EnginDergi Y覺l: 2014 - Say覺: 52
Almanya Fotoğraf: Güvenç Aydoğan
"Durmadan devam ettiğin sürece, ne kadar yavaş gittiğin önemli değildir." Konfüçyus
İçerik; Sy.04) EnginDergi ve EnginDükkan - Engin Enginer Sy.05) İlişki ve Ayrıntı - Simsiyah Sy.06) Ruhuna Dokun - Nilgün Hepyalçın Sy.08) Nisan Yağmurları - Serenay Öztürk Sy.08) Ayrılık Mızrağı - Özkan Özgürtürk Sy.09) Kim Sarhoş? - Ece Çekiç Sy.10) Hicaz Faslı - Semih Çetin Sy.10) Gifted Hands: The Ben Carson Story - Başak Yarar Sy.12) Volkswagen Jetta 1.6 TDI 105 Bg DSG - Nuray Köroğlu Sy.14) Adidas ve Jeremy Scott'tan Coachella Partisi Moda Çıkmazı Sy.15) Sadrazamın Sol Twix’i - Sertaç Girgin Sy.16) Benim Ütopyam - Serpil Kaya Sy.17) A'mâk - Tuncay Ünaydın
EnginDergi ve EnginDükkan EnginDergi'nin yayın hayatına başlayışından bu güne beş yıldan fazla bir süre geçti. Bir başıma çıktığım yolculukta şimdiye kadar farklı yaş ve meslek gruplarından 70'ten fazla paylaşımcı; şiirden makaleye, fotoğraftan öyküye kadar 700'den fazla paylaşımda bulundu. Dolu dolu 9 + 51 sayı yayımlandı. Dergi bünyesinde oluşturduğumuz yönetim kurulu ile birlikte çalışmalarımız hız kazanarak devam ediyor. Uzun zamandır niyetinde olduğumuz derginin basımı projesini de nasipse bu yılın sonunda hayata geçirmeyi planlıyoruz. Beş yıllık paylaşımların derlenmesinden oluşacak özel sayının basım ve dağıtımını gerçekleştirmeyi iple çekiyoruz. EnginDergi ile geride kalan beş yılın ardından bu ay itibariyle EnginDükkan ile yeni bir projeye daha imza atmaya hazırlanıyorum. Geniş kapsamlı bir e-ticaret sitesi olacak olan EnginDukkan.com ile alışverişin rengi değişecek. “Dükkan sizin...” sloganıyla çıkacağımız yolculukta tüm okurlarımızın da desteğini beklemekteyiz. Ahmet İlter Kaymaz, Tanyel Bilici ve Nejdet Karakuş girişimiyle açılacak olan EnginDükkan'ın organizasyonel sorumluluğunu bendeniz üstlenmiş durumdayım. Yakın zamanda faaliyetlerine başlayacak, müşteri memnuniyeti odaklı bir gişirim olan EnginDükkan ile hızlı, uygun ve güvenilir alışveriş imkanı sunmayı amaçlamaktayız. EnginDükkan hakkındaki gelişmeleri takip etmek ve cazip fırsat kampanyalarımızdan yararlanmak için bizi tüm sosyal medya mecralarında takip edebilirsiniz. Yıllar önce çıktığım bu engin yolculukta EnginDergi'nin bugün gelmiş olduğu nokta, okuyucu sayımız, aldığımız olumlu geri bildirimler ve edindiğim dostluklar sayesinde EnginDergi'nin varlığı benim için bir gurur ve övünç kaynağı olmuş iken; şimdi de EnginDükkan ile yeni ve keyifli bir maceraya daha başlıyoruz. Hepinizi EnginDükkan'a bekliyorum; malum, dükkan sizin...
Engin Enginer
Nisan 2014
İlişki ve Ayrıntı Türk Dil Kurumu'na göre ayrıntı, bir bütünün önemce ikinci derecede olan öğelerinden her birine verilen isim. Kadına göre ayrıntı, ilişki başlamadan önce, ilişki süresince ve ilişki bittikten bir süre sonra iki kişinin arasında geçen her türlü olay ve durumdaki ince noktalardır. Erkeğe göre ise, dırdır, kavga ve baş ağrısı ile sonuçlanan, kadının gereğinden fazla büyüttüğü önemsiz olaylara ayrıntı denir. Kadının genel olarak anlaşılmaz, erkeğin ise biraz fazla (!) vurdumduymaz olduğu söylemi yıllardır süregelen ve bundan sonra da kolay kolay değişmeyecek bir cümle. Yine de sanki arada bir durup düşünmek, sorgulamak, hiç değilse bir kez objektif olmak gerekmez mi? Kadının ayrıntıcı ve ince eleyip sık dokuyan yanı ile erkeğin umursamaz yanını birbirine oranlayıp yarıştırmaktansa, ikisinin de kendine göre haklı yanlarını görmeye çalışmak, her iki cinsin de işini kolaylaştırır herhalde. Mesela, küçük ayrıntıları, ince noktaları hatırlama meselesi. Kadın, neleri hatırlar? Neler çok önemlidir? Nelere takıntılıdır? Tamam biraz fil hafızalı olabilirler, bazen haddinden fazla şeyi hatırlama ve şölene dönüştürme halinde de olabilirler ama abartıldığı kadar da haksız olamazlar. Evlilik yıldönümü olsun, doğum günü olsun, hatırlanmasını istemek, beklemek çok da zulüm olmamalı. Ama dışarıda buluşulan ilk gecenin, saçını ilk boyattığı günün, rejime başladığı tarihin erkek tarafından görev şeklinde hatırlanmasını istemek de abartma kelimesiyle düpedüz eş anlamlı. Hem erkek unutsa da kadın hatırlatma ve ima konusunda o kadar başarılıdır ki; o kutlama sebebi, yürürken, çalışırken, uyurken, yemek yerken aniden hafızada beliriverir. O saatten sonra da unutulması imkansızdır, zira sonuçlarına katlanmayı en cesur erkek bile göze alamayacaktır. Erkek ise, daha basit ve genel olanları hatırlamaya odaklanır. Onlarda bile zorlanacağını düşünmesi, haliyle panik ve endişeye sebep olur. En basit tarihi bile karıştırır, iyi niyetle yaptığı tüm girişimlerin yanlış algılanmasına neden olur. Bir ilişkide hatırlanması gerekenleri kesinlikle kadın belirler, erkek de ona uyum göstermekle yükümlüdür, gerisi sadece teferruattır. Bir de, hani şu kadın ırkının terapi yöntemi olan alışveriş var tabi. Kendine bir şey alacağı zaman, ayrıntının dibine vuran kadın, erkek söz konusu olduğunda sadece gerekli olanları seçmekte ustadır. Her elbise için farklı ayakkabı ve çanta kombinasyonu yapmayı normal görenin de, erkeğin tek bir ayakkabıyı bütün yıl giymesini doğal karşılayanın da aynı kadın olması ilginçtir. Çünkü, kendisine alacağı her şey için erkek hanesinden bir eşya silinmesi bütçeyi aşmama konusunda mantıklı
olacaktır. Kendi eşyaları konusunda bu kadar savurgan olmayı başarabilen kadının, bütçe planlaması yapması da gariptir aslında ama genel olarak haklı çıkarlar. Tabi, erkeklerin kabusu olan alışveriş safhası da başka bir ayrıntı yığınıdır. 49 defa denenen elbiseler, aynı ayakkabının nedense hep 2 rengi arasında kalıp sonunda ikisini de almalar, tekrar tekrar girilip çıkılan dükkanlar, aldıktan 3 dakika sonra pişman olunan bir dolu ıvır zıvır. Burada erkeğin yüzeysel tavrına hayran olmamak mümkün değildir. Zaten kadınların alışverişteki ayrıntı sever tavrının en manasız ürünü de adına vitrin denen ve yıllar geçmesine rağmen vazgeçilmeden klasikliğini koruyan, içinde tabak-çanak ve bilumum saçma obje barındıran bir tür camlı dolaptır. Bu dolapları seven erkek var mıdır acaba? Ayrıntı durumunun en baskın olduğu bir başka durum da, "ne düşünüyorsun hayatım?" durumudur. Kadın, aldığı hiçbir cevaptan memnun olmama üzerine ihtisas yapmıştır, erkek ise soruyu tekrar etmeye gerek duymamasıyla nam salmıştır. Zaten kadının sorduğu bu soru, bundan sonra sorulacak yaklaşık 20 sorunun acı başlangıcıdır. Her soruda biraz daha sinirlenecek, biraz daha meraklanacak, karşısındakini biraz daha köşeye sıkıştırmaya çalışacaktır. Onun kafasındaki cevabı vermek, neredeyse imkansızdır ama çaba sarf ederken gerginliği ve endişeyi belli etmemek esastır. Erkek ise, ilk aldığı cevabı 2 dakika düşünür, aklına yatarsa gülümser, yatmazsa unutur gider. Sorgulama faslına yanaşmaz, çünkü ilk sıkılanın kendisi olacağını, bu kadar ayrıntıya ihtiyacı olmadığını iyi bilir. Erkek için esas olan o anda yaşadığı rahatlık ve huzurdur, kadın ise çoktan 1-2 sene sonrayı planlamaya başlamıştır bile. İşte bu huy ve davranış farklılığı yüzünden, erkek ayrıntıların içinde boğulmaktansa, etliye sütlüye bulaşmadan, kafası rahat yaşamayı seçer; kadın ise asla aklından çıkmayan yüzlerce soruyla hem kendi kafasını hem de erkeğinkini doldurmaya çalışır. Yine de şaşırtıcı bir şekilde asgari müştereklerde buluşup beraber yaşamayı ve gülümsemeyi başarırlar.
Simsiyah
Ruhuna Dokun İçinde bulunduğumuz hayat şartlarının yoğunluğuna kapılıp aksattığımız kendimiz, en çok bize biz dokunamıyoruz, sevemiyoruz, vakit ayıramıyoruz. Her türlü mükemmeliyetçiliğe bürünmüş benliğimiz, ona ördüğümüz zırh içinde çoktan tozlanmadı mı dersiniz? Hangi ruh hapsedildiği camdan
fanusu sahiplenip onun şeklini alabilir ya da o şekli alabildikten sonra hala tutkulu bir ruh olarak kalabilir? Eksikleri yüzünden mükemmel olduğuna inanmadığımız hiçbir şey yetersiz değildir aslında, keşke gözün gördüğü eksikliği tamamlayabilen ruhu çıkarabilsek içimizden belki de her şeyi tamamlayacak eksik parça içimizde; sözüm, özü ruhundan gelmeyenlerden dışarı... Onlara dokunmayın, zarar vermeyin, onlar dikenli tele takılıp kurtulmaya çalıştıkça kendi kendine zarar verecektir zaten. Ruhunu tazele; kendine en güzel anını seç, en mutlu olduğun tek bir an bile olsa herkesin hayatında böyle bir an vardır. Gözlerini kapa, o an neler hissettiysen hisset, neler düşündüysen düşün, sonra kendine de ki; 'Zor değil, ben bunu yaşadıysam tekrar yaşayabilirim'. Mutlu olmak için güzel anılarını, güçlü olmak için kötü tecrübelerini tekrar tekrar yaşa. "Sevdiğiniz insanları düşünüyorsunuz, ama daha derine inin, sonunda sevdiğinizin onlar olmadığını göreceksiniz, siz bu sevginin içinizde yarattığı duyguları seviyorsunuz..!" demiş Friedrich Nietzsche, çok da doğru söylemiş, ruhumuz olmadan hepimiz birer makineyiz. Çoğu hurdaya çıkmış bedenin, olduğu yerde çakılı kalması; yeni yerlere gidip, yeni şeyler görememesi, yeni keşiflerde bulunamaması, yeni tatlara açık olmaması, hayal kuramaması da bu yüzdendir. Duygularını hissedememe, kullanamama, sonunda yok etme eğilimi duyan siz; çok fazla acı çekmişler, siz kendinizi bir taşa çevirerek mi koruyacaksınız bir köşede taşa dönerek işte o zaman kendi katiliniz olmayacak mısınız? Ruhunuzun soğuk fırtınalarına karşı ördüğünüz kabuk taşlaşırken içi canlı kalacak mı sanıyorsunuz? Deneyin, ben denedikten sonra geri hayata dönenini görmedim,tersine yanından geçtikleri nefes alan her şeyin ruhunu söke söke giderler, gelip geçtiği yerleri ardında bıraktığı izlerden anlarsınız; hepsi derindir, burnunuza yangın sonrası köz kokuları gelir, göz alabildiğine dumandır her yer. İşte böyledir ruhunu beslememenin sonu, ruhun öcü budur sana verdiklerini yaşamaz ve etrafına güçsüz, asma köprüsü kapalı, her an savaşa hazır şatolar örmenin sonu budur, ruhunu kaybetmiş boş bir beden olarak yaşamak.
Nilgün Hepyalçın
Nisan Yağmurları Yağmur berekettir. Nisan yağmurları bunun yanı sıra, şifa kaynağıdır. Dertlere deva olur. Tüm ay boyunca sürmesi beklenir. Doğanın uyanmasını sağlar; böylece suyun mucizesi bir kez daha kendini gösterir. Ağaçlar yeşerir, bitkiler ve meyveler ortaya çıkmaya başlar. Her yerde başka bir güzellik vardır. İstanbul'da laleler kraliçedir. İzmir'de bambaşka çiçekler... Bodrum'da ise, hayat yeni yeni canlanıyordur. Ülkemin her yanında telaş başlamıştır yağmurlarla. Çiftçinin yüzünü güldürür, toprağa verim katar bu güzelim yağmurlar. Peki ya içimizde nasıl bir yankı uyandırır? Karanlığın ve şimşeklerin ardından gelen gökkuşağını bilir misiniz? Renklerin dansına şahit olursunuz, gökyüzü değişik bir hal alır. Çok rivayet vardır hakkında... Bilim dünyası meteorolojik bir olay olarak tanımlasa da, içerisinde pek çok gizem barındırır, şans getirdiğine de inanılır. Görmek ve hissetmek size kalıyor! Nisan yağmurlarının bu dönemde vatanımıza bolluk, bereket ve sağlık getirmesini diliyorum. Sevgiler.
Serenay Öztürk
Nisan 2014
Ayrılık Mızrağı Yeniyetme cümlelerle ilerledim yolumda Çatal çatlak sesimde, dalgalandı şiirim Sessiz mavi yüreğim özgürlüğe uzandı Aşkı yazmaktı derdim, hüzünle karşılaştım. Geceye ağıt yaktım, sözlerine mil çektim Ahkam kesmekte neymiş iyice sessizleştim Dört duvara tünedi manidar bakışlarım Aşkın içinden geçti, ayrılığın mızrağı.
Özkan Özgürtürk 14.03.2014
Kim Sarhoş? Telaşın yalnızlığından mı taşıdığın maskelerinden mi?
yoksa,
Ne kadarıyla kendinsin ne kadarıyla bir başkasını yaşıyorsun kendinde... Kendini anlatmak istesen böyleyim desen! Duymazlarsa eğer duymak istediklerini söylesen onlara, o zaman kalabalık olur muydu ruhun peki ya bedenin, hissedebilir miydi kalabalığının yalnızlığını? Herkesi kendinle aldatırken, kendinden aldanışın gerçekten seni yormuyor mu?
hiç
yorulmayışın
kendine
O maskelerinden yorulmuyor musun? Nedir insanlardan duymak istediklerin onlara duyurmak istediklerin nedir? Peki ya o duymak istemediklerin kimdedir, nerdedir? Acını ve hüznünü hissetmekten bu kadar mı çok korkuyorsun, yoksa bundan mı o kahkahalı mutlu pozların, her zaman güçlü ve güzel gözükmek zorunda değilsin ki bunu gerçekten anlayamıyor musun? İçten içe kireç tutmuş yalnızlığına sövüyorsun... Baksana etrafına ne kadar da kalabalık ama ne kadar yalnız, son sigaran bittiğinde son kadehinin dibi gözüktüğünde, dostlarında el ayak çekildiğinde kendini, kendinle yüzleştirebiliyor musun? Anlatmak istediklerin, kafanda ne kadar da "sarhoş" anlatamadıkların, duygularında ne kadar da "ayık". Yoksa hala sarhoş musun kendine, biraz da karşındakine? Ah insanlar... Ne zaman anlar, duygularını o yalnızlıklarını... Ne zaman öldürür hislerini, ne zaman kalır kendine, ne zaman yabancı olur karşısındakinin hislerine, ne kadar gizler kendini ne kadarıyla var eder kendini karşısındakine "ben böyleyim" diye... Kaç maske tutar kendine, kaçıyla savaşır, kaçıyla sevişir, kaçıyla kaçar da en sonra döner sorar içindekine "içimdeki mi sarhoş yoksa ben mi sarhoşum" diye. Gerçekten ayık mısın, "için" başka sen daha "başka" kalıyor olamaz mısın?
Ece Çekiç
Hicaz Faslı Resim ki; bir avuç boya Öfke ki; anlık kıl dönmesi. Sözler verilmiş çoğu.. Bunakladım, beyazladım, martıladım Çok geç telaşelik.. Burnumdan soruyorum Söylenmemiş aşklara içiyorum, Müzikte söz yok, biliyorum. Tefin celladı, kesiyor dilimleri Pinekliyorum, Sevdiğim kızı sonunda göreceğim, Biliyorum, Ve feleğin sahilinde biletsiz gezeceğim, Zabitler kürekle kum atacaklar kamburuma Ha kambur durduğuma bakmayın, Hayata masaj yaptırıyorum.. Mikrofonun başında kıravatımı yiyiyorum Sevdiğim karşımda boydan boya, Onu, koruyamamaktan korkuyorum.. Kaybettiğim güvenime ödemeli atıyorum, İspanyol paça pantolon giyip dolaşmak istiyorum Zaaflarımı kemirsin diye saate bırakıyorum. Seni bıyığıma soruyorum bıyığıma! Kalbim nerde yine bilmiyorum. Uykulu gözlerimle basıyorum küfrü içimden.. Kime, neye küfrettiğimi yine bilmiyorum. Sahi, bu müziğin neden sözü yok?
Semih Çetin
Gifted Hands: The Ben Carson Story Film Tavsiyesi: Gifted Hands: The Ben Carson Story (2009) "Hayatımı yazsalar roman olur." derler ya, işte Ben Carson da öyle bir adammış. 7. sanat sinema sayesinde, hayatı hem roman hem film olmuş. Genelde biyografiler, ünlü birinden bahsetmiyorsa ve içinde çok ilgi çekici ayrıntılar barındırmıyorsa
pek ilgi çekmez. Sıradan bir TV filmi olarak kalırlar. "Yetenekli Eller: Ben Carson'un Hikayesi" için aynı şeyi söyleyemeyiz. Kesinlikle ilgi çekici ve sürükleyici bir film olmuş. Film, beyin cerrahı Ben Carson'un Almanya'da kafasından yapışık ikiz kardeşleri görmeye gitmesiyle başlıyor. Ünlü ve başarılı bir cerrah olan Ben Carson, bu zor operasyona hem soğukkanlı bir şekilde yaklaşıyor, hem de içten içe bunu dert ediniyor. Filmin bu noktasında, başarılı ve kendine güvenen bir doktor olsa dahi, başka bir insanın hayatı kendisine bağlı haldeyken nasıl bir stres ve baskı altında olduğunu anlıyorsunuz. Filmin başrol oyuncusu Cuba Gooding Jr, karakterin gerektirdiği ağır havayı ve altındaki korku duygusunu gerçekten çok başarılı bir şekilde beyaz perdeye yansıtmış. "Her ne kadar işiniz bu da olsa, insan bir durup düşünüyor." diyor adeta gözlerimizin içine bakarak. Biyografinin en gerçeğe yakın ve insanın hikayeye alışıp uyum sağlamasına sebep olan tarafı ise, işte burada başlıyor. Ben Carson'un bu kafa karışıklığı sırasında çocukluğuna, ergenliğine ve aile ilişkisine dönüşler var. Bekar bir annenin büyüttüğü Ben ve kardeşi Curtis, yaşadıkları zorlukların yanında eğlenceli geçen çocukluklarının, annelerinin inanılmaz fedakarlıklarının ve çeşitli sorunların da farkında olarak, bu anıları biriktirerek yaşıyorlar. İnsanın ailesinin gösterdiği çaba, kişiyi hangi noktalara getiriyor, Ben'in hikayesinde bu açıkça belli oluyor. Cuba Gooding Jr; daha önce Jerry Maguire, As Good As It Gets, Pearl Harbor ve American Gangster gibi filmlerde rol almış ve rüştünü ispat etmiş bir oyuncu. Oynadığı en ciddi ve ağır rollerden birinin Ben Carson olduğu bir gerçek. Filmde anneyi canlandıran Kimberly Elise ise, John Q, The Manchurian Candidate gibi filmlerde rol almış ve ödüllü bir oyuncu. Anneyi, yaşadığı zorunluluklarla bir yandan boğuşarak, bir yandan da nasıl çocukları ve kendisi için çaba göstermekten asla vazgeçmediğini tüm duygu bütünlüğü ile mükemmel şekilde yansıtmış. Yönetmen Thomas Carter ise daha önce iyi işler yapmış ama pek de yıldızlaşmamış bir yönetmen. Az sayıdaki filminde ise, iyi oyuncularla çalışma şansını yakalamış. Ben Carson'un hikayesi bir azim hikayesi olmaktan çok, bence insanın anne-babasının hayatında nasıl küçük dokunuşlarla, büyük farklar yarattığını gösteren bir hikaye. İzlemeye değer.
Başak Yarar
Volkswagen Jetta 1.6 TDI 105 Bg DSG Volkswagen marka otomobiller, ülkemizde çok tercih ediliyor. Bunun en büyük nedeni, konfor ve alışkanlık. Özellikle Jetta, orta sınıfta bir hayli ilgi gören bir model. 2011 Model yılı ile birlikte tasarımı tamamen değişen Volkswagen Jetta daha fazla ilgi gören bir hale geldi. Amerika pazarına yakın olmak isteyen Volkswagen, Jetta modelinin üretimine ise Meksika fabrikasında devam ediliyor. Tasarımında, eski modelinde Golf'e benzeyen ön yüzü yenilenmiş ve tamamen kendi kimliğine bürünmüş oldu. Bunun yanı sıra değişimle birlikte aracın boyutları da büyümüş oldu. Dış tasarımında büyük yenilikler gerçekleşirken maalesef iç tasarım için aynı şeyleri söylemek mümkün değil. Önceki modellerde alışılagelmiş ne varsa hemen hemen hepsi aynı. Tabii ki böylece, kullanıcıların el alışkanlıklarını değiştirmesine de gerek kalmıyor. Bu iyi mi kötü mü, orası tartışılır. Şahsen, eski iç tasarımın; iddialı yeni dış tasarım ile uyuşmadığı için bütünlük duygusundan yoksun olduğunu düşünüyorum. Ayrıca ön tamponun alt kısmında kullanılan hafif çıkmalar aracın sportif görünümü destekler nitelikte olmuş. Arka kısım oldukça sade görünmekle beraber yan profilin güzel çizgisinin devamı niteliğinde. Arka tarafta kullanılan reflektörlerin tamponun yan kısmına taşması ise Amerika için tasarlandığını gösteriyor ki bu da genel olarak dış tasarımın göze hoş görünmesini sağlıyor. İç kısımda tasarımın değişmemesinin dışında yaşanan malzeme kayıpları sebebi ile Volkswagen kalitesinin daha aşağıya taşındığı açık şekilde görünüyor. Özellikle birkaç eksiklik hemen göze çarpıyor. Kapı iç panellerinin sert plastikten imal edilmesi sebebi ile ucuz durması bunlardan biri. Eski modellerdeki güzel bir kumaş kaplamasından ise eser yok. Bunun dışında bardak gözlerini kapatan sürgülü kapak gitmiş, torpido içine konulan malzemelerin ses yapmasını engelleyen kaplamanın da yerinde yeller esiyor. Aynı malzemenin eksikliği kapı ceplerinde de hemen hissediliyor. İç tasarımda göze hoş gelen tek şey yeni vites kolu DSG şanzımanın hakkını veriyor.
Bu kadar malzeme eksilmesine rağmen bir önceki modele nazaran daha sessiz olduğu bir gerçek. Bu sübjektif bir yargı, çünkü herhangi bir alet ile ölçmedim, tamamen kendi kulaklarımla duyduğum ve hissettiğim budur. Ayrıca bu noktada Renault Fluence 1.5 dCi EDC ile karşılaştıracağım, Fluence ile Jetta aynı sınıfta bunun altını çizmek istiyorum. Ancak Türkiye'de Jetta hak etmediği şekilde bir üst sınıf muamelesi görüyor. Jetta çok az bir farkla daha sessiz. Ancak Fluence EDC şanzımanı ile birlikte Jetta'dan bir tık daha az yakıyor ki, ülkemizde bu çok önemli bir tercih sebebidir. Jetta tam bir uzun yol arabası, gerek boyutları ve gerekse motor şanzıman kombinasyonu sizi yormadan yol almanızı sağlıyor. Şehir içinde de standart ön ve arka park sensörleri ile park etmede büyük kolaylık sağlıyor. Park etmede en büyük sıkıntı sportif görünüme katkıda bulunan tampon alt çıkmalarının Türkiye'de standartlara uymayan kaldırımlara çok çarpması ve boyasını kaldırımda bırakması. Maalesef ülkemizin gerçeği bu. Kullandığım süre boyunca şehir içi yakıt ortalamam 6 litre civarında olmasının yanında, şehir dışında bu rakam 5 litreye kadar geriledi. Bu da DSG şanzımanın bir artısı. Yeri gelmişken, DSG şanzımanı biraz açmak istiyorum; bu şanzıman yepyeni bir teknoloji olan çift kavrama teknolojisini kullanıyor. Peki bu son kullanıcının ne işine yarıyor? Çift kavramalı şanzımanlar 1,3,5,7 ve 2,4,6 olarak iki ayrı şanzımandan oluşmaktadır. Siz aracınızı 1.viteste kullanırken şanzıman 2.vitesi hazırda tutuyor, 2.vitese geçtiğinizde ise 3.vites hazır olarak bekliyor, bu sayede yıldırım hızında vites değişimleri gerçekleşiyor ve güç kayıpları minimize edilerek yakıt performansı iyileşiyor. Diğer markalarda bu özellik EDC, Power Shift, Stronic, Gtronic olarak adlandırılıyor. Kullandığım araç Comfortline donanım seviyesinde idi. Yenilenen model ile birlikte 3 farklı donanım seçeneği sunuldu. Bunlar sırası ile Trendline, Comfortline ve Highline. Trendline donanım seviyesinde dört teker bir de kasa sahibi oluyorsunuz. Ekstra konfor için hiçbir özellik bulunmuyor. Pardon deri direksiyon ve vites topuzu var. Comfortline donanım seviyesinde Trendline'a ek olarak, yağmur, far sensörü, lastik basınç kontrol sensörü (bunun nasıl çalıştığını gerçekten öğrenemedim), ön ve arka görsel ve işitsel park sensörü, 16" boyutunda çelik jantlara sahip oluyorsunuz. Highline donanım seviyesinde ise, Comfortline ek olarak, hız sınırlayıcı ve sabitleyici, karartılmış arka ve yan camlar, RNS 310 dahili duble din navigasyon bulunuyor.
Aracın bagajı ise, gerçekten devasa boyutlarda, buna söylenecek bir şey yok ancak eski modelde kullanılan hidrolik amortisörlerin yerini yarım ay şeklinde bagajdan yer çalarak içeriye geçen kollara yerini bırakmış. Bu da bagaj hacminin o bölümlerine gelen yerlerin kullanılamamasına sebep oluyor. Kalabalık aileleri uzun tatillerde zorlayacak bir özellik olabilir. Kimi küçük kimi büyük bazı olumsuzluklara rağmen, Volkswagen Jetta alınabilecek ve keyifle binilebilecek bir araba. Özellikle sık sık uzun yol yapanlar için Highline'da bulunan hız sabitleme fonksiyonunu tercih sebebi olabilir. Bence, Jetta'nın alınabilirliğinin önündeki en büyük engel Doğuş Otomotiv'in yüksek fiyat politikası. Tercih, son kullanıcıya kalmış. Keyifli sürüşler.
Nuray Köroğlu
Adidas ve Jeremy Scott'tan Coachella Partisi Adidas ve tasarımcı Jeremy Scott, Palm Sprins'teki Frank Sinatra Evi'nde bu yıl 3.sü gerçekleşen Coachella partisini düzenledi. Ortak koleksiyonlara imza atan Adidas ve Jeremy Scott partisine Adidas'ın marka yüzleri Katy Perry ve Rita Ora'nın yanı sıra bir çok ünlü isim de katıldı. 90'ların moda olmasıyla birlikte Jeremy Scott'ın ismini daha fazla duyar olduk. 90'ların pop kültürüne ve sanatına bağlı olan Jeremy Scott; "Günümüzün gençliği 90'larda çocuktu. Onlara bu dönem nostaljik geliyor. Bunda tuhaf bir şey yok; bizler de kendimizden önceki dönemleri merak ediyoruz. Bu modanın doğasında var." demiş. Beyonce, Madonna, Gwen Stefani gibi isimler Jeremy Scott'ın tasarımlarından vazgeçmese de, ikisi de modayla eğlenmesini çok iyi biliyorlar dedikleri iki isim onun favorisi: Katy Perry ve Rihanna. Popüler kültüre gönderme yapan tasarımlarıyla tanınan Scott'ın Adidas ile işbirliği gelişerek devam ediyor. Modanın ulaşılır olması, demokratikleşmesi beni sevindiriyor. Bu yüzden Adidas'la çalışmak benim için çok değerli diye vurguluyor.
Moda Çıkmazı
Sadrazamın Sol Twix’i Zamanın birinde bir ülke varmış. Her türlü ikiye bölünürmüş, %50-50 olmak üzere. Bölünmelerin biri biter biri başlarmış. Öyle böyle bi ülke değilmiş. Diğer ülkelerden birinin başına gelse bu bölünmeler anında ortadan ikiye ayrılırmış o ülke ama bu ülkenin maşallahı varmış. Futbol bölünmesinden tutun mezhep bölünmesine, siyasi bölünmeden tutun da giyinme bölünmesine her zaman iki farklı görüşün çatışmalarıyla, ağız dalaşlarıyla sürekli gerginlik içinde yaşayıp giderlermiş. Ülkeyi karıştırmak çocuk oyuncağıymış. Ülkedeki insanlar o kadar çabuk gaza gelir, o kadar çabuk harlarmış ki her dakka olaylar olaylar, o derece. Bir gün ülke televizyonlarında bir reklam yayınlanmaya başlamış. Çok uluslu abur cubur firması bir reklam yapmış. Azcık kafası basan birisi bu reklamın ne kadar saçma, ne kadar gereksiz ve ne kadar komik olduğunu anlarmış. Reklamın teması; yiyeceği icat eden kişiler, fabrikalarının açılacağı gün kavgaya tutuşurlar. Baston gibi olan çüklat ortadan ikiye ayrılır. O kadar güzel ayrılır ki tam eşit şekilde iki embesilin elinde kalır. Sonra o ona tekme, yumruk falan derken cücük gibi bi ses, tarafını seç der. Zaten o ülkenin sağ sol olarak ayrışmaya dünden hazır halkına malzeme çıkar. Neyse efenim ülkenin sadrazamı da çıkar der ki, ulan hadi ikinizin de makinaları aynı eyvallah, ikinizin de teknikleri aynı ona da eyvallah, ikiniz personelin kıyafetleri biçim olarak aynı ona da eyvallah; arkadaş paketleme işlemini nerede yapıyorsunuz, paketleme işlemini yaptınız, paketleme fabrikasına eş zamanlı nasıl gönderiyorsunuz? Yerim sizin twixini demiş ve uşaktan bir paket istemiş. Neyse efendim uşak getirmiş twix’i, yanına da açmışlar bi ice tea; hadi biz de seçelim tarafımızı demiş sarayın soytarısı. Soytarıya sormuş sadrazam hangi taraf, soytarı sol tarafını seçtiğini bildirmiş sadrazama. Sadrazam kudretini kullanarak, kafasını vurdurmuş soytarının. Ülke kralının kulağına gitmiş bu olaylar. Hemen çağırtmış sadrazamı tekmil istemiş. Hemen vermiş sadrazam krala tekmili. Kral "iyi biliriz, çok iyi biliriz, en iyisini biliriz" demiş ve sadrazama sormuş hangi taraf. Sadrazam sizin olduğunuz yerde bizim karar vermemiz olur mu haşmetlim demiş. Bu cevap kralın çok hoşuna gitmiş ve kızını sadrazama vermiş. Sadrazam totoyu kurtarmış üstüne üstlük bir de manita yapmış ayaküstü ve krala damat gitmiş. Onlar ermiş muradına biz çıkalım selamete. Gökten 3 elma falan düşmüş. Öyle yani. Hadi Allah'a emanet...
Sertaç Girgin
Benim Ütopyam Şehirler mi insanları yaşatır, insanlar mı şehirleri? Bence her ikisi de. İnsanlar mimarisiyle, tasarımıyla, anıtlarıyla ve diğer yaşam sahalarıyla şehirleri inşa ederler; şehirler de üzerilerine sinen ruhları insanlara yansıtırlar diye düşünüyorum. Her ne kadar modern zamanların süslü, parlak, ışıltılı, gösterişli ama bir o kadar da ruhsuz, kalabalıklar içerisinde yalnızlaşmış beton yığınları içerisinde yaşıyor olsak da, benim hâlâ ütopik bir şehrim var hayallerimde yaşattığım. Sahil boyunca yan yana dizilmiş, tek katlı, bahçeli, bahçesinde çam ağaçları, artezyen kuyuları, akşam üzeri serinliğinde çay keyfi yapılabilecek kamelyaları bulunan sıcacık, şirin evler düşlerim hep. Bahar geldiğinde bahçesinde rengârenk çiçekleri açan, esen rüzgârla birlikte tavanda asılı olan cıngılları ahenkle sallanan taraçalar hayal ederim. Ahşap masasına kurulmuş sofralarında, akşam üzerileri etrafında toplanılan, mis gibi demlenmiş çay kokulu, ev yapımı kekleriyle dolu tabaklar, insanların şen şakrak, birbirlerine karışan cıvıl cıvıl sesleri... Kapı ziline bile ihtiyaç duyulmayan, yan komşuyla evimizi ayıran çitten gelen "Huu komşu, evde misin?" seslenişleri. Gün batımını rengârenk boyayan, o cümbüş gibi renk skalasına huzurlu bir bakış, ufka dalış. Şehre akşam çöktüğünde, karşı kıyıdan gelen dalga sesleri ve yanıp sönen ışıklar. Evlerin pürtelâş neşesi, hayatın gerçekliği. Denizden dönen balıkçı teknelerinin motor sesleri. Gün geceye kavuşurken, sahilde toplanan, ateş yakan, etrafında bir yumak oluşturan insanlar, gitar seslerine karışan dalga sesleri, gökyüzündeki yıldızları yorgan yapan, kumsala boylu boyunca uzanan, evi, yatağı aramayan gençlerin keyifli saatleri. Beton yığınları arasına sıkışmamış, doğayı, güneşi, yıldızları, kumsalları arkadaş edinmiş mutlu, huzurlu, sakin ve sıcakkanlı insanlar. Ahşap iskelede balık tutanlar, suya atlayanlar, deniz kokusuyla nefes alanlar... Güne denizde başlayıp, yine denizde günü sonlandıran insanlar. Domates, biber, sebze, meyve satan esnaflar. Televizyondan, internetten, cep telefonlarından uzak, hayatı hak ettiği şekilde, ıskalamadan, doyasıya, tadına vara vara yaşayan mutlu insanlar. Pırıl pırıl bir denizi, incecik kumdan sahili, sapsarı Ay çiçeği tarlaları, sahil boyunca renk renk, isim isim kayıkları olan bir sahil şehri benim hayalimdeki. Sonbaharda sararan yapraklarla hüzünlenen, yaz aylarında sapsarı güneşi, cıvıl cıvıl insanlarıyla şenlenen bir kent. Ya da sahil kasabası, nasıl isterseniz öyle deyin siz. Kent tanımını betonarme evlerle
sınırlamayan, bu olguyu insanların yaşayışlarından alan bir Ütopik Kent benimki. Siyah beyaz filmlerde kalmış bir manzara belki de. Sokakları pırıl pırıl, insanları cıvıl cıvıl, görünüşü ışıl ışıl... İnsana ben yaşıyorum dedirten,hayatı sadelikler içerisinde zenginleştiren bir ütopya. Kumsalda yalın ayak yürümenin keyfini, ıslak mayoyla sofraya oturmanın lüksünü yaşatan, deniz dönüşü bir tabak bisküvi ile bir sıcak çayın lezzetini tattıran, bir elinde taze domates, diğer elinde tuzlukla sahile inen merdivenleri tırmandıran yaz günleri... Kısacası dostlar, yeryüzündeki cennet benim ütopyam... Yeryüzündeki cennet...
Serpil Kaya
Antalya
A'mâk Ne kadar derine inebilirsin? Zihninin en derininde, şu anda olman gereken bir yer, araman gereken bir nedenin olmalı. Ah bırak kendine palavralar üretmeyi, herkesin bir nedeni vardır. Herkesin istediği, elde etmeye çalıştığı bir şeyler vardır. Ne kadar derine indin? Dürüst ol! Hiç mi? Ah, evet, kesinlikle! Zamanın yok değil mi? Kimin var ki? Belki de bahaneler üretiyorsun. Tıpkı şu an benim yaptığım gibi. Bir zamanlar kendimi suçladığım şeyden ötürü seni suçluyorum. Niye biliyor musun? Yapmam gereken bir şey olduğunda kıçımı kaldırıp yapmak yerine, onu bir güzel yayıp aylaklık yapmayı tercih ederdim. Tipik insan psikolojisi. Aslına bakarsan böyle ibareler derininde bir kibir barındırıyor. Biliyorum. Bu kibir denilen koca manyak hepimizin düşüncelerini bir zindana hapsetmiş. Bunun farkında mısın? Belki de sen hiçbir şeyin farkında değilsin. Şu anda bulunduğun yerden farklı bir yere gitmeyi düşündün mü? Cevabın kesinlikle 'evet' olmalı. Gidemedin değil mi? Çoğu gidemez. Pekala hepimiz biliyoruz ki seni durduran, tam kalkıp gidecekken hareket ettiğin yere hunharca yapıştıran bir dürtü var. Ah, evet, kesinlikle! Bir dürtü olmalı. Endişe mi duyuyorsun? Duy! Duymalısın. Korkuyor musun? Kork! Korkmalısın. Korku sağlıklıdır. Pekala ya panik? Panikliyor musun? İşte burada dur. Korkmak sağlıklı olabilir ama paniklemek! İşte orada bir sorun vardır. Bu korkuyu neden yarattın? Bu korkuyu zihninin en derininde neden yarattın? Ne yaptığını biliyorum! Orada bıraktın. Üzerine gitmedin. Kimse sana korkunun sağlıklı bir şey olduğunu söylemedi ki. Söyledi mi? Söylemezler. Çünkü korkaklar her zaman korkmaman gerektiğini söylerler. Ve sen buna kendini inandırdın! Tabular, ananeler, safsatalar hepsi aynı terane! Merak etme dostum bunların sorumlusu sen değilsin.
Daha önce içini saran, sımsıkı lakin heyecan verici bir tutumla tüm benliğine hükmeden 'Neden buradayım, buraya ne yapmaya geldim, yaşam amacım nedir?' sorularına tanık oldun mu? 'Ah, evet, elbette tanık oldum.' cevabını verdiysen yakın akrabayız dostum. Pekala ya cevaplar! Cevap aradın mı? Hayır! Arayamazsın. Çünkü sen kandırıldın. Çünkü sen bir şeyi yapamayacağın konusunda ikna edildin. Üzerine bir takım elbise çektiler ve günde on saat çalıştığın, stresin ve korkunun bütün vücudunda hakimiyet ilan ettiği bir işe soktular. Hayatın boyunca çevrende 'Onu yapma. Bunu yapma!' diye çığıran insan kalabalığının esiri oldun. İçindeki bütün yaratıcılığı, bütün sanatsal zekayı, heyecanı, coşkuyu, sevgiyi katlettiler. Kendi benliğinin farkındalığını aramana müsaade etmeyip, kafanın içine kendi inançlarını, özgürlük fikirlerini, tabularını, safsatalarını, ananelerini soktular! Biliyorum, biliyorum, biliyorum! Çok konuşuyorlar değil mi? Hiç susmuyorlar. Bir şey yapmak istediğinde önüne bir nazi subayı gibi dikilip, 'Hey, orada dur! Bu iş senin yapabileceğin bir iş değil. Bunu yapamazsın.' derler. 'Bu iş senin yapabileceğin bir iş değil çünkü sen bunu bilmiyorsun!' derler. İçindeki o yoğun heyecanın, bir şeyler yapabileceğini hissettiren dürtünün önüne tuğladan barikatlarını dizerken nazi subayları, sen korkarak geri çekilirsin. Onlara 'Bunu bilmiyorum ama öğrenebilirim.' diyemediğin için geri çekilirsin. Biliyorum dostum. İçindeki o yoğun heyecana, o yoğun dürtüye ben de sahibim. Ve sen dostum aslında kendinin değil, onların korkak olduğunu anladığında, kendi içine doğru 'yelkenler fora' demenin heyecanını yaşayacaksın. İşte o zaman, önündeki nazi subayı, silahını bırakacak ve sana teslim olacak. Çünkü onlar bir şeyler bildiklerini sanan, fakat bildikleri hakkında hiçbir şey bilmeyen korkak insanlardır. Ve korkaklar ancak sen onlardan korkmadığında sana saygı duyacaklardır. En son ne zaman derinliklere doğru indin? Geçmişine doğru yolculuk yapmayı en son ne zaman denedin? Korktun değil mi? Geçmişi her hatırlamaya çalıştığında duyduğun endişe önüne çıkan bu engeli yıkman ve hayatta kalabilmen için bir barikat oluşturdu. Geçmişini unutman için yardımcı olan beynin aslında bir bakıma travma yarattı. Geçmişi hatırlamaya çalıştığında hemen seni başka bir düşünceye, hobiye, bir şeyler karalamaya, bir şeyler yazmaya itti. Oysa ne diyordu yazar; 'Geçmişi orada bırak lakin onu bir kitap gibi kullan.' Senin hiçbir suçun yok. Doğduktan iki yıl sonra tanımlamaya başladığın bütün maddelere sahip olabilmen için rekabet fikri aşılandı. Rekabet olan
yerde yaratıcılığında olduğuna inandın. Sonra ne oldu? Sonra kafalara basa basa tırmanmaya, birinci gelmek için uğraşmaya başladın. Hiç kimse seni farkındalığını yitirmemen gerektiği konusunda uyarmadı. Sonuç: Gaddar profesyoneller oluştu. Bilgiyi zalimce kullanan tipler oluştu. Başkalarına benzemek için harcadığın zamanda kendini kaybettin ve uzun süre taktığın bu maske, rol olmaktan çıkıp karakterin haline gelmeye başladı. Kendin olmayı unuttun. Çünkü seni buna zorladılar. Şimdi, henüz vakit erkenken önündeki yola bak, cesur ol ve haz al, doğayı izle, çiçekleri kokla, nefes al, bol su iç ve yaşamın tadını çıkar. Unutma sen istemediğin sürece kimse senin canını sıkamaz. Unutma kendin ol. Kendin ol.
Tuncay Ünaydın
..EnginDergi.. Nisan 2014 sayı 52 www.engindergi.com bilgi@engindergi.com