldukları için değil... Cep telefonları, çantalar, giysiler bu amaca hizmet ediyor. Bu arzuya hitap eden markalar insanların kimlik yaratma projelerinin ayrılmaz bir parçası oluyor. İnsanlar bu markaları tüketerek kendi kimliklerini üretiyorlar. Her toplumun kendine özgü kültürü, statüyü nasıl algıladığını belirliyor. Bizim toplumumuza göre, bir insanın nüfuz sahibi olması, ayrıcalıklı bir konumda bulunması hiç de yadırgatıcı bir unsur değil. Bu nedenle Türkiye'de insanlar statü elde etmek için diğer toplumlara göre daha fazla çaba gösteriyorlar. Cep telefonlarının veya teknolojik ürünlerin Türkiye'de çok hızlı bir yer edinmesinin nedeni burada gizli herhalde. İnsanlar kendi gelirlerinin daha üzerindeki markalara sahip olmak için bütçelerini zorluyorlar. Prestij markalarının yalın bir kurgusu var. Bir markanın statü simgesi olması için o markanın herkes tarafından tanınması; ama çok az sayıda insan


tarafından ulaşılabilir olması gerekir. Büyük bir markanın sahtesinin geniş kitleler tarafından kullanılması, o markanın tanınmasına büyük katkı sağlar; ama markayı herkesin kullanması o markayı statü simgesi olmaktan uzaklaştırır. Büyük lüks markalarının taklit edilmekten bir taraftan memnuniyet duyması diğer taraftan da sahtecilikle savaşması bu nedenledir. Herkesin ulaşamayacağına ulaşmak statü sağlıyor; ama statü sahibi olmak kalıcı bir durum değil. Statü sahibi olmanın içeriği zaman içinde hep değişir. Dünün statü simgeleri bugün bir anlam ifade etmeyebilir. Endüstri devrimi büyük kitlelerin neredeyse her ürüne sahip olmasını mümkün kıldıkça prestij arayanlar daha ender bulunan “şeylerin” peşine düşüyorlar. Ayrıcalıklı azınlığın statü arayışı daha da ender bulunan ürünlere doğru kayıyor. Artık bu azınlık sınırlı sayıda ya da sadece bir tane üretilmiş olan ürünleri talep ediyor. Diğer taraftan lüks olana daha çok insanın ulaşması sonucu, statü artık ürünlerden deneyimlere doğru kayıyor. Bugün bazı markalar, sadece ayrıcalıklı bir grubun satın alabileceği deneyimler sunuyor. Kalıcı olmasa bile yoğun ve prestijli bir deneyim yaşamak pekala bir statü sembolü olabiliyor. Yeter ki bu deneyimlerin herkesin imreneceği bir öyküsü olsun ve bu deneyimi çok az sayıdaki özel bir grup yaşasın. Statü, sadece sahip olmakla ilgili bir kavram da değil. Sadece almak değil vermek de statü getirebilir. Kamuoyunun ilgisini çeken senfonik orkestralara, modern sanata, müzelere ya da elit sınıfın önemsediği toplumsal hareketlere hesapsızca para yatıran birçok hayırsever var. Bu insanlar bu yatırımları yaparak herkesin imreneceği bir hikâye anlatabilme ayrıcalığına ulaşıyorlar, statülerini yükseltiyorlar. Statü arzusu, sosyal basamaklarda bir üst sıraya çıkma arzusu... Ne kadar soylu bir edayla yapılırsa yapılsın bu arzunun içinde karanlık bir taraf da vardır aynı zamanda. En iyi kalpli olanlarımız bile içindeki şeytana yenilir bazen. Bence statü arayışına cevap veren markalar hayatımızdan hiç çıkmayacak; ama diğer taraftan da yaşadığımız çağda bunun tersine gelişen akımlar yükseliyor. Son yıllarda insanın egosunu terbiye etmesi, kişisel gelişim, doğallık, sadelik ve sahicilik yükselişteki yeni değerler oldu. Bu değişiminin, zamanla maddi statü simgelerini dengeleyeceğini düşünüyorum. Nasıl artık çok enerji tüketen ultra lüks arabalar yerine daha çevre dostu araçlar kullanmak daha havalı olmaya başladıysa daha fazla tüketmek yerine daha az tüketmek ve sadeleşmek de zaman içinde daha fazla tercih edilecek bir yol olabilir. Statü arayışı insanın içinde var olan aşağılık kompleksinin dışa yansımasıdır. İnsani zayıflıkları fazla olanlar daha fazla gösteriş ve statü sembollerine bel bağlarlar. Ne yazık ki insan doğasının, soylu tarafları kadar böyle sefil yönleri de var...

Evren Kır (ED Sayı 24)


Küllerinden Yeniden Doğmak Simurg anka...otuz kuş... Rivayet olunur ki kuşların hükümdarı olan Simurg Anka, Bilgi Ağacı'nın dallarında yaşar ve herşeyi bilirmiş... Kuşlar, Simurg'a inanır ve ihtiyaç duyduklarında onun kendilerini kurtaracağını düşünürlermiş... Kuşlar dünyasında işler ters gittikçe onlar da Simurg'u bekler dururlarmış... Ne var ki zaman geçip Simurg ortada görünmedikçe kuşlar, kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler... Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü, Simurg'un kanadından düşmüş bir tüy bulmuş... Simurg'un varlığından emin olan dünyadaki tüm kuşlar toplanmış ve hep birlikte huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler. Ancak Simurg'un yuvası, etekleri bulutların üzerindeki Kaf Dağı'nın tepesindeymiş... Oraya varmak için yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekiyormuş... Buna rağmen kuşlar hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar... Uçtukça yorulanlar ve düşenler olmuş... Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp... Papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış hep... Kartal yükseklerdeki krallığını bırakamamış... Baykuş yıkıntılarını özlemiş, balıkçıl ise bataklığını... Dipsiz vadilerinden üzerinden uçtukça sayıları azalmış... Nihayet beş vadiden geçtikten sonraki altıncı vadinin adı "şaşkınlık"; sonuncusu yani yedinci ise "yok oluş"muş. Buralardan geçerken artık umutlar iyice tükenmiş. Kaf Dağı'na vardıklarında ise geriye sadece otuz kuş kalmış. Ancak hedefledikleri yere varıp da yuvayı bulunca öğrenmişler ki Simurg Anka, meğer "Otuz Kuş" demekmiş. Onların hepsi de birer Simurg'muş! Simurg Anka'ya ulaşmak için 'şaşkınlık' ve 'yok oluşu' yaşadıktan sonra bile uçmayı sürdürmedikçe; kendi küllerimizden yeniden doğabilmek için kendimizi yakmadıkça kendi bataklıklarımızda, çöplüklerimizde, tüneklerimizde, kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayız... Aldanışlar, aldatılmışlıklar... Yarı yolda bırakılmışlıklar... Hiç dinmeyen acılar... Geçmez gönül yaraları... Hasretiyle yanılan gidenler... Süründüren dertler... Tasa, gam, keder... Önümüze çıkan engeller, bize aşılmaz duvarlar örüyor olsa da... Bütün hayal kırıklıkları, tüm aksilikler hep bizi buluyor olsa da... Her yanımızı imkansızlıklar çevirse... Çaresizlik tüm benliğimizi sarmış olsa da... Yaşadığımız acılardan, yok oluş ve dibe vuruşlardan ders almayacaksak... Neye yarar çektiğimiz acılar? Bir anlamı olmalı yaşananların... Kimsenin kimseyi anlamak için çaba sarfetmediği şu zamanda, kimsesiz kalmış gibi oluyor insan bazen... Geçmişi, yaşadığımız ve yaşattığımız haksızlıkları, aşklarımızı, acılarımızı, umutlarımızı unutarak kendimize yapıyoruz en büyük kötülüğü... Unutmamalı... Yaşadığımız yenilgi bize yeter... Küllerimizden varolmalı, yıkılsak da yeniden ayağa kalkıp


direnmeli... Hep direnmeliyiz hayata... Kişisel mücadelemiz hiç bitmemeli... Hiç yaşanmamış gibi yok saymamalı yenilgileri... Unutmamalı... Geçmişin tüm izlerini; vazgeçilmezleri, emeği, vaadedilenleri, sözleri, yeminleri hiç yaşanmamış gibi geçmişte bırakınca bir gün değer verdiklerimiz, işte o zaman kırılıyor direncimiz... Kalabalıklar içinde yalnız kalıyoruz... Herkes kendini öksüz hissediyor işte böyle... Yok aslında birbirimizden farkımız... Yalnız değiliz aslında hiçbirimiz... Sadece bu kimsesizlikle, kim bizi gerçekten seviyor, kim bizden nefret ediyor ya da kim dost, kim katilimiz, anlamamız zorlaşıyor hayatta... İnancımızı yitiriyoruz bazı değerlere ve vazgeçiyoruz... Vazgeçmeli vazgeçmekten yine de... Hiç bir umut kalmamışken ve tam bitti derken yeniden canlanmak imkansız değil, olmamalı... Direnmeli hayata... İnsanın ortaya canını, gözünü kırpmadan koyduğu bir amacı, bir hedefi olmalı hep... Yaşamak için bir sebebi olmalı... Direnmeli her yürek engellere... Unutulması zor fedakarlıkları, kahramanlıkları, idealleri uğruna ödediği bedelleri olmalı... Yıldızlara tutunarak, düşlerine koşmalı insan... Dayanamayacağı acılar çekmekten korkmamalı, her acıya dayanıyor bir şekilde insan, gücü nereye kadar, nasıl yeterse... Bir başına da varolabilmeli, her insan... Bu hüzünlü, umutsuz, yitik bir direniş olsa da... Vazgeçmeli, vazgeçmekten... Bir umut olmalı... Duyan kalpler ve gözler olmalı bir yerlerde... Unutmamalı... O otuz yürekli kuştan biri olmalı... Heykel gibi dimdik durmalı insan... Kendi küllerinden, yeniden doğmalı...

Evren Kır (ED Sayı 11)

Sokak Lambaları Söndü Sokak lambaları söndü… Ve artık yalnızlığı karşılayacak, Hiç yamatmadığı hırkasıyla, Soğuk gar duvarları. Tren düdüğüyle irkilen bedenler, Bekleme salonunda biten düşler, Erimiş küçük kar taneleri, Hepsinin gidecekleri yer belli. Yerleri ilk vagonda ayrılmış, Biletleri kondöktörün yaşlı, kırışmış ellerinde Bir sonsuzluk hikayesine varıldığında, Uyandırılmak şartıyla kenarından yırtık. Biliyoruz ya hepsinin sonu aynı; Küçük kar taneleri, su taneleri olup uçar, İrkilen bedenler toprağa, Ve düşler nihayet sabahına uyanır. Yerler değil ama sonlar aynı, Sokak lambaları hariç…

Özgün Şen

(ED Sayı 09)


Simurg Efsanesi Simurg efsanesi, Hz. Mevlana'ya Mesnevi-i Şerifi yazmaya esin kaynağı olan bir efsane olarak anlatılan ve Divan edebiyatımızda ayrıca tasavvuf ekolünde bir sembolizm olan bu efsanenin kaynağı milattan öncesine dayanıyor. Pers İmparatorluğunun zamanında anlatılmış ve günümüze kadar gelen inanılmaz ve muhteşem bir öykü. Kuş topluluğunun hükümdarı Simurg ya da Türk kavimlerinin dile getirdiği şekliyle Zümrüdü Anka kuşu. Bu muhteşem kuş bir bilge ağacında yaşıyor, özelliği göz yaşlarının şifalı oluşu ve yanarak kül olup küllerinden tekrar doğması. Bir gün kuşlar aleminde başlarına geçecek bir padişah ararlar ve bunun Simurg olduğuna karar verirler. Bu kuşun yaşadığına inanıp, bir tüğünün bulunduğuna dair söylenti tüm kuşları onu bulmaya sevk eder. Ancak Simurgun yuvası kaf dağının arkasındadır. Onu bulmak o kadar kolay değildir. Bunun için yedi vadi geçmek gerekir. 1. vadi istek, 2. vadi aşk, 3. vadi marifet, 4. vadi istiğna eldeki kanaat, 5. vadi tevhit, 6. vadi hayret, 7. vadi yokluk. İsteği ve sabrı az olanlar 1. vadide kalırlar. Aşk denizinden geçerler ayrılık vadisinden uçarlar hırs ovasını aşıp kıskançlık gölüne saparlar. Bu şekilde 7 vadiden uça uça sayıları gitgide azalmıştır. Yolculuğun sonuna geldiklerinde sayıları sadece 30 kuştur. 30 rakamının anlamı fars dilinde si, murg da kuş demektir. Sonra topluluk beklemeye başlar ve bir rivayete göre bu kuşların sözcüsü Tüti kuşu Simurg kuşundan onlara birer belge geldiğini söyler ve tüm kuşlara bu yazıyı okumalarını söyler. Yazıyı okurlar ve kendilerinin Simurg kuşu olduğunu görürler. Simurg kendileridir ve gerçek yolculuk kendine yapılandır. Bu gerçek veya yukarıda anlatılan efsane aslında yaşadığımız hayatta ne kadar zor bir yolculuk yaptığımız, bütün bu engellerin aşılmasının zorluğu, gönül aynamızı temiz tutmabilmek ve böylece Allah'ın tecellisinin aynamıza tam berrak yansımasıdır. Sevgili peygamber efendimizin hayatını inceleyip onun davranış biçimlerini kendi hayatımıza aksettirip, gönül aynamızı daima paslardan ve kirlerden uzak tutmaktır önemli olan. Kişinin kendine yapılan bu yolculuğu onu yaratan Allah'ı bulma yolculuğudur. Hz. Mevlana'nın Mesnevi yazması onun Şems ile tanışmadan evvel bu hikayeyi tüm öğrencilerine söylediği ve özellikle Şeyh Attar Hz. yazdığı Manyıkut Yayr 4750 beyitlik mesnevisidir. Sonra cok sevdiği öğrencisi olan Hüsametttin Çelebi Hz. bu mesnevinin yazılmasına ısrar eder ve Hz. Mevlana'nın Mesnevi'nin ilk 18 beyit olan 'dinle neyden' diye başlayıp bir insanı kamil potresi çizen ve ney sazını mükemmel insana benzeterek olayları bize simgeler kullanarak bu anlatma metodu algılama açısından inanılmaz ifade bütünlüğüdür. Bu eser yani kuşlar mesnevisi, tasavvufta vahdeti vucut anlayışını anlatır. Bu efsane bize hakikatı anlayanlar yani hakikat yolcularını kuşlarla simgeler. Aranılan Simurg kuşu Allah'ın tecellisidir. Kısaca özetlemek gerekirse Simurg, 'görecek gözün yoksa gönül aynan paslı ve kirli' demektir. O ayna gönüldür.


Gönüle bak da onun yüzünü gönlünde gör. Bize düşen gönül aynamızın daima saf ve temiz olmasıdır, Rabbim böyle duygular nasip etsin.

Neyzen Ahmet Hamdi Erdoğmuş

(ED Sayı 29)

Ben Bu Dağları Aşarım, Geçerim Bu Denizleri, Korkma 'Acılar Denizi'nde boğulsa da yaşamaya çalışan ümitli bir gemidir o... 'Kör kuyularda merdivensiz', denizler ortasında yelkensiz bırakılan... Zamanın bittiği yerden zaman getirme 'adak'larında bulunan bir sevgili... Günün 24 saatini birini düşünmek için harcayan en 'ağır işçi'... Geleceğinden bile özür dileyen, bir yandan da 'deniz o deniz değil, dağlar o dağlar değil' diyecek kadar aldatılmış... 'Aşk başlamadan güzel' diyecek kadar heyecanlı... 'Aralarındaki birbirinden uzak iki noktayı bir çizgiyle birleştiren' ince hesap insanı... Tanrıdan penceresinin her sevgiye açık olmasından başka bir şey istemeyen bir aşk şairi... Denizler ortasında bekleyen batık bir gemi'dir... Kapılara, pencerelere koşan bir 'bekleyen'... Şarkılarda bile dillendirilmiş, saat 12'yi vurduğu zaman 'beni unutma' diye bir yakaran. 'Korkusu ölümden değil' sevdiğini yalnız bırakmaktan olan... Bu kadar yürekten çağırmalara karşı koyamayıp 'bir gece ansızın gelebilen'... Bazen de 'bir çıkmaz sokakta' isyankar olabilen... Yaprak, köpük, kuş tüyü ve 'denize kavuşan nehir'dir kimi zaman... Sezen Aksu'ya 'değer mi hiç' diye sorduran... Milyon kere Ayten diye feryat eden... "Ben bu dağları aşarım / Geçerim bu denizleri, korkma"... Hem aşkı bu kadar derinden yaşayan, hem de ölüme bu kadar bilinçli koşan bir hüzünbaz olsa olsa şair, adı da intihar teşebbüslerine tezat, Ümit Yaşar Oğuzcan olurdu. Haziran'da ölmenin zor olduğunu Nazım'dan biliyor olacak ki, bu işi kasım ayına uygun görmüştür. Kasım'da aşk başka değilse de tarafımdan, aşkın, hüznün, ayrılığın ve ölümün şairini anmadan olmazdı. "Ve bu dünyaya aşk dolu şiirlerim kalsın Seninle her yerde güzel, her zaman yeni İstemem, sensiz hatırlamasınlar beni." dese de, Dağ Rüzgarı kisvesine bürünmüş bir ben bıraktı kalbime sızdığı boşluktan...

Meltem Özbey

(ED Sayı 11)


Sevilecek Kadın, Alışılmış Yalnızlık Zamanla o da anlayacak senin yalnız bir adam olduğunu. Sıkıla sıkıla, hiç istemese de, dudaklarının arasından, senin alışık olduğun o kelime dökülecek. "Bitti." Bolca göz göze geldiğin gecenin ardından, senin asıl benliğine değil; konuşmalarına, bakışlarına, duruşuna ve hareketlerine âşık olacak. Geçmişteki sancıları, yorganın altında, terle birlikte akıp gidecek. Onun için sen dünyanın en büyük umudu da olabilirdin, hayatı boyunca yediği en büyük kazık da. Onun için sen iki gecelik aşktan daha fazlasıydın. Yalnızlık diyorum; ne kadar zalim ve ne kadar ukala! Adamın alfabesini değiştiriyor zamanla… Bir otobüsün, koridor tarafına bakan otuz dokuz numaralı koltukta, bir zamanlar kızıp da terk ettiğim şehrime dönüyorum. Yine yalnız! Cam kenarında orta yaşlı bir adam oturuyor. Başının ortası hafiften kelleşmiş. Yüzündeki çizgilerden belli, çok çekmiş orta yaşlı adam. Sessizce dışarıyı seyrediyor. Genelde şehirlerarası yolculuklarda, birbirini tanımayan iki insan, yol çabucak bitsin diye, birbirleriyle konuşmak için çeşitli bahaneler üretirler. Konuşmak için bahanem çoktur. Ona herhangi bir soru sorup, daha sonra yol boyunca sohbet edebilirdim. Göz ucuyla süzdüğüm orta yaşlı adamın yalnız kalmak istediği her halinden belliydi. Kim bilir içinde ne fırtınalar kopuyordur şimdi. Oldum olası cam kenarlarını sevmem. Koridor tarafından yol çizgilerini izlemek daha bir hoş gelir bana. Belki de daha yalnız hissettirdiği için olabilir. Hatta bu yüzden arada servis yapan muavinlere de sinir olduğum olmuştur. Orta yaşlı adam bir ara dönüp bana gülümsedi. Bu konuşmak istediğini belirten bir gülümseme olabilir miydi? Ya da hiç konuşmadığı için bir özür gülümsemesi miydi? Her ne olursa olsun küçük bir tebessüm rahatlatıyor insanı. Kaç kere gelip geçtim şu yollardan. Hiçbiri bu kadar yalnız hissettirmemişti. Bu onun etkisiydi. İnanmışlığın etkisiydi. Binlerce, hatta ve hatta milyonlarca bahane üretebilirdim. Deli taklidi bile yapabilirdim. Mesela; yeryüzüne düşüp, bir insan bedenine hapsolan bir meleğin, diğer meleklerin konuşmalarını duyması gibi, ben de ağaçların dallarında dolaşan kuşların seslerini duyduğumu söyleyebilirdim. 'Ne diyorlar?' diye soran herkese, 'Ağaçları kesip onları evsiz bırakıyormuşuz.' diye, herkesin bildiği ama hiçbir şey yapmadığı gerçekliği yüzlerine haykırabilirdim… İki metrekarelik yatak… Bir kadın, bir erkek… İki gece. Arada uyuyakalarak ve birbirlerini öperek uyandırarak geçmişti işte. Kadın geçmişin sancısını, erkek ise geleceğin telaşını taşıyordu. Otobüs mola verdiğinde, çay içmek için tesisteki herhangi bir masaya oturdum. Elimi kaldırıp, garsonu çağıracaktım ki, orta yaşlı adam elinde iki bardak çayla


yanımda durdu. Hiç bir şey demeden çayı önüme koyup karşıma geçip oturdu. 'Teşekkür ederim.' dedim. Bunu söylerken gülümsemiştim. Ağzından tek bir kelime çıkmadan o da başını öne eğip gülümsedi. 'Siz de mi İzmir'e gidiyorsunuz?' gibi basit bir soruyla giriş yapmak istemediğimden, 'İkinci çaylar benden.' dedim. Yüzüme bakıp gülümsedi. Daha sonra ellerini göğüs hizasına getirip, el işareti yaptı. Meğer orta yaşlı adamın konuşamama engeli varmış. Yüzüm bir anda kızarmıştı. İzmir'e dönüş yolu tebessüm dolu susuşlarla geçmişti. O kadın diyordum; zamanla zaten seni iyice tanıyacaktı. İki gecelik terli yataktan arda kalanları düşünecekti. İlk bakışta dünyanın en güzel şeyi gibi görünecekti… Belki de sorunsuz bakışmalara âşık olmuştu. Sonradan tanıyıp nefret edeceği benliğime değil.

Tuncay Ünaydın

(ED Sayı 31)

Ah Benim Güzel Çocukluğum Nasıl da Özledik Seni! Biz çocukken, Tombilibiç diye bir oyun vardı. Kırmızı kiremitleri üst üste dizer, topu yuvarlardık kiremitlerin üzerine. Ortada kuyu var yandan geç derdik. O top hiç kuyuya düşmezdi. Köşe kapmaca oynamak için, herhangi bir kamyonetin, mahallemize park etmesini sabırsızlıkla beklerdik. Biri park etti mi, gör şamatayı. Önce adamın gidişini beklerdik, sonra hurraaa kamyonetin üstüne... İstop diye bir oyun vardı. İngilizce'den gelen stop kelimesini, çocuk ağzıyla istop diye bağırdığımız. Topu yukarıya fırlatınca, küçük dostlarımız olanca hızıyla kaçardı ana hattan, istop deyince dururlardı. Sonra bir renk söylerdik. Bulamasınlar diye Çingene pembesi diye bağırırdık. Renk bilgimiz mi vardı. Çingene pembesi mahallede zar zor bulunurdu o zamanlar. Deliydik. Elektrik hortumlarını kesip, gazete kâğıtlarından ok yapardık. Haytaydık, bazen kâğıtların ucuna iğne takıp kedi avına çıkardık. İçimizden birisi, bir kedi vurduğunda önce sevinç nidaları atar, sonra da üzülürdük zavallı kediye. Otobüs şoförlerini vurmaya çalışırdık biz. Mahalleden geçen otobüs şoförlerinin korkulu rüyasıydık. O yüzden camları hep kapalıydı. Taso

denilen

nesne

yeni

keşfedilmişti. Taso da neymiş. Bizim gazoz kapaklarımız vardı. Marketlerin, kıraathanelerin önünde fink atardık biri meşrubat içsinde kapağını atsın diye. Topladıktan sonra, taş ile ezerdik bir güzel onları. Kırmızı gazoz kapakları en değerlisiydi. Gerçi sonradan o kapağın altında şişede duran asitli sıvı, insan sağlına zararlı dediler.


Bizler bilinçli doğa dostlarıydık. Doğanın temizliği bizden sorulurdu. Dedeler, amcalar, ağabeyler içtikleri sigaraların kabını sokaklara atarlardı. Sokaklarda fink atardık, onları bir güzel toplardık. Sonra tam ortalarından katlardık. Mermerciye koşup, ‘Ağabey kurban olayım bana bir parça mermer ver.’ derdik. Mermer ustamız hiç kırmazdı bizi. ‘Alın ulan haytalar oradan.’ derdi. Sonra kireç taşlarıyla bir daire çizerdik sokağın tam ortasına. İki rakip eşit miktarda sigara kâğıdı koyardı daire içine. İlk sırayı kapmak için düz bir çizgiye mermeri fırlatır, çizgiye en yakın olan mermeri birinci ilan ederdik. Sonra daire içindeki sigara kâğıtlarına doğru mermer yol alırdı. Bizler doğayı çok severdik. Mahallemizdeki yemiş(incir) ağacının meyveleri tam yumuşamadan ham hallerindeyken toplayıp, yemiş savaşı yapardık. Aşağı mahalle, yukarı mahalle arasında kıran kırana geçen savaş. Genelde yukarı mahalle kazanırdı. Onlar organize çocuk gücüne sahiptiler. Delikanlı çocuklardık bizler. Öyle kızlarla evcilik bilmezdik. İp atlardık onlarla, zıplaya zıplaya geçerdi hayatımız. Bazen iki kız, iki erkek, bir sıçan... Validelerimizin yorgan ipliklerini alırdık. Elektrik direkleri dostumuzdu bizim. En önce ipi direkten geçirirdik. Sonra üç kişi bir kare oluştururdu, direkle beraber... Komşular çok şikâyetçilerdi bizden, zillere basar kaçardık hızlıca. Hatta içimizden en şeytanı, alır çöpü devirirdi kapıya. Mahallede ustaca meşe oynayan ağabeylerimiz olunca, yenilirdik haliyle. Meşelerimizin cebimizdeki şıkırtısını duymadan içimiz rahat etmezdi. Kaybettik mi? Üzülmek yok! Dede yadigarı aşık kemiklerimiz vardı bizim. Eskiden öyleymiş, koyunun arka bacaklarından çıkarırlarmış bu kemiği. İşte çıkan bu kemikle oynarlarmış meşeyi. Dedem ne de güzel anlatmıştı. Sonrada ‘Al hadi git oyna.’ demişti. Saklambaç oynardık. Birden elliye kadar sayan arkadaşımızın tam arkasında durduğumuz olurdu. O ‘elliii’ diye bağırınca kafasına bir şaplak atardık. Öfkelenirdi, bağırırdı ama biz gülmeye başlayınca o da gülerdi. Yeşil üzümlerin kabuklarını, dişlerimizle ayırırdık. Bunu bıkmadan ve hiçbir insanın veremeyeceği özenle yapardık. Önce kabukların hafiften acımsı tatlarını alırdık. Daha sonra ise kabuğu soyulmuş üzümleri yerdik. Ne de güzel tatları vardı onların. Leblebi tozlarıyla örülüydü hayatlarımız. Boğazımızı tıkarcasına bir burukluk yaşatırdı bize. Kim bilir keşifçisi ne kadar ticari kazancı düşünse de, bizler sevinirdik o tozu ağzımıza atınca. Üçgen kolonyalarımız vardı renk renk. Kırtasiyelerden onar, yirmişer alırdık. Kimi avuçlarında sıkar patlatır, kimi ufak bir delik açar, millete şaka yapardı.


Futbolu profesyonelce oynardık biz. Mesela ayaklarımız camları kırmaya meyilliydi. Camlar kırardık biz. Varoş mahalleye maddi kayıp verirdik ama camını kırdığımız insanlar bilirlerdi çocuk olduğumuzu. Kırdığımız camı alıp topumuzu keserlerdi. Topun canının yanmadığını bilirdik ama bizim canımız epey yanardı. Sonra içlerinden iyi yürekli bir amca çıkar bize yeni bir top hediye ederdi. O insanlar çocuk işte demeyi çok iyi bilirlerdi. Öyle aramızda anamız, babamız bize ne aldı rekabeti yoktu. Kıskançlık denen bir şey yoktu. Arada kafamıza eserse semtimizden Konak’a kadar yürürdük. Üstümüzde bazen bir şorttan başka bir şey olmazdı. Atlette giymezdik bazen, vücudumuzun üst tarafı çırılçıplak olurdu. Bu yüzden bize serseri derlerdi. İçimizden biri yorulunca ona bir ESHOT bileti almak için para toplardık aramızda. Alırdık bileti gönderirdik biçareyi evine. Sonra bir bakardık biz de yorulmuşuz. Eee bütün parayı da ESHOT’a verince, yürümeye mahkûm kalırdık. Ertesi gün, bir önceki günden para toplayıp otobüsle gönderdiğimiz arkadaş bize evinden karpuz, kavun getirirdi. Bize serseri diyenlere cevabımızda buydu işte. Kolluyorduk birbirimizi. Aramızda kimsenin bilmediği bir bağ vardı. Sevgiyle ölçüt hatta sevgiyle yarışacak bir bağ... Kültürle karışık sevgi yağmuru gibiydik. Mahallemizde bir Melahat abla vardı. Herkesin mahallesinde bir Melahat abla vardır. Yürüyünce yer sallanırdı. Amcalar, ağabeyler, dedeler o geçerken kafalarını indirirdi yere. İffetli, dul bir kadındı. Başımı okşadığı olmuştu. Eh be Melahat abla sende terk ettin bizi... Bizim zamanımızda havuz mu vardı? Belediye bizlere havuz yapardı. Daha doğrusu süs olsun diye parklara. Fıskiyeli havuzlar... Semtimize uzaktı onlar, üstümüz çıplak yürürdük. Ne de güzeldi. Sonra atlardık havuza. Misal ben boyumu geçmeyen havuzda ellerimi zemine değdirerek nasıl güzel yüzdüğümü gösterirdim dostlarıma. Aslında bilirlerdi havuzda onlara şov yaptığımı da ses çıkarmazlardı... Heyt be! Ben de yüzerim öyle derlerdi... Sonra sislerin ardından bir bekçi belirirdi düdüğüyle. Bir keresinde sağlam bir tokat yemiştim. E haliyle ağlamıştım. Altta kalanın canı çıksın diye bağırdığımız. Birdirbir oynadığımız, uzuneşeklerle direğe yaslandığımız bir hayattı bizimkisi... Ya şimdi...


Babalar, anneler işten yorgun argın eve gelince çocuğuyla ilgilenemez oldu. Patronun bağırdığı ebeveyn eve gelip çocuğuna bağırır oldu. Şimdi geziyorum sokaklarda. Öyle bir sessizlik hâkim ki, bağırsam kimse duymaz. Ebeveynler artık çocuklarının önüne teknolojiye ait yapıtları koyuyorlar uğraşmayayım diye. Çocuk bilgisayarda geçiriyor zamanını. Play Station diye bir oyun konsolunda öldürüyor zamanını. Teknoloji öyle bir yer etti ki hayatımıza onsuz yapamaz olduk. Batılılaşmayı yanlış anlayan yeni nesil, bilgisayarın başından kalkmadıkları için, ebeveynlerinin nasihatlerini dinleyemez oldu. Kendi kültürlerimizden uzaklaştık. Oysa ne söz vermiştik bizler. Demiştik ki kültürlerimiz bizi yaşatacak...

Tuncay Ünaydın (ED Sayı 28)

Huzur Dediğin Nedir ki? Bu sessizliği ne bozar. Kimden medet umuyorum ki. Şu an gerçekten de yalnız hissediyorum kendimi. Kimse üzerine alınmasın, kimse üstlenmesin bu yalnızlığın mimarlığını. Onu bu hale ben getirdim çünkü. İnce-akıllıca planlarla değil belki; ama zaman-zaman acı içinde inleyerek getirdim onu bu hale. Birilerinden kaçıp birilerine sığındım da yine de yalnızım işte, gün tükenmekte. Zamanı geri alıp bir dakika gibi geçip giden saatlerin göreceliğini sorgulamak isterdim hal bu ki, kime hesap soracağını bile bilmezken ben. Kimler başucumda geçirmek isterdi acaba, şu kendimi yapayalnız hissettiğim saatleri? Kimleri savuşturdum kalabalığımdan, kimler ardına bakmadan çekip gitmeyi tercih etti de ben başımı bu kanepenin omzuna yaslamış bunları yazmaktayım? Benim için özenle inşa edilmiş hangi kaleyi savurganca yıktım da şuan hangi dört duvarın içinde, birinci tekil şahsın tek kahramanıyım? Gidecek bir yerim olsun isterdim şimdi, çalacak bir kapım ya da içtenlikle, sıcak bir ses duymak isterdim, mesafeleri aşsa da sesim. Oysa huzur dediğin nedir ki. Kim kaybetmiş de ben bulayım, bu huzurlu olmaya en müsait, dingin ve sessiz mekânda. Kime sorsam verecek bir cevap bulur herhalde. Bulur da arkasına yaslanır, zaman-zaman huzur bulabilmenin içinde yarattığı rahatlıkla. Huzur dediğin nedir ki oysa... Koca bir evde yapayalnız, televizyonu bile açma gereği duymadan içerden gelecek herhangi bir tıkırtıyla korku içinde kalabiliyorken ben. Ne istediğimi bilmek isterdim şimdi. O zaman belki yargılayabilirdim kendimi. Sorular sorardım kendime, beni köşeye sıkıştıracak, ecel terleri döktürecek... Sorular sorardım; bu kalleşçe suçu nasıl işlediğime, nasıl işleyebildiğime dair. Dibine kadar suçlu bulup kendimi, yine ben kurardım soğuk ve çirkin görünümlü giyotinimi. Giyotinin başımı bedenimden ayırmak üzere, hızla aşağı doğru indiğini anladığım birkaç saniyelik zaman diliminde, yüzümde nasıl bir


ifade olduğunu göremezdim belki; ama bilirdim pişmanlığımın harfi harfine nasıl okunabildiğini.

yine

de

yüzümden

Yargılamak isterdim kendimi ve bir yargıya ulaşabilmeyi. Nasıl da acizim oysa şuan, nasıl da çaresiz. Yalnızlığım bile noksan. Böyle mi olur yalnız kalmak. Kafasında bunca kalabalık varken yalnız kalabilir mi insan. İnsanlarım! Hayatıma bir-bir giren, bazen çıkmayı çıkmamak için direnen ya da çıkmaya gereksinmeyen...

tercih

eden,

bazen

İnsanlarım! Neredesiniz şimdi, ne yapmaktasınız. Geçer miyim şuan, aklınızın bir köşesinden? Evimin önündeki yoldan mutlu, mesut bir kalabalık geçiyor şuan. Neler düşünüyorlar kim bilir neler söylüyorlar da birbirlerine, bu şen kahkahaları yükselip geliyor kulağıma. Ve bir tıkırtı daha içerden, birilerinin mutluluğuna sevinirken ben tedirgin ediyor beni. Huzur demiştik değil mi? peki yalnızlık. Onu da söylemiş miydik? Hiç bahsetmediğim bir şeyden bahsetmek isterdim oysa şimdi, hiç tatmadığım bir mutluluktan belki. Hatta o mutluluk gelip kapımı çalsın isterdim, çokça çaresiz olduğum şu dakikada. Kahkahalarla gülebilmenin anlamını çözmek isterdim ya da belki şu kâğıda daha güzel bir yazı döşeyebilmeyi. Arabalar geçiyor, insanlar yürüyor; kulağımda ayak sesleri. İnsanlar yaşıyorlar ve ben seslerini duyabiliyorum. Peki, ben, tek başıma kalemimin kâğıt üzerinde gezinirken çıkardığı sesten fazlasını çıkaramazken, şuan burada, bu soğuk evde yaşadığımı duyabiliyor mu birileri? Ya da evimin camlarından dışarı vuran ışıklarına bakıp da birileri iç geçiriyor mu? Öyle ya! Ben de yükseklerden seyredilen bir manzaranın silik sönük de olsa bir parçasıyım şimdi. Bir ışık daha sönse birileri fark eder mi? Şu an bu yaşadığım bir işkence mi? var mıdır bu acının, noktasından virgülüne bir dengi? Oysa parmak uçlarımın pürüzlü bir tende gezinmesini isterdim şimdi ve bir elin sadece elimi tüm içtenliğiyle kavramasıyla yetinebilmeyi. Uyusam günlerce, rüyalara bile yumsam gözümü, geçer mi? üstesinden gelinebilir mi? en başa dönebilir mi insan, hiçbir şey olmamış gibi tebessüm edebilir mi? Tebessüm edebilmek isterdim oysa şimdi, sebep aramaya bile gereksinmeden. Ağırlığıyla iki adım atmaktan aciz olduğum omuzlarımdaki yükün üstesinden gelebilirdim o zaman belki. Beni istediğim her güzele, her yüze, her ele götürebilen ayaklarıma bakıp da nasıl da şükrederdim. Ama işte her defasında başa dönmeyi ben de istemezdim ama ve lakin huzur dediğin nedir ki? Birileri doğarken çokça kalabalık yalnızlıklara, birileri ölürken kimsesiz ücra köşelerde ve ben bu evde bu huzurlu olmaya en müsait sessiz ve dingin gecede huzurlu olmayı en fazla ne kadar hak edebilirim ki?

Elif Yıldız

(ED Sayı 01)


Memento Mori “Carpe Diem çıkmazı” Hayat, mutlu olma arzusu ile acı çekme arasındaki paradokstur. Ancak mutluluk baki değildir; o ilkbaharda duyduğumuz melisa kokusuna benzer. Onu belli bir süre duyarız, ancak hiçbir zaman dokunamayız. O kendini gösterir ve gelip geçer. Hâlbuki bizse onu hep ulaşabileceğimiz bir şey sanırız, mesela onu dünyevi görüngülere bağlarız. O bizim için her daim ulaşabileceğimiz bir şeyden sonra gelecek olan yegâne şeydir. Hep onu arzular, yaşamlarımızı onun üzerine inşa ederiz. Öğrenmemiz gereken belki de en büyük şey, mutluluğun kendi gerçeklik boyutumuzdaki en büyük yanılsama olduğudur. Yaşam onu bize yalnızca kendi istediği anlarda verir ve sonrasında hızla geri alır. Yani mutluluk bizim elimizde değildir, o bize aperiyodik biçimde verilir. O aynı zamanda yaşamın bizim zihnimize soktuğu kodlarla bizi kandırma yöntemidir. O der ki, “şunu yap mutlu olacaksın”. Yaşamın verdiği bu kod, zihnimizde, sanki biz öyle düşünüyormuşuz gibi tezahür eder. Mutluluğu getireceğine inandığımız şeyleri yaptığımızda yalnızca çok kısa bir süre mutluluk yaşarız, sonra her şey eski haline döner. Bununla birlikte, belirtilmesi gereken daha önemli bir gerçek vardır: “Mutluluk acı verir”. Bunun nedeni açıktır; yaşamın “hiçbir şey eskisi gibi olmaz” ilkesi. Gerçekten mutlu olduğunuz anları hatırlayın… Birçoğu hiçbir surette geri gelmez. Mutlu olduğumuz anların çoğu, belki de hiçbiri geri gelmez. Gelse bile o anın büyüsüyle geri gelmez. İşte bu, geçmişin gizemidir. Biz, açıklayamadığımız bir gizemde, seçmediğimiz anların büyüsüyle mutlu oluruz. Mutluluğu gerçek bir yanılsama haline getiren şey tam olarak budur. Bu noktadan yola çıkarak söylenmesi gereken bellidir; mutluluk, bir daha geri gelmeyeceği için mutluluktur. Bu ise acı verir. Hayat, özgürlük yalanına inanmaktır. Ancak özgürlük bir yalandır, hatta o, öyle güzel bir yalandır ki en ihtiyatlı olan bile içten içe ona daimi olarak inanmak ister. Hâlbuki sağduyumuz bize fısıldar; o yalnızca kaybedilmiş bir ütopyadır. Özgürlüğe inanma isteği neden bu kadar taraftar bulmaktadır? Çünkü bu dünya üzerinde kendi tezahürlerini oluşturan bedenlere hapsolmuş her ruh, geldiği yerde, bir adım geride bıraktığı özsel koşuluna yeniden sahip olmak ister. Bu sonsuzluktur. Bu dünyada ise her şey sonludur. Mantık yasaları da bunun üzerine kurulmuştur; “başlangıç ve son…” Özgürlük varsayımını en baştan çökerten soru şudur; kendi seçimimizle gelmediğimiz bir dünyada ne kadar özgür olabiliriz? Bu soruya cevap vermek gerekmez, o cevabın kendisidir zaten. İddia özsel olarak yıkılır, yerini daha karamsar olarak nitelendirilecek anti kavramlara bırakır. Bununla birlikte yeniden ifade edilmelidir ki yalnızca insan olarak bir boyuta sıkışmış, beş kendi içinde kısıtlanmış duyuyla durdurulmuştur. Beyin fonksiyonları ise duyusal dünyayı en fazla önemsememizi bekler. Bu açmazlar zinciri içerisinde daha önemli bir şey tanımlanmalıdır. Özgürlük, birinin istediği anda istediği şeyi yapması değildir. O, hiçbir şeye bağımlı olmamaktır. Ruh bedene, beden egoları ve duyusal dünya isteklerine bağımlıdır. Bu zincir kolaylıkla uzatılabilir. İfade


etmeye çalıştığım şudur; bağımlılıklarımız saçaklanmış ve birbirine geçmiş şekilde gelişmiş ve kaçınılmaz olarak kalıcı hale gelmiştir. Biz bunların çok azını değiştirme gücüne sahibiz. Bu yüzden kimse özgür değildir. İşte carpe diem’in özsel kusurları… O özgürlüğü arar ve mutlulukla kendini kandırır. Fakat mutluluk bir yanılsama, özgürlükse bir yalandır. “Bir daha geri gelmeyeceği için anı yaşa” diye sana fısıldar. Hâlbuki zaten bir daha geri gelmeyeceği için bir şeyi yaşamak anlamsızdır, çünkü bir şey, yalnızca sonsuzlukla kendini ortaya koyduğunda gerçekten “bir şeydir”. Bununla birlikte carpe diem’ci, günü yaşama fragmanı altında belli bir noktadan sonra kendini yozlaştırmak zorundadır. Çünkü yaşanacak şeyler belli bir süre sonra azalmaya başlar ve yaşanmışlar da zevk vermeye başlamaz. Tıpkı Wilde’ın Dorian Gray’indeki hedonizm modelinde olduğu gibi, carpe diem’ci bir süre sonra anı yaşamaktan ziyade, tüm zevkleri tatmak isteyecektir. Bu arzu dipsizdir. Onu belli bir süre sonra geri dönüşü olmayan bir yola sürükleyecektir. En mutlak anlamıyla carpe diem, ölüm gerçeğini kabullenememekten doğan dünyevi bir dışavurumdur. Sisteme karşı, özellikle postmodern bireyin bir yabancılaşma yöntemidir. Ancak bu dünyadaki en mutlak hakikat, ölümdür. Her yol Memento Mori’ye çıkar… Yaşamın özel bir ilkesi vardır. Ölüme yaklaşan, ya da bunu hisseden herkes hızlıca bir düşünsel metamorfoz geçirir. Artık bu kişi yalnızca ölümü ve sonrasını düşünecektir. Yaşamla ilgili bir vicdan mahkemesi açacak ve etik sentezlerin mutlak geçerliliği altında hakiki düşüncelere boğulacaktır. Artık bu kişi yaşamla savaşmayı bırakır, değiştiremeyeceği şeyleri neden değiştiremeyeceğini anlar ve kabullenir. Yaşamın imkânsızlığını, dünyevi arzuların anlamsızlığını ve boşluğunu idrak eder. İşte bu noktada ve her zaman, carpe diem, memento mori’ye yenilir ve kendini yok eder. Çünkü artık ölüm gerçeği, tüm manevi yoğunluğuyla kabul edilmiştir. Burada açıkça ifade etmem gereken bir şey var… “Her yol memento mori’ye çıkar.” Bu surette kişi, diğerlerinden bir adım önde olmak istiyorsa, bu gerçeği çok daha önceden kabullenmeli ve bu düşünceyle ruhunu evrimleştirmelidir. Bu, herhangi bir nihilizm ya da tasavvuf modeline benzemesine rağmen, değildir. Memento mori beliğin yok edilip yaratıcıyla bütünleşmek ve bu dünyada bir hiç olduğunu idrak etmekten ziyade, ölüm kavramından yola çıkarak dünyevi şeylerin boşluğunu idrak etmektir. Bu düşüncenin carpe diem yaklaşımı üzerindeki bir diğer üstünlüğü şudur: Memento mori der ki, anı yaşayacağına, öyle bir şey yap ki tarih seni hatırlasın. O yalnızca dünyevi zevklere ve hakikatin idrak edilmemesine, karşıdır. İhtiyatlı olmak yalnızca bilgi sahibi olmak, ya da “bildiğini bilmek” değildir. O aynı zamanda bilgeliği ve yaşamı sentezleyen denklemleri de bilmektir, hatta bilhassa o olmaktır. Ancak ölüm gerçeği doğru biçimde kabullenildiği zaman tam anlamıyla ihtiyatlı olunabilir. Bu da memento mori’dir.

Deniz Denizel

(ED Sayı 24)


Kendini Yiyen Köpek Bir köpek gördüm. Sol ön bacağında derin bir yara vardı. Kemiği görebiliyordum. Topallayarak geçti önümden. Ertesi gün tekrar gördüm. Bacağındaki yara daha da kötüleşmişti. Ancak hemen sonra kuyruğunun başladığı noktada başka bir yara daha açıldığını gördüm. Bunu köpeğe düzenli olarak yapan bir manyak olabileceğini düşünürken köpeğin kuyruğundaki yarayı kemirmesiyle şok oldum. Büyük bir öfkeyle kendine saldırıyor parçalıyordu. Bunları kendi kendine yaptığını anladım. Benimle beraber görenler de bunu anlamıştı. Muhtemelen ya nörolojik bir problemi ya da çıldırtıcı derecede rahatsız edici bir paraziti vardı. Bu sahne gören herkesi derinden etkilemişti. Ben de dahil hepimizde bu etkilenmeyi görebilirdiniz. Bu etkinin sebebi ise benim bu deneyimi, anlatmak istediğim bir konunun başına koymamla aynı. Yani sizin burada okurken metaforik anlamda alacağınız ve çıkaracağınız sonuçla, bizim bu köpeği gördüğümüzde metaforik anlamda algılayıp etkilenmemiz aynı şey. Bu varoluş problemimizden, köpeğin kendini yemesiyle bizim kendimizi soyut anlamda yememizi bağdaştırmamızdan kaynaklanıyor. Tıpkı onun gibi yiyoruz kendimizi. Aranıyoruz, sürekli bir çıkış yolu bulmaya çalışıyor, her seferinde yeni bir şeyle her şeyin düzeleceğini umuyor ve her seferinde yeni bir umutla anlamlandırmaya, değer yaratmaya çabalıyoruz. Ancak hiçbirinde bu olmuyor, hepimizin her umduğunun gerçekleşmesinden sonra yine aç olduğumuzu, yine içimizdeki ve dışımızdaki boşluğun dolmadığını fark ediyoruz. Bu sefer bir başkasını arıyoruz. İşte bu bizim yaşam biçimimiz. Bu bizim var olma biçimimiz. Bu zorunlu bir biçim çünkü daha farklı bir şekilde yaşayamayız. Aradığımızı bulamaz ya da aramaktan vazgeçemeyiz. Zihnimiz sorgulama sistemiyle işleyen bir mekanizmaya sahip. Soru sormaktan vazgeçemeyiz ve hiçbir cevap, anlam, amaç, değer olmadığını için aradığımızı bulmamız da mümkün değil. Yapabildiğimiz tek şey bunu yadsımak, yokmuş, böyle değilmiş gibi yapmak. O zaman çıldırmadığımızı söyleyebiliyoruz ama hala içerde o köpek gibi kemiriyoruz kendimizi ki hepimizin derinlerinde büyük sorunlar yatıyor, sonra çılgınlıklar yapıyoruz ve sözde akıllıyız. Deli dediklerimiz de içerde yaşadığımızı dışarıya vuranlar ya da dışarıya vuracak raddeye gelenler. Eğer onlar deliyse hepimiz deliyiz çünkü hepimiz yaşamaya devam ediyoruz. Ya da delilik diye bir şey yok. Köpek deli değildi bilakis insanlığa evrilmiş bir hayvandı.

Umut Onur Çöpür

(ED Sayı 31)


İnsan Alışkanlıklarının Çocuğudur "İnsan Alışkanlıklarının Çocuğudur..." İbn-i Haldun İnsan bazen kendini özlüyor. Alışkanlıklarını, tutkularını… Burnunun direğini sızlatıyor tutkusunu yapmamak. Yine de burnunun direğinin sızlamasına ses çıkarmıyor kişi. Her ne kadar gücüne gitse de bu durum, engelleri ortadan kaldırmak için herhangi bir girişimde bulunmuyor. Her şeye muhalefet olan, sürekli eleştiren taraflar gibi sadece isyan ediyor, problemlere çözüm getirmiyor. İş burada kişinin kendi iradesine kalıyor. “Arzulardan Vazgeçmişlik” artık alışkanlık haline gelmişse, başka bir deyişle arzularınızdan vazgeçmek arzunuz olmuşsa; aklınıza, ruhunuza ve bedeninize borçlanıyorsunuz demektir. Şöyle bir düşünün; kalbiniz sizi yaşatma arzusuyla vücudunuza kan pompalıyor. Ya o da arzularından vazgeçmiş olsaydı… hissediyorum, siz de bana katılıyorsunuz. Öyleyse yaptığınız ve yaparken zevk aldığınız bütün güzel şeylerin listesini çıkarın. Bir gün de geçmişi ve geleceği aynı anda düşünerek yaşayın. Elinizde var olan imkanları düşünün, tabii ki olmayanları da… Bulunduğunuz şartlardan memnuniyet duyun geliştirmeye çalışın. Çünkü onların da büyümeye ve değişmeye ihtiyaçları var. Değişim ve büyüme doğruya ve güzele doğru olsun. Eleştirdiğiniz ve takdir ettiğiniz insanlardan örnekler alın. Beğendiğiniz yönlerini kopyalamayın, özgün olun... Kendinize uygun şekilde kendinizi geliştirin. Geçmişinizden ders çıkarıp geleceğinize sağlam adımlar atın. İmkansızlıklar sizi etkilemesin. Sinemaya gidemeyebilirsiniz fakat film kiralayabilirsiniz. O da olmadı yatağınıza uzandığınızda gözlerinizi kapatıp kendi filminizi çekip, seyredebilirsiniz. Böylece hem senarist hem de başrol oyuncusu olabilirsiniz. Hep kendiniz hakim olun. Kendi çizgilerinizi belirleyeniniz siz olun... Geleceğinizi geçmişinizi de düşünerek yaşayın. Alışkanlıklarınızı devam ettirin, tabii ki kötülerinden bahsetmiyorum, ve gelecekte onlara ne katabileceğinizi düşünün. Ön yargılı olmadan şartlarınızı gözden geçirin, arada risk almaktan da korkmayın... Herkesten kazanılacak bir tecrübe, her olaydan çıkarılacak bir ders vardır. Bunları kazanmaya çalışın. Hayatta yaptığınız en güzel eser siz olun! "Varsın ben öldüğümde heykelimi dikmesinler Ben kendi heykelimi, kendi içime dikeceğim. Varsın benim nasıl biri, kim olduğumu bilmesinler Ben evrendeki en değerli şey olarak öleceğim."

Şeyma Karadağ (ED Sayı 16)


Seçimlerinde Varsın Hayatımızın seçimlerden oluştuğu gerçeğiyle küçük yaşlardan itibaren karşılaşıyoruz. Her gün milyonlarca minik seçim yapıyoruz; neler yaşayacağımızı, ne şekilde devam edeceğimizi bizler seçiyoruz. İlişkiler söz konusu olduğundaki seçim yelpazesi de sanıyorum ki bilinenden daha geniş.. Hayatımı yavaştan yavaştan şekillendirdiğim şu anlarda yaptığım her seçimin, verilen ufacık kararların kelebek etkisiyle katlanacağını ve hayatımı etkileyeceğini biliyorum. Dikkatli olmaya çalışıyorum; daha fazla davranmaya ve elbet de ‘daha iyi’ olmaya..

çocuk

olmamaya..

Mantıklı

Yine de yaşam zorluyor beni… Hiç ummadığım anda karşına çıkan bir şey, karar ve isteklerimi etkileyebiliyor. Bundan 3 dakika önce yazmayı düşündüğüm şeyle şu an yazdığım şey arasında bile milyonlarca fark var. Bazen, ‘asıl ben’e düşmek, içinde kaybolmak ve hayatın gidişatının nasıl olacağı noktasında hiçbir şey düşünmemek istiyorum… Bazen de artık zamanımın geldiğini; bir nebze de olsa durulmam, uslanmam ve kendime bir çeki düzen vermem gerektiğini… Aslında en çok insanlara neler söylemem gerektiğini düşünüyorum. Nasıl davranmam gerektiğini.. İçinden geleni mi yapmalıyım, yoksa ‘aklı başında’ mı olmalıyım? Ev arkadaşım, sıklıkla bu gibi anlarda kendimi tutmam gerektiğini ve tabii ki her arzuladığım şeyi dile getirmemem gerektiğini söylüyor… Peki neden? Öyle olduğu zaman, insanlar için ‘daha değerli’ olunuyor da ondan. Ne yazıktır ki bizi çevreleyen insanların büyük bir bölümü bu şekilde düşünüyor. (Kaçan kovalanır, seversen üzülürsün – üzersen sevilirsin, söyledin de ne oldu, ilk o söylesin, ilk o yapsın, ilk o bilmem ne etsin muhabbetleri kısacası...) Peki neden? Öyle olduğu zaman gururunu korursun da ondan. Yahu, ne gibi bir anlayış bu gerçekten anlamıyorum. Karşımdaki insan, iletişimde olduğum kişi – aramızdaki iletişim ne şekilde olursa olsun – bana karşı gerçekten dürüst olsa ve içinden geldiği gibi davransa son derece mutlu olurdum. Hayatına, ilişkimize, düşündüklerine ve de söylediklerine sansür uygulamasa… Elekten geçirmese…


‘Zamanı değil‘ diye düşünmese… Ben, hayatım boyunca, o minik seçimler noktasında, bunun aksini yaptım işte. Hiçbir zaman içimden geçen bir şeyi gizlemedim. İyi ya da kötü ayırt etmeden, düşündüklerim ve hissettiklerim noktasında net oldum. İstisnasız her kişiye, onun hakkında ne düşündüğümü ve bana ne anlam ifade ettiğini söyledim.. Sonucunu da önemsemedim üstelik…

Sezin Dirier

(ED Sayı 08)

Ani Etki Ters Tepki Düşündürdü yine beni sözlerim. Düşündüm, düşündükçe; bir çok şeyden eksildiğimi farkedip, sen gidince sayende eksik kalan yönlerimi tamamladım. Senden sonra hayatıma tad, tuz geldi. Halbuki hayatıma giren ve lezzet katan en mükemmel tatsın sanırdım. Yanıldım. Yanılmışım! Normalde insanlar sevdiğinden ayrıldıktan sonra ağlayıp sızlar debelenirler, acaba ben mi anormalim de; bana ters etki yapıp, daha da yaşanılır kılıyorum yaşamımı... En keyiflicesine! Pelince, kendimce, delicesine yaşıyorum, var mı ötesi? Herkesin ilişkilere ve bitişlerine bir bakış açısı vardır, ben bu pencereden hayata bakıyorum. Yanlış mı düşünüyorum? Seyir halinde, seyr-ü sefadayım. Nasıl bi mahlukatım ben ya, bi de güzin ablalık yapıyorum kızlara... Sözüm ona; birlikteyken, hayatımızın sıradanlaştıdığını gördüm, gün geçtikçe aynı duruma müptela olduk, şikayetçi de olmadık bu durumdan. Farkına varamayarak rutinleşti hayatımız, bize yön verdiği ile yaşamaya kalkıştık, belki de bu yüzden sıkıldık ve bu yüzden son buldu birlikteliğimiz. Nereye savrulduğumuzun farkına varamadık, her başlangıcın sonu olduğu gibi bu ilişki de son buldu. Seninleyken nelerden vazgeçtiğimin farkına vardım. Neleri gözardı ettiğimi gördüm. Ve utandım kendimden. Bendeki değerini ve hayata verdiğim değeri anladım. Yaşama doyasıya katıldım. Benliğime döndüm, seninle yapamadıklarımızı yaptım, izlemek isteyip de izleyemediğimiz, ancak listesini oluşturabildiğimiz filmleri bütün gün izledim. İzlerken İzel’in "seçtiğimiz filmleri birer birer yanlız mı izleyeceğim" şarkısını mırıldandım film aralarında. Mırıldanırken bile neşemi buldum! Yine de hüzünlenmedim! Popcorn'umu bir başıma yedimm, paylaşmak zorunda değildim, ikide bir paketi uzatma zahmetine katlanmadığımın farkına vardım. Sen, hayatıma girmeden önce her pazar tiyatoroya giderdim, buna seninleyken ara verdiğimin farkına vardım ve büyük bir keyifle tiyatro salonlarında aldım soluğu, Ehl-i Keyif‘in doğaçlama oyunlarıyla keyfime keyif ve neşe kattım benliğime... İkimiz için rezerve ettiğim, Ata Demirer’in gösterisi için haala iki biletim var. Ama sensiz gideceğim o ayrı bir mevzu! Yerine koltuğunu doldurabilecek dostlarım çok etrafımda. Sık sık kızlarla görüştüm, farkettim ki; onlarla da uzun zamandır görüşmüyordum. Sohbeti doyumsuz pazar kahvaltılarına eşlik ettik, eğlendim, kahkaha attım. Ablalık yaptım, kardeşimle birlikte film izlemeye gittim. Sevdiklerimle oldum,


birlikte vakit geçirdim, yanlız değildim. Sevenlerimleydim. Seninle bir türlü gerçekleştiremediğimiz fotoğraf gezilerine katıldım. Daha sonrasında yerini planlar, ardından şehir kaçamakları yer aldı. Bir hafta sonu da olsa İstanbul’dan kaçış, oldukça iyi geldi. Ki bunu senden önce de çok yapardım, her fırsatını bulduğum anda... Senden sonra da ilk yaptığım şey Uludağ’a gidip ilk kayak denemesi yapmak ve ilk günde zirveye ulaşarak, bunun hazzını yaşamak, bunu başarabilmenin tadına varabilmek oldukça güzeldi. Keyifli sohbetler eşliğinde, değerli arkadaşlıklar edindim. Hayatın senden ve İstanbul’dan ibaret olmadığını görmek gerekirdi. Zaman zaman bunu yapmalıydık. Uzaklaşmak gerekirdi birçok şeyden kaçmak lazımdı... Acaba duygularım mı köreldi kalabiliyorum bu duruma...

de,

körleştirdiler

de,

bu

kadar

tepkisiz

Anlıma koyarken veda buseni... diye o türlü bakamadım sana. Ondan ötürü; itiraf etmek gerekirse arabanın lastiklerini patlatmak, üzerinde kara kalem çalışması yapmak, ilk karikatür deneyimimi yapmak istemiştim. Birlikteliğimize, yaşanılanlara saygımdan ötürü diye de yapamadım. Cazgırlık, cadılık dilimde var, icraat da yok! Yapımda, kodumda yok malesef! Fakat damarıma basmadıkça, acı vermem. Canımı yakanın, canını yakarım düşüncesine sahip olduğumu ve mal canın yongasıdır diyerekten, en değerli varlığın olan arabana zarar vermek istemiştim ama olmadı. Onunla da güzel günlerimiz geçti, her akşam iş çıkışı almaya gelirdin. "Az kahrımızı çekmedi be, o araba!" diyerekten, sana kıyamadığımdan değil yani... Çalkantıdaydım, serzenişteydim. Toparlandımm, toparladım da ardından kalanları. Birlikte izlediğimiz filmlerin, afişlerini kaldırdım duvarımdan. Aldığın çiçeklere dokunamadım, hala olduğu yerdeler, iki sene önce göndermiş olduğun çiçek gibi, uzanamadım! Soldular. Fakat; her baktığımda o günü hatırlatacak kadar sahiciler. Kusura bakma, yasını tutamadım. Çok fazla değil, bilemedin üç gün sürdü. Kapılıp da sürünen çok, o ayrı! Bense nedenlerle, acabalarla geçiştirdim dönemi. Sorguladım fakat; irdelemedim. Debelenmedim neden neden diye! İrdelemek, bana göre değildi sadece zaman kaybı idi. Tasalanmaya hiç gerek yoktu, ilgileneceğim o kadar çok şey vardı ki, yönelebileceğim. Vakit önemliydi, zaman değerliydi bizim gibiler için. Kendimi adayabileceğim bir işim, güzel vakit geçirebilecek eğlenceli arkadaşlarım vardı. Ve bahar da geldi. Baharı sevdiklerimle karşıladım. Sensiz ilkbaharım, belki de ikinci baharımı yaşayacağım. Ardından yaz gelicek, seninle olan tatil planlarımızın suya düştüğünü, o derenin altından çok sular geçtiğini, bir daha istesek de eskisi gibi olamayacağının ikimiz de farkında olarak sonbaharımızı yaşayacağız. Elbette ki; üzüldüm. Geçen giden zamana... Yazık oldu yıllara! Uğur böceğimdin, kelebelek oldun, kanatlandın. Uçtun gittin. Kelebeğin ömrü ne kadardır ki? Gitme de diyemem ki... Siz siz olun, kendiniz olun. Hayattaki en değerli varlık olduğunuzu hissedin, sevenlerinizin olduğunu düşünün, başkalarını değil, kendinizi şımartın! "her


gidiş bir geliştir" diyerekten, gidene yol verin ki; o da yol alsın, yolunu bulsun. "Her çıkışın, bir inişi" olaraktan; aman diyim takılmayın engellere. Neşeyle kalın ;) Not: Bu yazı Uğur Fertellioğlu’na ithafen yazılmıştır.

Bilmezdim derinliklerine kalacağımı, bilemezdim.

dalacağımı...

Sen

gidince

bu denli umursamaz

Pelin Gül (ED Sayı 04)

Bayanlarda Ayrılık Ertesi Sendromu Bir yerde okumuştum erkekler, kadınlardan daha çok aşk acısı çeker diye. Külliyen yalan! Siz hiç gördünüz mü, eve kapanıp kendini yemeğe veren, her şarkıda usul usul ağlayan, kendini karılı kızlı ortamdan uzak tutan erkek? Göremezsiniz. Önce aşık ederler kendilerine, sever gibi yaparlar, sonrada “Sana aşığım sandım, affet, hoşça kal” diyip terk ederler. Geriye bir tek siz ve paramparça kalbiniz kalır. Ayrıldıktan sonra en zor gün ertesi gündür. Alışmışsınızdır, telefonu açtığınızda; ondan gelen “Günaydın sevgilimmm” mesajıyla güne başlamaya. Kahvaltı bile edemezsiniz. Uykusuzluğunuza, şişen gözlerinizden bariz çirkinliğinize bir de iştahsızlık eklenir. O gün makyaj yapmak bile anlamsızdır. Onun için süslenirsiniz çünkü genelde.


Biz bayanlar alışmışız fazlasıyla, ayrıldıktan sonra ağlamaya. Kalbimize giren her yakışıklının gitmesinden sonra eve kapanmaya, yemeğe saldırmaya veya hiç yememeye, yataktan çıkmamaya vs. Saymakla bitmez kendimize yaptığımız anlamsız kötülükler. Yolda yürürken bir yemek afişi görürsünüz, “Bu onun en sevdiği yemekti” der Domino’s’a söversiniz. Radyo dinlerken bilmemnefm’de sizin şarkınız denk gelir mp3’ü parçalamak istersiniz. Yanınızdan bir adam geçer, kokusu onun kokusudur, dolan gözlerle arkasından bakakalırsınız. Etrafınıza baktığınızda onu hatırlatan her şeyi toplar sonra da, ya geri gönderirsiniz ya da atarsınız. Her hatırladığımızda içimiz burkulur çünkü, ya acıdan, ya öfkeden ya da ikisinden de.. Suçu hemen kendimizde aramaya başlarız. “Nerede hata yaptım da beni sevmekten vazgeçti?”, “Ay acaba ona mı sinirlendi?”, “Yoksa buna mı gücendi?”.. Bir belirsizlikte kendi kendimizi yakar dururuz. Onlar pişman olsalar bile bir buket çiçekle gelip özür dilemekten acizdirler. Döneceğini bilsek biz bile yapabiliriz. Değişikliğe kesinkes ihtiyacımız olduğundan kendimizi ilk fırsatta kuaföre atarız. Ardından da alışverişe adarız. Bunların iyileşmemizde çok büyük katkıları vardır. Gerçekten de, ben şuanda ayağımda en sevdiğim stilettolarım ve tırnağımda yeni yapılmış frenchlerim varken sinirlenemiyorum bile. Zaman geçtikçe ilk başlarda yalnız takılmayı yeğlerken daha sonra arkadaş ortamına takılırız. Hatta ortamdaki elleri kenetlenmiş çiftlere imrenerek bakarsınız. Dua da edersiniz bir yandan “Lütfen onu soran olmasın, lütfen, lütfen, lütfen..”, diye. Biri dese keyfinizin içinize edilecek çünkü. O gün en yakın arkadaşınız nereye dese oraya gidersiniz. Rotanızı o belirler. Birlikte içersiniz, yürek burkan şarkılar dinlersiniz, kadere lanet edersiniz. Bu bir nebze bile olsa hafiflemenizi sağlar. Birkaç hafta-ay sonra yeniden gülümsemeye başlar ve eski halimize geri döneriz. Yeniden parlar ve ışık saçarız. Yani bunca absürt ama mükemmel şeyi yaptıktan sonra yeniden doğmamamız imkansızdır. Kesin olan bir şey varsa eğer, kadınlar daha ince ruhludur. Bu yüzden kadınlar daha çok aşk acısı çeker.

Ayşe Yılmaz (ED Sayı 24)

Koku ..Karanlığa kaçan kıvamda loş bir koridordan geçip odaya girdiğinde, ışık gözlerini almıştı. Oysa son demindeki baharın köhne ve dar pencereden yansıyan ışıkları o kadar da güçlü değildi.


Neden sonra bu sarımsı ışığın ortasında, adamın dik ve geniş siluetini farketti. Hiç kıpırdamayan ve gelişkin bir fidanı andıran siluetini.. ..Gelirken aldığı sakinleştiricinin hiç etkisi kalmamıştı şimdi; kalp ritimleri bir bandonun en hareketli marşlarından birini çalmaktaydı. Bu temponun ortasında nefes almakta zorlandığını hissetti, olan gücüyle odadaki tüm havayı ciğerlerine çekmeye çalıştı. Önce, o dar pencerenin açık olduğunu farketti, serin bir akım hem yüreğini, hem hızla terlemekte olan bedenini soğutmaya yetmişti. ..Sonra bir buket koku, olanca karışıklığıyla doldu ciğerlerine.. ayırt etmekte gecikmedi; sokaktaki ağacın sararmaya yüz tutmuş dalları.. çok uzakta olmayan denizden oraya dek ulaşabilmiş iyot ruhu.. odadaki ahşaplar.. masada örtülü eski ve kalın muşamba.. ..Bir avuç badem.. tıraş losyonu.. inceden inceye erkeksi bir ter kokusu... Sonuncusunun daha çekici geldiğini kabul etti.. Nereden geldiğini bilmediği bir cesaretle ağır ağır yaklaştı ve hala kıpırdamayan adama sarıldı, tam arkasından ve sımsıkı sarılmıştı. Şimdi tıraş losyonu ve hafif ter kokusundan oluşan o egzotik karışımı daha iyi hissediyordu. Belki az önce denizden geldiğini sandığı koku da bundan bir parça olabilirdi.. Şimdi yüreğinde koşturan atlar duraksamıştı işte, soluklar rahvana dönmüştü..? ..Usulca sokuldu, güçlü olduğunu hissediyordu.. yakınında olmak ne kadar kolay ve ne kadar güzeldi..

güçlü

olanın

yanında,

..Nihayet adam,dayanamayıp hala dimdik durmakta olan başını ve yüreğini ona doğru çevirdi, gözgöze geldiler.. Bunlar rastladığı en güzel gözler miydi, yoksa öyle mi geliyordu bilemedi. Daha önce de sık sık derinine dalıp orada kalmak istediği olmuştu. Orada kalamazdı, sözcükler:

orada

kalamazlardı.

Dudaklarından

istemdışı

döküldü

- Seni özledim.. - ... - çok özledim.. - ... - sandığından daha çok.. - ... - O kadar zaman oldu ki.. sanki asırlar geçti. - ... - konuşmayacak mısın? - ... Adamın suskunluğu yıl gibi gelmişti ki biranda ürperdi iliklerine kadar.. O an sanki her şey sustu; rüzgarla kıpırdaşan dallar, cıvıldayan sonbahar kumruları.. pencerenin gıcırdayan pervazı.. Diğer tüm kokular çekildi, odadaki diğer kadının şimdiye dek nasıl da farketmediği kokusu bastırmıştı her şeyi!

Ahmet Davut Çetinkaya (ED Sayı 09)


Anne, Baba, Çocuk, Kadın Baba. Anne. Tutkuyla bağlıydınız. Görmeden birbirinizi, aile meclisinde "verdim gitti" sesleri yükselmişti. Ama tutkuya çevrildi sonrasında. Belki zorundalıktandı. Ben bunu çok sonradan öğrendim. Kadın 16'sındaydı. Aşkı, heyecanı "kocam" dediği adamda yaşadı. Adam güçlüydü. Karım dediği gün tutkuyla bağlanmıştı karısına. Adam da 23'ündeydi. Çok da büyük sayılmazdı karısından. İşte ben bu adamla bu kadının tomurcukları oldum. Bebektim, hatırlıyorum da. Öyle şenlendirmiştim ki yuvayı. Bayram havası yaşıyordu evimiz. Ben büyüyordum hayal meyal. Babamı göremez oldum artık. Ben yastığa başımı koyduğumda ya o yeni eve adım atıyordu bağıra çağıra ya da ben uyumuş numarası yapıp, gözü yaşlı yatağımda babamın gelmesini bekliyordum. Üniversite çağına geldim. Bilinçli ve olgundum. Geçmiş gitmiyordu gözümden. Bebekliğimde bağırışlar, sevişler arada işte. (Arada sırada sevişler, bayram havası gibi hatırlamak istediğimden herhalde bebekliğimi öyle vurguladım, bilmeden...) Çocukluk dönemimde kavga gürültü patırtı, ergenliğimde ise suskunluk. Babam gelmiyordu çünkü artık eve... Şimdi öğreniyorum, bir pavyon kadınına tutulmuş. Kadın babamı himayesi altına almış, ev tutturmuş kendisine, dayalı döşeli. Karını, çocuğu boş vereceksin, benimsin artık demiş. Ayrı benim annem ve babam. Emektar annemle mutluyuz. Huzurluyuz. Arada babamdan haber alıyorum. Kadın başka bir adama vurulmuş. Çünkü o babamdan daha zenginmiş. Atları, yatları, katları varmış. Babam da zavallı, harap bitap hala kadına para yetiştirmeye çalışıyormuş. Hastaymış da biraz ama iyimiş yani, zararı yokmuş etrafa. Annem, ah kızım diyor bana. Evde huzur var diyor. Bu cümlesinin altını bir kaldırıyorum ki… Boğuluyorum. Harfler, kelimeler, cümleler üzerime geliyor. Boğuluyorum… Yılların hazan dolu romanını yüzünde görüyorum. Cümlelerinin altında telaş var, acı var, yorgunluk var, hüzün var. Annem olgunlaşıyor, acıları da onunla birlikte olgunlaşıyor... Ah annem. Aşkı sadece babamda yaşadığını söylüyor. Aşkın o tatlı olgun meyve döneminde ilk birlikte olduğu adamla olması gerekirken annemin, babam bir başkasının koynunda sabahlıyordu. Ne kadar acı! Bir başkasına elini dahi dokundurtmamıştı annem. Çünkü aldatılmıştı annem, sanki birinin elini tutsa o da babam gibi kirlenecekti, öyle hissediyordu... Annemi 44'ünde toprağa verdim. İsyan ettim, ağladım, zırladım, kustum, ağladım, zırladım, kustum, kustum, ağladım, toprağı dövdüm. Annem geri gelmedi. Ama o kadın her gece düşlerime geldi...


Babam da 51'inde... Bilinmez bir şekilde hem de. Öldüğünü dahi duymamıştım, ta ki 20 gün öncesine kadar... Pavyon kadınının yavuklusunun öldürdüğünü söylüyor etrafta dolaşan cümleler. Eceliyle ölmemişti zaten babam. Babam da gitmişti, ama o annem gibi geri dönmedi. Ne bana, ne de düşlerime. 28'imdeyim. Bir adama vurgunum. Seviyor, değer veriyor. Seviyorum, değer veriyorum. Kısır döngü olmasın diye, artık sadece, dualar ediyorum...

Sema Kahveci (ED Sayı 30)

İstanbul.. Ne kadar şehvetli, ne kadar görkemli dışardan seyirci olduktan sonra.. Ya içi? ..Maneviyatı dolduramayacak kadar maddi.. Yaşadığımız ilişkiler, arkadaşlıklar, mutlu olma çabalarımız tamamen sahip olduğumuz parayla eş değerde.. Nişantaşı, Bebek, Cadde ve bunun gibi bir çok yerde bir şeyler yiyip içmek ne kadar zorlaştı.. Lüks oldu artık keyif almak, güzel yerlerin tadını çıkartmak.. Bu tarz yerlere karşı olduğumdan değil ama, ne zamandır bu kadar pahalı yaşıyor olduk çözemedim? Ne zamandır sahilde kahvaltı yapmak etiketli insanlara ait oldu? Ne zamandır, gittiğimiz mekanlar, yediğimiz yemekler, içtiklerimiz, kıyafetlerimiz, cv'miz, saygı görme ölçütümüz oldu? Ne zamandır sevgililerimizi aldıkları hediyelere göre kategorileyip seçer olduk? Bu sorular başka şehirleri görüp gezdikten sonra daha da kurcalar oldu kafamı.. Küçük şehirlerde daha mutlu insanlar.. Sokakta yürürken, ailesiyle yemek yerken, çalışırken, sevgilisine giderken, dostlarıyla içerken.. Daha mutlu daha umutlular.. Henüz oralara el sürmedik biz büyük şehirliler.. Henüz paranın güçlü güçsüzlüğünü hayat tarzlarına sokmadık.. Sokmayalım da zaten.. Onlar deniz kenarında 50 kuruşa içtikleri çaylarla, sevgililerine ısmarladıkları 5 TL'lik lezzetli yemeklerle mutlular.. Üstelik bizim kadar yorulmadan yaşıyorlar hayatı.. Daha keyif alarak, daha dürüst çözüyorlar işlerini.. Her insanın içinde vardır biraz kötülük elbet, ama bizim kadar da samimiyetsiz değiller kuşkusuz..

Pelin Karadağ

(ED Sayı 24)


Kadın Her Yaşta Kadındır Karşıyaka'dan Konak'a gitmek üzere durakta otobüs bekliyordum. Normalde vapuru tercih ederim. Vapur sefasını hiçbir şeye değişmem. Ancak gitmek istediğim yere yakınlık açısından otobüs güzergahı daha çok işime geliyordu. Bekleme esnasında seksen yaşlarında bir ninenin bana doğru yürüdüğünü fark ettim. Bir elinde bastonu, pırıl pırıl görünen kıyafeti, bembeyaz, kıvırcık saçları, o saçların tamamını kapatmayan örgü beyaz bir beresi ve yuvarlak gözlükleriyle o kadar şirin görünüyordu ki. Nine git gide bana yaklaştı. Otobüs numaralarını göremeyince gençlerden yardım isteyen yaşlılardan biri olsa gerek diye düşündüm. İyice yaklaştı, ona doğru eğilmemi istedi ve kulağıma şunu fısıldadı: Rujun var mı? Evet tahminimde yanıldım. Böyle bir soru soracağını asla tahmin edemezdim. Gülümsedim. Aslında kahkahayla gülmek istedim, ninenin şirinliğine. Fakat yanlış anlamasından korktum. Onunla dalga geçeceğimi düşünmesini istemedim. O soruyu sorarken ki sevimliliğine gülmek istedim esasında. Yine de tuttum kendimi. Toplum olarak böyle insanları ayıplama huyumuz vardır ya ne yazık ki. Yaşına başına bakmadan ruj sürüyor denir ya. Yakıştırılmaz niyeyse. Ölüme daha çok yakıştırılır herhalde o yaşa gelindiğinde insan. Halbuki insan her yaşta sevmeli hayatı diye nutuklar atarız yeri geldiğinde.. İşte bakın, hayatı o yaşına rağmen seven, coşkuyla yaşayan bir nine.. Zaten o da dalga geçmeyeyim diye belki de, kadınların makyaj yaparken arkasına gizlendikleri bahaneler vardır ya hani, çok solgun görünüyorum, biraz renk gelsin yüzüme der gibi tatlı bir bahane uydurdu: "Dudaklarım çatlamış da". Hiç böyle çıkmazmış. İlk defa rujunu evde unutmuş... Bu diyalog ile günümün geri kalan kısmı neşe içinde geçti. Bu hayat dersi tokat gibi çarptı yüzüme. Biz seksen yaşımıza geldiğimizde bu enerjiyi, bu motivasyonu bulabilecek miyiz acaba kendimizde? İlk bu soru geldi aklıma. Genç yaşımızda bu kadar yorgun hissederken kendimizi, o yaşlara gelebilirsek şayet, ruj sürebilecek dermanımız kalır mı bilemiyorum. Şunu düşündüm sonra; kadın her yaşta kadındır. İçinizdeki yaşama coşkusunu nine ve dede olduğunuzda dahi kaybetmemeniz dileğiyle...

Saadet Erdoğan

(ED Sayı 11)


Modaya Damgasını Vuran Dönemler ‘NEWLOOK’ Moda yaşadığı dönemin olaylarından beslenir. Savaş ve savaşla birlikte gelen yoklukta 1947 yılında çıkacak olan New Look’un yerini hazırlamıştır. Moda her ne kadar hem bayan hem erkek için olsa da yine de bayanların modaya ilgisi daha fazladır. İpek ve naylonun artık kullanılamayacak olması kadınların çorap bulamamasına bu da çorapsız görünmemek için bacak makyajı yaptırmalarına sebep olmuştur. 2 ay süre ile hammadde eksikliğinden kaynaklanan kozmetik sanayinde üretimin durması kadınları ayaklandırmıştır. Fransız kadını her şekilde kendi modasını yaratmıştır. Bu savaş modası olsa bile. Bunun için New Look gibi bir giyim devrimi kadınlarda altın çağ imajı uyandırmıştır. New Look 1940’lı yılların sonu 50’lerin başı olarak karşımıza çıkar. 1940’lı yıllar savaş giyimini içine alır. Bu yeni akım 1940’lı yılların savaş kadının giyimini tam tersi yönde değiştirip biranda 180 derecelik renk katmıştır. Kadınların savaşa katılmaları, giyimde gelen kısıtlamalar, karneli sisteme geçiş, kozmetik üretiminin duruşu, hammadde eksikliği yüzünden giyecek çorap bile bulamadıkları dönem yaşanan kemer sıkma politikaları kadınların New Look’la beraber giyimde bir devrim yaşamasını sağlamıştır. Savaş dönemi kısıtlamalarında pili sayılarının kontrolü, eteklerin kalem etek formunda diz üstü dikilmesi, aksesuarların az kullanımı sonunda savaşın bitmesiyle çıkan New Look ile tam daire etekler, kumaştan, aksesuardan kaçılmamış tasarımlar çok ilgi gördü. Dior, ilk koleksiyonu “Corolle Line”ı gösterdiğinde hemen “New Look” adını aldı, bu dünya çapında emsalsiz bir şekilde dikkat çekti. New Look yeni bakış anlamına gelmektedir. 12 Şubat 1947 yılında Christian Dior’un yarattığı bu çizgi bazıları tarafından savurganlık ve kumaş israfı gibi görülse de, kadınların aradıklarını bulmaları ve kendilerini bu kıyafetlerle çekici hissetmelerini sağlamıştır. New Look ile birlikte düşüşte olan modanın nasıl toparlandığını ve savaştan çıkıp nasıl silkelendiğini, özüne döndüğünü görüyoruz. New Look ilk başta olgun bayanlara hitap eden bir moda akımı olarak ortaya çıkarılmış olsa da genç kızlara da hitap ettiği görülmektedir.


Prenses Margareth’in 21. yaş gününde giydiği New Look koleksiyonunun önemli bir parçası dikkatleri bu yeni akıma çekmiştir. Artık kadınlar bel hatlarını ortaya çıkaran elbiseler, kabarık tam daire havalı etekler giymeye başlamıştır. Şapka ve ayakkabı boyları yükselmiştir. Apartman topuk ayakkabılar tahta ya da mantardan yapılmaya başlanmıştı. Fransız kadınlar kırmızı renkte rujlarından vazgeçmemişlerdir. Ve bu makyajlarıyla da birlikte tercihleri mavi, kırmızı ya da beyaz elbiseler olmuştur. Korse ve jartiyer kullanımı New Look’ta da devam etmiştir. Şapka ve eldiven kullanımı her zamanki ihtişamı ile bayanların kıyafetlerini tamamlamıştır. Çevirdiği bir filmde ki saç modeliyle Veronica Lake ve Lauren Bacall saçı popüler olmuş ve birçok kadın saçını bu şekilde yapmaya çalışmıştır. Bu saç modeli, uzun iki yana salık bırakılmış saçlardan oluşuyordu. Sarı ve uçlarına doğru geniş buklelere sahip bu saç modeli 1945’lere doğru yerini kısa saçlara bırakmış olsa bile tekrar önemini 1950’lerin ortalarına doğru kazanmıştır. Saçlar tekrar uzamış ve çok uzun süre önemini korumuştur. New Look’un stil koyucak olur isek;

özelliklerini

sıraya

- Omuz vatkaları yerini yuvarlak omuz hatlarına bırakmıştır. - Bir takım tasarımlar uzun kabarık eteklerden, geri kalanı ise kalem eteklerden oluşuyordu. - Eteklerin bel formu vücuttaki yuvarlar hatları öne çıkaracak şekilde tasarlanmıştır. Yelpaze Kırmalı pliler de ipek kumaşla birlikte bu etek formunu sağlamak için kullanmıştır. - Gece ve gündüz elbiselerinin boyu kısaltılmıştır. Diz altı - bilek üzeri gibi bir aralıkta etek boyları tercih edilmiştir. - Ceketler bel altına kadar uzatılmıştır. Genelde bele kadar oturan belden aşağısı genişleyen ceket formları kullanılmıştır. Bazıları belden kesiklidir. Bel kısmında kemer kullanılan ceketlerde mevcuttur. Göğüs kısmı vücuda oturur, tüm bu modellerde ortak özellik olarak bu çok belirgindir.


Bu önemli akımı bu sıra ile tanımlamak doğru olur. Dönemde bu akımdan etkilenen çok fazla modacı olmuştur; bunlardan bazıları; Christobal Balenciaga, Pierre Balmain ve Chanel’dir. Günümüzde ise John Galliano, Betsey Johnson, Marc Jacops, Vivienne Westwood gibi tasarımcılar bu akımdan etkilenen tasarımlara sahiptir. Özellikle Dior House’un baş tasarımcısı olan John Galliano hemen hemen her sene New Look akımını günümüze uyarlayıp moda severlere sunmaktadır.

Nilgün Hepyalçın

(ED Sayı 07)

İtalyan Modası Şu bir gerçek ki İtalyan Modası'nı anlamak için burada yaşamak gerçekten gerekliymiş. Aslında tam olarak anlatabileceğimiz çok net örneklere sahip bir yapısı yok. Burada yaşayan herkesin kendine ait bir stili var desek daha doğru olur. Yani kimsenin stil kaygısı taşımadığı bir ülke. Şöyle söyleyebilirim ki sokağa çıkarken mor pantolonum kırmızı ceketimle uymaz sanırım demiyor kimse:) Buna bir isim takmak gerekirse 'Özgür Sokak Modası' bu ülkede gerçek anlamıyla yaşanıyor. Nedir özgür sokak modası? Az önce de söylediğim gibi aslında uyum kaygısı içermeyen, ben bunu beğenir bunu giyerim anlayışı... Buradaki tek kaygı giyinirken marka bir şeyler giymek ama onları ne kadar birbiriyle kombine edebildikleri meçhul:) Şöyle bir durumda var burada sadece İtalyanlar çoğunlukta değil… Hintliler, Japonlar, Çinliler, Zenciler, Koreliler, Araplar… Yani tam bir kültür karışımı diyebiliriz buna. Herkesin kendi tarzı, kendi gelenek göreneği giyim tarzına yansıyor. Hepsinden ilginç bir parça dikkatinizi çekebilir. İtalyan modası geneline bakacak olursak sadelikten çok uzak, açık anlatımıyla süsü seviyor buradaki insanlar. İtalyan modasının yapı taşı olan mağazaları gittiğiniz her yerde görüyorsunuz zaten. Bunların ciddi anlamda önemlilerini sıralamak gerekir ise: D&G PRADA MISSONI BULGARI EMILIO PUCCI TOD’s BOTTEGA VENETA VERSACE GUCCI ROBERTO CAPUCCI LA PERLA


Bunlar zaten çok bilinen markalar bunun dışında İtalya'ya özgü birçok marka daha mevcut. Bunlar çoğunlukla hazır giyime yönelik olmadığı avangarde bir tarza sahip olduğu için ülkemizde bulunmuyor. Mesela buradaki en ünlü erkek giyim markalarından biri Ermene Gildo Zegna. Bunlardan bazıları el dikişleriyle ve kaliteli kumaş, materyal kullanımıyla da ünlüler. D&G, GUCCI, ERMENE GILDO ZEGNA ve KITON markaları el işçiliğinde çok iyi ün yapmıştır. Burada ki üretim yerleri 'BIELLA'. İtalya'daki kaliteli moda dergilerine örnek verecek olursak bunlar da: WWDFriday, WWDBeautyBiz, MFFashion, MFGentleman Buradaki ünlü moda eleştirmenlerinden biri de 'Suzy MENKES'. Peki neden bu kadar moda kelimesiyle birlikte anılıyor İtalyanlar? Bu işi gerçekten de çok mu iyi başarıyorlar? Bana soracak olursanız, kendi bakış açımla şunu söyleyebilirim ki: İtalyanlar işin reklamını çok iyi yapan insanlar. Tarihi, kültürel, mimari ve hatta mutfak kültürlerine bile çok sahip çıkıp değerini yitirtmemişler. Bir özentilik ya da bir başkasına benzeme kaygısı gütmemişler. Buraya geldiğiniz zaman İtalyan ruhunu size hissettirmek için her şeyi yapıyorlar siz de evet İtalya'dayım diyorsunuz. Modayı sadece giyim olarak ayırmamışlar mesela. Onlar için moda demek tüm hayat felsefeleri tüm yaratımları tüm kültürleri demek, hiçbir şeyi birbirinden ayırmadan önünüze koyuyorlar. Bunu biz yaptık diyorlar. Size modayı tarif ederken en ünlü aşçılarından başlayıp, mutfak kültürlerini, Nutella ve Barillayı bile onların bulduğunu anlatıyorlar. Oradan bizim teknoloji olarak ayırdığımız kısmı da modaya katıp Vespa'yı biz bulduk, Ferrari 476 GT'nin tasarımı İtalyanlar'a aittir diyorlar. Kültürü sadece mimari içinde bırakmayıp onu da modaya katıyor ve Rönesans'tan kalan tablolardaki kıyafetleri size örnek gösteriyorlar, ev dekorasyonunu modaya katıyorlar, Sacco adıyla anılan armut koltukları ilk 1968'de biz bulduk diyorlar. Marilyn Monroe'nun eteklerinin uçuştuğu meşhur film 'Quando La Moglie e in Vacanza' filmi de burada çekilmiş. Hepsine tamam da dantelimize ve çinimize sulandıkları an bende ipler koptu. Bizim kaybımız belki de bu dedim, arkasında durmadığımız annelerimizin, anneannelerimizin yıllardır el emeği, göz nuru iğne oyalarını dantellerini bile kaptırmışız. Osmanlı zamanından kalma kültürümüzü çiniyi kaptırmışız ki biz daha daha kalitelilerine sahibiz. Biz de bir şeylerden bahsetmemiz gerektiğinde ülkemiz her türlü zenginliğiyle bir bütündür demeli ve hepsini altın bir kase içinde sunmalıyız. Kendi kültürüne sahip çıkan her ülke kazanır.


Neyse nerede kalmıştım, olayı toparlamam gerekirse, iyice konuyu yaymadan... Burada her kültürden her toplumdan insanı görüp onlardan farklı stiller yaratma potansiyeliniz çok fazla. İtalyan kadınlarına fazla bir şey diyemem şuan burada moda olan şey kürk, kaşe kabanlar (özellikle kahve tonları hakim), Leopar baskıları ve diz üstüne kadar çıkan uzun çizmeler… 2011 yılını bu şekilde yaşayacağız, ama çoğu İtalyan erkeği gerçekten çok bakımlı. Giyimlerine çok özen gösteriyorlar ve sanırım hiçbiri body salonundan çıkmıyor. Belli bir yaş üstü erkekler ise trench coat ve takım elbiseden vazgeçmiyor her zaman şık geziyorlar. Lükse karşı bir düşkünlük var İtalyanlar'da burada hiçbir şık restoranı boş göremezsiniz. Her akşam baloya gidercesine şık giyimli insanlarla dolup taşıyor. Beni burada esas çeken şey Gotik Mimari'nin etkisi. En iyi örnek ise kesinlikle 'DUOMO KİLİSESİ'. Onun dışında başka örnekler de var tabi ki; mesela: 'Castello, Como…' Neden bilmiyorum mimar olmamama rağmen mimari güzellikler her zaman ilgimi çekmiş ve ilham vermiştir bana. Bu şehrin sokakları eskimiş anılar kokuyor. Gerçekten çok güzel korunmuş mimari eser diyebileceğim güzellikte binalar var. Canım sıkıldığın yağmurun altında bir saat yürüdüm mü, o tarihi arka sokaklar bana ilaç gibi geliyor diyebilirim. Mesela şuan bu yazıyı hazırlamamda bana gaz veren de bu oldu. Penceremden dışarıya bakarken gördüğüm tarihi taş binalar, eskinin kokusu ve yağmurun sesi…

Nilgün Hepyalçın (ED Sayı 11)


Dolunayın İnsanlar Üzerindeki Etkileri Dolunayın Dünya'ya olan etkisi (gel-gitler vs.) çoğunlukla herkes tarafından bilinmektedir. Peki hiç dolunayın insan vücuna da bir etkisi olup olmadığını düşündünüz mü? Yalnız insan vücuduna etkisi dendiğinde Hollywood filmlerinin etkisindendir sanırım, herkesin aklına ilk olarak "kurt adam" hikayesi geliyor. Şu ana kadar dolunayda hiç kurt adama dönüşen görmesekte daha normal etkilerinin olması gayet mantıklı bence. Bu konuda çeşitli fikir ayrılıkları olsa da FBI ve bazı Amerikan istatistik kurumları bunları incelemişler ve bu dönemlerde trafik kazalarının ve cinayetlerin arttığını, migren ve sinir hastalıklarında şikayetlerin daha belirginleştiğini ve kadınların ay döngülerinin bile dolunaydan etkilendiğini düşündüren sonuçlar elde etmişler. Tarih öncesi dönemlere bakıldığında da insanların tarlalardan daha fazla verim elde etmek için Ay'ın evrelerinden yararlandıkları zaten bilinmektedir. Ayrıca yapılan bir başka araştırmaya göre de tavuklar ortalama 2 günde bir (dışsal etki olmadığı takdirde) ayın her bir burç değişiminde yumurtlarmış ve özellikle dolunayda üretimleri artarmış. Eğer üremeden ve üretmekten devam edecek olursak kadınların da ay döngüleri (normal koşullarda) 28 günde bir tekrarlamaktadır. İlginç olan ise Ay'ın da gökyüzündeki değişimini 28 günde tamamlaması. Zaten kadınların halk arasında özel günlerini "ay dönemi" olarak isimlendirilmesi de işte bu sebeptenmiş. Bu arada bu dolunay muhabbetinin nerden çıktığını merak edenler için söyleyeyim. Bundan bir hafta önce (dolunay vakti) kendi kendime sinir stres yapıp sonra "Acaba ben niye durduk yere böyle oldum" diye düşünüp dururken camdan bir baktım ve aman Tanrım o da ne dolunay!!! "Filmlerde ki insanlar dolunayda kurt adam bile oluyor ben neden sinirli olmayayım ki" diye düşünüp suçu direkt dolunaya attım. Ondan sonra suçluyu bulmanın rahatlığıyla kendimi akladım tabi. Yalnız ben o merakla araştırma yapıp bu yazdıklarımı okuyunca ister istemez "Bak benim başım da ağrıyordu ondan demek", "Bak şu da olmuştu. O da kesin dolunaydandır" diye garip bir delil bulma çabasına başladım. Demek ki neymiş insan psikolojisi bir kere suçluyu buluverdi mi günah keçisi yapmadan onu bırakamıyormuş. Kimbilir belki bu da dolunayın bir başka etkisidir.

Tuğçe Büyükabacı

(ED Sayı 05)


Güç Kelimeleri ve Nefret Kelimesi Her ne kadar bağımsız olmayı severiz desek, bunu bin bir takla atarak her fırsatta belli etsek de biz kediler insanlara biraz da bağımlıyız. Özellikle de mahallenin ciğercisi haftada iki kere ziyafet çektiğinde, koşup gelerek bacağına sürtünmeye hazırız.

Miço

Bizim Miço, yolun karşısından telaşla işaret çakınca, ince durumu kavradım, anında yola atladım. Az daha, nedense Bağdat Caddesi civarında çok görülmeye başlanan kuyruksuz kediler gibi kalacaktım. Daldım sabit pazara, salakça üzerime koşan çocuğa, çığlık atan kadına aldırmadan soluğu ciğercinin önünde aldım.

Tam büyük biz zevkle ciğeri mideme indirmek üzere açtım ağzımı, Miço ne yumurtladı dersiniz? "Soğuk ciğerden nefret ediyorum!" İştahım kaçtı, aklım şaştı. Söyleyen yarım akıllı da olsa, soğuktan, ciğerden veya soğuk ciğerden neden nefret edilirdi? Bu iş göründüğü kadar basit bir yanlış kelime kullanımı değildi. Arkasında daha büyük, politik, ideolojik hatta beyin yıkamaya yönelik güçler vardı. Düştüm bu işin peşine ve bakın karşılaştım nelerle... Bu Amerikan salatası orijinal mi? Alelade kelimelerin bile kendine göre bir gücü, hem söyleyen hem de söylenen üzerinde etkisi var. Çok mu abartıyorum sizce? Peki, bir dedektife yakışan kanıtlar sunayım o zaman: "Amerikan Salatası" Ne kadar alelade bir şey değil mi? Kim der, böylesine basit iki kelimenin bile, ideolojilerin savaş alanına dönüşebileceğini. Aslında Amerikan Salatasının Amerika ile bir ilgisi yok. Amerikalıların bile bu salatadan haberi yok. Çünkü bu aslında "Rus Salatası" ve onlarca yıl önce, bu isimle kullanılıyordu. Soğuk savaş döneminde ortaya çıkan komünizm fobisiyle, bu kelimelere el atıldı ve "Amerikan Salatası" olarak değiştirildi. Salatanın önemi yok, fakat kelimelerin var. Bir toplumu yönetenler, Rusya'ya değil, Amerika'ya yakın olmak istiyordu ve bu ideolojik enjeksiyonda, kelimeleri de kullandı. Çünkü bunların insan üzerindeki gücünü biliyorlardı. Bunu bilenler sadece bu diyarın ileri gelenleri değil. 2003 yılında Amerikalılar Irak'ı işgal etmeye karar verdiğinde, Fransızlar Birleşmiş Milletler'de bunun aleyhinde taraf aldı ve Amerika'nın tepkisini çekti. Amerika öfkesinin uzun vadeli bir ifadesi olarak yine kelimelere müdahale etti. Ülkede "Fransız Patatesi" (French Fries) olarak bilinen kızarmış patatesin ismini değiştirerek, "Özgürlük Patatesi" (Freedom Fries) olarak kullanmaya başladı. Salata ve patates üzerinden yapılan bu ideolojik değişiklikleri saçma ve işe yaramaz sanmayın.


Bu alelade kelimelerdeki değişiklikler, halkları hem kısa hem uzun vadede etkiliyor. Şimdi bir de daha ciddi kelimelerin güçlerini düşünün! Güç Kelimelerini duydunuz mu? Propaganda yapma konusunda eğitim almış, tecrübe kazanmış herkes, kelimelerin gücünü iyi bilir. Bunların yardımıyla bir kişiye istediğinizi yaptırabilir, kitleleri ayağa kaldırıp, yönetim biçimlerini bile değiştirebilirsiniz. Bu konuda sadece çok ilerlemiş ve ustaları tarafından bu bilgiyi almaya hak kazanmış olarak görülen bir azınlık, başka bir eğitim daha alır. "Güç Kelimeleri"ni öğrenir. Bu kavramı belki ilk defa duyuyorsunuz. Çünkü genellikle kurt reklamcılar, üst düzey ideolojik propagandacılar bu kelimeleri elmastan pırlanta kesen bir mücevher ustası titizliğiyle ince ince kullanır ve bunların gücünün pek de farkına varılmasını istemezler. Ne de olsa bunlar en etkili silahlarıdır. Farklı Güç Kelimelerinin farklı biçimlerde etkileri vardır. Kimisi olumlu hisler verir, harekete geçirirken, kimisi öfke, sevmeme duygularını uyandırır, kimileri birleştirici, kaynaştırıcı, kimileri yıkıcı yok edicidir. Usta ellerde doğru karışımlarla hazırlandığında kişileri veya kitleleri yükselten veya yıkan sloganlara dönüşür. Bizler de bu kelimelerin bazen bilinçsizce kullanılmış bazen ince ince örülerek bize pazarlanmış halleriyle karşılaşıyoruz. Bu kelimelerin etkisine kapılmamak hiç kolay değil. Genellikle bunlardan etkilenmeyen yegâne kişiler yine bunları kullanmayı bilen kurtlar veya iradesi çok ama çok sağlam olanlar. Gerçekten nefret mi ediyorsunuz? Özellikle reklam bombardımanıyla insanlar değişik güçlerdeki ve etkilerdeki bu kelimelere fazlasıyla maruz kalmaya başladı. İnsanlar da bu güç kelimelerini bilinçsizce, olmadık yerlerde kullanmaya başladı. Özellikle son zamanlarda herkesin ağzına sakız olmaya başlayan bir güç kelimesi var: Nefret. "Pembeden nefret ediyorum", "Üzümün çekirdeğinden nefret ediyorum", "Caz müziğinden nefret ediyorum". Sevgi derecelendirmesi uzun bir çizgidir. En uç noktasında Gerçek Aşk varsa, diğer uç noktasında Nefret vardır. Bunların arasında nerede olduğumuzu anlatmak için kullanabileceğimiz yüzlerce sevmeme veya sevme kelimesi vardır: Hoşlanmıyorum, ilgimi çekmiyor, rahatsız ediyor, beğenmiyorum, gıcık oluyorum, alerjim var, tercih etmiyorum, sevmiyorum... Ama nefret? Doğanın bir parçası olan üzümün çekirdeği veya pembe renk, sizi "nefret etme" derecesine getirecek ne yapmış olabilir. Nefret, artık dönülmesi zor olan noktadır. Kötülerin en kötüsüdür. Gerçekte neden nefret edilebilir? Sülalenizi öldürmüş bir gruptan, eşinize tecavüz etmiş bir adamdan, çocuklarınızı kanser etmiş bir madenden. Bunlardan bile nefret ediyorum, dediğinizde seçimleriniz azalmıştır. Uygar bir düzlemde


anlaşma, hataların insancıl bir biçimde tamiri ya da uzun vadede başkalarınca tekrarlanmaması için önlem alma şansı azalmıştır. Çünkü nefret düzeyine ulaşan sevgisizlik, genellikle kin, intikam gibi baş belalarını da yanında getirir. Nefret, hiç bitmeyen kan davaları gibi zehirli meyveler veren bir ağaçtır. Gerçekçi gözlerle baktığımızda pembeden veya üzüm çekirdeğinden nefret etmek komik ve anlamsız olmuyor mu? Olmuyor. Aslında çok acı oluyor! Bunun tek sebebi de sevmek ve nefret etmek arasında dereceleri belirten tüm kelimelerin ortadan kalkması değil; istediğimizi doğru dürüst ifade etmeyi becerememek değil; kavramların içini boşaltmak değil, her şeyin, her kelimenin en aşırısını pompalayarak dikkatimizi çekmeye çalışan propagandacıların karikatürize bir özentisi olmak da değil. Asıl sorun daha büyük... Nefretten kaçmak, nefreti aşmak! "Nefret" son derece olumsuz etkileri olan bir güç kelimesidir. Güç kelimeleri sınıflandırmasında "Şeytan Kelimeler" arasında yer alır. Neden mi? Bunlar hem söyleyeni hem söyleneni hem içinde bulunan ortamı hem bu ortamdakileri hem de hedefi aşındırır. Bu kelimeleri sık sık kullanmak, elinde üzerinde yalıtımı olmayan radyoaktif bir maddeyle gezmek gibidir. Öyle iticidir, uzaklaştırıcıdır ki söyleyeni de karalar. Nefret, olumsuzluğun doruk noktasıdır, çevrede ne kadar negatif enerji varsa üzerine toplar. Dokunanı, dokunulanı, ortamda ne varsa hepsini, içten içe, yavaş yavaş yakar. Bu nedenle gerçek usta propagandacılar bile bu kelimeyi kullanmaktan kaçınır. Spiritüel ve zihinsel anlamda kendini geliştirmek, bilgeliğe ulaşmak isteyen kişilerin yolu, nefretlerini kontrol etmek, hatta tamamen ortadan kaldırmaktan geçer. Pembe de üzüm çekirdeği de evrenin değerli bir parçasıdır. Yoklukları eksikliktir. Bunlar konusunda nefrete varan yorumlar yapmak, kendini ve evrendeki konumunu bilmemektir. Katillere, tecavüzcülere bile nefretle yaklaşmak, uzun vadede düzelme getirmek yerine böyle olayların daha çok patlak vermesine yol açar. Çünkü nefret yolunun araçları da karanlık ve kirlidir. Sarman çevresindeki kedilere der ki lütfen bu çirkin güç kelimesini ağzımıza sakız etmeyelim. Olumsuz enerjiyi üzerimize çekmeyelim. Duyguları sadece maksimum veya minimum seviyelerde değil, hakkıyla, hak ettikleri düzeylerde yaşayalım. Huzura ve mutluluğa ulaşmanın bir yolu da bu değil mi? Siz ne dersiniz?

Sarman Dedektif

Alp Saldamlı

(ED Sayı 29)


Güvenin Tanımı Güvenmek iç güdüsel bir duygu olduğu kadar, her kişinin duyduğu ihtiyaçtır. Güven duygusunu yitirdiğiniz noktada yalnızlık başlar. Özellikle saf insan olarak tabir edilen kişiler de kolaylıkla oluşabilen bir duygudur. Bu duygu tensel bir iletişimle başlayabileceği gibi altıncı his, sözcükler ve inanma isteğiyle de oluşabilmektedir. Arandığında bulunamaz, bulunduğunda ise emin olunamayan bir duygudur. Belki de huzurun diğer adıdır. Başkaları için diktiğiniz duvarları bir insan için, onu başkaları statüsünden çıkarıp özel biri haline dönüştürüp onun için teker teker kaldırmanızdır. Tırmanılan ağaçta rastlanılan sağlam dal, sudan geçerken basılan sallanmayan taş gibi, sevilene hissedilen sağlam duygudur. İnanmak ve şüphe etmemektir. Karşınızdakine yük yüklemektir. Ne kadar güvenirseniz o kadar yük bindirirsiniz sırtına. O yüzden yükü taşıyabilecek kişilere güvenmek gerekir. Kişiyi iyi seçemezseniz ve çok yük yüklerseniz karşınızdaki isteyerek ya da istemeyerek düşürür. Bu onun suçu değildir. Siz ona gereğinden fazla yük yüklemişinizdir. O yüzden yükü kaldırabilecek kişilere güvenmeniz gerekir. İçinizdeki ses sizi yanılttığında yaşanan en ağır hayal kırıklığıdır. Güvenirsiniz, koşul veya neden tanımadan. Güvenmenin en güzel halidir bu; ancak taşlardan biri yan geldiği zaman yerine koymak çok zor olur. Yeniden güvenmek için nedenler aramaya başlarsınız, koşullar değişir. O saf güven duygusu zedelenir. Bir daha aynı güven yerine gelir mi gelmez mi bilinmez. Denemek gerekir görmek için. O içinizde ki ses bir daha kulağınıza kadar gelir mi yoksa aklın, beyinin engeline takılır mı bilinmez. Çünkü kalp kırılmıştır bir kere. Zihni susturabilecek tek şey olan kalp, tamirini bekler durur. Aslında o kadar ince bir çizgidir ki karşındakiyle bunu başarabilmek. Zordur. Zaman ister. Hemen oluvermez. Sen oldu sanırsın ama birden yıkılıverir o kurduğun köprüler. İçin acıyarak bakakalırsın. O zaman anlarsın sadece bir hiç için güvendiğini. Güvenmeden yaşanılamayacağı gibi herkese güvenerek yaşamak da tehlikeli ve inciticidir. Tüm duygular da olduğu gibi güvenin tanımı da kişiden kişiye farklılık gösterir. Bence kişi kendisine ne kadar güveniyorsa karşısındakine de en fazla o kadar güvenebilir.

Vildan Tandoğan

(ED Sayı 07)


Muazzam bir savaş sanatı: Wing Tsun Uçaaa! Yine bir vurdulu kırdılı film var televizyonda. Hemen değiştireyim kanalı, zira saçmalıktan öteye gitmez. Bundan bir buçuk yıl öncesine kadar dövüşten, kavgadan, hiçbir şey anlamazdım. Sadece ilkokulda bazı çocukça itişmeleri katmazsak hayatımda hiç kavgaya girmedim. Baskülde ibre yüz beşi gösteriyordu, eh halimi gözünüzde canlandırmanız için boyumun da 1.74 olduğunu da söyleyeyim. Böyle gitmez diyip, biraz koşup biraz ağırlık kaldırarak kilo vermek için gittiğim spor salonunda tanıştığım bu savaş sanatı, artık benim hayatımın vazgeçilmezlerden biri oldu. Çinlilerin temelini atıp geliştirdiği bu kung-fu, Bruce Lee tarafından dünyaya açılım yaptı. O olmasaydı büyük bir ihtimalle Çin içerisinde kalacak, ülkemize kadar yayılamayacaktı. Bu savaş sanatını ilk icra edenin bir şaolin manastırı rahibesi, yani bir bayan olması bu savaş sanatının teknikleri hakkında bir fikir verebilir. Rakibin boşluklarından yararlanmak ve en az güç sarf ederek hatta rakibin gücünü ona çevirerek onu alt etmeyi prensip edinmiştir. Wing Tsun’un, ya da estetiği ve pratikliği arttırılmadan önceki adı olan wing chun’un enginlere ve bu satırlara sığmayacak olan teknikleri ve felsefesi var. Hemen, neden bu savaş sanatını öğreneyim, vaktimi harcayayım, ben zaten bi kafa koydum muydu oturturum gibisinden düşünceler akla gelebiliyor. Ama belki de hayatında bir kez karşılaşacağın kötü durumda sinirlerine ve kendine kontrol altına alabilmeyi, geliştirdiğin refleksinle ve özgüveninle rakibini çok kısa sürede etkisiz hale getirebilmeyi, o gücün kendinde var olduğunu görmeyi kim istemez ki? Bu işe yıllarını vermiş olan üstatlardan biri (Salih Avcı) bu konuda şöyle diyor: “Dövüş teknikleri öğrenmek demek, başkalarına zorbalık etmek için birisinin kendini donatması demek değildir. Bu, daha zayıf olanlara zorbalık eden güçlü adamlarla başa çıkmak için kendine güveninizi güçlendirmeniz demektir. Yeterince özgüvene sahip olduğunuzda, sizden zayıf olanlara zorbalık etmekten doğal olarak vazgeçersiniz.” Sonra da özgüvenin bedene vereceği dinginliği açıklamak için şöyle devam ediyor; “Kahraman olmaya çalışmayın! Durumlarla nasıl baş edebileceğini bilen kişi bir kahramandır diye bir Çin deyişi vardır. Bir kavgayı geri çevirdiğinizde ya da ondan kaçındığınızda korkak olmazsınız. Öte yandan, anlamsız bir kavgayı kabul etmeniz sizin, kahraman gibi davranan bir ahmak olduğunuz anlamına gelir.”


Birlikte bu sporu yaptığım kitlenin çoğunluğunun üniversite öğrencileri, öğretmenler, mühendisler, doktorlar, tıbbi mümessiller gibi kişiler olması dövüşün merdiven altı tabusunu gözümde yıktı. Bu savaş sanatının yayılmasını sağlayan Usta (sifu) Ipman 'den bahsetmemek olmaz. Gerçi yakın tarihlerde iki tane filmi çevrildi. Tabi filmin adı da Ipman. İki filmi de dövüş filmlerini sevmeyenlerin bile soluksuz izleyeceğine eminim. Bir buçuk yıl sonunda dijital baskülüm seksenlerdesin dostum, hedefine az kaldı diyor, ruhum da bu trende yolculuğa devam etmeye kararlı.

Evaporatör

(ED Sayı 10)

Evren Nasıl Oluştu 1- Evrendeki sonucudur.

tüm

varlıklar

rastlantıların

2- Evrendeki hiçbir varlık tesadüfen ortaya çıkmamıştır. Bu karşıt düşünceler hakkında birkaç temel görüş var: "Olasılıklar Hipotezi: Varlıkların veya olayların ortaya çıkması için birtakım koşulların oluşması gerekir. Bu koşulların oluşması tamamen rastlantısaldır. Örneğin 'Big Bang' denen Büyük Patlama’dan sonra Karbon-12'nin oluşması için 6 Proton, 6 Nötron ve 6 Elektron'un bir araya gelmesi gerekiyordu. Bunlar, sonsuz sayıda fenomenin süregeldiği o kaotik evrende uygun koşulları buldukları anda oluştular. Diğer 105 element de aynı şekilde ortaya çıktı. Ve daha sonra bunların kombinezonları yeni varlık ve olayları meydana getirdi. Tüm bunlar tesadüfen oluşmuş evrensel fenomenlerdir; çünkü her şeyin bir 'var olma' ihtimali vardır. Hatta bunların çoğu matematiksel olarak hesap edilebilirler; fakat bu hesap çok sayıda bilinmeyenin, sabit değerin ve değişkenin bilinmesinden sonra yapılabilir. Öyleyse her şey tesadüflerin eseridir ve hiçbir şeyin rastlantı olmadığı ifadesi doğru değildir." "Kelebek Etkisi: Dünyadaki her şey tahminlerin ötesinde bir hassas dengeyle birbirine bağlıdır. Dünyanın bu yüzünde bir kelebek kanat çırpsa, bu hareket -hava moleküllerini öylesine titreştirebilir ki- öteki yüzünde bir kasırgaya neden olabilir. Hatta bu kasırga evrenin her bölgesinde hissedilir; ama örneğin 2,5 milyon ışık yılı uzaklıktaki bir galakside sadece 0.0000000000000000000000001 şiddetinde bir etki bırakır. Öyleyse, aynı atmosferle çevrili yeryüzü gezegenindeki aynı magma tabakası üzerinde yer alan her şey, sebep-sonuç ilişkilerini de hesaba katarak düşünürsek, kendi aralarında çok daha dinamik birer ilişki içindedirler. Her şeyin bir nedeni vardır ve her sonuç bir nedenin eseridir. Bu tür bir mantık yolu izlediğimizde doğal olayların hiçbiri rastlantı değildir çünkü hepsi bir/kaç sebebe dayanır, diyebiliriz."


"Akıllı Tasarım Hipotezi: Hiçbir şey rastlantı değildir. Evrende ve doğada öylesine hesaplı-kitaplı sistemler, öylesine akıllı kanunlar ve düzenler var ki; bir kör talih tüm bunları ortaya çıkarmış olamaz. Zaten bu kadar optimum kapasite ve kurallarla işleyen hiçbir muhteşem sistem kendi kendini yaratamaz. Bunun hesabını yapmaya kalkışacak denklemlerin karşılığı hep sıfır olacaktır." Bakınız: ana rahmindeki bir yumurtanın 9 ayda gelişerek bir insan modeli olarak tesadüfen ortaya çıkması ihtimali sıfıra çok yakındır. 3 kiloluk bir bebek yaklaşık 3 trilyon hücre ile doğar. Bu hücrelerin bir düzen içinde bir araya gelip insan seklini oluşturması olasılığı: 1 bölü 1 trilyon üzeri 1 trilyondur. Yani 1 trilyonun arkasına 1 trilyon sıfır konularak yazılan bir rakamdır. (Burada yazabilecek olsak, sıfırlar dünyanın çevresini birkaç kez dolaşabilir.) Bu da bir bölü sonsuza yakın bir rakam demektir. Bir bölü sonsuzun sonucu da sıfırdır. "Demek ki buradaki tesadüf oranı karşımıza neredeyse sıfır olarak çıkıyor. Zaten bir yerde bir sistem ve düzen varsa, orada bir düzenleyici, bir sistem operatörü var demektir. Öyleyse, bu sistemin de bir yaratıcısı vardır. O da Tanrı'dır. Ve Tanrı en küçük atomundan en büyük galaksisine varıncaya kadar evreni kurup işleten, idare eden en yüce güçtür. O'nun bilgisi ve izni dışında hiçbir olay cereyan edemez. Dolayısıyla hiçbir şey rastlantı değildir." Evet, bütün bu açıklamalardan sonra görülüyor ki ortaya yüzde yüz bilimsel veya elle tutulur gözle görülür bir yanıt çıkmadı. Neden acaba?.. Çünkü bilim, neden sorusu ile değil, nasıl sorusuyla uğraşır. Bunun nasılını bulmak içinse henüz ne bilimsel veriler ne teknolojinin olanakları ne de insan aklının evrimi yeterli. Öyleyse, şimdilik neden sorusuna cevap veren yanıtlarla yetinmek zorundayız. Bunlar da yukarıda verildi, seçim sizin. Eğer seçenekleri az buluyorsanız, o hâlde ABD'ye gidip vücudunuzu dondurtun ve 500 yıl sonra canlandırılmanızı isteyen bir vasiyet bırakın, derim. O sayede bu konuda tüm yanıtların bulunmuş olacağı bir dönemde yeniden diriltilme olasılığını elde etmiş olursunuz belki. Benim kişisel görüşüm ise şudur: Her şeyi tesadüf olarak görenler Kaos Teorisi'ni iyi anlamaya çalışmalıdırlar. Hiçbir şey tesadüf değildir, diyenler de ihtimallerin sonsuz olduğunu gözardı etmemelidirler. Seçeneklerin içinde hem tesadüflerin hem de tesadüfî olmayanların sayısı oldukça yüksektir. Bu soruların ve diğer birçok sorunun yanıtlarını, bence “ya bu doğrudur ya da o...” tarzında, yani siyah-beyaz tonlarda değil; grinin binlerce tonlarında ve daha bütüncül bir bakışaçısıyla aramayı denemeliyiz. Hem analiz, hem sentezle kalın...

Mehmet Sağlam (ED Sayı 27)


Kalbimdeki Aşkı Körükler Kulağımdaki Ses “Yurttaşlarım! Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti'dir.” “Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir.” Eğer bu sözleri okurken kulağınızda “ulu” bir insan olan Mustafa Kemal Atatürk'ün sesi yankılanıyorsa ve tüyleriniz diken diken oluyorsa, emin olun o yattığı yerde rahat uyuyordur. Kemiklerini sızlatmaya çalışan o zavallılar bilmiyorlar ki insanların sadece bedenleri bu hayata veda eder ama ruhlarımıza işleyen o sevgi ve aşk asla ve asla gidenlerin arkasından kaybolmaz. Öyle bir sevgidir ki o parayla, pulla, yatlarla(gemiciklerle), bir dakikada(!) kazanılmaz. Zamanı geldiğinde o gemiler ufak bir balıkçı teknesi oluverir ve denize açıldığında etrafını aydınlatacak bir fener bile bulamaz. O paralar boş bir kâğıt parçasına dönüşüverir ama vasiyetini yazacak kalemin bile olmaz. O dakikalar geçmek bilmeyen senelere dönüşüverir ama zamanını geçireceğin yerdeki duvarlara ya da kara toprağa “Beni hiç konuşturmadınız, bir daha buraya gelmem.” dedirtmez adama. Sen rahat uyu ATAM, ben bu sözleri okurken sesin kulağımda, aşkın hala ve her zaman kalbimde…

Tınaz Çokkeskin (ED Sayı 02)

Hayatınız... Tercihleriniz... Peki Ya Siz? Hayat; mutlak sona yapılan bir yolculuktur. Yolculuğun ne kadar süreceğine biz karar veremeyiz. Ama rotamızda küçük oynamalar yapabiliriz. Bir saniye sonrası bile garanti olmayan bu hayatta acaba kaç kere "gerçekten kendimizin istedikleri"ni yapabiliyoruz ki? Her kulvarda, çevremizin dayatmalarını kaderimiz gibi yaşıyoruz.


İyi bir okul bitirmek, kariyer yapmak, mutlu bir evlilik ve daha pek çok örnek verilebilecek bu eylemleri kendimiz için mi yoksa çevremizden takdir toplamak, kendimizi önemli hissetmek adına mı yapıyoruz? "Evet ben mutluyum." dediğimiz olayların kaçında gerçekten mutluyuz? Çocukken, birinin kızmasını ya da ne düşündüğünü umursamadan yaptığımız eylemlerdeki cesaretimiz, biz büyüdükçe küçülüyor mu? "Elalem ne der?" bilinci, küçük yaşlardan beri benliğimize enjekte edilerek yaşayıp gidiyoruz. Gençken belki de fark edilemeyen bu faktörler, hayatın sonlarına doğru, bir sabah uyandığınızda, en güzel olmak istediğiniz bir günde, aynaya baktığınızda, yüzünüzde çıkan kocaman bir sivilce gibi karşınıza çıkıyor. İşte o zaman başlıyor; "Hayatım boyunca kendim için ne yaptım?" sorusu beyninizi kemirmeye... Beş dakika daha uyumak adına ertelediğimiz saat alarmı gibi, hayatımızı da sürekli erteliyoruz. Hiçbir hastalığa yakalanmadan, kötü bir olay yaşamadan, "anı yaşama"nın önemini kavrayamıyoruz. Mesela: • • • •

O gün canınız istemiyorsa; odanızı toplamayın. Sırf "ayıp olur" diye görüşmek zorunda hissettiğiniz kişiyle değil, gerçekten mutlu hissettiklerinizle görüşün. Haklı siz bile olsanız; kavgalı olduğunuz birini aramak aklınızdan geçiyorsa, gurur gibi boş egolara sığınmak yerine, onu arayın. Yeni aldığınız bir parfümü, giysiyi kullanmak için; özel bir günün gelmesini beklemeyin. Alakasız bir zamanda, gecenin bir vakti mi kullanmak istiyorsunuz? Kullanın. Sevdiklerinize, onları ne kadar sevdiğinizi söylemek için yarının olmasını beklemeyin ya da "Saat geç oldu yarın ararım." demeyin. O an arayın. Kim bilir belki de o an siz de onların aklından geçiyorsunuzdur. Herkes hayatında sevdiklerini zaman zaman üzebilir, ihmal edebilir. Ama bunun telafisini en kısa sürede yapmaya çalışın. "Öncekinde ben aramıştım. Şimdi o arasın." gibi kronolojik hesaplardan kaçının.

Bunlar, aslında yapılması kolay ama uygulamaya gelince nedense pek de başarılı olunamayan püf noktalarıdır. Size ya da sevdiklerinize dünleri bonkörce bağışlayan hayat, yarınları bahşetmede o kadar da cömert olmayabilir. Zaman "tik tak" aleyhimize işlemeye devam ederken; "Keşke"lerinizin az, "İyi ki"lerinizin çok olduğu bir hayatınızın olması dileğiyle...

Tınaz Çokkeskin (ED Sayı 34)


bilgi@engindergi.com www.EnginDergi.com twitter.com/EnginDergi facebook.com/EnginDergi

..EnginDergi.. Aralık2012 sayı-36 (Özel Sayı) www.engindergi.com bilgi@engindergi.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.