engindergi-s39

Page 1

EnginDergi Y覺l: 2013 - Say覺: 39


İstanbul, Türkiye Fotoğraf: Güvenç Aydoğan

"Akıllı insan, düşündüğü her şeyi söylemez; ama her söylediğini düşünür." Aristoteles


İçerik; Sy.04) Hayat Kısa – Engin Enginer Sy.06) Anonim hikaye: Tuz Sy.07) Düşünceler Firar Edince – Tuğçe Büyükabacı Sy.08) Aşk üretip aşk tüketen Sinderella’ya... - Mehmet Sağlam Sy.09) Kaçak '17 – Işık Yavuz Sy.09) EFT (Engin Film Tavsiye) Sy.10) Bir, iki, üç – Serenay Öztürk Sy.10) Lafta Değil, Aşkla Seviyorum – Kezban Şahin Sy.11) Burçların nitelikleri Sy.14) Cocker Cinsi Vodka'dan Sahibi Sema Kahveci'ye Mektup Sy.16) EnginSözlük Sy.17) Kitap tavsiyesi; Kürk Mantolu Madonna – Sabahattin Ali Sy.17) Fıkra: Çukur Sy.18) Çakma Dinazor – Simsiyah Sy.20) 21.yy Çığırı: Teknoloji – Pınar Şahin Sy.21) Tutsak mı Tut(ma)sak mı? – Melike Meral Sy.22) Adı Batsın Katrina – Tuncay Ünaydın


Hayat Kısa Herkes gibi pek çok farklı konuda kendimce ürettiğim ve teorileştirdiğim düşüncelerim mevcut. Bunlar bilimsel olarak kanıtlanmamış yahut gerçekçi temellere dayanan fikirler olmasa da benim savunduğum düşünceler. Bunlardan birisi de insan ömrünün 'diğer etmenler gözardı edildiğinde', temelde yedişer yıllık dönemlere ayrılıyor oluşu ile ilgili. Düşünecek olursak 0-7 yaş okul öncesi dönem bireyin dünya algısının farklı şekilde çalıştığı ve büyükler tarafından pek de ciddiye alınmadığı süreç. Sonrasındaki 7 yıllık dönem 7-14 yaş aralığı ise kişinin aile içinden farklı ortamlara karıştığı ve çevresel faktörlerin etkisine maruz kaldığı ilk öğrenim aşaması. 14-21 yaş ergenlikle birlikte gelen genç olma, kendini ispat ve yaşanan delikanlı çağlar. Dünyada farklı ülkelerde farklı yaş sınırlamaları(16-1821) uygulanan alkol tüketimi, araç kullanımı, seçme-seçilme hakkı gibi hakların elde edilişi ülkemizde 18 yaş'a tekabül etse de kişinin karakterinin oturması ve ayaklarının yere basması için gerekli yaşın 21 olduğu kanısındayım. Çevremde bu yaş grubunda izlediğim pek çok kişinin de hayata bakış açısının 21 yaş itibariyle büyük ölçüde değişime uğradığını gözlemlemekteyim. Ardından gelen 21-28 yaş; bu döneme kadar elde edilen birikimlerin değerlendirilip hayata yansıtıldığı, geleceğe yönelik kararların bir çoğunun alındığı (iş, eş seçimi vb.), artan farkındalık ile birlikte hayata dair belirsizliklerin en çok hissedildiği yaşam süreci. Bu yaşlarda olan insanlar çoğunlukla diken üzerinde yaşıyor gibidir; endişe ve kaygının en yoğun olduğu, bugüne kadar hep büyümek için can atan bireylerin zamanı durdurmak, hatta geriye almak için pek çok şey vermeye hazır oldukları bir dönemdir. Sonraki dönem, yani 28-35 yaş arası. Hayata geç atılıp taşları henüz yerine oturtamayanlar için daha çok çabalamanın gerekli olduğu, belirli bir düzene sahip olanlar için ise bu düzenin sürekli sorgulandığı; gençlikten orta yaşa geçiş sıkıntılarının ve yaşlanmaya dair endişelerin ön plana çıktığı, içsel hesaplaşmaların arttığı yaşlar. “Yaş otuz beş! yolun yarısı eder. Dante gibi ortasındayız ömrün. Delikanlı çağımızdaki cevher, Yalvarmak, yakarmak nafile bugün, Gözünün yaşına bakmadan gider. Şakaklarıma kar mı yağdı ne var? Benim mi Allahım bu çizgili yüz? Ya gözler altındaki mor halkalar? Neden böyle düşman görünürsünüz, Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?


Zamanla nasıl değişiyor insan! Hangi resmime baksam ben değilim. Nerde o günler, o şevk, o heyecan? Bu güler yüzlü adam ben değilim; Yalandır kaygısız olduğum yalan. Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız; Hatırası bile yabancı gelir. Hayata beraber başladığımız, Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir; Gittikçe artıyor yalnızlığımız. Gökyüzünün başka rengi de varmış! Geç farkettim taşın sert olduğunu. Su insanı boğar, ateş yakarmış! Her doğan günün bir dert olduğunu, İnsan bu yaşa gelince anlarmış. Ayva sarı nar kırmızı sonbahar! Her yıl biraz daha benimsediğim. Ne dönüp duruyor havada kuşlar? Nerden çıktı bu cenaze? ölen kim? Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar? Neylersin ölüm herkesin başında. Uyudun uyanamadın olacak. Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında? Bir namazlık saltanatın olacak, Taht misali o musalla taşında.” Cahit Sıtkı Tarancı Cahit Sıtkı Tarancı, Otuz Beş Yaş Şiiri'nde ne de güzel anlatmış o yaşlardaki halet-i ruhiyeyi. Oysa hayat gerçek anlamda 35'inden sonra başlıyor. Ne ektiysek onu biçiyoruz bu saatten sonra. Bir yanımız genç ve istekli, yeniliklere açık; diğer yanımız ise yaşanan tecrübelerden dolayı o kadar da esnek olmadığı için radikal kararlar almaktan kaçınan bir durumda. Peşi sıra gelen 35-42-49-56-63-70, ... şeklinde devam eden dönüm noktaları. Bu süreç için yorum yapmaya yetecek kadar yaşamadığımdan söyleyeceklerim gözlemden ileriye gidemeyecektir. Tek inandığım hayatın dönüm noktaları olduğu ve bu süreçlerin genel olarak 7'şer yıllık zaman zarflarından meydana geldiği. Eski bir inanışa göre de insan vücudundaki her hücrenin yenilenme süreci 7 yılda tamamlanmaktadır. Yani bugünden itibaren 7 yıl geçtikten sonra artık sahip olduğunuz hücrelerin tamamı yenilenmiş, fiziksel olarak 7 yıl önceki sizden yepyeni bir siz oluşmuş olacak. Yine bu yüzdendir ki batıl inanışta ayna kırmanın getirdiği uğursuzluktan -yenilenme süreci olan- 7 yılda kurtulunur. Tüm bunlar bir yana her yaşın kendine has bir güzelliği var. Geriye doğru bakıp duyulan özlemlere yahut keşkelere takılmadan, ileriye bakıp endişe ve kaygıları körüklemeden, bugüne odaklanmaya çalışarak sadece içinde bulunduğumuz yaşın veya günün değil, tam da şu anın tadını çıkartmaya çalışarak bir yaşam sürmeyi denemeliyiz. Hayat çok kısa ve tekrarı yok; yaşamımızın ve kendimizin kıymetini bilip bundan keyif almayı denemeli.

Engin Enginer


Tuz Hintli yaşlı bir usta, çırağının sürekli her şeyden şikayet etmesinden bıkmıştır. Bir gün çırağını tuz almaya gönderir. Hayatındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyler. Çırak, yaşlı adamın söylediğini yapar ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başlar. "Tadı nasıl?" diye soran yaşlı adama öfkeyle "acı" diye cevap verir. Usta gülümseyerek çırağını kolundan tutar ve dışarıya çıkartır. Sessizce az ilerideki gölün kıyısına götürür ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyler. Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarından akan suyu koluyla silerken usta sorar: "Tadı nasıl?" "Ferahlatıcı" diye cevap verir genç çırak. "Tuzun tadını aldın mı?" diye sorar yaşlı adam, "Hayır" diye cevaplar çırağı. Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturur ve şöyle der: "Yaşamdaki acılar da bir avuç tuz gibidir, ne azdır, ne de çok; acının miktarı hep aynıdır. Bu acının şiddeti, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Acın olduğunda yapman gereken tek şey acı veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış. Not: Anonim bir hikayedir.


Düşünceler Firar Edince Uzun bir süredir yazı yazamıyordum. Her ne hikmetse, cümleler bir türlü yerli yerine oturmuyordu. Kimi zaman, yazının başını getirip sonunu bulamıyordum kimi zaman ise, giriş yapacak bir başlığım bile olmuyordu. Ben klavyenin başına oturup yazmaya çalıştıkça tüm kelimeler aklımdan uçup gitti sanki. Sonra bir korku geldi, yerleşti içime. Ya yazacaklarım artık tükendiyse ya kendimi tekrar etmeye başlarsam… Bu korkudan sonra bir süre yazmaya ara vermenin doğru olacağını düşündüm. Dönüş zamanı belli olmayan sınırsız bir süre verdim kendime. Bu süre zarfında sadece okudum ve düşüncelerimi dinledim. Sabırla kelimelerimin toparlanacakları zamanı bekledim. Bu sürede anladım ki yazamama hali gerçekten çok bunaltıcı bir durummuş. Şöyle ki: kafanda bir sürü düşünce var ve sen içlerinden birini seçmeye çalışıyorsun; fakat seçemiyorsun. Sonra her şeyi sıfırlayıp kelimelerin üstünden gitmeye karar veriyorsun. Bu sefer de seçtiğin kelimelerde bir anlam bulamamaya başlıyorsun. Önündeki sayfa boş durdukça da zihnin kilitlenip kalıyor. El birliği yapmış gibi tüm düşüncelerin aklından firar edip gidiyor. Sen ise, arkalarından sadece bakakalıyorsun. Böyle bir durumda yapılabilecek en iyi yol üstelememek belki de. Düşünceleri özgür bırakmak ve araya biraz hasret koyup, onları özleyebilmektir. Çeşitli yaşanmışlıklar biriktirip, bunları içinde tutamayacak hale gelebilmektir. Belki de ilham perisinin gelip, omuzunuza konmasını bekleyebilmektir. O zaman geldiğinde ise, birden anlatacak pek çok hikayeniz olduğunu fark ediyorsunuz. Sonra kelimeler yeniden doğru dizilmeye başlıyor. Sağa sola, küçük küçük düşünce kırıntılarını iliştirmeye başlıyorsunuz. Doğru sıra ve anlam ile zihninizden çıkan sözcükler duygularınıza tercüman oluyor. İşte o zaman algılamaya başlıyorsunuz ki vakit tamamdır. Yaşanmışı ve yaşanmamışı yeniden anlatmak, yeniden paylaşmak için vakit gelmiştir. Anlatacak çok şey birikmiştir. Benim içinde bu an geldi sonunda. Tempolu hayatın akışından kırptıklarımla ve düşüncelerimin oluşturduğu resim kareleri ile yeniden yazmaya başladım. Özlemiş miyim? Evet, çok özlemişim. Demek ki her ilişkide böyle kısa süreli molalara ihtiyaç varmış. Tıpkı yazamadığım cümlelerimle benim aramda olduğu gibi.

Tuğçe Büyükabacı


Aşk üretip aşk tüketen Sinderella’ya... “İçimizde, Sinderella’nın ayakkabısıyla dolaşan biri var sanki; tanıştığı herkese bu ayakkabıyı giydirmeye, uyup uymayacağını anlamaya çalışan biri...” diye yazmıştı Taraf’ta bertaraf olan yazarlardan biri. Şimdi düşünüyorum da, evet, yalnız ve yorgun olmasına rağmen seçici biri bu. Acaba içimizdeki o kişi mi bu aşk yoksulu çağı yarattı, sevgiyi devalüe etti ve bizleri hazinenin üstünde oturduğunun farkında olmayan birer Hintli fakire dönüştürdü! Bu yüzden mi sevgisizlik çölünde yalınayak tenimiz, ıssızlaşmış yüreğimiz birlikte kızarıyorlar gün gün... Dahası, aşk üretip aşk tüketmeyi de elinde ayakkabıyla dolaşan sevgi yoksulu insanların tesadüf edeceği olaylar çizmeye başladı sanki! Oysa sarılıp çok mutlu olacağımız sadece iki şey var; biri vereceğimiz sevgi, diğeri alacağımız... Bütün bu evren ve dünya ve içindeki her şey tanrının bir rüyası ise; o rüyanın bir kısmı bizim sevgi alışverişimizle ve aşkla yaratılmıyor mu sanıyorsunuz!.. Peki, bunca sevgi erozyonu yüzünden tanrı da o rüyasını yitirmiş olmayacak mı? Düş kırıklığına uğramış tanrı üzerimize cebbar (acımasız, zorba) sıfatını salmayacak mı?.. Handiyse tanrı uyanmak üzere! Nerede onca beyaz atlı prensler, nerede tüm Sinderellalar?! Sizinki de benimki gibi içinizde bir yerlerde mi kayboldu yoksa? Sevgi ıtırıyla bizi körkandile dönüştüren Şubat ayı da bitmek üzere; narkoz etkisi geçince yine elde ayakkabı, yürekte özlemle mi dolaşıp duracağız bir yıl daha? Kırık Kalp Sendromu ne zaman bitecek bu yerkürede? Yetmedi mi soluduğumuz bunca aşksız nefes!.. Külkedisi, sana sesleniyorum; elimdeki o ayakkabının diğer teki sol ayağında yaşlanıyor...

Mehmet Sağlam

21.02.2013


Kaçak '17 Heceler boyunca topluyorum yüreğimdeki sözcükleri Parça parça dökülse de nefesimden, beynimde tek vücut… Küflenmiş bir kağıda yazdım en ulaşılmaz hayallerimi Okuyamıyorum sensizlikteki beni ya da bendeki sensizligi Uçurumdan atılmış biri gibi karanlıkta tüketiyorum saatlerimi Ve artık fark ediyorum Sonun, sen noktasındayım şimdi!

Işık Yavuz

EFT Limitless (Limit Yok) [2011]: Yaşamı pek de parlak olmayan Eddie, New York'ta düzensiz bir hayat yaşayan ve pek de başarılı sayılmayacak bir yazardır. Aldığı bir ilaç sayesinde eski dünyası değişen, hayata farklı bir gözle bakmaya başlayan Eddie paraya, çekiciliğe ve yüksek bir zekaya sahip olur. The Curious Case Of Benjamin Button (Benjamin Button'un Tuhaf Hikayesi) [2008]: I.Dünya Savaşı'nda oğlunu kaybeden kör bir saatçi tren istasyonuna yaptığı bir saati geri işlenmesi üzerine kurar, gidenler belki geri döner düşüncesiyle... Bu saat bir mucizeye sebep olur ve 1918'de savaşın bittiği gün doğan Benjamin Button'un hayat saati tersine işler. Pay It Forward (İyilik Bul İyilik Yap) [2000]: Birisi sana iyilik yaptığında sen ona değil de başka üç kişiye yaparsan ne olur... City of Angels (Melekler Şehri) [1998]: Kadere inanmayan Dr. Maggie Rice ile melek Seth'in yaşadıkları, aşk için kişinin neleri feda edebileceğini sorgulatıyor. Forrest Gump [1994]: Dünyaya Forrest'ın gözleriyle baktıktan sonra bir daha hiç bir şey aynı olmayacak.


Bir, iki, üç Geldik gördük gidiyoruz, Neydik nerdeyiz ne olduk, Aldık verdik sattık, Yedik içtik sevindik. Daha ne olsun birader, İşte hayat tekerleme gibi, Biz de içinde bir oyuncu, Bir, iki, üç, bir, iki, üç…

Serenay Öztürk

13.02.2013

Lafta Değil, Aşkla Seviyorum Bilmem kaçıncı can verişi kalbimin, sayamaz oldum. En tuhafı da katilinin hep aynı kişi olması. Yüreğini paramparça eden bu kadar sevilir mi hiç! Anlamıyor. Kalbimin katili anlamıyor. Ömrümün sahibi olabileceğini bilmiyor... Geliyor, vuruyor ve gidiyor... Sevmiyor desem; seviyor... Özlemiyor desem; özlüyor... Ama yine de gidiyor... Çözüm arıyorum günlerdir. Seven acı verir mi sevdiğine? Bu kadar sevilirken gitmeyi seçer mi? Her şeyi göze almazsa sevdalılar, buna aşk denir mi? Benim ömrüm yarin iki dudağı arasında sıkışıp kaldı. Nefes alamaz oldum. Bitti deyişinden bu yana geçen birkaç gün ya da bir kaç asır saymadım, sayamadım... Derdin neydi hiç bilemedim. Bildiğim, her defasında yüreğime bir kurşun sıkıp gitmendi. Beni hayata döndüren de bir gün geri döneceğini bilmemdi. Bu son olsun sevgilim. Beni hakettiğim gibi sev. Ben sana bir ömür aşk vaadediyorum. Sen de artık dünyevi aşkı bırak ve gel. Seninle aynı hayatı değil, aynı hayatta yaşamak istiyorum. Aynı sabaha uyanıp, aynı sofrada, tek bir ekmeği bölüşmek, tek bir yastıkta yaşlanmak istiyorum. Lafta değil, aşkla seviyorum...

Kezban Şahin


Burçların nitelikleri Öncü Burçlar: Bu burçların görevi mevsimleri başlatmaktır. Bu yüzden de hareketlidirler. Koç (bahar), Yengeç (yaz), Terazi (sonbahar), Oğlak (kış). Bu grup hareketi başlatma özelliğine sahiptir. Mevsimleri başlatan öncü burçlar, bulundukları toplumda lider konumundadırlar. Biraz despot ve küstah olabilmelerine rağmen aynı zamanda yaratıcı, girişimci ve bağımsız ruhludurlar. Hırslı, kararlı, yorulmak bilmeyen ve kendi kendilerini motive edebilen kişilerdir. Bu gruptaki her burç bu genel özellikleri farklı şekillerde yansıtırlar.

Sabit Burçlar: Bu gruptaki burçlar öncü grubun başlattığı olayı gerçekleştirir ve devam ettirirler. Mevsimlerin ikinci ayıdır ve mevsimlerin devamlılığını sağlarlar. Boğa (ilkbahar), Aslan (yaz), Akrep (sonbahar), Kova (kış). İnanılmaz kararlılığa sahiptirler. Değişiklikten hiç hoşlanmayan sabit burçların görevi, gerçekleştirmek, desteklemek, sürdürmek ve korumaktır. Zodyakta ki görevleri gelenekleri korumaktır. Sabit burçların dikkatlerini kolay dağıtamazsınız, hedeflerine kilitlenmişlerdir. Yeni durumlara kolay uyum sağlayamazlar, alışkanlıklarından vazgeçemezler ve inatçıdırlar. Aynı zamanda sabırlı, sebatlı, güvenilir, sadık, bağlı kişilerdir. Bir çok konuda sabit fikirlidirler ve esnek olamazlar ama bu özellikleri bazı durumlarda işe yarar. Bu gruptaki burçlar yukarıdaki özellikleri farklı şekillerde yansıtırlar.

Değişken Burçlar: Bu gruptaki burçlar her mevsimin sonuncu aylarıdır. Yeni mevsime hazırlık ve değişim zamanıdır. İkizler (ilkbahar sonu), Başak (yaz sonu), Yay (sonbahar sonu), Balık (kış sonu). Geçiş dönemindeki burçlar her duruma kolay uyum sağlarlar. Her mevsimin sonuncu burçlarıdır ve bir sonraki mevsime hazırlık yaparlar. Bu yüzden bu grubun insanları kolay uyum sağlayabilen, iletişimci, yerlerinde duramayan, değişikliğe ihtiyacı olan kişilerdir. Değişken burçlar fazla detaycı olduklarından bazen olayları bütün olarak algılayamazlar. Hemen her şeye çözüm bulabilen, becerikli burçlardır. KOÇ: Bu öncü ruhlu kişilik her konuda kendini göstermek ister. Etrafındaki dünyayı keşfetmek ve yeni şeyler yaşamak arzusu içindedir. Koç'un ateş özelliği ona sonsuz bir güven ve cesaret verir. Öncü nitelik ise yorulmak bilmeyen, huzursuz bir yapı ve değişiklik ihtiyacı verir. Koç burcu çok iddialıdır ve bulunduğu ortamda hemen dikkat çeker. Egzantrik Koç burcundan öğrenecek çok şey vardır. Bizi hiç durmadan ileriye ittirir. BOĞA: Toprak burcu olan Boğa'nın sabit gruptan aldığı özellikler, kazandığını biriktirmeye, korumaya ve mal mülk sahibi olmaya yönlendirir. Duyarlı bir yapıya sahip Boğa değerli şeylere sahip olmak ister. Boğa burcu başkalarının eşya ve mal mülküne de kendisininmiş gibi aynı sorumlulukta koruyuculuk yapabilir. Güvenlikle ilgisi vardır ve sigortacılık Boğa'ya göredir. Sabırlı olmakla birlikte emeklerinin sonucunu bir an önce görmek ister. Bazı burçlar ünlü olmak, saygı görmek için çalışır, Boğa burcu ise emeklerinin karşılığında nakit para kazanmak için çalışır. İKİZLER: Zeki, entellektüel, hareketli bir burçtur. Sürekli yeni bilgi, haber ve fikir alışverişinde bulunmak ihtiyacını duyar. Fikir ve düşüncelerini başkalarıyla paylaşmak istediğinden, yalnızlıktan hiç hoşlanmaz ve çalan bir telefon bile onu çok mutlu eder. Kafası ışık hızı ile çalıştığından bir çok farklı bilgiyi farklı şekillerde bir araya getirebilir. Her


zaman tarafsızdır, yeni elde ettiği bilgileri tarafsız olarak değerlendirir ve çok çabuk değişir. Her şeye kolay adapte olabildiği için bir çok konuda sorumluluklar alır ve fazla dağılır bu yüzden de işleri gecikebilir. Bir konuya konsantre olursa herkesin bir haftada bitirebildiği işi o bir günde bitirebilir. YENGEÇ: İnsanların duygularını, farklı duygusal ortamları araştırır ve yaşar. Su burcu olan Yengeç, öncü burçlar arasında hırslarını ve bağımsızlık arzusunu en kurnazca dile getirendir. Yumuşak görüntüsüne rağmen öncü grubun tüm özellikleri aynı güçle, Yengeç' te de bulunmaktadır. Sık değişen duygulara sahip Yengeç burcunun çok zengin bir iç dünyası vardır. Yeniliklerden hoşlanmamasına rağmen gerektiği zaman değişiklikleri başlatıp kabullenebilir. Yengeç burcu, başka sadece Balık burcunda bulunan yoğun bir şefkat ve merhamet duygusuna sahiptir. Derin iç dünyası yüzünden, hayatın iniş çıkışlarından pek çok insandan daha fazla etkilenir ve sevinci de acıyı da daha fazla hissederek, herhangi bir kişiden daha fazla acı çekebilir. ASLAN: Ateş grubundan olan Aslan burcu sabit grubun özelliklerini yaratıcı ve sanatkar yapısı ile yansıtır. Herhangi bir fikri en görkemli şekilde Aslan burcu ortaya koyar. Ormanlar kralı Aslan' ın kendine sonsuz güveni sonucunda otoritesi her zaman ve her yerde geçerlidir. BAŞAK: İkizler'den daha pratik ve en az onun kadar akıllıdır. Başak insanı belli konulara (özellikle haberleşme kabiliyetini kullanabileceği) odaklanmak ister. Başak, İkizler gibi bir sürü konu ile ilgilenerek dağılmaz ama o da kendini detaylarda kaybeder. Hiç bir burç Başak kadar titiz, detaycı, dikkatli, dakik ve kusursuzluk peşinde değildir. Çalışkan Başak hep bir şeyler yapmak, üretken olmak ister ve yaptığı işi en iyi şekilde yapmak için çok çaba gösterir. Boşa zaman geçirdiği zaman kendini kötü hisseder. Bir Başak insanına rahatlayıp gevşemesi gerektiğini söyleseniz bile o bunu kolay kolay beceremez. Toprak burcu olan Başak' ın organize, karşılaştırma, ölçme, değer biçme ve kusursuz hale getirme yetenekleri çok gelişmiştir. Değişken burçtan olduğu için kesinlikle katı bir insan değildir. Kolay uyum sağlayabilen hatasını fark ettiği anda hemen vaz geçebilen bir kişidir. Bu özellikleri Başak burcunun görünüşünden belli olmayan özellikleridir. TERAZİ: Harika bir arabulucudur. Yeni insanları birbirleri ile tanıştırarak neşeli sosyal ortamlar yaratır. İnsanlarla sürekli bir arada olmayı seven Terazi burcu tek başına kalınca ne yapacağını bilemez. Ekip çalışmalarında ve ortaklıklarda harikalar yaratır. Öncü grubun verdiği özelliklerle son derece aktif ve otoriter olan Terazi, kendisi gibi başarılı insanlarla dostluklar kurup biraraya gelir. Öncü grubun hükmedici özelliği Terazi burcunun sevimli karakteri ile hoş bir şekilde birleştiği için herkesi parmağında oynatır. AKREP: Su grubundan Akrep burcunun görevi kendisinin ve başkalarının duygularını güçlendirmek ve kalıcı hale getirmektedir. Akrep burcunun amacı diğerlerinin bir karara varmasını, bu kararda kalmasını ve ilerlemesini sağlamaktadır. Kişiler arası ilişkilerde, satış işlerinde, pazarlıkta çok iyidirler. Kontrol etme isteği yüzünden kıskanç ve sahiplenici olabilir. Akrep burcundan bir çok insan iyi iken çok iyi ama kötüleşince korkunç tipler olabilirler. Akrep burcundan olan bir kişinin içinde büyük bir enerji kaynağı olduğunu hissedebilirsiniz. Onun fikrini değiştirmeniz nerede ise imkansızdır. Sabit gruptan aldığı özelliklerle çok inatçıdır. Yine bu özeliğinden dolayı sevdiklerine çok bağlıdır. Akrep burcu yoğun tutkularından dolayı çok büyüleyici olabilir.


YAY: Felsefe ve ruhsal dünya üzerine kafa patlatır. Değişken grubun insanları farklı kültürlerin ortak ve değişik özellikleri ile ilgilenirler. Ateş özelliği ise Yay'a macera ve keşif arzusu verir. İkizler burcu günlük hayatın detayları ile ilgilenirken, Yay burcu günlük olayların (geçmiş ve bugün) altında yatan ahlaki ve manevi değerleri inceler. Bütün değişken burçlar gibi Yay burcu da çok meraklıdır. Olayları başlatan, eylemci Ateş grubundan olduğu için, içlerinde en çok araştıran, keşfeden, varsayımlar üzerine kafa yoran, tartışmaları başlatan da kendisidir. Açık oturumları, panelleri, basın toplantılarını seyretmekten zevk alır. Bu değişken Ateş burcuna ayak uydurmak zordur ama buna değer. OĞLAK: Öncü gruptan olan Oğlak burcu olayları başlattığı zaman sonuçları zaten kafasının içinde hazırdır. Oğlak burcu toprak grubundan olduğu için amaçlarını planlı bir şekilde uygulamaya başlar, düşünerek hareket eder ve hiç bir zaman acele etmez. Onu motive eden şey ise Boğa burcu gibi para kazanmaktan çok toplum içinde tanınmaktır. Oğlak burcu işi yüzünden saygı duyulmak ister. İmzasını attığı her işi en iyi şekilde yapmak ister. Kendisi nerede ise bir Başak kadar yaptığı işe adar. Lider olabilecekleri işlerde çalışmak, isim yapmak ve tanınmak ister. Pratik Oğlak burcu insanı, az para alsa da gösterişli bir yöneticilik pozisyonunu kabul eder. Böyle bir sorumluluk alarak şimdi olmasa bile ileride çok para kazanacağını düşünür. Yüksek mevkilerden birine ulaşmak isterseniz, mesela Başbakanlıktan bir tanıdık gerekirse hemen Oğlak burcunu arayın o mutlaka birilerini tanıyordur. Zaten eninde sonunda oralara gelecektir. KOVA: Hava grubunun iletişimci özelliği ile sabit grubun kalıcı özelliği Kova'da birleşince, dostluklarının kalıcı olmasını sağlamıştır. Kova burcu arkadaşlarına çok önem verir ve arkadaşlığı ömür boyu sürer. Kova'nın doğal evi 11. evdir ve aynı zamanda birlikler, topluluklar, gruplar ve dernekler burcudur. Kova burcunun sabit nitelik taşıması bazılarını şaşırtabilir. Sabit nitelikler, Kova'da kendini düzenli işleyen bilimsel bir kafa yapısı, kesin sonuçlar alınan düzenli çalışmalar şeklinde gösterir. Kova burcu ileriye dönük olmakla birlikte Koç burcu gibi sabırsız ve ani çıkışlarla değil, planlı ve sistematik olarak atılımlar yapar. Kova dahilerin, icat ve buluşlar yapanların burcudur. BALIK: Değişken gruptan aldığı özellikleri etrafındaki insanların duygularını anlamak ve düzeltmek için kullanır. Değişken burçlar iletişimcidir ve Balık su grubundan olduğu için diğer insanlarla ilgilidir, onların dertlerini dinler, sırtlarını sıvazlar ve işlerine yarayacak tavsiyelerde bulunur. Balık burcunun adapte olma yeteneği öylesine gelişmiştir ki yardım etmeye çalıştığı insanların özelliklerini alabilir ve etrafındaki insanlara benzemeye başlar. Hatta bazen kendinin nerede bitip diğer insanın nerede başladığını bile karıştırabilir. Karşısında ki insanın derdini öylesine üstüne almıştır ki o kişinin problemi çözüldükten sonra bile Balık bunu kendi üzerinden atamaz. Balık burcuna herhangi bir konuda danışmışsanız onu mutlaka gelişmelerden haberdar edin yoksa o hala aynı noktada sizin için endişelenmeye devam edecektir. Balık burcunun değerini bilin ve onun iyi huylarını istismar etmeyin.


Cocker Cinsi Vodka'dan Sahibi Sema Kahveci'ye Mektup Anneciğim Sana “anne” diyorum Nedenini bu mektupta anlatacağım sana Eski sahiplerim bana üvey evlat gibi baktılar Hasta olunca bakamam diyip beni sokağa attılar Sokaklara bırakıldıktan sonraki barınak yaşantım berbattı Gözlerim kör olmak üzereydi artık Barınaktayken bir ameliyat geçti başımdan Ama temiz bir ortam gerekliydi düzelmem için Yuva gerekliydi Anne baba gibi, kapı gibi bir destek gerekliydi Barınağa geldiğin ilk gün, beni görüp “ben bu tatlı köpeğe bakarım” dediğin anı unutamam Acımı unutuvermiştim Göz göze gelmiştik Ve benim dışarı doğru çıkmış olan 3. göz kapaklarıma içli içli bakmıştın Beni iyileştireceğini o an anlamıştım Güvenmiştim sana o an Sonra bir süre bekletti beni barınak Ve geleceğini, vazgeçmeyeceğini biliyordum Ve geldin Aldın Götürdün beni İlk işin veteriner hekimi bulmak oldu Senin yakının olan Özden Abla yardımcı oldu sana bu konuda Ve iyi bir yer bulur bulmaz veteriner kliniğine getirdin beni Bana orda o kadar iyi baktılar ki Ve ben orda kaldığımda her gün iş çıkışı yanıma gelmen beni öyle mutlu etmişti ki Gözlerim bandajlıydı Kokunu çekmiştim içime Sesin kulağımdaydı Tanıdım hemen seni 2012’nin sıcak Temmuz ayında gözlerim sağlığına kavuşmuştu Kulaklarıma da bakım yapıldıktan sonra beni sana teslim ettiler Kafamda koca bir huni ben tam iyileşene kadar kalacaktı Her gün göz damlalarım gözlerime sıkılacaktı Pansuman yapılacaktı


Sen beni bu buhranlı dönemimde dışarı da çıkma isteğimi bildiğinden Sokağa çıkarıyordun beni Hep insanların dediği laf kulağımda Neden o huni kafasında Aa gözlere bak ne fena Neden hasta köpek aldın Neden neden Neden .. Başka soru bilmedi insanlar Hep nedenler vardı? Sen petshoptan alsan sağlıklı bir köpek, o soruları soranlar için daha iyi bir fikirdi bu… Yanıldılar Şuan çok sağlıklıyım Beni önceden görenler tanıyamıyor Senin ailen beni kabullendi, Annen, baban, yeğenin, ablan Hepinizi seviyorum Bu değişimim bir mucize benim… Sen beni sahiplendin Sana; Hasta demeden bana baktığın için Yemek yedirdiğin için Su içirdiğin için Yürüyüşe çıkarıp, oyunlar oynattığın için Binlerce teşekkür ederim Anne’ciğim Vodka’n hep seninle olacak Sakın beni senden ayırma.

Sema Kahveci


EnginSözlük Oscar: Ödülün orijinal ismi Academy Award of Merit idi. Ödüle neden Oscar dendiğini tam bilinmemekle birlikte hakkında pek çok söylenti vardır. Bir söylentiye göre Bette Davis'in heykelciği ilk kocası Harmon Oscar Nelson ile özdeşleştirmesi sonucunda, başka bir söylentiye göre ise Akademi'nin kütüphanesinde görevli Margaret Herrick'in heykelciği amcası Oscar'a benzetmesi ile ödülün adı Oscar olarak kaldı. Akademi, Oscar ismini 1939 yılına kadar resmi olarak kullanmamıştır. Akademi Ödülleri, dünyada en çok bilinen film ödülüdür. Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi (Academy of Motion Picture Arts and Sciences) tarafından 1929'da Los Angeles'da verilmeye başlandı. Törenler yılda bir kez ve çoğunlukla Şubat ayında yapılır. 2007'den itibaren oy verecek 5830 üyeye sahiptir. 1311 üye sayısı ile oyuncular bu üyelerin yaklaşık %22'lik bir kısmını oluştururlar. Büyük Buhran: 1929 Dünya Ekonomik Buhranı, 1929'da başlayan ve 1930'lu yıllar boyunca devam eden ekonomik buhrana verilen isimdir. Buhran, Kuzey Amerika ve Avrupa'yı merkez almasına rağmen, dünyanın geri kalanında da yıkıcı etkiler yaratmıştır. Büyük Bunalım en çok sanayileşmiş şehirleri vurmuş, bu kentlerde bir işsizler ve evsizler ordusu yaratmıştır. Bunalımdan etkilenen birçok ülkede inşaat faaliyetleri durmuş; tarım ürünü fiyatlarındaki %40-60'lık düşüş, çiftçileri ve kırsal bölge nüfusunu kötü etkilemiştir. Talebin beklenmedik düzeyde düşmesi nedeniyle madencilik alanı buhranın en fazla etkilendiği sektörlerden biri olmuştur. Büyük Buhran farklı ülkelerde farklı tarihlerde sona ermiştir. Trojan: Bilgisayar yazılımı bağlamında Truva atı, zararlı program barındıran veya yükleyen programdır. Terim klasik Truva Atı mitinden türemiştir. Truva atları masum kullanıcıya kullanışlı veya ilginç programlar gibi görünebilir ancak yürütüldüklerinda zararlıdırlar. Truva Atı, ilgi çekici görünen ama aslında aldatmaya yönelik zararlı dosyalardır. Sistemde var olan dosyalara kod eklemektense ekran koruyucu yüklemek, emaillerde resim göstermek gibi bir işle iştigal oldukları izlenimi uyandırırlar. Ancak, aslında arka planda dosya silmek gibi zararlı etkinlikler gerçekleştirmektedirler. Truva atları bilgisayar korsanlarının bilgisayarınızdaki kişisel ve gizli bilgilerinize ulaşmalarına imkân tanıyan gizli kapılar da yaratırlar. Truva atları aslında sanılanın aksine virüs değillerdir çünkü kendilerini çoğaltamazlar. Bir Truva atının yayılması için saklı bulunduğu email eklentisinin açılması ya da Truva atını içerir dosyanın internet üzerinden bilgisayara indirilip yürütülmesi gerekir.


Kitap tavsiyesi;

“Kürk Mantolu Madonna” Sabahattin Ali "Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor, rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum "Kürk Mantolu Madonna"yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum." Kimi tutkular rehberimiz olur yaşam boyunca. Kollarıyla bizi sarar. Sorgulamadan peşlerinden gideriz ve hiç pişman olmayacağımızı biliriz. Yapıtlarında insanların görünmeyen yüzlerini ortaya çıkaran Sabahattin Ali, bu kitabında güçlü bir tutkunun resmini çiziyor. Düzenin sildiği kişiliklere, yaşamın uçuculuğuna olanaksızlığına (?) dair, yanıtlanması zor sorular soruyor.

Fıkra;

ve

aşkın

Çukur

Karadenizde köyün birinde bir çukur varmış ve pek çok kişi içine düşüp yaralanıyormuş. Köyün ileri gelenlerinden üç kişi toplanmış ve çözüm aramaya baslamişlar. Birincisi demiş ki: - Çukurun yanında bir ambulans beklesin ve düşenleri hemen hastaneye yetiştirsin. İkincisi: Çukurun yanına hastane kuralım düşenleri yetiştirmesi vakit almaz, demiş. Sıra Temel'e gelmiş. - Kafanız hiç çalışmıyor. Bunu kapatalım ve gidelim hastanenin yanında bir çukur açalım...


Çakma Dinozor “Yaşlıları çok sevmemek lazım, ölüyorlar.” Bu densiz cümleyi anneannemin ölümünden birkaç sene sonra söylemiştim. Terbiyesizlikten değil, acıdan sarf edilmişti tabii ki. Eskiden -aslında hala bile- çalışan anneler çocuklar anneannelere/babaannelere teslim ederlerdi. Ben de çalışan -üstelik başarılı olduğu için daha da çok çalışan- bir annenin çocuğu olarak anneannemle büyüdüm. Anneannem, öyle tarih gibi, acayip hikayelerle dolu veya bilge bir kadın değildi. Zamanına ve yaşına göre modern, her şeyi bilen, bildiğini iddia eden, çocuklarının hayatlarına ve seçimlerine karışan bir kadın da değildi. Marquez kitaplarındaki büyükanneler gibiydi o. Çocuklarının hayatlarına müdahale etmez ama her zaman merak eder, arar, sorar, koruduğunu kolladığını hissettirirdi. Yanlış gördüğünü söylemekten çekinmez ama “siz daha iyisini bilirsiniz çocuğum, biz cahil insanlarız” derdi. 9 çocuk doğurmuş, ikisini henüz çok küçükken kaybetmişti. Sorulduğunda gözleri dolarak anlatır, acısını saklamaya çalışır, asla buna isyan etmezdi. Erkek çocuklarını biraz daha çok sever, bunu belli eder ama sorulursa açıkça söylemezdi. Buna rağmen, her başı sıkıştığında önce kızlarını arardı. Belki de erkek çocuklarını, dertleriyle sıkıntılarıyla üzmek istemediğindendi. Onlara hep neşeli, gülr yüzlü, sağlıklı görünmek isterdi. Galiba o kadar çocuğun adını karıştırmamak için, isimlerin hepsi kafiyeli konmuştu. Şaşırırsa da kendini kurtarmak istiyordu. Böyle düşünmemin sebebi, torunlarına seslenirken veya onlardan bahsederken, her seferinde 4-5 isim saymasıydı. E haliyle, 7 çocuğundan sonra bir sürü de torunu olmuştu. Küçük şehirde yaşamanın avantajıyla hemen hemen hepsinin büyümesine şahitlik etmişti. Bunların arasında, biri yurt dışında, ikisi şehir dışında yetişenler de vardı tabii ama onları da sık görme şansını yakalamıştı. Kendisi hiç hissetti mi bilmiyorum ama torunları arasında -özellikle onun yanında, yamacında büyüyenler arasında- kendini ona sevdirme yarışı vardı. Hepimiz en çok sevilen torun olmaya uğraşırdık, rekabet büyüktü. Bir arada olunan zamanlarda, bu rekabet daha da çok kızışırdı. Herkes bir şeyler ister, yapılıp yapılmama durumuna göre sevinir veya üzülürdü. Anneannemle zaman geçirme konusunda en şanslı torunlar ben ve kardeşimdik. Hem annesi hem babası çalışan çocuklar olduğumuz için,


gece gündüz anneannemin dizinin dibindeydik. Kardeşim biraz daha anneye bağlı olduğundan, sanırım ben anneannemi en çok tanıyan torunuydum. Annem hep, onun sayesinde erkenden yürüdüğümü, konuştuğumu, dışa dönük ve cesur bir çocuk olduğumu söyler. Zaten ben de bana söylediklerini, doğal bir biçimde benden bir şeyler isteyip sonra beni gizlice takip ettiğini, anlattıklarını, söylediklerini hatırlıyorum. Okula başlayana kadar, anneannemin evinin benim dünyam, bahçesinin benim oyun alanım ve kendisinin de ilk ve en değerli öğretmenim olduğunu hala çok net hatırlıyorum. Okula başladıktan sonra, gözümde her şeyi bilen, her şeyin en iyisini yapan ve gören kadının bunca kelimeyi yanlış söylüyor olduğuna çok üzüldüğümü, okuma yazma bilmemesinin beni çok kırdığını hatırlıyorum. Ama anneannem buna hiç takılmaz, ben okuldan gelince emektar radyosunu kapar, işini bırakır, ona okulda öğrendiklerimi anlatmamı dinler, ödevlerimi yaparken anlamasa da izler, sessizce benim oyun saatimi beklerdi. “Bitti” dediğimde güvenir, kendisi mutfağa yol alır beni de oyun bahçeme salardı. Büyüdükçe ve onu biraz daha iyi anlamaya, tanımaya başladıkça aslında mutlu bir insan olduğunu gördüm. Bize bakmak, büyüdüğümüzü görmek, kendi yolumuza gittiğimizi izlemek hep hoşuna gitti. Üniversite için İstanbul’a gelirken en zor ona veda etmiştim. Ama artık torunlar arasındaki yarışı kazandığıma da emindim, anneannem en çok beni seviyordu! O ise, çok rahattı, bana sadece “ben biliyorum zaten sen her şeyi halledersin, okul da neymiş” demiş, acayip de bir gaz vermişti. İşe de yaradı! Tabii ki onu kaybetmek bana çok ağır geldi, yıllar geçti ama hala ağır geliyor. Bol kahkahalı muhabbetlerimizi çok özlüyorum. “Yemekten insan mı ölürmüş” diyip, kendisine yasak olan her şeyi yemesini, yakalanınca da kaçamak cevaplar vermesini, hastanede kulağındaki küpeye çıkarmaya çalışan doktoru ve hemşireyi kızlarına şikayet etmesini, ağaçlarının dallarını kırdığımızda o dallarla bizi bahçede kovalamasını, bayramlarda herkese zorla bir şeyler yedirmesini, her sütlaç dediğimde usanmadan, bıkmadan, erinmeden yerinden kalıp yapmasını, bazen canımı acıtarak da olsa beni sıkıştırarak sevmesini çok özlüyorum. Emin olduğum iki şey var; anneannem mutlu bir hayat yaşadı ve çok sevildi. Bunlar da bana iyi hissettiriyor. Seni seviyorum güzel insan.

Simsiyah


21.yy Çığırı: Teknoloji Son 10 yıla şöyle bir dönüp baktığımda teknolojinin gelişimini, dağdan aşağı düşerken önüne çıkan her şeyi içine alan bir çığa benzetiyorum. Uzun telsizler, siyah beyaz ekranlar, polifonik seslerle başladı. Daha sonra ben ilkokul çağlarındayken 3310 diye bir model çıkmıştı. Geçen yıllar, zamanında sadece iş adamlarının sahip olabildiği telefonun şimdi hurda değerinde nitelendirilmesine neden oldu. Teknolojinin bize sunduğu ve hayatımızın büyük bir kısmını kapsayan icatlardan biri de; bilgisayarlar. İlk bilgisayar yaklaşık 30 tonlukmuş. Zamanla küçüldü, küçüldü… Masa üstü, eski kasa bilgisayarlar evlerimizde bürolarımızda yerlerini almaya başladı. Önce ekranlarımız LCD oldu. Daha sonra laptoplar piyasaya sürüldü. Hemen herkesin evinde yer almaya başlayan laptoplar da birkaç yıl içinde ağır gelmeye başladı. Bir defter gibi kolayca taşıyabileceğimiz tabletler çıktı. Tabi bu arada cep telefonlarının en son modelleriyle sınırsız internet erişimleri… İnternet, cep telefonları o kadar ayrılmaz bir parçamız oldu ki. Artık belediye başkanları bile insanların birkaç saatliğine bile olsa doğayla baş başa kalacağı yerlere –parklarımıza- wireless sistemi kurdu. Teknoloji özellikle gençlerin vazgeçilmez tutkusu hatta zaafı haline geldi. Şöyle ki; çorap değiştirircesine telefon değiştirmek, maddi durumu iyi olmayan ailelerin çocuklarının da hayal kırıklıkları oldu. Yolcu otobüslerinde eskiden kitaplar okunur, yanındaki insanla hoş sohbetler edilirmiş. Artık internette oyunlar oynuyor, sosyal paylaşım sitelerinde durum güncelliyoruz. Kitap okuma oranımız azaldı. Her şey sanallaştı. Bir program çıkmış. Kitabı indiriyorsun. Bilgisayar sana seslendiriyor. Ninni dinlercesine kitabı dinliyorsun. Oysaki eskiden araştırma yapmak için kütüphanelere giderdik. Kitabın sayfalarını çevirirken matbaa kokusu ciğerlerimize işlerdi. Çocukluklarımız kütüphanelerde geçti ödevlerimizi yapabilmek için. Oyun sitelerinde değil. Okuldan gelince de sokakta ip atlar, sek sek oynardık. Şimdi sokaklardan çocuk sesi bile gelmez oldu. Eskiden kafelerde eş dostla buluşur, sıcak bir çay eşliğinde sıcak sohbetler edilir, özlemler giderilirmiş. Artık ellerde cep telefonları, mekânda etiketlemeler, bırakın hoş sohbetleri 2 cümle kuramayan insanlar… Bu kadar örnek hepimizin hayatlarından birer kesit. Fakat bunlar demek değildir ki teknoloji zararlı bir şeydir. Tabi ki sağladığı faydaları göz ardı edemeyiz. Ancak 4 yanlış 1 doğruyu götürür misalince olmaması için


zararlarını azaltıcı önlemler alınmalıdır. Teknolojinin gelişimiyle sıcak savaşların bitip soğuk savaşların başladığına bile tarih şahitlik etmişse, bu demek oluyor ki ciddi anlamda bir bombadır. Ve bu bombanın elimizde patlamaması için doğru şekilde kullanılmalıyız.

Pınar Şahin

Tutsak mı Tut(ma)sak mı? Kuşlara özenir uçurtmam, lakin elleri bağlı özgürleştirdiğim kadar özgür... Ruhum gibi. Özgürlük kimi zaman gökyüzü, Kimi zaman derya deniz, Kimi zaman vuslat özgürlük, Kimi zaman bir aşk! Öz'den gelir özgürlük.. Kimi zaman zindanlar özgür kılar; kiminde saraylar esir.. Özgürlük içimizde; bunu bilemeden hala tutsağızdır bir yerlerde... Ve her seferinde, kanat çırpmadan uçamazsın; uçamadan düşemezsin ve öğrenemezsin düşmezsen YENİDEN,YİNE,KANATLANMAYI. Rüzgara kafa tutmak için, rüzgarla dans etmeyi bilmelisin. Güç: Madde değildir.. Güç: İradedir! İçindedir! İşte bu hep yeniden uçabilme isteğidir. Göğe yaklaşmak;güneşi kucaklamaktır. Evreni izlemektir en tepeden. Ve gülmektir gittikçe ufalan insanlığa. Hep daha öteleri merakla, süzülmektir zamansız kainatta. Yarışmaktır daha güzel için. Gerekiyorsa tek ama dik...

Melike Meral 2010


Model: Ezgi Pamir


Adı Batsın Katrina Bugün işe gitmedim. Patronu arayıp hasta olduğumu söyledim. Hasta falan değilim. Hava bugün bulutlu ve bulutlu hava beni bunaltır. Hele yağmur yağarsa daha kötü olurum. Neden böyle olduğum konusunda kendime hiç soru sormadım. Bütün gün, eğer hava açılmazsa, evde oturup keyif çatacağım. Uyandığımda ağzım keçe gibiydi. Bir gün önce işin verdiği yorgunluk, alkolle birleşince böyle oluyor. Genelde de böyle uyanırım. İsmim Yunus. Peygamber ismidir. Bununla böbürlenmem. Babam öyle dindar biri değildi. Sosyalistin tekiydi. Bana verdiği isimde babasının ismiymiş. Göbek bağımı kesen ebe 'büyük adam olacak' inşallah! demiş. Bir bok olduğum yok. Noterde kaşe memuruyum. Noter imzasını atar ben kaşe basarım. İmzasını hiç sevmem. Aceleci tavırla üst üste iki paralel çizgi çiziyor, ortasına da adının baş harfini yapıştırıyor. İlkokulda iş eğitimi hocam bunun olmaması için, hepimize imzanın ad ve soyadını belirtecek şekilde el yazısıyla yazılmasını temenni etmişti. O gün bugündür adımı soyadımı yazarım. Benim imzam adımı soyadımı belirtir. Kim olduğum orada belli olur. Evet bununla böbürlenebilirim belki. Çok önemli bir konu mu? Tabi ki de değil. Bir de hızlı kaşe basarım. Önce patronun isminin yazılı olduğu kaşe basılır. Sonra mühürlenir. Mavi mürekkeple olmaz. Siyah olacak. Üzerinde T.C. bilmem kaçıncı noterliği yazdığı için resmi belgedir. Sonra patron imzalar. Aslında bunun tam tersi sırada ilerlemesi gerekir. Evet! Mühür basmakta çok hızlıyımdır. Karnım gecenin hazmına seslerle karşılık veriyor. Yataktan kalkıp mutfağa yürüdüm. Buzdolabının eskimiş gümüş kulpunu tutup açtım. İçeride yarım şişe beyaz şaraptan başka bir şey yoktu. Mutfak rafını kontrol ettim. En köşeye saklanmış bir paket beyaz leblebi buldum. Dışarı çıkıp yemek yeme olasılığını havanın bulutlu olması engelliyor. Bir sigara yaktım. Damağımdaki acı tada acı bir şekilde karşılık veren bu tat beni her sabah etkiler. Kahvaltıdan önce tek bir sigara önce sersemlememi daha sonra rahatlamamı sağlar. Sigaranın sonuna geldiğimde küllük bulamadım. Musluğu çevirip sigaranın ucunu suya doğru götürdüm. Bu sesi seviyorum. Cıss. Buzdolabından beyaz şarabı, mutfak rafından da beyaz leblebi ve küllük olarak kullanacağım çay tabağını alıp salona doğru yürüdüm. Koridordan geçerken, üzeri tozla kaplanmış çerçevelerin içine bakmama kararımı kendime tekrar tekrar söyledim. Salona girdim. Anne yadigarı evimin üçüncü katta olması da sevdiğim bir durumdur. Önceki bulutlu hava seremonisinden kalma, camın önündeki koltuğuma oturdum. Buralara pek yağmur yağmaz. Yağsa bile bunlara ahmak ıslatan deriz. Bütün gün güneş ve onun ışığıyla geçer. Aşağıya baktım. Tam karşıda bir sağlık ocağı, onun önüne yer edinmiş simitçi ve çiçekçi duruyordu. Sağlık


Ocağı'nın yanından, sokağın sonuna kadar dizilmiş farklı isimlerdeki eczaneler de, Sağlık ocağının parazitleriydi. Sağlık ocağının tam karşısında ve ona paralel olan Ali Baba Lokantası'nı ise eczanenin camındaki yansımasından görüyorum. Lokanta'nın sahibi olan Ali Baba mahallenin en vicdanlı esnafıdır. Hatta öyle ki Ramazan ayında bırakın dükkanı açmayı, önünden bile geçmez. Ramazan ayı boyunca sekiz çalışanına birden bir ay izin verir. Maaşlarını vermeyi ve sigortalarını da yatırmayı ihmal etmezdi. Ali Baba'ya karşı olan saygımın sonsuzluğu edebi bir kişiliği olmasında saklıydı. Hemen her kitap hakkında yorum yapabilme tecrübesine sahip olan bu adam saygıyı sonuna kadar hak ediyordu. Bazen onunla adı batsın Katrina'nın meyhanesine gider, Shakespeare ve Louis Aragon'dan Katrina'nın kulağına aşk şiirleri fısıldardık. Hatta bazen alkolün verdiği cesaretle bunu bağıra bağıra bütün meyhaneye dinletirdik. Zavallı adamlar bir şey anlamazlardı ama aşkın ritmi kulakta işitilirdi Ali Baba muhafazakar bir ailenin en küçük çocuğuydu. Diğer dört kardeşi Almanya'ya göç etmiş, orada çalıştıkları fabrikada çıkan bir yangında hayatlarını kaybetmişlerdi. Bu trajik olay Ali Baba'nın bütün hayatını etkilemişti. Kardeşleri öldükten sonra üniversitede siyasal bilimleri üçüncü senesinde bırakıp, babasının yanında ayakkabı tamirine başlamıştı. Babası öldükten sonra da ayakkabı tamirhanesini devretmiş ve eşini de alıp şu anda yaşadığımız sokağa yerleşmişlerdi. İşte ben o geldiğinde on altı yaşıma yeni girmiştim. Adı batsın, Katrina da yeni peydahlanmıştı mahalleye. Ona ilk yavşayan, çifte tabancalı Haydar olmuştu. Yumurta topuk kunduralı bu adam efsaneye göre mahallenin yakasına bir iblis gibi yapışan Tiryaki Necmi'nin çetesini dize getirmişti. Her kabadayının bir kadını olur. Onunki de adı batsın Katrina'ydı işte. Şarap şişesinden yudum almadan önce ağzıma bir düzine leblebi attım. Uzun müddet çiğnemeden mideye gönderdim. Bir sigara yaktım. Şişeyi kafaya diktim. Alkol kanıma karışınca, hafif, yapay bir mutluluk bünyemi sardı. Ne kadar ilginçtir ki geride bıraktığım hayatım bu yapay mutlulukla geçti. Bazı insanlar böyledir. Hayatın o sıkıcı telaşı onlara komik gelir. Müthiş özgüvenle dolu patronlar, para babaları, kendi hayalarını serin tutmak için soğutuculu odalarında sefa sürerler ve bunu yaparken hayatı bir karmaşaya soktuklarını düşünmezler. İşte ben, hayatın bu sıkıcı ritminden tiksiniyorum. Yani birileri rahat etsin diye onlar adına çalışmayı reddediyorum. Ama çalışıyorum! İşte bu hayattaki en büyük riyakarlıklardan biridir. Şarabı bir daha hunharca sömürdüm. Şarap şişesiyle konuştum. Ben senin tesellinim diyordu. Hava açılmaya başladı. Güneş yüzüme sırıtıyordu. Ellerimi koltuğun kenarlarına dayayıp ayağa kalktım. Başım döndü ama bu durumu kafaya takmam. Biraz sonra geçecek. Koridora doğru yürüdüm. Portmantonun kapağını açıp, yılların emektarı parkamı aldım. Parka babamdan kalma. Sahi babam ne zaman ölmüştü? O ölmeden yedi yıl önce, benim için ölmüştü. Cenazede


ağlamadım. Cenazeler, yıllar boyu birbirini görmeden yaşayan insanların, ölüm korkularını, ölen kişiyle yenmeye çalıştıkları yerdir. Ağlamalar, zırlamalar bu yüzdendir. Onları üzerine toprak atılan tabutun içindeki değil, tabutun ta kendisi korkutur. Portmantonun sol kısmında bulunan gözün kapağındaki büyük aynadan kendime baktım. Yüz hatlarım, çenemin sivriliği ve gözlerim babamı hatırlattı. Küfür ettim. Hızla dışarıya çıktım. Kaldırımları sevmem. Ben aslında hiç bir şeyi sevmem. Yolun ortasından yürümem tabi, kaldırıma yakın yerden yürürüm. Buna bir çeşit fobi diyebiliriz. Bu durumu anlamak için hiç kafa yormadım. Çocukluğumda kaldırımlarla ilgili bir şeyler yaşamış olabilirim. Karnım çok aç. Ali Baba Lokantası'na girdim. Ali baba yoktu. İçeride yüzlerini tanıdığım insanlar, esnaflar, emekli memurlar vardı. Masaya oturdum. Garson gelip bir şeyler geveledi. Etli nohut, pilav ve cacık getirdi. Ekmeksiz yedim. Hesabı ödeyip kalkacakken Ali Baba kapıdan girdi. Beni görünce gözleri fal taşı gibi açıldı. Başımı öne eğip selam verdim. Kapıdan çıkacakken sağ kolumu hızlıca kavrayıp sandalyeye oturttu. 'Dur hele Yunus sana söyleyeceklerim var.' dedi. Mimikleri korkunun yanında bir de muziplik yansıtıyordu. Endişemi belli etmedim. 'Hayırdır baba.' dedim. 'Katrina'nın oradan geliyorum. Canım sıkkındı iki tek attım kevaşeyle. Seni sordu yine. Epeydir gitmiyormuşsun yanına.' 'Bilerek gitmiyorum baba. Durumları biliyorsun.' dedim. Cevabımı biliyormuş gibi iç çekti. 'Hah! Aman oğlum. Bak bugün yarın Haydar çıkar. Seni yine orada görürse, yazıktır. Yakma hayatını.' dedi. Lokantanın en ücra kısmında oturan ve mahallenin fiskosçu kadınlarından farkı olmayan, yaşını başını almış ve artık ölümünü bekleyen emekli Cezar başçavuş, konuştuklarımı duymuş olacak ki: 'Azmıştır yine karadul.' diye bağırdı. Lokantada yemeğini yiyen esnaf bastı kahkahayı. Ali Baba Cezar'a doğru dönüp, 'Ayıp olmuyor mu başçavuş.' diye bağırdı istifini bozmadan. 'Hey yavrum hey. Nesi ayıp olacakmış. Genç olacaktım bak neler olurdu o zaman. Mahalle Katrina'nın iniltilerinden uyuyamazdı.' diye bağırdı sağ kaşını kaldırarak. Lokanta yine kahkahaya boğulmuştu. Ali Baba'nın göz bebekleri büyümüş, siniri bütün suratına yayılmıştı. Daha fazla sinirlenmesini önlemek amacıyla sol kolundan tuttum. 'Boş ver baba. Yaşlı başlı adam.' dedim. Bana doğru döndü. Sağ elini, kel kafasına koyup, karşımdaki sandalyeye oturdu. 'Hayırdır sen niye gitmedin bugün işe?' diye sordu. Suratımı büzüştürdüm. 'Hiç isteğim yoktu. Arayıp hasta olduğumu söyledim.' diye cevapladım. Kıkırdadı. 'Ne hastası ulan! Bildiğin sarhoşsun sen. Hep öyleydin, hep öyle olacaksın.' dedi. 'Neyse ben kalkayım hadi eyvallah.' dedim. Elini uzatıp kolumu yakaladı. 'Yunus'um. Eğer istersen bak benim yazlığın anahtarını vereyim. Bodrum'un havası insana iyi gelir derler.' dedi ve aslında biraz önceki cümleyi boşuna kurduğunu anlayıp, aslında söylemek istediği cümleyi söyledi. 'Hem biraz uzaklaşmış olursun.' Suratıma her zamanki kibrimi


yayarak ve birazda sesimi yükselterek, 'Yok baba yok! Ben böyle iyiyim. Hem daha göreceğim insanlar var.' diye bağırdım Haydar'ın hapisten çıkışına ithamda bulunarak. Dışarıya çıktım. Lokantanın hemen yanındaki mey dükkanına girdim. Parkamın cebinden matarayı çıkarıp, dükkanın sahibi Ömer dayıya verdim. Önce mataraya, sonra bana baktı. Kaşlarını çatarak, 'Bu sefer erken bitmiş Yunus'um. Bak dikkat et! Bu diğer içkilere benzemez. Kararında alacaksın ulan! Ciğeri deler bu.' dedi. 'Uzatma Ömer dayı. Koyacaksan koy!' diye tersledim. Sinirini belli etmeden matarayı alıp arkaya gitti. Bir dakika geçmeden geri döndü. 'Bak evlat, bu içkiyi Çek'ler bile senin içtiğin kadar içmezler. Kaldı ki bizde rakı neyse onlarda bu da odur.' dedi ve, 'Mehmet'in oğlu Yasin'i bildin mi?' diye sordu. 'Şu ressam olan. Epey ünlendi diye duydum.' diye cevap verdim. 'Hah işte! Nasıl ünlü oldu sanıyorsun o hayta. Her gün gelir alırdı benden. Şimdi resimleri Avrupa'da lan haytanın. Benim sayemde oldu bre!' dedi bıyıklarını avucuyla aşağıya çekerek. 'Amma yaptın be dayı.' dedim. 'Öyle tabi. Şimdi sana bakıyorum. Sanat adına bir şey yok evlat. Ne yapacaksın bunu. Kaşelerle Pisa Kulesi mi inşa edeceksin hayta.' dedi. Güldüm. Elimle selamladım. 'Güle güle Yunus'um. Ha bu arada Haydar çıkacakmış.' dedi. Cevap vermedim. Matarayı alıp, dışarıya çıktım. Herkesin dilinde yumurta topuk Haydar. Mataradan bir yudum aldım. Anında kana karıştı. Gözlerimin kenarlarına bir şerit çekildi. Daha büyük bir yudum aldım. Ağzımda çalkalayıp, yuttum. Gırtlağımda bir yırtılma hissi vuku buldu. Kaldırımdan inip yürümeye başladım. Karşıdan bir kadın geliyordu. Mahallenin yabancısı olduğu belliydi. Sarı saçlarının, arasında siyah şeritler vardı. Balık etli, kalça kısmı yayılmış, topuklu ayakkabılarının sesi mahalleyi inletiyordu. Yanımdan geçerken beni süzdü. Arkamı dönüp bakmasını bekledim ama dönmedi. Yoluma devam ettim. Sokağın sonundan, diğer sokağa doğru döndüm. Tanrım! Ne kadar renkliydi. Van Gogh tabloları gibi! Bir boya firması girip, bütün sokağı renklendirmiş. Bunun adına reklam diyorlar. Ne reklam ama büyülüyor insanı. Mataradan bir yudum daha alıp, parkamın iç cebine koydum. Hayal gücüm abartılı bir şekilde çalışmaya başladı. Biraz önce yanımdan geçen kadın, bana başka bir kadını hatırlattı. Evet! Bir kadın sevmiştim. Sanırım bu ruhumun katılaşmasından önceydi. Bu Çek icadı meret neler hatırlatıyor insana: Ah Helen senin uğruna iki kavim nasıl bir savaşa girişmişlerdi öyle. Ne kanlar döküldü sarı saçların hatırına. Paris'in kalbine bir ok gibi fırlatılmıştın o gece. Kocan olacak o kahpe Maneleus'tan kaçırdı seni Sparta'dan, Ege'nin beşiğine. Ah Helen, senin uğruna toplanan Yunanları ne Poseidon ne Zeus ne de Athena engelleyebilirdi. Odyseus'uda, Akhilleus'u da getirdin oralardan. Ne kahramanlar ama. Sadece yeryüzünde değildi savaş Helen, yukarıda, Tanrıların merkezinde bile savaşıldı senin için günlerce, aylarca. En kötüsü de gönüllerde olan savaşlardı. Tanrım ne romantiğim. İşte o


kadın, hayatıma müdahale eden o kadını Truva Savaş'ında tanımıştım. Bir sinema da, eski bir filmdi. İlginç saplantıları ve kontrol sorunu olan bir kadındı. Tanrım ne saçlardı öyle. Helen'in saçları gibi. Helen'in saçlarını da nereden biliyorsam! Mevsimlerin terlemesi gibiydi yüzü. Mevsimler hep terler. Çek icadı çık hayal gücümden ya da bilinçaltımdan, mevsimler terler mi hiç! Uzun bir müddet birlikte olmuştuk. Daha sonra beni ben yapan özelliklerden tiksinmeye başladı. Onları değiştirmeye çalıştı. Sonunda dayanamadım. Bastım kalayı. Mecazi anlamda değil dostlar. Suratının ortasına okkalı bir tokat yapıştırdım. Kovdum evden. Sonra mı? Sonra yalnızlık başladı işte. İnsan her zaman yalnızdır, gerisi kalabalık. Bir gün alkolün dibine vurup gidip ayaklarına kapandım. Dönmesini istedim. Kadınlar ne kadar severlerse sevsinler, canları yandı mı Hitler'den daha acımasız oluyorlar. İçim sıkıldı, her gün içmeye başladım. Böyle anlar vardır. Belirli bir zaman biriyle birlikte olduğunda, onunla yaşadığın anıların beyinde yer ettiğinden olsa gerek, nerede o anılara uygun bir imge görsen o hatırlanır. El ele tutuşan bir çift gördüğünde, ellerin terlemesi gelir akla. En ücra köşede öpüşen bir çift gördüğünde, dudak temasının ıslaklığı gelir akla. Ve en önemlisi ona benzeyen birini gördüğünde o gelir akla. Dünya üzerindeki boktan durumlardan biri de budur işte. İşte bu anlar insanın hasat zamanıdır ve insan hasat zamanında geçmişini budar. Tanrım bu Çek Cumhuriyeti güzel bir yer olsa gerek, baksana şuna ne coşkular yaratıyor ruhumda. Hepsi ne kadar da sahte ve bir o kadar gerçek. Koca bir tükürük bütün vücudumu sarmış gibi. Eğer bebekken bizi yıkayanımız olmasaydı, koca salyalar bütün vücudumuzu sarardı. Duvara tutunuyorum. Bu ne yumuşaklık. Tırmanmalıyım o renkli sokağın bütün binalarına. Ellerim, ellerim nasıl hassas, nasıl yumuşak. Gözlerim kararıyor. Yeni bir hayal perdesi. Bir vadideyim. Ne garip yaratıklar var burada böyle. İki ejderha hiç durmayan alevleriyle karşılıklı olarak bir kapı oluşturuyorlar. Alevlerini yukarıya doğru püskürtüp birleştiriyorlar.Bu kapı benim cennetimin kapısı mı? Kapıdan geçerken ejderhaları selamlıyorum. Vadinin ortasından koca bir ırmak akıyor. Irmağın sonunda bir çağlayan. Oradan atlamalıyım diye düşünüyorum. Koşuyorum çağlayana doğru. Tam ucuna gelmişken bir Pegasus tutuyor pençeleriyle benliğimi. Yukarıya, göğün en yüksek katına çıkarıyor. Pençelerini çekiyor benliğimden, düşüyorum. Tam aşağıda ırmağın içine düşerim diye düşünüyorum. Hızla düşüyorum. Irmağa ayaklarım değmek üzereyken bu kez bir Grifon geçiriyor pençelerini. Fazla yükseğe çıkmıyor. Etrafı gezdiriyor. Irmağın tam kenarında birbirleriyle alay eden Şahmeranlar, Kikloplar, Minotorlar, Arimasplar ve Ammitler. Irmağın suyuna gagalarını yanaştırıp su içen, Aynaklar, Bennular, Ankalar, Garudalar, Kaknüs kuşları, İbibikler ve Şeşeler. Barış içinde yaşıyorlar. Barış. Grifon beni yere hızlıca indirdi. Bütün yaratıklar birden başlarını çevirip bana baktılar.


Birden hepsi bir ağızdan adımı söylemeye başladılar. Bir koro halinde müthiş bir sesti. 'Yunuuus! Yunuuuss!' 'Yunus, uyansana ulan!' Gözlerimi açtım, sokağın, bilhassa kaldırımın üzerinde uzanmıştım. Kafamı kaldırdım Ali Baba beni seyrediyordu. 'Ne içtin lan sen! Ne getirdi bu hale seni. Bana bak ne kullanıyorsun sen?' diye bağırdı. Başımı sabitlemiş ona bakıyordum. Tokat atmaya başladı. En sonunda biraz ayılır gibi oldum. 'Tamam baba tamam! Vurma artık.' dedim. Bütün mahalle toplanmış bu yaygarayı izliyordu. Vah vah sesleri işitiyordum. Cezar başçavuş yanına müritlerini almış dedikodumu yapıyorlardı. Ali Baba beni kolumdan kavrayıp doğrulttu. Cezar'ın sesini işittim. 'Görüyorsunuz değil mi dostlar. Haydar'ın çıkacağını duyunca bizim oğlan kendini harap etmiş. Yazık ki ne yazık.' diye bağırdı. Oralı olmadım. Sorun çıkarmak istemiyordum. Ali Baba beni alıp lokantaya götürdü. Garson bir Türk Kahvesi ve küçük bardakta nane likörü getirdi. Kahveden bir yudum alıp, likörü kafaya diktim. Bu karışım insanı ayıltır. Beş dakika geçmeden kendime gelmiştim. Ali Baba bir şeyler geveledi ama cevap vermedim. Ne diyecektim? Mitolojik yaratıklarla dolu düşümü mü anlatacaktım! Hadi oradan. Neler oldu bakışlarına karşılık vermeden dışarıya çıktım. Pek keyifli olduğum söylenemezdi; daha yolun ilk yarısında, kendi kendime sorduğum delice bir soru, aklımın ve irademin alabileceği her şeyi inkar etmişti: Haydar'ın çıktığı zaman benim peşimden sürüklenip geleceği ve beni öldüreceği kaçınılmazken ben neden hala mahallede dolaşıyordum? Bu sorunun cevabını sona saklıyorum. Oturduğum apartmanın merdivenlerini kısık nefesle çıktım. Dairemin kapısına geldiğimde kapıyı hızla açmam, aslında bir an önce dış dünyadan soyutlanmam gerektiğinin bir işaretiydi. Eve girdim. Mutfağa doğru yürürken su içme isteğimi kesen, koridordaki tozlanmış çerçeveler bana bakıyordu. Çerçeveyi alt tarafından tutup duvardan on santim kaldırdım, kendime doğru çekince çivisinden çıktı. Parkamın, vücudumun dirseğine gelen kısmıyla çerçeveyi sildim. Valide sultanın başı örtülü, sırıtan yüzü bende hiç bir tebessüm uyandırmadı. Bu durumun sebebi aslında ona kızmam değil, onun çekip gitme isteğinin, bütün aileyi nasıl bir hüsrana sürüklediğiydi. Yokluğunda neler olduğunu anlamaya çalıştığım için bu cümleleri sarf ediyor olabilirim. Pencerenin önüne gelip aşağıyı izledim. Daha sonra aslında yorgun olduğumu fark edip yatak odama doğru ağır adımlarla yürüdüm. Kendimi yatağın üzerine attım. Göz kapaklarım ağırlaşmaya başladığında kapının bir çığlık gibi gelen sesi kulaklarımı yırttı. Kalktım. Kapıya yaklaştım ve boğazımı temizleyerek, 'Kim o!' diye bağırdım. Adı batsın Katrina'nın sesi midemi bulandırdı.

Tuncay Ünaydın


..EnginDergi.. Mart 2013 say覺 39 www.engindergi.com bilgi@engindergi.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.