EnginDergi Y覺l: 2013 - Say覺: 47
Badtölz, Almanya Fotoğraf: Güvenç Aydoğan
"Gülmek, aynı arabanın silecekleri gibidir, yağmuru durdurmasa da ilerlemenizi sağlar." Gérard Jugnot
İçerik; Sy.04) Kaynar Su – Engin Enginer Sy.05) Şanssız mısınız Yoksa Şans Siz misiniz? Tuğçe Büyükabacı Sy.06) Değer Sorunsalı - Simsiyah Sy.08) Yüreği Kocaman, Güçlü İnsan! – Aynur Kuran Sy.08) Hepimize – Kezban Şahin Sy.10) Kaçak '25 – Işık Yavuz Sy.11) Ten Kafesinde Bir Nefes – Neyzen Ahmet Hamdi Erdoğmuş Sy.14) Huzursuz Bir An – Serenay Öztürk Sy.14) Diyaloglar '2 / Susmak ve Sevmek – Tuncay Ünaydın Sy.18) Şair Oldu Vücudum Dizlerinde Senin - Semih Çetin
Kaynar Su Geçtiğimiz ay olduğu gibi sonbaharın hüznü bugünleri de sarmış durumda. Pek çok kişi hayatına isteksiz ve keyif almadan devam ediyor gibi görünmekte. Gerçekten de havalar mı peki bizi bu kadar etkileyen, aynı durumu güzel bir havada yaşasak daha mı farklı bir tepki verirdik? Yaşadığımız olay aynı olsa da içinde bulunduğumuz şartlar mıdır sonucu etkileyen yoksa bizim ne şekilde anlamlandırdığımız mı? Dönem dönem başımızı irili ufaklı olumlu yahut olumsuz olaylar gelebilmekte, bana göre önemli olan başımıza neler geldiğinden ziyade başımıza gelenlere verdiğimiz tepkilerdir; ki yaşadıklarımı bilenler bu konuda ne kadar tecrübe sahibi olduğumu az çok tahmin edebilir. Bu ay sizlerle buna dair anonim bir hikaye paylaşmak istiyorum. *** Kaynar Su Bir zamanlar, her şeyden sürekli şikâyet eden; her gün hayatının ne kadar berbat olduğundan yakınan bir kız vardı. Hayat, ona göre çok kötüydü ve sürekli savaşmaktan, mücadele etmekten yorulmuştu. Bir problemi çözer çözmez, bir yenisi çıkıyordu karşısına. Genç kızın bu yakınmaları karşısında, mesleği aşçılık olan babası ona bir hayat dersi vermeye niyetlendi. Bir gün onu mutfağa götürdü. Üç ayrı cezveyi suyla doldurdu ve ateşin üzerine koydu. Cezvelerdeki sular kaynamaya başlayınca, bir cezveye bir patates, diğerine bir yumurta, sonuncusuna da kahve çekirdeklerini koydu. Daha sonra kızına tek kelime etmeden, beklemeye başladı. Kızı da hiçbir şey anlamadığı bu faaliyeti seyrediyor ve sonunda karşılaşacağı şeyi görmeyi bekliyordu. Ama o kadar sabırsızdı ki, sızlanmaya ve daha ne kadar bekleyeceklerini sormaya başladı. Babası onun bu ısrarlı sorularına cevap vermedi. Yirmi dakika sonra, adam cezvelerin altındaki ateşi kapattı. Birinci cezveden patatesi çıkardı ve bir tabağa koydu. İkincisinden yumurtayı çıkarttı. Daha sonra son cezvedeki kahveyi bir fincana boşalttı. Kızına dönerek sordu: - "Ne görüyorsun?" - "Patates, yumurta ve kahve" diye alaylı bir cevap verdi kızı. - "Daha yakından bak bir de" dedi baba, "patatese dokun." Kız denileni yaptı ve patatesin yumuşamış olduğunu söyledi. - "Aynı şekilde, yumurtayı da incele". Kız, kabuğunu soyduğu yumurtanın katılaştığını gördü.
En sonunda, kızına kahveden bir yudum almasını söyledi. Söylenileni yapan kızın yüzüne, kahvenin nefis tadıyla bir gülümseme yayıldı. Ama yine de bütün bunlardan bir şey anlamamıştı: - "Bütün bunlar ne anlama geliyor baba?" Babası, patatesin de, yumurtanın da, kahve çekirdeklerinin de aynı sıkıntıyı yaşadıklarını, yani kaynar suyun içinde kaldıklarını anlattı. Ama her biri bu sıkıntı karşısında farklı farklı tepkiler vermişlerdi. Patates daha önce sert, güçlü ve tavizsiz görünürken, kaynar suyun içine girince yumuşamış ve güçten düşmüştü. Yumurta ise çok kırılgandı, dışındaki ince kabuğun içindeki sıvıyı koruyordu. Ama kaynar suda kalınca, yumurta sertleşmiş katılaşmıştı. Ancak kahve çekirdekleri bambaşkaydı. Kaynar suyun içinde kalınca, kendileri değiştiği gibi suyu da değiştirmişlerdi ve ortaya tamamen yeni bir şey çıkmıştı. - "Sen hangisisin" diye sordu kızına. - "Bir sıkıntı kapını çaldığında nasıl tepki vereceksin?" - "Patates gibi yumuşayıp ezilecek misin?" - "Yumurta gibi, kalbini mi katılaştıracaksın?" - "Yoksa kahve çekirdekleri gibi, başına gelen her olayın duygularını olgunlaştırmasına ve hayatına ayrı bir tat katmasına izin mi vereceksin? ***
Engin Enginer
Şanssız mısınız Yoksa Şans Siz misiniz? Her gün çevrenizde şanslı veya şanssız olduğunu söyleyen insanlarla karşılaşıyorsunuzdur. Kimileri şanssızlıklarından dert yanıp, şansın bir türlü onları bulmadığından dem vururken kimileri ise, şansları ile övünüp hep dört ayak üstüne düştüklerini dile getirirler. Bunlar hepimizin günlük hayatta sıklıkla duyduğu repliklerdir. Bu klişe repliklerin hemen arkasından bazı soruları kendimize sorup, düşünce kalıplarımızı yoklamalıyız. Mesela şans nedir? İnsan şansı kendi bulabilir mi yoksa şans mı onu bulur? Bu soruların cevabını pek çok kişi merak ediyordur. Bu cevapları bulmak için biraz başa dönmeliyiz sanırım. Belki de en başa… Şans kelimesinin anlamına… Şans kelimesi, rastlantı sonucu elde edilmiş kazançlı bir durumu açıklamak için kullanılır. Bu açıklamada ki sihirli sözcükler, "rastlantı" ve "kazanç"tır. Rastlantı, herhangi bir emek verilmeden olabilirlik sınırları içinde gerçekleşendir. Bunun yanına bir de kazanç geldi mi; insanlar için inanılmaz caziplikte bir dünya yaratılmış olur. Emek vermeden kazanç elde edilebilecek bir dünya… İşte, bence hepimiz burada yanılgıya düşüyoruz. Çünkü bu kelime insanlarda uyandırdığı bu algının tam tersi şekilde çalışıyor. Emek isteyerek kendi kazanç ortamını yaratıyor. Bu şekilde şanslı veya şanssız varsaydığımız kişiyi buluyor ya da ondan uzaklaşıyor.
Örneğin; sınavı sınırdan kazanan bir kişi için "şanslıydı" demek pek adaletli gelmiyor bana. Sınavı ona kazandıracak çalışmayı göstermeseydi o kişi, o sınıra ulaşacak puanı da alamazdı. Ayrıca şu bir gerçek ki bizler, o kişinin o başarıyı elde etmek için nasıl bir çalışma içinde olduğunu, ne gibi fedakârlıklar yaptığını her zaman bilemeyebiliriz. Bu sebepledir ki bu kişiye "şanslıydı" demek, o kişinin emeğini görmezden gelmektir. O kişinin hakkını yemektir. Eğer siz hiç kazanabilmek umuduyla piyango biletlerinden satın almamışsanız veya tüm kolonları doldurup sayfalarca talih oyunlarına para yatırmadıysanız; bu oyunları kazanmayı da bekleyemezsiniz. Bu oyunları kazananları da sadece "şanslılar" diyerek geçiştiremezsiniz. Çünkü yapılan araştırmalara göre; talih oyunlarından büyük ikramiye kazanan kişiler, büyük bir çoğunlukla sayıları istatistiksel bir şekilde kullanan ve devamlı bu oyunları oynayanların arasından çıkıyor. Evet, bu tür oyunlar kolay yoldan büyük kazançlar sağlasa da bunların arkasında bile sanıldığı gibi sadece şansın olmadığı da açıktır. Bu kadar lafın üzerine siz bana hiç hak etmediği halde şansının yardımı ile büyük kazançlar, yüksek mevkiler elde edenleri de sorabilirsiniz. Cevap basit. Siz, şans ile torpil veya haksız kazanç kelimelerini birbirine karıştırıyorsunuz demektir. Çünkü doğadaki hiçbir olgu rastlantısal değildir. Her şey bir döngü içinde muntazam şekilde gerçekleşmektedir. Siz de bu sistemin alt parçası olarak bilmelisiniz ki emek vermeden hiçbir netice elde edemezsiniz. Emeğin olduğu yerde ilahi adalet vardır. İlahi adaletin olduğu yerde ise, zaten kişi kendi şansını kendi yaratır.
Tuğçe Büyükabacı
Değer Sorunsalı Değerli olduğu halde reklamasyonu yeterince iyi olmadığından, değerini bilemediğimiz şeyler var. Mesela pazar günleri! Hem tatildir hem de sevilmez. Çoğu insan için tek tatil günü olduğu için sevilmez belki de. Ben de pazar gününün başlamasıyla bitmesinin bir olacağını düşünürüm. Her pazar, bir güne sığması mümkün olmayacak sevimli, arsız küçük planlar yaparım. Nasıl bir koşullanma içindeysem, çocukken de sevmezdim pazar günlerini. Nedeni basitti, ertesi gün okul vardı, erken yatılırdı. Benim gibi büyüyen çocuklar için, "Parliament Cinema Club" filmleri de hep merak konusuydu, onlar başlamadan çok önce uyumuş olurduk zaten. Bu yüzden ertesi gün okulda yapılan kritiklerde ben hala esniyor olurdum. Pazar demek, hiç tartışmasız "buhar" demekti benim için. Banyoda
herkes arka arkaya yıkandığı için oluşan buhar, bir yığın giysinin ütülenmesinden kaynaklanan buhar, harıl harıl yapılan haftalık yemeklerden çıkan buhar. Normalde düzenli olan ev, pazar günü gerçekten Pazar yerine döner, koltukların üzerinde ütülenecek gömlekler, pantolonlar, okul formaları birikir, bornozla oturup burnunu çeken çocuklar kenarda köşede titreyerek hapşırır, anne baba tüm gün bir şeyleri yetiştirmeye çalışırdı. Çocukluğumdaki bu sıkıcı anılardan daha farklı şimdi pazar günleri. Ama yine de olması gerektiği gibi değil ki öğleden sonraları bir yorgunluk, bir sıkıntı çöküyor üzerime. Her şeye rağmen, bir güne, üstelik bir tatil gününe bu kadar yüklenmek doğru mu? Hak ettiği değeri görmediğine inandığım bir şey daha var ki, nedense uzun zamandır ona verdiğim değer sayesinde çok önemli bir yer edindi bende. Hepimiz farkındayız ama ya çok kanıksadığımızdan, ya bize basit geldiğinden çok da dikkatimizi çekmeyi başaramamış sanırım. Yoksa, fermuarın muazzam bir icat olduğunu hangimiz inkar edebiliriz? Bu kadar basit ve bu kadar faydalı çok az şey vardır herhalde. Kullanılabileceği bir sürü yer varken, çoğunlukla kıyafetlerde bir detay ve aksesuar olması ne acı! Oysa fermuar, tıpkı tekerlek gibi insanlık için bir medeniyet basamağı olabilirdi. Şurası apaçık ortada ki, biz değerlendirememişiz, hak ettiği değeri vermemişiz, yeterince sevmemişiz. Aksi halde, tüm dünyada küçükten büyüğe milyonlarca fermuar bir yerleri bir yerlere, bir şeyleri bir şeylere, birilerini birilerine bağlıyor olurdu, değil mi? Kim bilir belki de hala çok geç değildir! Pazar günü de fermuar da değerini yeteri kadar bilemediğimiz için bizden hiçbir zaman intikam almadı. Dimdik ayakta, hiçbir şey yokmuş gibi durdular; ne pazar, pazar olmaktan vazgeçti ne de fermuar, fermuarlığından bir şey kaybetti. Ama biz hak ettiği özeni göstermediğimiz için, değerini kaybeden bir şey oldu ne yazık ki. Seçim sandığı. Maalesef ona hak ettiği değeri veremedik, onu sevemedik, koruyamadık. Ne iyi gün ne kötü gün dostu olabildik. Pis turistlerle ve onların şımarık çocuklarıyla 3 tane kıytırık peynir tadacağız diye, kafa *iken müzikler eşliğinde, sabahın köründe kalkıp şezlong kaparak havuza, denize gireceğiz diye, ederinin beş katını ödeyeceğimiz otellerde adına tatil dediğimiz, eve döndüğümüzde daha yorgun ve mutsuz olduğumuz tatillere gideceğiz diye seçim sandığına gitmedik. "Benim oyum da olmayıversin, bir şey olmaz" dedik çok şey oldu. Aklımıza hiç gelmeyenler, başımıza geldi, gelmeye de devam ediyor, gelecekleri hayal etmek de canımızı sıkıyor, ruhumuzu daraltıyor. En iyisi mi biz bundan sonra her şeye, hak ettiği değeri verelim olur mu?
Simsiyah
Yüreği Kocaman, Güçlü İnsan! Yüreği kocaman bir ruhtan bahsetmek istiyorum sizlere bugün... Yazmak istedim sadece, başka türlü anlatamam. İzahatini bulamadım daha doğrusu. Bakıyorum çevreme yüzler aynılaşmış, kıyafetler aynı, hatta ruhlar... Fesatlık, kötülük, hırs sarmış insanlarımızın ruhunu ve kalpleri kararmaya başlamış. Ağır bir üzüntü çöktü üzerime çok ağır. Yok mudur bunlardan arındıran kalbini, tek bir ruh yok mudur tertemiz kalabilmiş! Çok da aramadan buldum o yüce gönüllü, ruhu saflığın en tepesine oturmuş, beni izleyen güzel varlığı. İnanamadım önceleri, elbet vardır bir şeyler bu kadar pür olamaz ki dedim içten içe. Ama gidişi gösterdi o güzel ruhu bana. Arkasını dönecek sandığım, varlığını unutturacak sandığım, içten içe korktuğum, özlediğim, sevdiğim, devamı olamayacak, belki de imkansız aşkı yaşatacak o ruh gitmedi ruhumdan. Yalnızca baktı. Gitsem de dedi gözleri, ruhum her düştüğünde yanında, her mutluluğunda seninle. Tanımadım böyle temiz bir ruh ben. Yaşanmışlık dedi, alışkınım ki dedi tek başınalığa. Gitmedim ki hayatından dedi, yalnızca uzaklaştım. Ben hep buradayım dedirtti sesindeki tını. Aşk bu gece terk etti sandığımda daha da sardı sanki ruhumu. Ruhuma can veren güçlü insan biliyorum hep oradasın ve çıkmayacaksın hayatımdan hiç. Canımı bilen arkadaşım, ruhumu bilen dostum, kalbimi tanıyan hayatsın. Bir olamasak da biz olamasak da hayat güzelliklerini sunsun bizlere yüreği güzel insan...
Aynur Kuran
Hepimize Her zamanki gibi yine bir şeyler de takılı kaldı aklım. Değerli bir dostumla konuşurken bana üç cümle kurdu. Üç cümle ama bir çok şeyi anlatıyor ya da tercüme ediyor. Anlayan olursa tabi... Bunun üzerine ben de 'bir insan kendine zarar vermek istiyorsa tek bir şey yeterli, kendini kandırması' dedim. İlginçtir ki etkilendiğini söyledi; aklıma ilk geleni söylemiştim aslında. Sonra bu konu üzerinde aklımdan kırk tane tilki geçmeye başladı. Bir şeyler yazmalıyım =)
Yine klişe cümleler ama hayat bazılarına değil kimseye adil davranmıyor. Birilerini seviyoruz, ayrılıyoruz, birileri ölüyor, birileri hayata geliyor. Kurulu düzende verilen rolleri yerine getirmeye çalışıyoruz. Ama ne de olsa insanız! Acıyı da, mutluluğu da dibine kadar yaşamasak olmuyor. Yeni bir ilişkiye başladığımızı varsayalım, geçmişten gelen acılarımız gözümüzün önünü tıkamış olsa da aralıktan bir yerden bakma cesaretini gösterebiliyoruz, ya bu oysa, ya beklediğim oysa, o benim kahramanımsa diye o kadar acıyı arkamıza alıp yeni bir şeylere adım atmaya hevesleniyoruz. Ee tabi ki hep aynı olacak diye bir şey yok, belki bu kez farklıdır, ve farklı olacak; çünkü diğeri gibi değildir hiçbir zaman, yüreğinin yangınına hep bir tas suyla gelir. Güzel şeyler duymaya hasret kalan kulaklarına hiç duymadığın cümleler fısıldar, Hiçbir göz sana öyle bakmamıştır ve hiçbir koku seni alıp cennete götürmemiştir. Abartıyoruz hep tabi ki, bir ilişkiden sonra karşımıza çıkan her insan diğerinden daha iyi olacaktır. Aslında hep aynılar, cümleler farklı sadece. Biri cümlelerini kullanır, diğeri gülüşünü, öteki dokunuşlarını... Ama hepsi aynı, aşk da aynı, ayrılıklar da, acı da... Her ilişkinin sonrasında kendini kandırma dönemleri, yeni yeni tecrübeler ama mutluluğa olan hasretin kocaman olup büyümesi... 'Ben iyiyim, unuttum bile, kendi kaybeder, oysa bana ne de çok benziyordu.' cümleleri arasına sıkışıp kalan ruhlarımız... Kurduğumuz onca güzel hayallerin resetlenme dönemi. Yüreğinin derinliğine nakış gibi işlenmiş o güzel aşk cümleleri, bir daha duyamayacak olmanın verdiği üzüntü, geri dönmemek için aklının yüreğinde anlaşma çabaları, ve aşkın yine başına buyruk halleri... Bir cümlede, bir şarkıda, orada ya da burada yüreğin akla direnişi... Her aşk büyütür insanı, hep aynı şeylerdir yaşanan, acı ya da tatlı. Oranı değişir sadece ama insan severken pek düşünmüyor yarını, sadece hayalleri içinde kaybolup gidiyor. Kaptırmamak lazım aslında ama insan önceden kestiremiyor kimi ne kadar seveceğini. Sonrası önemli her ilişkinin. Bir şeyler bitse bile kendini kaybetmemek lazım. Her güne yeni bir güneş bahşedilmişken, her gün yeni bir umut olmalı. Her yaşanmışlık ne kadar acı katmış olursa olsun yaşanması gerektiği için yaşanmıştır ve mutlaka hepsinin bir sebebi vardır. Akışına bırak derler ya evet aslında öyle yapmak lazım. Her günü yaşayarak dolu dolu
ya da uyuyarak ya da orada burada, hiç önemi yok... Bırak yarının sana, bana, bize getireceği her şey sürpriz olsun. Ne kadar ömrümüz kaldı kim bilir... 'Şimdi beni niye bıraktı, sevmiştim oysaki, bunu haketmedim' diyerek gözyaşlarına boğulacağına, çık dışarı ya da pencerenden bak, olmadı al eline kalemi kağıdı bir şeyler karala, o da mı olmadı son sesine kadar aç müziği eşlik et şarkılara. Bir dostunu ara, annenle ya da babanla konuş, etrafındaki insanların farkına var. Bu dünyada bir tek biz miyiz acı çeken ya da yalnız olan. En güzeli aç ellerini semaya dua et, bu kadar huzur veren başka ne olabilir ki! O kadar anlamı olduğunu sandığımız bir çok şey için geçip giden zamanlar bize sadece pişmanlık verir. Bırakın bugün aklınız yüreğinize uymasın, daha çok çalışın, daha çok uyuyun, kitap okuyun, kahkaha atın... Unutmayalım şuan nefes alıyorsak bu bize bahşedilmiş olan en güzel hediye ve kim bilir yarının bizlere ne sürprizleri olacak... Yalnız değiliz hiç birimiz. Kendimize inandığımız kadar biziz ve biz bir çok kişiden daha iyiyiz. İyiyiz çünkü şuan nefes alıyoruz nerede, nasıl olursa olsun. Hepiniz HOŞÇA-KALIN...
Kezban Şahin Eylül 2010
Kaçak '25 Hikayeler yazıyorum senin üstüne Adınla başlıyorum her cümleye Nedenleri sorguluyorum bitişlerde Ve her bitişte yeni bir sen kattım kanayan yaralarımın üzerine Susmalarımı anlattım ve kayıplarımın tarihini ekledim ıssız bir limandan kalkan son gemiye Arkama bakmadan kaçtım gecelerin sarar sessizliğine Sana ait bir eşarbı aldım sadece Ve şimdi rahat ölebilirim Sonu mutsuzlukla biten hikayemde…
Işık Yavuz
Ten Kafesinde Bir Nefes Bu yazacağım yazıyı mana boyutu ve musiki anlatımı ile siz okurlarıma sunmak istiyorum. Ten kafesi aslında düşünüldüğünde inanılmaz bir terimdir. Çünkü cümlenin içi hem çok doludur hem de doldurulması gereken bir bilgi gerektirir. Demek oluyor ki vücudumuz bir ten kafesi olarak telaffuz edildiğinde bizleri belkide hiç farkında olmadan bir mana boyutuna taşır. Vücudumuzu saran derimiz yani tenimiz, fiziksel cüssemiz bizlere bakan yönü ile somut ve gerçektir. Fakat tenin kafes ile alakasını bütünleştirdiğimizde karşımıza vücudumuzu saran kuşatan bir kafes olgusu çıkar. Ten ile kafesi ayırdığımızda ise sanki ten kafeste sıkışıp kalmış ve orada tutsak olmuş, bu tutsaklık tene acı ve hüzün veriyor diye düşünmemize yol açar. Halbuki cümlemizi bir bütün olarak ele alırsak görürüz ki, (tenkafesi) bir tek olgu yani bedenimizi temsil eder. O halde ten kafesinin içinde bulunan bir varlıktan söz etmek böyle bir kafeste var olan nedir diye kendimize sormak hiç şüphesiz o varlığa RUH dememizi sağlar. Bu konu Hz. Mevlana'nın sıkça bahsettiği ve tasavvufun temel taşı niteliğinde olan bir kavram bütünlüğü, bir düşünce ve de tefekkür konusudur. “Ruh bedenden beden ruhtan ayrı değildir. Fakat onu görecek göze de ruhsat yoktur.” diyen Hz. Mevlana bedenimizin ve ruhumuzun bütünlüğünden bahsederek insan denen canlının sadece et ve kemikten meydana gelmediğini onu asıl insan yapan ruhumuzun var olduğu fikridir. Bedenimiz şehadet aleminden ruhumuzda gaip alemindendir. Her ikisi de bizi bir ömür taşır. Beden dünyada ölürken ruhumuz tekrar ahirette doğar. Beden can çocuğuna gebedir. Bir ömür vücudunuz bu dünya aleminde onu taşır ve besler. Ölüm ise ruhun bir başka alemde doğması hadisesinin sancısıdır ki tıpkı anne karnındaki bir bebeğin hayata gözlerini açmasına kadar olan sancılı bir durum gibidir. Ahiret alemine göç etmiş ruhlar yer yüzünde bir kişi öldüğü zaman bakalım bu alemde doğacak ruh sevinerek mi, korkarak mı dirilecek o ruh nasıl bir durumda olacak güzel mi, çirkin mi haşrolacak diye beklerler. Bu konuyu mana ışığı altında incelediğimizde görürüz ki biz insanlara düşen en büyük vazife, beden ve ruh ilişkisini kavrayıp birbirine zıt gibi duran (soyut ve somut) olguyu Kuran ışığı altında kavrayabilmektir. Konunun musiki ilmi ile olan ilişkisini de acizane kendimin geliştirmiş olduğu ve çağrışım yolu ile algılama açısından tasavvufi ve dini konuların daha anlaşılabilir bir hüviyet kazanmalarını sağlamak için bir metot olarak görülebilmesine çalışmaktayım.
Örneğin ele aldığım bu müstesna konuyu daha iyi anlaşılabilir kılmak için ten kafesini kanun sazına, nefesi de neye benzeterek teşbih sanatı ve çağrışım metodunu konferanslar ve sohbet programları yaparak aynı zamanda sazlarla icra ederek anlatıyorum. Kanun sazı yapılış itibari ile bir beden hüviyetindedir. Çünkü tahta gövdesi ağaç olup toprağın bir parçasıdır. Telleri ise bir kafes gibi sıralanmış 72 adet olan toplam tellerde nerede ise bir insan ömrüne denk gelir. Ayrıca genelde Türk musikisinde kullanılan ve özellikle kanun sazında bulunan 3 oktavlık ses yapısı insan hayatının 3 evresini anlatır. Ana rahminde yaşanan 3 evre (Müminin suresinde) yaşanılan hayatın 3 evresi, yani çocukluk olgunluk ve ihtiyarlık dönemleri gibi. Daha da önemlisi akort sistemidir ki icra sırasında genellikle teller birbiri ile akort edilir. Çünkü 3 tel birlikte sıralanmıştır. Bu teller önce birbiri ile kaynaştırılıp daha sonra oktav sesleri ayarlanır. Aslında her bir ayarlanış hayatımızın bir akordu gibi ahenk bulması içindir. Kanun sazının ayrıca özel bir kılıfı vardır ki sazı dış etkenlerden korur ve onu çepeçevre sarmalar. Çok hassas olan bu yapıyı korur ve gözetir. Düşünüldüğünde bir saza gösterilen bu hassasiyet aslında bizim de bedenimizin korunması adına tıpkı üzerimize giydiğimiz elbiseler gibi algılanması hiçte yanlış olmaz. Ney sazının nefes ile olan alakasını incelersek görürüz ki, kamışlıktan koparılmış bağrı delik deşik edilmiş, kızgın ateşlerle yakılıp üzerine delikler açılmış ve her bir boğumuna prangalar (teller) bağlanmış, benzi solmuş, sararmış, yalın, sade fakat BİR olmayı anlatan o müstesna ses yapısı ile ELİF olma özelliğini daha ilk bakışta bize anlatan bir musiki aletidir. O saz ki nefes ile çalınıp Allah'ın bize ruhumla üfledim dediği (nefta) ve Hz. Mevlana'nın mesnevisinde ilk 18 beyitte anlattığı bir remiz (simge) olarak insan-ı kâmil benzetmesine layık olur. Sonra üflendiğinde ondan çıkan seslerin insanları nasıl etkilediğini maneviyatımızın nasıl değişip geliştiği, belki de hiç düşünmediğimiz mana yönümüze bir vasıta olabileceği daha iyi anlaşılır. Çünkü Allah'ı bulma yolunda sesi ile kalplere direk çarparak ruhların etkilenmesini sağlar. Bizi çok başka alemlere götürür. Hz. Mevlana'nın dediği gibi onun sesi hava değil ateştir, kimde o ateş yoksa yok olsun der. Kalplerin ve ruhumuzun beslenmesine bir araç olarak musiki, özellikle ney sesi bizleri ruhen yüceltir. İşte anlatmaya çalıştığım bu iki saz birbirlerine o kadar uyumludur ki, benim şahsen araştırmalarımda elde ettiğim inanılmaz uyumlu sazlardır. Yukarıda yazdığım beden ve ruhun birlikteliğine tercüman olan bu iki sazdan başka bir müzik aleti olacağını sanmıyorum. Ayrıca Allah'ıma şükür ederek, kanun sazını benim ikiz kardeşimin icra etmesi bir neyzen olarak bu iki sazın bir bütünlüğünün tıpkı bir anadan doğan bizler gibi inanılmaz eş olması ne kadar manidardır. Hamdolsun.
Neyzen Ahmet Hamdi Erdoğmuş
Gece Yolculuğu / Mir'ac-ı Musiki – Neyzen Ahmet Hamdi Erdoğmuş
Neyzen Ahmet Hamdi Erdoğmuş'un Peygamberimizin miracının Türk Musikisinde bulunan makamların manası ile anlatımının yaparak bestelediği parçalardan oluşan albüm piyasaya çıktı. Albümde orkestra eşliğinde klasik sazlar ve yaylı sazlar eşliğinde Ahmet Hamdi Erdoğmuş'un ney icrasının yer aldığı eserleri dinleyebilirsiniz. Gece Yolculuğu / Mi'rac-ı Musiki isimli albümü tüm müzik marketlerden edinebilir aynı zamanda dağıtımcı firma Azim Dağıtım'ın internet sayfasından online olarak satın alabilirsiniz. http://www.azimdagitim.com/GECE-YOLCULUGU-MIRAC-I-MUSIKI-AHMET-HAMDIERDOGMUS,PR-1010.html
Huzursuz Bir An Duygularımın anlam bulmakta zorlandığı bir anın içerisindeyim. İlerde ne olacağını bilemiyorum. Çünkü hayatım için endişeliyim. Ve yalnızlığa hiç bu kadar yakın olduğumu hatırlamıyorum. Muhakkak ki yaşamışımdır bazı anlar, ama bu dakikalar bana biraz daha kederli geldi. Nasıl olur da insanoğlu böylesine acı içinde kıvranırken çığlık atamaz. Ben atamıyorum. Yüreğim yansa o da değil. Hayatımın ileriki dönemleri için olan duyduğum endişe diğer tüm olayları gölgede bıraktığı gibi, sildi bitirdi. Başka bir düşünce yok beynimin küçük hücrelerinde… Güvenimin bittiğini biliyorum, şimdi bir de bu endişe eklendi. Yarın kim bilir ne olacak düşüncesi kadar basit değil bu!!! Sonum nasıl olacak gibi de acı değil. Çok şükür ölümden korkum yok, fanilerin pek çoğunda olduğu gibi. Fakat ömrümün geriye kalan kısmında ben nerede olacağım sorusu dehşet verici. Bitti gitti diyebileceğim bir olgu da değil. Bünyem henüz buna hazır değilmiş, onu da anladım. Ayrıca çok kuvvetsiz kalmışım. Şimdi gerçekten nasıl ayakta olacağım, onun mücadelesi ve ilerleyen zaman için huzuru dileme, Yaradan'a yakarma zamanı… Bu dünya ile ilgili isteğim kalmadı. Yüce Yaradan huzura kavuşmak istiyorum, burada daha ne kadar misafirim?
Serenay Öztürk 27.02.2013
Diyaloglar '2 Susmak ve Sevmek 'Kim bilir kaç kişi sevişiyordur yataklarında.' dedi oğlan. 'Muhtemelen iki kişilerdir.' dedi kız. Gülüştüler. Akşam olmuştu. Karşıyaka'nın ışıkları denize yansıyordu. Oğlan konuştu. 'Şu ışıkları yakamoz sananın aklına şaşarım.' 'Değil mi?' diye sordu kız. 'Bilimsel olarak değil.' dedi oğlan. 'Nasıl yani?' 'Yakamoz ayın yansımasına denir.' dedi. Kız utandı. Utanması aslında bilmemesinden değil, bildiği halde pot kırmasından kaynaklanıyordu. 'Tabi ya...' diyebildi kız sessizce. 'Üç saattir burada oturuyoruz. Bir çok şey konuştuk.' dedi oğlan. 'Evet. Seninle konuşmak güzel.' 'Seninle de.' 'Uzun zamandır bir kadınla böyle bir sohbet etmemiştim.'
'Neden?' 'Entelektüel bağlamda kadınlar erkeklere oranla daha az şey biliyorlarmış gibi geliyor bana. Yanlış anlama sakın, kadınlara karşı herhangi bir küçük düşürücü düşüncem yok.' 'Aslında biraz önce söylediklerin küçük düşürücüydü.' dedi kız gülerek. 'Biraz öyle oldu, evet. Belki de hayatıma giren kadınların hiç biriyle gerçekten konuşmanın, tartışmanın tadına varamamışımdır. Ayın yansımasının yakamoz olduğunu bilmek ne kazandırır ki bize? O ay orada duruyor. Kim bilir kaç zamandır orada duruyor. Ben buna yalnızlık diyorum. Düşünsene ne kadar zamandır yalnız olduğunu orada. Arada insanoğlu ayak basıyor. Sanki bok var. Ay ulan işte. O sır orada dursa ne kaybederiz ki? Veya güneş, kaç zamandır yaşam formlarına enerji verip ısıtıyor. Ayak bastık mı? Basamayız. Çünkü ölürüz. İleride belki teknoloji o kadar ilerler ki güneşin üzerinde dolaşılabilecek kıyafetler geliştiririz. Peki oraya gidince ne olur? Hiç! Koca bir hiç. Orayı da öğrenince ne kalacak geriye? Bilim dediğimiz şey mucidinin ölümüyle ilerliyor. Son iki yüz yıldır öyle. Mantığımızı aşacağız. Ne olacak, aslında doğa yalnızken insan yalnızlaşacak.' 'Babasına kızıp bütün dünyaya kafes benzetmesi yapan bir çocuk gibi konuştun.' dedi kız gülerek. Oğlan güldü. Kız devam etti. 'Bende bu kadar kin olsaydı yaşayamazdım. Sevmek daha ilginç bir keşif. Bence insanların keşfetmesi gereken şey bu olmalı.' 'Keşifler yapılır lakin devamlılığı olmaz.' dedi oğlan. 'Bu ne demek şimdi?' 'Bilmiyorum. Bir düşün bakalım.' 'Pekala.' dedi kız. Oğlan denize bakarken kız ona bakıyordu. 'Beni mi düşünüyorsun?' diye sordu oğlan kızı göz ucuyla süzerek. 'Buna kesinlikle evet demeliyim çünkü ilginç bir çekiciliğin var.' dedi kız. 'Yani şu an dört duvar arasında olsak bana daha yakın olurdun.' 'Bir bakıma.' dedi kız. 'Cesursun.' 'Bir bakıma.' diye tekrarladı kız. 'Bana bir şiir okur musun?' diye sordu oğlan. 'Bu konuda pek başarılı olduğumu düşünmüyorum.' Oğlan bu sefer kıza dönüp, gözlerinin tam içine bakarak, 'Bu ses tonundan umman akar buraya.' dedi. Kız şaşırmıştı. 'Şimdide iddialı bir romantik oldun.' dedi gülerek. Oğlan hiç tepki vermeden tekrar başını denize döndürdü. Sonra bir şey oldu. Tam arkalarından bir bisiklet geçti. Küçük bir çocuk sesi duyuldu. Ve kız şiir okumaya başladı.
'Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya, ikincisinde daha çok hata yapardım.' İkinci cümlede heyecandan bir kaç kelimeyi yutmasına rağmen devam etti. 'Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım. Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar. Çok az şeyi ciddiyetle yapardım.' Kusursuzdu. Sesi iyice güzelleşiyor, vurgular yapıyor, suratına neşeli mimikler yerleştiriyor ve el kol hareketleriyle bütünü tamamlıyordu. Birden ayağa kalktı, iki adım ileri gitti ve, 'Daha çok güneş doğuşu izleeer, Daha çok dağa tırmanııırr, Daha çok nehirde yüzerdiim.' Bağırıyordu. Oğlan da aynı şekilde büyülenmişti. İki adım daha ileriye atıp bariyere çıktı. Oğlana döndü. Denizle arasında hiç bir şey yoktu. Tekrar şiirle bütün oldu. 'Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur. Anlar, sadece anlar. Sizde anı yaşayııın.' Tekrar aşağıya indi. Oğlanın yanına oturdu. Bu arada şiiri okumaya devam ediyordu. Son dizelerde oğlan da ona eşlik etti. Buruklaştılar. Şiirin bütün hakimiyeti onlardaydı artık. 'Ama işte seksen beşimdeyim ve ÖLÜYORUM.' 'Bu büyüleyiciydi.' dedi oğlan suratına yayılan müthiş tebessümle. 'Borges'i hiç bu şekilde dinlememiştim. Üstelik sadece okumakla kalmadın tiyatral bir hal yarattın. Mucizeviydi. Bunu yapmayı nereden öğrendin?' 'Senden.' dedi kız. Oğlan şaşırdı. Kız tekrar konuştu. 'Birden yanındayken gerçekten hiç bir şeyden çekinmeyeceğimi anladım. Ben buna huzur derim.' 'Anladım.' dedi oğlan başını tekrar denize döndürerek. Kız anladı. 'Ne kadar zamandır sevmekten korkuyorsun?' diye sordu. 'Bunu nereden çıkardın?' diye sorarak kıza aslında en büyük kozu vermişti. Soruya soruyla karşılık vermek bir savunma mekanizmasıydı ve kız bunu çok iyi biliyordu. 'Öyle bir korkum yok.' dedi oğlan. Doğru söylüyordu. Zaten hiç yalan söylememişti. Kimseye, ömrü boyunca. Devam etti. 'Sadece bir belirsizlik. Aklımın bir yerinde, nerede olduğunu bilmediğim bir şey beni engelliyor. Ah o belirsizlikten çıkmayı ne kadar çok istediğimin farkına vardım.' 'Sevmek senin için bir belirsizlikse ve sen aslında belirsizlikten korkuyorsundur. Bu da bizi aynı doğrultuda sevmekten korkmaya götürür.' dedi kız kendinden emin ve aslında içinde büyüyen endişeyle. 'Bana bir baksana, başarısız bir yazar, başarısız bir romantik, başarısız bir işsizim. Şimdi benden umut dolu cümleler kurmamı mı istiyorsun? Sen sevmeyi başarabilen tiplerdensin. İnsanı okumayı çok iyi biliyorsun.' 'Bu ağır geldi. Lakin ben aynı zamanda inatçıyımdır.' 'Ne anlamda.'
'Kimse senden başarılı olmanı beklemiyor ki. Bazen olan şeyleri bütünüyle kabul etmek gerekir.' dedi. Sustular. Bir çocuk elinde mendille geldi. Oğlan, 'henüz ağlamadık.' dedi. Çocuk işinin verdiği haylazlıkla, 'Belki burnun ağlar ağabey.' dedi. Mendili alıp çocuğa para verdikten sonra başını okşadı. Kız hiç beklemeden. 'İşte bu sevmekti.' dedi. Uzun bir müddet daha konuşmadılar. Sonra oğlan birden şakımaya başladı. "Biliyor musun? Kime yazdığımı bilmeden aşk sözcükleri fısıldıyorum bazen. Mesela diyorum ki; 'Bir şiir olsam, seni anlatırdım okuyanlara.' Aşka yazmayı o son yazımda bıraktığımı düşünüyordum. Beyin denen şey mucizevi vesselam. Sen farkında olmadan alışkanlıklar oluşturuyor sende. Sen aşka yazmaktan vazgeçsen de ve hatta belki korksan da bir an geliyor ve dökülüveriyor dudaklarının arasından birkaç kelam. Kime yazdığını bilmeden söyletiyor kendini. Kafka'yı düşündüm geçenlerde. Milena'ya yazdığı mektupları düşündüm. Ne acı dolu sözlerdi onlar. Bir keresinde şöyle diyor Milena'ya: 'Bak Milena. En çok seni seviyorum diyorum, ama gerçek sevgi bu değil belki. Sen bir bıçaksın bende durmadan içimi deşiyorum o bıçakla dersem gerçek sevgiyi anlatmış olurum belki.' Tanrım ne acı dolu söz bunlar böyle." dedi. Kız hayretle oğlana baktı. Oğlan devam etti. 'Biliyor musun? Kafka ile Milena sadece üç kez görüşebilmişler hayatlarında. Kafka ciğerinde vuku bulan sorunun Milena'ya olan aşkından ortaya çıktığını düşünerek sonlandırmış ilişkilerini. Milena Nazi kamplarının birinde böbrek yetmezliğinden ölmüş, Kafka ise ciğerinden. Belki de onlar çoktan ölmüştü. Merak etme sana onların hayat hikayelerini anlatarak sıkmayacağım. Belki de söylemek istediğim bazı şeyler vardır. Neyse. Ne diyordum aşka yazmayı uzun zaman önce bırakmıştım. Bir insan kime yazdığını bilmeden, aşk sözcükleri fısıldayabilir mi? Bilemiyorum. Belki olabilir. Belki içimde bir yerde aşk sözcüklerini isteyen biri vardır. Sana da oluyor mu? Ben bunları anlatırken, içinde aşk sözcükleri isteyen biri var mı? Ne çok soru var Tanrım!' Kız tekrar hayretle oğlana baktı ve, 'Elbette o sözcükleri isteyen biri var. Bir yerden başlamalısın.' dedi. 'Nereden başlamalıyım bilmiyorum.' 'Yanlış anlama ama babaannemin bir lafı vardır. Bazı şeyler yakınındadır ve sen onu göremezsin diye.' dedi gülerek. Oğlan anlamıştı. 'Çok oturduk biraz yürüyelim mi?' diye sordu. 'Oh Tanrı'ya şükür.' dedi kız. Ayağa kalktılar. Kız oğlanın koluna girdi. Yürüdüler. Oğlan, 'Bu arada adın neydi?' diye sordu. 'Evet bu güzel bir başlangıçtı.' dedi kız gülerek.
Tuncay Ünaydın
Şair Oldu Vücudum Dizlerinde Senin Dünyanın ucuna kadar koştum.. Sen oldu her yer.. Senden geçtim Seni içtim, seni soludum Senin üzerine düştüm. Sonra birden Şair oldu vücudum dizlerinde senin.. Yapraklarında ağaçların.. Bulutlarında göklerin.. Esmer gözlerinde meleklerin.. Dünyanın, vücuduna kadar koştum..
Semih Çetin
..EnginDergi.. Kasım 2013 sayı 47 www.engindergi.com bilgi@engindergi.com