EnginDergi s46

Page 1

EnginDergi Y覺l: 2013 - Say覺: 46


Münih, Almanya Fotoğraf: Güvenç Aydoğan

"Kaybedeceğini bile bile neden mücadele ediyorsun dedi, öleceğini bile bile yaşadığını unutmuştu o ama... Bozmadım." Özdemir Asaf


İçerik; Sy.04) El Paylaşımıyla Sosyal Medyaya Girilir mi? – Engin Enginer Sy.05) Sanata Sansür mü? – Ece Çekiç Sy.06) Birbirlerini Hiç Bilmeden Bir Olan İnsanlar – Aynur Kuran Sy.08) Ruhum – Kezban Şahin Sy.09) Teşekkürler Uyuşturucu Satıcısı – Tuncay Ünaydın Sy.12) Kaçak '24 – Işık Yavuz Sy.13) Sonbahardan Kışa Yolculuk – Serenay Öztürk Sy.14) Gece Yolculuğu - Miracı Musiki – Neyzen Ahmet Hamdi Erdoğmuş


El Paylaşımıyla Sosyal Medyaya Girilir mi? Sürekli olarak kendimizle övünen bireyler olduğumuz halde sıklıkla bunu inkar ederiz. Yaradılışımızdan gelen ego, özel hissetme ihtiyacı, motivasyon gereksinimimiz yüzünden bir savunma mekanizması olarak ortaya çıkan böbürlenme güdüsü, özellikle aşağılık psikolojisi yoğun olan bireylerde daha belirgin ortaya çıkar. 'İnsanlar, sizden kendilerini eleştirmenizi istediklerinde bile gerçekte sizden övgü bekliyorlardır.' demiş G. Maughana. Sosyo-psikolojik açıdan toplumsal baskıyla körüklenen değerli hissetme gereksinimi özgüven sorunu olan kişileri kibirli bireyler haline dönüştürür. Her ne kadar çelişkili dursa da kendisi ile barışık olmayan insanlar kendini en çok seven, beğenen kişiler olarak görünmektedir. Son dönemde toplumumuzda artan akıllı telefon sayısı ile yaygınlaşan sosyal medya kullanımı kişilerin popüler olma dürtülerini körüklemektedir. Bu yüzden özgün paylaşımlar üretemeyen bireyler alıntılar yoluyla prim yapma peşine düşmektedir. El paylaşımıyla sosyal medyaya girilmez diye bir kural yok elbette ama şahsen rahatsızlık duyuyorum. Paylaşımlarda kaynak gösterilmese de, emeğe saygı için alıntılar, en azından tırnak işareti içerisine aktarılabilir. Araştırma-Geliştirme faaliyetlerinin kısaltması olan Ar-Ge'nin bizdeki açılımı genel tutumumuza esprili bir biçimde atıfta bulunmak adına Araklama-Geliştirme olarak addedilmektedir. İş fikirlerinden tutun da tv programlarına kadar pek çok konuda alıntı yapma konusunda oldukça başarılıyız. Belki de -bu konularda fazla hassas olduğum için- hata bende ama; geçen gün bir arkadaşıma alıntı paylaşımları nedeni ile başka bir arkadaşından gelen blog açma tavsiyesi nedeniyle artık dayanamayıp uyarıda bulundum. Kendisi de psikolojik savunma mekanizması gereği olarak hakaret ederek beni engelledi. Bahsini ettiğim duruma uygun olarak bu tepkiyi vermesine şaşırmadım, elbette herkesin aynı farkındalık ve hoşgörü düzeyine sahip olmasını beklemiyorum lakin okuyan, üreten ve özgün paylaşımlarda bulunan bir toplum hayaliyle yaşıyorum.

Engin Enginer


Sanata Sansür mü? Sanat yaratıcılığın ve hayal gücünün ifadesidir. Sanat özgürlük alanıdır ve bu özgürlük alanına sansür hiçbir şekilde yanaşmamalıdır. Siz eğer, sanatınızı ifade edemezseniz özgürlük alanlarınız bertaraf edilmiş olursa anlatmak istedikleriniz yarım, düşünceleriniz korkunun eşiğinde anlaşılamazsa, "sanatta ifade özgürlüğünü" yok sayarak sözüm ona çokta ileri bir demokrasiden söz etmiş olmazsınız. Sanatın önüne çıkartılan engellerle "toplumun hassasiyetleri" ile ilgili gerekçeler sunularak sansür olarak adlandırılmadan meşrulaştırılmaya çalışılması sanatı engellemekte, düşünceleri kısıtlamakta ve en kötüsü de hayal gücüne ambargo konularak yaratıcılığı köreltmektedir. Bir yazar romanını içtenlikle yazamıyor ve yasaklara gebe kalıyorsa, kitaplarına "yasak" çıkıyorsa! Hangi, önsöz ile dünyaya özgürlüğü anlatabilirsiniz ki? Tiyatro kurumlarının sorunlarına yönelik çalışmalar yapmak yerine, özelleştirilme yapılıp yürürlüğe konulan yönetmelikle organizasyon yapısı değiştiriliyorsa, repertuvar oluşturma görevini sanat yönetmeninden alınarak atanmış olacak olan bir bürokrata veriliyorsa, o sahneler o oyunlar, emeğin yeri olan tiyatrolar sanatta, "özgürlüğü" sahnelendiremiyorsa eğer, seyircisi ile arasına duvarlar ören yasalarla ne kadar "özgür" bir sanattan söz edilebilirsiniz ki? Bir karikatürist betimlediği bir çiziminden dolayı eleştirilere maruz kalıyorsa, özgürlüğü esaret oluyorsa karikatürlerden rahatsızlık duyacak kadar yerilmekten çekinen insanlar varsa, sanatın farklılıklarından nasıl söz edilebilirsiniz ki? Sanat aydınlıktır. Sanatın dallarında birçok özgürlük vardır bu dalları keserek sanatı yok etmeye çalışmak insanlığı köreltmektir. ... "Bir millet sanattan ve sanatkardan mahrumsa tam bir hayata malik olamaz. Böyle bir millet bir ayağı topal, bir kolu çolak, sakat ve alil bir kimse gibidir. Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur." Mustafa Kemal ATATÜRK

Ece Çekiç


Birbirlerini Hiç Bilmeden Bir Olan İnsanlar Biriyle anlaşabilmek için çok tanımak gerekmiyor bazen. Karşısına geçtiğiniz zaman gözleri gözlerine denk düştü ise artık tanımış olmak, tanımamış olmak hatta yabancı olmak hiçbir şey ifade etmiyor sizin için. Düşünün dünya nüfusu neredeyse 7 milyar kişiden oluşuyor ve bizler yaşadığımız toplum düzeyinde günde en az birkaç kişiyle karşılaşıyor, kelimelerimizi sarf ediyoruz. Bunlardan bazıları tanıdık bazıları yabancı. Konuşmaya odaklanmış bir toplumda yaşıyoruz, içimizi dökmek için konuşuyoruz, dedikodu yapmak için konuşuyoruz, bazen çok boş bazen dolu dolu geçiyor gün içindeki konuşmalarımız. Ancak bir şekilde konuşma ihtiyacımızı gidermek istiyoruz. Peki ya bugün onu yapamazsak, ya konuşacak kimse olmazsa çevremizde, ya telefonumuzu cevaplayan tek bir kişi kalmazsa? Dökmeli insan içini, kah karşılıklı iletişimle olmalı kah yazı diliyle. Konuşmalı ve akıtmalı içinde yaşadıklarını. Üzüntülü ise eğer ağlamak yerine tek başına bir köşede, anlatmalı. Sevinci içine sığamıyor, sel olmuş taşıyor ve paylaşmak istiyor ise, paylaşmalı. Mutluluklar paylaştıkça çoğalır, üzüntüler anlattıkça azalır diye bir söz dolanır ya dillerde, en sevdiğimdir aslında. Paylaşın, eksilmeyin çoğalın. Mutluluk katın her anınıza, neden mi? Bir durum yaşamıssınız, başınıza çok kötü şeyler gelmiş ve siz kendinize 'neden bu benim başıma geldi, ben olmak zorunda mıydım, dünyada başka insan mı yoktu da beni buldu' gibi olumsuz sorular sorarak olduğunuz yerde kalıyor, olumsuz sorulara olumsuz yanıtlar veriyorsunuz. Ve bir bakıyorsunuz kapkara bulutlar sarmış çevrenizi. Ama çözüm bu değil ki! Çözüm, doğru soruları görebilmekte. 'Evet başıma çok kötü bir şey geldi, peki ben bunu nasıl düzeltebilirim?', 'başa çıkmanın yolları nelerdir' gibi olumlu sorular sorarsak kendimize, emin olun evrene verdiğiniz pozitif sorular sizlere pozitif cevaplar olarak geri dönecektir. Ne hayat dümdüz bir çizgi halinde ne de bizler üzerinde yürüyen ip cambazlarıyız. Hayat bazen engebeli ve zorluklarla geçer, bazen sorunsuz ve mutlulukları bizlere sunar; yaşamın doğası... Atlatılmayacak sıkıntı, zorluk yok aslında hayatta, bizler doğru sorularla gelmediğimiz için düzeltemiyoruz o aşılmaz engelleri. Yaşam duruyor, kendimizi yalnız hissediyoruz, olumsuz bir durum karşında kapatıyoruz pencerelerimizi evrene ve küsüyoruz. Yapmayın bunu kendinize, o anınızı olumsuzluklarla perdelemeyin. Bir daha yaşayamayacağınız o anınızı zehir etmeyin. Dimdik durun, derin bir nefes alın ve 'bitti, arkamda kaldın' diyin her ne sıkıntınız varsa. Eğer bitmediyse hala, benim gibi yazın... Nasıl yazdığınız önemli değil, yazın silin tekrar yazın, ama paylaşın! Kendinizle


yapamıyorsanız eğer birine anlatın, sizi tanısın ya da tanımasın. Aslında bizi hiç bilmeyen birine kendimizle ilgili şeyleri anlatmak daha iyi gelir her zaman. Birbirini hiç tanımayan iki insandan bahsetmek istiyorum size, belki de dile getiremediğim duyguları kelimelerle anlatmaya çalışacağım (eğer başarabilirsem). Karşınızda hakkımda hiçbir şey bilmeyen biri duruyor, ne anlatabilirim ki diyecekken, gözler arasında bir iletişim, konuşmadan çok anlatmaya başlıyorlar dertlerini, tasalarını. Öyle bir enerji dolaşıyor ki konuşacak şey bırakmıyor dudaklara. Önce bir merhaba ile başlıyor konuşma, sonrasında gözler diyor ki derdini anladım aslında ama sen yine de konuş. Bir karşıdaki konuşuyor anlatıyor kendini bir siz... Özelliklerden başlanıyor önce. Bunu severim bunu sevmem vs. garip, ortak bazı şeyler yakalıyorsunuz. Ama içinizden diyorsunuz ki, dünyada bu kadar insan içinde olabilir böyle şeyler. Sonra korkular, tasalar, takıntılar hakkında birkaç konuşma geçiyor. Garip; aynı hissiyatın karşıda oturan ve hiç tanımadığınız insanda bulunması garip diyorsunuz içinizden. Sıkıntılar paylaşılıyor sonra. İki taraf da eski/yeni durumlarından bahsediyorlar. Ve yine bir ortak nokta yakalıyorsunuz, gerçekten garip. Kendi yaşadıklarınızı o kadar büyütmüşsünüz ki kafanızda, dayanılmaz, yaşanmaz bir dünya yaratmışsınız adeta. Ama karşınızdaki sizin yaşadıklarınızdan öyle büyüklerini yaşamış, öyle dayanılmaz acılara göğüs germiş ve öyle cesur duruyor ki, utanç içinde hissediyorsunuz kendinizi. 'Ben yaşadıklarıma üzülmüş olamam' dedirtiyor karşınızdaki hiç tanımadığınız yabancı... Ve gerçekten en güzel anlarım bu saçma sapan durumlara üzülerek mi geçti diye hayıflanıyorsunuz içten içe. Çünkü şimdiye kadar hep kontrollü, hep kurallar dahilinde bir hayat içinde yaşamışsınız. Bir hat çekmişsiniz kendinize, eğer onu geçersem yaşayamam, imkansız! Tabularla dolu içiniz, tıka basa hem de! Sürekli bir plan sürekli bir düzende olsun istiyorsunuz hayat, olmayınca da o hayat yıkılıveriyor başınıza. İşte bunu değiştiren bir cümle söyledi karşınızdaki "anı yaşa". Nasıl yani? 'Yapamam ki' dediniz. Onu bile planlamak lazım size göre, ama değil. Hayat bu değil, hayat kural değil. Bir pencere açılıveriyor o yabancı sayesinde. Peki nasıl göreceğim gökyüzünü diyecekken bir el geliyor elinizin üstüne ve anlamadan masmavi gökyüzünü kucaklayıveriyorsunuz. Birden bir bakıyorsunuz karşınızdaki aslında bir yabancı değil, sizsiniz. Kaygılarınızla, üzüntülerinizle, sevinçlerinizle, hoşlantılarınızla yüzyüzesiniz aslında. Düşünün sizden bir kişi daha var bu alemde ve o da şuan karşınızda gözlerinizin içine bakıyor. Dünyada milyarlarca kişi arasında birbirini hiç tanımayan iki insan bir oluveriyor adeta. Kendinizi görüyorsunuz, yaşıyorsunuz, hissediyorsunuz. Bir olan insanınızı bulmanız dileği ile...

Aynur Kuran


Ruhum Alınyazımsın, biliyorum... Ben seni ömrümce bekledim. Ruhlarımız yaratıldığında sen ordaydın ve bana gülümsedin, biliyorum. Seni bekledim, hep bekledim, gelecektin, biliyorum. Yıllar sonra ruhlarımız hasrete dayanamayıp birbirini çağırdı, biliyorum. Ve sen, ve ben kavuştuk. Bedenlerimiz yabancı olsa da birbirine, merhaba diyerek elini uzattığın an ve ben tutunca elini, kavuştuk. Gözlerin gözlerime değdi, o an yılların hasreti dindi içimizde. Saçlarımı okşadın, kokladın içine çekerek. Özlemini anlattın, ve ben seni ne kadar beklediğimi. Hiç bir bekleyiş bu kadar güzel olamazdı. Sensizlikte yarımdım, eksik gülüyor, eksik yaşıyor, eksik nefes alıyordum. Ve sen geldin, diğer yarım. Ruhum... Böyle bir aşk, böyle bir sevgi, hayali bile mümkün olmaz çoğu kimseler için... Sen benim kaderimsin, biliyorum. Şansımsın Mucizemsin Hazinemsin Ömrümsün Biliyorum... Hiç korkmuyorum artık. Doyasıya seviyorum, doyamıyorum. Işığımsın sen, hep aydınlık bakıyorum. Biliyordum, elin elime değdiğinde, o ilahi sesinle merhaba dediğinde, alınyazım olduğunu biliyordum... Rabbim seni bana nasip etti. Ve ben biliyorum, sen benim diğer yarım, sen benim nefesim ve sen benim RUHUMSUN... Seni çok seviyorum.

Kezban Şahin


Teşekkürler Uyuşturucu Satıcısı Geçmiş zamanları hatırlamaya çalıştığımda, aslında şu anda bütün hayatıma müdahale eden karmaşanın oradan geldiğini kavramaktayım. Yazmaya yeltendiğim lakin hiç bir zaman tam olarak sebat etmediğim hikayelerim, yarattığım karakterlerin zihnimi ne denli yorduğunu fark ettim. Unutmadığım bir kaç karakterimden söz etmek istiyorum. Kültürümüze pek uymayan bir düş gücüyle yarattığım karakterlerimin, nasıl unutmaya çalıştığımı ve bir zaman sonra bunların tekrar gün yüzüne çıkarak zihnimi nasıl rahatsız ettiğini anlatmaya çalışacağım. Kitap okumaya bilimkurgu kitaplarıyla başlayışım ve zaten bu alana yönelik olan merakım aslında bir bakıma bugünlerimden sorumlu. Beni düşünmeye zorlayan her sayfanın, kelimeleri hunharca sömürdüğüm her paragrafın, hayal gücüme yaptığı katkıyı yadsıyamam. Açıkçası, o dönemin benim için ayrı bir önemi olduğunu belirtmeliyim. Doğduğum ve büyüdüğüm semt, İzmir'in varoş yerlerinden biriydi. Mahalle kenarlarında garip bir şekilde saygı duyulan uyuşturucu satıcıları, kendi çaplarında hırsızlık yapanlar, çocuklarını yine garip bir şekilde yetiştirmeye çalışan ebeveynlerin ortasındaydım. Uyuşturucu satıcılarına neden saygı duyulduğu konusunda hiç bir zaman bir fikir sahibi olamadım. Ebeveynler çocuklarını seviyorlardı lakin nasıl yetiştirilmesi gerektiği hususunda bilgi sahibi değillerdi. Bu yüzden çoğu arkadaşım hapse girmiş, intihar edenler olmuştu. Ebeveynleri suçlamak, olan her şeyden mesul tutmak çok saçma olur çünkü, bilmedikleri bir şeyi zaten bize öğretemezlerdi. Varoş semt, bir tepe üzerinde, doğudan göçen insanlar tarafından, gecekondulaşmayla zaman içinde oluşturulmuştu. Bu yüzden her yer yokuştu. Okuduğum lise en tepelerdeydi ve üç yıl boyunca haftada beş gün sayısız merdiven çıktım. Yani düşünmek için çok zamanım oldu. Şunu belirtmek isterim; o yaşta olan bir insanın, bulunduğu yerde sosyalleşmek adına yapamayacağı şey yoktur. Bizzat ben de bir kaç kez yoldan dönmüşümdür. Beni kurtaran kişi, gençlerin garip bir şekilde saygı duyduğu uyuşturucu satıcılarından biri oldu. Elime sıkıştırdığı bir kitap vasıtasıyla, ortamdan koptum ve bugünkü düşüncelerimin temelleri atıldı. O kitap George Orwel'in 1984'üydü. Bu büyüleyiciydi. İnanılması güç bir şekilde beni etkisi altına almıştı. Şunu belirtmek isterim; bir dünya yaratmak, o dünya hakkında düşünce yürütmek muazzam bir şeydir. Fark ettiğim bir şey vardı. Eğer bir insan hayret edebiliyorsa, bir çok şeyi öğrenebilir, bunu hayat görüşüne ilave edebilirdi. Gerçekten de hayret ettim ve hala ediyorum.


Yarattığım Dünya Hakkında George Orwel'in 1984'ünde bizzat tanık olduğum ütopyada insanın sürekli olarak egemen bir güç tarafından gözlendiği komplosu ve işkence sayfaları, yaratacağım karakterin ilham aldığı noktalar olmuştu. Yaptığım girişte ana kahramanım olan Cox'u -İsmi de yabancı- karanlık bir odada, alnına damlayan ve onu delirten su damlasıyla, daha doğrusu zihniyle nasıl mücadele ettiğini anlatıyordum. Su damlasının psikolojik etkilerini biraz hafifletmek adı altında geçmişe dönüşlerini, şarkı söyleyişlerini anımsıyorum. Çin işkencesi fikrine kaynaklık eden metaforun henüz ne olduğunu hatırlamıyorum. Lakin şunu çok iyi biliyorum. Yarattığım karakterin o karanlık odada, su damlasıyla mücadele etmesinin gerekliliği yoktu. İstediği an o odadan çıkabilir ve normal yaşantısına dönebilirdi ki zira aynen o şekilde olmuştu. Cox bir yerden sonra dayanamayıp, 'yeteeer.' diye bağırdığında içeriye giren adamlar onu dışarıya çıkarmış ve tebrik etmişlerdi. Yarattığım karakterin dahil olduğu dünyada bunun gibi eylemler, başta işkence sahnesinin, aslında bir insana kötü hissettiren bir sahne gibi gelse de, zihni yönetmenin, zihnin içindeki her türlü şeytani olaya dayanıklılığının artırılmasının bir yoluydu. Bu duruma kaynaklık eden olgu muhtemelen izlediğim bir belgeselde insan vücudunun herhangi bir yılan zehrine alınan küçük dozlarla bağışıklık kazanmasıydı. Ben öyle anımsıyorum. Zira beyinde aynı şekilde herhangi bir duruma karşı bağışıklık kazanabilirdi. Aslında Orwel'in yarattığı dünya tamamen otoriter ve totaliter bir devleti anlatmasıyla John Stuart Mill tarafından ortaya atılan distopik yani antiütopya kavramı alanına giriyor. Bu durumda ütopik bir dünya yaratmak, erdemli bir toplumu yaratmak gibi de düşünülebilir. Zira Farabi'nin erdemli toplumu buna örnek olarak gösterilebilir. Yine aynı şekilde Huxley'in 'Cesur Yeni Dünya' adlı kitabı ve Ray Bradbury'nin 'Fahrenheit 451' adlı kitabı distopik yani anti-ütopya alanına giriyor. Her savaşçının mutlaka bir akıl hocası, yoldaşı vardır. Karate Kit filmiyle büyüyen bir neslin çocuğu olaraktan, cilala parlat felsefesini benimsemişimdir. Ana kahramanım Cox'un akıl hocası olan Hunter'ın (İsim yine yabancı) da ilginç bir hikayesi vardır. İsminden de anlaşılacağı üzere, Hunter İngilizce'de avcı demek. Asıl adı Lemac Hunter olan karakterimize Hunter sonradan verilen bir isim. Bir ormanda düşman askerlerini, kurduğu tuzaklarla yok eden bu adama sonradan verilen bir unvandı: Avcı. İsim bulma konusunda, çevremde sayısız isim olmasına rağmen genelde zorluk çekmişimdir. Cox'u yaratırken, ana kahramanın zihnini ve kalbini meşgul edecek karakteri yaratım sürecinde epey zorluk yaşamıştım. Ve en sonunda zihnimin tamamen rahat olduğu bir anda kendime şunu dediğimi hatırlıyorum: 'Bu bir bayan, kızıl saçlı, güzel bir bayan, atletik


bir vücudu var. Zaten kendisi bir savaşçı, amazon evet amazon, o bir bayan savaşçı. Bayan, yaban, ayban.' derken bir anda tersten okuduğumda gayet güzel bir isim olur diye düşünmüştüm. 'Nayab.' deyiverdim. Bayan karakterimizin ismi de bu şekilde çıkmıştı. Yarattığım dünyada egemen olan gücü Orwel'in Büyük Biraderi'nin çoğullaştırılmış şekli olarak düşünebiliriz. Daha fazla Büyük Birader daha fazla sorun anlamına geliyordu. Ben de günlük hayatımda bile obsesiflik derecesinde takıntılı olduğum 7-10-12 sayılarından on ikiyi seçip, on iki Büyük Birader oluşturdum. Orwel'ın Büyük Birader'ine yapılan benzetme Sovyetler Birliği'nin bir dönemini yönetmiş olan Stalin olduğunu düşündüğümüzde, on iki büyük biraderin de kimler olduğu konusunda çok fazla kafa yormama gerek kalmamıştı. Bunlardan biri Hitler dediğimde ise diğer kişilerin kimler olduğu ayan beyan ortaya çıkacaktır. Bir çocukluk dönemi yaratımı olarak, yarattığım şeyin muazzam olduğunu şimdi anlamaktayım. Zira her yaratım kusursuzdur. Doğaya baktığımızda bunu fark edebiliriz. Bilakis ben yaratılan şeyin değil yaratım sürecinin mükemmel olduğuna inanırım. Herhangi bir alışkanlığın kazanılması için bugün yapılan akademik çalışmalar sonucu biliyoruz ki, bilinçli olarak o konuya yöneliş ve yirmi bir gün gerekir. Beyin bir yerden sonra bu olayı kabullenir ve alışkanlığınızı otomatik tepkilere çevirir. Beyin sadece öğrenme sürecinde zorluk çıkarır. Lakin iki sinaps arasındaki bağıntı birleştiğinde olay artık öğrenilmiş olur. Sadece alışkanlıklar üzerine kurulmuş bir dünya düşünün. Çalışabileceğiniz alana yönelik katı bir alışkanlık prensibiyle yetiştirildiğinizi, sadece o alana yönelik bilginiz olduğunu düşünün. Evet bu günümüz dünyasında geçerli bir kural, her birimizin farklı meslekleri olmak kaydıyla, sadece o alana yönelik çalışmalarımızla hayatımızı sürdürüyoruz. Ama, inşaat mühendisi olan birinden, müthiş bir senfoni yazması beklenemez. Lakin bir inşaat mühendisi aynı zamanda klasik müziğe karşı bir ilgisi olabilir ve bu alana yönelik çalışmalarda yapabilir. Yarattığım dünyada buna izin yok. Bilimsel düşünce sistemine dayalı kapalı bir kutu. Din yok, ahlak kuralları yok, aşk yok ve bilakis Tanrı yok. Doğal kaynakların tükenmeye başladığı bir dünyada artık ilgilenilmesi gereken şey dünya değil evrenin ta kendisidir düşüncesi hakim. Bunun için uzayda koloniler kuruluyor, daha ne kadar ileri gidebiliriz gibi konular tartışılıyor. Bugün adalet sistemi üzerine derinlemesine bir araştırma yapıldığında, binlerce açık saptanır. Hukuk kuralları, aslında bir bakıma kapitalizmin işine yarıyor. Daha doğrusu hukuk kuralları daha değişik olsaydı, kapitalizm yine açıkları yakalayıp ona göre bir alicengiz oyunu oynardı. Yaptığım eleştirinin bilincindeyim. Bilakis bu konuda eleştiri yapmayı yeğlerim. Yarattığım dünyaya kural koymamaya özen gösterdim. Gelişmiş bir toplumdan bahsediyorum. İnsan öldürmek, sapıkça düşüncelerle


tecavüze yeltenmek insanlara anlamsız geliyor. Depresyon yok, panik atak yok, şizofreni yok, kanser yok vb. bütün hastalıkların vücutta dengelenmesini sağlayan ilaçlar mevcut. Ayrıca ruhsal boyutta bir dengelenme mevcut. Her ne kadar Tanrı, din kavramlarına inanmasalar da vücutta bir enerjinin varlığından emin oldukları bir dönem yaşıyorlar. Zaten doğdukları anda nano-teknoloji vasıtasıyla etiketlenen insanlar herhangi bir hatalarında direkt donduruyorlar. Dondukları yerden onları alan ekip ise Orwel'in Düşünce Polisi ile benzerlikler göstermekte. Veya Bradbury'nin itfaiyecileriyle. Hala bu konu üzerine felsefe yapmaktayım. Zira 12 büyük birader varsa, birazda baskı olmalıdır. Tabi ki hikayeyi burada anlatmak istemiyorum. Her ne kadar yazmaktan vazgeçsem de, günün birinde hayat yolumun beni bu hikayeye yönelteceğine de eminim. Bilakis henüz hazır olmadığımı da belirtmek isterim. Bu hikayenin daha iyi bir biçim almasını istiyorum. Bir bilimkurgu eserinin gelişebilmesi, çağın bilimsel ilerleyişle doğru orantılıdır. Yani artık bilimkurgu alanında ileri görüşlü olmak yeterli olmuyor. Artık bilimin önüne geçmek, 'Az yavaş git.' demek imkansız. İyi bir kurgu, itina ve özellikle sevgiyle, ilerleyen zamanlarda daha iyi bir hikaye haline geleceğine içten inanıyorum. Toplumsal boyutta ne kadar ilerlediğimiz, bilime karşı önyargılarımızın azaldığı zamanlarda eser layığını bulacak ve somut hale gelecektir. Toplumsal beğeninin olmadığı bir eser maalesef ileriye taşınamaz. Bu yüzden Shiller'in de dediği gibi: 'Sanatçı zamanının çocuğudur.'

Tuncay Ünaydın

Kaçak '24 Kurumuş yüreğim karanlığında Gözyaşına muhtaç yangınlarda

gözlerim

senden

uzak

Kayboluşlarsa bulunmaz bir mekanda saklamış kendini usulca. Bilsen nasıl zor sana ulaşmak ve yok olmak seninle bu dünyada. Belki daha önce yazılmamış bir kelime bulurum yokluğunda Ve sadece sana söylerim Her senle başlayan cümlenin noktasında. Ya da susmalıyım bir daha konuşmamak üzere yalnızlıklarımla.

Işık Yavuz


Sonbahardan Kışa Yolculuk Mevsimler arda arda gelir doğanın kanuna göre. Ben ise, şu iki mevsim arasında uzun bir geçiş dönemi yaşıyorum: Sonbahar ve kış. Ve kış da hiç sonlanmayacakmış gibi hissetmeye başladım bile. İlk gençlik yıllarımızda en sevimsiz, yoğun gelen dönemlerdi bizim için. Oysa şimdi her şeyin daha farkına varmaya mı başladım ne? Geçmişe duyulan özlemleri hissediyor, yaprakların dökülüşü gibi insanların aramızdan hüzünleniyorum. Ne oldu da bünyem böyle oldu?

ayrılmasına

bile

Büyüklerimiz anlatırdı biz dinlerdik. Şimdi aynen yaşıyorum. Dostlarımın, yakınlarımın bir bir hayatımdan ayrılışlarını izliyorum öylece. Ne biçim bir mevsim bu sonbahar. Her şeyin sorumlusu sanki o. Halbuki ne alakası var değil mi? Yaşın geçip gitmesi asıl olan ve yaşadıklarımızın ağırlığı üzerimizde. İstanbul’da sonbahar hüznü getiriyor her yıl bana ve hep bu dönem, gitmek istiyorum buralardan. Sanki her defasında ayağım bağlanıyor. Ümitler, beklentiler, kurallar, yaşam şartları buraya bağlayıcı sebeplerin başını çekiyor. Yavaş yavaş bu mevsim de sonlanacak, yağmurlar yerini rüzgara ve soğuğa bırakacak. Şartlar ise gitgide ağırlaşacak ve dışarısı sessizleşecek. Bu yıl gelme kış… Beni doğadan, dostlarımdan uzak bırakma… Bizi evlerimize mahkum etme!!! Yine sevimli bir hal alacak, doğa harikaları ile bizleri büyülemeye devam edeceksin. Bu sefer inanıp sana kanmayacağım. Hüzün beni sanki hiç terk etmeyecek, dipsiz kuyularda yaşayacağım. Gelme ne olur, benim yüreğime sakın uğrama ey soğuk mevsim!!!

Serenay Öztürk 10.10.2013


Gece Yolculuğu - Miracı Musiki Çok saygıdeğer EnginDergi okurları; Sevgili Peygamberimizin Miraç yolculuğunu musiki dili ile anlattığım ve 12 makamdan meydana gelen çalışmam Allah'ın bana verdiği bir ilham olup; musiki bilgimin mesnevi ve tasavvufi bilgillerle harmanlanarak ortaya çıktığı bir eserler bütünüdür. Belki de çalışmam, inanıyorum ki, musikimize yeni bir boyut kazandırarak ilmi musikiyi doğuracaktır. Saygıdeğer okurlarım sizler bu yazıyı okurken albümüm inşallah tüm müzik marketlerde, NT ve D&R mağazalarında yerini almış olacaktır. Konunun girişini yaptıktan sonra bu mucize olayı, yani Peygamberimizin Miraç'ını sizlere biraz anlatıp musiki makamları ile nasıl da inanılmaz bir konsept oluşturduğunu aktaracağım. Peygamberimizin Miraç'ı Allah'ın çok büyük bir mucizesi olup tüm inançlı insanlar tarafından şüphe götürmez bir olaydır. Peygamberimizin en hüzünlü yıllarında vuku bulmuş ve Allah'ın onu yanına çağırarak adeta bir teselli verişi ve tüm Müslümanlara armağanıdır. Konu çok özel olduğu için değerli hocalarımdan aldığım bilgiler ışığında ve uzun süren çalışmalarım doğrultusunda miraç olayını beynimde canlandırarak, ayrıca en önemlisi Türk musiki makamlarının manalarından yola çıkarak bu çalışmamı yaptım. Şükürler olsun. Efendim, musiki makamlarının her birinin ayrı ayrı manaları vardır. Fakat genelde dinlediğimiz makamların derinliğine hiç inmeyiz. Tabi bu son derece normal bir olaydır. Genelde konservatuvarlarda okutulan derslerde bu tip çalışmalar gündeme gelir. Makamların tertibi manası açıklanabilir ve o makamdan eserler geçilip ders olarak işlenir. Bu konunun teknik yönüdür. Fakat bir de mana yönü dediğimiz bir boyutu vardır. O yüzden Mesnevide çok geçen bir konu karşımıza çıkıyor. Eşyanın mana boyutu veya eşyadan manaya açılan kapı. Allah'a şükür ederek bu olayı yani Miraç hadisesini acizane bu boyutta gördüm. Sonra makamların manalarını birbirine ekleyerek Miracı Musiki doğdu. Şöyle ki, Efendimizin yaşadığı ve peygamberliğinin verildiği yer olan Mekke-Medine şehirleri, ki adına hala HİCAZ derler, musikimizde geçen bu makamı ilk olarak ele aldım. Sonra Peygamberimizin kainatın tek sultanı olması sebebiyle musikimizde bulunan SULTANIYEGAH makamını işledim. Daha sonra Efendimizin o çok zor yıllarını anlattığım ve en hüzünlü yıllara denk gelen Miracın başlangıcı olan o hüzün yıllarını, bir gece vakti yani seher vaktinde göğe çıkmasını SABA makamı ile dile


getirerek ayrı ayrı besteledim. Göklere çıkmasını ve her bir gök katında Peygamberler tarafından selamlanmasını da gökler ve ufuk genişlemesi manasına gelen ESKİ SİPİHR makamı ile devam ettim. Olay devam ederken Peygamberimize refakat eden Cebrail (a.s) ona çok özel bir yere gelmelerinden dolayı 'Ben buradan daha öteye geçemem ya Muhammed, bir adım daha atarsam yanarım.' dediği yer olan bölgeyi SUZİDİL makamı ile besteledim. Çünkü makamın manası yanan ateş, yanan gönül anlamına gelir. Sonra hiçbir canlının geçmediği ve geçilmeyen yer anlamına gelen bir bölgeyi sidretül münteayı da NAREFTE makamı -çünkü manası geçilmeyen yer demek- ile besteledim. En son Allah'ın ona hitap ettiği ve mukabekle olarak karşılıklı hitaplarını, o bölgenin en üst yer zirve olması sebebiyle arşı ala olan EVİÇ makamı ile besteledim. Daha sonra miracı ilk naat olarak yazan ve besteleyen 3 asır önce yaşamış Osman Nayi Dede'ye ait olan mesnevi tarzında yazılmış şiiri kaside olarak besteleyip harika bir sese sahip olan hocama okuttum. Bu olaydan sonra Efendimizin hücre-i saadetlerine inmesi yani yeryüzüne inip evlerine gelmesini kelime anlamı son bulan, aşağı inen olan ZAVİL makamında besteledim. Daha sonra güzellik ve iyilik dağıtan anlamına gelen NİKRİZ makamına ve son olarak övülmeye layık doğru dürüst anlamına gelen RAST makamına geçip enstrümantal bestelerle olayı bir bütün haline getirdim. En son olarak miraçta hediye edilen amenerrasulu ve namazı (ezan) hocama okutarak miracı tamamladım. Tekrar Allah'ıma şükürler olsun. İşte takribi 1,5 yıllık bir çalışmanın ürünü olan MİRACI MUSİKİ'yi Gece Yolculuğu adıyla albüm olarak piyasaya çıkarıyoruz. Herkesten bu konuda destek bekliyorum. İnşallah albümüm her eve girer ve akademik, müzikal ve ilmi bir musiki olarak hak ettiği yere ulaşır. Takdir yüce RABBİM'den. Sağlıcakla kalın.

Neyzen Ahmet Hamdi Erdoğmuş

..EnginDergi.. Ekim 2013 sayı 46 www.engindergi.com bilgi@engindergi.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.