EnginDergi Y覺l: 2013 - Say覺: 37
Fotoğraf: H. Enginer
"Her şeyin bir güzelliği vardır herkes göremese de..." Konfüçyüs
İçerik; Sy.04) Tekâmül – Engin Enginer Sy.07) Yürek Devletinin Soylu Zaafı – Mehmet Sağlam Sy.08) Ruh'an'i – Buket Konur Sy.09) Kalabalık – Serenay Öztürk Sy.10) Simyacı ve Mevlana – Neyzen Ahmet Hamdi Erdoğmuş Sy.12) Hepsi Benim... – Evrim Yılmaz Sy.13) Kış Geldi – Ayşe Yılmaz Sy.13) Kaçak '15 – Işık Yavuz Sy.14) Masal Bitti – Kezban Şahin Sy.15) İçimdeki Sen – Bora Eke Sy.16) Denizkızları... – Oscar Wilde Sy.16) EFT (Engin Film Tavsiye) Sy.17) Kitap tavsiyesi; "Sevgi mi Bağımlılık mı?" Brenda Schaeffer Sy.17) Fıkra; Afacan Ali Sy.18) Burçlar'ın Genel özellikleri ve Hassas olduğu organları Sy.19) İyilik mi? – Gizem Galioğlu Sy.20) Çaresiz Özlemler… – Ece Çekiç Sy.21) Kaybolan Çocuk – Melike Meral Sy.22) Sosyal Medya Dedikleri – Simsiyah
Tekâmül Hayat zaten yeterince zor iken neden insanlar daha da zorlaştırmak için ellerinden geleni yapmakta hiç anlam veremiyorum. Hayat mücadelesine o kadar çok odaklanıyoruz ki gerçekten yaşamayı ihmal ediyoruz. Önceliklerimizi belirlerken sosyal bir varlık olduğumuz için toplumsal değerleri elbette dikkate almalıyız; lakin başkalarının değer yargıları ve düşüncelerini gereğinden fazla önemseyip istediğimiz hayatı yaşamaktan da geri kalmamalıyız. Toplumsal şartlar ve dayatmalardan ötürü gerçek benliğimizi keşfedebilmek için öncesinde her şeyimizi kaybetmemiz gerektiği acı bir gerçek. Ancak her şeyinizi kaybederseniz gerçekten özgür hissedebilirsiniz. Bunu tecrübe etmeden kendinizi bulmanın deneyimlerime ve gözlemlerime göre birkaç yolu daha mevcut. Bunlardan ilki çok ama çok fazla okumak. Yalnızca belirli bir alanda değil, önyargılarınızı göz ardı etmeye çalışarak ilginizi çeken yahut çekmeyen her türlü paylaşımı okuyarak değerlendirme çalışabilirsiniz. İkinci olarak ise 'eğer birkaç haftalık ömrünüz kaldığını öğrenseniz neler yapardınız'a dair düşünmeniz. Son günlerinizi yaşıyor olsanız hayatınızda neler değişirdi? Kimlerle daha çok zaman geçirmek, nerede olmak, neler yapmak isterdiniz? Bunları düşünmekle yetinmeyip yazmanızı tavsiye ederim. Son olarak ise; eğer maddi kaygılarınız olmasa nasıl yaşardınız? Şans oyunlarından büyük ikramiyeyi kazandığınızı, ekonomik sıkıntınız olmadığını düşünün, bunu içselleştirin. Sadece anlık ve kısa vadeli hayallerden, ev-araba sahibi olma, gece hayatı yahut dünya seyahati gibi toplum tarafından bilinçaltımıza yerleştirilmiş heveslerden bahsetmiyorum, gerçekten ne yapmak, kim olmak isterdiniz onu soruyorum. Jim Carey ne de güzel söylemiş: “Dilerim herkes bir gün zengin ve ünlü olur ve hayalini kurduğu her şeye kavuşur; böylece aranılan esas cevabın bu olmadığını anlar.” Bu hayata gelmiş ruh sahibi bedenler değiliz; tekâmülünü gerçekleştirmek için beden verilmiş ruhlarız. Yaşadıklarınızı farklı bakış açılarıyla değerlendirip başınıza gelenlere isyan etmek yerine neden bunları deneyimlemek zorunda olduğunuzu irdelemeye ne dersiniz? Elbette bu kolay bir süreç değil, yalnız bilin ki yaradılışınız gereği tahmin
ettiğinizden çok daha güçlü varlıklarsınız. Kendinizi yapabileceğinizi keşfedip bundan keyif almaya çalışın...
ve
neler
Not: Yazıma ek olarak aşağıda yer alan anonim yazıyı da sizlerle paylaşmak isterim. Sevgiler.
Engin Enginer "Ey her şeyin tek ve sonsuz sahibi; yarattığın muhteşem kâinatta bana da bir yer verdiğin ve varlığımın farkında olmamı sağladığın için sana şükürler olsun. Beni bir parçası kıldığın dünyada etrafımı donattığın -ve benim geçmişte egoma yenik düşüp, gördüğüm halde farketmediğimbütün mucizeler için sana ne kadar teşekkür etsem azdır. Benim ulaşmama izin verdiğin bilgi ve ışıkla artık hepsinin farkındayım, bana görecek göz, dokunacak ten, düşünecek akıl ve sevecek yürek bağışladığın için sana minnettarım. Sonsuzluğun içinde ufacık bir yer kapladığı halde benim için çok büyük olan gezegenimin bir köşesinde şimdi sana yöneliyor ve kendimi kâinatın huzurlu dalgalanışına bırakıyorum, her şeyin olması gerektiği için ve olması gerektiği gibi olduğunu biliyor, içimde biriktirdiğim bütün kin, öfke, nefret ve isyanı senin rüzgârınla dağılmaya terkediyorum. Beni üzdükleri, incittikleri, kırdıkları ve aldattıkları için yakıcı bir öfkeyle hırslandığım her kim ve ne varsa hepsini bağışlıyor ve serbest bırakıyorum. O kişiler ve o şeyler zihnimdeki bütün kötü hatıraları ile birlikte artık benden uzaklaşıyor, onları senin şaşmaz adaletine teslim ederek sırtımdaki yüklerinden kurtuluyorum. Senin iyi ya da kötü, her enerjiye gereken cevabı vereceğinden emin olarak kendimi senin taze nefesinle arıtıyor, bedenimi ve zihnimi bu kutsal nefesle süpürüp temizliyorum. Biliyorum ki; ben seninle BİR ve TEK olduğumda ben izin vermediğim sürece bana hiçbir şey zarar veremez, şimdi senin yüce bütünlüğün içinde uyum ve huzur içinde akıyorum, beni üzen her şeye dışarıdan ve yukarıdan bakıyorum... Varoluşum süresince karşılaştığım her acı, yenilgi, yanılgı ve keder beni bugünkü ben yaptığı için tamamına şükran borçluyum. Hayatın dikenli yollarında yürümeseydim ve o dikenlere takılıp kanamasaydım eğer, güçlükleri aşmanın ve farkındalığa ulaşmanın ne muazzam bir şey olduğunu belki hiç bilmeyecektim. Benden aldığın ve bana verdiğin her şey için şükürler olsun ey Rab, yaşamış olduğum hiçbir şeyin boşuna ve anlamsız olmadığını şimdi çok daha iyi görüyorum. Maddî ve manevî acılar, yoksunluklar ve zorluklarla olgunlaşan ruhumda senin eşsiz varlığını hissetmekten çok mutluyum. Beni önemsediğini, beni sevdiğini, İYİ olmayı seçmemi istediğini bana yaşattığın her şeyle anlatıyorsun, bunu bilerek güçlüklere sabrediyorum, sabrımı çoğaltıyorsun.
Sahip olduğumu sandıklarımı zaman zaman elimden alarak bana kaybetmeyi öğrettin, bunu öğrendiğimde özvarlığımdan başka hiçbir şeye gerçekten sahip olamayacağımı anladım. Hep benimle kalacağını sandığım sevdiklerimi ölümle buluşturdun, vaktimin kısalığını ve misafirliğimin geçiciliğini kavradım. Canım acıdıkça canımın, yitirdikçe vermem gerektiği halde vermediklerimin farkına vardım. Duvarlara çarpa çarpa gaflet uykumdan uyandım. Sımsıkı tutunup bırakamadığım, vazgeçip gözden çıkartamadığım, biriktirip sakladığım, eskidiği halde atamadığım ne çok şey varmış meğer, ben bunları zenginlik sanmışım. Oysa insan küçüldükçe büyür, azaldıkça çoğalır, verdikçe alırmış, ben göz göre göre ne yalanlara inanmışım. Ama artık kâinatın sonsuz dengesi içinde uyumla akmayı reddettikçe başaramayacağımı anladım. Böylece bencilliğimi dürüp büküp katladım, önümdeki yüksek eşikleri bu sayede atladım. Bundan önce, yani henüz uykuda iken baktığım aynalarda sadece kendimi görürdüm, şimdi ise artık seni görebilmenin ilahî sükûnundayım. Biliyorum ki varlığımdasın ve ben de senin varlığındayım. Kendi özüme duyduğum saygı sana duyduğum saygıdır, yarattıklarına duyduğum sevgi aslında bizzat sanadır. Ne yaptıysam kendime yaptım ve biliyorum, bazen yanlış yönlere saptım. Ama şu ana varabilmek için bunu da yapmalıydım. Beni erdirdiğin şimdiki anda ve şuurda, olmama izin verdiğin ben olarak, bilmeme izin verdiğin her şeyle birlikte kendimi onaylıyor ve varlığımı sevgiyle onarıyorum. Kâinatta her şeyin herkese yetecek kadar bol ve bereketli olduğunu bilerek, yokluğa değil çokluğa yönelerek elimdekileri sevgiyle paylaşıyorum. Hakettiğim lütûfları şükran ve saygıyla kabûl ediyor, geldikleri gibi alıp varlığıma katıyorum. Tekâmülümü güçleştiren bütün olumsuz enerjileri ve ruhumu ağırlaştıran engelleri senin ışıklı ırmağına salıyor, hepsini teker teker bırakıyorum. Hafifliyorum, yıkanıyorum. Parçası olduğum bütünün hayrı için dua ediyor, huzur, uyum ve uyanışta ahenkle BİR olmayı diliyorum, aldığın ve verdiğin her şey için sana bütün varlığımla şükrediyorum... Seni seviyorum varlığından varolduğum, seni seviyorum..."
Yürek Devletinin Soylu Zaafı Akıl Arapçadır, iki şeyi iple birbirine bağlamak, düğümlemek, fikirler/bilgiler arasına ip germektir. *
Gerilen akıl ipi eskiyebilir, yıpranabilir, kopabilir; ama aklın kendisi intiharı asla düşünmez. Yürektir kendi kendini öldüren. Olsun; ölümcül olmasına rağmen, yürekteki aşk olmasaydı bu dünyaya gelmeye değer miydi?.. *
Diyelim ki aşk gönlü besleyen ve yaşatan enerjidir. Ne var ki bu doyumsuz enerji kum saati gibidir; alttaki yürek haznesi dolarken, üstteki beyin haznesi boşalır. Yürek devletinin kozmik odasındaki o enerji kaynağı, keşfedilmeyi bekleyen o günışığı görmemiş sırlarla döşeli saraydaki paha biçilmez o hazinedir aşk. *
İçinde barındığı bedenin olmazsa olmazıdır... Ama onu yıkan, döken, kıran, parçalayıp bitiren şey alışmaktır, kanıksamaktır. Zaten, alışmak uyuşmak demektir. Yüreği bir kalıp buza dönüştüren tekdüzeliktir, uyuşukluktur aşka alışmak. *
Yüreği donmuş insanlara, o allı pullu dinsel ritüellere ve insanların aşık oldukları o dogmalara bakınız; alışmış/uyuşmuş olmanın ve biçime/şekilciliğe tapınmanın en yüce örneklerini görürsünüz. *
Öyleyse alışmamak, uyuşmamak ve yaşamdan keyif almak için bir çıkımlık gezintiler gibi, öncelikle farklı farklı zevklerle lezzetlendirmeli şu kısacık ömrü. *
Müzik mutfağında ruhu doyurma, şiir pınarında aşkı emzirme, roman sofrasında hayal gücünü besleme gibi... Yani sanatın ipinde salınmak gerek. Yani değişen, dönüşen, gelişen, bizi uyuşmaktan alıkoyan; aklı, yüreği ve ruhu doyuran güzel sanatlara ve sevgiyi yücelten tutumlara sarılmak gerek. Yani yürek devletinin ışıldayan meşalesiyle ısınmak gerek... *
Ama gariptir şu insan!.. Aşkta ve yaşamda aranılan biri olmaktansa, arayan biri olmayı yeğler hep. Belki de birinci seçenek çok terlemek, çok üretmek, hedeften ve disiplinden şaşmamak gerektirir de ondandır aranılan olmayı akıl edemeyiş. Eh, zaten insanların çoğu büyük olmak değil, büyük bilinmek isterler. Belki de büyük olmak çok çalışıp az uyumayı ve aşktan meşkten uzaklaşmayı gerektiriyordur, ne dersiniz?.. *
Ne derseniz deyin; bence "Aşk insan aklının en soylu zaafıdır."
Mehmet Sağlam
Ruh'an'i Artık neredeyse günlük yaşantımızda çok fazla rastladığımız, ilişkilerde sıklıkla duyduğumuz ruh eşi meselesi, sanıldığı kadar basit ve insanların "elektrik aldım" diyebileceği yapıda değildir. Ruh ikizi ve ruh eşi birbirine karıştırılır çoğu zaman. Ruh ikizleri, bir gün muhakkak karşılaşırlar. Benzer hayatlar yaşamamış ve birbirlerine benzemiyor olabilirler. Ama ikisinden biri ya da her ikisi de hazır olmadığında karşılaşmışlarsa çok büyük üzüntü yaşanabilir. Ruh ikiziyle karşılaşmanın tek tarifi "yoğun" oluşudur. Ancak ruh ikizinizle romantik bir sona ulaşmak için değil, diğer yarınızı bulduğunuz için, kendi içsel dengenizi sağlamak, keşfetmediğiniz yanlarınızı bulmanız içindir. Oysa ruh eşleri, ruh ikizi gibi zıt değil, içsel dengenizin aksine dışardan gelen tamamlayıcıdır, bir nevi oyun arkadaşıdır. Romantik mutlu sona ulaşılabilecek eşler, ruh eşleriyle olandır. Ancak onlar sürekli birbirine hitap etmez. Zamanla değişim gösterebilir, birbirlerini aynı sevmeyebilir, sıradanlaşabilirler. Ruh eşleriyle birden fazla kez karşılaşabilirken, ruh ikizleriyle bu ihtimal çok düşüktür. Ruh eşinizle karşılaştığınızda onun ömür boyu yanınızda olacağınızı, size destek olacağınız, eksik yanlarınızı tamamlayacağınızı hissedersiniz. Kavgalar bile eksiklerimizi görmemizi sağlar. Ancak ruh ikizi böyle değildir. Onu gördüğünüz an, karnınıza bir bıçak girmiş gibi hissedersiniz. Oysa ruh ikizleri aşkı tanır, daha önce de olmuşlardır. Ama bu durum kendilerinin bile tarif edemediği şekilde, aşktan çok ötedir. Onda kendini bulup, kendinden vazgeçer kişi... Onların en önemli parçası gözleridir. Gözlerine bakınca kendinizi görürsünüz, ruhunuzu... O kendinden bahsederken, bizi anlatıyor gibidir. Ruh ikizleri birbirlerini koşulsuz sever. Çaresizliği, yoğunluğu, birbirlerinden vazgeçememeyi öğrenirler. Şartlar, ruh ikizlerinin bir arada olmasına müsait olmaz çoğu zaman. İnsanlar, onların arasındaki çekimi anlayamaz, ama bütün şartlar ruh ikizlerini ayırmak içindir. Dayanabildikleri kadar dayanmaya çalışırlar, çünkü kopamazlar. Ama ayrılık çoğu zaman kaçınılmazdır onlar için. Ayrıldıklarında çok zorlu bir sürece girerler. Ruh ikizlerinin duyguları özde aynıysa da, yoğunlukları farklı olabilir. Hislerini kendine bile itiraf edemeyen bazı ruh ikizleri, itiraf etse her şeyden vazgeçip, ruh ikiziyle olmayı seçecekken, kimseye zarar gelmemesi için sessiz ve uzak kalmayı tercih eder. Bu bir bedeldir. Çünkü kendilerinden vazgeçerler. Ruhu, ruh ikiziyle giden kişi, dünyada bedeniyle baş başa kalır. Yalnızca kararlı, dikkatli ve cesaretli olunduğu takdirde iletişim mümkün olur.
Özellikle Uzak Doğu'da herkesin bir ruh ikizi olduğuna inanılır ve görünmez bir kırmızı iple, serçe parmağından, ayak bileğinden ya da belinden bağlı olduğu düşünülür. Filmlere de konu olan kırmızı ip, ruh eşi, ruh ikizi, enerjiyle yoğrulan insanları bir gün mutlaka onunla karşılaşacaktır, ama bu durumda onunla bir bütün olup, enerji boşluğunda kaybolmak mı, yoksa ruhumuzdan vazgeçip bedenimizle baş başa kalarak, bir daha asla aynı şeyi tadamamak mı, onu da yaşayarak fark edecek herkes... Yeni yıl için, herkesin 'ruh'uyla buluşmasını dilerim.
Meltem Özbey
Kalabalık Çok kalabalığın içindeyken, Düşersin bilinmeyene, Oradan seni kimler alır, Bilmezsin ki nerdesin!!! Nerdeyim nerdeyim derken, Ansızın bir cevap gelir, İşte olmak istediğin yerdesin, Bu sefer başlarsın söylenmeye, Yahu ben ne demişim? Uzaklardan gelen sese, Kulak ver de dinle, Yüreğin yalnızdır bilirim, Bırak kalmasın öyle… Ne oldu sustun yine, Bir kere de beni dinle, Dinlesen ne olur ki, Sonra git yine meçhule…
Serenay Öztürk 15.12.2012
Simyacı ve Mevlana Paulo Coelho’nun Simyacı adlı kitabında önemli bir mesaj vardır. Bu mesaj en büyük hazinenin bazen içinizde bazen yanıbaşınızda olduğudur. Yurdundan kalkıpta Mısır Piramitleri'nin eteklerine kadar amansız bir yolculuk yaparak kendine söylenen bir hazineyi arayan Endülüslü çobana Simyacı'nın dediği gibi “yolculuk bir öğrenme yöntemidir, bilmemiz gerekenler bize öğretilir.” Bazen bir hazineye uiaşmak için çok çetin yolculuklar yapmalı, eşinizi dostunuzu terk etmek pahasına, kimse size inanmasa da yalnızca kendinize güvenerek yola devam etmeli ve önünüze çıkan engelleri yılmadan aşmalısınız. Ve o yolun sonunda ulaşacağınız şey, gerçek bir hazine olan kendinizi tanımak ve gerçek benliğinizi bulmaktır. O yolu giden herkes sonunda kendini bulur ve anlar ki, hazine benliği, keşfetmesi gereken de kendisidir. Bu hikayeye benzeyen bir öyküde Hz. Mevlana'nın Mesnevi'sinde vardır. Simyacılık eski çağlarda üzerinde çok uğraşılmış ve hiçbir zaman istenilen sonuca varılamamış bir meslek dalıdır. Tüm elementlerin kimyalarıyla oynayarak sadece saf altın bulma serüveni olup tarih boyunca insanların en değerli bu madeni saf altına çevirerek zengin olma hayellerinin ötesinde saygın ve ulaşılmaz bir şahsiyet olmaları onları bu sevdadan vazgeçirememiştir. Hz. Mevlananın Mesnevisi iyi incelendiği zaman görülecektir ki Kuran-ı Kerim'in ve Peygamber Efendimizin hadisleri ışığında insanların kötü düşüncelerinden ve yaptıkları hatalardan kurtulup, saf ve altın gibi temiz bir kalp meydana çıkartmak aslında mümkündür. Görülüyor ki bu kalp temizliğinde insanın kendine yaptığı yolculuk kendi değerinin ve kendinde olanların farkına varabilmesi adına Mesnevi'de anlatılan definesini arayan adam adlı hikaye ile örtüşmektedir. Şimdi hikayeye geçmeden bir şey sorgulamamız gerekiyor. Hz. Mevlana'dan asırlar sonra yazılan bu hikaye ve kurgu roman aslında Mevlana tarafından kaleme alınmış fakat Mesnevi okuyup onu anlayan insanların ne kadar büyük bir malzeme çıkardığı ve asırlar sonra bile Mevlana'nın dediği gibi bu yazılanlar bir hikaye değil senin ve bizim halimizdir. Hikaye bir ölçeğe benzer içindekiler de tahıl tanesidir. Sen içindekileri almaya çalış elinden kaysa bile ölçeğe hiç bırakma demesi, işte gerçek mana budur. Bir zamanlar Bağdat'ta yaşayan bir adam varmış. Bu adam günün birinde büyük bir mirasa konmuş. Hiç bir çaba harcamadan öyle bir mal mülk sahibi olmuş ki ne malının ne de mülkünün kıymetini bilmemiş, kendi emeği ile kazanmadığı parayı har vurup harman savurmuş.
Bir söz vardır hazıra dağ dayanmaz diye. Günler geçtikçe bizim Bağdatlı'nın tüm parası gün be gün tükenmiş, cebindeki bütün akçeler başkasının ceblerini doldurmaya başlamış. Paralar suyunu çekince de elinde ne var ne yoksa hepsini satmış, sıfırı tüketmiş. Dünyanın ortasında parasız pulsuz kalakalmış. Geç akıllanan adam, vay ben ne yaptım diye dövünmeye, ağlamaya başlamış. Allah'ım bana para verdin, mal mülk verdin bense hiç kıymetini bilemedim. Hepsini tükettim sana yalvarırım bana bir geçim yolu göster yoksa bu canı alda kurtar beni bu sefalet hayatından diye yalvarmaya başlamış. Tam o gece bir rüya görmüş, rüyasında aksakallı bir dede Allah'ın dualarını kabul ettiğinin söylemiş. Bağdat'tan kalkıp Mısır'a gitmesi gerektiği, orada bir define bulacağı anlatılmış. Adam heyecanla ve büyük bir sevinçle yollara düşmüş. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra nihayet Mısır'a varabilmiş. O kadar aç ve susuz kalmış ki sersefil bir halde ne yapması gerektiğini düşünüp buralarda ölmemesi gerektiğini ve yaşamak için dilenmekten başka çaresinin olmadığına karar verip gecenin olmasını beklemiş ve gecenin karanlığına sığınıp dilenmeye başlamış. O sıralarda hırsızlık çok yaygın olduğu için Mısır Halifesi gece karanlığında kimi sokakta görürseniz mutlaka cezalandırın sakın acımayın diye ferman çıkarmış. Bundan haberi olmayan Bağdatlı, geceyarısı bir bekçiye hemen yakalanmış. Adam bekçiye yakalanınca dayak yemeğe başlamış fakat bir yandan da neden bu kadar dövüldüğünü bekçiye sormadan edememiş. Bekçi de hem kıyafetinden hem de konuşmasından adamın buralardan olmadığına kanaat getirerek adama sormuş. Söyle bakalım sen nerelisin, nereden gelip nereye gidersin, demiş. Bizim Bağdatlı da adama, ben buralarının yabancısıyım ta Bağdat'tan gelip buralarda bir adres soracağım, açım susuzum, o yüzden bir ekmek parası için dileniyorum demiş. Bekçi adamı dövmeyi bırakıp söyle bakalım buralarda ne işin var demiş. Deli misin insan ta oralardan buraya aç ve susuz neden gelir demiş. Bu yüzden adam yaşadıklarını ve gördüğü rüyayı adama bir bir anlatmış. Bekçi adamın rüyasını dinlemiş sonra da gülmeye başlamış. Sen bu rüyaya kapılıp buralara kadar gelmişsin, anlaşılan akılsızın birisin. Ben yıllardan beri zaman zaman aynı rüyayı görürüm. Bağdat'ta, falan mahallede, filan evin bahçesinde bir define var, git onu al derler de ben dinlemem. Benim aklım başımda senin gibi aptal birisi değilim demiş. Adam bir anda yediği dayağın etkisini unutmuş çünkü bekçinin söylediği adres kendi evi çıkmış. İçinden Allah'a şükretmiş ve tekrar gerisin geriye memleketinin yolunu tutmuş. Yorgunluktan bitap düşmüş ve tarif edilen yerde defineyi bulmuş. İsterseniz, uzun yolculuklara çıkmadan önce içinize bir bakın. Belki hep aradığımız fakat bir türlü bulamadığımız hazine oralarda bir yerlerde saklıdır, kimbilir.
Neyzen Ahmet Erdoğmuş
Hepsi Benim... Aynaya baktığım da görmek istediğim röntgen filmim olmalısın. Sakin, durağan, soğuk, mesafeli ama aslında çok içten ve yanıbaşımda gibi. Ama bir o kadar da uzak gibisin. Bazen gerçek mesafelerde bile başucumda, bazen yanımdayken bile okyanus aşırılardasın. Belki de hepsi benim. Evet, evet hepsi benim tümlüğüm. Hiç olmadığım ama olmak istediğim. Ya da bazen ardına sığınmaktan sıkıldığım dışadönüklüğümün bana geri dönüşüsün sen. İçimde barındırdığım ama nasıl olunacağına dair hiç fikrimin olmadığı sudaki aksimsin. Sende kendi yüzlerimden birini görüyorum. Birbirlerinde kendi yansımalarını görmeli insanlar ve o yansımaları birleştirerek oluşan kocaman ışık hüzmeleri ile hizmet etmeliler evrene. Bazen kendi yansımalarımda kayboluyorum. İçime bakıyorum, her şeyi barındırıyorum orada. Birini öldürdükten sonra yakıp, küllerini bir pet şişe ile buzdolabında saklayacak kadar cani; evsiz barksız, hüzünlü gözlerle etrafı izleyen birini alıp, dertleri ile gözlerimi dolduracak kadar yufka yürekliyim. İçimden bin bir türlü karakter, bin bir türlü rol geçiyor. Bazıları kalıyor, bazıları gidiyor, bazıları sadece geçerken uğruyor. Ama hepsi bana ait. Tüm bu yansımaların arasında kendimi bir tanesine bırakmak istiyorum. Bir tanesine ait olmak, orada kalmak ve oradan yoluma devam etmek. İşte orada kocaman bir levha: DUR!!! Buraya değil, az ileriye diyorsun bana. Kendi yansımalarıma kendimi teslim edemiyorum. Yansımalarım yanılsamalarıma dönüşüyor. O değil misin sen? Bir parçası değil misin diğer benlerin? Kendimi sana teslim edemeyeceksem ne işim var burada ve ne halt ediyorsun zihnimde? Çünkü benim artık gardımı indiresim, beyaz bayrak sallayasım, gözlerimi kapatıp kendimi boşluğa bırakasım var. Tutmayacaksan yol vereceksin, ortası yok!
Evrim Yılmaz
Kış Geldi Kış geldi Yeni... Ondan olacak bu derin görünümlü huzursuzluğum Ya da soğukta her şeyin bir başka kokması Hatırlatmasa sorun olmayacak bana, Çocukluğumun serin esintilerini... Kızarmış balıktan sonra Mutfak eşyalarına; Halıya, tezgaha, anneme... Sinmiş ve sıcaklık yirminin altına düştüğünde başkalaşan... Bir fantastik İkinci Dünya Savaşı dönemi Caz şarkısı gibi Kuvvetle muhtemel Gloomy muhteviyatlı.
Ayşe Yılmaz
Kaçak '15 Kanını toplayamayacak kadar akıtırken arkanda bıraktığın yollara Kalbinin her hücresini başka bir kaldırımda bırakırken suskunca Emin olduğun her cümle aslında başlamadıysa Her nefes alışın yuttuğun bir harfin düğümüyse boğazında Öldüğün her savaştan yeniden ölmek için doğunca Cevapsızlık telefonda kalmış bir aramaysa Ağzından dökülen her hece al rengli dilini kanatıp çıkıyorsa Söylediğin her sözcük iskambil kağıdı misali yıkılıyorsa avuçlarına Fark edilen her acı yeni bir günün başlangıcıdır hayatında Yeniden hoş geldin hayata Ama bil ki: Fazla kalmayacaksın hatıralarda…
Işık Yavuz
Masal Bitti Sondu bu biliyorum, her şeyin sonu... Yıkılacaktı kurduğumuz onca hayal Ayrılacaktık er ya da geç biliyorum. Yine binlerce cümle sıralandı dilimde, hepsi senin için, hepsi sana Yazdığım satırlar dünden bana bıraktığın hatıra Manzaram virane, yıkık bir ev Yüreğimin derinlerinde can çekişiyor hayaller... Nerden başlasam, ne anlatsam Yorgun, yıkık, sırtı kambur aşkımı nerelere bıraksam Ne yana dönsem acıtan sensizliği nasıl unutsam Kaçsam, gitsem, seni içimden atabilsem... Yine efkarlardım, gözlerim uzaklarda Manzaramdaki binlerce evin birindesin Gülümsüyorum hepsine değerken bakışlarım Biliyorum, bir gün hissedeceksin. Bu başka bir acı Gözlerinin derinine bakan katiline Seve seve canını vermek Gülümseyerek ölmek gibi... Gitmeliydin... Gitmen gerekiyordu Seviyordun ama. Gittin! Öyle gerekiyordu. Gittin... Bir gün, bir yerlerde beni düşüneceğini biliyorum. Aklına geldiğimde acıyla gülümseyeceğini biliyorum. Sonra bir gün bir yerde beni unutacağını biliyorum. Zamanın bir diliminde, ellerinin başka bir elde Gözlerinin başka bir gözde Ve kalbinin başka birinde olacağını biliyorum. Bu sondu biliyorum. Açılmayacak yeni bir sayfa daha Benim ellerim değmeyecek başka bir ele biliyorum. Ve gözlerim değmeyecek başka gözlere. Bir daha aşkla, çocukça, o heyecanla gülümseyemeyeceğim. Biliyorum. Sen gittin ve masal bitti...
Kezban Şahin
“Tek bildiğim, hiçbir şey bilmediğimdir.”
(Sokrates, MÖ 470-399)
Editörün Notu: Bu sözle her tür bilgi arayışının hiçbir şey bilmediğinin kabulüyle başladığını anlatan Sokrates'in amacı, bilgisizliği ve bilgi olduğu düşünülen şeyi ortaya çıkararak, bireyi mantıklı yaklaşımlar aracılığıyla doğru davranışa sevk etmekti.
İçimdeki Sen Bazı fotoğraflar vardır, sözcükler onları anlatmakta yetersiz kalır. İşte bu fotoğrafta ben de aynı şeyi yaşıyorum. Sizler doğanın karşınızda çizdiği inanılmaz güzellikteki şekilleri izlerken, acaba vapurdaki kişiler içlerinden neler neler geçiriyorlardır? Sevgileri, hasretlikleri, yaşama sevincini, yalnızlığı... Ben ise içimdeki seni düşünüyorum; bedenime sığdıramadığım deli ruhumu.
Bora Eke
Denizkızları... Adamın biri, her mehtaplı gecede alır başını deniz kıyısına gidermiş. Dönüşünde sorarlarmış: —Ne gördün? —Dünya güzeli denizkızları gördüm. Altın saçlarını gümüş taraklarla tarıyorlardı, dermiş hep. Bir gece yine tek başına deniz kıyısına vardığında, gerçekten dünya güzeli denizkızları görmüş, altın saçlarını gümüş taraklarla tarıyorlarmış. Döndüğünde yine sormuşlar: — Ne gördün? —"Hiç" demiş. "Hiçbir şey..."
Oscar Wilde Editörün Notu: Belki de gerçekleşmeyen hayallerimiz için daha az üzülmeliyiz...
EFT
(Engin Film Tavsiye)
Total Recall (Gerçeğe Çağrı) [2012] Filmde, düşleri gerçek anılara dönüştüren Recall isimli bir şirketten hizmet alan bir adamın yaşadıklarını izliyoruz. August Rush (Kalbini Dinle) [2007] Güzel öyküsüyle müziğe doyabileceğiniz keyifli bir film. Daredevil (Korkusuz) [2003] Marvel'in The Man Without Fear olarak da bilinen efsanevi çizgi roman karakteri, gündüzleri avukat kimliğiyle geceleri de Daredevil olarak şehri kötülerden arındırmaktadır. Amores Peros (Paramparça Aşklar ve Köpekler) [2000] Meksika sinemasının son yıllardaki en dikkat çekici yapımı, çakışan üç hikâyeyi bir arada sunuyor. The Usual Suspect (Olağan Şüpheliler) [1994] Kurgusu, öyküsündeki gerilim ve sürprizlerle dikkat çekici bir başyapıt!
Kitap tavsiyesi;
Sevgi mi? Bağımlılık mı?
Brenda Schaeffer
Sağlıklı sevginin, sağlıklı ilişkilerin yalnızca kendimiz olmayı başardığımız anda gerçekleştiğini, kendimizi bilmenin, kendimize yeterli olmanın sevgimizin ve özgürlümüzün anahtarı olduğunu söyleyen Brenda Schaeffer, bu kitabına çoğumuzun bağımlı sevgi duygusunu yaşayıp da gerçek sevgi yaşadığımız yanılsamasına nasıl düştüğümüzü gözler önüne sermektedir. Bir çok ilişkiyi besleyen öğenin bağımlılık olduğunu söyleyen Schaeffer, sevgi bağımlılığına yol açan etkenleri inceleyip, nasıl ve niçin bağlandığımızı, bunu nasıl anlayabileceğimizi, en önemlisi de sağlıksız sevgiyi doğuran bağımlılık duygusundan nasıl kurtulacağımızı yaşanmış olaylardan örnekler vererek göstermektedir. Bir birey ve psikoterapist olarak kendi tecrübelerinden de yaralanan Schaeffer, bireyselliğimizi yitirmeden sağlıklı birlikteliği nasıl oluşturabileceğimiz konusunda uygulamalı bilgiler de sunmaktadır.
Fıkra
Afacan Ali İş adamı tıraş olurken bir yandan da berberiyle sohbet etmektedir. Derken kapının önünden ağır ağır geçmekte olan paspal bir çocuk görürler, berber adamının kulağına fısıldar: "Bu çocuk var ya dünyanın en aptal çocuklarından biridir! Bak, dikkat et şimdi..." Berber çocuğa seslenir: "Ali buraya gel!" Bunun üzerine çocuk sakince dükkana girer ve yüzündeki aptalca sırıtmayla berberi selamlar. Berber adamın kulağına sessizce, "bak şimdi" diye fısıldar ve bir elinde beş, diğer elinde elli lira olduğu halde çocuğa sorar: "Hangisini istiyorsan alabilirsin?" Çocuk dalgın dalgın bir 5 liraya bir 50 liraya bakar ve sonunda beş liralık banknotu hızlıca çekerek berberin elinden alır ve dükkandan çıkar. Berber işadamına döner ve gülerek: "gördün mü? sana söylemiştim" der. Tıraş bitince adam sokağa çıkar ve az ileride kendi kendine oynayan Ali'yi görür yanına giderek neden elli değilde beş liralık banknotu aldığını sorar. Çocuk zekice bir sırıtmayla yanıt verir: "Hehe... Eğer 50 lirayı alırsam oyun biter!"
BURÇLAR'ın Genel özellikleri ve Hassas olduğu organları KOÇ (ARIES): Tez canlılık, ani çıkışlar, cesaret, öncülük, hazır cevaplılık, saldırganlık, dürüstlük... Baş BOĞA (TAURUS): Sanat gücü, değerli şeyleri toplama merakı, güzelliğe düşkünlük, sevgi, duygu, para sahibi olma isteği, mimari ve sanat alanlarında başarı, fazla değer verme, sözünden ve kararından dönmeme... Boyun boğaz, yumurtalık İKİZLER (GEMINI): Dil öğrenmeye yatkınlık, konuşma, eğitim, gevezelik, yenilikleri izleme, dostluk, el sanatlarında başarı, uçarlık, cana yakınlık, duyguları ciddiye almama, canlılık... Akciğerler, omuzlar, kollar, sinir sistemi YENGEÇ (CANCER): Kuşku, acıma, kıskançlık, tutumluluk, yuva sevgisi, unutmamak, hislerin sık değişmesi, kazançlı işler görme... Solunum yolları, mide, göğüs, rahim
TERAZİ (LIBRA): Güzellik, güzel sanatları sevme, çekicilik, siyaset, iyi niyet, tarafsızlık, tembellik, hoş görülülük... Böbrekler, sırtın alt kısmı, pankreas AKREP (SCORPIO): Kuşku, dikkat, araştırma gücü, sezi, ihtiras, sevgi, dostluk, pişmanlık, duyguları gizleme... Seks organları, mesane, idrar yolları YAY (SAGITTARIUS): Din, felsefe, bağımsızlık, eğitim, özgürlük, olgunluk, sporda başarı, iyi niyet, hayal gücü, maymun iştahı, sabırsızlık, talih, ilgi, neşe... Karaciğer, kalçalar, bacak üstleri OĞLAK (CAPRICORN): Çalışkanlık, disiplin, hırs, sözünden ve kararından dönmeme, dayanma, sertlik, kanaatkârlık, sorumluluk, kuşku, kin, planlı hareket, karamsarlık, yalnızlık, sabır, zenginlik... Deri, kemikler, dizler, dişler
ASLAN (LEO): Diktatörlük, baskı, mertlik, babalık, gurur, dürüstlük, cesaret, kendini beğenme, cömertlik, yaratıcılık, fedakarlık, neşe, üstünlük... Kalp, sırt, belkemiği, atardamarlar
KOVA (AQUARIUS): Yenilik merakı, değişiklik, insan sevgisi, büyü, akıl, deha, kendini beğenme, geçmişe bağlılık, dengesizlik, bakımsızlık, tartışma, dikkati çekme... Bilekler, baldırlar, kan dolaşımı
BAŞAK (VIRGO): Dostluk, dikkat, kınamak, ustalık, cana yakınlık, giyim merakı, titizlik, temizlik, esprili konuşma, iyilik isteği, hastalık korkusu... Bağırsaklar, karın, bel
BALIK (PISCES): İçli duygular, renkli hayaller, sevgiye düşkünlük, güzel sanatlarda başarı, sezme gücü, merhamet, iyi niyet, yardım etme, çekingenlik, karamsarlık... Bellek, ayaklar, lenfa dolaşımı, duygular
İyilik mi? Canınız çok iyilik yapmak istiyorsa, iyiliği kendinize yapın ve insanları umursamayın. Gerçekten anlamakta zorluk çekiyorum. İnsanlar sürekli çok iyiler, iyilikten ölecek kadar iyiler; böyle etrafa yardımlar saçıyorlar ama bunun karşılığını bulamamaktan şikayetçiler ve sürekli mutsuz geziyorlar. İyilik kavramının günümüzde anlamını tamamen yitirdiğini düşünüyorum. İnsanlar kendi egolarını tatmin etmek için, kendi vicdanlarını duymamak için sürekli kendilerince insanlara saman altından iyilik yapma peşindeler. Herkes bireysel düşünmeye o kadar alışmış ki, kimse yaptığının gerçekten iyi bir sonuç doğurup doğurmayacağını sorgulayamıyor. Onu da geçtim, insanlar bunun için bir de karşılık bekliyorlar yahu, olacak iş değil. Bütün iyilik çabalarını eleştirmeyi bırakıp, başka yönden baktığımda bile durumu sevimsiz kılan şu karşılık talebi beni benden alıyor. “Ya ben şuna böyle yaptım, buna böyle yaptım da bana yaptığına bak…” arkadaşım yapmasaydın. Sen iyilik yaptın diye insanlar seni sevmek zorunda mı? Hele ki bu durumu da sosyalleşme, kendini sevdirme aracı olarak kullanan, satırlarımda kendilerinden bahsederken bile yüzümü ekşiten bir insan tipi olarak; kendisini sevdirmek için bık bık bık melek gibi etrafta dolaşan o tipler, ay Allah muhafaza, gerçekten katlanılır gibi değiller… Gördüğünüz gibi, bana yaranamıyorsunuz. Çeşit çeşit kişiliklerle karşılaştıktan sonra jestlerin çoğundan samimiyetsizlik kokusu almaya başlıyor insan. Bunlar hep mantık dışı, duygusal çabalar. Ben henüz duygularıyla hareket edip mutlu olan, zafer kazanan birinin hikayesini dinleyemedim. Ufak çaplı kazançlar oluyor her zaman, insanlar bunlara kanmak istiyor, yanılmaktan bıkmıyorlar. Çünkü içindeki tek tarafı dinleyerek hareket etmek çok kolaydır, akışına bırakmaktan öte; düşünmemek çok kolaydır. İyi davrandığı insanın kendisini sevme olasılığı çok düşük de olsa, tatlıdır. Kolaya kaçarak ne bir şey kazanabiliyoruz, ne de kazançlarımızı elimizde tutabiliyoruz. Muhakeme kurmak, kafa yormak zorundayız. Lütfen, sahip olduklarınızın farkında olun ve lütfen, lütfen burnunuzu havaya kaldırın. Küçük dağları yaratmadığınızın farkındaysanız, burnunuz size hiçbir sorun yaşatmaz. Havalı olun, güçlü kalın. Öpüyorum.
Gizem Galioğlu
Çaresiz Özlemler… Kaybettiğimiz, sevdiklerimizin telaşında sıkışıp kalmış olan özlemimiz…
acıları en derinimizdeyken yaşama ruhumuz nefes almaya direnen “o”
Uyanılan sabahların, özlenenlerin yokluğundaki ‘’o’’ his tarif edilebilinir mi? “O” sesi bir daha hiç duyamayacak olmak nasıl nefessiz bırakır insanı ve nasıl özlenir çekip giden her bir nefes... O eski kahvaltılar yok gibi o sohbetlerin yerinde yeller eser gibi... Özlemek, yaşarken eksik olmak gibi mi? Özlemek nasıl bir şey? Kelimelerin sessiz kalması, ellerinin soğuk olması gibi bir şey mi? Yoksa “anne” kelimesi geçen her konuşmada hüzünlenmek gibi mi? Peki ya baba diye başlayan cümlelerde “özlemek…” güçlü hissedip “yalnız” ağlamak gibi mi? Mutluyken bir anda mutsuz olabilir mi insan? hisseder mi, görür mü özlendiğini?
Özlenen bunu bilir mi
“O” ses unutulur mu “o” son bakış peki? Unutmaktan korkabilir mi insan? En sevdiği şarkısı, radyo kanalında duyulduğunda kulakları çınlatır mı, boğazda düğümlenir mi acının şarkısı… Ne kadar “çok” olabilir ki insan ne kadar “kalabalık” hissedebilir kendini öylesine eksik “öylesine” yaşarken... Yalnızlığa alışabilir mi insan ve nasıl kabul edebilir “o” cevapsız kalacak olan sorularını! ... Bilirim, her giden bırakır arkasında sevdiklerini bilir her kalan “o’” özlemin bitmediğini... Bilirim, bazen konuşmak istemez insan konuşursa eğer, hatırlamaktan korkar sanki unutabilecekmiş gibi! Bilirim, bazen öyle bir ses duyar ki insan, dönüp bakar dolu gözlerle sanki oymuş gibi...
Bilirim, “yaşar” her insan yaşarken fark edilemez yokluğun özlemi, bu yüzden değil midir? Son vedalar hani hep bir burukluk yaşatır ya insana... Şimdi ne o sohbetler ne o sofralar ne de o kahkalar var. Şimdi... Geçmişte kalan anıların günden güne çoğalan özlemi var... Bu yüzden bilirim, her kalan “yaşar”, yaşar da hep eksik kalır bir tarafı alışamaz ki insan, sadece “alışmış” gibi yaşar o kadar.
Ece Çekiç
Kaybolan Çocuk Kaçmak istediğin olur mu hiç? Bu şehirden ve bu insanlardan; Hatta bazen dünyadan ve zamandan.. Kaçtığında sığınaklarının anahtarını kaybettiğin olur bilirim. Bilinmez ve görünmez olduğun anlar. Gerçekle hayali katıp karıştırdığın. Bu kadar sığ olmamalı dediğin ve hep bilmeye aç hissettiğin. Aidiyetimiz bir anlık olmasa gerek bu kadar mucizevi iken. Seyyah ruhum bir kuşa yoldaşlık etmek ister bazen, Bazen günbatımı gibi ağır aksak sıyrılmak varlığımdan ışıklar saçarak. Bazen sonsuz ve derin deryalara dalmak. Beden ruhun tutsaklığıdır, ağırlaştırır, metalaştırır... Ruhlarımız ölümsüzdür, hislerimiz de. Çünkü hiçbir şey yok değildir. İllaki yaşanacaksa çocuk kalabilmeyi bilmeli insan. Şimdi iyi dinle çocuk: İstemsiz var olduğun sokaklarda yalpalarsın çocuk. Adresini bilmezsen üşürsün ve hatta üşütürsün hissizlikten... Dünyada mecburiyetler vardır hürriyetlerden çok. Bir de diğerlerinin işlerini zorlaştıran insanlar, Daha büyük olmak için güçsüzün üzerine basanlar; Yani dev ruhlu cüceler! Çok üşürsün kendini hırpalarsın çocuk Düşündükçe hiçliğine ve tepkisızliğine ağlarsın çocuk. Seksek oynamak gibi değil hayat, Tek ayak üstünde sürekli cezada; Çizgiye bastın mı yanarsın çocuk! Çocuk kahkahalara ihtiyacım var Mutlu olmam lazım. Sen en iyisi hiç büyüme çocuk...
Melike Meral
Kasım 2012
Sosyal Medya Dedikleri Kimi markalar, rakiplerinden geri kalmamak için, kimileri de maddi getiri beklentisiyle sosyal medyada yer almaya başladılar. Bazıları çok konuşuldu, bazıları ise hiç varlık gösteremedi. Tabi çok konuşulanlar da, bekledikleri maddi veya manevi getiriyi elde edebildiler mi, bilinmez! En son, gündemi bir hayli meşgul eden sosyal medya olayına da Hürriyet Gazetesi imza attı. İnananların da inanmayanların da merakla beklediği ve hafif de olsa korkup çekindiği 21 Aralık 2012’de ana sayfasında geri sayım yaparak, gerek sosyal medyada serseri mayın gibi gezenleri, gerekse işten güçten kafasını bir anlığına kaldırıp gazete sayfalarına göz atanları; kah gülümsetti, kah endişeye sürükledi, kah kızdırdı. Hürriyet, Hürriyet’liğinden bir şey kaybetmedi ama sanki kazandığı da bir şey yok. Unutmaya çok meyilli bir toplum olmamızdan mütevellit zaten bu hamleyi ertesi gün hatırlamaz olduk. Aslında sosyal medya da tıpkı çağın gerektirdiği gibi gelip geçici ve eğlencelik. Bundan öteye gitmesini biz istedik, bunun için mücadele ettik, hatta gereğinden fazla özen göstererek anlamlar yükledik. Bir markanın sosyal medya iletişimi, neredeyse fiziksel iletişiminin önüne geçti. Facebook gönderisinde vurucu cümleler kullanmak, Twitter’dan çok hızlı geri dönüşler yapmak, satılan malın kalitesinden veya verilen hizmetten daha değerli hale gelmeye başladı. Bir anda tüm markalar, kendilerini ait gördükleri sosyal ve kültürel sınıfa göre bir dil oluşturma telaşına düştüler. Yazık ki, kendilerini takip etmesini istedikleri gruba hiçbir zaman ulaşamadılar. Zira, hedeflenen kitle –genelde bu grup elit, okur-yazar, kendi ayakları üzerinde duran, orta yaş, çalışan, üreten insanlar oldu- Facebook ve Twitter’da beğendiği markayı takip edebilecek zamana sahip değildi. Kimse, yediği çikolata kötü çıktığı için Twitter’dan şikayet etmeye uğraşmıyordu veya aldığı ayakkabıya bayıldığı için hemen aynanın karşısında fotoğraf çekip Facebook’ta paylaşmıyordu. İstenen kitleye ulaşamamak, o markaları yöneten insanların yalan söylemelerine neden oldu. Bir dijital ajansta, muhasebeci ve avukattan bile daha çok ve daha kıvrak yalan söyleyen klavye şövalyeleri bulabilirsiniz. Herhangi bir insanın, 2 haftalık bir süreçten sonra kendine “uzman” diyebileceği tek sektör herhalde sosyal medyadır. Çünkü hepimiz iyi kötü kullanmayı biliriz, biraz dikkat, birkaç süslü söz ve bolca gülen surat! Sosyal medyaya önemsiz
demek de doğru değil ama genel olarak fazla büyütüldüğünü, bu yüzden de biraz içinin boşaldığını söylemek mümkün. Sayılar ve raporlar abartılı, sektör çalışanları henüz doğru düzgün Türkçe bile yazamayan insanlarken, bir markanın dijital iletişimini yürütebilmeleri ise tam bir deli cesareti! Zaten genel olarak da, perde arkasındakiler “o cümleler bundan mı çıkıyor?” denecek insanlar. Bir alışveriş sitesinin sosyal medyasını yöneten kişi, 8 yıldır aynı pantolonu giyen Ayşe; bir dişçinin dijital iletişimini yapan, ağzında sağlam diş olmamasına rağmen dişçiye kesinlikle gitmeyen Osman; bir yiyecek markasını ekran başında yöneten, asla evine o markayı sokmayan Fatma’dır. Dışarıdan çok eğleniyormuş gibi görünen bu insanlar, sabah zorla birbirlerine “günaydın” diyip, tüm gün kulaklıkla çalışır, mesai bitiminde de evlerine dağılırlar. Ne çok çılgındırlar, ne de akılların almayacağı kadar üretken ve yaratıcı. Genelin düşündüğü gibi, her sabah ellerinde 1 kiloluk Starbucks bardaklarıyla işe gelmezler, hepsi yemekten sonra garsona “çay var mı usta?” diye sorar. Önceleri farkında olmadan, sonra da umursamadan, konuşurken yerli yersiz İngilizce kelimeler kullanırlar. Hemen hemen hepsi –itiraf edemeseler de- yaptıkları işin sanal, geçici ve manasız olduğunu düşünürler. Yönettikleri markalardan kolay kolay haz etmezler ve küçücük bir çevrede, kendi aralarında sosyalleşerek çok eğleniyormuş gibi yaparlar. Sadece sosyal medya sektöründe çalışanların bildiği ve “vay be çok iyi yöneltiyor” dedikleri markaları, onlar dışında kimse duymamıştır. Geniş bir kitleye hitap ettiklerini düşünürler ama aslında sadece birbirlerinden haberdardırlar. Kendi yönettikleri markaları beğenir, kendi fikirleriymiş gibi sosyal medyada reklam yaparlar. Bir anda işleri hayatları ve tercihleri oluverir. Eğlence olarak başlamış olan ve niteliği gereği de öyle devam etmesi daha güzel ve zararsız olacak bir şeyin, bu kadar ticari olması tabii ki sinir bozucu. Yakın zamanda kısa bir süre de olsa, bir sosyal medya sektörü deneyimim olduğu için, gönül rahatlığıyla söylüyorum ki; hiçbir iş eğlenceli değil. Ha bir de, ben muhasebeci olmayı seviyorum!
Simsiyah
..EnginDergi.. Ocak 2013 sayı 37 www.engindergi.com bilgi@engindergi.com