EnginDergi s51

Page 1

EnginDergi Y覺l: 2014 - Say覺: 51


Tegernsee, Almanya Fotoğraf: Güvenç Aydoğan

"İyi bir savaş veya kötü bir barış hiç olmamıştır." Benjamin Franklin


İçerik; Sy.04) Sakın Bu Yazıyı Okumayın! – Engin Enginer Sy.06) Baharı Karşılamak - Baharı Karşılamak Sy.07) Hayat Bazen Pişmanlıklardan İbarettir - Tuğçe Büyükabacı Sy.08) Buradan Gençliğime Sesleniyorum! - Simsiyah Sy.10) McLaren ve Beşiktaş - Nuray Köroğlu Sy.11) Çukurca'nın Çocukları - Bora Eke Sy.14) 8 Mart Dünya Kadınlar Günü Türkiye'de Kutlu Olsun mu? - Tuncay Ünaydın Sy.16) Kimliksiz - Melike Meral Sy.17) O Vakit - Özkan Özgürtürk Sy.17) Kalabalık Yalnızlığım - Kezban Şahin Sy.18) Mavi Çığlık - Semih Çetin Sy.19) Sedef Kanaat Etmeyince İnci Olmaz Neyzen Ahmet Hamdi Erdoğmuş Sy.20) 'Captain America : The Winter Soldier' Galaları Moda Çıkmazı Sy.21) Can Sıkıntısı - Sertaç Girgin Sy.22) Kırmızı Defter - Başak Yarar Sy.23) True Love - Başak Yarar Sy.25) Günün En Önemli Öğünü - Başak Yarar


Sakın Bu Yazıyı Okumayın! Bence baştan anlaşalım, hala çok geç değil, hadi gelin okumayın siz bu yazıyı. Bak hala devam ediyor... Okunsun diye paylaştığımızda arzu edildiği kadar çok okunmuyor da, okunmasını istemediğimizde sonuç ne olacak çok merak ediyorum. Ne demiş büyüklerimiz, insanın başına ne gelirse meraktan gelirmiş. Merak, diğerleri gibi oldukça hassas dengesi olan bir duygu, aynı zamanda araştırma ve öğrenmeye yönelik bir davranış biçimi olarak tanımlanabilir. İcat edilen pek çok buluş ve gerçekleştirilen keşifler gibi bu süreçlerde yaşanan pek çok felaket de çoğunlukla 'merak' sayesinde meydana gelmiştir. Bir şeyi edinme, yapma, bir şeyle uğraşma isteğini doğuran duygu olduğu için aslında bizi harekete geçiren önemli dinamiklerin başında yer alır merak. Başka bir unsur tarafından zorunda bırakılmamışsak merak duymadığımız bir alanda aşama kaydetmemiz mümkün değildir, çünkü merak duymadığımız bir konuyla ilgilenmeyiz de. "Meraklı olduğunda, yapacak bir sürü ilginç şey bulursun." Walt Disney Doğduğumuz andan itibaren son nefesimizi verene kadar merakımızı uyandıran pek çok konuda kafamızda oluşan soru işaretlerini gidermek için çaba sarfederiz. Kişiliğimizi ortaya koyan tanımlar büyük ölçüde merak duyduğumuz alanlardan ötürü üzerimize yapışmaktadır. Merakımızın üzerine gidebildiğimiz ölçüde hobilerimiz oluşur. Hobi olarak; fotoğraf çekmek, balık tutmak, modayı takip etmek, teknolojiden anlıyor olmak, seyahat etmek hep merakınızı cezbettiği için keyif verir. Bilinmeyenin gizemine duyulan merak ise zihni canlı tutar ve heyecana neden olur. İllüzyon gösterileri bu yüzden hemen herkesi etkiler; okunan bir kitabın, izlenen bir dizinin/filmin kurgusu, barındırdığı merak unsurları oranında bizi kendine daha da bağlar. "Hiçbir özel yeteneğim yok. Yalnızca tutkulu bir meraklıyım." Albert Einstein Günlük hayat ve hobilerin yanı sıra merakın, tetiklediği unsurlardan ötürü çok daha özel bir ilgiyi hakettiğini ve yeterince dikkate alınarak irdelenmediğini düşünüyorum. Öncelikle öğrenmenin temelinde yatan başlıca duygu meraktır ve bir bireyi eğitmenin, onu gerçek anlamda başarılı kılmanın yolu merakını cezbetmekten geçer. Merak çok güçlü bir


motivasyon kaynağıdır, hatta “merak yönetimi” kavramını ilk ortaya atan kişi olarak bu konuda bir takım çalışmalar da yapmaktayım. Eğitim ve danışmanlık firmalarının da zaman yönetimi, stres yönetimi vb. konulardaki yönetim odaklı seminer ve eğitimlerini çeşitlendirmeleri adına bu alanda adım atmaları gerektiği kanaatindeyim. 2008 yılında katıldığım, Melih Arat'ın Sıra Dışı Yaşam Becerileri eğitiminde (aynı isimde, herkese tavsiye ettiğim bir de kitabı mevcut) paylaştığı bir anekdottu; adam oğluna kitap okuma alışkanlığı kazandırmak için her hafta harçlığını evdeki kitaplıkta yer alan kitaplardan birinin arasına koyuyordu. Çocuk parayı bulmak için önce kitapları hızlı hızlı kurcalayıp parayı bulduğunda kitaplıktan uzaklaşırken, bir süre sonra para ararken gözünün takıldığı satırlar, merak uyandıran kitaplara rastlamaya başlıyor ve birkaç hafta sonra parayı aradığını dahi unutup kitapların büyülü dünyasına kapılıyordu. Ben de aynı şekilde teknoloji ile arası iyi olmayan pek çok kişiye bilgisayar kullanımını bu tarz taktiklerle öğrettim; yıllar önce babamı gazete okutmak, annemi okey oynatmak için geçirdim bilgisayar karşısına ve şimdi internet kurdu olup çıktılar. Karşı cinsle olan ilişkilerde de feromonlar ve bilinçaltımız ile ilgili etkilenme sürecini geride bıraktıktan sonra karşı tarafı tanıma arzunun yaşattığı merak tarifsizdir. Onun hakkında her şeyi bilmek istersiniz, karakterinden zevklerine kadar merak ettiğiniz tüm soruların cevaplarını keşif süreci ilişkinin gidişatını belirler, lakin çoğu zaman soru işaretleriyle dolu olduğunuz o ilk andaki heyecan düzeyini yeniden yakalamak pek mümkün değildir. İlgi alanlarımız genel olarak merakımızı manipüle eden dünya yöneticileri aracılığı ile belirli alanlara yönlendirilmektedir, televizyonun icadı bunu oldukça kolaylaştırmıştır. Toplumumuzda erkeklerin futbol, araba, saat vb. ilgi alanları bilinçli bir yönlendirmeden kaynaklanır, kadınların alışveriş ve sohbet tutkusu... Hmm sanırım bunun yönlendirmeyle ilgisi yok, içlerinde var. Louis Szekely'nin de dediği gibi, "Bence kadınlar çok akıllı varlıklar, isteseler dünyayı bile ele geçirebilirler, ama onlar alışveriş yapmak istiyor." Her neyse konu bir hayli dağıldı, lakin buraya kadar gelmişseniz bile ben başta uyarımı yaptığım için içim rahat. Öğrenim hayatında merak duyduğu konularda olumlu güdülenmeyen bireyler çoğunlukla görece lüzumsuz işlerle ilgilenmeye başlamakta, sevdiği uğraşlarla haşır neşir olarak başarılı ve keyifli bir hayat


sürebilecek iken dayatmalar sonrası el attığı işlerde çoğunlukla başarısızlığa uğrayacak, başarılı olsa da bundan haz alamayacaktır. Gerek ebeveynler gerekse eğitim sistemi bireyi kontrolcü yaklaşımla idare etmeye çalışmak yerine ilgi duyduğu alanlarda yönlendirerek güdülenmesini artırmalıdır. El-göz koordinasyonu yüksek uyumluluk gösterdiği için başarılı bir mimar yahut araba yarışçısı olabilecek bir gencin tüm gününü internet kafede geçirip futbol oyununda turnuva birincisi olmakla övünmeyle yetinmek zorunda kalmasının sebebi de, sanata olan ilgisinin görmezden gelinip doktor veya avukat olması istenen bir gencin hayattan memnuniyet duymamasının nedeni de merak yönetimine önem verilmemesidir. Kişisel ve toplumsal merak yönetimine gereken ilginin gösterilmesi temennisi ile hayata dair merakınızın hiç eksikmediği keyif dolu günler dilerim.

Engin Enginer Mart 2014

Baharı Karşılamak İlk gelen yaban ördeklerini gördüm. Doğanın canlandığına dair bir işaretti benim için. Heyecanlandım, sevindim. Değişik bir inanışımız da vardır. Yaz döneminde farklı yerleri ziyaret edeceğimizi umarız. Batıl da olsa kulağa hoş geliyor. Yaşayıp, göreceğim doğrusu. Yine de şimdiden içimi sevinç kapladı. Çiçek ekimi, bahçe işleri, ağaç budama… Hepsini ne kadar çok severim. Toprak ile bütünleşmek ruhumu besliyor. Yaşadığımın bir kez daha farkına varıyorum. Kötü enerjilerinizden kurtulabilmeniz için doğanın çağrılarına kulak verin derim. Kazmayı, küreği alıp ille de çok yorulun demiyorum. Ama ufak bir katkı size harika bir şekilde geri dönebilir. Bunun da bilincinde olun. Meyve veren bir ağacın meyvesinden tatmak ya da taze taze sebzeleri tüketmek kadar keyiflisi yoktur şu dünyada. Küçük detayları ezip geçmeyin. Bahar, Yaradan’ın bize sunduğu güzel armağanlardan sadece biridir. Değerini bilmeli ve sevgiyle kucaklamayız bu güzel mevsimi. Güneşin, bitkilerin ve meyvelerin tadını çıkarın. En çok da şükür edin. Hepimize sağlık, huzur ve bereket getirmesini dilerim.

Serenay Öztürk 16 Mart 2014


Hayat Bazen Pişmanlıklardan İbarettir Hepimizin hayatında yaşadığı bazı pişmanlıkları olmuştur. Kimi zaman keşke hiç tanımasaydım dediğiniz insanlar hayatınıza girip çıkmıştır. Kimi zaman ise, keşke hiç yaşanmasaydı dediğiniz olaylar başınıza gelmiştir. En nihayetinde hepimiz insanız. Hata yapıp sonrasında da pişman olabiliyoruz. Burada belki de tüm bunlardan önemli olan nokta şu; pişmanlıklarımızla gerçekten baş etmeyi biliyor muyuz? Başka bir deyişle, pişmanlıklarımızla yüzleşip yola devam edebiliyor muyuz? Pek çok insan pişmanlık hissetmeye başladığında, beraberinde derin bir üzüntü ve suçluluk duygusu da hisseder. Yaptığını veya yapılanı kendisine yakıştıramaz. Bununla beraber hata yaptığı için, içten içe kendisine kızgındır. Bu sebepledir ki ruh hali iniş çıkışlıdır. Kendisiyle yalnız kalmaktan korkar bir halde, dışarıdaki hayata sığınır. Çünkü bilir ki kendisi ile yalnız kaldığı en küçük anda, içindeki pişmanlık onu yiyip bitirecektir. Buna izin vermemek için ise en iyi yol, kendinden olabildiğince uzaklaşmaktır. İnsan kendinden ne kadar uzaklaşabilecekse... En acısı ise; geçirilen bu saklanma süresi boyunca, içinizdeki kör düğümün daha da düğümlenmesidir. Tıpkı karışmış yün bir yumak gibi içinizde bir yerde öylece durmaktadır. İşte, bu noktada öncelikle yapmanız gereken hatalarınızı ve pişmanlıklarınızı kabullenmektir. Diğer bir deyişle, bu karışmış yün yumağının orada öylece durduğunu fark etmeniz... Eğer hatalarınızı ve pişmanlıklarınızı büyük bir yüreklilikle kabullenirseniz; yumağın karışmasına neden olan ipin ucunu da bulmuşsunuz demektir. Bundan sonra yapacağınız tek şey ise, o ipi yavaş yavaş geri çevirmeye başlamaktır. Dolandığı, takıldığı tüm iplerin arasından geçirip onu ve kendinizi biraz daha özgürleştirmektir. Tüm yumak çözülüp de elinizde koca bir ip yığını kaldığında anlayacaksınız ki gelecekteki sizi yaratan, tüm bu pişmanlıklarınızdan çıkardığınız dersler olacak. Şu an belki inanmasanız da bir süre sonra siz, bu ip yığını ile yeni bir hayat örmeye başlayacaksınız. Bu sefer karıştırmadan, dolamadan, daha güçlü ilmeklerle yeni bir hayat dokuyacaksınız. Gelecekteki yaşantınızın temellerini bugünden atacaksınız. Bu sebeple artık yaşadıklarınızdan veya yaşayamadıklarınızdan pişman olmayı bırakın. Hayat akıp giderken, pişmanlıklarınıza teslim olup kendinizi kafese koymayın. Bilin ki yaşadığınız tüm pişmanlıklar, daha güzel bir hayat kurmak için ödediğiniz bedellerdir. Şimdi, derin bir nefes alın ve içinizdeki kör düğüm olmuş bu yumağı bir an önce çözmeye başlayın.

Tuğçe Büyükabacı


Buradan Gençliğime Sesleniyorum! Malum olduğu üzere, reklamlar artık kısa film tadında. Buna örnek teşkil edebilecek Fiat 500L'nin renkli ve "30’lu yaşlara mesaj" temalı reklamları geçen yazın yoğun gündeminde biraz arada kaynamıştı. Beklediği ilgiyi görmesi zordu o tarihlerde ama yine de hatırlayanlar olacaktır. Reklam konusunda ülke olarak baya ilerledik ilerlemesine de, sanki toplumu hala tam tahlil edemedi bazı reklamcılarımız. 500L reklamları, arabanın renkli ve sevimli görüntüsüne gayet uygun ama reklamdakilerin ruh hali, hayatları ve davranışları biz izleyenlere ne kadar uygun orası tartışılır. Eğitim sistemimizin mükemmelliği(!) sayesinde 30'lu yaşlarının başında 'plaza' insanı olup, üstelik bundan mutluluk duyup, piyasaya yeni çıkmış bir arabaya hemen sahip olmuş, hatta reklamın bir tanesinde olduğu gibi çoluk çocuk sahibi ve aile reisi olan gençlerimiz neredeler merak ediyorum. Böyle arkadaşlar yok demiyorum tabii, varlar ama Türk gençliğinin çoğunluğunu oluşturmuyorlar. Vaziyet gösteriyor ki, son yıllarda gençler zaten en iyi ihtimalle –yani üniversite sınavında sorular çalınmazsa, herhangi bir hata olmazsa ve her şey olabildiği kadar iyi giderse- üniversiteden mezun olduklarında 24-25 yaşlarında oluyorlar. Bundan sonra mücadele başlıyor, iş aramalar, görüşmeler, askerlik baskıları, okumakla bitmeyen öğrenme süreci yüzünden yapılan yüksek lisanslar, doktoralar, gidilen İngilizce kursları, türlü çeşitli seminerler derken; 30 yaşında ancak 1-2 sene deneyim elde edilmiş veya yeni iş bulunmuş oluyor. E, üniversiteden mezun olan herkesi de Türkiye'nin sayılı şirketlerinde orta veya üst düzey yönetici yapmadıklarına göre, söz konusu reklam daha ziyade 40'lı yaşlara hitap ediyor gibi görünüyor. Reklamdaki bir diğer vurgu ise, 'gezmeyi, tozmayı bırakmama' vurgusu. Tamam bırakmayalım da en tatlı zaman geçti, öğrencilik bitti. İş güç peşinde koştururken, bin türlü stresle uğraşırken, kendi paranı kazanmak ve harcamak bu kadar zorken, nasıl böyle pervasızca gezeceğiz soran yok. Bir de gezmek de yetmiyor, tuhaf tuhaf vergiler yüzünden değerinin en az 1,5 katına sıfır bir araba alıp geziyoruz, öyle mi? Ya biz, çalışıp kazanmaya merdiven altından başladık ya da bu reklamları yapan ağabeyler, ablalar çalışma hayatında Google'da başladılar. Her halükarda aramızda bir fark olduğu kesin.


Bir başka boyut da şu ki; insanoğlu her şeyi yaşında, zamanında yaşamalı. O zaman yaşanan şeyin bir tadı, manası, keyfi oluyor. 35 yaşında gümbür gümbür müziği kafası kaldırmayabiliyor insanın ama 20 yaşındayken bundan haz alıyor. Veya uykusuzluk 26 yaşında hiç dokunmuyor ama aynı kişi 32 yaşında ertesi sabaha küfür kıyametle uyanabiliyor. İnsanın vücudu, metabolizması, psikolojisi sinyal verebiliyor belli bir yerden sonra. Bunda yaşananların yoğunluğu da etkili tabii ki ama iş, güç, sorumluluk gailesinde bir yandan da gece hayatına, gezme tozmaya ve eğlenceye bu kadar çok zaman ayırmak bir hayli zorlayıcı ve yıpratıcı olabilir, insan genç kalacağım derken daha da hızlı çökebilir. İşte bu yüzden şimdi, küçük bir şehirde yaşamak, daha az mekan bilmek, daha az yere girip çıkmak zorunda olmak beni rahatsız etmiyor. Tersine dinleniyorum, iyi geliyor bana, her hafta değişik bir yere gitmektense, tanıdığım ve beni tanıyan bir yere gitmek hoşuma gidiyor. Bunun adı yaşlanmak değil, büyümek bence. Bu yüzden artık genç sayılmadığım –en azından reklamdaki kadar genç sayılmadığımve zaten 30'lu yaşlarımda olduğum için, reklamın aksine ben de buradan gençliğime sesleniyorum: İyi ki zamanında okula gitmekten çok, Taksim'e gitmişsin. Bak şimdi her yer beton, her yer taş, en azından o fotoğraflardaki ağaçlı, yeşil, Arnavut kaldırımlı haliyle hatırlıyorsun güzelim Taksim'i. İyi ki, o kadar çok gezmişsin ki 'şurayı da görmedim' demiyorsun şu günlerde. İyi ki, Beşiktaş'ta Pando'da bal kaymak kahvaltılara, Gezi Parkı'nda sandviçli seyyar çaylı kahvaltılara, Boğaz'da kıytırık ama henüz gökdelenlerin olmadığı manzaralı kahvaltılara gitmişsin. Beşiktaş'ı sokak sokak, adım adım ezberlemişsin iyi ki, Hasbi'de Beşiktaş posterinin altında rakı, Kazan'da yüksek taburelerden düşme tehlikesi yaşayarak bira, Misket'te mis gibi sıcak şarap içmiş, Beşiktaş maçlarında çArşı ile marşlar söylemişsin iyi ki. İyi ki, 'ne gerek var oraları görmeye' diyenlere kulak asmayıp Silivri'ye, Büyük Çekmece'ye, Kumburgaz'a, Pendik'e, Tuzla'ya kadar gezmişsin. Canın sıkıldıkça başka bir otobüste almışsın soluğu iyi ki. Aferin, çok da iyi yapmışsın, cebindeki son paradan yol paranı ayırıp sonuna kadar yapmışsın ne yapılması gerekiyorsa. İşte bundan, şu an bile capcanlı şekilde hatırlayacak kadar çok anı biriktirmişsin. Aferin.

Simsiyah


McLaren ve Beşiktaş Türkiye'deki spor anlayışı malum. Haberler de sevinç ve üzüntüler de hep futbolla ilgili. Benim için en önemli spor ise motor sporları; futbola olan ilgim, standart bir Türk erkeğinin yarısı kadar. Bu yüzden spor hakkında sohbet etmek de çoğunlukla zorlaşıyor. Tabii ki bunun tuttuğum takımlarla da biraz alakası var. Türkiye'de fazla ilgi gösterilmeyen bir sporun hayranı ve izleyeni olmak, beraberinde bazı saçmalıkları da getiriyor haliyle. Dünyanın dört bir yanında yapılan yarışlar nedeniyle, tuhaf saatlere denk gelen antrenman, sıralama turları ve yarışlar, az sayıdaki motor sporları ve F1 ile ilgili programlar, genelde yabancı kaynaklardan bilgi alma zorunluluğu gibi. Oysa futbola ulaşmak, futbol izleyicisi olmak ve özellikle hafta sonu herhangi bir TV kanalında futboldan bahseden bir yorum programı izlemek çok kolay, hatta izlememek ayıp. Beşiktaş taraftarı olduğum için, yenilmeye, maçın ilk 5 dakikasında saçma sapan bir gol yemeye, hakemlerin ve türlü çeşitli grupların Beşiktaş üzerindeki güç gösterilerine alışık olduğum için, genelde sinirlenmemek ve hafta sonu hiç değilse canımı sıkmamak için maç izleyebilmek için özel bir çaba göstermiyorum. Öte yandan, Formula 1'i izleyebilmek için, sabahın 5'inde uyanmak da dahil olmak üzere tüm çabamı ve enerjimi bu işe verebilirim. Formula 1'de tuttuğum takım olan McLaren ile Beşiktaş arasında tuhaf benzerlikler var, belki de bu yüzden tutuyorum bu takımları. Mesela, her iki takım da kendi alanlarında 3 büyük takım arasında yer alıyor. Şampiyon oldukları yıllar ile, kıl payı şampiyonluk kaçırdıkları yıllar aşağı yukarı aynı dönemlere rastlıyor. Bu demektir ki, her iki takımın da taraftarlarını çileden çıkararak ve verem ederek terbiye etmek ve daha kötülerine hazırlamak gibi bir yöntemi var. Yöntemin doğruluğu tabii ki tartışılır ama senelerdir aynı şevkle tutmamızdan anlaşılıyor ki, işe de yaramış. 90'lı yılların başında Beşiktaş, Metin-Ali-Feyyaz üçlüsü ile ligde fırtına gibi eserken, McLaren de aynı dönemde Ron Dennis-Ayrton Senna ikilisi ile F1 tarihine adın altın harflerle yazdırmıştır. 2015 yılında Ron Dennis Honda motoru ile beraber McLaren’e geri dönecek ama Beşiktaş'ın ihtiyacı olan Metin-Ali-Feyyaz’lardan hala ses yok. Bakalım bu konuda zaman bize ne gösterecek? Beşiktaş da McLaren de kendi elleriyle zorluk ve zayıflıklar yaratıp birdenbire durumları ve olayları aleyhlerine çevirme becerisine sahip


takımlar. Güçlü başladıkları sezonlarda bile, rehavetten midir, başka içsel veya dışsal sebeplerden midir bilinmez sezonun ortasına gelmeden umudunu kaybetmiş ve vasat bir çizgide bulabiliyorlar kendilerini. Her iki takımın da kalitesine yakışmayan bu durum ise, taraftarları tarafından ilginç bir şekilde kanıksanmış nedense. McLaren, yıllarca kendi yarattığı zayıflıklar nedeniyle şampiyonlukların ellerinin arasından kayıp gidişini izledi. Kah efsane motor Mercedes-Benz yüzünden, kah tasarımcı Adrian Newey'in dehası ile ortaya çıkan kırılgan otomobiller yüzünden. Beşiktaş için bu durum biraz daha farklı, Türkiye'de futbol hiçbir zaman sadece futbol olmadığından; futbol üzerine oynanan kirli oyunlar, yönetimsel eksiklikler ve hatalar, hakemlerin inanılmaz tutumları sebebiyle takım kısa süre için darmadağın olabiliyor. Çarşı'nın çocuğu Slaven Bilic, her ne kadar takımı biraz ateşlediyse de henüz yeterli ivmeyi kazandığımız söylenemez. 2013 yılı her iki takım için de durağan ve çoğunlukla sıkıntılı geçti. 2014 ise, geçiş senesi olarak görülüyor, iki takım da belli bir seviyede durmaya ve kalmaya çabalıyor. 2015 yılında McLaren'in motor tedarikçisi değişikliği nasıl bir etki yaratacak şimdiden kestirmek zor, iyi olacağını ummaktan başka çare yok. Beşiktaş için ise her şey muamma. Bu tür benzerliklerin yanında iki takım arasında önemli bir fark da bulunuyor. Beşiktaş, halkın takımı olma özelliğini yıllardır koruyor. Gerek yapısı, gerek çArşı'nın muhalif ve aktivist duruşu Beşiktaş'ın bu özelliğini perçinliyor. McLaren ise dahil olduğu spor türü nedeniyle halka yakın olmaktan bir hayli uzak. Taraftarları, daha zengin sosyal çevrelerden ve arabalar hakkında daha bilgili insanlardan oluşuyor haliyle. Her iki takım da kendi alanlarında şu an istedikleri konumda değiller. Ama bir şeyden eminim ki, F1'de de futbolda da en iyi üçüncü biziz.

Nuray Köroğlu

Çukurca'nın Çocukları ÇOCUKLAR... Burada geçirdiğim sıkıntılı son dönemlerimde, beni kısa da sürse sevindiren neşe kaynağım; Çukurca'nın Çocukları, Dünya'nın çocukları. Varlığımızın belki de geçerli olarak kabul edebileceğim tek nedeni!


Her gün göreve giderken çıkış kapısında çocuklar karşılar bizi. Yanımıza koşar, bilinçsizce "para para" diye tuttururlar. Ama artık beni gördüklerinde fotoğraflarını çekmemi istiyorlar. Ben de fotoğraf makinemle onları çekiyorum, müthiş bir keyifle. Fotoğraflarım daha güzel olabilirlerdi. Ama sırtımda çanta, kontrol etmem gereken bir düzüne asker ve elimdeki tüfekle tek elimle daha iyilerini karelerine sığdırmayı yeni yeni öğrenebiliyorum. İnsan, insansa insan. Dünyanın her yerinde yine aynı insan! Bilmem anlatabildim mi? Huzurlarınızdayız...


Teşekkür: Bu yazı ve fotoğraflara değer verip saklayan ve ihtiyacım olduğunda benimle paylaşan Selen arkadaşıma kocaman teşekkürler.

Bora Eke 05.08.2007 Çukurca, Hakkari, Türkiye


8 Mart Dünya Kadınlar Günü Türkiye'de Kutlu Olsun mu? Tarihçiler bilir: Kadın tarihi konusunda bir araştırma yapıldığında, kadınlar bir topluluk, fakat geleneksel tarih yazımında hiç ön planda olmayan bireyler olarak saptanır. Erkek egemen bir toplumda ve bilhassa dünyada yaşadığımızdan bunu fark etmek için tarihçi, antropolog ya da sosyolog olmaya değil, insan olmaya ihtiyaç vardır. Kadın cinayetlerinin suçlusu, erkek egemen sistemin, erkeği haklı gösterme çabasının bir ürünüdür. Fail mahkemede 'Namusumu korudum' savunmasını yaptığı anda durum değişiyor. Erkeği, erkek egemen sistemin kanunu koruyor. Peki nedir bu namus? Bu namus kavramı sadece erkek beyninde vuku bulduğunda mı şiddet eylemi gerçekleşiyor? Ben hiçbir erkeğin çıkıp da 'eşimden şiddet görüyorum ve koruma talep ediyorum.' dediğini ve sokak ortasında on bir yerinden bıçaklandığını görmedim, duymadım. Lakin birçoğumuz bu tür yardım çığlıklarını kadınların attığını biliyor. Bir erkeğin düşünce sisteminin içinde geçmişten gelen ve nesilden nesle aktarılan bu namus kavramı, küreselleşen dünyanın getirdiği değişimle birlikte erkeklere iyice anlatılıyor mu? Hep demişimdir, yine demekten çekinmem. Şiddetin insanlıkla bağdaştırılabilecek bir yanı olmamıştır. Tarih şiddetin vuku bulduğu karanlık dönemlerle dolu. Kadını şiddet değil fikir öldürüyor. Henüz Ortaçağ'da cadı ilan edilerek yakılan, asılan kadınları düşündüğümüzde, kadına yakıştırılan cadılık kavramının, Hristiyan inanışında ne denli önemli bir yeri olduğunu da anlamış oluruz. İslamiyet dahil, semavi dinlerin kaynağının sevgi olduğunu anlamayanlar, dünyada şiddetin baş tetikleyicileri olmaktan öteye gidemez. Kadının cinselliği çağrıştıran bir meta olarak kullanılması yakın tarihin değil, insanlık tarihinin sorunudur. Medeniyetlerin beşiğini yerinden oynatan kadın, şiddetinde odak noktası olmuştur. Peki bu durumda onları suçlamak, tüm tarihin yükünü onların sırtında taşıtmak doğru mu? Cevabı kendi vicdanınıza bırakıyorum. Hepimiz bugün bir arabanın kendi fotoğrafıyla değil, önüne yarı çıplak bir kadın oturtulduğunda daha fazla satacağını çok iyi biliyoruz. Tekrardan cevabı kendi vicdanınıza bırakıyorum. Bugün sabah uyandığımda yine bir kadın cinayeti vuku bulunca böyle bir


yazının gerekli olabileceğini düşündüm. 'Otobüste Vurulan Genç Kadın Hayatını Kaybetti.' yazıyordu. Tıkladım ve 19 yaşında genç bir kadının nasıl öldürüldüğünü okudum. Otobüsün ortasında kurşun yağmuruna tutulmuştu. Bu ilk değil dedim. Kadın cinayetleri konusunda bir araştırma yapmaya karar verdim ve başladım. Daha sonra DEVLET'e hitaben bir 'Bla Bla Bla' bölümü oluşturdum. Bla Bla Bla Ayşe Paşalı, 2010 yılının aralık ayında kendisini ölümle tehdit eden eski eşi tarafından Ankara'da sokak ortasında katledildi. Paşalı öldürülmeden önce koruma talep etmiş, mahkeme henüz karar vermemişti. Katil: 'Namusunu korudu.' Devlet:'Bla bla bla.' Arzu Yıldırım, 2011 yılının ocak ayında eski eşi tarafından Ümraniye'de sokak ortasında öldürüldü. Yıldırım, katili hakkında suç duyurusunda bulunmuş, dilekçesi daha hızlı olsun diye cumhuriyet savcılığından alıp, emniyet müdürlüğüne götüremeden yolda öldürüldü. Katil: 'Namusunu korudu.' Devlet: 'Bla bla bla.' Saliha Erdem, Şubat. Arzu Odabaş, Şubat. Semiha Karadağlı, Şubat. Şehri Filiz, Şubat. Katiller: 'Namusunu korudu.' Devlet: 'Bla bla bla.' Bunlar sadece bazıları. Devletin özel ve kamusal alanda var olan şiddeti görmezden gelmesi, yok sayması, kadına yönelik şiddetin erkek egemen toplumda çoğalmasına neden oluyor. Ekonomik yönden özgürleşemeyen kadın, erkeğin hegemonyasında şiddet, tecavüz ve baskıya maruz kalıyor. Sadece son on yılda resmi rakamlara göre kadına yönelik şiddet %1400 artarak ne denli fazlalaştığını gözler önüne seriyor. 2013'ün sadece ilk dokuz ayında 842 kadın öldürüldü. Her sustuğumuzda devletin 'bla bla bla.' dediği bir dönemde susmamak gerekir. Bir erkeğin, dünyaya geldiği rahmi taşıyan o güzel insanlara karşılık yaptığı bu şiddet dolu eylemlere karşılık susmak bir acizlik göstergesidir. Ve evet belki bu dönem için elimizden bir şey gelmediğini, bu şiddet meraklısı insanların düşünce sistemlerinin önüne geçemeyeceğimizi düşünebilirsiniz ama gelecek yine aynı rahimlerden gelen çocukların elinde.


Ahlak kuralları bakımından çok iyi bir çocuk yetiştirdiğine inanan ailelerin dönüp kendi ahlak kurallarını gözden geçirmediği, çağın gerçeklerini göz ardı ettiği bir toplumda yaşadığım için derin bir üzüntü içerisindeyim. "Çocuklarınızı kendi yetiştiğiniz çağa göre değil, onların yetişeceği çağa göre yetiştirin." Hz. Ali Tüm kadınların Dünya Kadınlar Günü kutlu olsun...

Tuncay Ünaydın

Kimliksiz Kanat çırpmadan uçamazsın Uçamadan düşemezsin. Ve öğrenemezsin düşmezsen Yeniden, yine kanatlanmayı... Rüzgara kafa tutmak için; Rüzgarla dans etmeyi bilmelisin. Güç, madde değildir. Güç, iradedir! İçindedir! İşte bu hep yeniden uçabilme isteğidir. Göğe yaklaşmak; güneşi kucaklamaktır... Evreni izlemektir en tepeden Ve gülmektir gittikçe ufalan insanlığa... Tanıdıkça öfke duymaktır o dünyevi yanına. Kimliksiz, cinsiyetsiz, aidiyetsiz; Hep daha öteleri merakla... Süzülmektir zamansız kainatta. Yarışmaktır daha güzel için. Gerekiyorsa tek ama dik... (Berkin'in anısına...)

Melike Meral


O Vakit Kime dönsem yönümü Ya sevdiklerim uzaklaşıyor birer ikişer Ya da severmişçesine uyutuyorlar duygularımı O an; Sinsice geceyi işliyorlar yüreğime Kime yüzümü dönsem Kaldırımlardan sızar yalnızlığım Ve birer ikişer hüzün dökülür satırlara İşte o zaman Roman olur bir başıma kalışlarım Ne zaman bir katre sen bulsam Koskoca boşluğa kafa tutan yüreğimde Yönünü şaşar duygularımın acizliği Acımasızca keser, Benliğimin bakışları şah damarımı Kime çevirsem bakışlarımı Talih kuşu peydahlar bakire şansları tenime Ben bir tek seni bulurum Gecenin sessizliğe bürünen saatinde İşte sevgili O vakit ben sen olurum Senin ben olamadığın kadar... Ve... Ben hep yokluğunla avunurum.

Özkan Özgürtürk 10.12.2013

Kalabalık Yalnızlığım İstanbul'un herhangi bir köşesindeyim şimdi... Bir gözüm mavide, diğeri yeşilde takılı kaldı. İçimden binlerce satır akıp geçiyor rüzgara karşı. Geçip giden arabalar, korna sesleri, insan kalabalığı İçimdeki isyanı tetikliyor... Olmak istediğim yerde miyim ya da nerdeyim bilemiyorum. Gözüm gökyüzüne takılı kaldı Bir bulutta senin yüzün var sanki. En son bakışın var yüzümde Kalabalık yalnızlığım...


Çok kalabalığım İçimden geçip gidenler, aklımda takılı kalanlar... Ayaklarımda pranga var sanki kıpırdayamıyorum, Gözyaşlarım kelepçelenmiş ağlayamyorum. İstanbul'un herhangi bir yerindeyim şimdi Sırtımda güvenli bir dost eli Aklım senli düşünceler. Gitmek isteyip de gidemediğim Bakmak isteyip de doyamadığım gözlerin... Çok kalabalığım. İntihar eden düşüncelerim var Kayıp giden umutlarım Herhangi bir yerdeyim. Aklımda aşk İçimde sen Çok yalnız, Bir o kadar da kalabalığım...

Kezban Şahin Mayıs 2011

Mavi Çığlık Gökyüzü eksikti Rastgeleydi unutulanlar. Kokluyordum, yaşıyordum. Duman oluyordum da şuracıkta dudaklarında. Parçalı, bir o kadar da somurtgan dudaklarında. Eksik olan sendin Gökyüzü çığlık çığlığa. Gözlerinde hüzünler boğulur İzine ayrılır yalnızlık. Gömlekli adam olur; "Gitar sakallı, Teneke" hani. Mavi çizgilidir ayrı Öteki derin izlidir. Dudağında ateş söndürür biri Diğeri, külden teneke olur. Eksik olan sendin Gökyüzü çığlık çığlığa.

Semih Çetin


Sedef Kanaat Etmeyince İnci Olmaz "Hırs ve tama ehlinin gözü doymaz. Halbuki sedef kanaat gösterip kapanmayınca içinde inci olmaz." Mevlana Hz. Mevlana'nın yazmış olduğu bu beyit Mesnevi'nin ilk 18 beyitinden sonra gelen ve kişinin manevi yolculuğu sırasında geçirmiş olduğu o uzun ve çetin yolları nereden gelip nereye gitmekte olduğunu, insanın sır perdelerini aralayarak NEY sazına misal gösterip bizlere ve gelecek nesillere inanılmaz örnekler vermesi bakımından çok önem arz eder. Mesnevi'de 19, 20, 21, 22. beyitler o kadar önemlidir ki, kişinin yaradılıştaki eksiklikleri özellikle hırs ve tamah olgusunu, en iyi bir biçimde yansıtır. Bu beyitlerin ilk 18 beyitten sonra yazılması ayrıca bir hikmet, bir mucizedir. Kişinin gelişmesi hırslarından ve çoğa tamah etmesinden, insanlık adına tüm kayıpların bu iki olgu olduğunu, insanları nasıl bir felakete sürüklediğini yazının başında bulunan o beyit ile harika bir misal ile anlatır. Konunun girizgahını yaptıktan sonra baş yazıyı biraz açmak istiyorum. Nisan yağmurlarının yoğun olduğu bir zamanda düşen yağmur damlaları bir rivayete göre yılanın ağzından girer ve zehir olur; denizde bulunan istiridyenin kabuğundan süzülür istiridyenin kabuğunu kapatması ile içinde hapsolur. İşte bir damlacık yağmur damlası burada sıkışarak sabır ve azimle çok nadide bir mücevher olan inci tanesine dönüşür. Yağan yağmur damlası iki ayrı canlıda nasıl da farklılık arz ediyor. Yağan yağmur damlasının iki farklı durumda karşımıza zehir ve nadide bir inci olarak çıkıyor olması, Hz. Mevlana'nın Mesnevi'sinde zikredilen bu konuyu insanda var olan iki ayrı yaradılış biçimini anlatması bakımından son derece önemlidir. Oğul, mala ve servete meylin veya kaygın ne kadar devam edecek, denizi bir kaba doldursan ancak kabın alacağı kadar rızkındır. Yani bir günlük yiyeceğin miktarıdır. Eğer ki sedef kanaat edip sabır ile ağzını kapatmasaydı, incinin oluşumundan söz edilebilir miydi? Senin bu arzu ve isteklerin inşallah bir AŞK pençesinin altında kalır da belki rahmeti rahman olan Allah'ın inayeti ile son bulur. İşte bu beyitler aslında yaşanan ve yaşanacak olan asırlar öncesinden süzülmüş o engin görüş olarak Efendimizin o muhteşem hayatı seniyelerinde olan Kuran ekseni içinde Hz. Mevlana'nın Mesnevi'sine akseder. O halde buradan çıkaracağımız ders, aç ruhumuzu örtmek, gıda, istek, şehvet gibi bizleri daima kötülüğe iten sebepleri en aza indirebilmek, şu dünyada


ihtiyaçlarımıza gem vurarak, sabır imtihanından kazançlı çıkarak, burada ağzımızı, yani kabuğumuzu kapatarak, inşallah ahiret hayatında bunun mükafatını katbekat görmek, bu sabrımız ve irademiz sayesinde içimizden bir inci tanesini çıkarmaya çalışmak. Tabi insanların çok zor imtihanı olduğu için Hz. Mevlana bu misalle bize yaklaşıyor. Mevlana hazretleri ilk 18 beyitten sonra bütün insanlığa bu benzetmeyi yapması aslında Allah'ın içimize programladığı arzu, istek, kanaatsizlik, açgözlülük gibi olguların çok büyük bir imtihan olması sebebiyle, tüm bunlardan sıyrılmanın, Allah'ın ve Peygamberimizin aşkı ile aşılabileceğini, hayranlığımızın aşka dönüşmesini sağlamak adına bir inci tanesinin nasıl meydana gelmesi gerektiğini anlatıyor. Rabbim bizleri bu bilinç ile kuşatsın.

Neyzen Ahmet Hamdi Erdoğmuş

'Captain America : The Winter Soldier' Galaları Fransız nişanlısı Romain Dauriac ile ilk bebeğini bekleyen Scarlett Johansson başrolünde olduğu 'Captain America : The Winter Soldier' filminin Hollywood'daki dünya prömiyeri için Armani Prive'ın siyah dantel eteği üzerine yine dantelden oluşan peplum beyaz bir bluz giydi. İlk evliliğini Ryan Reynolds ile gerçekleştiren Scarlett bu gecede her ne kadar korse giyerek karnını gizlemek istese de hamile olduğu yönünde çıkan söylentilere de son vermiş oldu. Kırmızı halıdaki ilk hamilelik pozundan sonra filmin Paris galasına katılan Scarlett gece için Michael Kors'un 2014 Pre-Fall koleksiyonundan kırmızı bir takımı seçti. Gevşek topuzu, makyajı ve gülümsemesiyle kırmızı halıda ışıltı saçmış. Hamile olan oyuncu kıyafet seçimleri ve renk oyunlarıyla bunu gizlemeyi sağlayıp, fit görünmeyi başarmış. İçine giydiği siyah bluzu belirginleşen karnını gizlemede büyük ölçüde faydalı olmuş.

Moda Çıkmazı


Can Sıkıntısı Çevremdeki herkes bilir beni. Ancak o güne kadar duymadığım kendimle ilgili bir şeyi Engin söyledi bana "ya hacı iyi, güzel, hoşsun da çok çabuk sıkılıyorsun hevesle başladıklarından". Sonra hayatımın her alanında -o İzmir'e gidene kadar- her şeyi paylaştığım kardeşimin söylediklerine içimden ona çaktırmadan (iç ses: hakkat lan adam benim 27 senelik hayatımı özetledi valla) hak verdim. Kitap okumaya sarıyorum, bir sürü kitap alıyorum hepsini bitiriyorum, sonra hoop film sevdası başlıyor, hoop hayvan sevdası (evcil hayvan, arkadaşım oha deme evli barklı adamım ben :)) falan filan derken hayat bir şekilde akıp gidiyor. Kişisel gelişim kitaplarına sarmıştım bi ara, her başarılı olmak isteyen insan gibi. O kadar boş ki, okumayın cidden ara gaz kitabı onlar. Ahmet Şerif İzgören'in de dediği gibi kitap boşsa hiç okumadan at. Benim tanıdık bi kitapçı var sağolsun okumadıklarımı hemen geri alıyor. Halil Cibran, George Orwell falan okuyun. Hem anlaşılması kolay hem sağlam yönlendiriyor. Ahmet Şerif İzgören okuyun mesela o da sağlamdır. Ortamlarda şekil olsun falan isteyenler Elif Şafak - Ustam ve Ben eseri tüm kitapçılarda. Çalıntı diyorlar ama günahını almayayım. Ya bu arada ülke ne kadar karışık ya. Twitter falan yasaklandı. Allah var ben Twitter falan kullanmadım, ama Bayburtlu adamın, İzmir'de yapılan mitingde istanbul'da yapılacak köprüyü alkışlamasından daha hakkım protesto etmek. Neyse Fenerbahçe'de bu sene maşallah iyi gidiyor. Galatasaray Chelsea'ye elendi. Yoğun bi tempoda maç oynuyorlar; lig, Türkiye Kupası, Şampiyonlar Ligi falan sıkıntı tabi. Beşiktaş'ın stadı yok, bi sürü borç falan ama onlar da iyi yani. Lig bu sene çok çekişmeli ya sürekli ikinci falan değişiyor. 30 Mart'ta seçimler var. Millet oyunu erken saatlerde kullanıp, pikniğe akacak hava çok sağlam çünkü. Bi de eskiden nüfus sayımı olunca sokakta top falan oynardık. Ee ne demişler "hayat tuhaf vapurlar falan". Kendinize iyi bakın öptm, kib, bye, aeo...

Sertaç Girgin


Kırmızı Defter Kitap Tavsiyesi: Kırmızı Defter - Paul Auster / Can Yayınları Okuma macerasına iyi kitaplarla ve iyi yazarlarla başlamak kesinlikle bir ayrıcalık. Kendi adıma, bu konuda kesinlikle şanslı olduğuma inanıyorum. Zaman içinde, bazı bölgelerde doğmuş, büyümüş, yaşamış olan yazarlara karşı daha büyük ilgi ve sevgi beslediğim bir gerçek. Tam tersi, bazı ülke yazarlarına karşı ise hissizliğim hat safhada. Örneğin; pembe dizi tadında kitap yazan ev hanımı görünümlü, kabarık saçlı, renkli çerçeveli gözlük takan, kitap kapaklarında Halk Eğitim’de kadrolu el işi öğretmeni gibi poz veren Amerikalı teyzeler, tabii ki nefretimi kazanan gruptan. Ama bunların aksine, gönlümü fetheden bir Amerikalı yazar var ki; lafı fazla dolandırmadan, gereksiz süsleme ve abartılara başvurmadan, günlük olayların üzerinden müthiş hikayeler yaratmayı başarabilen biri. Bu yazar, Paul Auster. Her kitabında farklı bir hikaye anlatan Auster, akıcı dili ve üslubu sayesinde herkesin başına gelebilecek hikayeleri anlatarak, hem şaşırtıyor hem de üzerine dikkat çektiği ayrıntılarla okurunu gülümsetiyor. Kırmızı Defter, Auster’in ilk okuduğum kitabı değil ama kesinlikle çok etkilendiğim ve beğendiğim bir kitap. Zaten, yaptığım kısa araştırma sonucu yazarın önce diğer kitaplarını okumanın daha iyi olacağı yönünde hayli fazla tavsiye ile karşılaştım. Kitap, yazarın kendi hayatına dair izler taşıyan 13 öyküden oluşuyor ve Auster’in kuşkusuz en sevdiği tema olan ‘tesadüf’ teması üzerinden yola çıkıyor. Küçük ve dikkat çekemeyen rastlantıların, insan hayatında nasıl değişiklikler yarattığına, aslında heyecansız sandığımız hayatımızın nasıl da mucizelerle dolu olduğuna inanmamızı sağlıyor. Kırmızı Defter, bana, önemsiz görünen bir hikayenin bile küçük dokunuşlarla nasıl müthiş bir romana dönüşebileceğini gösteren, yazma ve okuma macerama renk katan, umut katan bir kitap. Özellikle “cebinde bir kalem varsa, büyük bir olasılıkla bir gün onu kullanmaya başlamak gelecektir içinden” cümlesi, benim için kitabın en vurucu cümlesidir. Auster, içtenlikle ‘eğer içinde varsa zaten çıkar o, rahat ol’ diyor kulağıma sanki. Bu cümleden beri, cebimdeki kalemle daha barışığım. Auster’in Türkiye’de bu kadar sevilmesine ve takip edilmesine rağmen,


ülkemizi hiç ziyaret etmemesinin nedeni ise, 2012 yılında kendisiyle yapılan röportajda* gayet mantıklı şekilde açıklanmış. Yazar ve gazetecilerin tutuklu bulunduğu, düşünce özgürlüğünün kısıtlandığı ve demokratik olmadığına inandığı ülkelerden davet asla da gitmediğini belirtiyor Auster. Sevdiği yazar ve şairlerden bahsederken ise, Nazım Hikmet’i saymadan geçmiyor. Diğerlerinden bazıları ise, Marquez, Borges, Kafka, Proust, Joyce ve Fuentes. Severek okuduğu yazarlar arasında, değişik tarzlara sahip yazarlar bulunması ise, Auster’e çok yönlü bir anlatım ve üslup katan en önemli özellik olsa gerek. Yakın zamanda Türkiye’yi ziyaret etmeyi düşünmemesine rağmen, kitapları bize gecikmeden ulaşıyor. Bu noktada sanırım Can Yayınları’na teşekkür etmemiz gerekiyor. Paul Auster, kesinlikle okumaya ve keşfetmeye değer bir yazar. Keyifli okumalar. * İlgili röportaj Radikal Gazetesinde yayımlanmıştır.

Başak Yarar

True Love Film Tavsiyesi: True Love (2012) Sıkıcı ve yağmurlu bir pazar günü, yapacak daha iyi bir şey olmadığından sırf tesadüfen, daha yeni başlarken yakaladığım için izlediğim bir film True Love. Dünyada, bizim televizyonlarımızdaki kadar reyting kaygısı var mıdır bilmiyorum ama bir filmi çekici kılabilmek adına abuk sabuk isimlerle çevirmekte üzerimize yok. Zira bu film de ‘Gerilim Odası’ ismiyle çevrilmiş. Film, ayrı ayrı, kilitli odalara kapatılmış bir çiftin, ilginç ve bir o kadar da psikopatça bir sınava tabi tutulmalarını anlatıyor. Anlaşılan, filmin ismini belirleyen arkadaşlar önce filmi izlemiş sonra bu isme karar vermişler. Film, İtalya-ABD ortak yapımı bir psikolojik gerilim filmi. Yeni evli bir çift, uyandıklarında kendilerini ayrı ayrı odalarda kilitli buluyorlar, duvarda evet/hayır tuşlarının olduğu bir ekrandan ikisine de, hayatlarına dair sorular soruluyor ve dürüstçe cevap vermeleri isteniyor. Bunca sapıklığın içinde, arada bir gestapo sesli bir hanım ablamız ‘aşk


gerçektir’ direktifleri veriyor. Filmin yönetmeni, Enrico Clerico Nasino; aynı zamanda Nasino’nun da ilk uzun metraj filmi. Yalancı çiftimizi ise, Ellen Hollman (Kate) ve John Brotherton (Jack) canlandırıyor. Sinema camiasının göz bebeği IMDB’nin 10 üzerinden 3,4 puan verdiği film; gri, soğuk ve yağmurlu bir tatil gününün öğleden sonrası için son derece uygun. Filmin bir başka özelliği de, genellikle gerilim ve korku filmlerinde rastladığımız tek mekanda geçme özelliği. Tabii ki bunun, birçok handikapı var. Örneğin, senaryo çok akıcı, ilgi çekici ve sürprizli olmalı. Aksi halde film, kötü bir taklit ve başarısız bir deneme olmaktan öteye geçemez. Değişik tarzlardaki örnekleri arasında ise; Tape (2001 yapımı filmin yönetmeni Richard Linklater), Cube (1997 yapımı filmin yönetmeni Vincenzo Natali), Exam (2009 yapımı filmin yönetmeni Stuart Hazeldine), Carnage (2011 yapımı filmin yönetmeni Roman Polanski) ve Saw (2004 yapımı filmin yönetmeni James Wan) sayılabilir. Bunların en bilineni hiç şüphesiz, bol kanlı ve vahşet içeren sahnelerden oluşan Saw. Türkçe ‘testere’ anlamına gelen filmin adı, zaten yeterince korkunç olduğundan birebir çevrilmiş. Filmin devam bölümlerinin de tutmasından anlaşılıyor ki, sinema severler bir anti-kahramana bir hayli açmış. Şahsi fikrim; tek mekan filmlerinin arasında, kanlı ve dehşet uyandıranlarından ziyade psikolojik gerilim tarzındakilerin daha başarılı olduğudur. Buna en iyi örnek, hala sahnelerini hatırladığım ve çok etkilendiğim Cube filmidir. İçinde şiddet sahneleri de barındırıyor olmasına rağmen, bu filmin en çok insanın içini sıkan bölümleri psikolojik altyapısı olan sahnelerdir. Yine arkadaşlık, aşk ve yalan düzleminde geçen Tape de özellikle oyuncu kadrosuyla dikkat çeken ve az önce bahsettiğim sürprizli senaryo anekdotuna iyi bir örnek teşkil eden bir tek mekan filmi. Başlarda biraz sıkıcı olabilir ama sonradan bunu telafi etmeyi başarabilen filmlerden, izlemeye değer. Şiddet ve nefret temeline dayanmadan, insanı germeyi ve şaşırtmayı başarabilen ender başarılı filmlerden biri de Exam. Ortalama bir film gibi başlayıp, izleyicide merak uyandırmayı başarabilmiş bir film aynı zamanda. Tek mekanda geçen filmlerin arasında, saydıklarımdan bir tanesi ise bambaşka bir tarza sahip. Bunun sebeplerinden biri de, bence yönetmeni. Roman Polanski, sinemadaki dahilerden biridir bana göre. Carnage de adeta bunu kanıtlarcasına ne bir korku filmi ne de gerilim. İnsanların kendi hayatlarına bakarak kah eğlendikleri kah hayıflandıkları bir içe bakış filmi. Hareket, sürpriz ve kan olmadan da ilgi çeken ve sürükleyici bir film ortaya çıkabileceğinin güzel bir kanıtı. Tabii ki, sinema tarihinde bunlar gibi bir çok ‘tek mekan’ filmi bulunuyor. Bu türü sevenler için, seçenekler oldukça fazla. Görünen o ki, bu türde daha birçok örnek izleme imkanımız olacak. İyi seyirler.

Başak Yarar


Günün En Önemli Öğünü Mekan Tavsiyesi: Günün En Önemli Öğünü Çocukluğumuzdan bize öğretilen ve asla unutmamıza izin verilmeyen şeydir ‘günün en önemli öğünü’ kavramı. Tabii ki, kahvaltıdan bahsediyorum. Ama artık günün değil, sadece tatil günlerinin en önemli öğünü oldu hatta öğün olmakla kalmadı, günün yarısından çoğunu kaplayan en güzel saatlerimizi yaşadığımız zamanı oldu kahvaltı. Birbirinden akıllı telefonlarımızın çektiği en güzel, en sosyal medyada paylaşılası fotoğraflar da hep bu zaman dilimine ait fotoğraflar. Hafta içi, birbirinden uyduruk şekillerde kahvaltı eden beyaz yakalılar için, hafta sonu çoğunlukla dışarıda, tercihen bir deniz kenarı veya orman içinde yapılan uzun kahvaltılarda ne yedikleri değil, nerede ve nasıl yedikleri çok daha önemli hale geldi. Peki ya hem mekan hem yedikleriniz güzelse? İşte o zaman kahvaltılar, öğle yemeklerine; öğle yemekleri akşam yemeklerine tatlı tatlı bağlanmaz mı? İstanbul’da yaşayanlar için, bu hafta sonu kahvaltıları sadece kahvaltı değil kaçamaktır da biraz. Şehrin içinde yer alan mekanlardan çok, daha bakir, daha dokunulmamış yerleri tercih ederler. Zaten İstanbul içinde kahvaltı edilebilecek yerler; genelde tek özelliği Boğaz’da bir karışlık yerde olup, insanlarının birbirlerini ezerek 5 dakikalığına denizi görmeye çalıştıkları, kötü peynirler ve market reçellerinden oluşan kahvaltı menülerinin 5 katı fiyatına satıldığı yerlerdir. Hafta içinde trafiğe ve yol yapmaya alışık olan İstanbullular, hafta sonu da erkenden kalkıp, kahvaltı için yola dökülmeyi hiç garipsemez. Son yılların sevilen yerlerinden biri ise, kuşkusuz Garipçe Köyü’dür. Garipçe, Sarıyer’e bağlı küçük bir Karadeniz köyü. Cumartesi ve pazar günleri en kalabalık olduğu günlerdir. Özellikle kahvaltı için tercih edilen Asma Altı, gerek sunduğu kahvaltının lezzeti gerek sahibi ve personelinin bir aile olması sebebiyle çokça tercih edilir. Fiyat olarak biraz pahalı olmasına rağmen, güler yüze, sıcakkanlı tavırlara, temiz havaya, güzel ve doğal gıdaya hasret olan insanlar pek


de hesaba takılmazlar. Yalnız, pazar günleri biraz geç kalınırsa yer bulmakta sıkıntı yaşanabilir. Mekanın girişinde ve civarında, yer boşalmasını bekleyen azımsanmayacak derecede insan da dikkat çeker. Kahvaltıdan sonra da Garipçe’de küçük bir tur atılır, köylülerden taze meyve ve sebze alınır ve şehrin gürültüsüne geri dönülür. * Garipçe’ye Sarıyer’den 150 no.lu otobüsle gitmek mümkün. Ayrıca araçla da Sarıyer’den sonra tabelaları takip etmek yeterli. Daha fazla bilgi için: asmaaltirestaurant.com Tuzu Biberiİzmir’de ise, hafta sonu kahvaltıları daha sakin, daha uzun süreli ve daha rahat. Ne de olsa saatler gidilecek yol yok, dolayısıyla keyif uzuyor. Kahvaltı daha tatlı, daha eğlenceli hale geliyor. İzmir’de en çok şikayet edilen şey, kimi yerlerin kahvaltı menülerinde çay ve ekmeğin ek ücrete tabi olması. Bu yüzden, ilk kez gidilen yer hakkındaki yorumları okuyarak gitmek önemli. Bu konuda İzmir’de seçenek fazla ama bazı yerler özellikle diğerlerinden bir hayli kalabalık ve sevilen mekanlar olmayı başarmış. Bunlardan biri de Tuzu Biberi. İzmir ve Çeşme’de toplam 6 şubesi bulunuyor, servisi çok hızlı ve kahvaltı gerçekten güzel. En çok bilinen şubesi, Bostanlı şubesi ama diğerleri de hafta sonları erken saatlerde dolmaya başlıyor. Zaten yan yana bir sürü mekanın kahvaltı verdiği saatlerde, kalabalık ve kahkahaya doğru ilerlerseniz Tuzu Biberi karşınıza çıkacaktır. Kahvaltının haricinde Ege mutfağından mis gibi yemekler de menüde dikkat çekenlerden. Özellikle Çeşme Marina’da yer alan şubesi nefes almak için birebir. * Tuzu Biberi hakkında daha fazla bilgi için: tuzubiberi.com.tr

Başak Yarar

..EnginDergi.. Mart 2014 sayı 51 www.engindergi.com bilgi@engindergi.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.