EnginDergi Y覺l: 2013 - Say覺: 44
Tegernsee, Almanya Fotoğraf: Güvenç Aydoğan
"Kıyıyı gözden kaybetmeye cesaret edemedikçe insan okyanusu keşfedemez." Andre Gide
İçerik; Sy.04) Bazen Sağa Çekip Bekleyesim Geliyor – Engin Enginer Sy.09) EnginSözlük Sy.06) Çocuklar Öldürülmesin, Şeker de Yiyebilsinler – Tuncay Ünaydın Sy.11) Kitap tavsiyesi; “Yabancı” Albert Camus Sy.12) Mutluluk Zor Zanaat – Tuğçe Büyükabacı Sy.13) Kaçak '22 – Işık Yavuz Sy.14) İnsan Alışıyor – Kezban Şahin Sy.14) Ruh'a Sesleniş – GüLüM Sy.15) Rakım ve Rakı'm – Sema Kahveci Sy.16) Yaşanacak Bir Kaosun Anatomisi – Umut Onur Çöpür
Bazen Sağa Çekip Bekleyesim Geliyor Toplumsal olaylar karşısında içerisinde bulunduğumuz durumda akıl sağlığımızı koruyabilmek gerçekten de zor zanaat. Hayat hiç de göründüğü yahut olması gerektiği gibi değil, bu yüzden rol yapmayı öğrenemeyen insanlar toplumun dışına itiliyor. Ya hayattaki rolünüzü öğreneceksiniz ve her gün daha iyi bir performans sergilemek için çıkacaksınız sahneye ya da zorunlu olarak sağa çekip bekleyeceksiniz. Bu ay sizlere kaynağını çok araştırdığım halde bulamadığım için anonim olarak addettiğim bir yazıyı aktarmak istiyorum. Yaşam çok basit olduğu halde toplumumuzda bunu ne denli karmaşıklaştırarak yaşadığımızı oldukça iyi gözler önüne seren bu paylaşımın altına imzamı atıyorum. ***
Sağa Çektim, Bekliyorum Şizofreni, zihin bölünmesi anlamına gelen bir hastalıktır. Biyolojik ve genetik faktörlerin yanı sıra, özellikle eğitimde tutarsızlık, verilen çelişkili mesajlar yahut belirsiz, anlamsız, korkutucu olaylar ruhsal dünyada bir parçalanmaya yol açabiliyor, bu da sonunda gerçeklerden tamamen kopmayı ve bir hayal dünyasında yaşamayı netice verebiliyordu. Bu delikanlı o noktaya gelene dek neler yaşamıştı kim bilir? "Ben iyiyim doktor ağabey, ben iyiyim, hiçbir şeyim yok. Sağa çektim, bekliyorum." Böyle demişti Hüseyin, daha odaya ilk girişinde. On sekiz yaşındaydı. Şizofreni hastasıydı. Gözlerinde hayalet görmüşçesine bir korku ile hiçbir şey görmüyormuş gibi boş bir bakış yer değiştiriyordu. Çocuk gibiydi tavırları. Büyümeyi reddetmiş, zamanı geri çevirip küçük bir çocuğun o problemsiz, saf dünyasına dönmüştü sanki. Artık mücadeleyi bırakmış, dış dünyaya kapılarını kapatmıştı. Kendisine ait bilinmez bir dünyadaydı. Neyi neden yaptığını, ne zaman ne yapacağını kestiremiyordu ailesi. İnsanlardan kaçıyor, bazen kendi kendine bir şeyler konuşup gülüyordu. Ama gariptir, halinden memnun görünüyordu. Ve yerli yersiz aynı sözü tekrarlayıp duruyordu: "İyiyim ben, iyiyim. Sağa çektim, bekliyorum." Çocukluğundan ilk hatırladığı, babasından yediği bir tokattı. Oyundan eve biraz geç gelmiş, evdekiler onu çok merak etmişlerdi. "Geldim işte, sevinin" dercesine masum bir neşeyle yüzüne baktığı babasının öfke dolu
bakışları, yediği tokat esnasında gördüğü yıldızlara karışmıştı. Neye sinirlenmişti babası, bilemedi. Çok korktu ve yatağına gidip ağladı. Babasının -asabi- olduğunu, bazen işten gergin geldiğini, o yüzden ufak şeylere sinirlendiğini, -aslında iyi bir insan- olduğunu zamanla annesinden öğrenmişti. İyi de, kendisinin ne kabahati vardı ki? Hem babası -Sizin için çalışıyorum, ablanın ve senin geleceğiniz için yoruluyorum- demiyor muydu? Bizim için çalışıp yorulduğu ve sinirleri bozulduğu için bizi dövmesi nasıl işti? Bizden intikam mı alıyordu yoksa? Neden ki? Bazen -aslan oğlum, akıllı oğlum- derdi babası kendisine, bazen de -salak, haylaz!- Ne zaman nasıl tepki alacağını bilemiyor, güvensizlik içini kemiriyordu. Babasına bile güvenemeyecekse, bu dünyada kime güvenebilirdi ki? Bazen annesiyle babası kavga ederlerdi. Daha doğrusu, öyle hissediyordu. İçeriden bağırışlar gelir, yanlarına gidince susarlardı. Bir şey yokmuş gibi davranırlardı. Ama evde birkaç gün sessiz bir gerginlik olurdu. İçini dağlardı bu gergin dönemler. Neydi problem, anlayamadı hiç. Neden anlatmazlardı ki? Problem varsa söylesinler, yoksa güzel güzel sohbet etsinlerdi. Böylesi daha mı iyiydi sanki? Suratsız bir çocuk olmuştu artık. Evlerine bir misafir geldiğinde ise, keyfi biraz yerine gelirdi. Anne baba ne kadar gergin de olsalar misafirin yanında gülümserlerdi çünkü. Yalancıktan da olsa onları öyle mutlu, kibar, konuşkan görmek hoşuna gidiyordu. Hoşuna gidiyordu da, neden biz bize iken böyle davranmıyorlardı ki? Biz komşulardan daha mı değersizdik? Saflık derecesindeki patavatsızlığı misafirliklerde başına dert oldu. Annebabasının evde -kel toş- dedikleri komşu evlerine misafir olduğu bir gün ona -kel toş- diye seslenince buz gibi bir hava esmişti. Ablası çimdikledi. Yanlış mı söylemişti adını yoksa? Adı bu değil miydi? Niye öyle diyorlardı o zaman? Gelen giden arttıkça, çelişkiler de artıyordu. "Yine mi o gıcık tipler geliyor? / Aman efendim ne iyi oldu da geldiniz?" "O Ayten de çok saçmalıyor canım / Haklısın Aytenciğim, naaparsın?" "Keşke evde yok deseydin oğlum / İnanın çok özlemiştik." Bir kenara çekilmiş, sessizce izliyordu çoğunlukla. Bu karmaşık oyunun kuralı acaba neydi? İlkokula başlayışını, evdeki sıkıntılardan kaçış olarak, sevinçle karşılamıştı. Ama siyah önlükler, anlamsız kısıtlamalar olmasa daha iyi olurdu. Hele bazen bayat nutuklar atıp bazen de öfkeyle bağıran asık suratlı öğretmenler olmasa çok da güzel olabilirdi. Nutuklarda başka konuşuyorlardı, koridorlarda başka. "Gelecek sizin elinizde / Siz haylazsınız!" "Okuyup büyük adam olacaksınız / Adam olmazsınız siz!" "Bu ülkenin umudu sizlerde /Sizi her gün dövmek lazım!" "Atatürk bu ülkeyi sizlere bıraktı / Aptallar!"
Anlayamıyordu çoğu şeyi. Atatürk'ü öğretmişlerdi ona önce ve sonra ve hep -beden eğitimi dersinde bile-. "En büyük o! Bizi kurtardı. Bir millet yarattı." Ama Hüseyin dedesinden "Allah en büyüktür, tek yaratıcı O'dur" diye öğrenmişti. Bir gün öğretmenine "Allah mı büyük, Atatürk mü?" diye sordu. Öğretmen ters ters baktı ve "Böyle saçma soruları bir daha sorma; fena olur" dedi. Korktu yine. Korkmaya alışmıştı zaten. Korkutucuydu dünya. Nasıl korunacaktı? İlkokul öğretmeni kopyaya çok kızardı. Bir kez sınavda kopya çeken bir arkadaşını sınıfın ortasında evire çevire dövmüş, hatta bacağını kanatmıştı. Kopya kötüydü, çekmemeliydi. Hiç çekmedi de. Son sınıfta ilkokullar arası bilgi yarışmasına katıldılar. Final yarışmasında öğretmeni yanlarına yanaştı ve "Şöyle bir soru gelecek, cevabı da şu" diye fısıldadı. Duymazdan geldi. Kopya kötü değil miydi? Öğretmen kendilerini deniyordu herhalde. Yarışma sonrasında öğretmen "Beni niye dinlemediniz? Size cevabı söyledim. Ya yarışmayı kaybetseydiniz?" diye bağırınca, kafası iyice karıştı. Bir gün birisi "Bunlar kamera şakasıydı" diyecek diye bekliyordu. Ama ya değilse? Bir de kafasındaki çelişkileri tutabilseydi! Anlaşılan, onları kendi kendine ve kendince çözmesi gerekecekti. Yapabilirse... Susmak çok iyiydi aslında. Zaten ilkokulda öğretmenleri hep "Susun! Çok konuşmayın bakayım!" derdi. Ama lisede öğretmenler "Niye aval aval bakıyorsunuz, derse katılın biraz, sizin gibi koyunlar yüzünden bu millet geri kaldı!" deyince, sessiz ve uslu olma konusunda da çelişkide kaldı. Büyümeseydi keşke. Hep küçük bir çocuk olarak kalsa ne iyi olurdu. Zaten genellikle odasında tek başına oyuncaklarıyla oynamasına, onlarla konuşmasına, annesi "Hâlâ çocuk gibisin" diye tepki gösteriyordu. Ergenliğe girdiğinde garip şeyler yaşamaya başladı. Öteden beri bildiği bedeninde o güne dek bilmediği şeyler oluyordu. Ama kimseye soramadı. Kimse de, ne olup bittiğini ona doğru düzgün anlatmadı. Ayıp deyip sustular. "Kızların şeyi var mı?" sorusunun cevabını bile arkadaşlarıyla baş başa verip üç ayda öğrenebildi. Yine o dönemde öğrendiğini sandığı bir yığın şeyi düzeltmesi yıllarını alacaktı. Zaten kızlardan yana başı dertteydi hep. Çıktığı bir kız olmadığı için arkadaşları kendisiyle alay ediyorlardı. Üzülüyordu. Neredeyse sırf bu alaylardan kurtulmak için, hoşlandığı bir kızı gözüne kestirdi. Ders aralarında onunla konuşmaya başladı. Hatta ona âşık oldu bile denilebilirdi. Ama bu kez de âşık olmasıyla alay edildi. İnsanlar neden böyleydi ki? Bir gün teneffüste hoşlandığı kıza "Seni seviyorum" demek geldi içinden. Dedi de. Ama kız ağlamaya başladı.
Hatta kendisini öğretmene şikayet etti. Tabii ki, dayak yedi öğretmenden. Çok üzülmüştü. Durumu düzeltmek için kızın yanına gitti, özür diledi ve "Tamam, seni sevmiyorum" dedi. Ama kız buna da ağladı. Yine şikâyet edildi, yine dayak yedi, yine anlayamadı neler olup bittiğini. Şu kızlar da garipti doğrusu. Okul dışındaki kızlara yöneldi ilgisi. Yaşça büyük, tecrübeli ağabeylerle gezmeye başladı. Çok şey öğrenebilirdi onlardan. Öğrendi de. Caddelerde gezip, gelen geçen kızlara laf atmaya başladı. "Üf ağabey, şu kıza bak, çok güzel." "Hakikaten Hüseyin, ne kız bee? Sana bakıyo oğlum, asıl şuna." "Yok ağabey şu gelene asılayım. Baksana o daha hoş. Değil mi Ali ağabey?" Değildi maalesef. "Daha hoş" deyip laf attığı kız, Ali abisinin kız kardeşiydi. Birkaç küfürle paçayı kurtardı. Sahipsiz kızlara asılmak iyiydi, sahipliler ise bacımız olurdu. Ama sahipsiz dediklerimiz de bizim gibi birilerinin ablası yahut kardeşi değil miydi? Acaba şu an ablasına kim nerede laf atıyordu? İğrendi bu çifte standarttan. Çözemedikçe çözülüyordu. Çok fazla kızla çıkmak makbuldü arkadaş çevresinde. Popüler bir delikanlının fazla kız arkadaşı olmalıydı. Ama kızların erkeklerle fazla çıkmaları iyi değildi, "kötü" damgası yerlerdi. Peki o zaman erkekler kiminle çıkacaktı ki? Meselâ kendisinin kız arkadaşlarıyla gezmesi anne babasının hoşuna gitmişti. Ama ablasının bir erkekle çıkması evdekilerin en büyük korkusu idi. Kendisine bir kız telefon edince "aslan oğlum" diyen bakışlar gezinirdi üzerinde. Ama ablasını bir erkek ararsa evde kıyamet kopardı. "Bu tutarsızlıklar beni deli edecek" diyordu içinden. Sonunu hissetmişti sanki. Kur'ân okumanın ve ondaki emirlere uymanın çok güzel olduğunu öğrenmişti lise yıllarında. Anne babası Kur'ân okumazlardı, ama "Okumak lazım, iyidir" derlerdi. "Okumak lazım, iyidir" derler, ama okumazlardı. Normaldi artık bu çelişkiler; pek üstünde durmadı. O okudu, etkilendi. Namaza başladı. Kızlarla mesafeli olması gerektiğini de öğrenmişti. Kız arkadaşlarıyla samimiyetini azalttı. Bira içmez oldu. TV izlemedi, sohbetlere gitti. Bir gün anne babasını fısır fısır konuşurken gördü. O akşam babası onu karşısına alıp konuşmaya başladı. Bir problem olduğunu anlamıştı. Bir problem olmasa babası onunla konuşmazdı çünkü; ancak bir problem varsa konuşurdu. Sonunda babası dilinin altındaki baklayı çıkardı: "Evladım, aşırı gitme. Namazını da kıl, gereğinde bara, pavyona da git. Kur'ân da oku, kızlarla gezip içki de iç. Dengeli yaşa." "Nerede yazıyor bu denge baba?" diye sordu. Babası sinirlenip "İşte burada yazıyor" dedi ve avucunu gösterip yanağına okkalı bir tokat yapıştırdı. Ağlamıyordu artık. Etkileniyormuş gibi yapmaya çalışıyordu. Ama direnci zayıflamıştı. Kur'ân'ı da, namazı da bıraktı. Evlerinde televizyon hep açık dururdu. Bazen açık-saçık programlar olurdu. Spiker 'Şok, Şok! Şu rezilliğe bakın!' diye ekranı inletirken bir
yandan da o rezillikler en ayrıntılı biçimde gösterilirdi. Lise son sınıfta siyasetle ilgilenmek ama aşırı gitmemek gerektiğini öğrendi; nasıl olacaksa? Ve haber programlarını izlemeye, gazetelerdeki köşe yazılarını okumaya başladı. Birçok şey öğrendi; özellikle dış politika konusunda. Batılı olmak lazımdı. Batılılar bizden üstündü. Yok, hayır, biz en üstündük. Sadece, biraz geri kalmıştık. Ama en güçlü, en akıllı bizdik. Bu millet adam olmazdı. Biz Batılıları seviyorduk, ama onlar bizi sevmiyordu. Onlar bizi sevmediği için biz de onları sevmiyorduk. Ama onlar gibi olmalıydık yine de. Sevmeliydiler bizi, biz onları sevmesek de. Hele Yunanlılar bize iyice düşmandılar. Biz de onlardan nefret ederdik. Hep savaşmış, hep yenmiştik onları. Ama aslında kardeştik. Bazen bizden korktukları söylenirdi. Sinirlendiriyordu bu bizi. Bizden neden korkuyorlardı ki? Fazla sinirlenirsek canlarına okurduk onların. Korkmasınlardı bizden. Araplar ise zaten oldum olası bizi sevmezlerdi. Biz de onları hiç sevmezdik. Ama onlar bizi neden sevmiyordu ki? Biz onları hep sevmiş, hep iyilik yapmış değil miydik? Oysa onlar bize hep kötülük yapmak istiyorlardı. Bizi sevmeleri lazımdı. Ama bizim onları sevmememiz lazımdı. Zihni iyice dağılmaya başlamıştı. İçine kapanmaya başladı. Odasından çıkmamaya başladı. Hayallerle avundu. Hayallerinde her şey netti, kontrolü altındaydı. En iyisi buydu galiba. Ama annesi neden ona garip garip bakmaya başlamıştı ki? Askere gitmeden önce bir işe girip çalışmak istedi. Birkaç yere başvurdu. Torpilliler yüzünden ilk başvurduğu yere alınmadı. Babası öfkelendi. "Bu torpil yüzünden memleket batacak" dedi. Bir hafta sonra ikinci başvurduğu yer için torpil bulunca sevindiler. Başkası lehine olunca kötüydü torpil. Ama biz yapınca iyi oluyordu. Karşımda oturmuş kendi kendine konuşup gülen bu delikanlı, aslında kendince kurtuluşu seçmişti anlaşılan. Çocukluğundan beri bu hayatı, bu insanları çözememiş, doğru bir pusula, tutarlı bir rehber bulamamış, çifte standartların, yaman çelişkilerin çekiştirmesine daha fazla dayanamamış ve huzuru ancak gerçeği reddederek bulmuştu işte. Bu kuralsız trafik, üstüne gelenler, arkadan sıkıştıranlar, yol isteyenler, küfredenler yüzünden, hayat yolculuğunda sağa çekmişti. Bekliyordu. "Ben iyiyim artık, hiçbir şeyim yok doktor ağabey, çok iyiyim ben. Sağa çektim, bekliyorum." ***
Engin Enginer
EnginSözlük Nobel Ödülü; 27 Kasım 1895 tarihli ve 30 Aralık 1896 tarihinde Stokholm'de açıklanan vasiyetnamesiyle Alfred Nobel tarafından kurulan derneğin verdiği, insanlığa hizmet edenleri ödüllendirmek amacını taşıyan prestijli bir ödüldür. İlk Nobel ödülleri 1901 tarihinde verilmeye başlanmıştır. Nobel ödülünün kaynağı dinamit ticaretidir. Alfred Nobel dinamiti icat ettikten sonra Avrupa'da savaşan taraflara satarak milyonlarca dolar kazanmış ve vasiyeti gereği bu ödülü armağan etmiştir.
PETA; (People for the Ethical Treatment of Animals), Hayvanlara Etik Muamele İçin Mücadele Edenler, bir hayvan hakları organizasyonudur. Norfolk, Virginia kökenli ve yaklaşık iki milyon üye ve destekçisi olan organizasyon dünyanın en büyük hayvan hakları grubudur.
Kanser; Vücudumuzun en küçük yapı taşı hücredir. Ölen hücrelerin yenilenebilmesi için hücrelerin bölünebilme yetenekleri vardır. Buna karşın kanser hücreleri sağlıklı bölünme bilinçlerini kaybeder ve kontrolsüz biçimde bölünmeye başlarlar. Çoğalan bu kanser hücreleri birikerek tümörleri oluşturur. Tümörler de normal dokuları sıkıştırıp içlerine sızabilir, hatta tahrip edebililer. Oluşan kanser hücreleri tümörden ayrılırlarsa kan ya da lenf dolaşımı aracılığı ile vücudun diğer bölgelerine de ulaşıp zarar verebilirler. Kanserler oluşmaya başladıkları organ ve mikroskop altındaki görünüşlerine göre sınıflandırılırlar.
Çocuklar Öldürülmesin, Şeker de Yiyebilsinler Çalıyorum kapınızı Teyze amca bir imza ver! Çocuklar öldürülmesin, Şeker de yiyebilsinler. Nazım Hikmet Ran 'Yalnızca bir günah vardır, tek bir günah. O da hırsızlıktır. Diğer günahlar, hırsızlığın bir çeşitlemesidir… Bir insanı öldürdüğün zaman, bir yaşamı çalmış olursun; karısının elinden kocayı, çocuklarından bir babayı almış olursun. Yalan söylediğinde, birinin gerçeğe ulaşma hakkını çalarsın. Hile yaptığın, birini aldattığın zaman doğruluğu, haklılığı çalmış olursun.' Bu sözleri okuduğumda savaşı yaşamış bir çocuğun neler üretebileceğini anlamıştım. Uçurtma Avcısı adlı kitap bana bir çok şeyi bir arada anlatan bir kitaptı. Gerçeğin tarlasında bizi biçen, yok eden, hayatımızın baharında öldüren çiftçilere karşı, tek başımıza ne kadar savunmasız olduğumuzu anlamıştım.
Yazıma önce Nazım Hikmet'in bir şiirin son kıtasıyla giriş yaptım. Daha sonra Halit Hüseyni'nin Uçurtma Avcısı kitabından bir alıntıyla devam ettim. Bilmiyorum! Belki sizlerde de bir şeyler uyandırır. Korkuyorum. Hayatımda ilk kez geleceğin gelmeyeceği endişesi bütün düşüncelerimi sardı. Çocuklar ölüyordu, hunharca katlediliyorlardı ve elimizden hiç bir şey gelmiyordu. Asker namluyu çocuğa doğrultuyor, ateşliyor, kurşun gidiyor, çocuk bakıyor ve umut ölüyor. Bunların hepsi saniyeler içerisinde gerçekleşiyor. Namluyu doğrultan askerle empati kurmaya çalışıyorum. Tetiğe basıyor ve bir şey hissetmiyor. Kurşunu yiyen çocukla empati kurmaya çalışıyorum. Kurşun bana doğru geliyor. Korkuyorum. Bir anlık korku, sonra geçiyor. Peki ya gözlerimdeki umut! O da ölüyor. En kötüsü de bu! Umudun ölmesi. Birinci Körfez Savaşı'nda Amerikan askerleri o kadar çok insan öldürdüler ki, bir yerden sonra beyinleri bunu bir alışkanlığa dönüştürdü. Bir dönem Amerika'da Sniper'lar insanlara kan ağlatmışlardı. Irak'ta yaptıkları kıyım yetmezmiş gibi, evlerine döndüklerinde kendi insanlarına karşı yaptıkları bu istemsiz ama bir o kadar gaddarca olan eylem, insan psikolojisinin alışkanlık haline getirdiği kötü davranışların ne denli ciddi boyutlara ulaşacağının bir göstergesiydi. Onlar çocuk öldürdüler, onlar baba öldürdüler, onlar anne öldürdüler, en kötüsü de onlar umut öldürdüler. Orta Çağ tarihine hakim olan din savaşları ve Küreselleşen dünyaya yayılan Dünya Savaşlarından hiç mi ders almadık? Vietnam'da çocuklar öldürüldü, Kore'de çocuklar öldürüldü, Arjantin'de, Irak'ta, Afganistan'da, Mısır'da, Libya'da, Sudan'da, Türkiye'de çocuklar öldürüldü. Mısır'da katliam var diye Rabia işareti üretildi. Mısır'a üzülüyoruz lakin ondan önce Rojava'da çocuklar öldürüldü. Kendimi yırttım, sesiniz çıkmadı. Kalbim sızladı. Daha nerelerde öldürülecek bu çocuklar. Yapmayın efendiler! Birine üzülürken birini unutmayın. Medyaya kanmayın. Fikirlerinizi çocukların üzerinden çekin. İlerde bir sosyolog bana bugünler hakkında 'O çocukları ne öldürdü?' diye sorarsa, 'Büyüklerin Fikirleri.' diye cevap veririm. Çocuk ölümlerine de susuyorsanız, onları da bir ideolojiye mensup görüyorsanız, içinizde bir yerlerde körelttiğiniz kalbinize bakın, doğru yolu bulacaktır. Fikirlerinizin, ideolojilerinizin ırkçılığa dönüşmesine izin vermeyin. Çocuklar öldürülmesin, şeker de yiyebilsinler abiler! Onların fikirleri yok, görüşleri yok, beyazı siyahı yok! Onların umutları var, gülüşleri var, oyuncakları var!
Tuncay Ünaydın
Kitap tavsiyesi;
“Yabancı”/ Albert Camus Fransız Edebiyatı denilince akla ilk gelen yazarlardan biri olan ve Varoluşçu Edebiyat'ın en önemli temsilcilerinden Albert Camus'nün 1942 yılında yayınlanan Yabancı adlı öyküsü sizi koltuğunuza hapsedecektir. Konu oldukça basittir. Öyküde her şey kısa bir zaman aralığında olup biter. Merak öğesi çok canlıdır. Kitabı okumaya başladığınızda, öykünün olmazsa olmazı olan serim bölümünün canlılığı sizi kitabın içine alır ve bir an da kitabın ana kahramanı olan Mr. Mersault olursunuz. Cezayir'de bir rastlantı sonucu, bir Arap'ı öldüren orta sınıftan bir Fransız olan Mr. Mersault'un, kendisini adım adım ölüme götüren süreci kayıtsız bir şekilde izlediğine tanık olursunuz. Özellikle Mr. Mersault'un hapisteyken, rahiple olan konuşmalarını dönüp dönüp okumanızı tavsiye ediyorum. 'Bugün anam ölmüş. Ya da dün. Bilmiyorum.' cümleleriyle başlayan kitap, daha en başında merak öğesini canlı tutar ve okuru içine hapseder. Makineleşmiş dünyanın, makineleşmiş insanı ölümü rahatlıkla kabul eder. Özetle yaşam saçma, boş ve manasızdır. Dünya saçmadır, insan, hayat ve toplum saçmadır. Öyküyü okurken, alışılmışın dışında olmasına rağmen öykünün doğallığı, kahramanın ölümü kabullenişi, işlediği cinayetten hiç bir suçluluk duygusu hissetmemesi, annesinin ölümüne rağmen yas tutmayışı ve normal hayatına dönüşü okuru rahatsız eder ve yaşadığı hayatı sorgulamaya yöneltir. Okur yaşam ve ölüm arasındaki soruları cevaplamaya çalışır. Kitabı elinizden bıraktığınız anda sorgulamalarınız başlıyor. Kendinize özellikle şu soruyu sorabilirsiniz: 'Diğer insanlara bakış açım doğru mu. Onlara nasıl bakıyorum, ön yargılı mıyım?' Dikkat edin bu kitap sizi ön yargılarınızla da baş başa bırakabilir. Dip Not: Nikos Kazancakis 1957 yılında Nobel'e aday olup, bu ödülü 1 oy farkı ile Albert Camus'ya kaptırdı. Camus ödülü aldıktan sonra, Kazancakis'in bu ödülü kendisinden yüzlerce kez daha fazla hakettiğini söylemiştir.
Tuncay Ünaydın
Mutluluk Zor Zanaat Mutsuzluk, kimi insanın yaşamaktan çok korktuğu kimi insanın ise bundan için için zevk aldığı enteresan bir ruh halidir. Öyle ki mutsuz olmaktan yakınan pek çok kişi garip bir şekilde bu duygudan beslenebilmektedir ve sanılanın aksine aramızda pek çok mutsuz insan bulunmaktadır. Geçen yıl yapılan araştırmalar gösteriyor ki Türkiye genelinin %43’ü mutsuz. Bu oran ile Türkiye, 148 ülke arasında 132’nci sırada yer almaktadır. Peki, mutsuzluğu biz kendimiz mi yaratıyoruz yoksa koşullar mı bizi böyle hissetmeye zorluyor? Yukarıdaki istatistiksel verileri de göz önünde tutarak siz ne cevap verirdiniz? Yapılan araştırmalar gösteriyor ki mutsuzluğumuzun büyük bir kısmını istemesek de biz yaratıyoruz. Öncelikle küçük sorunları çok fazla büyütüyoruz. Çevremizle yeterince sağlıklı iletişim kuramıyoruz. Sosyalleşmekten korkuyoruz. Her şeyden önemlisi kendimizi gereğinden çok fazla önemsiyor ve gözümüzde büyütüyoruz. Kendimizi bu gezegenin en önemli varlığı sandığımız için de karşı tarafın ters bir hareketinde hemen gardımız düşüyor. Böylelikle de kendimizi ‘‘mutsuz’’ hissediyoruz. Aslında tüm bu açılardan bakınca mutlu olmayı öğrenebilmek bir zanaat... Bu zanaatin başı ise, kendini dinleyebilmekten geçiyor. Mutsuz hissettiğimiz an hislerimize kulak verip kendimize, ‘‘Beni şu an mutsuz eden nedir?’’ sorusunu sorabilsek... Cevap, mutlaka zihnimizin bir köşesinden çıkıp bize kendini hissettirecektir. O cevabı yakalayabildiğimiz an çok önemlidir. Çünkü bir şeyi fark etmemiz, onu irdelememizi sağlayacak en temel adımı oluşturur. Fark etmediğiniz olgular üzerinde düşünemeyiz. Çünkü algımıza girememiştir. Fakat eğer fark edebildiysek; beynimiz onu tüm boyutlarıyla analiz eder ve kavramaya çalışır. Bu noktaya ulaşabilirsek, yolu yarıladık demektir. Bundan sonrası tamamen kendimizi ikna etmeye ve sağduyulu davranabilmeyi başarmaya kalır. Bulduğumuz cevap her ne ise, kendimize bunun ne önemi olduğunu sormalıyız. ‘‘1 yıl sonra ben bu olayı hatırlayacak mıyım? Hatırlarsam da benim için yine bu kadar üzücü mü olacak?’’ Tüm bu soruların cevabı olayın büyüklüğünü daha iyi kavramamızı sağlayacaktır. Böylece de küçük sorunları önemsememizi ve mutsuzluğa karşı daha dirençli olmamıza yardımcı olacaklardır. En nihayetinde hayat bir tiyatro ve hepimiz paylarımıza düşen rolleri oynuyoruz. Senaryomuz kimi zaman hüzünlü kimi zaman ise neşeli
sahnelerle dolu oluyor. Fakat her ne olursa olsun senaryoyu bir kenara bırakıp doğaçlama yapmak sizin elinizde. İster acılı bir sahneyi trajikomik yapın isterseniz ise komik bir sahneyi dramaya çevirin. Yeter ki şunu unutmayın; mutluluk emek ister ve mutlu olmayı öğrenmek de bir zanaattir. Hem de üzerinde çalışılması gereken, gerçekten zor bir zanaat…
Tuğçe Büyükabacı
Kaçak '22 Adam: Karanlıkta kalmış kapkaranlık bir aydınlık var uçurumların sonunda.. Adın mı beni çeken yoksa yalnızlığım mı? Bir çocuk gibi kanarken ben gözlerine İçimde sonu gelmez yağmurlar yağar yorgun yüreğime… Kadın: Adın kadar acıtmıyordu yalnızlığın Sen her yerdeydin ve ben her seferinde karanlıkta gömülüyordum. Gözlerindeki uçurumsa aydınlık, En onurlu karanlıktı benim sana olan tüm tutkum… Adam: Her cümlen başında ve sonunda Başlayan ve biten her ağlamada Adını duymak yeterdi içimdeki hüzün yansımasına Karanlıklara saklasam yüreğimi Sonu gelmez bir tutku olmuş sana ulaşmak için atılan her adım sesi.. Kadın: Sesin içimde çoğalıyor ben kanıyorum Sen gidiyorsun ben yanıyorum Acılarımı topluyorum Bir tepeden aşağı bırakıyorum. Sen buna hüzün diyorsun Ben yitip giden umutlar…
Işık Yavuz
İnsan Alışıyor İnsan alışıyor. Her şeye alışıyor... Bir zamanlar seni mutlu eden şeylerin zamanla acı vermesine alışıyor. Vaktiyle sana acı veren şeylerin, zamanla mutlu etmesine alışıyor. Gözünün önünden kıvrılıp geçen hayatın acımasızlıklarına alışıyor. Kurduğun hayaller yerle bir olurken, hiçbir şey yapmadan izlemeye alışıyor. Yüreğin takılıp düştüğünde, yara bere içinde kalmışsa bile, bu da geçer demeye alışıyor. Meteliksiz kaldığında ve o çok istediğin şeyi alamadığında, boşver bi'gün alırım demeye alışıyor. Dostların bir bir sırtından vurduğunda, tüm gerçeklerle yüzleştiğinde, olsun daha nice dostlarım var demeye alışıyor. Aşkta hüsrana uğradığında, hançerler sırtında, kalbinde dolandığında, ne yapalım nasip buymuş demeye alışıyor. Hakkın yendiğinde, haksızlığın en acı hali üzerindeyken, Rabbim büyüktür er geç adalet yerini bulur demeye alışıyor. İnsan alışıyor. Bu kadar acı, keder içinde yaşamaya alışıyor. Kalabalıkta attığı kahkahalar kadar, yalnız kaldığında ağlamaya alışıyor. Milat gibi uzun geçen yalnız gecelere, tükenip giden gündüzlere alışıyor. Takvimden geçerken bir bir günler, olsun be yarınlar güzel olacak demeye alışıyor. İnsan alışıyor. Her şeye alışıyor...
Kezban Şahin
Ruh'a Sesleniş... Gitar sesi ruhuma dokunuyor ve yalın bir ses içimi üşütüyor belki yalnızlıklarımı hatırlatıyor belki de kaybolmuşluğu. Zamanın ötesinde Kendimle yüzleştiriyor ve Mutluluğun kapısını aralarken, Korkudan içeri girmemi engelliyor. bazen hazin, bazen hüzünlü yollara sokuyor kendimden öteye gitmeme sebep oluyor. ve her oluşlarımda, biraz daha içimdeki Aşk kendine Hüzün yüklüyor.
belki gözlerimi çözmem gerek ya da zifiri karanlığıma Kendimi gömmek. uzaklaşmak kendimden ve kendim dediğim bütün benliklerimden. yaşlar dolduruyor gözlerimi bazen yaşanmayacakların oluşuna. belki de kabul etmek gerek her şeyi olduğu gibi teslim olmak. Ve kendinden öteye geçmek ve ne hüznü ne de Sevinci görmemezliğe gelerek Kendi yolumda öylece durmak. kimbilir Ümidin adını vuslat koymuşlardır.. kavuşmak adına, bırakmak gerek Vuslatı.. ve adına Sen koymuşlardır kapatmak adına gözleriMi...
GüLüM
19.08.2013 00:28
Rakım ve Rakı'm Rakım kadar yüksekti sana olan özlemim Rakı'm kadar beyazdı... Rakının akı kadar saydam ve netti aşkım Rakının yaktığı kadar acıydı kavuşamamak Rakının yanındaki peynir kadar sıcaktı, samimiydi aşk Rakı'm kadar beyazdım sana Lekesiz Tertemiz kalple sana gelmiştim Sen ne yaptın? Saf rakıyı sek içmek yerine Mezeleri tercih ettin Tatlı geldi sana o yanındakiler Bilemedin rakının üzüleceğini, Rakıyı unutup, mezelere dalacağını ben nerden bilirdim ki! Bulunduğum yerde rakım 1500 sevgilim Düşüyorum Uçuyorum Kalbine düşüp, Aklından uçuyorum sevgilim Rakım yüksek burada Rakım ve ben Biz gittik sevgilim…
Sema Kahveci
Yaşanacak Bir Kaosun Anatomisi Her gece dağılan zihni düzenlemek. Etrafa saçılan düşünceleri bir sıraya dizmek. Çöpleri ayıklama ve yok etme çabası. Zihnin tabanını ve etrafını gözlemlemek. Olanların nasıl ve neden olduğunu anlama çabası. Sonuçların tahlili. Ardından yapılacaklar, yapılması ve yapılmaması gerekenler listesi. Nasıl, nerede ve ne şekilde yapılacaklar? Sorulan sorular, verilen cevaplar. Her saniye, her iki kelimenin arasında, görülen her iki görüntü arasında ve hatta her karede yer alan bir çelişki. Asal konular, arada kalanlar. Ayrıntıların önemi ve göz ardı edilenler. Göz ardı edilmesi gerekirken edilemeyenler. Somut olayların çözümlemesi, somut olayların ardında yatan ya da somut olayların çağrıştırdığı soyut sorunlar. Soyut sorunların doğurduğu birçok cevaplı sorular. Birçok cevabın arasından bir tercih yapma ihtiyacı. Yorgunluk. Katman katman ilerleyen bir bakış açısı. Benden sonra, etkileşimde bulunulan şeyler. Bana etki eden şeylerin listesi. Listede yer alacaklar ve almayacaklar. Listedekilerin yapısı, niteliği, yararı ve zararı. Yapılması gerekenler. Her zaman bir yapılması gerekenler listesi. Her listede yer alan birçok yapılması gerekenler listesi. Yapılacakların nasıl ve ne zaman yapılması gerektiği sorusu. Verilen cevaplar. Bulunamayan cevaplar. Her iki an arasında yer alan bir bekleme trajedisi. Beklemenin verdiği güvenin garantisi ve beklemenin yarattığı rahatsızlık duygusu. Duyguların tahlili. Hissedilmesi gerekenler ve hissedilmemesi gerekenler. Hangi duygunun neden duyulduğu sorusu. İstekler. Bitmeyen, giderek artan ve karşı konulmaz istekler. İsteklerin istem dışı akla uygun hala getirilmesinin bir anlığına fark edilmesi. Ve sonsuz bir savuşturma. Her bekleyişten önce ve her sorudan sonra kısacık aralıklara sıkışan bir savuşturma. Savuşturulanlar ve savuşturulamayanlar. Boğuşmanın devamı. Yorgunluk. Devam eden bir mücadele. Nerede ve neden gerçekleştiği belirsiz. Kargaşa. Düzensiz zihnin iyiden iyiye kaosu. Dağınıklığın kendi içinde tekrar dağılması. Aynı işlemlerin tekrarı. Sonuç? Asla ulaşılamayan bir sonuç. Bir sonuca ulaşmışlık yanılgısı. Ardından devam eden hatalar. Her seferinde duyulan pişmanlık ve öfke. Çoğu zaman kendine. Devam eden hatalar. Hatalar üzerine düşünceler ve yapılacaklar listesi. Kesin kurallar. Fakat istekler hala var. Kuralların anında kırılışı. Kırılan kurallara karşı önlemler. Bir anlığına alınan önlemler. Bir kaçırma, bir saklama. Yakılan gemilerin her zaman yeniden inşa edilecek bir yol bulması. Alınan önlemler. Tekrar yapılan hatalar.
Tekrar edilen düzenleme işlemleri. Tekrar dağılan dağınıklık. Beklemek. Tekrar alınan bekleme kararları. Ve savuşturma. Beklemenin rahatsızlığı. Belirsizliğin huzursuzluğu. Sonu gelmez bir huzur arayışı. Yapılacaklar. Neden yapılamayanlar? Liste. Maddelerin analizi. Görüntüler ve utanç. Pişmanlık ve tekrar eden bir öfke duygusu. Çoğu zaman kendine. Çok geçmeden kaçma isteği. Nereye, ne zaman ve nasıl? Ya da kime? Her zaman yer alan bir soru; kim? Sığınma ve saklanma arzusu. Kim? Elde etme ve sahiplenme arzusu. Kim? Bir boşalma tutkusu. Nereye? Sanat yapıtları, kelimeler, müzik ve yemekler. Ansızın atılan bir kahkaha. Anlık bir huzur duygusu. Çoğu zaman hüzün. Neye olduğu belirsiz Her zaman arkasına saklanılan bir kim sorusu? Tekrar eden dağınıklık. Kaos algısı. Tekrar kaçma arzusu. Tekrar eden sorular. Soruların tekrar edişinin ayırtına varamamanın yarattığı kısır döngü. Bir kısır döngü olduğu algısı. Yabancılaşma. Yitiriş. Bir sakinliğin ardına gizlenen kaos. Kaosun anlık olarak kaybolduğu sanrısı. Tekrar eden sorular. Unutulan sorular. Tekrar verilen cevaplar. Bunaltı. Yine bir kaçma arzusu. Kim? Belki bu sefer, nereye? Gitmek. Gidilen yerin yetersizliği. Hayal kırıklığı ve hüzün. Neye olduğu belirsiz. Hüznün ardından tekrar eden öfke duygusu. Çoğu zaman kendine. Paramparça bir ben. Her gece tekrar parçalanmış ve her gece parçalanacak bir ben. Kaosun yapıtaşı. Ben. Derinlik ve yüzeysellik algısı. Öfke, beni de içine alan diğerlerine. Tüm karmaşanın yakıtı olan arayış. Sonsuz bir kaynak olan arayış. Benliği başlatan dev patlama, arayış. Ardı olmayan, anlaşılmayan ve aşılamayan, arayış. Aranılanlar, aranacaklar, aranmışlar, bulunmamışlar, bulunmayacaklar ve devam eden arayış. Listeler. Listelere sızan sorular. Cevap kavramının kaybolması. Amansız bir soru silsilesi. Çelişkiden oluşan bir sarmal. Giderek baş gösteren bozulma. Her seferinde bir yenilik arzusu. Başlangıca duyulan özlem. Her seferinde bir başlama kararı. Başlangıçların artan sayısı. Her anı kaplayan başlangıçlar. Her şeyin bir başlangıç haline gelmesi. Başlangıcın anlamını yitirişi. Gemilerde daha büyük yangın çıkarma arzusu. Daha büyük bir başlangıç arzusu. Daha büyük bir gitmek. Kim ve nereye sorularının önemini yitirmesi. Önemsiz bir gidiş. Önemsiz sorular. Cevapların önemsizleşmesi. Önemsiz bir dağınıklık. Önemsiz bir öfke. Önemsiz bir hüzün. Çok geçmeden önemsizliğin yitirilişi. Tekrar ve daha karmaşık, tekrar ve daha dağınık ve tekrar.
Umut Onur Çöpür ..EnginDergi.. Ağustos 2013 sayı 44 www.engindergi.com bilgi@engindergi.com