PiS2YATIR

Page 1

1


PİS2YATIR FANTASTİK ROMAN

Mehmet SAĞLAM ATADOST YAYINLARI: OTUZALTI

2


PİS2YATIR Mehmet SAĞLAM Atadost Yayınları: Otuzaltı ISBN: 978-8501-24-0 İkinci Basım Mayıs 2005 Yayına Hazırlayan Tufan ATAKİŞİ Kapak Tasarımı Burhan KIZMAZ Dizgi Mehmet YÜKSEL Bu kitabın -5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili maddeleri uyarınca- tamamının veya bir bölümünün kopyalanması, çoğaltılması ve başka bir çalışmada kullanılması ancak yazarın izniyle mümkündür.

Baskı Atadost Matbaacılık ve Yayıncılık San. ve Tic. A.Ş. Abdi İpekçi Cad., 139/1 sok., No: 6, Altındağ-İZMİR Tel : 0232- 467 0047- 467 0105 Faks: 0232- 467 0276 Web: www.atadost.com E.posta: atadost@atadost.com

3


Bu kitabı Öğrenme çağındaki gençlerimize, Ayrıca, yeğenlerim Serdar Sağlam’a, Mustafa Selim Sağlam’a ve Serhat Sağlam’a adıyorum. Geleceğimizin mimarları gençlerimiz, Umarım atalarımızın başarıları ile övünürken, Hatalarına karşı bilinçlenirler ve Yılgınlığa kapılmadan, Sevgiyle ve bilimle aydınlanmış Bir dünya uğruna Çaba harcarlar.

4


ŞÜKRAN BORCU Bu romanı var eden enerjiye katkısı olan bütün dostlarıma, özellikle Yavuz S. Ağaoğlu’na, Y. Bekir Yurdakul’a, Hanzade Uzunömeroğlu’na ve Tufan Atakişi’ye çok teşekkür ederim. Ayrıca, evimi her ziyaret ettiğinde bir şeyler okuyup yazdığıma ve içi boş buzdolabıma tanık olan; yazmaya düşkünlüğüm yüzünden sağlığımı ihmal ettiğimi düşündüğü için ana yüreği isyan eden; daha önceki üç kitabımı yazarken, “Yeter oğlum, yeter, kendini helâk ettin, yeter!” diye diye kendi kendisini helâk etmesine rağmen bu kitabı yazma sürecinde hiç şikâyet etmeden sabır ve anlayış gösteren anneme de müteşekkirim.

5


KISACASI nüfus müdürlüğündeki kayıtlarda 1956 yılının birinci günü doğduğum yazılı; fakat annem soğuk bir kış günü değil, caneriklerinin yeni yeni çıktığı Haziran ayının ortalarında doğduğumu söylüyor. Ben anneme inanıyorum. O günden 20 yıl sonra -yine bir Haziran ayında- Diyarbakır Eğitim Enstitüsü’nü bitirip, İngilizce öğretmeni oldum. Bakanlık, yaşım tutmadığı için tayinimi hemen yapmadı, çünkü yasa uyarınca 21 yaşına girmem gerekiyordu. Diyarbakır ve İzmir-Bornova Anadolu Liselerinde 4 sene -işimi ve öğrencilerimi çok severek- öğretmenlik yaptım. 1980 yılı yaz tatilimi otostopçulardan öğrendiğim yöntemler sayesinde Avrupa’da gezip geçirirken kendimi Londra’da buldum. 2 hafta sonra bir İngiliz İngilizce öğretmenine âşık olunca, Londra’da yaşamaya karar verdim, öğretmenlikten istifa dilekçemi de hiç tereddüt etmeden İzmir’e gönderdim. Tercümanlık yaparak geçiniyor, bir yandan da bana verilen önemli bir görevmiş gibi, yeni çıkan romanları ve popüler bilim kitaplarını okuyordum büyük bir iştahla. 16 yıl boyunca belleğimde birikenleri kitaplara boşaltarak, yurdumun insanlarıyla paylaşmak için İzmir’e döndüm. Bir daire satın alıp keyfimce döşedim. Sonra önümde tertemiz bir klavye, oturup ilk kitabımı yazdım: Beynin Kimliği. Kitabım beğenilince motivasyonum arttı ve fakat 3 yıl süren bir araştırma döneminden sonra ikinci kitabımı bitirdim: İnanç Fırtınaları. Yazılmamışı ve yararlı olanı arıyordum. Bu kez 2 yıl sürdü araştırmalarım: Genetik Geçmişimiz ve Geleceğimiz Sıra yazar olmaya, roman yazmaya gelmişti. Çok sıkı çalışıp bu romanı yazdım. PİS2YATIR bir üçleme olacak. İkincisini henüz bitirmedim ama yıl sonunda o da elinizde olur sanıyorum. Okuyun, tanışalım... Yorum ve eleştirilerinizi e-postayla iletirseniz sevinirim. mehsag@hotmail.com Mehmet SAĞLAM İzmir – 1 Mayıs 2005

6


ÖN SÖZ Hayal gücünün sınırlarını zorlayan, Düşündüren, sorgulayan, sorgulatan, Kurgusuyla beyin fırtınaları yaratan, Paradigmaları yıkıp yeniden kuran, Okuyucuya nahiflik duygusu yaşatan, Mesajları evrensel, sürükleyici, akıcı, İzmir'de başlayan, Tasmanya'da biten, Zor okunan ince dantel işçiliği yerine, Küçük balıkların kolayca geçebileceği Balıkçı ağı gibi, ilmik ilmik örülmüş, Sizleri gelecek 100 yılda yaşatacak bir fütüroloji. Okumaya doyamayacağınız evrensel bir bilim kurgu. Hoşça okuyun... Tufan ATAKİŞİ

7


Müdahale Günü 16 Haziran 2013 Ne dediğini bir türlü çözemediğim cıyak sesli gevrekçinin canhıraş avazı yerine, taklacı bir güvercinin kanat sesiyle uyandım bu sabah. Başımı yastıktan hafifçe kaldırıp pencereye doğru baktım; manzaramı ilkbahardan güz aylarına kadar zümrüdî yapraklarıyla süsleyen dut ağacı güvercinlerin istilâsına uğramış, daha yeni yeni olgunlaşan karadutları talan ediliyor. Kızgın güneşin sakin alevi de karşıdaki apartmanın dumansız bacalarını tüttürmeye uğraşıyordu sanki, ama hafif bir imbat esiyor, yatak odam hanımeli esanslarıyla doluyordu. Rayiha ve serinlik hoşuma gidince birkaç dakika şekerleme yapmak için gözlerimi kapadım. Birden, hiç alışık olmadığım bir sessizliğe gömüldüğümü fark ettim. Kulak kabarttım; gecegündüz camlarımı titreten taşıtların motor gürültülerinden eser yoktu dışarıda. Garip... Sol şakağımda hafif bir ağrı vardı. Belli ki fazla uyumuştum. Radyonun üstündeki saate baktım, 5'te durmuştu. Yaz aylarında ele zor geçen bu güzel sabahı değerlendirmek için kalkıp mutfağa gittim, elektrikli çaydanlığın düğmesine bastıktan sonra duşa girdim. Güneş enerjisiyle ısınan su aşırı sıcaktı. Soğuk su musluğunu açtım, akmadı. Canım sıkıldı! Bir sıkım şampuanla hem saçımı hem vücudumu sabunladım. Suyun ısı kaybetmesi için duş tabancasını en yüksek noktaya çıkarıp üfleye püfleye hızla yıkandım. Kupama kahve suyunu doldururken buhar tütmeyince elektriğin kesik olduğunu fark ettim. Çaresiz, cezvede ısıttığım suyla yaptığım kahvemi alıp, geçen ay başladığım yeni romanıma birkaç paragraf daha eklemek için çalışma odama geçtim. N’olduysa, odanın duvarlarındaki yağlıboya tablolara bön bön bakıp durdum, yazacak bir tek cümle dahi bulamadım. Birden, karşı duvardaki sarkaçlı saatin de tam 5'te durduğunu fark edince çok şaşırdım! İki saatimin de sözleşmiş gibi aynı ânda durması garip bir tesadüftü. Anlaşılan, bu sabah ilham perileri suskundu yine. Böyle anlarda kendimi hep terk edilmiş hisseder, sıkılırdım. Kahvem bitince kalktım, ön balkondan dışarıyı seyretmek için salona girdim. Halının tam ortasında kocaman bir zarf görünce, birden korkuyla karışık bir heyecan belirdi içimde! Böylesine tuhaf bir zarfa daha önce hiç rastlamamıştım; altın renginde parlak bir maddeden yapılmış, üstüne altıgen bir damga

8


oyulmuştu. Biri balkona tırmanıp, içeri girmiş olmalıydı! Salondaki gümüşlüğe ve antika vazolarıma baktım, hepsi yerli yerindeydi. Postacısı meçhul zarfı kaldırmak için eğildiğim ânda vazgeçtim, çünkü ikinci kitabım piyasaya çıktığı zaman aldığım çok sayıda, imzasız tehdit mektuplarından birinde, “Kurt karlı günü bekler!” cümlesini okuduğum günden beri beyhude bir vesvese edinmiş, bir bombalı mektup alabileceğim korkusunu bir türlü yenememiştim. Yedek anahtarlarımın apartmanın birinci katında oturan kardeşim Celal’de olduğunu hatırlayınca, belki ben uyurken o gelmiş, Londra'dan bir arkadaşımın göndermiş olabileceği bu zarfı o bırakmıştır, dedim. Sakin olmalı, önce kardeşime sormalıydım. Telefonumu kaldırdım, hat kesikti. Neler oluyordu! Su kesik, elektrik yok, telefon çalışmıyor ve saatler 5'te durmuş! Hemen balkona çıkıp etrafa bakındım. Güneş tepeye yakındı. Saat 11 civarında olmalıydı. Her sabah cıvıl cıvıl kaynayan karşımdaki parkta in cin top oynuyor, tanıdık iki sokak köpeği boş havuzun kenarında birbirine bakışıyordu. Caddeye göz atınca kuşkularım iyice arttı; bir kamyon ve iki sarı taksi yanmayan trafik lâmbalarında sebepsiz bekliyorlardı! Taksilerin önünden aheste aheste bir kedi geçti. Oysa mahallenin kedileri en tenha zamanlarda bile caddeyi koşarak geçmek gerektiğini çoktan öğrenmişlerdi. Biraz daha bekledim, arabalar terk edilmiş gibi hiç kımıldamadılar, başka geçenler de olmadı. Aklımdan saçma sapan senaryolar geçmeye başladı! Otuz beş basamaklı merdiveni ikişer ikişer atlayarak üçüncü kattan sokağa indim çarçabuk. Bir sürü güvercin yol ortasında yemleniyor, bir çift alâkarga sükunetin tadını çıkarıyor gibi kuyruk sallayıp kaldırımda geziniyordu. Mahalle bakkalının kepenkleri kapalı, önündeki ekmek dolabı bomboştu! Hızla caddeye koştum. Arabaların camları açık, kontak anahtarları yerli yerindeydi. Upuzun caddenin ortasına park etmiş diğer araçları da hareketsiz görünce bir felâketle karşı karşıya olduğumu anladım! Aman Allah'ım, bu ne gariplik! diye haykırmaktan alıkoyamadım kendimi. Dipsiz bir kara deliğe düşüyor gibiydim! Zaman durmuştu sanki.  Neydi bu? Ben uyurken neler olmuştu böyle? Sessiz bir nötron bombası atılmış olsa ben de ölürdüm mutlaka. Nereye gizlendi bunca insan? Yoksa yine bir askerî darbe mi oldu? Birkaç olasılık grubu içinde durumu kavramaya çalıştım, fakat beynimde bu son ihtimali çürütecek başka bir faraziye oluşmadı. Sokağa çıkma yasağı olmalıydı. Biraz sakinleştim ve darbe olduğuna yarım yamalak bir inanç içinde apartmana geri döndüm. Kapı kendiliğinden kapanmıştı. Üstelik telâş içinde evden çıkarken anahtarları da içeride unutmuştum! Umutsuzca tüm zillere bastım, kapıyı yumrukladım, avazım çıktığı kadar bağırdım, ne ses veren

9


oldu, ne bir pencereden bir kafa uzandı dışarı! Sanki koskoca semtte hayatta kalan tek insan bendim. Zıvanadan çıkmak üzereydim. Beynim, bu bulmacanın çözümünü bilen gizli bir gücün peşinde tin tin koşmaktan yorulmuş, kuşkularım iyiden iyiye artmıştı. Halının üstünde hınzırca bekleyen o zarf aklıma gelince, define bulmuş kadar sevindim bu kez! Bütün bu garipliklerin açıklaması o zarfta olmalıydı. Çatıdan inen atık su borusundan zor belâ yukarıya tırmanarak, balkonumdan içeri daldım. Yaşadığım panik, adrenal düzeyimi o kadar yükseltmişti ki, zarfta bir bomba olabileceği korkusu bile vız geldi o ân. Kaldırdım, ağırcaydı. Çıtçıtlı kapağını aralayınca içinde siyah renkli, kalınca iki karton olduğunu gördüm. İki sayfalık bir mektuptu bu. Parlak siyah zemin üzerine altın renkli mürekkeple yazılmıştı. Zarfın içinde ufak bir kolye ve ince yapılı, küçük bir şövalye yüzüğü olduğunu fark ettim. Yosun yeşili garip bir metalden yapılmış alımlı bir yüzüktü. Üstüne altıgen bir amblem kazınmış, cilâlı saydam bir tabakayla kaplanmıştı. Amblemdeki geometrik şekiller hakkında hiçbir fikrim yoktu. Mektubun birinci sayfasına baktım, farklı farklı diller kullanılmıştı. İlk paragraf Lâtin, diğerleri Çin, Japon, Urdu, Rus, Yunan ve Arap alfabelerinden alınmış harflerle yazılmıştı. Hepsini kolayca okuyup anlayabildim. Tanrım, bu nasıl bir mucizeydi böyle! Uyurken o dilleri nasıl öğrenmiş olabilirdim ki!... İlk cümlesi bana hitap ediyordu. Türkçesi şöyleydi:

Seçkin Mehmet Sağlam, Eğer şoke olmuş durumdaysan, elindeki bildiriyi sakinleşince oku. Şu ânda en merak ettiğin şey, dışarıdaki sessizlik olmalı. Bu dakikadan itibaren duyacağın sesler sadece hayvanların konuşmaları, bitkilerin hışırtısı, rüzgârın uğultusu ve gök gürültüsü olacak. Ve yakında tanışacağın 12 çocuğun sesi... Çünkü biz, Kozmik Kardeşler, Samanyolu Uygarlıkları Yönetim Konseyi'nin verdiği kararı uyguladık ve bu sabah Türkiye saati ile 05.00'te, gezegeninizdeki tüm insanları, sizden çok uzaklardaki bir başka gezegene ışınlayarak aldık. Artık Dünya'daki tek yetişkin insan sensin ve çok önemli bir görevi yerine getirmek için seçilmiş bulunuyorsun. Seçilmen bir milyon aday arasından kur'a ile gerçekleşti. Aileni, dostlarını ve diğer insanları merak etmene gerek yok. Hepsi hayatta ve sağlıklı. Fakat onları görme imkânına artık kavuşamayacaksın. Üzgünüz.

10


Müdahalemizin sebepleri: 3,5 milyar yıl önce, üzerinde hiç kara parçası olmayan Dünya'nın sularına binlerce ön-organizma bırakıldı. Aralıksız değişime adapte olma yeteneği taşıyan o yaratıklar bugüne dek 3,5 milyar farklı canlı türüne dönüştü. Fakat bugün onların sadece 35 milyon türü Dünya üzerinde yaşıyor, çünkü diğerlerinin nesli tükendi. Atalarımız ve bizler Dünya'nızdaki yaşam ve çevre değişimlerinden, Kolektif Bilinç'imizi geliştirmek için çok yararlandık. Şimdiye değin Dünya'nızdaki canlıların evrimini sadece gözledik; ama hiçbir müdahalede bulunmadık. Ne yazık ki, siz insanların bilinçsiz düşünce ve davranışları bu tekâmülü tehlikeye sokacak bir evreye girdi. Özellikle son 200 yıldan beri, mikroorganizmaları ve çok sayıda hayvan, bitki ve insan türlerini giderek artan bir hızla acımasızca katlettiniz. Evren'de sonsuz miktarda enerji varken, doğanızı zehirleyen petrol için birbirinizi öldürdünüz. Mavi denizleri ve berrak ırmakları kirlettiniz. Şeffaf atmosferin kimyasını bozdunuz, saf yağmurları asit yağmuruna dönüştürdünüz. Kutsal ormanlarda hayat bulan trilyonlarca iriliufaklı canlıyı yok ettiniz. Anaların ak sütünü dahi pestisitlerle zehirlediniz, bu yüzden gelecek nesillerin pozitif evrimini de tehlikeye soktunuz. Sudaki balıklar, havadaki kuşlar, ormandaki hayvanlar ve kentlerdeki insanlar kansere yakalanıp ölmeye başladı. Dünya giderek hastalanıyor, canlılığını kaybediyor, çölleşiyor. Öylesine bireyselleştiniz, bencilleştiniz ve Öz'den uzaklaştınız ki, ihtiyaçlarınıza tapar hâle gelerek, Kutsal Kozmik Bilinç'inizi yitirmeye başladınız. Onarılması mümkün olmayan daha binlerce suçu, yabanî uygarlığınız adına pervasızca işlediniz. Bizler müdahalesiz evrime inanıyoruz; fakat siz, bizleri, devrim anlamına gelen bu müdahaleye yukarıdaki sebeplerden ötürü mecbur ettiniz. Bugünden itibaren, sadece sizinle 13 kişilik yeni bir Homo sapiens projesi başlamış oluyor. Sana ve çocuklarına, Konsey'in belirlediği süre olan 100 Dünya Yılı boyunca, sen yardım istemedikçe müdahale edilmeyecek, gelişiminiz sadece izlenecektir. Sorumluluklarınız ve yapacağınız hizmetler ikinci sayfada belirtilmiştir.

11


Bu ulvî göreve seçilmiş olduğunuzdan dolayı hepinizi kutlar, başarılar dileriz. Samanyolu Uygarlıkları Yönetim Konseyi Adına Kozmik Kardeşler’den Başkan İrarum Üçüncü Kuşak Evren Tarihi: 16.06.2013 Greenwich Saati: 03.00.01  İçimde kaskatı bir kördüğüm oluştu. Tam olarak ne hissettiğimi bilemiyordum. Tek bildiğim şey, artık ailemi, dostlarımı ve on iki çocuk dışında hiç kimseyi göremeyecek olmayı taşıyacak gücümün olmadığıydı. Berbat bir kâbus olmalıydı bu! Yani içimi dökeceğim, duygularımı ve düşüncelerimi paylaşacağım yetişkin birilerine bundan böyle hasret kalacağım, öyle mi? Tanrım, ne biçim yazgı bu! Neden beni seçtiler! Neden beni de ışınlamadılar diğerlerinin yanına! Neden, neden!!! Sağ şakağıma bir yumruk vurdum, kolumu çimdikledim, acıdı. Halüsinasyon geçirmiyordum. Ne tuhaf... Bir zamanlar buna benzer bir düş görmüştüm, şimdi onu uyanıkken yaşıyordum. Tekrar balkona çıktım, caddedeki üç araba hâlâ yerinden kımıldamamıştı. 100 yıl sonraki bir tarihte doğmamış olduğuma hep içerlemişken, şimdiyse 250 bin yıl öncesinin klânlar devrini yaşamaya mecbur olmuştum. Gözlerimi yakan birkaç damla yaş indi titreyen yanaklarıma. Bu nasıl bir talih böyle! Ne acımasız bir müdahale bu! “Uyuyan bir dünya görüyorum önümde, Horlayan yankılar geliyor kulağıma. Bir yeşil dünya, büyük ve yalnız Ya benim burada işim ne?” Kimsenin ölmemiş olması beni biraz teselli etmişti; fakat hâlâ çok şiddetli duygusal zikzaklar yaşıyordum. Sıkıntı ve öfkeden terlemiştim. Sakinleşmek için biraz meditasyon yaptım. Mektubun ikinci sayfasında iyi bir sürprizle karşılaşabilirim düşüncesi, içime umutsuz bir serinlik yaydı birden. Padişah fermanı gibi, süslü harflerle bezenmiş sayfayı titreye titreye elime alıp, başladım okumaya:

Görev ve sorumluluklarınız:

12


Sana, farklı toplumlardan seçtiğimiz 6 erkek ve 6 kız çocuk emanet ediyoruz. Hepsi 13 yaşında olan bu çocuklar, İzmir Hilton’un 15’inci katında uyuyorlar. En geç 48 saat içinde onları uyandır ve sahiplen. Çocukların kolunda takvimli birer saat bulacaksın. Bunlar Greenwich’ten geçen meridyen saatine göre ayarlanmıştır. Hiç durmaksızın 100 yıl çalışacak bu saatler sayesinde, Dünya’nın göreceli zamanını kaybetmemiş olacaksınız. Karşılaşacağınız zorlukları asgariye indirmek için sana ve çocuklara sizler uyurken yeni yetenekler aşıladık. Sen ve çocuklar, dünyadaki 3 milyar insanın konuştuğu 15 farklı dili anlama, okuma, yazma ve konuşma yeteneğine kavuştunuz. Hepiniz, dünyadaki bütün mekanik, elektronik ve dijital aletleri ve her türlü aracı kullanabilme becerisine sahip oldunuz. Sadece sen, Dünya’daki insan ırklarının ürettiği bütün tıbbî bilgilere sahip oldun. Çalışan bütün sistemler -israfı önlemek için- tarafımızdan durdurulmuş durumdadır; fakat istediğiniz zaman, istediğiniz bir ülkedeki istediğiniz sistemi çalıştırabilirsiniz. Senin veya çocukların hayatı tehlikeye girdiği vakit, zarfa konulan kolyenin düğmesine basarsan hemen yardım gelecektir. Âcil yardımı, gelecek 100 yıl içinde sadece üç (3) kere isteme hakkına sahipsin. Soyunuzun hızla çoğalması için, çocukları ergenlik çağına girer girmez vakit kaybetmeden çiftleştirip evlendirmeli ve tıbbî bilgilerini kullanarak onları ve kendini tüm hastalıklardan korumalısın. Tehlikeli yabanî hayvanlara ve doğal afetlere karşı da çok dikkatli olmalısınız. Vereceğin eğitim programlarını kendin oluşturacaksın. Önerimiz: Öyle bir eğitim sistemi kur ki, gelecek kuşaklar, 6.671.348.913 insanın dün içinde bulundukları rezil ve harapkâr duruma tekrar düşmesinler; Dünya’daki ekolojik dengeye zarar vermesinler; ihtiyaçlarından fazlasını depolamasınlar; birbirlerini ve canlı-cansız her şeyi sevip korusunlar; Evren’e ve onu oluşturan Yüce Us’a saygılı davransınlar. 100 Dünya yılı sonra görüşmek üzere... Samanyolu Uygarlıkları Yönetim Konseyi Adına Kozmik Kardeşler’den Başkan İrarum Üçüncü Kuşak Evren Tarihi: 16.06.2013

13


Greenwich Saati: 03.00.01



İKİNCİ BÖLÜM Birden iklim değişti. Biraz önce penceremden esen meltem sertleşip, zehirli mızrak gibi değdiği yeri kanatan bir kasırgaya dönüştü. Göğü karartan atmaca sürüleri bir lokma avın peşindeymiş gibi birbirine saldırmaya başladı. Elimi uzatsam tutacağımı sandığım güneş de yok oldu ansızın. Korktum, korkularım sanki tüm evreni sardı! Bütün umutlarım, tüm hayallerim minicik bir kavanoza sıkışıp kalmış gibiydi. Neredeydi birbiri ardına eklenen yaşam halkalarım! Neredeydi anılarım! Zaman neredeydi! Ne güneş var, ne ay, ne yıldızlar! Neden siyah bütün renkler! Donuk, soğuk bir ân, karmaşık... Üşüyorum, ürküyorum!... Ayıldığımda, salonda uçan alaca güvercinin kanat rüzgârı terli yüzümü serinletiyordu. Şuurum karıncalanmış, sendelemiş ve bayılmıştım. İlk kez baygınken bir düş görmüştüm, üstelik her karesini anımsıyordum. Yalnızlığım o kadar büyük geldi ki, içinde küçüldükçe küçüldüm. Boş bir torba gibi, halının üzerinde bir müddet yatıp neler olup bittiğini kavramaya çalıştım. Dışarısı hâlâ aydınlıktı. Saatler durduğu için kaç dakika baygın kaldığımı kestiremiyordum. Güneşin durumuna bakmak için ayağa kalkınca bir adım dahi atamadım. Bacaklarım, birer demirden külçeye dönen ayaklarımı taşıyamıyordu. O sıra salona girme cesaretini gösteren güvercin pencereden dışarı uçtu. Sanki beni uyandırmakla görevlendirilmişti. Bu yardım Kozmik Kardeşler’in işi olamazdı, çünkü 100 yıl boyunca ben istemedikten sonra müdahale etmeyeceklerini yazıp imzalamışlardı. 100 yıl mı... Aman Tanrım, yani ben 100 yıl daha mı yaşayacağım? Hayır hayır, zaten yaş 47... 147 yıl yaşayamam, olanaksız bu! diye isyan ederken, bana -genetik mühendislik dâhil- bütün tıp bilgilerini öğrettiklerini sezdim. Ayrıca, onların hafızama yükledikleri verileri kendi bilgilerimden daha gecikmeli hatırladığımı fark ettim. Yeni bilgiler, ömrümü iki katına çıkarabileceğimi söylüyordu. Hekimler hekimi olup çıkmıştım bir gecede. Bu kadar çok şeyi bilebilmek başımı döndüren bir haz uyandırdı içimde. İnsanlığın bugüne kadar ürettiği bütün bilgilerle donanmak, sık sık düşlediğim bir arzumdu zaten. Acaba insanlar hayal ettikleri şeyleri günün birinde gerçekleştiriyor muydu? Uzanıp bir sigara daha yaktım, mektubu ikinci kez okudum, sonra bir daha...

14


Peki, Kozmik Kardeşler dünyaya nasıl ulaşmıştı? İnsanları nasıl çekip almışlardı o gezegene? Bu zarfı nasıl bırakmışlardı salonuma? Hani UFO’ların bize ulaşması mümkün değildi... Bütün bunlar şimdilik anlamsız birer düşünceydi. Gerçek olan şey, ayın karanlık yüzüne göç etmiş kadar yalnız ve çaresiz olduğumdu. Karnım da çok acıkmıştı. Zor belâ gidip buzdolabını açtım, içi hâlâ soğuktu, ama orta rafta duran iki şeftaliden başka da yiyecek bir şey yoktu. Zaten yazma tutkum şiddetlendiği zamanlarda hep böyle olurdu; dünyayla ilişkimi keser, buzdolabı tam takır oluncaya kadar markete bile gitmeden evde “kuluçka”ya yatardım. Şeftalileri alıp sokağa indim. Ağaçlarda her zamankinden daha fazla kuş vardı, şakır şakır ötüyor, mutluluk şarkıları söylüyorlardı sanki. Ama neye yarardı sosyal bilinci yok edilmiş bu insansız dünya! Olmaz! Olamaz! Allah kahretsin! diye yüksek sesle haykırınca, ağaçlardaki kuşlar ürküp havalandılar, yaprakların gölgesi ıssızlıkta dans etmeye başladı. “Bir gün insanlar da uçabilecek” dedi beynime şırınga edilen tıbbî bilgiler. Dikkatimi çekti... beynimdeki milyarlarca hücre sanki hep birlikte çalışıyor, her düşüncenin ardından hafif bir karıncalanma hissi duyuyordum. Enjekte edilen yeni bilgiler devasa bir arşiv olmalıydı; ömür boyu öğrendiğim onca şey bu yeni kütüphane yanında ince bir kitap kadar cılız kalıyordu sanki. Ve artık Türkçe değil, âdeta Lâtince kelimelerle düşünüyordum. Yeni bir kişilik edinmiş, kendime yabancılaş gibiydim.  Bu olağanüstü durumdan çok da rahatsızlık duymuyordum aslında. Hatta uzay araçlarını, denizaltıları kullanabileceğimi ve en gelişmiş bilgisayarları dahi programlayabileceğimi düşündükçe, gizli bir memnuniyet içinde olduğumu bile seziyordum. Hodbinliğim, her zamanki gibi içimi sızlatmıyordu bu kez. Demek ki insanın sahip olduğu güç birdenbire artınca, değişimi de o kadar hızlı oluyordu! Aslında bunca özelliğe, bunca özgürlüğe ve dünyadaki her şeye sahip olmak, inanılması güç bir hâdiseydi. O yüzden olacak; biraz da gerçeklikle sanallık arasında gidip gelen bir acayip sarhoşluk veya farkındalık içindeydim. Büyük sorumluluklar yüklenmiştim, ama onu taşıyacak gücümün varlığını da hissediyordum içimde bir yerlerde. Zaten arkamda da koskoca Konsey’in desteği vardı. Bu düşünceler üzüntümü biraz daha hafifletir gibi oldu. Zafer sarhoşluğunu andıran, daha önce hiç yaşamadığım bu yoğun duygular yüzünden epeyce yorulmuştum. Kendi sağlığıma da çok dikkat etmeliyim düşüncesi, yerden kesilmiş ayaklarımı parkın çimenlerine indiriverdi zınk diye.

15


Görünüşte sakin bir çocuk gibi, Hilton'a gitmek için caddeye çıktığımda, ıssız sokaklar bana önce yalnızlığımı, sonra dostlarımı anımsattı. Her sabah gelen onlarca e.postayı doyumsuz bir zevkle okur, onlarla, yüz yüze sohbet ediyormuşum gibi, pek çok düşüncemi paylaşırdım. Kim bilir bu sabah kaç e.posta almıştım... Kim ne yazmışsa; yazılan o son sözler sahipleriyle birlikte yok olmuştu! Bütün altyapıyı çalıştırmadan, İnternet’e ulaşma şansım yoktu bundan böyle. Zaten buna ne zaman, ne de ihtiyaç vardı artık. Elveda elektronik posta, elveda dostlarım!...  Caddedeki taksilerden birini çalıştırdım. Etraf o kadar sessizdi ki, kanıksamış olduğum motor uğultusu, bu kez kulaklarımı sağır edercesine büyük bir rahatsızlık verdi bana. Artık arabalar da işe yaramazdı; caddeler orta yerlerinde durmuş araçlar yüzünden tıkanmıştı. Taksiden çıkıp bir motosiklet aradım etrafta, fakat bir bisiklet bile bulamadım. Ulaşımın güç olacağını fark ettiğimde, biraz gönlüm daraldı. Bir çıkış yolu vardı... Poligon Parkı’ndan tepeye doğru giden yol, Deniz Kuvvetleri’ne bağlı askerî bölgeye kadar uzuyordu. Orada, bakımı yapılmış bir helikopter bulma şansım olabilirdi. Beş yüz metrelik yolu hızlı adımlarla yürüyerek nizamiyeden içeri girdim. İki tepe arasındaki derin vadiye kurulmuş bu askerî karargâh yemyeşil, tertemizdi. Burayı bu hâle getiren insanlar da ışınlandı diye düşünürken, onlar adına duyduğum derin bir kederle içim sızladı. İnsanla varolan, insanla can bulan her şey buharlaşıp uçmuştu birden! Daha önce hiç girmediğim bu yasak bölgeye elimi kolumu sallayarak girmem, sınırsız özgürlüğün ne denli büyüleyici bir çekim kaynağı olduğunu duyumsattı bana. İnsanlardaki güç deliliği bu büyüden kaynaklanıyor olmalıydı. Üç katlı bir binanın yanındaki küçük pistte hâkî renkli bir helikopter görünce sabırsızlıkla karışık bir heyecan duydum; bir ân önce gidip çocukları görebilirdim artık. Havada asılı kalabilen bir aracı kullanmayı nasıl becereceğimi merak ediyordum. Pilot koltuğuna oturunca karşıma çıkan pano hiç de yabancı gelmedi bana. Tüm göstergelerin ve düğmelerin işlevlerini dün gece gördüğüm bir rüyada öğrenmiş gibiydim! Ergenlik yıllarımda, gece yatağa girdiğimde bazen görünmez adam olma hayalleri kurar, hayal dünyamda yaptıklarımın emsalsiz büyüsünü doya doya yaşayarak uykuya dalardım. Bu yeni hâlim, görünmez olmaktan daha efsunluydu. Bunca kudreti bir ânda bulmuş olmak, istediğim her şeyi görünürken de yapabilmek, bana harikulâde bir üstünlük duygusu veriyordu.

16


Helikopteri ustalıkla havalandırdım. Kulaklıkları takarken, oturduğum evin çatısı ilişti gözüme. Televizyon antenim diğerleri ile aynı yöne bakmıyordu. Demek bir yıldan beri bu yüzden karıncalı karıncalı resimler izliyorum diyerek kızdım kendime. Daha güvenli olacağı için rotamı hemen denize yönelttim, körfezin üstünden uçarak, Alsancak semtine geldim. Çok sevdiğim bu şehri kuşbakışı izlerken, insana acı veren biçimde yapılaştığını görmem içimi sıktı. Çarpık kentleşmeye karşı olan bütün çevrecilerin umutları tükenmişti artık! Kendi yarattığımız canavarın üstesinden gelemediğimiz için olanlar olmuş, geri dönüşü olmayan, insansız bir dünya kurulmuştu sil baştan. Bu müdahalenin sebebini sanki Oscar Wilde da sezmiş, şöyle demişti: “Hayatta herkesin birinci görevi mümkün olduğu kadar yapay olmak olmuş. İkinci görevimizi ise henüz kimse keşfedemedi.” Evet, esas görevimizi keşfedememiş veya çoktan unutmuştuk! Antik Mısır Ölüler Kitabı’ndan bir bölüm geldi aklıma:

BEN TEMİZİM Hiç kimseye kötülük etmedim. Yakınlarımı bahtsızlığa sürüklemedim. Gerçek evinde alçaklık etmedim. Kimseyi gücünün dışında çalıştırmadım. Benim yüzümden kimse korku duymadı, Yoksulluk ve acı çekmedi, bahtsız olmadı. Tanrıların kötü gördükleri şeyleri hiçbir zaman yapmadım. Kölelere kötü muamele etmedim, ettirmedim. Kimseyi aç bırakmadım. Kimseye göz yaşı döktürmedim. Kimseyi öldürmedim, öldürülme emri vermedim. Kimseye yalan söylemedim. Hiçbir utandırıcı davranışta bulunmadım. Yiyecekleri pahalı ve eksik satmadım. Terazinin dirhemi üzerine asla elimi bastırmadım. Teraziyle tartarken hiçbir zaman hile yapmadım. Süt çocuklarının ağızlarından sütü uzaklaştırmadım. Hayvanları çalmadım. Tanrı’nın kuşlarını avlamadım. Ölmüş balığı tutmadım. Hiçbir arkın suyunu başka yöne çevirmedim. Ben temizim, temizim, temizim!

17


40 bin yıl önce, Lizbon'dan yola çıkan bir maymun daldan dala atlayarak -hiç yere inmeden- İstanbul'a kadar gidebilirmiş. Yok ettiğimiz değerleri, hiçe saydığımız evrensel ilkeleri ve acımasızca sömürüp sonra katlettiğimiz doğayı düşündükçe, Konsey'in bu gidişe el koymasına biraz daha hak vermeye başladım. Hilton’un çevresinde inişe uygun bir alan yoktu. 300 metre uzaktaki Cumhuriyet Meydanı’na indim. İndiğim yerin hemen dibinde, bir seyyar satıcının bisiklete monte edilmiş, taze bademlerle dolu camekânı duruyordu. Güneşin sıcaklığıyla neredeyse kavrulmuş bir avuç bademi ağzıma doldurdum, bisikleti kullanarak otele gittim. Yolda, caddede dolaşan tasmalı köpeklere ve künyeli kedilere rastladım. Aman Tanrım! Evlere ve hayvanat bahçelerine hapsolmuş milyarlarca evcil hayvan n’olcak şimdi? Onca el bebek-gül bebek beslenip sevilen hayvan, 3-4 gün içinde susuzluktan ölecek mutlaka! Senin görevin insan neslini kurtarmak, dedim kendi kendime ve Konsey’in o meseleyi de düşünmüş olması gerektiğine karar verip otele girdim. Asansör çalışmıyordu. Bodrum katında, yedekte bir güç kaynağı olmalıydı. Aşağıya indim. Karşıma çıkan o kocaman türbo jeneratörü, sanki kendi eserimmiş gibi tanıyıp hemen devreye soktum. Asansöre bindiğimde hangi katın düğmesine basacağımı bilemedim. Çocukların kaçıncı katta uyuduklarını unutmuştum. Kozmik Kardeşler tarafından belleğime yüklenen, adını Us koyduğum şırınga bilgilerim devreye girince, Nimoniks denen hafıza geliştirme tekniğini hatırladım. Evde Konsey’in mektubunu okurken, İngiliz ve Rus casusluk teşkilatları tarafından geliştirilmiş olan bu yöntemi kullanmış olabilirdim; Nimoniks uzmanı bazı casuslar, gizli bir evrakı bir bakışta ezberleyebiliyorlardı. Aslında dikkatle baktıkları bir belgenin hayalî resmini belleklerine yerleştiriyor ve sonradan o fotoğrafa bakarak belgedeki yazıları boş bir kâğıda yazabiliyorlardı. Öyleyse mektubu hayal edip görebilirdim. Gözlerimi kapayıp mektubu okumaya çalıştım. “Sana farklı ırklardan seçtiğimiz 6 erkek ve 6 kız çocuk emanet ediyoruz. Hepsi 13 yaşında olan bu çocuklar Hilton’un 15. katında uyumaktalar.” Harikulâde, mükemmel! diye haykırdım. Yeni bilgilerle gelen bu yöntemi, alt bilincim mektubu okurken kullanmıştı ben farkında olmadan. 15’inci kata yükselirken heyecandan tiril tiril titriyordum! Çocukların yabancı bir ülkede, yabancı birine karşı nasıl reaksiyon göstereceklerini merak etmeye başlamıştım. Asansörden çıkınca hemen karşımdaki odanın kapısında, üzerine Roma rakamıyla VI yazılmış bir tabelâ gördüm. Yine aynı kâğıt ve aynı mürekkep kullanılmıştı. Sağ yandaki odanın kapısında VII yazılıydı. Her çocuğu ayrı bir odaya yerleştirmişlerdi. Hangi odadan

18


başlasam, diye düşünürken koridoru dolduran bir siren sesiyle irkildim. Yangın alarmı... Bir bu eksikti! Yangın bir yana, siren sesinin dayanılmaz şiddeti büyük bir paniğe kapılmama yol açtı! Baktım, yangın merdivenlerine açılan camlı kapıdan içeriye duman sızıyordu. Çocukları derhâl uyandırıp dışarı çıkarmalıydım! Fakat onları panik içinde uyandırmak ruh sağlıklarını bozabilirdi. En iyisi, bir itfaiyeci gibi davranmak, yangını söndürmekti. Asansöre girip beş kat yukarı çıktım. Koridorda dumandan göz gözü görmüyordu! Merdiven kapısını açtım, baktım dumanlar yukarıdan geliyor. Rahatladım. En azından aşağıdaki katlar şimdilik emniyetteydi. Roof Bar’a çıkınca yangının kaynağını buldum. Masalar ve sandalyeler yanıyordu. Duvara gömülü yangın hortumunu çözüp vanayı açtım. Su akıyordu. Hortumu tavana doğru tutmam gerektiğini anımsadım. Yangını azdıran odadaki yanıcı gazlardı, önce gaz alevlerini söndürmek gerekiyordu. En yakın masadaki keten peçeteyi ıslatarak burnuma maske yaptım. Deneyimli bir itfaiyeci gibi kısa sürede alevleri tamamen söndürdüm. Yangının sebebi bir masanın üstündeki boş bir şişe idi. Camdan giren kızgın güneş ışınları, şişeden geçerken odaklanıp mercek etkisiyle masa örtüsünü tutuşturmuştu. 15’inci kata geri döndüm. Hiç duman yoktu. Sakinleştim. Koridorun sonundaki odanın kapısı aralıktı. Odaya girdim, pencereleri açıp derin derin soluk aldım. Çocukları görme cesaretini hâlâ bulamıyordum kendimde. Zaten uyandırmak için daha 40 saat kadar vaktim vardı. Yatağa uzanarak biraz yorgunluk giderdim. Önce ileriye dönük ve çok detaylı bir plân yapmalıydım.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Hazırladığım üç farklı plânın birincisi yarın sabah devreye girecek, diğer iki plânı gizli tutup zamanı geldiğinde devreye sokacaktım. Yiyecek durumuna bakmak için otelin mutfağına indim. Hepimize bir ay yetecek kadar stok vardı. Zaten dünyadaki tüm yiyecek kaynakları da artık bizimdi. Ne var ki, yapacak tonlarca iş sırada bekliyorken, birilerinin mutfakta zaman geçirmesi vakit kaybı anlamına geliyordu. Beslenmek için daha pratik yöntemler bulmalıydım. Uzayda aylarca kalan astronotların aldığı o vitamin ve protein deposu haplarının nasıl yapıldığını öğrenmeli, yemek yapma meselesini halletmeliydim. Bir yandan bunları düşünürken, bir yandan da açlıktan titreyen ellerimi sakinleştirmek için buzdolabında bulduğum haşlanmış karidesleri hazır sosa batırarak mideye indirdim.

19


Karnım doyunca bir duble viskiyle birlikte bir sigara içmek istedi canım. Us sayesinde, sigara ve alkolün bilmediğim çok büyük zararları geldi zihin ekranıma, hemen vazgeçtim. Çocukları ve kendimi, sağlığımızı etkileyecek her şeyden uzak tutmalı, tuz ve şeker kullanmayı bile yasaklamalıydım. Sigara paketini büyük bir kararlılıkla yırtıp attım. Kendi zaaflarım ve zevklerim uğruna insanlığın geleceğini riske sokamazdım. Büyük bir savaşa hazırlanan bir başkomutan gibi, azimli, güçlü ve atak olmalı; yılgınlık, tembellik gibi zaaflardan artık hep uzak durmalıydım. Bilinçaltımın kendini rahat hissettiği sessiz sığınaklara kaçma lüksüm olmayacaktı bundan sonra. Bıkmadan, usanmadan, erinmeden çalışıp didinmek zorundaydım. Bunları düşünürken, sınırsız bir özgürlüğün asla mümkün olamayacağını hissetmem beni yine sıktı. Hava kararmak üzereydi, bir numaralı odada uyuyan çocuğu görme vakti gelmişti.  Mars’taki yaratıklarla tanışmaya giden bir astronotun heyecanı içinde, titrek parmaklarımla kapıyı açtığımda ilk gördüğüm şey, şeffaf oksijen çadırında yatan siyah bir yüzün silueti oldu. Serum sehpasına asılmış kocaman bir şişeden uzanan hortumla besleniyordu. Sessizce yanaştım. Nefesimi tutarak yüzüne yakından baktım; kıvırcık, kısa siyah saçları, cam kadar pürüzsüz teniyle bana çok egzotik gelen bir yüzdü. Kızıla boyanmış doğal makyajlı dudaklarının arkasına gizlenmiş inci gibi bembeyaz dişlerinin ışığı yansıyordu dışarı. Dünya güzeli, zenci bir kız çocuktu bu. Yüzündeki çocuk tazeliğine dayanamayıp elimi kadife gibi tenine sürmek, vücut sıcaklığını hissetmek istedim, fakat henüz uyandırmamam gerekiyordu. Uyandırırsam, geceleyin oraya buraya gitmek isteyip, başıma olmadık işler açabilirlerdi. Sabahı beklemek daha iyiydi. Yatağın baş ucuna asılı bir kart ilişti gözüme. Türkçe yazılmıştı: Adı : Riyana. Doğum yeri : Barky, Güney Afrika. Genel Bilgileri : 13 yaşına kadar öğrendikleri, yemek pişirme. Özel Bilgileri : 15 dil konuşur, okur ve yazar. Tüm mekanik ve elektronik sistemleri çalıştırabilir, onarabilir. Mizacı : İyimser ve şen. Zekâ türleri : Uyumsal, sezgisel, matematiksel, atletik. İlk çocukla tanışmış olmanın sevinci ve ona dokunduğum ânda hissettiğim ham bir babalık duygusuyla mutlu olup çıktım odadan. Bu çocuk işime yarayacak bir tipti. Şu Konsey ne yüceydi! Yemek problemini de düşünmüş, o ağır yükü üstümden kaldırmıştı. Bu yüzden Riyana’yı daha çok beğendim...

20


Diğer odaya girince nasıl bir manzarayla karşılaşacağımı biliyordum artık. Bütün odaları çarçabuk dolaşıp, şöyle bir yüzlerine bakmak istedim, ardından yatak odalarına aceleyle girip çıktım. Sempatik ve yetenekliydiler; hepsinin kimlik kartındaki ortak özellik uyumsal zekâlı olduklarıydı. Bu çocuklar kur’a ile rasgele seçilmiş olamazdı... Oldukça ilginç bir aileye sahip olmuştum birdenbire. Bu on iki çocukla, yüz yıllık, renkli, belki keyifli bir hayata başladığıma inanamıyordum bir türlü. Üzüntü ve sevinci hiç bu kadar birlikte yaşadığım olmamıştı! İnsan ya ağlar, ya güler... Bense gülerken ağlayan bir tiyatrocu gibi, ama rolünü gerçek duygularla yaşayan birine dönmüştüm.  Beynimdeki milyonlarca düşünceyle ayrıldım otelden. Kuşlar caddeyi piknik alanına çevirmiş, çevredeki tüm fauna şehre göç etmişti sanki. Biraz endişelendim yaban domuzlarını, ayıları, kurtları düşününce. Gidip bir silâh bulmalıyım dedim. Helikopteri indirdiğim meydanda Kantar Karakolu vardı. Sahile doğru yürürken mektubu düşündüm aralıksız. Yüce Us ismini hiç duymamıştım. Acaba Tanrı’yı mı kastetmişlerdi? Yoksa onların tanrı anlayışı bizim bildiğimiz anlayışlardan farklı mıydı? Yüce Us kanunlarına uygun davrandıklarını nasıl bilebiliyorlardı? Ellerinde kutsal bir kitap mı vardı? Neyse... Bunları sonra düşünürsün, boş ver, dedim karakola girerken. Odaların birinde, temizlenmek için demonte edilmiş bir tabanca buldum. Yedek şarjörü de doluydu. Gözüme ilişen bir el fenerini de alarak karakoldan ayrıldım.  Yıldızlar daha bir parlaktı bu akşam. Şehir ürkütücü derecede ıssızdı. Şiddetli bir mehtap aydınlatıyordu her yanı. Hilton’un ışıl ışıl yanan üst katları capcanlı görünüyordu uzaktan. Bu sıcak geceyi klimalı odaların birinde rahat bir uyku çekerek geçirebilirdim. Amma da korkaksın, dedim kendi kendime. Bu eşsiz fırsat kaçırılır mı hiç! Uyumaktansa, git bir motosiklet bul, şehri dolaş son bir kez. Basmane’de motosiklet satan dükkâna giderken, Bekir Sıtkı Erdoğan’ın Marya isimli şiiri geldi aklıma:

Sustu Another Life gazinosu Sustu şarkılar, Paletimde renk sustu, fırçamda şekil Ve bu gece ilk defa şimal körfezinde Sustu Peramos’un mazgallarından Şehre pancur pancur dökülen arya. Artık ne tayfalar mevcut, ne komondoslar, Ne o kor tenli, kızıl saçlı kanarya.

21


Bu medar ikliminin tenha gecesinde Sardı bambu kamışlarını pişman bir sükût Sardı bir sızı. Hani birdenbire bazen bütün etrafımızı Sapsarı bir şüphe sarar ya, İşte öylesine berbat bir hâl var. ... Yarın sabah çocuklara açıklama yaparken göstermek istediğim Konsey mektubunu almak için eve gittim. Salona girince gözüm kitaplarıma ilişti. Üç kitabı boşuna yazmıştım. Tüm kitaplar boşuna yazılmıştı! Faydaları olsaydı dünyanın başına bu felâket gelmezdi! Ama iyi ki yazmışım, dedim sonra, belki bu yüzden bir milyon aday arasına girmiş oldum. Annemi merak ettim duvardaki fotoğrafını görünce. Son bir kez yüzünü okşarcasına, parmağımı çerçevenin camı üzerinde dolaştırdım. Canım anneciğim! Şu ânda nasıl da deli gibi beni arıyordur, kim bilir? Bir çocuğum olsun isterdi hep. Şimdi 12 çocuklu bir baba olarak dünyada kaldığımı nasıl bilebilir ki! Elveda anneciğim, elveda antikalarım, elveda şirin yuvam! Mektupları zarfa yerleştirirken, içine yüzükle birlikte bir de kolye bıraktıklarını anımsadım. Zarfın içindeki küçük bir cebe konmuştu. Misina gibi şeffaf bir ipe geçirilmiş, hafif, küçük bir maskottu. Kehribardan yapılmış, oval ve ince gövdesine boncuk kadar bir düğme gömülüydü. İşte cankurtaranım! diyerek boynuma astım. Yüzük de sol elimin orta parmağına uydu. Bu şehirde yaşayamazdık artık. İzmir ve Ege Bölgesi'nin hareketli bir deprem kuşağı üstünde olması, çocukların güvenliği bakımından büyük bir risk taşıyordu. Ayrıca eğitim araçları yetersiz olduğu için, birer deha olan bu çocukların zihinsel ve ruhsal gelişimlerini sağlamak bu şehirde pek mümkün olmayacaktı. Yarın gündüz gözüyle, sürekli kalacağımız bir yere göçmeliydik. Uçaklara göz atmak için Adnan Menderes Havaalanı’na gitmek üzereyken vazgeçtim. Havayoluyla seyahat riskliydi. En doğrusu, denizyolunu kullanmaktı. Üçkuyular’daki Levent Marina’ya yöneldim hemen. Marinada, alabora olsa bile su almayan bir sürat teknesi buldum. Dümenin başına geçtim, usta bir kaptanın manevralarıyla körfeze açıldım. Yeni aracımı Cumhuriyet Meydanı’ndaki iskeleye demirledim. Yan tarafta bekleyen askeri destroyerde bulduğum iki fıçı dizel yakıtı taşıyıp depoladım. Sonra Alsancak’taki Tansaş mağazasına gittim bir solukta. Camlardan birini kırıp içeri girdim. Bundan sonra alış-veriş yok, sadece parasız alış vardı. Paranın hükümranlık devri ve yarattığı pisliklerin tümü geride kalmıştı. Büyükçe dört sepeti, konserve, süt, su ve kahve kavanozları ile

22


doldurup bademci bisikleti ile tekneye taşıdım. Sigara ve alkolü bırakmaya kararlıydım, ama kahvesiz yaşayamazdım. Otele döndüğümde vakit epeyce ilerlemişti. Resepsiyondaki duvar saatlerinden birini alıp 2 numaralı odaya gittim. El feneri yardımıyla kimlik kartını okudum. Adı Mustafa’ydı, Mısır’da doğmuştu. Onun da saçları kıvırcık siyah, teni esmerdi. Mizacı, iyimser ve hoşgörülü olarak belirtilmişti. Duygusal, uyumsal ve ruhsal zekâlıydı. İnce bileğindeki küçük kol saatine baktım: 23.55’i gösteriyordu. Geceyi 12 numaralı odanın yanındaki dairede geçirmeye karar verdim. En korktuğu sınavını başarıyla tamamlamış bir öğrencinin hazzı ve yorgunluğu içinde uzandım yatağa. Bu inanılması güç, garip duruma çarçabuk uyum göstermiş ve hatta kendimi ayrıcalıklı bir deha gibi görmeye başlamıştım. Romanıma 10 sayfa eklediğim o ender günlerin gecesinde duyduğum memnuniyet içinde gözlerimi kapadım. Bugün yaşadığım olaylar başlı başına kalın bir roman olabilirdi.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM Koşuun diye uzun uzun haykırmamla birlikte korku içinde uyandığımda hava aydınlanmıştı. Korkunç ama çok hoşuma giden bir düş görmüştüm: Simsiyah, kısa boylu bir insana benzeyen Tanrı’yı görünce ürkmüş; fakat Âdem’i nasıl yarattığına tanık olduğum için mutlu olmuştum. Saat 7’ye geliyordu. Hâlâ yorgundum. Ağzımda, bazen filtresine kadar içtiğim bir sigaranın o berbat tadı vardı. Yatakta beş dakika şekerleme yapabilirdim. “Tanrı’ya korktuğumdan değil, sevdiğimden taparım” demişti Mehmet Akif. Oysa çocukken, sadece Tanrı’nın gazabı öğretilmişti bize. Ve işte bilinçaltına girmiş çocukluk anıları, yıllar sonra bu rüyada ortaya çıkmıştı. Tanrı’yı ilk kez görüyordum rüyamda. Konsey’in mektupta yazdıklarına bakılırsa, bizi ve tüm canlıları yaratanlar kendileriydi. Yüce Us dedikleri şey, Tanrı olmalıydı. Demek ki Tanrı, ilk insanı kendi elleriyle değil, Samanyolu’ndaki daha ileri bir uygarlık aracılığı ile yaratmıştı! Mektuba göre, birkaç hücreli bir canlıdan evrimleşerek insan hâline gelmiştik. Hâlbuki “Tanrı insanı balçıktan yarattı” diyordu kutsal kitaplar. Belki de kutsal kitaplar hâlâ haklıydı. Balçık karada olur. Belki denizden karaya çıkan canlıların bir koluyduk. Ve hammaddemiz yıldız tozlarının suyla karışımıydı. Peki, peygamberlere gelen vahiyler ne anlama geliyordu? Kozmik Kardeşler bize hiç müdahale etmemişler ki... Acaba Yüce Us, onları by-pass etmiş ve doğrudan bilgi şırınga mı etmişti peygamberlere? Vahiy denen şey

23


bu muydu yoksa; ne kadar bilgi ilham ediliyorsa, kişi o kadar kutsanıyor, yüceliyor ve yaratıcı oluyordu... İşin içinden çıkamadım... Çocukların karşısına uzamış sakalımla çıkmamak için tıraş olmalıyım diye düşünürken, vazgeçtim. Her sabah tıraş olmaktan bıkmıştım zaten. Beni sakallı kabul etmeleri daha iyi olacaktı. Artık makyaja, ütülü elbiselere ve ayna karşısında onca vakit geçirmeye gerek kalmamıştı. Kahvaltılıkları restoranın ortasındaki büyük yuvarlak masaya dizdim. Bir yandan da çocuklar uyanınca paniğe kapılmasınlar diye bir konuşma hazırlıyordum. Masaya oturup yazmaya başladım, iyice kavrasınlar diye içinde bulunduğumuz durumu sakinleştirici bir üslûpla anlattım, resepsiyona gidip 12 fotokopi çektim. Vakit gelmişti... Riyana’yı uyandırmak için odasına girdiğimde dünkü keyifli duyguları yine yaşadım. Önce oksijen çadırının fermuarını açtım, sonra kolundaki serumu çıkardım, arkasından yüzünü okşamaya başladım. Ona dokunmak, içimde daha önce hiç yaşamadığım garip bir sıcaklık oluşturdu. Canım kızım! diyecekken, diyemedim. Sanki genlerinin bana ait olmadığı gerçeği içimde kuvvetli bir sevgi freni oluşturuyordu. Olsun... Sevgi, vefa, bağlılık gibi duygular paylaşıldıkça artacaktı zaman içinde. İri gözlerini açtı, birkaç saniye tavana sabitledi, sonra dönüp yüzüme baktı, kaşlarını hafifçe çattı. Tanımadığı bir yerde, yabancı biriyle olduğunu anlamış, biraz şapşallaşmıştı. Yumuşak bir sesle: “Merhaba Riyana” diye seslendim, “Ben yeni öğretmeninim. Adım Mehmet. Sana neler olduğunu anlatacağım, ama önce yavaş yavaş kalk bakalım.” Doğrulmasına yardımcı oldum. Yüzüme dermansız bir ifadeyle baktı ve kısık bir sesle: “Merhaba amca” dedi. Sütbeyaz dişleri ve o masum bakışlarıyla ne kadar da tatlıydı! Nahif yüzüne dokunup vücut sıcaklığımı hissettirdim. Ardından, iki elimle kalkmasına yardımcı oldum ve konuşma metnini eline tutuşturarak: “Sen bunu okurken, diğer kardeşlerini uyandıracağım” dedikten sonra yanından ayrıldım. Rajat, Karina, Zizi, Yuki, Lenny, Mustafa, Peggy, Vladimir, Temel, Fabiana ve Kelly’yi uyandırmak epeyce zaman aldı. Asansörün kapısında, çocukların odalardan birer birer çıkmasını bekledim. Hepsi beni meraklı gözlerle süzüyordu. Suratlarında yüzlerce farklı ifade vardı, ama en belirgin olanı şaşkınlıktı. Hepsine aynı model, aynı renk kurşunî pantolon ve tişört giydirilmişti. Beyaz spor ayakkabıları rahat ve hafif görünüyordu. Asansöre büyük bir sessizlik içinde girdik. Düğmeye bastım, restorana indik.

24


Yemek masasına oturduğumuzda, kıpır kıpır, konuşmamı bekliyorlardı. Öğretmenliğe adım attığım ilk günüm geldi aklıma. Heyecandan ağzım kurumuş, dilim dolaşmış, sınıfa girer girmez, “günaydın” yerine “tünaydın” demiştim. “Günaydın çocuklar” diye başladım söze. Tatlı sert, ama cana yakın bir ses tonu kullandım. Onları kendi füzyonum içine almak zorundaydım. Yüzgöz olup disiplin yaratamazsam eğer, ileride canlarını tehlikeye sokabilecek bazı saçmalıklar yapabilirlerdi. Görevimi, kibar ve aşırı şefkatli bir baba rolünü oynayarak yerine getirmem mümkün görünmüyordu. Yarattığı robotların, kendi yapay zekâlarıyla hareket etmesini sağlamaya çalışan robo-biyologların yaptığı gibi, çocukları kendi hâllerine bırakamazdım. Zaten oldum olası kuralcı ve faydacıyımdır. Kaldı ki Konsey, nasıl bir eğitim vereceğimi bana bırakmıştı zaten. Bunca geniş özgürlükler hiçbir insana verilemezdi; bazı dar limitler koymak ve otoriter davranmak zorundaydım. Eskilerin yanlışı, bizim doğrumuz olmuştu; “Talimden, tedristen, terbiyeden evvel inzibat gelmeli.” “Kahvaltıdan sonra, Konsey’in bana gönderdiği mektubu okuyacağım size. Önce dua edelim. Bu duayı benden sonra tekrar edin ve ezberlemeye çalışın lütfen: “Yüce Us, Atalarımızdan alıp bize verdiğin yaşama hakkı ve bunca nimetler için sana teşekkür ediyoruz. Bizlere doğru yolu bulmak için ilham ver. Sana güveniyor ve seni seviyoruz. Âmin.” Çocuklar duayı tekrarlarken dikkatimi çeken şey, ses tonları ve hançereleri oldu; epeyce mürekkep yalamış birer yetişkin kadar olgundu; çocuklardaki o kontrolsüz, tiz seslere sahip değillerdi. Kahvaltı bitince mektubu okudum, olan biteni tam tamına anlamalarını sağladım. Konuştuklarımı çok iyi anladıkları suratlarındaki rahat ifadeden anlaşılıyordu. Teker teker söz alıp en çok merak ettikleri bütün soruları sordular. Peggy’nin yorum biçimindeki sorusu çok anlamlıydı: “Doğaya ve Yüce Us’a saygılı olanlar da vardı dünyada, onlar niye götürdüler o gezegene?” Geçiştirilmiş sözlerle yanıt verdim Peggy’ye; fakat bu sorunun yanıtını daha sonra etraflıca düşünmeliydim. “Bir konu daha var; günlük tutma konusu...” dedim, “Okuduğunuz tarih, tarihçilerin yazdığı masallardı ve asla gerçeği anlatmazdı. Çünkü, meselâ bin yıl önce yaşanmış bir olayı, bin yıl sonra yaşayan bir insan ne kadar doğru yorumlayabilir ki? Kaldı ki sipariş verilerek yazdırılan tarih kitapları bile vardı.

25


Atalarımızın yaptığı bu hatalara düşmeyeceğiz! Tarihi gelecek kuşaklara dosdoğru aktarmak için, yaptığımız her şeyi günbegün yazacak ve video kasetlere kaydedeceğiz.” Ardından, günlük tutmayı çok seven Karina’yı görevlendirdim tarihçi olarak. Bu güzel kız Danimarka’da doğmuştu. Saçları balköpüğü, gözü açık yeşil, boyu epeyce uzundu. En geniş kelime hazinesi İngilizcede olduğu için, bundan böyle tüm yazışmalar İngilizce yapılacaktı. Toplantı işe yaramıştı. Çocuklar sakindi ve durumu kabullenmiş görünüyorlardı. Birbirlerini iyi anlayan pederşahî bir klânın hisleriyle ayrıldık otelden. Martıların sabah türkülerini dinleye dinleye iskeleye vardık, tekneye yerleştik. İzmir Körfezi’ne açılmak için sabırsızlanıyordum. Çocuklar pek de mutsuz görünmüyorlardı. Motoru çalıştırdıktan sonra, onları ümitlendirmek için: “Ver elini dünya! Biz geliyoruz!” diye bağırdım. Rajat’ın çıkardığı zılgıt sesi herkesin ilgisini çekti. İçimden, elveda İzmir, elveda yuvam, elveda dostlarım, elveda anılarım, sizi çok özleyeceğim, dedim burukça.

“Kalbimin haritaları karıştı, Birbirine çıkmıyor yollar. Ne ışık var yırtılan günde Ne kederimde tutunacak bir dal. Hoşça kal ülkem, Hoşça kal.” Bu, insanoğlunun yeni dünyadaki ilk yolculuğuydu. Emin adımlarla ve korkusuzca ilerlemeliydik artık. İçimde, koca kanatlı bir kuşun sırtında taşıdığı yavrularını düşürme korkusu vardı. Bu uzun yolculuk o kadar kolay olmayacaktı!... Dönüp İzmir’e son bir kez daha bakmak istedim, ama vazgeçtim. Zaten yaşamımda geçmişe duyduğum nostaljik vakitler çok nadirdi. Geçmiş, sürücünün dikiz aynası kadar önemli olabilirdi, ama yolun varacağı menzil esas hedefti. Geleceği, hiç bu kadar ciddîye almamıştım. Yaşadığım ânı bile unutmuş, ileriyi hayal ediyordum durmadan. Sağımızdaki Mavişehir semtini geçince, pembe flâmingoların konakladığı, martıların beslendiği Kuş Cenneti göründü uzaktan. Yuki’ye onları da video kameraya almasını söyledim. Büyük göçümüzün masalını hoş görüntülerle süslemeliydik.

26


Hoşça kalın güzel kuşlar. George Orwell’in Hayvan Çiftliği’nde sizin için düşlediği özgürlüğe nihayet kavuştunuz. İzmir’i ve körfezdeki bütün balıkları size armağan ediyorum diyerek vedalaştım sessizce. Çeşme’ye yetişinceye kadar, çevreyi izleye izleye, sürat yapmadan yol aldık. Çocukların iç dünyalarını ve geçmişlerini merak ediyordum ama, anababalarını hatırlayıp üzülmesinler diye soru sormaktan kaçınıyordum. Karina’nın durmadan yazdığı notlara bir göz attım. Baktım: Kişisel düşüncelerini de yazmış. Sesimi çıkarmadım şevki kırılmasın diye. Bilgilerini sınasınlar diye dümeni teker teker çocuklara bıraktım. Usta bir kaptan kadar eğitilmiş olduklarını görmek beni çok rahatlattı. En azından her şeyi benim yapmam gerekmiyordu artık. Karaburun açıklarında durakalmış devasa bir yolcu gemisi gördüğümüzde, Temel: “Aha pu adada neden ağaç yoktir da?” diye sordu muzipçe. Gülüştük hep beraber. Halis muhlis bir Laz oğlandı bu şımarık hergele! Sonra, tatarımsı yüzünü biraz ekşiterek: “Pu tekneyi surepilirim!” diye böbürlendi. Anlaşılan çocuklar da benim gibi, şırınga edilen Us bilgilerini bir-iki saniye gecikmeyle hatırlıyorlardı. Küçük bir adayı andıran bu yolcu gemisi 24 yıl öncesine götürdü beni... İzmir’den İtalya’ya gitmiştim Truva feribotuyla. Ankona’dan Venedik’e geçmiş ve San Marko meydanındaki mermerler üzerinde geçirmiştim bir temmuz gecesini. Sonra beş gün boyunca otostop yaparak Londra’ya kadar uzanmıştım. İzmir’e geri dönüşüm 16 yıl sonra olmuştu. Sevmiştim Britanya’yı. Karış karış gezmiştim her köşesini. Rotam gene o yöneydi şimdi. Kraliçe’nin Buckingham Sarayı’na yerleşmeyi tasarlamıştım iki sebepten ötürü: Britanya’da hiç deprem olmazdı ve İngiltere’deki bütün o gelişmiş, donanımlı bilim lâboratuvarları hazır, bizi bekliyordu. Çocukların neler hissettiğini çok merak ediyordum. Antoine da SaintExupery’in Küçük Prens adlı romanındaki kahraman gibi, güllerini bıraktıkları o gezegeni düşünüyorlardı sanki. Biz güllerimizle hoşnuttuk bu gezegende. Neden, niçin götürdüler onları erişilmez yıldızlara? Biraz daha izin verselerdi, belki gelişen genetik teknolojiler sayesinde tüm olumsuzlukları düzeltebilir ve hatta kendi olumsuz doğamızı bile değiştirebilirdik!  Kimi zaman bir dostumu düşündüğüm ânda telefon çalardı, sesini karşımda bulurdum. Bazen de mırıldandığım bir şarkı, radyoyu açınca aynı yerden devam ederdi. Altıncı hissim öteden beri kuvvetlidir. Ama daha sonraları bunun sezgisel ve ruhsal zekâ sayesinde oluştuğunu öğrenince,

27


işin büyüsü kaybolmuştu. Az önce de içimden bir denizaltı ile karşılaşacağımız hissi geçmişti. Ve şimdi o sezinin hemen ardından, o sihirli anlardan birini daha yaşıyordum; Çeşme limanında upuzun bir denizaltı duruyordu uzakta. Bu kocaman kara balina, dünden beri aradığım şeydi. Onunla okyanuslara bile güven içinde açılabilir, hatta Kristof Kolomb gibi, Amerika’ya bile ayak basabilirdik! Ama yerlileri katletmek, sömürmek için değil, tekrar yaratmak için. O ünlü Kızılderili Reis Seattle’ın 1854 yılında Beyaz Saray’a yazdığı mektubun son bölümünü anımsadım: “Beyaz adamı bu topraklara getiren ve ona Kızılderili’yi boyunduruk altına alma gücünü veren Tanrı’nın kaderini anlayamıyoruz. Tıpkı buffaloların öldürülüşünü, ormanların yakılışını, toprağın kirletilişini anlayamadığımız gibi... Birgün bakacaksınız ki, gökteki kartallar, dağları örten ormanlar yok olmuş, yabanî atlar ehlileştirilmiş ve her yer insanoğlunun kokusuyla dolmuş. İşte o gün, insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını devam ettirebilme mücadelesinin başlangıcı başlamış olacak.” Reisin öngördüğü mücadele bize düşmüştü 159 yıl sonra.  Limana demirledikten sonra karaya çıktık. Çocuklar, denizaltıyı bir ân önce görmek için oldukları yerde zıplayıp duruyordu. Fakat iznim olmadan bir yere ayrılmamayı iyi bellemişlerdi. İkişerli 6 sıra olup önümde yürümelerini istedim. Bu kez de öğretmenlik yıllarım canlandı gözümde. Pazartesi günleri İstiklâl Marşı’ndan sonra sınıflara girerdik, önde ben, arkamda 30 öğrenci. Şimdiki sınıfım 12 kişilikti. Okulumuz ise bütün dünya... Ülkeleri idare eden müesses nizamların ve egemenlerin, halktan gizlediği bilgilere özgürce ulaşabilecek bir sınıf; ırk, renk, dil, din ayrımcılığını günah sayacak, paylaşımcı bir sınıf; bir ömür boyu arzuladığım düzenin çocuklarıyla dolu, insanoğlunun dünyadaki kaderini sil baştan yazacak olan sevecen ve özverili bir sınıf... Paylaşımcı bir takım... İnsanca bir düzene doğru uygun adım yürüyorduk artık! Denizaltıya çıkıp içeriyi kolaçan etmeliydim. Çocuklara hiç kımıldamadan beklemelerini tembih ettim. Bu öğüt yeterli olmayabilirdi. Bir sınıf başkanı seçmeye karar verdim. Körfeze açıldıktan sonra, kimlik kartında liderlik yeteneği olduğu yazan Rusyalı oğlan Vladimir, güverteden denize doğru fazla sarkanları ikaz ettiği için dikkatimi çekmişti. Kısa bir konuşma yaptım: “Sizler bu yeni dünyada açık olan tek okulun birinci sınıf öğrencilerisiniz. Bir sınıf başkanı seçmemiz gerekiyor. Başkan, hem beni temsil edecek, hem de sizden istediğim şeyleri yapıp yapmadığınızı kontrol edecek. Başkanlığa aday olacak biri var mı içinizde?”

28


Tahmin ettiğim gibi, Vladimir büyük bir kararlılıkla havaya dikti parmağını. Zaten şimdiye değin kararsız bir tavrı hiç olmamıştı. Arkasından etkileyici bir ısrarla yüzüme bakan Peggy kaldırdı elini. Peggy, Teksas’ta doğmuş, Kızılderili simalı, şipşirin bir kızdı. Oybirliği ile Vladimir başkan, Peggy başkan yardımcısı oldu. Bu demokratik seçim, herkesin hoşuna gitmişti. Kantar karakolundan alıp cebime koyduğum bekçi düdüğünü Vladimir’e verdikten sonra Kara Balina’ya çıktım. Kule kaportasındaki giriş kapağını kaldırıp dik merdivenden aşağıya indiğimde, iğrenç bir kokuyla midem bulandı. Etrafı ilkin şöyle bir gözden geçirdim: Sağa dönüp ilerledim. Önümde duran kontrol merkezini ararken, yanlış yöne gitmiş, personel yaşam bölgesindeki yemekhaneye girmiştim. Yemek masalarındaki tabaklarda salam dilimleri gördüm. Kokunun kaynağı buydu. Duvara monte edilmiş çöp sepetindeki naylon poşeti çıkarıp kokuşmuş etleri sardım. Duvarlar, vanalarla, kablo kanalları, göstergeler ve klarnet ağzı şeklinde haberleşme ahizeleri ile bezenmişti sanki. Hangi aletin ne işe yaradığını bildiğimi hemen hatırladım. Tüm sistemleri, aküleri ve göstergeleri kontrol ettim. Gemi yola çıkmaya hazırdı. Biraz daha yiyecek ve giyecek almak gerekiyordu. Limandaki yatları gezip dürbünleri ve can yeleklerini topladık. Manavlardaki meyvelerden yedik. Brezilyalı Fabiana hiç Malta hurması görmemişti. Kekresi tadını çok sevdi. Sonra koluna tutarak: “Bakın nerdeyse aynı renkteyiz” dedi. Cildi parıl parıl ışıldayan, uzunca boylu, etine dolgun, çok çekici bir kızdı. Zizi kendine bir kaval buldu, ben de bir ut ve dünya haritası. Bu Çinli kız öyle çok da ufak tefek görünmeyen, cana yakın biriydi. Bakalım müzik bilgisi nasıl... Denizaltıya inince herkes alacağı pozisyonu kendi belirledi. Yarım saat sonra harekete hazır duruma geldik. Sadece bir metre derine dalıp yüzeye yakın gidecektik. Bu uzun yolculukta, karanlık çökünceye kadar geniş açılı periskopu kullanarak, çevreyi seyretmek istiyorduk. Dümene Peggy geçmişti. Ataları, Kristof Kolomb’un katliamlarından sağ kurtulmuş Kızılderililerdendi. Pembe yüzü ve uzun düz saçlarıyla şimdiden Büyük Şef’in haremindeki güzel kadınlardan birini andırıyordu. Acı dolu o uzun mazinin izleri sanki hâlâ yüzünden kolayca okunuyordu. Usta bir operatör edasıyla önce dizel motorlarını çalıştırdı. Sonra da kontrol panosundaki pervane düğmesine parmağını dayadı ve: “Dikkat! Yürüyoruz! Start!” diye bağırdı. Hafif bir sarsıntıyla hareket ettik. Yolculuk yavaş seyredecekti, ama güvenlik hızdan daha önemliydi.

29


İlk durağımız Girit adasıydı. Hesabıma göre en az 23 saatlik bir yolculuktu bu. Ardından Malta, İbiza ve Cebelitarık’a uğrayacak, 5-6 gün içinde Akdeniz’i terk edip İngiltere’ye yönelecektik.

BEŞİNCİ BÖLÜM Küçük Yıldızlar Başkanı: “Ben Dünya’nın yerini değiştirmeyi ve Alfa’nın uydusu yapmayı teklif ediyorum. Böylece insan ırklarına ânında müdahale ederek negatif tekâmüllerini kolayca yönlendirebiliriz” dedi. “Konseyin önerdiği hiçbir yöntemi Yüce Us Kanunları’na tamamen uygun bulmadım. Dünyalıları Beta Centur’a göndermeyi teklif ediyorum. Başlarına bir eğitim heyeti bırakırız. Birkaç yıl içinde akılları başlarına gelince, gezegenlerine geri yollarız” dedi Güvenlik Müdürü. Samanyolu Uygarlıklar Birliği üyeleri için sürpriz bir öneri oldu bu. Toplantı 15 dakika gibi çok uzun bir zamandan beri aralıksız devam ediyordu. Bütün delegeler, gözlemciler ve müdürler, Dünya’daki evrim sürecinin öngörülen tarzda geliştiğini, fakat sadece bazı insan ırklarının, birkaç yüzyıl sürecek bir negatif mutasyon geçirdiklerini söylemişti. Konsey toplantısı da, bu bulguların sebep ve sonuçlarını irdelemek için, Alfa yıldızındaki Samanyolu Toplantı Kampı’nda düzenlenmişti. Konsey Başkanı: “Ben genetik müdahaleden yanayım” dedi, “Anlaşılan sorunun büyüğü Kuzey yarı kürede; öyleyse, 6,5 milyar insanın hepsini manyetik enjeksiyonla bayıltalım. Sonra Heptagon Klinik’teki bir milyar hemşireyi Dünya’ya ışınlayalım. Kuzeylilere birer ampullük genovirüs enjekte etsinler. Genetik şifreleri istenilen şekilde değişsin ve bu yıkımı böylece önlemiş olalım. Benim önerim bu... Diğer iki teklif de geçerli. Bu üç öneriyi oylarınıza sunuyorum.” Samanyolu Bilim Kurulu Başkanı hemen söz istedi: “Bence bu üç önerinin ortak paydası olacak bir yol daha var!” Başkan, bu son önergenin de dinlemesini kabul etti. “Eğer insan ırklarını bizler eğitmeye kalkarsak, atalarımızın 3,5 milyar dünya yılı boyunca süren stratejiyi ve gözlemlerimizi rayından çıkarmış oluruz. Onlara şimdiye dek hiç müdahalede bulunulmadı. Fakat Dünya’daki diğer canlı türlerini tehlikeye sokmuş olmaları bir müdahale gerektiriyor artık. Büyük Mato’nun 65 milyon yıl önce aynı soykırımını uygulayan dinozorlara verdiği özgürlüğü bizler de insan ırklarına tanırsak, tekrar bir facia yaşanabilir. Bundan ötürü, tüm insanları ışınlayıp Runa-2 gezegenine alalım. Oradaki canlı türleri ile ortak yaşamlarını sürdürebilirler. O türleri de yok etseler bile önemli değil; zaten Runa-2’nin kıyamet vakti yaklaşmış

30


bulunuyor. Böylece kendilerini negatif bilince indirgemiş olan Dünyalılara bir şans daha vermek suretiyle, Yüce Us’un bilgi arşivine yeni gözlemsel veriler katmış oluruz. Dünya’da sadece 12 çocuk bırakalım; 6 kız, 6 oğlan. Başlarına, yine Dünyalı bir kişiyi eğitici olarak tayin edelim. Bakalım bu yeni düzene, ulaştıkları bilinç düzeyleri ile nasıl adapte olacaklar ve bu ikinci şansı nasıl kullanacaklar. Bu test, Zeridyen-3 üzerinde yürütülen yeni projemize de katkıda bulunabilir. Bu yöntemi bana Yüce Us ilham etti” diyerek uzun süren önerisini bitirdi Bilim Kurulu Başkanı. Tüm delegelerden olumlu homurdanmalar duyan Başkan: “Pekâlâ! Bu projeyi oylarınıza sunuyorum. Kabul edenler? Etmeyenler? Kabul edilmiştir. Derhâl bir heyet kurulsun ve çalışma programı hazırlansın. Toplantı sona ermiştir. Dikkat! Yüce Us’a saygı duruşu!”  Gece yarısı kan ter içinde uyandığımda saatim 3’ü gösteriyordu. Sadece 2 saat uyumuştum. Düşlerimi detaylı hatırlamazdım ama Konsey’in kaderimizi belirleyen toplantısındaki her sahneyi kare kare anımsıyordum. Yüzler tüm canlılığı ile gözlerimin önünde duruyor, konuşulanlar kulağımda çınlıyordu. Gerçeğe çok yakın, 4 boyutlu, capcanlı bir rüyaydı bu. Kendimi söylediği yalanlara inanan bir mitomanik hasta kabul edip bu düşe gerçek hayatta yaşanmış gibi inanabilir ve çocuklara öylece anlatabilirdim. Us, böyle bir toplantı oldu diyor diyebilirdim. Bu büyük bir yalan olacaktı. Söylemek zorunda olduğum çetin bir yalan... Oysa yalan söylemeye mecbur olacağım durumlara düşmemek için hep gayret etmiş ve oluşturduğum hayat tarzıyla bunu başarmıştım. Prensiplerimden ödün vermeye razı olmam, kafama saplanan bir şiş kadar acı verdi! Fakat 100 yıllık uzun yolculuğu yalan söylemeden götürebilmek çok güç ve hatta zararlı olabilirdi. Koşullar değişmişti. Zaman zaman pembe yalanlardan yararlanmak gerekebilirdi. Kafamda rasyonalize ettiğim bu düşünceler, sonunu kestirmediğim zararlı bir yöntemin başlangıcı olabilirdi veya belki de kullanmak zorunda olmayacağım bir fikirden öteye gidemeyecekti. Ama sezgilerim bu rüyayı çocuklara anlatmam gerektiğini söylüyordu. Böylece çocuklar ve onların torunları en azından atalarının hangi gezegende olduklarını bildiklerine inanacaklardı. Ve birgün, rüyada gördüğüm Runa-2’yi, herkesin ışınlanarak gönderildiği o yıldızı, gelecek kuşaklar belki de arayıp bulacaklardı. Belki de bu arayış, onlar için bir amaç olacaktı! Böylece kuracakları yeni dünyanın ekolojik dengesini korumaktan öte bir ülkü daha edineceklerdi.

31


Bir dakika... Ya ileride geniş hayal güçleri sayesinde bu rüyayı değiştirir ve farklı bir mecraya çekerlerse ne olur? Ya bu sanal rüyayı gerçekmiş gibi kabul eder ve “Kozmik Kardeşler Dini” diye bir din icat ederlerse... Kozmik Kardeşler’e tapmaları çoktanrılı bir yeni dine dönüşmez mi? Bu din, onları ikiye, üçe, beşe ayırıp ralarında dinî savaşlar çıkarmaz mı? Zihnimde bir dizi soru doğmuş, bunlar zincirleme bir reaksiyonla yüzlerce yeni soru ve yanıt yaratmıştı. Kafam allak bullaktı! Belki düşünmemek daha iyiydi, ama çocukları birer tanrıtanımaz olarak yetiştirmeye gönlüm elvermiyordu. Tam bu sırada Us devreye girdi ve beyin hakkındaki nörolojik bilgileri anımsadım: “Nöroteoloji, Tanrı inancı ve eski dinsel inanışların genetik şifrelere işlenmiş durumda olduğunu söylüyor. Bu şifreler, doğumdan sonra bireye verilen dinî bilgiler ve çevresel uyarılar sayesinde belirli yaşlarda sadece beyinde açılıyor. Beynin yapısı, evrim sürecinde öyle şekillenmiş ki, kişiyi bir tanrıya inanmaya, ibadete ve dua etmeye yönlendiriyor. Ruhsal deneyimler de beyin nöronları tarafından yaratılıyor. Rahibeler üzerinde yapılan SPECT taramalarında, dindar kişilerin beyinlerinde, bir dinsel oryantasyon merkezi olduğu; bu merkezin, ibadet, dua ve ritüeller sırasında dinginleştiği ve aktifleştiği saptandı. Bu durum, kişinin Tanrı’ya yakınlaşma ve onunla bütünleşme hissini sağlamaktadır. Dinî ilâhîler ve esrik dans motifleri de beyindeki hipotalamus bölgesini uyarmakta ve coşkun bir ruh hâlinin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. İnançsız kişilerin dahi ritüellerden etkilenmesi bu şekilde açıklanabilir.” Bu bulgulardan daha önce haberim yoktu, fakat Tanrı inancının doğuştan gelen bir içgüdü olduğuna inanmıştım. Dolayısıyla, tarihte hiçbir din hakkında bilgisi olmayan toplulukların bile, güneşe, ateşe veya doğa güçlerine tapınma ihtiyacı duydukları fikri gelişmişti beynimde. Öyleyse, çocukların da beyninde bir ruhsal oryantasyon merkezi vardı. Ve zaten o bölgeyi motive eden birer manevî kültürlerden geliyorlardı. Peki, çocuklarıma hangi dini öğretmeliydim? Daha önemlisi, onlardaki bu kalıtımsal Tanrı inancını hangi yöne kanalize etmeliydim? Böyle bir yönlendirme işe yarar mıydı? İnançlarında serbest bıraksam, gelecek nesiller arasında yine dinsel ayrımlara dayalı düşmanlıklar başlamaz mıydı? Sorular, sorular, sorular... Ama yanıtlar kolay bulunamıyordu. Rüyamı henüz anlatma zamanı değil, daha vaktim var dedim. Kamaramdan çıkıp kontrol odasına gittim. Horizantal dümende Danimarkalı kız Karina vardı. Riyana ve Rajat nöbetlerini geçirmişlerdi. Karina’ya: “Kontrolü bana bırak, gidip uyumana bak. Günlük yazma sakın, yarın devam edersin. Nöbet için Zizi’yi uyandırma, ben idare ederim” dedim.

32


“Olur” dedi sadece ve uzun sarı saçlarını sallayarak çok da memnun görünmeyen bir tavırla ama etkileyici bir incelikle yanımdan ayrıldı. Bu kız 13 yaşında olamazdı; beyni en azından 5 yıl daha olgundu.  Denizaltı ile yol almak, başta güvenli ve ilginç gelmişti, gel gelelim ki bu demir yığını içinde haftalarca yaşamak kolay olmayacaktı. Yakında, herkes sıkılacak, kendini kodesteymiş gibi hissedecekti. Ben zaten öyle hissetmeye başlamıştım bile. Çiçek dolu bir bahçenin nektarından yararlanamayan hasta bir balarısı gibi, düş kırıklığı yaşamaya başlamıştım. Büyük bir yolcu gemisi daha eğlenceli olmaz mıydı? Hem Akdeniz açık bir okyanus değildi ki koskoca gemiyi batıracak kadar tehlikeli dalgalar olsun... Girit çevresinde turistik bir gemi bulursak mekân değiştirebilirdik. Böylece yerleşik düzene geçmeden önce çocuklarla uzun uzun konuşabilirdim. Acele etmezsem, 2-3 haftalık yolculuk sırasında kafalarında birtakım zararlı düşünceler oluşabilirdi. Yüzeye yakın seyrettiğimiz için denizaltı biraz sallanıyordu. Daha derinden gitmek gerekiyordu, 10 metre kadar dibe daldım. Hız da artmıştı ama, Girit’e güneş bizden önce varacaktı. Saat 4’te kapı açıldı, içeri Yuki girdi. Nöbet sırası, çekik gözlü, esmer Japon oğlana gelmişti. Nasıl uyandığını sordum. Kol saatini gösterdi. Alarmı varmış. “Adaya yaklaştığımızda nöbetçi beni mutlaka uyandırsın” emrini verip odama çekildim. Yarın daha eğlenceli bir gün olacak...

ALTINCI BÖLÜM “Mehmet Amcaa, uyanın, vakit geldii!” Bu, Fabiana’nın ruhu okşayan, melodik sesiydi; kulağımın dibindeki zurna ucuna benzeyen iç haberleşme hoparlöründen yayılıyordu yatak odama. Düğmeye bastım ve piyanonun kalın tonlarını andıran bir sesle: “Tamam, geliyorum” dedim. Bu kasvet dolu demir yığını hapishaneden kurtuluyor olmanın sevinci içinde alelâcele giyinip kontrol odasına gittim. Karşımda çıkan sahne çok etkileyiciydi: Çocuklar çıkış merdiveninin etrafında hilâl şeklinde dizilmiş, ellerinde birer ikişer kır çiçeğiyle bekliyorlardı. Beni görünce, âhenkli bir koro hâlinde: “Günaydın Seçkin Peder!” diye bağırdılar. Ardından sırayla gelip sakallı yanaklarımdan teker teker öptüler, mis kokulu çiçeklerini elime tutuşturdular. Küçük dilimi yutmuş gibi, söyleyecek tek kelime bulamadım.

33


Sonra kollarımı açtım, hepsini boynuma sarılmaya davet ettim. Üstüme ilk üşüşenler kızlar oldu. Hopluyor, zıplıyor, saçımı başımı karıştırıyor ve durmadan yanaklarımı öpüyorlardı. Yaklaşmaya fırsat bulamayan oğlanlar daha fazla dayanamadılar ve kızları geri çekip teker teker üzerime atıldılar. Kızlar arkamdan yanaşıp kaburga kemiklerimi gıdıklamaya başladılar. Gülmekten başka bir şey yapamıyordum. Beynimin yarısı da, “Yahu, bu muhabbet de nerden çıktı?” diyordu. Bana Seçkin Peder diye hitap etmeleri de çok hoşuma gitmişti. Amca demelerine içerlemiştim zaten. Seçkin Baba da diyebilirlerdi. Peder ismiyle bana kutsallık yüklemek istedikleri besbelliydi. Bu konuyu daha sonra onlarla konuşmalı, peder kelimesini baba anlamında kullandıklarından emin olmalıydım. Akıllı usluydular ama henüz bebek ruhluydular; sevgiye, ilgiye, oyuna ihtiyaçları vardı. Benden başka da kimsecikleri yoktu ki... Ciddiyetimden ve yarı resmî davranışlarımdan sıkılmış olmalıydılar. Sıkıntılarını gurur nedir bilmeyen çocuksu ruhlarıyla giderme yolunu bulmuşlardı, o kadar. Karina gülmekten ıslanan yanaklarımı elindeki kâğıt mendille silmeye başladığında, bu sevgi-saygı alış-verişinin sıcaklığını tüm bedenimde hissetmeye başladım. Eskiden bir tutam sevgiye hasret, kus kus evde oturup yazarken, şimdi şarıl şarıl akan bir sevgi pınarından doya doya içiyordum âdeta. Damakta kalan hoş bir lezzet gibi, tadına doyamadığım bu günaydın ritüelini, tekrar hilâl şeklinde dizilip elpençedivan durarak bitirdiler. Baktım; çıkış kapağı açık, çivit mavisi bir gökyüzünün ışıkları merdivenin ince basamaklarını aydınlatıyor. Sınıf başkanı Vladimir parmak kaldırıp konuşmak istediğini belirtti: “Seçkin Peder, Girit’e varalı iki saat oldu. Siz uyurken, çıkıp dışarıyı kontrol ettik. Burada aradığımız her şey var. Biz, Küçük Kozmik Kardeşler, bu güzel adada birkaç gün konaklamak için sizden izin istemeye karar verdik. N’olur kabul edin, lütfen!” Etkileyici bir ısrarla yüzüme bakıp yanıt bekliyordu hepsi. Anlaşılan Vladimir gerçek bir lider gibi davranmış, çocukları organize edip örgütlemişti. Kendi başlarına toplantı yaparak birtakım kararlar almış olmaları beni biraz endişelendirdi. Kaygılarım boşuna değildi. İş çığırından çıkabilir, her şey bir ânda berbat olabilirdi veya şimdiden tahmin edemeyeceğim sakıncalar doğurabilirdi. Bu sıcak günaydın töreninin asıl sebebi de ortaya çıkmıştı. Yüzümdeki kaygıyı okumalarına fırsat vermeden, ama tatlı sert tavrımı koruyarak: “Önce dışarıyı kolaçan etmeliyim” dedim ciddî ciddî. Burası geniş bir koy olmasına karşın, bir köşk havuzu kadar durgun, balıksız bir akvaryum gibi, billûr sularıyla muhteşem bir tatil yöresiydi. İrili

34


ufaklı yüzlerce tekne demirlemişti oraya buraya. Denizaltıyı taşıyacak kadar derin görünmüyordu, ama her nasılsa çocuklar iskeleye yanaşmayı becermişlerdi. Yüzümü yalayan taze sabah yeli tüm mahmurluğumu aldı üstümden. Burnumu kır çiçeklerinin tütsülü esansı doldurdu.  Tuzlu deniz suyunun yıprattığı iskeleden geçip marinanın yolcu salonunda toplandık. Tam konuşmaya başlayacaktım, Fabiana kolumdan tutup çekerek, beni arka kapıdan dışarı götürdü yaşlı bir âmâyı caddeden karşı kaldırıma geçirircesine. Karşımdaki muhteşem manzarayla âdeta büyülendim. Sanki cennete gidip gelen birinin, gördüklerini kopya ettiği bir köşeydi burası. Yeşilin her tonuyla süslenmiş tepelerdeki uzun çamlara yuvalanmış cırcırböceklerinin senfonisi, dallar arasına gizlenmiş villaların kiremit çatılarından yankılanıyor; taç yapraklarını güneşe taparcasına açmış çiçeklerin renk armonisi; turkuvaz mavisi berrak denizden yansıyarak, ruhun derinliklerine nüfûz ediyordu. İnsanı taciz edercesine etkileyen bu manzara karşısında çocukların gösterdiği ısrar boşuna değildi. “Size bir şey daha göstereceğim” dedi Mustafa. Sesinde gerçekçilikle pekişmiş bir tını vardı. Bunun da hoş bir sürpriz olacağına bahse girerdim hemen. Sol taraftaki yüksek binanın arkasına gizlenmiş koya doğru yürüdük. Reçine kokusuyla karışık ağır bir lavanta parfümü yüzüyordu havada. Köşeyi dönünce, dev bir yolcu gemisi çıktı karşımıza. Mustafa, vapurun yan merdivenlerinden yukarı doğru koşar adım çıkmaya başladı, peşinden gittik. Yemek salonuna girdiğimizde, mis gibi bir kahve kokusu geldi. Ortadaki büyük masada hazırlanmış zengin bir kahvaltı bizi bekliyordu. Tabaklar özenle dizilmiş, tostlar kızartılmış, peçeteler gül şeklinde büzülmüştü. “Muzlu omlet de yaptım sizin için” dedi Riyana. Böylesine güzel bir güne, böylesine hoş bir sürprizle başlamak baş döndürücüydü! Yemekten önce dua etmeyi unutmamışlardı. Çay içmek isteyenlere izin verdim. İştahları yerindeydi, tıka basa bir kahvaltı yaptık, koca tencere dolusu muzlu omletten bir parça bile kalmadı. Çevreyi dolaşmak için sabırsızlanmaya başladılar karınları doyunca. Tepedeki villalardan birisi bütün görkemiyle bizi çağırıyordu âdeta. En iyisi, tepeye kadar yürümek ve panoramayı izleyerek sohbet etmekti. Korudaki cırcır korosunu dinleye dinleye, yerdeki kozalarla top oynayarak tepeye çıktık. Köşkün kilidini kırıp ikinci kattaki geniş balkona kurulduk, manzarayı hiç konuşmadan seyrettik bir süre. Temel’in topladığı keçiboynuzlarını kıtır kıtır çiğnemesi herkesin sinirine dokundu! Hiç umursamadan devam etmesi benim de canımı sıktı ama ters bir söz söylememek için kendimi bayağı zorladım.

35


Burası Agias Nikolaos denen kıyı kasabasıydı; İkinci Dünya Savaşı’nda adayı terk eden Almanların, düşman eline geçmesin diye tanklarını denize gömdükleri yer... O yüzden buraya Dipsiz Göl deniyordu. Limanı, kızıl kayalık tepeler kuşatmıştı. Tepelerdeki yeşilliğin yarattığı kontrast, insanı ta uzaktan cezbeden bir tablonun verdiği zevkten çok daha lezzetlisini veriyordu. İkinci ciddî toplantımızı yapma zamanı gelip çatmıştı: “Canım çocuklarım” diye başladım söze. Bu masum gençlerin anaları da, babaları da bendim artık. Onlara dünden beri “çocuklarım” diye hitap etmek istiyordum zaten. “Bu dünyada bir şeyden zevk almak istiyorsanız, önce onu kazanmalısınız. Atalarımızın başına gelenler; hak etmedikleri şeylerin peşinde koştukları için ve paylarına düşenin çok fazlasını aldıkları için geldi. Siz, Küçük Kozmik Kardeşler, asla onların yolunu seçmemeli; paylaşarak, yardımlaşarak, özveriyle, imeceyle ve tek bir yürek gibi bütünleşerek yaşamalısınız. İki gün öncesiyle kıyaslarsanız; olağanüstü olan tek şey, insansız bir dünyada omuzlarımıza Konsey tarafından yüklenmiş olan bu ağır görevdir. Bir de edindiğimiz yeni bilgiler.. Bu sorumluluğu taşımak ve görevimizi başarıyla yürütmek, tek hedefimiz olmalıdır. O yüzden öncelikle kendi sağlığımıza ve güvenliğimize maksimum dikkati göstermeliyiz. Dolayısıyla bazı zevklerimizden ve bizi dürten isteklerimizden vazgeçmemiz gerekiyor. Bugün zararlı olduğunu bildiğim kahveyi içtim. Sizden de 7 kişi çay içti. Bundan böyle kahve ve çay yerine, bulduğumuz meyve sularını ve temiz kaynak sularını içeceğiz. Birkaç yıl sonra çocuklarınız olacak. Onlar büyüyünceye kadar, hepimiz, size anlatacağım prensiplere uygun biçimde yaşamak zorunda kalacağız. Göreceksiniz ki, belli kurallar içinde yaşadığımızda son derece mutlu yıllar geçirecek ve çok büyük işler başaracağız. Hepinize güveniyorum. Hepinizi çok seviyorum. Lütfen benden habersiz, bana danışmadan, benim iznimi almadan hiçbir yere gitmeyin, hiçbir keyfî karar almayın ve tanımadığınız hiçbir şeye dokunmayın. Bir isteğiniz olduğu zaman, bunu mutlaka etraflıca tartışarak karara bağlayalım. Dolambaçlı ifadeler kullanmanıza hacet yok. Her şeyi dobra dobra, çekinmeden söyleyin ki, bir sorun varsa ortak çözümler bulalım. Soru veya öneriniz var mı?” “Biz nasıl çocuk yapacağız?” diye utangaç bir yüz ifadesiyle sordu Zizi. “Haçan pu kiz hiç seks filmi seyretmemiş mu?” diye takıldı bizim Laz oğlan. Herkes gülerken, Zizi’nin suratı asılmıştı. Bilinçaltında Temel’e karşı bir antipati oluşmasın diye derhâl müdahale ettim:

36


“Çocuklar, çocuklar, çocuklar! Şimdi çok önemli bir konu daha geldi gündeme. Biz, 13 kişilik bir aile olarak hep birlikte yürüteceğiz bu görevi. Aramızdaki ilişkilerin bizi mutlu etmesi için, ki buna kompati deniyor, söyleyeceğimiz bir sözden veya yapacağımız bir hareketten önce, kendimizi karşımızdakinin yerine koymalı ve biraz düşünmeliyiz. İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır diyen bir Türk atasözü var. Hayır! Ne kendinize iğne batırın, ne de kardeşlerinize çuvaldız. Beden sağlığınız kadar ruh sağlığınız da çok önemli. Ailemizin ruh sağlığını korumak için, öncelikle şunu kesinkes bir prensip olarak kabul etmeniz lâzım: Sizi rahatsız eden bir söz veya davranışla karşı karşıya kaldığınız zaman, gücenmeniz doğaldır; bu kırgınlık hemen giderilmezse, bilinçaltınıza iner ve oraya ekilmiş kötü bir tohum gibi yeşerip hem size, hem de kardeşlerinize zarar verir. Küsme ve darılmaya yol açan bir olayı bertaraf etmenin yolu diyalogdur. Bu diyaloğun nasıl sürmesi gerektiğini siz öğreninceye kadar, bu işi hep birlikte yapacağız. O sebeple, aranızda oluşacak en küçük kırgınlığı vakit geçirmeden bana ve kardeşlerinize haber vermelisiniz ki, çözümleri birlikte düşünelim. Buna <Kural-3: Birlik olun, paylaşın...> diyorum. Diğer 2 kural neydi?” “<Kural-1: Önce sağlıklı olun...> ve <Kural-2: Güvenliği asla unutmayın...>” dedi Vladimir ileri atılarak. “Aferin. İşte böyle, yeri geldikçe veya gelmeden önce, kendi kurallarımızı oluşturacak ve onlara tâbi olacağız.” Temel’e dönerek sözlerime devam ettim: “Kendimizi iyi hissetmemiz için zaman zaman espri yapmalı, eğlenip gülmeliyiz. Senin mizah anlayışını beğeniyorum. Ancak, kardeşlerin buna alışıncaya kadar, biraz daha kontrollü ve kimseyi incitmeyecek yerli yerinde espriler yapmalısın. Haçan anladin mu da?” Asker selâmı vererek: “Baş üstüne Seçkin Peder!” dedi yüzündeki o şaklaban ifadeyle. Laz oğlanın esprilerine gerçekten ihtiyacım olacaktı. Beş yıldan beri sürekli ciddî bilimsel konularla uğraştığım, yarı akademik kitaplar yazdığım için, mizah duygum gerilemişti. Her gün e.postama gelen bir-iki fıkrayı bile okuyunca hemen siliyor ve unutuyordum. Çünkü onları aklımda tutup birilerine anlatma ihtiyacı duymuyordum. “Peki, bebek nasıl yapılır? sorusuna cevap verecek biri var mı içinizde?” diye ortaya bir soru attım. Çocuklar başlarını önlerine eğerek düşünmeye başladılar. Mısırlı oğlan Mustafa elini kaldırıp söz aldı: “Bebeği anne ve baba birleşerek yapar, ama leyleğin gagasına asılmış bir kundakta gelen bebekler de varmış” dedi. Fabiana, o yanık feminen sesiyle itiraz etti:

37


“Hiç olur mu! Bebeği sadece anneler doğurur.” “Ama beni doğuran yook... Tüp bebekmişim” dedi Teksaslı kız Peggy. Sohbeti alaya almamalarını söylememe fırsat kalmadan, Londralı oğlan Lenny bilgiçliğini sergiledi hemen: “Hayır, seni yine de bir anne doğurdu. Küçük bir tüpte bebek doğar mı?” Sessiz kalanlara da konuşma fırsatı vermek için bir soru daha sorduktan sonra, bu ilk tartışma sahnesini zevkle izlemeye başladım: “Pekâlâ, sperm nedir, yumurta nedir, bilen var mı?” New York’ta doğup büyümüş olan Kelly, o anaç tavrına yakışan dingin sesiyle yanıt verdi: “Sperm, sperma veya meni denen sıvı, erkeklerin şeyinden akar. Yumurta da her ay annelerin rahimlerinde doğar.” Bu meseleyi bu kadar erken açmayı plânlamamıştım. Belki de kızların ergenlik çağı başlamak üzeredir düşüncesiyle tartışmanın sürmesi gerekiyordu, ama cinsellik eğitimi bizim için en önemli konulardan biriydi. İşe cinselliğin alfabesiyle başlamak ve konuyu enine boyuna anlamalarını sağlamak gerekiyordu. Bunun için elimde resimler, video kasetleri, maketler falan olmalıydı. Konuyu şimdilik öteleyip, kapatmaya karar verdim: “Tamam, Kelly doğru söyledi. Bu konuyu tekrar tartışırken sakın utanmayın; cinsel konuları bütün çıplaklığı ile konuşup tartışmamız ve çok iyi anlamanız gerekiyor. Bu toplantıya Londra’ya vardıktan sonra devam ederiz.” Sesimdeki kararlılığı beğenmedikleri, yüzlerinden kolayca okunuyordu. Çinli kız Zizi: “Gemide büyük bir havuz var, biraz yüzebilir miyiz?” diye kadınımsı bir tavırla sordu. Çocukların sağlığı için, yüzme şimdilik en iyi spordu. “Şahâne bir fikir! Bravo Zizi! Vapura geri dönelim, belki kamaralarda yolcuların mayolarını buluruz” diyerek herkesi fikir üretmek için motive etmeye çalıştım. Bu dünyayı sadece tıbbî bilgilerim ve kendi birikimlerimle kurtaramazdım. Çocukların yaratıcılıklarını geliştirmek ve onlardan da yaralanmak zorundaydım. İki gün öncesine kadar kendimi dünyanın en bilgili insanlarından biri zannediyordum: Şimdiyse şırınga edilen tıp bilgilerinin devasa boyutları, ne kadar az bildiğimi kanıtlıyordu sanki. “Bir şey biliyorsam, o da hiçbir şey bilmediğimdir” diyen Sokrates ne kadar da haklıymış... Havuzdaki su, ısınacak kadar güneş ışığı almamıştı henüz. Gölgede oturup çocukları izlemeyi yeğledim. Yolcu valizlerinde buldukları mayoları

38


ve şortları giymişlerdi. Cankurtaran simitleri, şişirilmiş döşekler ve su topları bulmuş, keyif çatıyorlardı. Mutluluk çığlıkları karşı tepeden yankılanıyordu. Bir ara, Karina’nın yarı çıplak olgun bedeni gözüme ilişince, bu kızların hangisini hangi oğlanla evlendirmeliyim acaba, sorusu yankılandı beynimde. 1 siyah, 1 kahverengi, 2 esmer, 1 kızıl, 1 sarı ve 6 beyaz çocuğum vardı. Kiloları ve boyları aşağı-yukarı aynıydı. Aralarındaki kültür farkı nedeniyle ortaya çıkacak anlaşmazlıkları önlemek benim için kolaydı, fakat ileriki yüzyıllarda, aralarında ayrımcılığa yol açacak muhtemel ırkçılığı önlemek için mutlaka bir şeyler yapmalıydım. Doğacak çocukların hepsini kahverengi melez yapmak mümkündü. Böylece hiç kimse bir diğerini, derisinin renginden dolayı hor görmezdi. Fakat bir sorun vardı: Doğal evrim bunu böyle isteseydi herkesi çoktan çikolata rengi yapmış olurdu. Konsey’in mektubuna bakılırsa, 3,5 milyar yıl içinde 3,5 milyar tür oluşmuştu. Demek ki evrim, çokrenklilikten yanaydı. Bunu tersine çevirmek doğal dengeyi bozmaz mıydı? Üstelik, patolojik tarihçeleri farklı olan genleri aynı kazana koyup karıştırmak tehlikeli sonuçlar doğurabilirdi. En mantıklısı, birbirine yakın coğrafyalardan gelen çocukları birleştirmekti. Bu muhakeme zinciri kafama yattı. Çocukları bu mantık çerçevesi içinde uzun uzun seyrettim; cüsselerini karşılaştırdım ve onları evli çiftler olarak görmeye çalıştım. Yazık, henüz evlenecek çağda değillerdi, fakat bunu yapmaya mecburduk. Bu dünya eski dünya değildi artık. Koşullar değişince kurallar da değişmeliydi. Hz. Âdem dahi oğluyla kızını evlendirmişti dünyada başka insan yok diye. Kafamda geçici bir kompozisyon belirdi: Çinli kız Zizi, Japon oğlan Yuki ile evlenmeliydi. Danimarkalı kız Karina, Rus oğlan Vladimir ile kolayca eşleşti. Fakat diğerlerinin coğrafyaları uyuşmadı. Galiba Kozmik Kardeşler benden farklı düşünmüş ve genetik havuzu çok daha geniş tutmuşlardı. Öyleyse: Güney Afrikalı siyahî kız Riyana, Mısırlı esmer oğlan Mustafa ile, Teksaslı kız Peggy, Karadenizli oğlan Temel ile, New Yorklu kız Kelly, Hintli oğlan Rajat ile, Brezilyalı kız Fabiana, Londralı oğlan Lenny ile çiftleşmeliydi. Evet, bu eşleşme, mevcut renkleri korumak için en uygun olanıydı. Ama attığım her adım, satranç tahtasında oynatılan bir taş gibi, yeni hamleler ve oyunlar doğuruyordu. Bu hamle çiftler arasında gereken elektriği ve kimyayı sağlayabilecek miydi acaba? Dün denizaltındayken Temel’in Karina’dan hoşlandığını fark etmiştim. Oysa Temel, Peggy ile çiftleşmeliydi. Bu işi doğal seyrine bıraksam daha mı iyi olurdu acaba... Yoksa aralarında çıkacak kıskançlıklar yüzünden büyük sorunlar mı yaşardık. En iyisi, kontrolü elden bırakmamaktı. Çocukların geçmişe öykünmelerini; geçmişlerindeki acı tortuları, yanlış inançları, maddî hırsları

39


ve aşırı istekleri onların sisteminden silemezsem, başarı şansım çok azalacaktı. Onları bu eşleşmeye razı etme ve aralarında sevgi bağı oluşturma yollarını mutlaka bulmam gerekiyordu. Beynimi dünden beri kurcalayan bu sorunu halletmiş olmanın mutluluğu içinde yüzmeye karar verdim ve Rajat’ın üzerinden atlayarak çivileme suya daldım. Hızla kulaç atan Fabiana’nın kolundaki saati görünce birden paniğe kapıldım! Havuza baktım, çocukların hepsi saatleri ile yüzüyordu. Eyvah!... “Çocuklar! Hemen havuzdan çıkın, çabuk, çabuk!” diye avazım çıktığınca bağırdım. “Saatleriniz su almıştır şimdi. Neden onları çıkarmayı akıl etmediniz?” dedim kızgın bir sesle. Yüzünde beliren gülümsemeye benzer bir kırışıklıkla: “Sen merak etme” dedi Peggy, “Bu saatler su mu geçirmez.” Yanımdan geçen Yuki’nin kolunu tutup saatine baktım. Evet, şeffaf ve sert bir maddeyle kaplanmış; içinde bir pil, bir mikroçip, bir dijital takvim ve bir göstergeden başka şey görünmüyordu. Rahatladım... Saat 12.07’yi gösteriyordu. Buraya takılıp kalamazdık. Yolcu yolunda gerek... Çocuklara 10 dakika sonra kaptan köşküne gelmeleri için direktif verdim. Bu dev yolcu gemisi ile Malta’ya gidebilirdik... Bol miktarda erzak gerekiyordu. Gidip soğuk hava deposuna baktım. Hâlâ ısınmamıştı, ama derin dondurucudaki etler ve sebzeler çözülmüş, renk değiştirmişti. Yakıt depoları ağzına kadar doluydu.  Kaptan köşkünde bulduğum kol saatini çocukların saatine göre ayarladım ve 12.55’te, marinanın dar boğazından denize açıldık. “Hoşça kal güzel ada! Belki yıllar sonra torunlarımız seni ziyarete gelirler. Hoşça kal! Seni kutsal doğaya emanet ediyoruz” dedim yüksek sesle. Çocuklar el sallayarak uğurladılar adayı, gözleri burkulup arkada kaldı. Üstümüzde uçuşan albatroslar da bize güle güle der gibi, kedi miyavlamasına benzer seslerle bir şeyler söylediler. Hava nemliydi. Deniz ve gök birbirine karışmış, ufuk çizgisi görünmüyordu. Sonsuza yolculuk yapar gibi, ufku delmeye gidiyorduk. Yapayalnız bir klânın umutlu ama buruk yolculuğuydu bu. Yoldaki tek tehlike, önümüze çıkabilecek küçük adacıklar veya kayalıklar olabilirdi. Dümeni Temel’e bıraktım, harita dolabında Akdeniz’in ayrıntılı bir haritasını buldum. Malta rotası kırmızı çizgiyle gösterilmişti ve nokta büyüklüğündeki üç adanın açığından geçiyordu. Bir diğer rota da İtalya’nın Bari şehrine uzanıyordu. Çizmenin topuk kısmına yakındı.

40


Mesafeler aşağı yukarı aynıydı. Haritayı çocuklara gösterdim. Niyetimi hemen anladılar. Karina heyecanlanmış ve dikkatimi çekmek için, göz hizasını aşan bir bahçe duvarının arkasını görmek istercesine hoplamaya başlamıştı. “Biz geçen sene trenle İtalya’nın güneyine gitmiştik. Çok ama çok güzel bir ülke. Oraya gidersek, trenle Avrupa’nın her tarafına ulaşabiliriz. Daha hızlı hareket eder, daha çok yer görürüz” dedi. Karina ikinci kuralı unutmuş görünüyordu; tren vapurdan daha mı güvenliydi ki? Haritanın üstüne eğilmiş düşünürken, gözümün önüne çocukların doğum yerleri geldi. Hemen hemen hepsi denize açılan şehirlerde doğmuştu. Bu uzun deniz yolculuğu onları sıkabilirdi. Karadan gitmek daha eğlenceli olacak, üstelik Karina’nın isteği de yerine gelecekti. “Pekâlâ, rotayı İtalya’ya çevirin” dedim. Çığlıklar atarak boynuma sarıldılar. Kaptan köşkünde coşkulu bir çocuk bayramı yaşanmaya başladı. Demek, benim gibi çocuklar da sıkılmıştı denizden. İlk yolculuğu denizaltı ile yapmak bir hataydı!

YEDİNCİ BÖLÜM Bari limanına demirlediğimizde saat 14.15’ti. Yolculuk 25 saat sürmüştü. Gemide istediğimiz her şey vardı. Çocuklar zamanlarının çoğunu havuzda ve oyun salonundaki atari başında geçirmişti. Aralarında yüksek skor yapma yarışına girmeleri onları gün boyu meşgul etmiş, böylece ben de düşünecek bol bol zaman bulmuştum. Denizdeyken havanın boğucu sıcaklığını hissetmemiştik. Sahilde Şirakko denen nemli ve yakıcı güney rüzgârı esiyordu efil efil. Etrafta kahverengi kuru tozlar uçuşuyordu. Hızlı adımlarla yürüyüp şehre indik, işaret levhalarını takip ederek merkez tren istasyonunu bulduk. İkinci peronda gıcır gıcır parlayan 6 vagonlu bir hız treni bekliyordu. Aksi şeytan!... Bu trenler elektrikle çalışıyordu. Şehirlerarası yolculuk için ülkedeki tüm entegre elektrik şebekesini devreye sokmak gerekecekti. Hayal kırıklığı içinde dizel motorlu bir çekici aradık, bulamadık. Manş Denizi’ne kadar trenle yolculuk hevesimiz kursağımızda kaldı. Çocuklarla kısa bir toplantı yaptım ve isteklerini sordum. Rajat’tan başka kimse gemiye dönmek istemedi. Geriye 2 seçenek kalmıştı; uçakla veya otomobille gitmek... Bari havalimanına giden yolu ararken, ana caddelerin birinde BMW marka motosiklet satan büyük bir galeriye rastladık. Bunlar güvenilir ve hızlı motorlardı. İşte üçüncü alternatif! der gibi, çocukların gözleri ışıldadı. Yeni kararımızı tek kelime konuşmadan vermiştik. Kaldırımdaki çöp sepeti

41


ile vitrin camını kırıp 7 tane motosikleti dışarı çıkardık. Galerinin arka bölümünde bol miktarda kask ve içi fiber dolu özel giysiler vardı. Birer “Robocop” gibi giyindik. Herkes birbirine benzemişti. Benzin depolarını doldurduk. Yolda birbirine tutunurken, aralarında oluşacak elektriklenme olasılığını artırmak için, çocukları kafamdaki eşleşmeye göre bindirdim motorlara. Önümüze çıkan dükkânlardan yiyecek ve içecek depoladıktan sonra otobana yöneldik. Yolculuk zevkli geçiyordu; Ankona’ya gelinceye kadar sağ taraftaki Adriyatik Denizi’ni çok az kaybettik gözden. Sol yanımızdan geniş ay çiçeği tarlaları, gümüş rengi zeytinlikler ve küçük çiftlikler geçiyordu ara sıra. Uzaktaki tepeleri ve eğimli bayırları süsleyen koyu yeşillikler, nemli havaya rağmen olanca berraklığı ile ufku süslüyordu. Tüm fabrikalar ve eksoz gazı kusan araçlar sustuğu için, havadaki oksijen hissedilir oranda artmıştı. Atmosfer kendi kendini temizlemeye başlamıştı bile. Ah bilinçsiz sanayileşme, ah! 150 yıldan beri katlettiğin doğa, öcünü almak için bir bumerang gibi geri dönüp insanların sonunu getirdi işte! Otobanda birbirimizi geçmeye çalışırken bazen 120 kilometre sürate bile ulaşmıştık. Bu, Kural-2’ye aykırı ve çok tehlikeliydi, fakat insan kendini duygularına kaptırdığında, kurallar ve mantık, düşünce denklemine girmeye fırsat bulamıyordu işte. Hız konusunu daha sonra çocuklarla konuşmalıyım diyerek öne geçtim, elimle yavaşla işareti yaparak onları durdurdum. Alacakaranlık basmak üzereydi, geceyi Ankona’da geçirmeliydik.  Kentin merkezindeki büyük parka bakan Trust Forte otelinde konaklamaya karar verdik. Akşam yemeğini imece usulü hazırladık, keyifli bir ziyafet verdik kendi kendimize. Yemekten sonra parka gittik, bankları yan yana, karşı karşıya dizdik, meyve sularımızı yudumlayarak ay ışığının gölgesinde uzun bir sohbete koyulduk. “Otobanda büyük bir hata yaptık, neydi bu?” diye beklenmedik bir soru attım ortaya. Kimseden çıt çıkmadı. “Kural-2 neydi?” “Güvenlik” dedi Lenny. “Peki, yolda yarışırken bu kurala uyduk mu?” “Haklısınız Seçkin Peder, kuralı kırdık” dedi Kelly. “Ben de uymadım” dedim, “Bu hatayı işlememizin sebebi duygusal davranmamızdı. Sürat yarışı o kadar hoşumuza gitti ki, bu güzel duyguyu yaşarken, hayatımızı riske soktuk farkında olmadan. İleride diğer bazı riskler almamız gerekebilir, ama ölüm tehlikesi taşıyan riskleri asla, hiçbir zaman almamalıyız! Söz mü?” “Söz!” diye bağırdılar koro hâlinde.

42


Farklı kültürlerden geldikleri için, “söz” derken değişik işaretler yaptı her biri. Temel yumruğunu göğsüne sertçe vurmuş, sesi titremişti. “Sen niye kendini dövdün?” diye bıyık altından gülerek sordum Temel’e. “Pen çendimu döömesem, siz dööcektinuz” dedi hazırcevap oğlan. Bu yanıt şaka da olsa, Temel’in benden çekindiğini dolaylı olarak anlatıyordu. O kadar sert davranmadığımı biliyordum. Belki de tavırlarımı öğretmenlerinden birininkiyle kıyaslamıştı. “Hayır” dedim, “Bildiğiniz bütün dillerdeki dövme sözcüğünü unutun artık. Şiddet yok! Sadece disiplin ve karşılıklı sevgi saygı içinde yaşamak var bundan böyle. Tamam mı?” “E servito!” diye bağırdı Temel İtalyanca, “Emredersiniz!” “Rubbish in, rubbish out” deyip sustum. Herkes arkasını beklemeye başladı. “Ne demek istiyor bu özdeyiş?” İngiliz atasözü olduğu için, Lenny biliyordu gerçek anlamını: “Yanlış done girerse, yanlış done çıkar” dedi. “Teşekkür ederim, doğru söyledin. Biraz açayım bunu size: Beyni bir kıyma makinesine benzetebiliriz; içine kaliteli et koyarsanız, dışarıya kaliteli kıyma çıkar; bozuk et girerse, bozuk kıyma çıkar. Hafızanızı da yanlış bilgilerle doldurursanız, beyniniz yanlış düşünceler üretir. Öğrendiğiniz şeyler yanlış olursa, yanlış işler yaparsınız. Duygular için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Hayatı riske sokmak da böyledir işte. O riski yaşarken, hormon sisteminiz öyle hormonlar üretir ki, onun tadını alan beyin, artık hep o miktarda hormon ister ve sizi riskli işler aramaya yöneltir. Yani vücudun kimyasını bozar büyük riskler. Ne demek istediğim anlaşılmıştır herhâlde? Hadi biraz müzik dinleyelim mi...” Ara sıra sallanan yaprak gölgeleri gibi sallandı başları. Zizi yanında taşıdığı kavalını aldı eline, parktaki ağaçların tepelerini ışıl ışıl aydınlatan mehtabın yarattığı romantik atmosfere uygun bir Çince parça üflemeye başladı. Müzik yeteneği kavalından dışarı üfleniyordu âdeta. Ne kadar da ustaca sesler çıkarıyordu ufacık kavaldan! Şarkının tiz sesleri, yüreğime saplanan zehirli bir ok kadar acı veriyor, götürülen 6,5 milyar insanın feryadı gibi geliyordu bana. Kendimi terkedilmiş, yapayalnız hissettim bir an! Melodiler uzadıkça uzadı; üflemekten çıkık yanakları kızarmış, çekik gözünün çeperleri titremeye başlamıştı Zizi’nin. Bir ara ağaçlarda tüneyen kuşlar da vokal yaparak eşlik etmeye başladılar. Arkasından Riyana içli bir Zulu şarkısı söyledi. Gecenin sığ karanlığını delen, etkileyici bir Soprano sesi vardı.

43


Bu küçük konser, yolculuğun biriktirdiği stresi atmamıza epeyce yardımcı oldu ama beni biraz kaygılandırmıştı yine. “Çocuklar, atalarımızın yazdığı, söylediği şarkı sözlerine ve müziğe bakın hele. Ne kadar acı dolu, ne kadar hüzün verici! Bizim bütün o acıları unutup neşe dolu şarkılar söylememiz ve ayrıca yaratmamız lâzım. Bundan sonra dertli-mertli şarkı duymak istemiyorum” dedim. Lenny başıyla onayladı söylediklerimi ve: “Dünkü çocuk yapma konusuna devam edebilir miyiz?” diye dudaklarının ucuyla sormadan edemedi. “Bu konuya Londra’da devam edeceğimizi kararlaştırmıştık, unuttun mu? Ama biraz ön bilgi vereyim size: Kozmik Kardeşler neden 6 kız ve 6 erkek seçti dersiniz?” Peggy yanıtladı: “Herkesin bir ailesi olsun diye...” “Doğru ama, tamı tamına değil” dedim, “Biz zaten bir aileyiz ve ölünceye kadar böyle kalacağız. Geniş bir sülâle oluncaya kadar, aramızda asla ayrı gayrı olmayacak. Kural-3 neydi... Paylaşımdı, değil mi? Her şeyi paylaşacağız... Doğacak çocuklarınızı ve torunlarınızı bile. Âdem ile Havva’nın öyküsünü bilen var mı?” “Ben biliyorum” dedi Vladimir ve anlattı uzun uzun. Zizi, Karina ve Fabiana’nın hikâyeyi bilmediği, yüzlerinden okunuyordu. Habil ve Kabil isimlerini hepsi biliyordu, ama Kabil’in, kardeşi Habil’i öldürdüğünü bilmiyorlardı. Bu özellikleri, 15 dil bilmelerinden kaynaklanıyordu. Kelimeleri birer sözlük terimi olarak biliyor, gel gelelim ki, o kelimelerle anlatılan hikâyeleri bilmiyorlardı doğal olarak. Bu çocukları eğitmek zor olmayacaktı; leb demeden, bırakın leblebiyi, çekirdeği ve fıstığı bile anlıyorlardı... Vladimir hikâyesini bitirince, bir soru attı ortaya: “Erkek kardeşler, kız kardeşleri ile nasıl evlenebildi?” Sanki aklımdan geçenleri okumuş ve benim sormak istediğim soruyu yöneltmişti herkese. Vladimir’i yabana atmamak gerekiyordu; tahminimin çok ötesinde yeteneklerle donandığı, her hâliyle belli oluyordu. “Çünkü onlar evlenmeseydi dünyada hiç insan kalmazdı” diye yanıtladı hemen Lenny. “Neye yaradı ki? Zaten insan kalmadı dünyada!” dedi Fabiana. Herkesin yüzüne hüzünlü, acıya çalan, sevimsiz bir tebessüm musallat oldu. Derhâl araya girdim: “Diyelim ki bu hikâye doğru. Bundan ders almamız gerekmez mi? Biz onlar gibi değiliz ki... İyi eğitim almış, aklı başında insanlarız. Yani durum farklı... Her olayı kendi şartları içinde değerlendirmek gerekir. Artık dünyada 6 Âdem, 6 Havva var ve bunlar evlenip çocuk doğurmalı. Habil ile

44


Kabil arasındaki kıskançlık krizine düşmeden, hırgür etmeden, KK’nin verdiği görevi yerine getirmeli. Bu hikâyeden bir ders çıktı ortaya; <Kural-4: Her zaman barıştan yana olun...> Sağlık, Güvenlik, Paylaşım ve Barış... Gelelim nasıl evleneceğinize: Siz havuzda yüzerken, bunu uzun uzun düşündüm dün. Şimdi kararımı açıklamanın zamanı geldi ama hiçbiriniz itiraz etmeyeceksiniz. Çünkü bu eşleşmenin genetik sebepleri var ve Konsey de bunu böyle istiyor.” Hepsi sus pus olmuş, pür dikkat bekliyordu. Bu arzu dolu, nahif bekleyişleri, fikrimi bir ânda değiştirmeme yol açtı, kafamdaki çiftleşme tablosunu açıklamak gelmedi içimden. Herkesin beraber olmak istediği biri olmalıydı. Benim zoraki empozem, ileride zihinsel, duygusal ve ruhsal yönden sorunlar çıkarabilirdi. Gerçi insan haklarına aykırıydı, fakat insan hakları bir müddet askıya alınmak zorundaydı. Yine de çocukların fikrini almak yerinde bir davranış olur diye düşününce, ayağa kalktım ve “Söylemicem işte!” diyerek hızlı adımlarla yürümeye başladım parkın çıkış kapısına doğru. Hepsi düş kırıklığı içinde kuçu kuçu peşimden gelmeye başladılar. Bir yandan da, “Yaa, Seçkin Peder, lütfen!” diye bağırıyorlardı. Otele girip resepsiyonda bekledim. Kapıdan toplu hâlde içeri dalınca, yalvarmaya başladılar: “Lütfen, lütfen açıkla!” En fazla merak ettikleri konu bu olmalıydı. “Gidip fırça ve macun bulun, dişlerinizi fırçalayın, duş aldıktan sonra yatağa girip uyumaya çalışın. Yarın sabah erkenden yola çıkmamız lâzım. Riyana kahvaltıyı hazırlayacak. Süt, yumurta ve bal mutlaka olsun. Ayrıca...” deyip biraz durakladım. “Uyumadan önce herkes bir parça kâğıda kiminle eşleşmek istiyorsa, onun ismini yazsın ve sabahleyin bana versin. Hadi bakalım, yatak odalarına marş marş!” Bu tür bir disiplin, başta çocuklara birer formalite gelebilirdi, ama zaman geçtikçe, bunların kalıcı birer alışkanlığa dönüşeceğinden adım gibi emindim Seçimi kendilerine bırakmam hepsinin çok hoşuna gitmişti. Yumuşak, flört dolu seslerle: “İyi geceler Seçkin Peder” deyip asansöre yöneldiler teker teker. Dış kapıları kilitledikten sonra odama çıkıp yüzükoyun düştüm yatağa.

SEKİZİNCİ BÖLÜM 19 Haziran 2013 45


Çalarsaat yediye beş kala zırlamaya başladı. Şekerleme yapmaya zaman yoktu. Duş alıp lokantaya indim. Kahvaltı masası çoktan bezenmişti. Çocukların alt kattan sesleri geliyordu. Bir bardak greyfurt suyunu yudumlarken, kahvaltıya gelenler müstakbel eşlerinin isimlerini yazdıkları kâğıtları önüme koyup oturdular. Herkes geldiğinde, önümde aynı boyda 12 farklı renkte kâğıt birikti. Bu kâğıtları da nereden buldular? diye biraz şaşırdım. Hepsi çok şıktı; saçlar taranmış, giysiler yenilenmişti. Anlaşılan otelin giriş katındaki Benetton mağazasını yağmalamışlardı. Ürperiyordum nedense! Bu, dünya kurulduğundan beri insansoyunun yapacağı en önemli seçim olacaktı. Gelecek kuşakların kaderi, bugün vereceğimiz kararla belirlenecek, yeni bir Yaratılış Destanı yazılacaktı! Karina’yı çağırdım ve notlarının arasına günün önemini anlatan güzel cümleler koymasını istedim. Herkesin yüzünde silik bir tebessüm belirdi. Yemek duasında bugünlük bir değişiklik yaptım ve önümdeki oy pusulalarından söz ederek seçimin hayırlı olmasını diledim. Kâğıtları kahvaltı boyunca açmadım ama meraktan çatlamak üzereydim. Masadan ilk önce ben kalktım, yan masaya geçip kâğıtları açarak yaydım. Birden gözlerime inanamadım!... 12 pusulanın hepsi aynı kitap harfleriyle yazılmıştı ve tümünde aynı tavsiye vardı: “Babanız, evleneceğiniz eşlerin seçimini size bırakırsa, seçim yapmayın ve kendisine bu kâğıdı verin. Ona her zaman güvenin ve saygılı olun.” Masaya yığılıp kaldım! Birkaç litre deniz suyu yutmuş kadar tıkanmıştım. Kozmik Kardeşler’in bu jesti, şimdiye kadar edilmiş en büyük iltifattı bana. Gözyaşımı tutamayıp böğür böğür ağlamaya başladım. Ağladıkça, daha fazla ağlamak geliyordu içimden. Çocuklar başıma üşüşüp, saçımı, sırtımı, bacaklarımı okşamaya başladılar. Ağıtım durmayınca, hıçkıra hıçkıra masaya yığılıp niye ağladığımı bilemeden bana eşlik ettiler. İçimizden biri ölmüş gibi, giderek kahır doluyor, kötü kaderimize ağlıyorduk sanki. Buna ihtiyacımız olduğunu düşündüm bir an: Yakınlarımızın kaybına, açık seçik bir duygusal tepki gösterememiştik şimdiye kadar. Çocuklara ve kendime matem izni vermemiştim. Unuturuz demiştim. Belli ki içimiz doluydu ve boşalmak gerekiyordu. Yüz kaslarım ağrıyınca kalktım, teker teker boyunlarına sarılıp hepsini öptüm. Birbirinin bitini temizleyen bir şempanze ailesi gibiydik. Herkes, ağlarken yaşadığımız yalnızlık hissini giderircesine birbirine dokunuyor, kurulan derin empatinin, yaşanan kompatinin tadını çıkarıyordu. İşte duygusal zekâ buydu: Doğru yerde, doğru zamanda, doğru kişiye karşı, doğru duygusal tepkiyi doğru miktarda gösterebilme yeteneği... Çocukların bu yeteneğe sahip olmaları beni çok mutlu etti.

46


Kafamdaki eşleşme tablosunu o ânda açıklamak, ortamın büyüsünü bozabilirdi. Onlara kararımı daha sonra açıklayacağımı ve toparlanmalarını söyledim. Saat 9’a doğru benzin depolarımızı doldurup yola koyulduk. Ankona olağanüstü güzelliklerle doluydu, ne yazık ki gezip tozmaya vaktimiz yoktu. Çocuklar Venedik’e gitmek istiyordu. “Kuzeydoğuya eğilmek çok zaman alacak. Turizm zevkimizi ertelemek zorundayız. Düz bir güzergâh izleyip Parma-Milâno üzerinden İsviçre’ye girmeliyiz akşam üstü” dediğimde itiraz eden olmadı.  Yollar kaymak gibi ama virajlıydı. Onları arkadan takip ederken hız kuralına uyduklarına tanık olmak hoşuma gitti. Üç gündür ceplerinde taşıdıkları Konsey notunu düşündüm. Çocuk yapma konusunu bu kadar çabuk açmalarının nedeni buydu demek! Başka sürprizler de var mıydı acaba? Milâno’da yemek molası vermek için şehre girdik. Merkeze kadar gitmeye gerek yoktu, havaalanı daha yakındı. Konserve balık, kraker ve meyve ile karnımızı doyurup küçük sırt çantalarımızı yedek besinlerle doldurduk. Otobana çıkarken, kalkış pistinde bekleyen bir jumbo jet gördük uzaktan. Hepimizin kafasında aynı tilkinin dolaştığından emindim, ama uçmanın güvenli olmadığına yine birbirimize bakışarak konuşmaksızın karar verdik, gaz kolunu çevirip ilerledik. İsviçre sınırına yaklaşırken güneş batmak üzereydi, uygun bir yer bulup geceleme vakti gelmişti. Önümüzdeki ilk yerleşim yeri, Komo denen sınır kasabasıydı. Buraya yıllar önce İtalyan arkadaşım Mario ile birlikte gelmiş, annesinin evinde kalarak bir hafta boyunca unutamadığım bir tatil geçirmiştim. Tan yeri ağarırken, Komo Gölü’nün sabahı ısıtan renklerini ve bu doğa harikası yerde yuvalanmış kuşların kahvaltı bulma telâşlarını izlemek, bende ta o zaman başlayan bir alışkanlığa dönüşmüştü. Bunu tekrar deneyimleme isteği, çabuk karar vermeme yardımcı oldu, jeneratörü olan bir otel aramaya başladık. On beş yıl önce, Mario’nun çok sevdiği Bloody Mary kokteylini en iyi yapan kişi, Metropole Suisse Hotel’in uzun saçlı barmeniydi. Otelin manzarasını ve lüksünü çok beğenmiştim. Komo’ya girince o oteli bulduk. Çocuklar nasıl davranacaklarını iyi biliyorlardı. Elektriği bile onlar yaktı. Hafif bir akşam yemeği yedikten sonra, yabanî hayvanlara karşı bir tedbir olarak silâhımı alıp çocukları gölün etrafında gezintiye çıkardım. Uzun bir yürüyüşün ardından otele geri döndük. Yatağa uzanıp gözlerimi kapayınca zihnimde Paris’in ışıl ışıl geceleri canlandı...

47


DOKUZUNCU BÖLÜM 20 Haziran 2013 Paris uzaktan muhteşem görünüyordu her zamanki gibi. Eyfel Kulesi’ne çıkmayı ve şehrin genel görüntüsünü izlerken, geniş perspektiften bakmanın yararlarını anlatmayı tasarlıyordum çocuklara. Ayrıca Louvre müzesindeki binlerce tablo, heykel ve antika parçalarda gizlenmiş 6 bin yıllık dünya tarihine doğru kısa bir sanat yolculuğu yapmak gerekiyordu. Yaratıcılıklarını şimdiden geliştirmek için onlara sanatın önemini iyi kavratmalıydım. Kentin merkezine doğru ilerledikçe, gün ağarıncaya kadar diskoları dolduran gençlerin caddelere attıkları çöpler ve araçların sayısı artmaya başladı. Her yanı bir mezbaha kokusu sarmış; dört gün boyunca güneşte kalan atıklar ve açıkta bırakılmış tüm yiyecekler bozulmuştu. Nefis bir gece geçirmeyi düşlemişken, kendimi lâğım çukuruna düşmüş kadar berbat hissetmeye başladım. Bu güzelim şehirde iyi bir uyku çekmek mümkün olmayacaktı. Birden aklıma Eurostar treni geldi; Manş Denizi’ni Künel’den- geçerek Londra’ya ulaşan hızlı tren... Yiyecek ve içecek bir şeyler aldıktan sonra üç buçuk saatlik bir yolculuk daha yaparak bu gece son durağımıza erişebilirdik. Bir ân önce yerleşik hayata geçme sabırsızlığımız saat saat artıyordu. Künel istasyonunu bulduk ama... Bu trenin de elektrikle çalıştığını unutmuştum. Hafızam zayıf değildir, fakat bunca stres ve yol yorgunluğu belleğimi de yormuştu anlaşılan. Çocuklar da aynı durumda olmalıydılar. Alternatif çözümler düşünmeye başladığım ânda, Kelly bir öneride bulundu: “Neden birer uyku tulumu ve yastık bulup Eyfel’in üst katında uyumuyoruz?” Bu, romantik bir seçenekti romantik olmasına, ama sakıncalıydı; gecenin ayazına çarpılmak veya uyku sersemliği içinde merdivenlerden yuvarlanmak riskini gözardı edemezdik. Çocukların soluk yüzleri de bıkkınlığın dayanılmaz ağırlığını taşıyordu bir yandan. “Motorları çalıştırın! Versay Sarayı’na gidiyoruz... 21 Haziran 2013 Sıkıntılı bir gece geçirmiş, sık sık uyanmıştım. Sarayın bahçesine indiğimde, ufka kadar uzanan harikulâde güzelliklerle dolu bu devasa bahçe ve çevredeki ormanlık arazi, gecenin karanlığından henüz silkiniyor, gül ağaçlarına konmuş şebnem taneleri birer gündüz yıldızı gibi pırıl pırıl parlıyordu. Ufuktaki mor sisler yavaş yavaş gök mavisine dönmeye

48


başlamıştı. Serin sabah yelinin gücü, Paris’teki o berbat kokuyu bu cennet bahçesine kadar taşımaya yetmiyordu. Londra’ya yerleşmekten şimdilik vazgeçmek zorundaydık. Aynı koku ve aynı riskler orada da olacaktı. Müdahale, saat farkı yüzünden 1 saat daha erken yapıldığı için, Londra caddeleri daha pis, daha fazla otobüs ve taksiyle dolu olmalıydı. Bozulan yiyecekler ve ölen hayvanların cesetleri bakterilere yem oluncaya kadar, kentlerden ve kasabalardan uzak bir bölgede yaşamak gerekiyordu iki-üç ay boyunca. Plânımda değişiklik yapıp bu muhteşem sarayda kalmamıza karar verdim. Fransa'da yaz ayları boyunca meyve veren sayısız ağaç ve şarapçı bağları vardı. Toprak ve hava uygun olduğu için, kendi sebzelerimizi yetiştirebilir, buğday ve mısır tarlalarından toplayacağımız tahılla ekmek ihtiyacımızı giderebilirdik. Zaten tüm fırınlar un çuvalları ile doluydular. Geriye tavuk ve balık eti ile süt gereksinimi kalıyor diye kafamda plânlar yaparken; birer tavuk ve inek çiftliği bulmamız gerektiğini düşündüm. Bir de hayvanat bahçesine gidip oradaki goril ve şempanzeleri korumaya almalıydım. Bu hayvanlar, ileride yapmayı tasarladığım genetik mühendislik için gerekliydi.  Motosiklete atlayıp 10 kilometre ötede bulduğum bir marketten kahvaltılık bir şeyler yüklenip getirdim. Çocuklara bir not bıraktıktan sonra hayvanat bahçesine yöneldim. Versay, Paris’in 20 kilometre kadar güney batısındaydı. Bölge, millî park olarak koruma altında olduğu için çevrede sanayi tesisleri ve çok sayıda yerleşim alanı yoktu. Dikkatimi en fazla çeken bina yakındaki bir oteldi; Westin Trianon Palace, bir diğer yavru saray... Yer yer meyve bahçelerine, ayçiçeği tarlalarına ve zümrüt yeşili boş alanlara rastlıyordum. Versay, doğanın kalbine kurulmuş, pislik ve kokudan uzak mükemmel bir mekândı. Bu sarayda yaşamak neden daha önce aklıma gelmedi, diye kızdım kendi kendime. XIV. Louis’nin, 330 sene önce yaptırdığı bu şaheser mimari abidesi, bundan böyle Küçük Kozmik Kardeşler’in yuvası olacaktı. Paris’e yaklaştıkça sabahın taze havasını bozan, amonyak gibi kokmaya başlamış bir gaz genzimi yakmaya başladı. Merkez jandarma karakolunun önünden geçerken, içeride gaz maskeleri olabileceğini düşünüp daldım binaya. Tombala!... Birini başıma geçirdim, 12 maskeyi de bir torbaya doldurup yanıma aldım. Dolapların birinde bekçi düdükleri de vardı. Bir kutu düdük, bir kutu dinamit ve birkaç kutu mermiyi torbaya koyup motosiklete bağladım. Hayvanat bahçesine yaklaştığımda tanıdığım bütün hayvan seslerini birarada duymaya başladım. Bahçenin ana kapısı kilitliydi. Demir parmaklıkların arkasındaki manzarayı görünce dehşete düştüm: Bir aslan

49


ailesi öldürdükleri geyiği parçalamakla meşguldü! Maymunlar ve tavus kuşları ise ağaçlara çıkmıştı. Yakındaki bir söğüt ağacında da yakışıklı bir leopar sessizce aslanların kahvaltısını izliyordu. Anlaşılan Kozmik Kardeşler tüm kafesleri açmış, hayvanları serbest bırakmıştı. Bu cangıla girmek olanaksızdı. Bir marketten birkaç kutu portakal suyu alarak, biraz üzgün, saraya geri döndüm. Çocuklar bahçedeki yuvarlak, fıskiyeli büyük havuzun etrafına oturmuş sohbet ediyor, Karina günlük tutuyordu. Bu kızın elinden defter kalem düşmüyordu. Galiba kâtiplik işini, yüklendiği sorumluluk duygusu içinde severek yapıyordu. Veya benim yazar olduğumu bildiği için sürekli not alıp ilgimi çekmek istiyordu! Motosikletin sesini duyunca bana doğru hızlı adımlarla koştular. Beyaz tişörtler ve kısa safari pantolonlar giymişlerdi. “Günaydın Seçkin Peder” diye askerî bir manga gibi yüksek sesle bağırdılar. Ardından en merak ettiği şeyi sordu Temel: “Hayvanat bahçesine neden gittiniz?” “Hayvanların iyi olup olmadıklarına bakmak için” deyip konuyu iki sebepten ötürü geçiştirmeye çalıştım: Birincisi; çocukların hepsinin evlerinde birer köpeği veya kedisi olduğunu öğrendiğim için, onların akıbetini merak etmelerini istemiyordum. Bu üzüntü onlara ana-babalarını da hatırlatabilirdi. İkincisi; hayvanlar üzerinde yapacağım genetik çalışmaları ve klonlama işini şimdilik bilmelerini istemiyordum. Bunların gelecek nesiller için yararlı olup olmayacaklarını önce kendim deneyerek keşfetmeliydim. “Her sözün bir yeri ve vakti vardır. Her gerçek tüm çıplaklığı ile anlatılmamalı” öğüdünü prensip edineli, gerçeği söylerken tasarruflu davranmanın işe yaradığını öğreneli epey olmuştu.  Dün geceye kadar, çocuklara bundan sonra neyi öğretip neyi öğretmemem gerektiğine bir türlü karar verememiştim. Hatta bu, dünyanın en kıymetli varlıklarını, içinde yapay hiçbir şey olmayan doğal bir ortamda veya Brezilya’daki yağmur ormanlarının birinde büyütmeyi bile düşünmüştüm. Fakat bu sabah bahçeye indiğimde, sabahın o dingin ve temiz atmosferi içinde dolaşırken, bir bakıma gelecek nesillerin muallak kaderini yazacak olan son kararımı vermiştim: İnsansoyunun bugüne kadar edindiği tüm evrensel değerleri, bilimsel buluşları ve teknolojileri kullanarak yaşamalı; fakat bunlardan, Kozmik Bilinç’e ters düşmeyecek şekilde yararlanmalıydık. O zaman yaratılan bunca kültürü, onca bilgiyi ve mevcut sanatsal potansiyeli heba etmemiş olacaktık. O kazanımlar, diyalektik evrimle gelişen insansoyunun vazgeçilmez değerleriydi ve geliştirilerek

50


zenginleştirilmeliydi. Bilime ve sanata âşık biri olarak, bu tür bir yaşam tarzı beni de çok mutlu edecekti. Geçmişi evimiz gibi değil ama bir başucu kitabı gibi kullanmalıydık. “Çocuklar, bir-iki ay boyunca bu sarayda yaşamamız gerekiyor” dedim, “Çünkü hangi şehre gidersek gidelim, her taraf kokuyor ve mikrop saçıyor olacak. Bu sarayın etrafında hiç yerleşim yeri yok ve çok doğal bir çevresi var. Bahçelerde bol miktarda meyve görünüyor. Toprağı da çok verimli. Kendi sebzelerimizi kendimiz yetiştirebiliriz. Birkaç inek ve tavuk bulursak beslenme sorunumuz da olmaz. Ne diyorsunuz?...” Londralı oğlan Lenny hariç herkes bu fikri beğendiğini söyledi. Sarayın içine de, dışına da hayran olmuşlardı. Lenny doğduğu yere gitmek istemekte haklıydı, fakat Londra’nın şu ânda yaşanacak bir yer olmadığını izah ettiğimde durumu çabuk kavradı. Bu uzun günü, çevredeki yiyecek kaynaklarını bulmaya ve stok yapmaya ayırmayı kararlaştırdık. Yarın bütün günü, çocukları daha yakından tanımak ve ona göre bir eğitim programı oluşturmakla geçirmeliydim.  Gün boyu sadece bir yemek molası vererek çok sıkı çalıştık. Akşam yemeğini sarayın mermer avlusuna çıkardığımız 250 yıllık antika masada yerken, bütün temel gereksinimlerimizi temin etmiş olmanın tatmini ve huzuru içindeydik. Kral odasından getirdiğimiz iskemlelere oturmaya kıyamadım. Fakat bunların kıymetini ve estetik güzelliğini takdir edecek nesiller artık yoktu, yüzlerce yıl da olmayacaktı. En büyüklerinden 2 tanker getirmiştik. Biri kaynak suyu, diğeri jeneratör için mazot doluydu. Cep telefonları çalışmadığı için, bir telsiz sistemi bulmuş, çalıştırmayı başarmıştık. 30 yumurta tavuğumuz, 4 ineğimiz ve 2 dünya güzeli midilli tayımız olmuştu. Büyük bir kamyonet dolusu konserve, meyve, limon, domates ve sebze toplamıştık. Bütün bunları toplarken, caddelerde ve dükkânlarda hiç kol saati veya küpe gibi takılara rastlamadığımız dikkatimi çekti. Demek ki insanlar, üzerlerindeki eşya ve elbiselerle birlikte götürülmüşlerdi. Yandaki otelde çok kaliteli yataklar vardı ama kullanılmış oldukları için içimize sinmedi; Paris’in prestijli mağazalarından biri olan Le beau Marché’den getirdiğimiz ortopedik döşekleri ve yatak takımlarını, Kraliçe Dairesi’nin bulunduğu bloktaki yatak odalarına yerleştirdik. 1789 ihtilalinde, Marie-Antoinette, bu binayı kuşatan isyankârlardan kurtulmak için, yandaki kral dairesine geçerek kaçmıştı. Bu iki binayı birleştiren gizli bir çıkış olduğunu bir yerlerde okumuştum, ama aradığımda bulamayıp vazgeçmiştim. Kral dairesinde kalmayı istemedik; çünkü her taraf altınla kaplanmış, insanı rahatsız edecek derecede süslenmişti.

51


Dekoru da mimarisi gibi maskülindi. Buna karşın kraliçenin binası daha feminen; mobilya tasarımları ve dekor daha sıcaktı. Yatağa uzandığımda, buzdolabı hamalları gibi bükülmüş, vücudum haşat durumdaydı. Duş almaya bile mecalim kalmamış, bacaklarımın ağırlığı iki katına çıkmıştı. Gözümü kapar kapamaz uyumuşum. 22 Haziran 2013 Bakıcıların kaldığı lojmanın mutfağında hamur yoğurmak ve ekmek pişirmek için her türlü âlet edevat vardı. Saat 9 sularında, bahçedeki geniş şemsiyeli söğüt ağacının altına yerleştirdiğimiz altın işlemeli masada kahvaltımıza başlamadan önce dua ederken herkesin yüzünde derin bir mutluluk ifadesi vardı. Altı gündür birikmiş olan stresi ve dünün yorgunluğunu üzerlerinden atmış görünüyorlardı. Karnımız doyunca: “Eveet... Bugün hiçbir iş yapmadan sadece sohbet edeceğiz” dedim. Temel’in gözlerinin içi gülmeye başladı. Bu delifişek delikanlının kelime dağarcığındaki sohbet kavramı, sadece espri yapmak anlamına geliyor olmalıydı. “Ha puni dun gice soyleseydun, bu kadar erçenden kalkmazduk da” deyince sinir sistemimi biraz elektriklendi. Tatlı sert bir tonla: “Temel’in bu şikâyeti, beşinci ve altıncı kuralın ne olması gerektiğini gösterdi; <Kural-5: Çok çalışın, üretin...> ve <Kural-6: Disiplinden şaşmayın...> Fazla uyumak, tembellik ve disiplinsizlik doğurur. Uzun yıllar boyunca erken yatıp erken kalkmak ve çok çalışmak zorundayız. Bugünkü sohbetimiz de -bir ders olacağı için- çalışma demektir. Unutmayın; kovandan çıkmayan arı bal yapamaz, anlaşıldı mı?” “Anlaşıldı Seçkin Peder!” Ciddîleşen havayı biraz yumuşatmak için ve hafif bir sabah jimnastiği olsun diye: “Hadi bakalım: Gidip hayvanlara yem verelim. Koşarak gideceğiz. En geride kalan üç kişi yapacak işi” der demez, Temel: “Tak fişi, bitir işi” diyerek kafiye yaptı. Bu çocuk arsızın tekiydi! Fakat sevimli yüzü ve pratik zekâsı, ona karşı sadece sevgi uyandırıyordu bende. 300 metrelik yarışta en yakın rakibinden 200 metre geride kalması bile, muzipliğini göstermekten başka bir şey değildi. Paylaşım kuralını bozmamak için, Temel, Kelly ve Zizi bahçeye bağladığımız atlara ve ineklere bakarken, bizler de lojmana yerleştirdiğimiz tavukları yemlemeye gittik. Bakıcıların yataklarının altında tam 33 yumurta

52


bulduk, kırıp kavanozlara doldurduk, otelden getirdiğimiz buzdolabına yerleştirdik. İşleri bitirince, saraya ait uçsuz bucaksız koruluklardan birinde sohbet etmek için kuzeye yöneldik. Artık tavşan çıksın diye çalı dibini taşlamanın zamanıydı; bakalım, cıvıl cıvıl kaynayan bu çocuklarda hangi cevherler gizli... Tarladaki buğdaylar yavaş yavaş altın rengine dönmeye başlamıştı. Kızgın güneş, serin sabah rüzgârına rağmen sıcak bir gün olacağını haber veriyordu. Uykulu bir annenin salladığı beşik gibi salınan servi ağaçlarının altında bir daire çizerek oturduk. Herkesin yüzünde bir gülümseme, etrafı dinliyordu. Ağaçların melodik hışırtıları arasında yedi-sekiz notalı bir kanarya şarkısı duyduk. Lenny hiç kanarya görmediğini söyleyince, kalkıp hangi ağaçta olduğunu aramaya başladık. Tam o sırada bir felâket koptu: Yüzlerce arının saldırısına uğradık. Futbol topu büyüklüğünde, oval bir eşek arısı yuvasına elindeki sopayla vurmuştu Lenny. Biri Lenny’nin kulağını sokmuştu. Çocuk ciyak ciyak inliyordu. Ardından Fabiana ve Kelly acı içinde haykırmaya başladı. Herkes öteye beriye şapşalca koşuştururken, yüzüme gözüme saldıran arıları tedirginlik içinde kovmaktan başka bir şey yapamıyordum. “Saraya koşuun!” diye haykırdım can havliyle. Birkaç arı bizi saraya kadar taciz etti. İçeri girip kapıyı kapadık. Lenny ve Fabiana yere yığıldı. Sokulan yerlerini emerek zehri kana karışmadan boşaltmaya çalıştım. Kelly’nin boynu kıpkızıl kesilmiş, hafifçe şişmeye başlamıştı. Eczanemizde hayvan sokmalarına karşı panzehir yoktu. başka yapacak bir şey yoktu. Kazazedeleri yataklarına yatırdık, alkol pansumanı ve buzla masaj yapıp sakinleştirdik. Peggy ve Temel’i aşı bulmak için Paris’e gönderdim. Epeyce uzun sürdü ama, onlara parmaklarını yalatan bir karnıyarık yaptım. Salatalı, pilavlı ve hazır kompostolu öğlen yemeğini yerken, çocuklara: “Ben ölürsem ne yaparsınız?” diye dokunaklı bir ses tonuyla maksatlı bu soruyu sormaktan alıkoyamadım kendimi. Sabahleyin yaşadığımız olaydan sonra ölümü düşünmüştüm bir ân. Bu, yararlı bir sohbet konusu olabilirdi. Ayrıca çocukları sürekli konuşturup onları daha yakından tanıma olanağı yaratmalıydım. Sırasıyla önce Riyana fikrini söyledi: “Siz ölmeyeceksiniz ki... Konseyin mektubunda, ‘100 yıl sonra görüşmek üzere’ deniyordu. Ben 2000 yılında doğdum, 13 yaşındayım, 113 yaşıma kadar yaşayamam zaten. Demek siz bizden daha çok yaşayacaksınız.”

53


Yaşadığımız gerçeklerin kurgulu bir oyun olduğunu zannediyordu bunlar! Elbette ölebilirdim! 100 yıl daha yaşayacağımın garantisi verilmemişti ki. Ömrümü uzatmak bana bağlıydı. Konsey, bana verdiği tıp bilgileri sayesinde bunu başaracağımı öngörmüştü sadece. “Bence siz de 100 yıl daha yaşarsınız, merak etmeyin. Şimdi herkes bize kendini tanıtsın bakalım.” Riyana: “Ben, Güney Afrika’nın Barky şehrinde doğdum. Annem ev kadını, babam belediye başkanıdır. Yani idi... Bir çift ikiz kız kardeşim, iki erkek kardeşim var...dı. Bu sene Nelson Mandela Koleji ikinci sınıfa geçtim. Nisan ayında yapılan kızlar arası artistik jimnastik yarışmasında Barky birincisi oldum. Bu kadar!” Rajat: “Hindistan’ın Cuddapah şehrinde doğdum. Ailemin tek oğluydum. İkiz kız kardeşim vardı. İlkokulda öğretmenim annemdi. Babam Cuddapah Belediye Başkanı idi. Geçen sene okul birincisi olarak mezun oldum.” Karina: “Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da doğdum. Annem çocuk masalları yazan bir yazardı. Babam belediye başkanıydı. Benim çocukluğumu anlatan bir kitap yazmış ve adını Kızım Barbi koymuştu. Bu sene okullar arası kompozisyon yarışmasında ülke birincisi oldum. Benim de ikiz oğlan kardeşlerim vardı.” Daha fazla dayanamadım! “Durun, durun, durun... Konuşmayanlar söylesin bakalım; hepinizin babası belediye başkanı mıydı?” “Eveet!” dediler hep bir ağızdan. “Hepinizin bir konuda birinciliği var, değil mi?” Cevapları yine “evet” oldu. “Hepinizin ailesinde ikizler var, öyle mi?” Bu sefer başlarıyla onayladılar. Buna çok şaşırmadım, Konsey’in hoş bir sürprizi olduğu için ayrıca hoşuma gitti. Çocukların bu denli uyumsal ve becerikli olmalarının ardında yatan gerçeği öğrenmiş olmanın verdiği ferahlık içinde, “Zizi?...” diyerek Çinli kıza söz verdim. Zizi: “Doğu Çin’in Fuzhou kentinde doğdum. Annem dilmaçtı. Babamı biliyorsunuz artık. Herkes ona, doğa dostu anlamına gelen Ziran Peng You derdi. Ah ne aptalım! Zaten Çince biliyorsunuz... En hızlı sepet örme yarışmasında birinci olmuştum.” Yuki: “ Ben...” diye söze başlayınca 100 metre kadar ötede “çat” diye metalik bir ses ve onu takip eden bir hayvan iniltisi duyduk. Sesin geldiği yöne doğru koşarak gittiğimizde, bembeyaz, kocaman bir tavşanın arka bacaklarını büyük bir kapana kaptırmış olduğunu gördük. İçimden, akşam yemeği çıktı demeye kalmadan, Yuki öne atıldı, kapanın kıskacını açarak hayvanı salıverdi. Sonra da:

54


“İzcilik yarışmasında birinciliğim var” deyip biraz böbürlendikten sonra devam etti: “Yokohama Boğazı’nda doğdum. Annem babamın geyşasıydı” deyip sustu ve işi bitmiş gibi kenara çekildi. Bu çocuklar bu kadar yumuşak kalpli ve çevre dostuyken, az önceki tavşanı mangalda kebap yapmayı düşündüğüm için kendimden utandım. Galiba Konsey, ekolojik denge bilinci olan belediye başkanlarının çocuklarını seçmekle, bana bu önemli mesajı vermek istemişti. Bundan böyle bu prensibi sürekli göz önünde tutmam gerekiyordu. Fırsatı değerlendirmeliydim: “Bu kapanı sarayın bahçıvanları kurmuş olmalı. Belki daha başkaları da vardır çevrede. Gidip onları da bulmalıyız ki hayvanlar zarar görmesinler. Bu olay sayesinde ortaya bir ilke daha çıktı; <Kural-7: Her şeyi, herkesi sevin...> Bu kuralın içinde, Yüce Us’u, evreni, dünyayı, birbirinizi, diğer canlıları ve kendinizi sevmek de var. Zevk için bitkileri ve hayvanları öldürmeme prensibi de var. Cansız doğaya bile saygılı olmak da var. Fakat diğer canlılar gibi ihtiyacımız kadar yiyip içebiliriz elbette” dedim. Herkes başıyla onayladı. Bu küçük dersten sonra oturduğumuz yere geri dönüp sohbete devam ettik. Lenny: “Londra’da doğdum. Annem kimsesiz hayvanları koruma derneği başkanıydı. 26 ve 29 yaşlarında iki üvey ablam vardı. İkiz kardeşim 6 yaşındaydı. Üç sene önceki Guy Folkes gününde hayır derneklerine en fazla yardım toplama yarışmasında birinci olmuştum.” Mustafa: “Kahire’de doğdum. Anneme, ‘dadılarımızın müdürü’ derdik hep, çünkü beş bakıcımız vardı. Beş kardeştik, üçü kızdı. Dört ay önce Kuranıkerim kıraat etme yarışmasında birinci olmuştum. Karaoke ses yarışmalarında da derecelerim var. Yuki, Karaoke kelimesini duyunca dayanamadı: “Aa! Mısır’da Karaoke yapıldığını hiç düşünmemiştim!” Bunu fırsat bilen Temel: “Haçan bizim Of’ta bilem Karaoke Club vardi” dedi. Hep beraber gülüştük. Peggy: “Teksas eyaletinin Port Arthur şehrinde tüp bebek olarak doğdum. Hiç tanımadığım bir kadının karnında büyümüşüm. Üvey annem ziraat mühendisiydi. İkiz ablalarım vardı. Nehirdeki kano yarışlarında hiç devrilmeden birinci olmuştum. Yarışmacı tek kız bendim.” Vladimir: “Eski adı Leningrad olan Sankt-Petersburg’da doğdum. Annem jinekologdu. Tek erkek çocuktum. İkiz kız kardeşlerim vardı. Karakalem resim yarışmasında iki sene üst üste birinci oldum. Kilise korosunda da solisttim. Size bir ilâhî okuyabilirim daha sonra?”

55


Temel: “Hani sıkılinca ‘ooff’ dersiniz ya; işte pen o Of’fin içunda doğmişum.” Herkesi güldürüp muradına erdikten sonra şivesini düzeltip devam etti: “Trabzon'da büyüdüm. Annem avukattı. İki kız kardeşim vardı. İkizlerdi tabi. Horon tepme yarışmasında bu yıl birinci oldum. Yok yok, şaka yaptım şaka. Geçen hafta sınıf birincisi olarak yedinci sınıfa geçtim.” Fabiana: “Brezilya’nın Salvador şehrinde doğdum. Annem 23 sene önce kahve güzeli seçilmiş. Televizyonda haber dairesi başkanıydı. Televizyondaki ilkokullar arası bilgi yarışmasında şampiyon olan okulumuzun sözcüsüydüm. Edelerim ikizdi.” “Uy, bu kiz şimdu da dunyanun en bilçili kizi oldi!” diyerek takılmadan edemedi bizimki. Kelly: “New York’ta doğdum. Bir ikiz kardeşim, bir ağabeyim vardı. Annem banka müdürüydü. Bir ay önce babama küsüp evi terk etti. Hafta sonları bizi alıyordu. Ama geçen hafta gelmedi. Sahipsiz kedi ve köpeklerine yeni sahipler bulma kampanyasında birinciliğim var.”  Başımı öne eğip derin bir düşünceye daldım. Bu çocuklar hiç kuşkusuz seçilmiş, akıllı ve yaşıtlarından çok daha olgun gençlerdi. Üstelik pırlanta gibi temiz ve sevecen kalpleri vardı. Bütün bunlar, altı gün boyunca büyük bir itaat ve uyum içinde davranmış olmalarını da açıklıyordu. Onlara birer genç gibi yaklaşmalı ve daha fazla inisiyatif vermeliydim. Kaldı ki onlardan öğreneceğim çok şey olabilirdi. Ben, evine kapanmış, yazdığı kitaplar arasında neredeyse teorik hayat süren bir yazarken, onlar doya doya yaşadıkları hayatın içinden geliyorlardı. Bu dünya, zaten onlara ve çocuklarına ait olacaktı. Benim birincil amacım, onların sağlıklı bir ömür sürmeleri ve hızla üremeleri olmalıydı. Düşüncelerimi Zizi bozdu: “Seçkin Peder, ana-babamızı ve kardeşlerimizi hiç göremeyecek miyiz?” “Maalesef...” demekten başka söz bulamadım. Çocuklar adına duyduğum derin bir kederin ağırlığı doldurdu yüreğimi. Bu çocuklar yalnız kaldıkça, yakınlarının özlemiyle yanıp tutuşacaklardı. İcatlar ihtiyaçlardan doğarmış ya; o ân aklıma dâhice bir fikir geldi!... Bu paha biçilmez saray bir müzeydi ve her gün binlerce ziyaretçi alıyordu. Öyleyse birkaç personeli ve bunların birer ofisi olmalıydı. O odaları bulmalı, bilgisayarlarına bir göz atmalıydım. Hayalimde gittikçe somutlaşan fikri çocuklara uzun uzun izah ettim. Bütün yakınlarına yeniden kavuşmuş gibi, sevinçten havaya zıplamaya başladılar! Hepsinin gözü parlak birer düğmeye dönmüştü.

56


Merdivenleri ikişer üçer atlayarak saraya çıktık. Yüzlerce oda içinde ofisleri bulmak zaman alacaktı. Enformasyon masasında duran büyükçe bir monitör ilişmişti gözüme dün. Gidip bilgisayarı açtım, aradığım programlar yoktu ama bu alet işimi görürdü. “Fabiana, Temel, siz benimle gelin, Paris’e gidiyoruz! Sizler de ofisleri ve diğer bilgisayarları bulmaya çalışın, bulunca bana telsizle haber verin” diyerek zıpkın gibi dışarı fırladım. Kamyonete atlayıp süratle uzaklaştık. Yollar açıktı. Zaten su tankerini getirirken, yolu tıkayan iki otomobili iterek şarampole yuvarlamıştık dün.  Üç saatlik hızlı bir aramadan sonra, Bilim ve Teknoloji Enstitüsü’nden temin ettiğimiz bir süper-bilgisayar, yedi PC ve çok sayıda program CD’leri ile saraya geri döndük. Bir kasap dükkânının önünden geçerken, Temel, derisi yüzülmüş bir domuzun kıçına takılmış olan pembe karanfili vitrinde görünce: “Domuzun dötü çiçek açmış!” diyerek ikimizi de çok güldürmüştü. Gaz maskeleri işe yaradı; Paris, çürümüş et ve bataklık gazı kokuyordu. Şansımıza, Versay bölgesini mis gibi doğal parfüm kokuları sarmıştı. Elimdeki çantayla büyük salona girdiğimde gözlerime inanamadım! Çocuklar 13 masa ve 7 bilgisayar bulmuş, koca salonu bir İnternet kafeye dönüştürmüştü. Süper-bilgisayarı büyük masaya yerleştirdikten sonra, bulduğumuz yazılımları bütün bilgisayarlara yükledik. Herkes direksiyona geçer gibi, monitörünün başına geçti; geri sayımı yapılan bir uzay roketini ateşlemeye hazır vaziyette klavyenin üstünde bekleyen parmaklar, “Faces programını açın!” komutunu verir vermez çalışmaya koyuldu. Bu programda on binlerce vesikalık fotoğraf, hayvan ve çiçek resmi vardı. “Şimdi ana-babalarınıza benzeyen fotoğrafları seçin ve Photoshop programını kullanarak onları ana-babalarınıza tam benzetmeye çalışın” dediğimde salonu müthiş bir klavye ve fare tıkırtısı doldurdu. Sanki yüzlerce kişinin çalıştığı bir ofis, sabah mesaisine başlamış, bilgisayarlar birdenbire canlanmıştı. Çocuklar bu kadar ustalıkla bilgisayar kullanıyor olmanın zevkini tadarak, enjekte edilmiş bu yeni yeteneklerinin ilk kez farkına varmışlardı. 3 saat çalıştıktan sonra öğlen yemeği molası verdik. Klavyeler, birer saat gibi tıkırdayarak zamanı peşinden sürükleyip götürmüştü. Karanlık çöktüğünde, programlarımız yarı yarıya hazırdı. Bu harika yazılım, çocukların tüm sıkıntısını dağıtacak ve yaratıcı zekâlarını

57


ateşleyecekti. Bunlar birer çocuk dehâydılar. Üstün zekâlarının beslenmesi ve geliştirilmesi gerekiyordu. Herkes kendini bu işe o kadar kaptırmıştı ki, aç susuz sabaha kadar çalışabilirdik, ama Kural-1’e uymak zorundaydık. Bahçede yediğimiz akşam yemeği çok neşeli geçti. Çocukların içi içine sığmıyordu. Üstün yeteneklerinin farkına varmış olmaları, yeniden güçlü bir rabıtayla hayata bağlanmalarına ve özgüven kazanmalarına yol açmıştı. Yaratıcılık ve başarının büyüsüne kapılmış, vecde gelmiş gibi, yeni fikirler üretmeye başlamışlardı. 23 Haziran 2013 Sabah sporu ve mermer avludaki kahvaltıdan sonra, bilgisayar salonuna gidip çalışmaya devam ettik. Herkes işin mantığını anladığı için, kendi başınaydı ve programı ilk bitiren şampiyon olacaktı. Saat tam 13.05’te programımı yazıp bitirdim ve kimseye fark ettirmeden çalışıp çalışmadığına baktım. “Eller havaya! Ben bitirdim!” diye öyle bir çığlık attım ki, o sesin benden çıktığına başta kendim hayret ettim. Herkes sonucu görmek için başıma yığıldı. Biraz daha merak etsinler diye, “Yemekten sonra.” diyerek anî bir hareketle bilgisayarı kapattım. Mutfağa yönelen çocukların şikâyet dolu homurtuları çok hoşuma gitti. Ellerimizde üzüm suyuyla doldurduğumuz kadehlerimiz, salona geri dönerken herkes benden önde yürüyor, bir ân önce programı görmek için sabırsızlanıyordu. “Küçük Kozmik Kardeşler'in ilk icadını denemeye açıyorum! Hayırlı olsun!” dediğimde şiddetli bir alkış koptu; sevinç çığlıkları arasında, adını Siber Familya koyduğumuz oyunun program simgesini tıkladım: Ekranda önce annem göründü. Mutfakta salata yapıyordu. Sonra kamera tuvalete yöneldi, kapıdan içeri girerek klozette oturan babamı yakın plân gösterdi. Sol serçe parmağıyla burnunu karıştırıyordu... Çocukların kahkahaları salonun tavanında yankılandı.  Annemin ve babamın günlük yaşamını saniye saniye gösteren bu oyunun çalıştığını görünce, heyecanları öylesine arttı ki, programı dört saat içinde herkes tamamladı. İkinci olarak, sınıf başkanı Vladimir’in ailesini izledik. Annesi, bacağındaki ağdayı çekerken yüzündeki acı dolu ifade o kadar ikna edici ve ahlama oflama sesi o kadar komikti ki, insan beyninin bunu gerçek sanması işten bile değildi. Sonra annesinin duş sahnesini ve

58


babasının TV izlerken yaptığı sinirli hareketleri izledik. Ekranın dibinde de Vladimir’in köpeği Mikuşka oturuyordu. Sanal oyunlarımızın, günde iki kez yemek vakti alarmı veren birer saati vardı. Bu alarm verildikten sonra oyundaki kişi ve hayvanları mönüdeki yemeklerle doyurmak ve bitkileri sulamak zorunda olacaktık. Aksi hâlde, 3 gün içinde oyundaki canlılar ölecekti. Bilgisayar kapandığı zaman dahi, oyun otomatik olarak yaşamaya devam ediyor ve 24 saatteki günlük yaşamda olan biten her şey, program içinde otomatik olarak sürüp gidiyordu. Programı her açtığınızda, vakit gerçek hayatta gece ise, siber familyada da gece, gündüzse, gündüz olacaktı. Bu sanal dünya, çocukların özlemlerini gidermede epeyce işe yarayacak, onları yalnızlık hissinden biraz daha uzaklaştıracaktı. Yuki’nin Siber Familyası daha ilginçti; içinde ikiz kardeşi ve 12 balıklı bir akvaryum vardı. Kerata beni unutmuştu galiba! Annesinin kimonosundaki desenler ve renkler müthişti. Akvaryumdaki su kabarcıkları ve yosunların sallanması da bir hayli inandırıcıydı. Fakat hayal gücü en yüksek olanımız galiba Lenny olmuştu. Anababasını ışınlandıkları gezegende, çelikten yapılmış bir binada yaşarken hayal etmişti. Etrafta şövalyelere benzeyen maskeli gardiyanlar ve acayip görünüşlü bazı yaratıklar dolaşıyordu. Laz oğlanın ana-babası Fethiye’de tatildeydi. Mustafa’nın şişman babası büyük bir sofrada yemek yiyordu. Rajat’ın cadde ve sokakları oldukça süslü ve renkliydi. Zizi’nin babası, Fuzhou caddelerini temizleyen işçilere sert sert emirler yağdırmakla meşguldü. Alkış ve tebriklerden sonra herkes masasına oturdu; renkleri, şekilleri ve hareketleri daha da canlandırmak için tekrar çalışmaya koyuldu. Çocukları bu denli hırslı ve mutlu görmek, bana derin bir huzur ve güç verdi. Beynimde oluşan yeni fikirler yüzünden, giderek daha da heyecanlanıyordum. Yatağa girdiğimde, içimde huzurlu bir doyum, ışıl ışıl bir umut yumağı belirdi. Pazartesinden bugüne kadar geçen bir haftaya çok şey sığdırmış, mutlu bir aile olma yolunda epeyce mesafe kaydetmiştik.

ONUNCU BÖLÜM 24 Haziran 2013 Sabahleyin aynaya baktığımda sakalımın bayağı uzadığını gördüm. Çene bölgesi tastamam ağarmış, yanaklarımdaki kıllar kahverengi kalmıştı. Bir ay sonraki uzun sakalımı hayal ettim, yakışacak gibiydi, kesmedim.

59


Bilgisayardaki ailelerimizi, dışarıdaki hayvanlarımızı ve kendimizi doyurduktan sonra iş bölümü yaptık. Günlük yaşamın düzenli gitmesi amacıyla; temizlik, yemek ve ihtiyaçların temini gibi işler için bir görev çizelgesi düzenledik. Her gün 4 kişi, dörder saat arayla nöbet tutarken, 8 kişi benimle çalışacaktı. Riyana güzel yemek yapmayı hepimize öğretmişti zaten. Süt sağmayı da sınama-yanılma yöntemiyle öğrenmiştik. Çamaşır yıkama derdimiz olmasın diye, bugün Paris’e gitmeye ve hepimize aylarca yetecek kadar iç çamaşır ve giysi getirmeye karar verdik. Ayrıca herkesin yolunu yönünü iyi öğrenmesi, neyi nerede bulacağını keşfetmesi gerekiyordu. Paris’in leş gibi kokan caddelerinde gaz maskeleriyle geçirdiğimiz bu yorucu pazar akşamı, saraya iki kamyonet dolusu levazımla geri döndük. Duştan çıktığımda çocuklar İnternet’e girmenin yollarını tartışıyorlardı. Bu o kadar kolay değildi... Fransa ve ABD’deki tüm ana bilgisayarları, servis modemlerini ve enerji santrallerini yeniden devreye sokmak gerekecekti. Ayrıca, uzaydaki haberleşme uydularını da çalıştırmak lâzımdı. İleride bunlara gereksinim olabilirdi; fakat daha 10-15 yıl boyunca bitiremeyeceğimiz kadar öncelikli işimiz vardı. 25 Haziran 2013 Sabahleyin nöbetçiler erkenden kalkmış, işleri bitirmişlerdi. Yürüyerek, batı yönündeki kayın ağaçlarından oluşan koruya gittik. Bu sefer minderlerimiz ve buz gibi soğuk su dolu kocaman bir termosumuz vardı. Bugünkü sohbetimiz ileriye dönük plânlar hakkında olacaktı. “Çocuklar” diye söze başlarken, Lenny lâfımı ağzımda bıraktı. “Seçkin Peder, Ankona’daki parkta yarım kalan açıklamanızı çok merak ediyoruz.” Merak ettikleri şey eşleşme tablosuydu ve zaten meraklarını giderme zamanı gelmişti. “Pekâlâ. Size 6 yeni isim söyleyeceğim. Bunların ne anlama geldiğini anlayan ilk kişi, sözüm biter bitmez elini kaldırsın. Temgy, Leniana, Mustana, Zuki, Kavila, Rajkelly.” Kimsenin eli kalkmadı. Herkes yere çakılı kazık gibi hareketsiz, gözlerini havaya dikmiş, sessizce düşünüyordu. Şaşırdım. Oysaki mesaj açıktı: Temel ile Peggy eşleşmiş, Temgy olmuştu... Sonra bir şarkıya başlamak üzere olan şefsiz bir koro gibi derin bir nefes alıp birbirine “başlayalım” der gibi baktılar ve melodili bir sesle: “Biliyorduuk!” dediler. Sınıf başkanı Vladimir:

60


“Bari’de bizi motosikletlere bindirirken anlamıştık” diye açıklama yaptı sakince. Bu gençler beni daha çook şaşırtacaktı!... Seremonileri sevmezdim, ama bu özel ânı kutlamayı plânlamışken, kafamdaki tabloyu beş-altı gündür biliyor olmaları, işin büyüsünü bozmuştu. “Güzel” dedim donuk bir sesle, “Şimdi herkes kalksın, eşini kucaklayıp öpsün.” Göstermelik bir sarılma ve hızlı birer yanak öpücüğü ile yetindiler. Henüz bulûğ çağına girmemiş oldukları için utangaç davranmışlardı. Bu normaldi ama öyle kalmamalıydı; bir ân önce gelişip evlenmeleri ve kızların çocuk doğurması için âcilen bir şeyler yapmam gerekiyordu. Ergenleşme sürecini hızlandıracak bazı hormonları kullanabilirdim, ama yeni Us bilgileri bunun doğru olmayacağını, çocukların doğal hormon dengelerini bozmamam gerektiğini söylüyordu. “Çocuklar, dikkat!. Şimdi yeni bir kural açıklıyorum; <Kural-8: Cinsel özgürlüğünüze tutsak olmayın...>” “Cinsel özgürlük sözünü hep duyardım televizyondan, ama ne olduğunu şimdiye kadar tam anlayamadım. Bu kuralı biraz açıklar mısınız?” dedi Karina. O ânda aklıma delice bir fikir geldi! Evet, bunu yapmalıydım, mutlaka yapmalıydım!!! Zıpkın gibi ayağa fırladım, bir çırpıda tişörtümü çıkardım. Sahte bir peygamber edasıyla, iki kolumu iki yana açarak yüksek sesle sözüme devam ettim: “Baylar, bayanlar... Dokunmak, öpüşmek, sevişmek... Hayatın devamlılığı için şarttır! Sevişmek, bizim dünyamızda ne ayıptır, ne de günah! Hatta sevişmek bir tür ibadettir!” Gözleri dışarı fırlamış gibi, yüzüme bakıyorlardı. “Fakat bunun da bir kuralı olmalı: Sadece eşinle seviş... Neden? Çünkü bilmediğiniz binlerce genetik gerçek var. Bunlardan biri; renkleriniz... Bakınız şu bitkilere, ağaçlara, çiçeklere ve uçan kuşlara... Hepsi farklı, hepsi başka renk, başka biçim. Demek ki Yüce Us, renkliliği ve farklılığı istiyor. Sizleri bu şekilde eşleştirmemin nedeni budur. Aksi hâlde torunlarınızın hepsi kahverengi, yani renksiz olurdu. Sakın unutmayın; bol bol seviş, fakat eşinle seviş. Anladınız mı?” “Anladık Seçkin Peder!” “Cinsel özgürlüğe gelince... Televizyonlarda gördüğünüz o sözde özgürlükler aslında birer sapıklıktı. Ve gerçek cinsel özgürlüğü yok eden bilinçsiz, hayvanî davranışlardı. Siz tek eşli oldukça ve bunun doğruluğuna inandıkça, cinselliğinizi doya doya yaşayabilirsiniz. Aksi hâlde, o sapıkların

61


yaptığı gibi, daha fazla özgürlük derken, sahip olduğunuz özgürlüğü de kaybedersiniz. Gizli gizli veya utanıp korkarak, ayrı ayrı kişilerle cinsellik yaşamak demek, aslında gerçek özgürlüğü kaybetmek demektir. Buna eskiden zina denirdi ve kanunlarca suçtu. Bundan sonra da böyle olması gerekiyor. Atmosfer hazırken, merakları defolsun diye biraz daha ileri gidebilirdim. Pantolonumu indirdim ve: “Şimdi benim gibi soyunun bakalım!” der demez, oğlanlar roket hızıyla soyundular hiç utanmadan. Kızlar işi ağırdan alıyordu. “Herkes eşinin soyunmasına yardımcı olsun” komutunu duyunca, kızları bir çırpıda, muz gibi soyuverdi bizim oğlanlar. Çocuklar külot katında, daha ne saçmalıklar yapacağımı merak edip hazırolda bekliyordu. Kırkını aşmış bir adam, alışkanlıklarıyla yaşardı; fakat bu gençlerle geçirdiğim eşsiz günler ve onlardaki tazelik beni öylesine gençleştirmişti ki, içimden asla yapamayacağım radikal şeyler yapmak geliyordu. Çok az insanın cesaret edebileceği bir deliliğe başladım: Sahnede striptiz yapan cilveli bir kadın gibi, külotumu santim santim indirdim aşağı. Yüzüm kızarmasın diye, kendimi banyoda hayal etmeye başladım. Sanki kendi evimde, kendi mahremiyetim içinde, duşa girmek için hazırlanıyordum. Bu düşünce işe yaradı. Karşımda duran çocukların bedenleri görünmez olmuş, yapayalnız kalmıştım sanki. Seçkin Peder, üryan pedere dönünce, çocuklar sıranın kendilerine geldiğini anladı. Yüzleri pancar gibi kızardı ama aldırmadım. “Hayır hayır, lütfen...” diyerek ekşimtırak bir suratla mızmızlanmaya başladı kızlar. Böyle durumlarda, insanın cinsel dürtüleri ne kadar kızışmış olursa olsun, buz gibi soğur ve arkasına saklanacak bir yer arardı. Fakat kendimi kaçığın biri gibi hissetmeye başlamışken devam etmeliydim: “Bakın, bakın! İyice bakın, utanmadan... Göstermemek için bunca özenle sakladığınız şeyler, altı üstü birer üreme ve atık sıvı boşalma organı. Kızlarınki biraz farklı, erkeklerinki benimki gibi işte. Hepsi o kadar. Bu organları bunca merak edecek ne var ki... Yasakların arzu doğurduğunu unutmayın. Ve arzular yüzünden özgürlüğünüze pranga vurmayın!” İki hafta sonra... Sarayı ve çevresini bütün ihtiyaçlarımızı karşılayacak şekilde donatmıştık. 13 yarış at edinmiş, her gün çevreyi kolaçan etmek ve spor yapmak için dolaşıyorduk eyer üstünde. Atlar binicilerine alışmış, ara sıra gösterdikleri huysuzlukları terk etmişti. Tavuklar için bahçede geniş bir kümes yapmış, ineklere, büyükçe bir prefabrik ahır kurmuştuk. Batı

62


yönündeki karaardıç koruluğuna elektrik çekip vitrinli buzdolabımızı, kurduğumuz hamakların yanına yerleştirmiştik. Mahremiyetin yıkılması işe yaramış, çocuklar birbirine iyice ısınmıştı. Fakat Vladimir, Karina’ya karşı biraz soğuk davranıyordu nedense? Bu, duygu deryalarında büyük dalgalar oluşmasını önleyici tedbirler almam gerektiğini hatırlattı bana. Herkesin içinde farklı farklı duygular, garip arzular olmalıydı. Bunlar zaman içinde dışarı yansıyacaktı mutlaka. Üç hafta sonra... Hava iyice ısınmadan, kahvaltıdan hemen sonra böğürtlen ve üzüm toplamak için atlara atlayıp yola koyulduk. İnekleri bulduğumuz çiftlikte keşfettiğimiz çilekleri toplarken, Zizi yere doğru eğilince, şortunun popo kısmında geniş bir kan lekesi gözüme ilişti! Usulca yanaştım, fısıldayarak: “Kanadığının farkında mısın?” dedim. “Evet” dedi, “Dün başladı.” “Bana söylemen gerekirdi...” “Kızlar biliyor... Riyana ve Fabiana’nın âdetleri de 3 gün önce başlamış” diyerek kendine suç ortakları buldu. Bu kızların tabuları yıkmak için gösterdiğim onca deliliğe rağmen, hâlâ utangaç davranmaları canımı sıktı! “Yarım saat sonra eve dönüyoruz! Yapacak başka bir iş çıktı!” diye anî bir anons yaptım.  Saraya dönerken, yol üstündeki köy eczanesinden bütün tamponları ve koruyucu pedleri toplayıp yanıma aldım. Gözüme ilişen doğum kontrol haplarını ve prezervatifleri de kimse kullanmaya kalkmasın diye bir poşete doldurup arkadaki küçük depoya sakladım. Saraya girer girmez bilgisayardaki video görüntülü anatomi ansiklopedisini açtım. Görüntüleri, DVD’lerdeki filmleri seyretmek için salonun büyük duvarına yerleştirdiğimiz 20 parçalı monitöre gönderdim. Erkek-dişi üreme organlarının yapısını ve fonksiyonlarını uzun uzadıya anlattım, yöneltilen soruları yanıtladım. Ders bitince, Temel’in, Yuki’nin ve Mustafa’nın bir haftadan beri mastürbasyon yaptıklarını itiraf etmeleri, cinsel tabuların oğlanlar arasında yıkılmakta olduğuna iyi bir işaretti. Anlaşılan, Konsey’in “yakında ergenlik çağına girecekler” dediği durumla yüz yüze gelmiştik. İlk günden beri beklediğim vakitti bu; düğün hazırlıklarına derhâl başlamak gerekiyordu. 30 Ağustos 2013

63


Türkiye’de her yıl bu tarihte kutlanan Zafer Bayramı, bu akşam Zifaf Bayramı olarak kutlanacaktı. Sarayın ön bahçesini bir düğün salonu gibi süslemiş, ağaçları ışıklandırmış ve bir çift beyaz kuğuyu misafir olarak davet edip yuvarlak havuza bırakmıştık. Her yere Japon fenerleri asmış, nikâh masasını rengarenk güller ve çiçeklerle bezemiştik. Bir haftadır, herkes güçlenip kuvvetlensin ve vücut direnci artsın diye bol bol Ginseng çayı içmiş; ballı, bademli, cevizli zengin bir diyetle beslenmişti. Çiftler, allı pullu gelinlik ve damatlıklarını giymek, süslenip makyaj yapmak için odalarına çıkmışlardı. Bu gece tarihin en anlamlı gerdek gecesiydi. Hazırladığımız bu büyük töreni, tarihe önemli bir belge olarak bırakmak için bütün tedbirleri almıştık. Sekiz video kamera her yönden görüntü alacaktı. Müzik seti, Strauss’dan seçtiğim valsleri ve keman konçertolarını çalmak için hazır bekliyordu. Eyfel Kulesi şeklindeki bir metrelik yaş pasta da nikâh masalarının önüne yerleştirilmişti. Saat tam dokuzda tabancayla üç el ateş etmemle düğün başladı. Sarayın giriş kapısı yavaş yavaş açıldı ve ilk önce Vladimir ile Karina kol kola girmiş vaziyette dışarıya çıktılar. Paris’in en şık kıyafetlerini giymiş bir genç çift olarak, çalan valsa uygun adımlarla merdivenlerden inerken, arkadan Temgy ve Leniana çifti göründü. Kızlarım göbek dekolteli transparan gelinlikler içinde hakikî birer kraliçe gibiydiler. Gelinlere çeyiz olarak birer elmas gerdanlık, yakut taşlı yüzük ve renkli taşlarla işlenmiş birer taç bulmuştum. Damatlara da içine eşlerinin ismi yazılı birer safir taşlı nişan yüzüğü ve timsah derisinden yapılmış birer yelek... Birer çift siyah beyaz kuğu gibi dans etmeye başladıkları ânda havaî fişekler patladı. Alevler, sanki bu eşsiz töreni kıskanırcasına yere parça parça inen yıldızlar gibi bahçeye düştüler. Tepemizde yüzlerce yarasa ve yelkovankuşu dolaşmaya, atlar hep birlikte kişnemeye başladı. Sanki onlar da kutlamaya katılmış, amfilerden yükselen aryaya eşlik etmeye başlamıştı. Brahms’ın Opus-77 keman konçertosu başladığı ânda, saray kapısının üstüne yerleştirdiğimiz panodaki fişekler patladı ve ateşten harflerle “özgürce seviş” cümlesi çıktı ortaya. Alkol yasak olduğu için taze üzüm suyundan meyveli bir kokteyl hazırlamıştık. Bardakları doldururken müzik anîden sustu ve saray duvarlarından: “Nikâh töreni başlıyoor!” anonsu yankılandı, çiftler kan ter içinde yerlerine oturdular. Saçımı, Temel’e usturayla kazıtmış, sakalımı kesmiş, omuzlarımdan yere kadar dökülen narçiçeği bir ehram giymiştim. Bir Tibetli rahip tavrıyla, nikâh yemininin yazıldığı rulo şeklinde bükülmüş papirüsü açıp mikrofonda okumaya başladım ve “Biz, Küçük Kozmik Kardeşler olarak” dedikten sonra, sözlerimi tekrar etmelerini istedim:

64


Hastalıkta ve sağlıkta, Tehlikede ve esenlikte, Hayatımızı riske atmadan; Birbirimizi koruyacağımıza, Birbirimizi çok seveceğimize, Yüce Us’a saygı duyacağımıza, Seçkin Peder’e itaat edeceğimize, Atalarımızın bıraktığı bilgi ve erdemi Ölünceye kadar hep yücelteceğimize, Ailemiz adına, Konsey’in tanıklığında, Söz veriyoruz! Rod Steward’ın Sailing adlı şarkısı başladı. “Sizleri karı koca ilân ediyorum. Damatlar gelinleri öpsünler.” Çiftlerden beşi birbirine sarılarak dudaktan öpüşmeye başladı. Tam o esnada hiç beklemediğim bir olay oldu: Vladimir, Karina’yı eliyle iterek masadan hızla ayrıldı, saraya doğru koşmaya başladı! Ne olup bittiğini bir ânda kavrayamadım, Karina’ya yanaşıp bu beklenmedik hareketin sebebini sordum, omuz silkti. “Çocuklar, siz dans etmeye devam edin, birazdan dönerim” diyerek Vladimir’in peşinden koştum. Arkamda bir ayak sesi duyunca baktım, Karina gelinliğinin uzun eteklerini toplamış peşimden geliyordu. “Hayır, bekle” dedim, “Psikolojik bir şey olmalı, ben hallederim.” Vladimir’i salondaki bilgisayar masasına kapanmış, salya sümük ağlarken buldum. Sırtından sarmaladım, dudaklarımı terli ensesine dayayıp bir-iki dakika hareket etmeden, sakinleşmesini bekledim. Ruhsal durumunun rengini anlamak zordu. Öylesine karmaşık bir duygu yumağıyla mücadele ediyor olmalıydı ki... Gözyaşları dinmek bilmiyor, hıçkırıkları giderek sıklaşıyordu. Dayanamadım, ağlamaya başladım. Ensesine dökülen gözyaşlarımı hissedince dönüp yüzüme baktı. Büzüşmüş suratımı görünce -beni daha fazla üzmemek için olsa gerekağlamayı kesti, ayağa kalktı, alev alev yanan yüzünü yüzüme dayadı. Cami avlusuna terk edilmiş bir bebek kadar dehşet içinde; sevgiye susamış, yapayalnız bir bebek kadar masumdu! Saçını okşadım, yanağını öptüm, sımsıkı kucaklaştık. Temasın verdiği huzuru duyması için sırtını sıvazlarken, boğuk ve titrek sesimle: “Anlıyorum oğlum, anlıyorum...” dedim, “Senin de bulûğ çağına girmeni beklemeliydim. Kabahat bende, biraz acele ettim, özür dilerim evlâdım.” “Hayır, bildiğiniz gibi değil” dedi ve sıcak, samimi bir sesle devam etti:

65


“Ben Karina’ya dokunmaktan hiç zevk almıyorum. Erkek kardeşlerimle birlikte olmak ve onların tenine dokunmak daha çok hoşuma gidiyor. Kızlara karşı ereksiyon yaşamıyorum, anlıyor musun?” Heceleri yutarak konuşuyordu. Kendisini yiyip bitiren bu sırrını benimle paylaşınca, birdenbire rahatlamış göründü. Ama benim dünyam kararmıştı; bu, öyle eften püften bir sorun değildi. Koca saray başıma yıkılmış gibi omuzlarım çöktü, tansiyonumun düştüğü için gözümün önünde parlak kıvılcımlar uçuşmaya başladı. Belli etmemeye çalışarak: “Anlıyorum elbet” dedim, “Zaten Karina’ya gerektiği kadar sıcak davranmadığını görüyordum. Demek sebebi buymuş... Bu, yaradılışının ayrılmaz bir parçası, senin suçun değil ki... Sıkma canını, bir yolunu buluruz elbet. Hadi git yüzünü yıka da, bu önemli geceyi berbat etmeden bahçeye dönelim.” Lavaboya doğru giderken arkasından gözlerimle takip ettim, bir delilik yapacak gibi görünmüyordu. Allah kahretsin!!! Her şey güllük gülistanlık giderken, olacak şey miydi bu! Ne aptalmışım! Bu ihtimali nasıl düşünemedim ben!  Vladimir geri geldiğinde yüz çizgileri yumuşamış, rengi normale dönmüştü. “Bak şimdi, bahçeye indiğimizde Karina’dan özür dile ve dudağından öp. Hiçbir şey olmamış gibi davranmak zorundasın. Çünkü bu gece herkes düzgün bir ruh hâli içinde sevişmeli ve evlenmiş olmanın tadını çıkarmalı. Onları üzmeye hakkımız yok, tamam mı? Herkes odasına girince, sizin odaya gelirim ve daha etraflıca konuşuruz bu konuyu” dedim. “Tamam, Seçkin Peder, siz merak etmeyin” dediğinde sesinde ve yüzünde içtenlik olduğunu hissedince rahatladım. Merdivenlerden inerken bizi uzun bir alkış tufanıyla karşıladılar. Karina’nın suratında, sanki bakire bir kız olarak bilinmesine rağmen, mahallenin bütün oğlanları ile gizliden gizliye yatmış gibi bir suçluluk ifadesi vardı, fakat Vladimir’in açtığı kollarına doğru istekle koştu ve kısa süren bir öpüşme sahnesi izledik. Sonra kızarmış gözlerimi görünce yüzündeki ifade anîden değişip acılı bir gülümsemeye dönüştü. Koşup boynuma sarıldı ve dazlak kafamı okşayarak, uzun uzun vücudumun sıcaklığını hissetti. Bu duygu gösterisi, ortamı düzeltmeye yetmiş, herkes az önce olanları çoktan unutmuş gibi tekrar dans etmeye başlamıştı. Duygularla uğraşmak ne zor şeymiş meğer! Bazen de hissedilmeyen duygular hissedilenlerden daha fazla sorun çıkarıyor galiba... 

66


Mustana çiftini alkışlar arasında gerdeğe soktuk. Sıra Temgy’ye gelince, Temel tutturdu: “Yumurta yarışması isterim!” demeye başladı. Bir Karadenizli geleneği; ağaca yumurtalar asılacak ve tabancayla ateş edilip vurulacakmışlar. Kulağına eğilip: “Sen Namık Kemal gibi Peggy’ye ateş ederken, ben yumurtalara ateş ederim, meraklanma” deyince, göz kırparak kabul ettiğini ima etti. Herkes odasına çekilince bahçeye çıkıp Laz oğlanın gönlü hoş olsun diye havaya sekiz el ateş ettim. Kurşun sıkmak bambaşka bir his uyandırdı içimde. Tetiği her çekişte geri tepen tabancanın itme kuvveti, sanki bedenime yüklenen ek bir enerji kaynağı gibi otoriteme kuvvet katıyordu. Uzun süre silâh taşıyanlar belki de bu yüzden ondan vazgeçemiyorlardı. Şarjörü değiştirdim ve tüm hıncımı karanlıktan alırcasına koruluklara doğru boşalttım. Rahatlamıştım... Sakin adımlarla yukarı çıktım. Odaya girdiğimde Vladimir yatağa yüzüstü uzanmış, Karina pencereden yıldızları seyrediyordu. Beni yıllardır görmemiş gibi, aynı ânda üzerime atıldılar. Zavallı çocuklar... Ne talihsiz, ne kısmetsizmiş bunlar! Aslında bütün bu olanlar Konsey’in isteğince olmuştu. Bunlar ne gaddar yaratıklardı böyle!... Yüce Us adına bu zulme, bu acıya nasıl çanak tutmuşlardı? Yoksa Yüce Us’un kanunlarında bu da mı yazılıydı? Şimdi de bizi zevkle izliyorlardır mutlaka! İzleyin bakalım... İzleyin ve eserinizle övünün bari! Bir gün... Yo, yo, hayır!... Onlara kafa tutacak kapasitem yoktu. Haddimi aşmamalıydım. Üstelik, bugün yanlış görünen bir şey, yarın dosdoğru sonuçlar çıkarabilirdi ortaya. Birini sağıma, diğerini soluma alarak yatağın kenarına oturdum. İki saat boyunca aralıksız konuştuk. Karina’nın eşcinsellik hakkında hiç bilgisi yoktu. Zaten Vladimir’in eşcinselliği de kendi tercihinden kaynaklanmıyordu; genetik olduğu besbelliydi. Tüysüz yüzü, yumuşacık teni ve dolgun dudaklarıyla, kız mıydı, erkek miydi, tamı tamına anlaşılmıyordu. Bu yeni durumu sebep ve sonuçlarıyla iyice kavradıklarına kanaat getirdikten sonra yeni bir kural koydum; <Kural-9: Duygusal ve ruhsal duyarlılığınızı koruyun...> Gerçekleri söylerken çok hassas ve bazen de tasarruflu davranmak gerekir. Kızlar hamile kalıncaya kadar, bu durumu aramızda bir sır olarak saklamaya karar verdik. Şimdilik aynı yatakta kardeş kardeş yatmaya razı oldular. Tekrar sarıldık, odadan ayrıldım. Yatağa girmeden önce yeni evlilerin ne yapıp yapmadığını kontrol etmeliydim. Müdahale öncesi böyle bir düşünce aklımın ucundan bile geçmezdi, fakat bu yeni dünyanın yeni kurallarında ayıp yoktu. İki ay öncesine kadar evlilik, sosyolojik, kültürel ve hukuki bir olguydu. Bugün,

67


üremek için bir araç olmuştu. Pratikte ne kadar başarılı olduklarını görmem lâzımdı... Koridorun sonundaki odada Zuki çifti kalıyordu. Bitişikteki dadı odasının kapısını usulca açıp içeri girdim. Bu odalar sarayda doğan prens ve prenseslerin dadıları için yapılmış yatak odalarıydı. Her birinde büyükçe bir cam vardı. Fakat camların arkası aynaydı. Dadılar geceleyin birkaç kez uyanır ve çocukların uyuyup uyumadıklarını camdan bakarak kontrol ederlerdi. Bu camlar bir dolabın içine gizlenmişti. Yüklük süsü verilmiş dolap kapaklarını gıcırdatmadan milim milim açtım. Yatak uçlarına koyduğumuz 40 santim boyundaki kalın mumlar hâlâ yanıyordu. Yatağın iki ucuna çekilmiş Zuki mışıl mışıl uyuyordu. Yatak çarşafını değiştirip koltuğun üstüne atmışlardı. Güzel, demek mercimeği fırına vermişler deyip kapakları sevinç içinde yavaşça kapattım. Diğer çiftleri de teker teker kontrol ettim; işler yolunda gitmişti. Yatağa uzanınca içime berbat bir sıkıntı doğdu. Vladimir’in problemini nasıl çözeceğime değgin işe yarar tek düşünce oluşmuyordu zihnimde. Gözümü kamaştıran mum alevinin değişen şeklini seyrederken mest olup uyumuşum. 1 Eylül 2013 Bugün akşama kadar bütün görevleri ben üslendiğim için kahvaltı hazırlamak bana aitti. Saat tam 9’da, ilk kahvaltı tepsisini elime alarak yukarı çıktım. Kapıyı Riyana açtı, tepsiyi elimden aldı. İçeri girmeye vaktim yoktu. Anlaşma gereği kanlı yatak çarşafını getirdi ve beni öperek uğurladı. Mustafa, utancından olacak, yüzünü bile göstermedi. Bütün çocuklarını aynı gün evlendiren mutlu bir babanın hisleriyle merdivenleri üçer üçer atlayarak mutfağa geri döndüm. Sıra Kavila’nın kahvaltısını götürmeye geldiğinde, en çok onları hangi vaziyette bulacağımı merak etmeye başladım. Kapıyı Karina açtı. Kollarını boynuma doladı ve yorgun bir sesle: “Günaydın” dedi. “Seçkin Peder” hitabını ilk kez kullanmamıştı. Alınmadım. İkisi de giyinmiş, Vladimir kabak gibi şişmiş gözlerle ayakta bekliyordu. Tepsiyi gerisin geriye mutfağa götürürken, aşağıya gelmelerini istedim. Ne kadar sürdüğünü anlamadığım uzun kahvaltı sohbetinden sonra yüzlerinde azıcık mutluluk izi görmek, bütün stresimi alıp götürdü. Beraberce Siber Familyaları ve hayvanları doyurduktan sonra sedir koruluğuna doğru yürüyüp sohbete devam ettik. Bu iki çocuğun bu denli olgun davranmaları, bugün ihtiyacım olan tek şeydi. Teşekkür ettim, onlar da bana...

68


ON BİRİNCİ BÖLÜM 6 Eylül 2013 Sonbahar kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. Havalar her gün biraz daha soğuyor, bahçenin ve koruların rengi yeşilden sarıya, kızıla dönüşüyordu. Versay, kışı geçirmek için uygun bir yer değildi. Güney yarımkürede ilkbahar başlamıştı. Beş-altı aylığına Avustralya’ya gidip kıştan kurtulabilirdik. Fakat bu uzun yolculuğun riskini taşıma lüksümüz yoktu. Üstelik Avrupa’daki bilimsel ve teknolojik olanaklardan uzaklaşmamak gerekiyordu. Londra ikinci konaklama yerimiz olmaya en uygun adaydı. O kentin bir de kendine has ılıman bir iklimi vardı. Isı sıfırın altına neredeyse hiç düşmezdi. 7 Eylül 2013 Kahvaltıdan sonra hayvanların hepsini serbest bıraktık. Yanımıza sadece Siber Familyaların kayıtlı olduğu bilgisayar disklerini aldık ve sarayın kapılarını kapatıp kabanların fermuarını çekerek motorlara atladık. İlk hedef Charles de Gaulle havaalanıydı. Kimse hâlinden hoşnut görünmüyordu. Güzel bir yaz geçirdiğimiz yerleşik hayattan sonra, çölde yolunu kaybetmiş bir kervan gibi yine güç belâ yollara düşmüş olmak canımızı sıkmıştı. Neyse ki havalimanı uzak değildi. Uzun uzun araba ve vapur seyahati yapmaktansa, helikopterlerle gitmek daha çabuk ve eğlenceli olacaktı. Çocukları şimdi daha iyi tanıdığım ve güvendiğim için bu ufak riski göze alabilirdik. Hem: Paraşüt denen bir şey vardı... Onlara yolculuğu sevdirmek için, bunun gecikmiş balayıları olduğunu söylemem, herkesi memnun etti. Terminal binasına 200 metre mesafedeki park yerinde duran bir Concord uçağı gördük. İleride işe yarayabilir düşüncesiyle bir benzin tankeri ile birlikte çekip hangara soktuk ve kapılarını sıkıca kapadık. 7 helikopter bulmak zor olmadı. Paraşütler açılma zamanı bulsun diye yüksekten uçarak Calais’e gittik. Burası Manş denizi kıyısında, İngiltere’ye açılan bir kapı gibi, her gün on binlerce turistin girip çıktığı bir kentti. Bugün 13 turisti ağırlıyordu sadece. Hava bulutluydu ve zayıf bir rüzgâr esiyordu. Benzin depolarını doldurup bir şeyler atıştırdıktan sonra İngiltere’ye doğru uçmaya başladık. Manş’ın ortalarına geldiğimizde, nasıl oldu, anlamadım, tropikal siklen gibi çok şiddetli bir fırtına koptu! Hava birdenbire kararmaya başladı, bulutlar barudî bir renge büründü! Aşağıdaki sularda yüksek dalgalar oluşmuştu. Sanki bir girdaba düşmüş, beşik gibi sallanıyorduk Kasırga

69


İngiltere yönünden esiyor, helikopterlerin hızını neredeyse sıfırlıyor, irtifa kaybettiriyordu! Geri dönmek daha akıllıcaydı. Dönüş manevrası yaparken, rüzgâr, aracımı aşağıya doğru itmeye başladı. Kontrolü kaybetmek üzereydim. Baktım: Kelly’nin kullandığı helikopter yan yatmış hızla düşüyordu. Bu durumda dışarı atlayıp paraşütleri açmaya filân vakit yoktu. Kulaklıktan imdat sesleri geliyordu! Tanrım, bu felâket hepimizi yok edecek!... Yapılacak bir tek şey vardı; daha fazla düşünmeden, boynumdaki âcil yardım kolyesini elimle belleştirerek buldum ve hiç tereddüt etmeden düğmeye sıkıca bastım.  Saat 15.00 sularında uyandığımda, SOS istedikten sonra neler olup bittiğini hatırlamıyordum. Sadece pembe bir ışık sağanağı içinde şuurumun yavaş yavaş kaybolduğunu anımsadım. Buckingham Sarayı’nın ön bahçesine park etmiş olan helikopterimde oturuyordum. Dışarı bakınca 5 helikopter daha gördüm. Telâş içinde inip teker teker kontrol ettim hepsini. Çocuklar da henüz uyanıyor, iyi görünüyorlardı. Fakat Rajkelly çiftinin helikopteri etrafta yoktu? Tüm korkumu hiçe sayıp helikoptere atladım ve Manş’a kadar gidip gelerek her yeri gözetledim. Fırtına dinmişti, ama Rajkelly’den ne denizde, ne karada eser yoktu. Sarayın bahçesine indiğimde, ajitasyon içinde bekleyen gençler yüzümde en ufak bir mutluluk ifadesi göremeyince hüngür hüngür ağlamaya başladılar. Herkes kendi karanlığına gömülmüş, bir ışık arar gibi sus pus kafasıyla konuşuyor; burunlar hışır hışır çekilirken, gözler şıldır şıldır yanıyordu. Bu hüzünlü atmosferi dağıtmak için: “Bu saraya geleceğimizi biliyorlardı. Yolda kaybolduysalar bizi mutlaka bulurlar. Helikopterlerdeki telsizleri açalım, belki bir anons işitiriz” dedim umutsuzca. Söylediğime kendim bile inanmadım... Kozmik Kardeşler isteseydi Rajkelly de mutlaka aramızda olurdu şimdi! Telsizleri açtık ve birer saat arayla helikopterlerin başında nöbet tutmaya karar verdik. Gece yarısına kadar bir haber gelmezse, beklemekten başka bir seçenek kalmayacaktı. Kozmik Kardeşler’in Rajat ve Kelly’yi kurtarmayışlarının mantığını bir türlü çözemiyordum. Aslında kabahat bendeydi; helikopterle seyahat riskini nasıl da ahmakça göze almıştım! Limanda bekleyen feribotla geçemez miydik Manş’ı? Güvenlik kuralını kendim koyup kendim ihlâl etmiştim. Nasıl bu kadar budalaca davranmıştım? Aptal kafam! Aptal kafam!!! Her ne pahasına olursa olsun; hayat devam etmek zorundaydı. Rajkelly’nin akıbetini bilemediğimiz için matem tutmaya da hiç gerek yoktu.

70


Birgün dönüp gelecekleri ümidiyle yaşamak daha yararlı bir düşünceydi. Fazlaca üzüntülü görünmemeli, çocukların yas ve kedere kapılıp ruh sağlıklarını bozmalarına izin vermemeliydim. Şoku üstümden atınca, ilk işim çevreyi koklamak oldu. Rahatsız edici bir koku yoktu, etraf çürük yaprak ve toprak kokuyordu. Saraya yerleşmeden önce yakınlardaki Victoria semtine kadar yürüyüp süpermarketlerde bulabileceğimiz yiyecekleri taşımaya karar verdik. Bir kamyonet dolusu erzakla saraya dönerken, yol ortasında duran arabaları kaldırımlara çıkardık. Yürüyüş ve bedava alış-veriş hepimize iyi gelmişti. Leniana ve Temgy 2 motosiklet bulup elimizdeki torbaları saraya taşıdılar. Çocuklar kapalı kapıyı açmak için camlardan birini kırıp içeri girmiş ve büyük kapının anahtarlarını bulmuştu. Dördü birden kapıya dizildi ve ellerindeki bekçi düdüklerini öttürerek, hep bir ağızdan: “Majesteleri ve Küçük Kozmik Kardeşler Buckingham Sarayı’na hoş geldiler!” diyerek bizi sıcak bir törenle karşıladılar. Burası, Londra’nın göbeğindeki 3 parkın ortasında yer alan büyük bir saraydı. Avrupa’da müzeye dönüştürülmüş birçok sarayın aksine, 1650’den beri kraliyet ailesinin ve yüzlerce çalışanının kaldığı yaşayan bir saraydı. Kraliçe’nin emrinde 2.500 personel vardı, 450’si burada yaşıyor ve her yıl 40 bin kadar misafir ağırlıyordu. Lüksün ve şatafatın her hâliyle yaşandığı bu görkemli saraya daha önce hiç girmemiştim ama, 240 yatak odası, 78 banyo ve 32 büro olduğunu bir yerlerde okumuştum. Neyin nerede olduğunu bulmak epeyce zaman aldı. Üstelik içerisi soğuktu. Isınma doğal gazla olduğu için kaloriferleri çalıştırmak şimdilik olanaksızdı. Altından yapılmış o güzelim şöminelerde odun yakmaya razı olmadı gönlüm. Londra’ya elektrik veren nükleer santrali ve doğal gaz şebekesini nasıl çalıştıracağımı biliyordum, ama o iş çok zaman alacaktı. Türbo jeneratörü çalıştırdıktan sonra, yarına kadar bulacağımız elektrikli sobalarla idare etmeliydik. Çocuklara bu sarayı harap etmeden kullanmamız gerektiğini tembih ettim ve: “Buckingham Sarayı, bu muhteşem bina, Kraliçe II. Elizabeth’in içinde tüm ömrünü geçirdiği bir mekân olarak anılmayacak yüzyıllar sonra. Aksine, Küçük Kozmik Kardeşler’in çoğalmaya başladığı bir müze olarak korunacak. Torunlarınıza ihtişamını muhafaza etmiş bir saray bırakmak istemez misiniz?” diyerek, ayrıca kendilerinin de ne kadar önemli insanlar olduklarının idrakine varmalarını istedim. Sarayı ve çevresini dikkatlice kolaçan ettik. Tehlike yaratacak bir şey yoktu. Kraliçe ve muhafızlarına ait yüzlerce atın İskeletleri üst üste, yan yana yığınlar hâlinde duruyordu. Birbirini yiyerek hayatta kalabilirlerdi belki

71


diye düşündüm ama belli ki etyemezlikten ölüm pahasına vazgeçmemişlerdi. Ne asil hayvanlar... Arka bahçedeki büyük kameriyenin altında, zavallı Rajkelly hakkında uzun uzun spekülasyonlar yaparak geçirdiğimiz hüzünlü bir akşamın geç saatlerinde yatak odalarımıza çekildik. Suçluluk duygusu içinde kıvrandım durdum saatlerce. Kendimi peş para etmez, beceriksiz bir adam gibi görmeye başlamıştım. Böylesine büyük bir hatayı işlemiş olmak çocukların nazarında prestijimi kırmış, özgüvenimi iyiden iyiye zedelemişti. Bu kötü düşüncelerden kurtulmak için kalkıp telsiz başında nöbet tutan Peggy’nin yanına indim. Beni görünce koşarak geldi, kederini ve yalnızlığını boynuma sarılarak gidermeye çalıştı. “Yeter artık” dedim, “Bu saatten sonra haber filân gelmez. Hadi gidip uyuyalım.” Bardağın yarısını dolu görmeye başlayan iyimser düşüncelerle tekrar yatağa uzandım. 8 Eylül 2013 Londra’yı ve çevresini öğrensinler diye çocukları çift katlı bir belediye otobüsüne bindirdim, şehir dışına çıkıncaya kadar yavaş yavaş ilerledik. Sonra 3 ayrı arabayla, Sizewell-B isimli nükleer enerji santralini çalıştırmak için doğuya yöneldik. Londra’nın bazı semtlerinde -maraton yarışını henüz bitirmiş bir atletin ayak kokusu gibi- hafif bir koku vardı. Şehir dışına çıktığımızda, doğa, o eşsiz sonbahar renklerini gözlerimize cömertçe armağan etmeye başladı. Etrafta bir sürü kurt, tilki, sincap ve kirpi dolaşıyor, ispinoz ve bıldırcınlar ana caddede yemleniyordu. Yoldaki sarı yaprakların üstünde yürüyen kaplumbağaları ezmemek için arabaları daha dikkatli sürmeye başladık. Sizewell, çok da sevimli görünmeyen bir kıyı kasabasıydı. Kuvvetli bir rüzgâr tuzlu suları kasabanın ortasına kadar üflüyor, ön camlar, beyaz kireçle boyanmış gibi görüşümüzü engelliyordu. Bu fırtına dünkü felâketi hatırlattığı için biraz moralimizi bozdu. İşimizi bir ân önce bitirip bu gudubet yeri hemen terk etmeliydik. Çocukların radyasyona maruz kalmamaları için santrale girmelerine izin vermedim. Sadece Kavila ile birlikte radyasyon geçirmez yeleklerin üstüne tulumlarımızı ve başlıklarımızı geçirip santrale girdik. Burası bir nükleer reaktördü, Cumbria bölgesindeki Sellafield Nükleer Yakıt İstasyonu’nda işlenen yakıt çubuklarını kullanarak çalışıyordu. Zaman zaman nükleer yakıt getirmek için Sellafield’e gitmek gerekecekti ama şimdilik 2 yıl yetecek kadar yakıt vardı depoda. “Nükleer enerjinin çevreye ve insan sağlığına verdiği zararları bildiğimiz hâlde, neden bu santrali çalıştırmaya uğraşıyoruz hâlâ? Başka enerji kaynaklarını kullansak olmaz mı?” diye hatırlatmada bulundu Vladimir.

72


“Evlâdım, bundan daha temiz enerji mi var ki? Sızıntı olursa sakıncası var, ama bu santralde öyle bir sorun yok ki...” deyip güvence verdim Vladimir’e yarım bir inanç içinde. 20 dakika içinde reaktörü çalıştırmayı başardık. Bütün motorlar çalıştı, lâmbalar yandı. Sıra doğal gaz şebekesindeydi. Dönüşte, Old Kent Caddesi’nden geçerken otobüsten inip itfaiye binasındaki araçlara bindik; çünkü elektrik geldiği için Londra’da yangınlar çıkmış olabilirdi. Tower Köprüsü’ne gelinceye kadar hiçbir yangınla karşılaşmadık. Rajkelly’nin helikopterini bulma umudu içinde fırıl fırıl dönen gözlerimizle sürekli çevreyi gözetliyorduk. Dükkânların camları sinek pisliği lekeleriyle siyaha boyanmış gibiydi. Bakımsız bir şehir tüm güzelliğini kısa zamanda kaybetmeye mahkûm oluyormuş demek... Gidip bölgenin en yüksek gökdeleni olan Borsa binasına çıktık, tepeden her tarafı gözledik. Marble Arch taraflarında başlamış küçük bir yangının dumanları yükseliyordu havaya. Derhâl Oxford Caddesi’ne yöneldik. Önümüze çıkan araçları çarparak kaldırıma ittik. Yangın, Edgeware Caddesi’ndeki bloklardan birinde çıkmıştı. Burası birbirine bitişik birkaç apartmandan oluşmuş heybetli bir siteydi. Genellikle Londra’ya gelen zengin Arapların birkaç haftalığına kiralayarak kaldığı yüzlerce lüks daireden oluşuyordu. Yangın ikinci kattaki dairelerden birindeydi ve pencereden çıkan alevler üst katlara sirayet etmek üzereydi. İki sene önce, sevdiğim kadınla gelip beş hafta burada kalmıştık. Mutfaktaki ocaklar elektrikle çalışıyordu. Sabaha kadar binaya giren çıkan eksik olmaz, apartman sakinleri gecenin her saatinde bir şeyler pişirerek, koridorları lokanta mutfağı gibi yemek kokuları ile doldururlardı. Ocaklardan birinin üstünde bırakılmış bir şeyler alev almış olmalıydı. İtfaiye araçlarını getirmekle iyi etmiştik. Aracın upuzun merdivenlerini pencerelere dayayıp, koskoca bir tanker dolusu suyu içeriye boşalttıktan sonra alevleri daha fazla büyümeden söndürdük. Hemen ardından, doğalgaz pompa istasyonuna gittik. Vanaları açmak ve şalterleri kaldırmak yeterli olmuştu; Yuki karşıdaki evlerden birine girip mutfaktaki ocağı kontrol etti, artık doğalgazımız da vardı! Bugünlük bu kadar yeterdi. Emniyet Müdürlüğü’nün telsiz binasına gidip polis telsizlerini çalıştırmayı yarına bırakabilirdik. Saraya Mercedes marka 3 arabayla dönerken, bagajları tıka basa yiyecek içecekle doldurduk. 9 Eylül 2013

73


Bugünün, İzmir’in Kurtuluş Günü olduğunu dünyada hatırlayan tek canlı ben olmalıydım. Aslında hatırladığım şey, o şehirde yaşadığım acı-tatlı anılarımdı, bir de sevdiklerim... Çocuklar kendi kendimle uğraştığımı fark etmiş olacak, beni neşelendirmek için Temel’i görevlendirmişti. “Size bir Karadeniz fıkrası anlatayım mı, Seçkin Peder?” diyerek yaklaştı, cevabımı beklemeden anlatmaya başladı: “Temel tutmuş bir Yahudi’ye tokat atmış. “Ne vuruyorsun be?” “Siz, İsa peygamberi çarmıha cermişsiniz!” “İki bin yıl önce olmuş bir şey bu yahu, benim suçum ne?” “A ben daha bucün tuytum da.” Temel’in bu alâkasız fıkrayı anlatmasının sebebini daha sonraları anlayacaktım, ama beni güldürmeye yetmişti. 10 Ekim 2013 Karina hariç, geçen 40 gün içinde 4 kızın hiçbiri âdet görmedi. Böylece kafamı kurcalayan kısırlık problemlerinin çıkacağı kuşkusu da beynimden silinip gitti. Akşam Vladimir’in durumunu çocuklara anlatmak ve bu sırrı onlarla paylaşmak istiyordum. Ayrıca tarihe ışık tutsun diye, gelecek kuşaklarla paylaşmak istediğim bir sır daha vardı. Akşamleyin 60 kişinin rahatça yemek yediği o eşsiz Chinese Dining Room denen ziyafet salonundaki yemeğin sonuna doğru, Riyana’nın yaptığı krem karamelleri yerken, yüksek sesli bir anonsla herkesin dikkatini çektim: “Çocuklar, sizinle paylaşmak istediğim iki önemli konu var.” Herkes tatlı kaşıklarını masaya bırakıp sus pus oldu. “Birincisi bir prensesle ilgili, diğeri Kavila ile... Siz belki bilmezsiniz; bu sarayın sahibi olan Kraliçe Elizabeth’in 3 oğlu vardı. En büyük oğlu Prens Charles, annesi öldükten sonra Britanya’nın ve Commonwealth denen diğer 50 ülkenin kralı olacaktı. Charles’ın çok güzel bir eşi vardı. Adı, Galler Kraliçesi Prenses Diana idi. O kadar sevecen, özverili, diğergen ve alçakgönüllü biriydi ki, bütün İngilizler ve dünyada 100 milyonlarca insan, onu çok sever ve sayardı. Prens Charles’dan 2 oğlu oldu, ama çocuklar doğduktan sonra Charles, Diana’dan soğumaya başladı.” Çocuklar bir peri masalı dinler gibi büyük bir ilgiyle hikâyenin nerede biteceğini merak ediyor, Karina steno yazısıyla not alıyordu. “Sonuçta, ayrıldılar ve bir gün evlilikleri tamamen bitti. Lady Diana kendini hayır kurumları için çalışmaya ve mayın tarlalarının kaldırılması için

74


mücadele etmeye adamıştı. Charles, Camilla diye başka bir kadınla ilişki kurmuştu. Bu arada Diana, sizi yarın götüreceğim Londra’nın en büyük ve en lüks mağazasının sahibi olan bir Mısırlı işadamının oğlu Dodi Fayed ile, uzayacak gibi görünen bir aşk yaşamaya başlamıştı. Dedikodulara bakılırsa Diana Müslüman olmuştu ve hamileydi. Bu durum kraliyet ailesini çok endişelendiriyor, ortaya kraliyet tahtına Müslüman bir vâris çıkacağı için korkutuyordu. Silâh üreten firmalar ve mayın tüccarları da Diana’ya düşman kesilmişti. Sonunda ne oldu biliyor musunuz?” Lenny atıldı: “Öldürüldü!” “Bunu tam olarak bilmiyoruz. Ama öldüğü doğru... Diana ve Dodi, 31 Ağustos 1997 tarihinde Paris’te geçirdikleri şüpheli bir trafik kazasında öldüler. İşte şimdi bu olayın iç yüzünü öğrenme şansımız var. İstihbarat servisinin ve dışişleri bakanlığının bütün belgeleri bu şehirde bir yerlerde duruyor. Birgün onları bularak gerçeği öğrenebiliriz. Hatta bu sarayda bile bazı ipuçları yakalayabiliriz. Meselâ Kraliçe’nin hatıra defterini bulursak, bu belki işimize yarayabilir. Boş zamanlarınızda eşyalara zarar vermeden arayın bakalım, duvarlara veya yere gömülü bir gizli kasada falan bulabilirsiniz belki.” Lenny: “Benim Londra’ya gelmek istememin en önemli sebeplerinden birisi buydu, Seçkin Peder. O belgeleri mutlaka bulacağım! Ve iddia ediyorum; o bir trafik kazası değildi!” derken suratında öç almak ister gibi rahatsız edici bir ifade vardı.  Salondaki diyaloglar sürerken, sıra kendisiyle ilgili konuya gelmediği için sabırsızlanan Vladimir söz istedi ve durumunu kendisinin açıklamak istediğini söyledi. Kabul etmedim. Son zamanlarda sürekli dinî kitaplar okuduğu için yanlış birtakım sonuçlara ulaşmış olabilir ve zihinleri karıştırabilirdi. “Ben açıklarsam daha iyi olur” diyerek konuşmaya devam ettim: “İnsan kendi doğrularının çokluğu oranında bağnazdır. Sizin eşcinsellik hakkında ne kadar bilgiye sahip olduğunuzu ve geldiğiniz ailelerde bunun nasıl karşılandığını bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Çünkü artık eski dünya ve onun eskimiş değerleri bizim dünyamızda geçerli değil. O yüzden bu konuyla ilgili belleğinizde ne kadar doğru ve yanlış varsa onları silmeniz ve Nuh nebiden kalma bağnazlıktan kurtulmanız gerekiyor. Gelelim, eşcinsellik veya homoseksüellik nedir ve nasıl ortaya çıkar? sorularına... İnsanlar ve hayvanlar arasında eşcinsellik denen doğal bir olgu var. Bu, kişinin karşıt cins yerine, kendi cinsi ile ilişki kurmak istemesi anlamına geliyor. Hatta her iki cins ile de ilişki kurmak isteyen, çift cinsiyetli,

75


biseksüel insanlar ve hayvanlar da var. Bu tür kişilerin birçoğu doğuştan böyledir. Ne var ki, ergenlik çağına gelinceye kadar işin farkına pek varmazlar. Bazıları ise birilerine özendiği için, meraklandığı için veya kötü bir cinsel deneyim yaşadıktan sonra aynısını yaşamamak için homoseksüelliğe eğilimli olur ister istemez. Demem o ki, sizin gibi heteroseksüel olmak kadar; homoseksüel veya biseksüel olmak da çoğu kez doğaldır. Bu çeşitliliği Yüce Us mu öyle istemiştir; yoksa evrim sürecinde tesadüfen oluşan bir genetik mutasyon yüzünden mi ortaya çıktı? Bunu henüz bilemiyorum. Bizi şimdilik ilgilendiren şey; böyle bir gerçeğin varolduğu...” Vladimir, konuyu nasıl bağlayacağımı anlamıştı. Yüzü gittikçe kızarıyor, alnında tane tane ter kabarcıkları bitiyordu! Karina da sıkıntılı görünüyor, bu konuyu 40 günden beri kardeşlerinden saklıyor olmasının ortaya çıkacağı ân yaklaştıkça, kulakları kızıla boyanıyordu! Gençler, daha önce bir şeyler sezinlemiş olacaklar ki, o kadar da meraklı görünmüyorlardı. “Şimdi size Zifaf Gecesi’nden beri sakladığım bir gerçeği açıklayacağım. Bunu Kural-9’dan aldığımız derse güvenerek gizledim. Duyarlı davranmak ve gerçekleri yeri ve zamanı geldiğinde söylemek gerekiyordu. Bu gerçeği Kavila biliyordu ama gerçekleri söylerken ekonomik davranmalarını ben istedim. İşte şimdi zamanı geldi... Vladimir, cinselliği sizin gibi yaşamıyor! Yani karşı cinsten zevk almıyor! Bundan ötürü, Karina ile evli olmasına rağmen henüz hiç sevişmediler! Çocukları da olmayacak!” Salondan çıt çıkmadı. Sanki konuştuklarımı hiç duymamışlardı. Mustafa anîden ayağa kalktı ve makineli tüfek gibi konuşmaya başladı: “Seçkin Peder, bizim de bir açıklamamız var: Zifaf Gecesi’nin ertesi gün, ortada sadece beş kanlı çarşaf vardı, Kavila’nın çarşafı eksikti. Evlenemediklerini biliyorduk, ama Kural-9 gereği biz de fazlaca üstüne düşmedik. Vladimir’in eşcinsel olduğunu bilmiyorduk, yeni öğrendik. N’olcak şimdi?” Gençlerin bu olgunluğu ve anlayışı karşısında o kadar duygulandım ki, defalarca yutkunduktan sonra ancak konuşabildim: “Sizlerle ne kadar övünsem azdır. Bu davranışınız ileride torunlarınıza ve insansoyuna örnek olacaktır. Sizler birer sahâbi, sahâbiye veya havarîden aşağı değilsiniz. Üstelik onlar bu konuda sizden çok daha geriydiler. Teşekkür ederim. Ne olacağına gelince; bir şey olacağı yok... Zaten kırk günden beri Kavila normal yaşamlarını sizlerle paylaşıyorlar ve paylaşmaya devam edecekler. Genetik çalışmalara başladığımda bir yolunu bulabilirsem Vladimir’e heteroseksüellik kazandırabilirim belki. Zaten kendisi de şimdilik

76


tıbbî ve dinî konularla ilgilenmek istiyor. Hatta size yakında dinler üzerine bir konferans vermeyi düşünüyor. Değil mi Vladimir?” “Evet, Seçkin Peder. Bir-iki aya kadar hazır olurum. Ayrıca, bu konuyu kardeşlerimden saklamak zorunda olduğum için hepsinden özür diliyorum. Anlayışları için de çok teşekkür ederim.” Çiftler kalkıp teker teker önce Vladimir’i, sonra Karina’yı öptüler. Salonda ağır bir duygusal atmosfer oluştu. Herkes Vladimir’e kırılacak kıymetli bir eşya gibi davranıyordu, ama onun ne kadar dayanıklı bir yapısı olduğunun kimse farkında değildi.

1 Kasım 2013 Saraydaki büyük odalardan birini, iki hafta uğraşarak donanımlı bir bilgisayar merkezine dönüştürdük. Üst kattaki en büyük odayı da tam teşekküllü bir hastaneye hâline getirdik. İşimize yarayacak bütün ilaçları, serumları ve aşıları toparlayıp bozulmasınlar diye karanlık odalara, buzdolaplarına ve derin donduruculara depoladık. Kızların gebeliği süresince günlük kontrollerini ve gereken müdahaleleri ânında yapma imkânlarını biraraya getirmiş, son teknoloji ürünlerini revire toplamıştık. İlk kontrolü Zizi üzerinde denedim, 6 haftalık hamileydi. Ultrason cihazında embriyonun kalp atışlarını ve 3 boyutlu imajını görünce çok heyecanlandı. İdrar ve kan testleri de normal çıkmıştı. Şimdilik sorunsuz bir hamilelik süreci yaşayacağı anlaşılıyordu. Diğer kızların testlerini yaparken bir yandan da herkese neyi nasıl yaptığımı anlatıyor ve tıbbî bilgilerimi onlarla paylaşıyordum. Alfafetoprotein düzeylerini saptamanın yolunu gösterdim ve bu testlerin bebekte bir anomali olup olmayacağını her zaman belirleyemediğini anlattım. Amniyosentezin daha kesin bulgular verdiğini öğrettim. Çocukların bütün kelimelerin anlamını bilmeleri çabuk öğrenmelerini sağlıyordu. Bu gençlere her şeyden önce pratikte işlerine yarayacak bilgileri öğretmeyi tasarladığım için, her fırsatta bildiğim her şeyi onlarla paylaşıyordum. On beş gün sonra ultrason tetkikini ve testleri Karina yaparken, ben sadece izleyecektim. Daha sonra herkes sırayla aynı işlemleri yapacak, öğrendiklerini uygulamayla gösterecekti. Şimdilik onlara doktorculuk oyunu gibi gelen bu deneyimler, ileride belki de hayatlarını kurtaracak birer cankurtaran simidi olacaktı.

77


15 Kasım 2013 Görüntülerden anlaşıldığı üzere büyüyen fetuslardan ikisi oğlan, dördü kız çocuğu olacaktı. Bu durum canımı çok sıkmıştı, ama belli etmemeye çalışıyordum. Zizi ve Fabiana ikiz bebeklere gebeydiler. Lenny, Kraliçe’nin anılarından ve günlüklerinden oluşan 56 ciltlik arşivi bulmuştu. Tümünü okuyup incelemek epeyce zaman alacaktı, ama Lady Diana ile ilgili önemli bir cümle bulmuştu bile: “Diana hem kraliyet ailesini, hem de ulusumuzu küçük düşürüyor. Bir şeyler yapılmalı...” Yapacak çok daha önemli işlerimiz olduğunu söyleyerek bu konuyu şimdilik rafa kaldırmasını istedim Lenny’den. 23 Aralık 2013 Londra son derece zengin bir bilgi deposu gibiydi; milyarlarca kitap, yüz binlerce bilgisayar, on binlerce arşiv vardı. İnsansoyunun kayda değer kültür birikimlerinin birçoğunu burada bulmak mümkündü. Ben öldükten sonra epeyce genişlemiş olacak sülâlemizdeki pek çok kişi, bu arşivleri didik didik edecek ve atalarının neler yaptığını mutlaka öğrenmek isteyeceklerdi. Zaten gençlerin hepsi meraklı tiplerdi. Hiçbir gerçeği saklamak mümkün değildi. O yüzden çocukların her akıllarına geleni araştırmasını, sorgulamasını ve doğru öğrenmesini istiyordum. Vladimir’in teoloji öğrenmesinde, Lenny’nin devlet kurumlarındaki belge ve bilgisayarları kurcalamasında bir sakınca görmüyordum. Tüm sorular sorulmalı ve yanıtları ben sağken alınmalıydı. İnsanlara temel mantık kurallarını ve rasyonel düşünmeyi öğrettikten sonra, gerisini -erginlik çağına gelmişlerse- onlara bırakmak gerekir. Bu noktadan sonra kişinin zihinsel, duygusal ve ruhsal sağlığı yerindeyse, en azından düzgün bir ömür sürmeyi kolayca becerebilir. Topluma ve çevreye zarar vermemesi için de çevre ve toplum bilincine sahip olması ve paylaşmayı bilmesi yeterli olur. Rehberlik ve farkına vardırma... Bence yapılması gereken iki önemli şey, işte bunlar. Bu düşüncelerden 10’uncu kural oluştu; <Kural-10: Öğrendiğiniz bir şeyi derinlemesine öğrenin...> Lenny, Musevî bir ailenin çocuğuydu. Riyana, Karina, Peggy, Vladimir ve Fabiana ise Hıristiyan ailelerden geliyordu. Bunlardan dördü yarınki Noel’i kutlamak istedi. Vladimir ve Mustafa kutlamaya karşı çıktı. Temel, Zizi ve Yuki’den itiraz gelmedi. Mustafa’nın karşı çıkış sebebi; geçen hafta kutlanması gereken Ramazan Bayramı’nın kimsenin aklına gelmemiş olmasıydı.

78


Vladimir, 3 aydan beri kendini dinî konulara iyice kaptırmış, vaktinin çoğunu, British Library denen 10 milyon kitaba ev sahipliği yapan kütüphanede geçirmişti. Londra’daki arkadaşım Engin’in kitaplığında bulduğum “İnsan Bilincindeki Tanrı’nın Kimliği” isimli kitabımı da okumuş ve aklına gelen tüm soruları birlikte tartışmıştık. Bugün Vladimir’in daha önce sözünü verdiği konferansını takdim etme günüydü. Hazır sınıfta toplanmışken, Noel konusunda da bir uzlaşmaya varmak için tartışabilecektik. Hazırladığı söyleşiye dün gece beraberce göz attık. Ortodoks Hıristiyanlıktan aldığı yorumları biraz törpüledim; tüm dinlerdeki ortak evrensel değerler üzerine yoğunlaşmasını istedim.  Hepimiz eğitim odasındaki koltuklarımıza kurulmuş, Vladimir’i bekliyorduk. Bizi beş dakika beklettikten sonra sınıfa girdi. Kalın bir bıyık ve toparlak bir sakal takmış, kafasına püsküllü bir akademisyen kepi geçirmişti. Sağ elinde sarayda bulduğu som altından bir baston vardı. Ciddî kostümünü kırmızı yakalı siyah akademik cübbesi tamamlıyordu. Öğretmen masasına daha önce British Library’den getirdiği tüm kutsal kitapları dizmişti. Oluşturmak istediği imaj ve tiyatral atmosfer o kadar etkileyiciydi ki, sınıfa girince hepimiz gayriihtiyarî ayağa kalktık. Benim de öğrenci gibi davranmama kimse şaşmadı; eğitime ve bilime duyduğum saygının herkes farkındaydı. “Günaydın çocuklar, oturun lütfen” dedi büyük bir ağırbaşlılıkla. Bu ciddîlik karşısında herkes hıkır fıkır gülüşmeye başlayınca, Temel’in yersiz bir espri yaparak bu ortamı bozmaması için içimden dua ettim. “Bugünkü dersimiz Yüce Us’un sıfatları hakkında olacak... Ben konuşurken sözümü kesebilir, bana istediğiniz soruyu yöneltebilirsiniz. Kozmik Kardeşleri veya Samanyolu Uygarlığındaki canlıları -Seçkin Peder’e gönderilen Konsey mektubundan anladığımız kadarıyla- Yüce Us yaratmış. Peki, Yüce Us nedir? Kimdir? Nasıl bir varlıktır? Nerdedir? Ne iş yapar?... Bu sorulara yanıt bulmak kolay değil elbette. Kolay olsaydı, dünyada yüzlerce -hatta binlerce- farklı din olmazdı zaten. İnsanoğlu bu konuyu on binlerce yıl boyunca düşündü, tartıştı, yazdı, çizdi ve yorumladı. Böylece her toplumun ve hatta her kişinin kendine özgü bir din ve Tanrı veya tanrılar anlayışı oluştu. Burada dikkatinizi çekmek istediğim bir saptamam var: Her insan kendi inandığı dinin en yüce ve en doğru din olduğuna inanmış veya inandırılmıştır. Evet, inandırılmıştır diyorum; çünkü dinler hep siyaset mağduru olmuş ve dünyanın her ülkesinde çoğu kez politik amaçlar uğruna kullanılmıştır.

79


O hâlde şu soruya bir yanıt bulmamız gerekiyor: Yüzlerce dinin ya hepsi gerçekten yüce, ya hiçbiri yüce değil veya sadece birisi yüce... Şimdii... Ben Rusya yerine, Mustafa gibi Mısır’da doğmuş olsaydım, büyük bir ihtimalle Müslüman olacaktım. Yuki, bir Japon aileden değil de, Hindu ana-babadan dünyaya gelseydi, Şinto yerine Hindu dinine inanacaktı. Demek ki inandığımız şey, bize önce ailelerimiz, daha sonra ülkemizin resmî din anlayışı tarafından kabul ettirilmiş. Dinlerin yayılması da tarih boyunca hep böyle olmuş, çok az kişi gençlik yaşlarında inandığı dini terk edip aklına yatan başka bir dine geçiş yapmıştır.” İnanılır gibi değildi!... Vladimir şimdiye kadar kendisine söylediğim her cümleyi, yazmadığı hâlde kelimesi kelimesine ezberlemişti. Hafızasının ne denli işlek, ne kadar kuvvetli olduğu bu girişinden kolayca anlaşılıyordu. Dersini iyi çalışmıştı. Sürdürdüğü muhakeme zinciri de kuvvetli görünüyordu. Araya zayıf bir halka soktuğu ânda müdahale etmek için pür dikkat dinliyordum. “Kardeşlerim... Cennet olmasaydı, insanoğlu onu yaratmak zorunda kalırdı. Hatta cennet kelimesini Yüce Us ile değiştirebilir, cümleyi öyle de söyleyebiliriz. Neden diyeceksiniz? Bunun iki sebebi olabilir: Birincisi, atalarımız bu çağa gelinceye kadar o kadar sıkıntı, o kadar eziyet çekmiş ve nasıl çalıştığını bir türlü anlayamadıkları tabiat kuvvetleriyle o kadar mücadele etmek zorunda kalmış ki; onlara manevî direnç verecek, ruh sağlıklarına destek olacak üstün ve erişilmez bir güç kaynağına ihtiyaç duymuşlar. Ve zamanla böyle bir yüce gücün varolduğu kanaatine ulaşmışlar. İkinci sebep genetik veya ruhsal olabilir. Binlerce yıl boyunca üstün bir kudretin varlığına inanmak, insan hücrelerinin genetik yapısında ve beynindeki nöron devrelerinde birtakım değişikliklere yol açabilir. Bu sayede, daha sonraki kuşaklar böyle bir gücün varlığına, doğumdan önce inanmaya hazır hâle gelirler. Üçüncüsü, eğer ruh denen şey o yüce erkin bir parçası ise, zaten birer ruh sahibi olan insanların O’nu inkâr etmeleri mümkün olamaz. Şimdi o kocaman soruyu soralım: Bu yüce güç gerçekten var mıydı; yoksa atalarımızın hayal ürünü müydü? Kozmik Kardeşler böyle bir güç var diyorlar. Konsey’in mektubunu defalarca okudum, Yüce Us’a karşı büyük bir saygının sergilendiğini gördüm. Mektubun son cümlesi üzerinde özellikle çok düşündüm. Şöyle diyor: ‘Evren’e ve onu oluşturan Yüce Us’a saygılı davranın.’ Dikkat ediniz... Evren’in Sahibi veya Evren’i Yaratan denmiyor; Evren’i oluşturan deniyor. Şimdi sormak istiyorum: Bu ifade size ne anlatıyor?

80


Mustafa’nın söyleyecek çok şeyi birikmiş olacak ki, söz almak için can atıyordu: “Oluşturmak ve yaratmak aynı şeydir. Kuranıkerim’de yaratmak kelimesi geçer. Geçen hafta Kraliçenin yatak odasındaki İncil’e göz atmıştım. Orada da create/yaratmak kelimesi geçiyor. Kâinat’ı elbette Yüce Us yaratmıştır. Bundan şüphemiz mi var?.” Vladimir, Mustafa’nın sözünü kesti: “Ben kuşkumuz var demiyorum, kullanılan kelimeleri doğru okumaya çalışıyorum. Bakınız; mektupta her kelime farklı bir dille yazılmış. Dikkat ettiyseniz, söylenenler doğru anlaşılsın diye, bildiğimiz dillerdeki, anlamı en açık kelimeler seçilmiş. Son cümledeki oluşturma kavramı için, İngilizcedeki form kelimesi kullanılmış, create değil. Evren kelimesi de büyük harfle başlıyor. Buradaki nüanstan çıkardığım sonuç şu: Evren’i, içindeki her şeyi ve bizleri, Yüce Us’un bizzat kendisi oluşturmaktadır. Yani biz O’yuz. Fakat tam olarak ‘Ben O’yum’ diyemeyiz; ‘Ben O’nun bir parçasıyım’ diyebiliriz ancak. Bir parça, bütünün gösterdiği tüm özellikleri göstermez. Parçalar bir araya geldiğinde ortaya çıkan büyüklük, farklı özelliklere sahip olur ve farklı işler yapabilir. Dışarıda gördüğümüz şu helikopterin pervanesi, tek başına helikopterin kendisi değildir ve kendi kendine uçamaz. Fakat motor ve kaporta, pervane ile birleşince, ortaya uçma yeteneği çıkar fazladan. Seçkin Peder kitabında, bu fazlalığa “Artıların Sırrı” adını koymuş; yani bir bütün, kendisini oluşturan parçaların toplamından daha fazla özelliğe sahiptir. 1 el, artı 1 el, etti 2 el diyemeyiz. 2 el birleşince, ortaya, artı bir değer olan alkış sesi çıkar kendiliğinden. İşte benim anladığım kadarıyla; Yüce Us, Evren’in hem kendisi, hem de Artı Değer’idir. Her şeyin kendisidir, her şeyin içindedir, ama aynı zamanda hiçbir yerde değildir, alkış sesinin ellerin içinde olmadığı gibi. O, ancak toplamın artısı olarak tezahür eder.” Vladimir transa girip kendinden geçmiş gibi, düşünmeye gerek duymadan, akıcı ve etkileyici konuşuyordu. Kelime dağarcığı geniş ve aktif olduğu için, aklına gelenleri ifade etmekte hiç zorluk çekmiyordu. Çok sayıda lisan bilmesi, iyi eğitilmiş insanların kullanabileceği sözcükleri ve dilbilgisi kalıplarını büyük bir rahatlıkla kullanmasını sağlıyordu. Kardeşleri de onun her söylediğini aynı sebepten ötürü çok iyi anlıyorlardı. Yaptığı Yüce Us tanımı, kendi Tanrı anlayışımla tastamam örtüşüyordu. Aklın yolu her zaman tek değildir, ama ikimizin aklı bu konuda aynı noktada buluşmuştu. Dayanamayıp araya girdim: “Sayın hocam, demek ki Yüce Us’u atalarımız icat etmemişler. O zaten vardı ve atalarımız da O’nun birer parçasıydı, öyle mi? Şayet öyleyse, O’nu

81


bulmaları da zor olmamıştır ve zaten bulmuşlar da... Peki ama, niçin yüzlerce din ortaya çıkmış?” “Efendim, az önce Mustafa’yla -bazı kelimeler arasındaki anlam farkları üzerine- aramızda küçük bir diyalog geçti. İşte yüzlerce din ve binlerce mezhebin ortaya çıkış nedeni de budur bence: Kelimelerin içini, herkes doldurmak istediği anlamlarla doldurmuş ve sonra kendisinin doldurduğu o içeriği, kendi inancını destekleyecek şekilde kendi yorumlamış. Bu yorumlara paralel olarak gelişen kültürel evrim sürecinde, değişen koşullara ve gelişen toplumsal ihtiyaçlara karşılık versin diye, yeni dinler ortaya çıkmak zorunda kalmış.” Mustafa bu son cümleye itiraz etti: “Yani dinleri Allah göndermemiş mi? Kendiliğinden mi ortaya çıkmış? Peygamberlere vahiy gelmemiş mi yani?” Vladimir işaret parmağını dudaklarına dayadı, düşünmeye başladı. Belli ki bu soruya vereceği cevabı yoktu hazırda. Yanlış bir şey söylemekten de sakınıyordu. Soruyu ben yanıtlamak istedim ders soğumasın diye. Kabul etti. “Haklısın Mustafa” dedim, “Vahiy gelmiş, geliyor ve gelecek... Buna, kitaplarını okuduğum birçok düşünür ilham diyor. Hepimize ilhamlar geliyor, hem de sürekli... Gel gelelim ki, bazılarımız bu sinyalleri kendi düşüncelerimizmiş gibi algılıyor, bu yüzden ilhamların kozmostan gelen birer sinyal olduğunu fark edemiyoruz. Bir de hepimiz farklı farklı özelliklere, toplumsal bilince ve genetik yapıya sahibiz. Sahip olduğumuz ruhlar birbirinden farklı. Bu arada hemen söyleyeyim; ruh konusunu, başka bir zaman ayrıca konuşmamız lâzım. Evet, bu farklı ruhsal ve fiziksel özelliklerimiz yüzünden; insanları, doğayı ve Evren’i -dikkat edin Evren’in baş harfi büyük- farklı farklı algılıyoruz. Sözün kısası, hepimizin bilinci farklı düzeylerde çalışıyor. Bu farklılığı, televizyon anteni misali ile kolayca izah edebiliriz: Ruh sayesinde canlanan bedenimizi bir televizyon cihazına benzetirsek, bilincimizi, havadaki sinyalleri bu cihaza taşıyan bir antene benzetebiliriz. Anten ne kadar küçük ve ters yöne bakıyorsa, gelen sinyaller o kadar silik olur, resimler karıncalı görünür. Ben, bilge veya mistik sıfatı taşıyan kişilerin -kocaman bir uydu anteni gibi- hassas birer bilinç mertebeleri olduğuna inanıyorum. Peygamberlerin bilinci ise, en azından devasa birer radar kadar duyarlıydı diye düşünüyorum. Yani onlar, hem en zayıf sinyalleri bile alıyorlardı ve hem de bunların birer kozmik sinyal olduğunun farkındaydı. Dolayısıyla aldıkları sinyalleri okuyup, kolayca tercüme edebildiler. Ve bu yolla edindikleri birikimler, ortaya yeni dinlerin çıkmasına imkân verdi. Sorunun yanıtını alabildin mi Mustafa?”

82


“Evet, aldım” dedi, “Fakat bu sinyallerin nereden geldiğini pek anlayamadım.” Vladimir yanıt vermek için hareketlendi. İşaret parmağımla kendimi gösterdim ve arkasından ekledim: “Yarın akşam havada bulut olmazsa, sizinle Greenwich’teki gözlem evine gidelim, gökyüzünü biraz daha yakından inceleyelim. Evren’in yapısı üzerinde biraz konuşalım. O zaman sinyallerin neler olabileceği hakkında, belki daha az soyut düşünürüz. Bugün herkes kütüphaneye gidip gökyüzü haritasına çalışsın ve Samanyolu’ndaki yıldızları araştırsın. Bu konuya yarın teleskop önünde devam ederiz. Bence bu dersi burada bitirelim, ne dersiniz hocam?” dedim. “Evet, iyi olur. Sizin her zaman dediğiniz gibi, hem kuramsal, hem pratik düşünmeli; fakat hep pratik yaşamalıyız. Çocuklar dersimize yarın devam edeceğiz. Teşekkür ederim. Ha bir dakika... Son bir şey daha: Yüce Us’a inanmayan kişi, her şeyi tanrılaştırmaya hazır kişidir! ” Kuvvetli bir alkış koptu sınıfta! Vladimir, o afralı tafralı giysilerini çıkardı, sakalını söküp kepiyle birlikte tavana fırlattı. Rolünü başarıyla oynamış bir oyuncunun hissettiği perde arkasındaki mutluluğu ve rahatlığı yaşıyordu sanki. Temel zırr zırr sesler çıkarıp zırlamaya başladı: “Teneffüs zilini unutmuşsun hocam!” Sınıftaki şamatayı, Riyana’nın sorusu kesebildi ancak: “Seçkin Peder! Noel’i konuşmadık... Kutlayacak mıyız?” “Haa evet... Bir dakika çocuklar. Bugünkü derste öğrendiklerimizden sonra, söyleyin bakalım, Noel, bir kozmik sinyal veya ilham mıdır; yoksa gelenek midir? Gelenektir diyenler parmak kaldırsın.” Kalkmayan tek parmak Riyana’nınkiydi. “Evet, bence de Noel bir gelenektir. Bizim bu yeni dünyamızda eski geleneklerle işimiz yok. Bu konuda anakronik olacak, kendi geleneklerimizi, kendi kurallarımızı kendimiz yaratacağız. Noel’i kutlayalım diyenler parmak kaldırsın.” Tek kaldığını anlayan Riyana, bu kez elini kaldırmadı. Böylece, Noel denen o büyük gün, o coşkulu tatil haftası, iki dakika içinde tarihe karışmış oldu! 24 Aralık 2013 “Dünyadaki saatler şu gördüğünüz sanal meridyen çizgisine göre ayarlanmaktadır. Bu çizgi, işte şuradaki yere gömülmüş olan uzun bronz çubukla temsil edilmektedir. Dünya saatin tersi yönünde döndüğü için bu

83


çizginin doğusunda kalan ülkelerde güneş daha erken doğar. O yüzden Avrupa’da güneş en geç burada doğar. Sonra İzlanda ve Amerika’da... Teleskop kulesine çıkmadan önce havanın biraz daha kararmasını beklemeliyiz. Şu müzeye bir göz atalım isterseniz.” Dün gece herkes astronomi çalışmış, güneş sistemindeki gezegenlerin ve uyduların özelliklerini ezberlemişlerdi. Müzeye girmek istemediler. Teleskop odasına çıkıp silik de olsa seyrek bulutların arasından görünen Venüs’e bakmak istiyorlardı. Kuleye yöneldik. Gençler teleskop kapağını ve otomatik çatıyı açarken, ben de bilgisayarları çalıştırdım. Görüntüleri mercekten izlemek ve bilgisayar ekranına göndermek mümkündü. 10 dakika sonra Venüs’ün, yerden görünen Ay’ın büyüklüğü kadar büyütülmüş bir görüntüsünü yakaladık. Bu hepimizi heyecanlandıran bir manzaraydı. Yıllardır sadece parlak bir nokta olarak gördüğümüz bu mavi gezegen, şimdi önümüzde duran bir tepsi kadar gerçekti. Bilgisayardaki görüntüsünü büyüttük ve üzerindeki lekeleri inceledik. Bulutlar birleşince yıldızlar kayboldu. Teleskoptan vazgeçtik ve gözlem evinin ana bilgisayarındaki Samanyolu’na değgin bilgileri, resimleri, grafikleri inceledik. Dünyamızın da içinde bulunduğu bu haşmetli yıldız kümesinin Hubble teleskopu ve diğer radyoteleskoplarla çekilmiş dijital fotoğraflarını görmek çok etkileyiciydi. Güneşin galaksimizdeki 400 milyar yıldızdan sadece biri olduğunu öğrenmeleri, gençleri çok şaşırttı. Fakat bunca sayısız yıldız içeren Samanyolu’nun, Evren’deki 100 milyar yıldız kümesinden sadece biri olduğunu öğrenmeleri ise kafalarını epeyce karıştırdı. Bu büyük Kâinat’ta, dünyanın ne kadar önemsiz ve yalnız bir gezegen olduğu hissine kapılmasınlar diye, onlara Konsey’in mektubunu hatırlattım: “Fakat” dedim, “Samanyolu’nda yaşayan, bizden çok daha ileri uygarlıklar var. O kadar gelişmiş akıl ve teknolojiye sahipler ki; dünyayı milyarlarca yıldan beri bir lâboratuvar olarak kullanabiliyorlar ve 6,5 milyar insanı bir ânda ışınlayarak başka bir gezegene yollayabiliyorlar. Bu demektir ki, ışık hızından daha hızlı hareket eden bir enerji türünü kullanabiliyorlar.” Yuki atıldı: “Belki birgün bu enerjiyi biz de keşfeder ve gidip ailelerimizi görebiliriz. Olamaz mı?” “Evet” dedim, “Niçin olmasın? Bunun için kurallara uymalı ve çok çalışıp derinlemesine öğrenmeliyiz. Unutmayın, bilginin efendisi olmak için çalışmanın hizmetkârı olmak gerekir. Elimizin altında her türlü olanak var. Ayrıca, hayal ettiğimiz şeyleri geç de olsa gerçekleştirme yeteneğine sahibiz.

84


Hadi bakalım, vakit epey gecikti, saraya dönelim artık. Kozmik sinyal konusunu yarın tartışırız.” 25 Aralık 2013 Sınıfa girdiğimde bütün duvarların uzayla ilgili resim ve grafiklerle süslendiğine tanık olmak hoşuma gitti. Yazı panosunun sol üst köşesine Karina’nın el yazısıyla: Ders : Evren’in Sırları Konu: Kozmik Sinyaller, yazılmıştı. Bu gençler artık nasıl düşündüğümü çok iyi tahmin edebiliyorlardı. “Günaydın çocuklar” dedim, “Evet Karina... Dersimizin adını güzel koymuşsun. Fakat sana kötü bir haberim var: Evren’de sır diye bir şey asla yoktur. Orada olup bitenlerin hepsi Evren’in gözü önünde apaçık cereyan eder. Kimseden bir şey saklanmaz ki buna sır diyelim. Bizim sır olarak kabul ettiğimiz şeyler; daha önceden bilmediğimiz ve yeni yeni bilincine vardığımız şeylerdir. Bu durum, kısıtlı duyu organlarına ve dar limitlere sahip olmamızdan kaynaklanmaktadır. Söz misali; maddeyi ışınlayarak bir başka yere ânında transfer etme, bizim için sırdır, Kozmik Kardeşler için değil... Demek ki her şeyi bilen birilerinin kafasında sır diye bir kavram olamaz.” Temel her zamanki gibi araya girmeden edemedi: “Ha pu sırlari sivrusinek cibi tutip, cözüne cözüne sprey sıkmali.” “Evet, çok çalışır ve hızla öğrenirseniz, önünüzdeki tüm sırlar yavaş yavaş erimeye başlar. Gelelim esas konumuza... Söyleyin bakalım: Kozmik Sinyal ifadesinden ne anlıyorsunuz?” Herkesin eli havaya dikilince, genellikle dinlemeyi seven Fabiana’ya söz verdim: “Bence Evren’deki her şey birbirinden çok uzak olmasına rağmen, birbiri ile iletişim hâlindedir. Bizim boşluk olarak gördüğümüz uzay, aslında göremediğimiz enerji ile doludur. Bu enerji sayesinde her gezegen, her molekül, her atom birbirinden etki ve tepki alır. Kozmik sinyal; bence bu etkileşimi yaratan enerjinin ta kendisidir.” “Çok güzel bir açıklama... Peki, ilham nasıl oluşuyor?” Temel söz aldı: “Evrendeki titreşimlerin veya kozmik sinyallerin bir enerji düzeyi vardır. Bu enerji beynimize ve kalbimize çarptığında, bu organlar içinde mevcut olan doğal enerji ile birleşik osilasyona girerek ona güç katarlar. Böylece beynimiz, alıştığı enerjiden daha fazlasını bulduğu için daha değişik düşünceler üretir. Bence ilham budur.”

85


“Olabilir, ama acaba o sinyaller beyin sinyalleri yerine ruhsal enerjimizle birleşik osilasyona giriyor olamaz mı?” Zizi yanıtlamak istedi: “Ruhsal enerjiyle de birleşiyor olabilir ama sonuç değişmez. Her hücre gibi beyin hücrelerini de ruhsal enerji canlandırdığına göre...” “Bunu daha önce hiç düşünmemiştim, teşekkür ederim. Sizce bu kozmik sinyaller birtakım bilgiler de taşıyor olabilir mi?” “Olabilir” dedi Vladimir, “İnsanoğlunun tarihsel gelişimine baktığımızda, özellikle ilk çağlarda, insan zihni ve kültür birikimi o kadar da gelişmemişken, bazı insanlar ortaya çıkmış ve 3-4 bin sene sonra söylenecek sözleri o zaman söyleyebilmişler. Ve işin ilginç yanı; bazen dünyanın farklı coğrafyalarında yaşayan farklı insanlar, aralarında hiçbir haberleşme imkânı olmadığı hâlde aynı sözleri söylemişler. Bence kozmik sinyaller, insan ruhunun ve kültürel evriminin ilerlemesi için, Yüce Us’un yüce bilgisinden ve yaratıcı gücünden haber getirmektedirler. Yeni buluşlar da bu sayede olmaktadır.” “Peki; çalışmanın, didinmenin ve Edison gibi binlerce deney yapmanın yaratıcılıkta rolü yok mu hiç?” dedim. Sözü Karina aldı: “Elbette var... Gözlem, deney, çalışma, terleme; insanın ruhsal enerjisini belli bir yöne kanalize etmesine ve konsantrasyon oranını yükseltmesine sebep oluyor. O hâl içinde bulunduğumuz vakitlerde gelen ilhamların farkına varmak da iyice kolaylaşıyor. Bazı insanlar bunu meditasyonla yapmışlar, bazıları işlerine yoğunlaşarak, diyorum...” “Çocuklar, bana söyleyecek söz bırakmadınız. Sizinle gerçekten gurur duyuyorum. Gelecek dersimiz de sûfîler ve tasavvuf üzerine olsun. Bu konuyu Mustafa hazırlayıp sunmak istiyormuş. Sizler de araştırın ki yine böylesine yararlı ve güzel bir ders yapmış olalım. Teşekkür ederim.” Dersten sonra, din konusunda nasıl bir yol izlememiz gerektiğine çoktan karar vermiştim: Herkes kendisine ailesinden miras kalan dinine inanırsa, o zaman ileride işler mutlaka sapa saracaktır. Hz. Musa’nın On Emir’i gibi, Küçük Kozmik Kardeşler’in de kendi emirlerini oluşturmak ve bunları evrensel ilkeler olarak kabullenmek, şimdilik en kestirme yöntemdi. İnanmamız gereken tek “din” kendi kurallarımız, kendi toplumsal etik sistemimiz olmalıydı. Bu değerler, mutlu ve sağlıklı bir aile yapısını sürdürmek için şimdilik yeterli olacaktır. İleride gerek duydukça, bu kurallara eklentiler yapabilir, anlamını yitirenleri iptal edebilirdik. Ahlâkî değerler, değişen ve gelişen bir toplumda sabit kaldıkça, dinamik evren kanunlarına ters düşeceği için, değerlerini zaten kendi kendine yitireceklerdir zaman içinde. Bunları savunmaya ve yaşatmaya devam

86


etmek, ahlâk kurallarının dejenerasyonundan başka bir etki doğurmaz. Doğadaki evrim süreci gibi, kültür ve ahlâkın değişme süreci de aynı kanunlara tâbi olmalı, zayıf olanların nesli tükenmeli, güçlüler yaşamalıydı. Fakat sabit kalması gereken bir olmalıydı; <Kural-11: İçinizdeki Yüce Us’la her gün sohbet edin...> 31 Aralık 2013 Yılbaşı gecesini kutlamak için bahçeyi tam bir ışık pınarına dönüştürmüş, havuzun içine döşediğimiz renkli spot lâmbalarıyla dışarıda büyülü bir atmosfer oluşturmuştuk. Sarayın yüksek bahçe duvarlarına tutturduğumuz yüzlerce havaî fişeği saat 24.00’te ateşlemeden önce, kendimize balaban bir ziyafet veriyorduk. Herkes günün anlamını vurgulayan birer konuşma yapıyor, 6 aylık beraberliğimizden duydukları memnuniyeti ve aramızda gelişen sevgi saygının getirdiği mutluluğu anlatıyordu. Bir ânda zifirî karanlığa gömüldük! Tedbirsizliğimizden, etrafta ne mum, ne çakmak vardı! Jeneratörün yakıt deposunu doldurmayı unutmuştuk! O sıra Riyana’nın soprano sesi yankılandı balo salonunda: “Strangers in the night / exchanging glances...” Yerimizden kımıldamadan zevkle dinledik. Peşi sıra, Zizi’nin oturduğu yönden müthiş bir flüt sesi yükseldi. Keder yüklü bir Çin ezgisi üflüyordu. Alkış seslerinden sonra, Temel olduğunu sandığım biri hareketli bir ritim tutturdu elindeki zilli tefle. Gözlerimiz karanlığa alışmış, siluetler salonun ortasında dans etmeye başlamıştı. Karina beni dansa kaldırdı. Ritim yavaş yavaş arttı ve Peggy, Gloria Estefan’ın dinamik İspanyolca şarkılarını söylemeye başladı, arkasından yavaş bir vals havası esti... Karina devam etmek istiyordu. Çocuklar pisti bize bırakmak için yerlerine oturdular. Yüzünü yüzüme dayadı, göğsünü göğsüme. Küt küt atan kalbinin sıklaşan ritmini hissediyordum. Dans bitince yanağıma kondurduğu ıslak bir öpücükle beni ortada bırakıp gitti. Bu, altı aydan beri verdiği evlâtlık öpücüklerinden farklıydı!... Saat tam 12’de, çığlıklar koptu, öpücükler dağıtıldı. Sonra mumlar yakıldı, yeni bir yıla girmenin sevincini doya doya paylaştık. Yatağa girdiğimde, aklıma takılan ilk şey, Karina’nın beni neden farklı biçimde öptüğü oldu... 1 Nisan 2014

87


Gençlerin kan grubunu belirlemiş ve doğumlar sırasında gerekebilir diye ayda bir kez herkesten kan alıp depolamaya başlamıştım. Bugün kanlarını tekrar aldıktan sonra revirde birkaç tahlil yaparken aklıma yeni bir fikir gelince, kanları bırakıp dehşete düşmüş bir deli gibi bağırarak merdivenlerden aşağıya indim. “Çocuklar, hemen buraya gelin, çabuk!” Herkes merak ve endişe içinde önümde toplanınca, kelimeleri geveleyerek, hımhım bir yaşlı gibi konuşmaya başladım: “Size çok kötü bir haberim var; hepinizin kanında HIV buldum, AIDS hastalığına yakalanma riskiniz çok yüksek! Söyleyin bakalım... Nasıl oldu bu?” O kadar büyük bir şoka girmişlerdi ki, suratları kireç beyazına boyanmış gibiydi. Esas amacım da buydu zaten: Onlara anî bir şok yaşatmak ve hastalıklara karşı tedbirli olmaları gerektiğini beyinlerine iyice kazıtmak. Bu hâllerine daha fazla dayanamadım: “Nisan-biir..” der demez, renkleri bukalemun gibi birdenbire kızıla döndü, şakayla karışık bir öfkeyle üstüme doğru yürümeye başladılar. Bahçeye koşup en yakındaki at kestanesi ağacına tırmandım. Pençesinden kurtulup ağaca çıkan avını yerde bekleyen çitalar gibi hırlayıp durdular beş on dakika. “Seneye görürsün sen Nisan-bir şakasını” diyerek avlarını yakalayamadan bölgeden ayrıldılar. Kötü bir şakayı bile zevkli bir tiyatral sahneye dönüştürmeyi çok iyi biliyordu bu keratalar!

ON İKİNCİ BÖLÜM 1 Haziran 2014 Zizi ve Riyana iyice ağırlaşmış, her zamanki keyifleri kaçmıştı. Anî doğumlara bir tedbir olarak, hastaneye kadar gitmemek için saraydaki 60 odadan 2’sini ameliyathane olarak döşemiştik. Gereken tüm alet ve edevatın en iyileri hazır konumda bekliyordu. 5 Haziran 2014 Zizi ikiz oğlan doğurdu. 7 Haziran 2014 Riyana’nın bir kızı oldu. 12 Haziran 2014

88


Fabiana ikiz kız doğurdu. 15 Haziran 2014 Peggy bir kız doğurdu. Sezaryen gerekebilir diye önlemler almıştım ama diğer doğumlar gibi bu da sorunsuz gerçekleşti. Gençler çok mutluydu, anne ve baba olmanın sevincini yaşıyorlardı. Karina’yla Vladimir biraz kıskançlık, biraz burukluk duyuyorlardı sanki. Ama bebekleri sevmiş ve hemşirelik hizmetlerini severek yapmaya başlamışlardı. Peggy’nin doğumu sırasında yaşanan stres ve koşuşturma bitince, bebeklere isim koyma töreni düzenledik. Gençler sevdikleri isimleri sıralamaya başladılar. Fakat herkesin kolay anlaşılır bir sistematik nüfus kütüğü olmalıydı; önerdiğim sistemi benimsediler. Bu isimlendirme tekniğine göre: Mustafa ve Riyana’nın kızının adı, birinci kız anlamına gelen K1 oldu. Zizi ve Yuki’nin ikiz oğlanları E1 ve E2 oldu. Lenny ve Fabiana’nın kızları K2 ve K3 oldu. Temel ve Peggy’nin kızı K4 oldu. Bu metot sayesinde bebeklerin cinsiyetleri ve bizlerden sonra kaçıncı insan oldukları isimlerinden kolayca anlaşılacaktı. Bundan sonra doğacak bebek, oğlan ise E3, kız ise K5 ismini alacak ve böylece -ölenlerin sayısı belli olduğu sürece- bir nüfus sayımına gerek kalmayacaktı. Bu kodlu isimler de insanların kimlik numaraları yerine geçecekti. Kimin kimden doğduğunu ve insanların şeceresini bilmeye gerek yoktu. Böylece gelecek yüzyıllarda, insanlar aileleriyle veya sülâleleri ile övünmek ve sınıflara bölünmek yerine, birer kardeş gibi ortak yaşam sürmeye teşvik edilebilir, daha önemlisi kendi yetenekleri ve hünerleri kadar güç, şan ve şöhret sahibi olma hakkını elde edebilirlerdi. Yarın Konsey’in müdahale gününün yıldönümü. Bizim için bir yas günü olmalıydı ama gelecek kuşaklar bu günü, yeniden-doğuş devrinin başlangıcı sayacaklardı. O nedenle; yıldönümü görkemli bir törenle kutlanmalı, DVD’lere kaydedilmeli ve ne anlama geldiği Karina’nın tuttuğu günlüğe altın harflerle yazılmalıydı. Akşamleyin bebeklerin ağıt sesleri arasında yaptığımız toplantıda, onlara hangi dili öğreteceğimizi tartıştık. Bu konu çok önemliydi; insansoyunun ana dilini saptamak üzereydik. Çok dilli olmak sayesinde düşünce ve hayal gücümüzün ne kadar genişlediğini iyi biliyorduk. Kelime ve kavram hazinemizin genişliği bize daha geniş ufuklar açmış, çok yönlü düşünme olanağı sağlamıştı. Fakat bebekler, büyüyünce çok dilli olsunlar istemiyordum; çünkü çok dillilik çok kültürlü olmalarını sağlayacaktı. Bu durum ileride toplumlar arasında ayrım yaratacak ve düşmanlıkları körükleyebilecekti.

89


Kelime hazinesi en zengin olan dillerinden birini seçmeye karar verdik. Herkes, bildiği kısa bir anekdotu teker teker 15 dilde anlattı ve kendini hangi dilde daha rahat ifade ettiğini sınadı. Oybirliği ile İngilizcede karar kıldık. İkinci dil olarak, Japonya’nın geliştirmiş olduğu bilim ve teknolojiden yararlanmak için tek heceli dillerden Japonca seçildi. Üçüncü bir dile gerek duymadık. Bundan böyle bebeklerin kulağına sadece İngilizce sesler gitsin diye aramızda başka dil konuşmamaya karar verdik. Lenny artık İskoç ve İrlanda aksanlarını taklit etmeyecek, Temel bundan sonra Lâzca konuşmayacaktı. Ne garip!... Aldığımız bir tek karar yüzünden, dünyadaki 4 binden fazla dil, tarihin arşivinde kalmaya mahkûm oldu! 16 Haziran 2014 Sarayın bahçe bakımını gerektiği gibi yapmak çok zordu. Burada 250 kadar ağaç, yüzlerce tür bitki vardı. Yetmiş tür kuş, bu ağaçlara yerleştirilmiş yuvaları sahiplenmişti. Fakat en azından su tavuğu, kuğu ve yaban ördeklerinin paylaştığı göletin çevresine eskisinden daha estetik bir görünüm kazandırmıştık. Mustafa ve Yuki bahçıvanlığı sevmiş, oturduğumuz yerleri parklardan topladıkları çiçek fidyeleri ile rengarenk süslemişlerdi. Akşam yemeğiyle birlikte göletin kenarında sade bir kutlama töreni yaptık. Gençlerden günün önemini anlatan konuşmalar istedim. En uzun alkışı, Vladimir’in bilge bir rahibe yakışan sözleri topladı: “Seçkin Peder, sevgili kardeşlerim, Geçen sene bugün, tüm yakınlarımızı kaybettiğimiz için üzgünüz diyen Zizi’ye katılmıyorum. Ben hiç üzgün değilim. Bakınız; bir yıldan beri, son derece sevecen, özverili, sevgiyle beslenen ve paylaşarak yaşayan bir aile olarak mutlu bir şekilde yaşıyoruz. Şayet atalarımız bizim davrandığımız şekilde davransaydı ve kendi menfaatleri uğruna doğayı katletmeselerdi; bugün hepsi bu gezegende olacaktı. Ama onlar bu güzelim dünyayı sahipsiz zannetme gafletine düştüler, sahiplenmek için her türlü barbarlığa başvurdular. Bununla da kalmayıp hem birbirlerini, hem de doğayı sömürdüler, üstelik hep daha fazlasını istediler, savaş üstüne savaş açtılar, acı üstüne acı eklediler. Ne ekersen onu biçersin... Olan oldu ve o bilinçsiz tutumlar engellendi. Bize yüklenen görevle de yeni bir dünya düzeni kuruldu. “Dünyadaki canlılar geçen sene mi daha mutluydu, yoksa bugün mü daha mutlu? Ailelerimize karşı duyduğumuz hasret hariç, bizler geçen sene mi daha mutluyduk, şimdi mi daha mutluyuz? Paranın Yüce Us’tan daha

90


fazla kıymet kazandığı o dünya düzeni mi daha insancaydı, bizim düzenimiz mi? soruları sorulsaydı eğer; eminim ki siz, Küçük Kozmik Kardeşler, bugünü geçen seneye tercih ettiğinizi söylerdiniz! Öyleyse bu akşam KKK’nin yeni dünyasını kutlayalım! Ve geçmişe değgin bütün acılarımızı, bütün pişmanlıklarımızı silip atalım! Torunlarımıza da böyle bir alışkanlığı miras bırakalım. Bize bahşettiği daha mutlu bir dünya için, sizi Yüce Us’a 3 dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum...” Vladimir’in bu vukuflu sözlerine tek kelime ilâve etmeye ihtiyaç duymadım. Saygı duruşundan sonra, onlara, Yahya Kemal Beyatlı’nın Sessiz Gemi isimli şiirini okudum:

Artık demir almak günü gelmişse zamandan, Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan. Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol, Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol. Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli, Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli. Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu! Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu. Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler; Bilinmez ki giden sevgililer dönmeyecekler. Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden, Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden. 25 Haziran 2014 Haziranda, aralık ayından daha fazla yağmur düşerdi Londra’ya. Bu yıl durum farklıydı; bulutlar hiç gelmeyecek gibi gözden kaybolmuş, rüzgâr tek bir dalı kımıldatmıyordu. Havada kupkuru bir sıcak vardı. Taşıma suyla bitkileri yaşatmak çok vakit alacaktı. Gidip Thames Water merkezindeki su şebekesi sistemlerini çalıştırmalıydım. Bereket versin ki, hiçbir musluk ve doğalgaz düğmesi açık bırakılmamıştı. Konsey bunca işi bir ânda nasıl yapmıştı? Şaşmamak mümkün değildi; bir yandan milyarlarca insanı yukarı alacaksın, öte yandan teker teker bütün düğmeleri, bütün şalterleri kapatacaksın? Bunlar insan aklını çok aşan bir zekâya ve teknolojiye sahip olmalıydılar!.  Sarayın musluklarından tazyikli ama kirli sular akmaya başladığını telsiz anonsuyla duyunca sevindim. Bir saate kalmaz sistemdeki kir pas akıp gider diyerek sular idaresinden ayrıldım. Saraya dönerken Regents

91


Park’taki hayvanat bahçesine uğradım. Uzaktan gübre kokusu geliyordu ama o leş kokusu yoktu. Giriş kapısına vardığımda, beni süzen iki tane iri Bengal kaplanıyla göz göze geldim. Anlaşılan burada da tüm hayvanların kafesleri açılmıştı. Kaplanlar bahçeyi terk etmediğine göre, içerideki hayvanların çoğunu mideye indirmiş olmalıydılar. Zaten görünürde kuşlardan başka hayvan da yoktu. Bu durumda şempanzeleri bulmak için önce bu kapı nöbetçilerini uyuşturmak gerekiyordu. Bu işi başka zamana bırakmaya karar verdim. 15 Temmuz 2014 Bugün yılın en sıcak günüydü. Saraydaki havalandırma sistemi iyi çalıştığı için hepimiz içerideydik. Bahçeye çıkınca yüzümüze sıcak bir buhar çarpıyor, bizi geri püskürtüyordu. O yüzden güneş batıncaya kadar bahçeye çıkmadık. Galiba iklim de bu insansız dünyada kendine yeni bir denge arıyordu. Bebekler birer tosuncuk olup çıkmış, herkesin günlük oyuncağı hâline gelmişlerdi. On kişi, altı bebeğe bakmak için âdeta yarışıyordu. Küçük Kozmik Kardeşler’in mutluluğuna diyecek yoktu. Yuki, Siber Familyasına ikiz oğlanlarını da eklemişti. Zizi gerçek ikizlerini emzirirken, kendisi de aynı işi bilgisayarda yapmaktan müthiş zevk duyuyordu. Benimki de dâhil, diğer programlardaki kişiler beslenmediği için ölmüşlerdi. Buna kimse üzülmedi. Çocuk sahibi olmanın getirdiği sorumluluk ve dikkat duygusu, gençleri bir ay gibi kısa bir zamanda çok daha olgun birer ebeveyn yapmıştı. Çocuk sağlığı, bakımı ve hastalık tedavisini 6 aydan beri istekle, şevkle öğrendikleri için istenmeyen bir durum karşısında ne yapacaklarını iyi bellemişlerdi. Zaten kliniğimizde, bilgisayar odasında ve kütüphanelerde yok yoktu. Artık ben olmasam da başlarının çaresine bakabilirlerdi. Birbirlerine her gün uzun uzun masaj yapıyorlardı. Fakat Karina, Vladimir’e masaj yapmadığı için çocukcağız kendini biraz dışlanmış görüyor olmalıydı. Durumu düzeltmek için onlara akupunktur yapmayı öğrettim. Birkaç saat sonra, baktım herkes partnerinin vücuduna yüzlerce iğne yerleştirmiş. Gidip kontrol ettim, hiçbiri hatalı batırılmamıştı.  Vladimir kendini dinsel konulara iyice kaptırmış, meraklı bir araştırman olarak, öğrendiği her yeni şeyi kardeşleriyle paylaşmayı zevk edinmişti. O yüzden adı Piskopoz’a çıkmıştı, ama herkes gibi kendisi de bu unvandan memnundu. O denli içli dışlı olmuş, birbirimizi o kadar iyi tanımış ve kabul etmiştik ki; bir kaş hareketi, bir bakış veya bir soluk, anlatılanları hemen kavramaya yetiyordu. Aramızdaki güçlü sinerji iliklerimize kadar işlemiş, sanki

92


ortakyaşarlık süren bir karınca kolonisine dönüşmüştük. Herkes birbirini tüm günah ve sevaplarıyla benimsemiş, kabahatler görülmez olmuştu. Ta öteden beri görmeyi istediğim toplumsal olgu buydu işte: Bireysel bilinci geliştirirken, aynı zamanda toplumsal bir farkındalık yaratmak; böylece yanlışlıklar yapabilen bireyin hatalarını, toplumun ortak bilinci sayesinde düzeltmek ve yıkıcı olmasını engellemek. Hayat biraz tekdüzeydi ama mutlu ve umutluyduk. Daha yapacak çok işimiz, yaşayacak acı-tatlı çok tecrübemiz vardı. Koşullar farklı olsa bile hayat yolunun pürüzsüz, dikensiz, yokuşsuz olmadığının hepimiz farkındaydık. 1 Ağustos 2014 Karina’nın dünkü günlüğünü okuduğumda o kadar beğendim ki, yazdıklarına karşın, kendisine, kuyumcular caddesi olarak bilinen Hatton Gardens’dan getirdiğim büyük taşlardan yapılmış bir elmas kolye armağan ettim. Bir cümlesi son derece anlamlıydı: “Kardeşler arasına, kişilik sorunları, çıkar ilişkisi ve ana-baba girmedikçe, geniş bir aileye sahip olan inanların ayrıca eş dost arayışına ihtiyaçları olmuyor.” Kolyeyi boynuna ben taktım. Yanağıma kondurduğu teşekkür öpücüğü o kadar sıcaktı ki... Günlüğe -klasik bir yazar gibi- benimle ilgili ruhsal çözümlemeler de eklemişti. Bu tarzına itiraz ettim: “Yazdığın şeyler bir belgesel niteliğinde olmalı ve sadece yaşadığımız deneyimleri anlatmalı. Çünkü ân be ân yaşanan ve gerçek karakterlerden oluşan birer yaşam kesitini hikâye ediyorsun. Sürrealist roman yazarlarının düştüğü hataya düşmemelisin! Onlar da senin gibi kişilerin kafasını, duygusal ve ruhsal durumunu okur ve kendi kendilerini anlatır gibi onların iç dünyalarında olup bitenleri yazarlardı. Fakat ben sana bu yazdıklarını anlatmadım ki... Nerden biliyorsun böyle hissettiğimi veya düşündüğümü? Daha realist ol lütfen.” Karina, “baş üstüne” der gibi kafasını salladı; hafif bir kızgınlık hissettiği, sıktığı dudaklarından okunuyordu.  Bebek bakımı ve günlük işlerden artakalan zamanları değerlendirmek için güzel sanatlarla uğraşmayı plânlamıştık. Tiyatro, müzik ve resim sanatları yaşamalı ve geliştirilmeliydi. O nedenle, saraydaki konferans salonunu tiyatro olarak düzenlemeyi ve ilk fırsatta Shakespeare’in Othello’sunu sahnelemeyi kararlaştırdık. Anneler bu hazırlıktan muaf olacaklardı.

93


Bugün bebeklerin gen haritasını çıkarmak ve bir hastalık riski taşıyıp taşımadıklarını kontrol etmek istiyordum. Aslında bunu, onlar doğmadan önce yapmayı düşünmüştüm, fakat görünürde her şey normal olduğu için gerek görmedim. Önemli olan bebeklerin hiçbir sakatlığı olmadan doğmalarıydı. Bebeklerden ve gençlerden kan örnekleri alarak, Thames nehri kıyısında yapayalnız duran parlâmento binasının karşı kıyısındaki St. Thomas Hastanesi’ne gittim. Burası tüm testler için yeterli donanıma sahip dev bir lâboratuvar gibiydi. 8 Ağustos 2014 Benimkiyle birlikte 17 kişinin gen haritasını çıkarmak bir haftamı aldı. Vladimir ve Karina bazı günler bana katıldılar, işin tekniğini öğrenmek için sorular yöneltip meraklarını giderdiler. Onlara anlatamayacağım bir bulgu vardı. Fabiana’nın birinci kızı K2’de beni çok üzen bir genetik mutasyon saptamıştım. 11’inci kromozomundaki IGF2 geni zarar görmüştü. Bu mutasyon, Beckwith-Wiedemann Sendromu’na yol açacak; bebeğin kalbi, karaciğeri ve dili haddinden fazla büyüyebilecekti. Us bilgileri bunun bir tedavisi olmadığını söylüyordu. Şimdilik üzüntümü içime gömmeli, bu kötü sonucu herkesten saklamalıydım. Bir bebeği kaybetmek, bir nesil kaybetmek demekti. Genetik bilgilerim sakatlık ve erken ölümleri engellemeye yeterliydi. Tek ihtiyacım tam teşekküllü bir DNA lâboratuvarıydı. Onların nerede olduğunu yıllar öncesinden biliyordum. Bir hafta boyunca yaptığımız çalışmalarda bana yardımcı olan iki bakire genç, Vladimir ve Karina, akşamları saraya döndüğümüzde yaptıklarını büyük bir heyecanla diğerlerine anlatıyor, genetik mühendisliğin ne kadar ilginç ve kolay bir uğraş olduğunu söylüyorlardı. Herkesin büyük ilgi gösterdiğini sezince, Genetik Geçmişimiz ve Geleceğimiz adlı kitabımı Vladimir’e verdim, çoğaltıp kardeşlerine dağıtmasını istedim. Hemen yüksek bir ilgiyle kitabımı okumaya koyulanlar, akıllarına takılan ilk soruları sormaya başladılar. Temel, 23 çift kromozomdan yarısının, X-kromozomu olarak anneden geldiğini öğrenince espriyi patlatmakta geç kalmadı: “Ha şimdu penum kiz K4 sadece yarım Laz mi oldi? İstemeyum!” İngilizceden başka dil konuşmama yasağına uymadığı için özür dilemek zorunda kaldı Temel. Kurallarımız anayasamızdı, onu delmeye, bir kez bile olsa kimsenin hakkı olamazdı!

94


ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 12 Ağustos 2014 Küçük Kozmik Kardeşler’in sordukları sorulara aldıkları yanıtlardan sonra öğrendiklerini iddia ettikleri genetik dersinin sözlü sınav günüydü bugün. En yüksek notu alan, kendi seçeceği bir ülkenin tapusunu kazanacak, o ülkenin kralı veya kraliçesi unvanını alacaktı. Böylece torunlarına bırakacağı bir mirasa sahip olacaktı. Bu yöntemin amacı; ileride mutlaka hortlayacak olan sahiplenme güdüsünü, ben ölmeden önce ortaya çıkarmak, evrimini izlemek ve akacağı nehir yatağını sağlıklı bir zemine oturtmaktı. Sınav, bebekler uykudayken dershane olarak hazırladığımız odada yapılacak, 2 saat sürecekti. Konu ve armağanlar ciddîydi. Sınıf hazır, heyecan yüksekti. İlk soruyu Riyana’ya yönelttim: “Kromozom ve gen arasındaki fark nedir?” “Vücudumuzda 100 trilyondan fazla hücre vardır. Bunların her birinin içinde aynı yapıya sahip birer çekirdek vardır. Çekirdeğin içinde 23 çift kromozom vardır. Kromozom upuzun bir DNA molekülüdür. Bu molekül, bükülmüş bir merdiven şeklindedir. Gen ise; bu merdiveni, yani kromozomu oluşturan basamaklara verilen isimdir. Ancak, her basamak 2 çift baz’dan oluşmuştur. Bunlar AT-GC çifti veya TA-CG çiftidir. Bu çiftler diğer basmaklarla işbirliği yaparak protein üretebilen birer sistem oluştururlar.” Sınıfta şiddetli bir alkış koptu. Fabiana: “Onlara merdiven denmez, çift sarmal denir” diye ilâve etti. Riyana omuz silkti. 100 üzerinden aldığı puanı kimseye göstermeden masadaki defterime yazdım. Temel bir soru yöneltmek istedi, kabul etmedim. Soru sorma sırası bendeydi: “Vücudumuzdaki her organ ve her doku proteinlerden yapılmıştır; onlar da amino asitlerden... Peki, hangi proteinin, ne zaman yapılması gerektiğine, bu gen denen kimyasallar nasıl karar veriyorlar? Bunların düşünen beyni mi var acaba? Bunun yanıtını bilen birisi cevap versin” der demez, Vladimir’in parmağı fişek gibi havaya kalktı: “Bunu açıklamak için önce enerjinin ve hayat denen şeyin niteliğine bakmak lâzım. Enerji gözle görülmez ama onun yaptığı işleri görebiliriz. Evrendeki her şey enerjiden oluşmuştur. Yıldızları, dünyayı, bizleri ve genleri meydana getiren şeyler aslında elementler değil, enerjidir. Çünkü

95


enerji donduğu zaman madde olarak gözümüze görünür. Yani; gördüğümüz cisimler, aslında titreşimi minimum düzeye inmiş ve ‘donuklaşmış’ enerjidir. Genler de enerjinin somutlaşmış hâlidir, şu masa veya bu kalem de... Elimdeki bu kalem birkaç elementten yapışmış olmasına rağmen cansızdır; buna karşın, hücrelerimdeki genler de cansız maddelerden yapılmış olmasına rağmen canlıdır. Maddeyi canlı ya da cansız yapan şeyi bulduğumuz ânda, Seçkin Peder’in sorusuna yanıt bulmuş oluruz. Anladığım kadarıyla, pek çok bilgi, bir bilgisayarın belleğine kaydedilmiş gibi, genlere kodlanarak işlenmiş. Nasıl ki bilgisayara elektrik akımı vermediğimiz zaman içindeki bilgileri kullanamıyorsak, hücreye canlılık veren o enerji olmadığı zaman da genler işe yaramıyor. İşte şu masa, ceviz ağacının gövdesinden yapılmışsa, onu yapan genler masanın içinde hâlâ duruyordur, ama cansız ve ruhsuz biçimde... Bence, canlı madde ile cansız madde arasındaki en büyük fark; canlılarda ruh denen enerjinin olmasıdır. Aziz Peder kitabında buna Akıllı Enerji demiş. Bu akıllı enerji içine girdiği her maddeye canlılık ve zekâ yüklüyor ve olağanüstü işler başarmasını sağlıyor. Evet, genlerin görünen bir beyni var: Bizim beynimiz nöronlardan yapılmış, onlarınki AT ve CG baz çiftlerinden, yani kimyasallardan. Fakat beynin iş görmesi için, o akıllı enerjinin ona hayat vermesi gerekiyor, şu lâmbalara gelen elektrik gibi...” Vladimir bu derin bilgi ve felsefesinden dolayı ayakta alkışlandı. O konuşurken gözlerim dolmuş, boğazım düğümlenmişti. Bir ömür boyu elde ettiğim bilgilerin ışığında, daha müdahale olmadan ulaştığım sonuca ve doğru olduğunu sandığım gerçeğe bu çocuk 14 yaşında ulaşabilmiş, daha önemlisi bunu doğru ve etkili biçimde ifade edebilecek kapasiteye sahip olduğunu kanıtlamıştı. Gençliğimde hep bir dâhi çocuğum olmasını isterdim. İstediğimden daha zeki on çocuğum vardı şimdi. Onlarla günden güne daha fazla gurur duyuyor ve her seferinde zekâlarını ne kadar küçümsediğimi fark ediyordum. Zizi zıpkın gibi ayağa fırladı, aklına gelen bir soruyu hem sormak, hem yanıtlamak istedi. Kabul ettim: “Vladimir’in sözünü ettiği bu ruhsal zekâ acaba genlerin eseri olamaz mı? Hayır olamaz diyorum; çünkü o ruh, daha genler bükülmüş merdiven şeklini almadan önce, yani daha yumurta veya sperm içinde birer yarım merdiven iken ve protein üretme kodlarını tam edinmemişken bile vardı. Çünkü sperm ve yumurtaya hayat veren şey oydu.” Bu özlü soru cevap için Zizi’ye yüksek bir not verdim.

96


 Herkese bir soru sorup oldukça doğru yanıtlar aldım. Birinciyi öğrenmek için başıma üşüştüler. Bunlar birer ana-baba olmuş ve son derece mantıklı düşünüyorlardı ama, sınıfta yaramaz birer çocuk gibiydiler hâlâ. Yerlerine oturmalarını istedim. Vizyonları yeterince gelişmemişti, dardı. Tüm dünyanın sahibi olmalarına rağmen, bu dünyayı ileride nasıl kullanacaklarına dair bir tek görüşleri oluşmamıştı henüz. Cinsellik ve ana-babalık duygularını tatmin etmek, benden yaptıkları çalışmalar için takdir toplamak birincil hedefleriydi. Gençtiler, cahal’dılar eskilerin dediği gibi. Yüzlerinde o masal yorgunluğunun çizgileri yoktu henüz. “Şimdi birinciyi açıklamadan önce üçüncünün adını söylüyorum. Bu kişi dünyadaki bütün göllerin sahibi olacak. 88 puan alan Yuki! Ayrıca Kont unvanı kazandı.” Yuki masaya geldi, beni kucaklayıp öptü, uzattığım tapuyu ve unvan belgesini alarak yerine oturdu. “İkinciyi açıklıyorum. Bu kardeşiniz, dünyadaki bütün denizlerin tapusunu alacak. 93 puan alan Vladimir! Ayrıca Dük unvanı kazandı.” Vladimir de alkışlar arasında belgelerini aldı. “Ve geldik birinciye; 100 puan alan...” dedim ve durakladım heyecan yaratmak için. Herkes nefesini tutmuş, umutla, ağzımdan çıkacak dört kelimeyi bekliyordu. “100 puan alan yok! İstediği ülkenin tapusunu kazanan kardeşiniz, 95 puan alan Kraliçe Karina!” Sınıfı tiz çığlıklar ve ıslık sesleri doldurdu. Herkes Karina’ya doğru koşup öperek kutladı. Gençlerin hareketlerini gözlerken, birbirini büyük bir içtenlikle öpmeleri çok hoşuma gitti. Kimsede çekemezlik belirtileri görülmüyordu. Demek ki paylaşım kuralı iyiden iyiye benimsenmişti. 14 aydan beri verdiğim eğitimle, ezberci olmalarını engellemiş; hem üst beyinlerinin pratik olmasına, hem de öğrendiklerinin alt beyinlerine işlemesine özen göstermiştim. İyi programlanmış bir alt beyni artık isteseler bile kolay kolay değiştiremezlerdi. Bilinçaltındaki özdenetim sistemini kur, gerisi kolay... Karina’yı öptükten sonra hangi ülkenin sahibi olmak istediğini sordum. Hiç tereddüt göstermeden kendi ülkesini seçti. Tapusuna ‘Danimarka’, unvan belgesine ‘Kraliçe’ yazıp eline verdiğimde, gözlerinden iri iri yaşlar süzülmeye başladı. Bana baktığında, göz bebeklerimdeki karanlığı delip geçen, sevincin ötesinde bir anlam vardı yeşil gözlerinde. Ağlayan bebeklerin seslerini duyunca, anneler koşaraktan ayrıldılar odadan.

97


Karina’nın birinci olmasının sebebi, belki de anne olmamasıydı. Diğer kızlar gibi zamanını ve beyin gücünü çocuklarına ayırmamış, dolayısıyla dersini diğerlerinden daha iyi çalışabilmişti. Vladimir için de baba olmadığından dolayı aynı şey sözkonusuydu; tüm enerjisini bir konuya odaklama imkânı bulmuştu. Kendi yazarlık yıllarım geldi aklıma. Yazabilmek için ilham aramak; ilham bulmak için yalnız kalmak; ilhamları kâğıda dökebilmek için eve kapanmak ve yakın çevremle ilişkilerimi asgariye indirgemek zorunda kalmıştım. Bunun bedeli ağır olmuş, dostlarımdan çalarak eserlerime verdiğim zamandan ve sevgiden dolayı herkes bana kızmıştı. Belki de başarının sırlarından biri buydu: Yeni şeyler yaratmak için tek başına bile kalsan, ilhamların gösterdiği yolda yılmadan ilerlemek... Sınıfta altı kişi kalmıştık. Karina’nın aklına yeni sorular gelmişti. En çok, insan kopyalamayı merak ettiği anlaşılıyordu. “Şu klonlama meselesi...” dedi, “Beni kopyalamanız mümkün mü?” Bu anî soru, beynimde 100 bin voltluk bir şimşek çaktırdı sanki! “Evet, mümkün” dedim yüz ifademi değiştirmeden. “O hâlde kendime benzeyen bir bebek sahibi olmak istiyorum” diye nazlı bir edayla istekte bulundu. Temel, yapmacık olduğunu özellikle abartarak gösterdiği bir kıskançlıkla: “Ben de isterem” türküsünü söylemeye başladı. Vladimir de yavaşça yanıma yaklaşarak: “Öyleyse bu benim için de mümkün, değil mi?” diye ümitsiz bir bakışla soruşturdu. Lenny bu soruya: “Hiç olur mu? Senin kızlar gibi uterusun mu var ki?” diyerek itiraz etti. “Karina’nınki var ya!” dedi Vladimir. Karina, elinden bir hakkı alınıyormuş gibi, Vladimir’in bu isteğine sert tepki gösterdi: “Hayır! Ben kendime benzeyen bir bebek istiyorum!” Tartışmayı büyümeden kestim: “Tamam tamam. Bu iş öyle zannettiğiniz kadar kolay değil... Ördek demeden göle bakmayın hemen! Üstelik daha yüzlerce araştırma ve deney yapmam lâzım ki doğacak çocukta bir sakatlık veya eksiklik olmasın. Şimdilik bu konuyu burada kapatalım, zamanı gelince yine konuşuruz.”

98


ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 15 Ağustos 2014 Bu ülkede, vitamin ihtiyacımızı karşılayacak kadar meyve ve sebze yetişmiyordu. Gelecek kış aylarında taze vitamin kıtlığı yaşayacaktık. Soğuk hava deposunda biriktirdiğimiz konserve yiyecekler de hepi topu bir yıl daha bozulmadan idare ederdi. Sağlıklı beslenmek için ayda bir kez Fransa’ya veya İspanya’ya gidip gelmek gerekecekti. Çekirge bir sıçrar, iki sıçrar, üçüncüde bir yol kazasına kurban gidebilirdi. Bu riskten kurtulmanın yollarını bulmalıydım. 6 ay kuzey yarımkürede, 6 ay güneyde yaşayabilir ve kış mevsiminden kurtulabilirdik. Fakat sürekli yaz mevsiminde yaşamanın da riskleri vardı. Kaldı ki güney yarımküredeki ülkelerde, bu bilimsel ve teknolojik olanakları bulmak pek olası değildi. Misyonumuz; atalarımızın bilgi ve teknolojilerini kullanarak hem doğaya, hem de kendimize daha yararlı insanlar ve bilgiler üretmekti. Bunları düşünürken aklıma basit bir çözüm geldi: Yarım saatlik araba yolculuğu mesafesinde, Richmond diye bir semt vardı. Orada, Kew Gardens adında muhteşem bir botanik bahçesi olduğunu biliyordum. İçinde, kontrollü biyodenge sayesinde egzotik bitkilerin yetiştirildiği devasa bir sera vardı. Palm House’taki ağaçları ve diğer ender bitkileri çıkarırsak, yerlerinde meyve sebze yetiştirebilirdik. Üstelik, zaman içinde bazı meyve ve tahılların genlerini değiştirerek, onları vitamin ve protein değeri yüksek bitkilere dönüştürebilirdim. Yarın oğlanları alıp Kew Gardens’a gitmeye karar verdim. Akşam yemeğinde kararımı açıklayınca kızlar da gelmek istediler. Fakat bebeklerle seyahat etmek pek uygun değildi. Başka bir gün onları da götüreceğime söz verdim. Günlük yazdığı için Karina’nın bizimle gelmesine razı oldum. 16 Ağustos 2014 Güneşli, ılık bir gündü. Dev bir denizaltıya benzeyen Palm House tüm görkemiyle karşımızda duruyor, güneş vurmuş, elmastan bir dağ gibi parlıyordu. Camların, yeşilimtırak kahverengi yosunlarla kaplandığını gördük. İçerisini görmek mümkün değildi. Kapıyı açmak da tehlikeli olabilirdi. Belli ki içerideki bitkiler, yosun ve mantarların azizliği yüzünden güneş ışığı alamayıp çürümüş ve belki de milyonlarca bakteri türüne dönüşmüştü. Yazık... Burada 100 yılda bir kere çiçek açan, adı Agave Americana olan çok değerli bir bitki vardı. En son geldiğimde birer muz ve

99


mango ağacı da görmüştüm. Bari onlar yaşıyor olsaydı... Havalanması için kapıları açtık ve koşarak uzaklaştık. “Haydi sizi meyve bahçesine götüreyim” deyince herkesin yüzü güldü. Yedi aydan beri konserve meyve ve kompostolarla idare ediyorduk. Taze meyvenin ismini duymak bile heyecan vericiydi! Egzotik bitkilerin ve ağaçların arasından yürürken kendimizi Japon Bahçesi’nde bulduk. Tüm güzelliğini hâlâ koruyordu. Yuki dayanamayıp sarayın bahçesine dikmek için bir minyatür meşe ağacını kökünden söküp çıkardı. Diğer bonzaylardan da birer tane almak isteyince izin vermedim. Bahçıvan binalarında bulduğumuz sepet ve poşetleri alıp armut bahçesine gittik. İngiltere’de bolca yetişen yeşil kabuklu conference armutları ağaçlardan yere dökülüyordu artık. Hepimize bir hafta yetecek kadar armut topladık ve bu arada karnımızı da onlarla doyurduk. Elmalar henüz çok küçük ve asitliydi. Etrafta başka da meyve ağacı görünmüyordu. Mustafa telsiz anonsuyla kızlara bir sürprizi olduğunu söyleyip, muziplik olsun diye onları meraklandırdı. Saraya dönmeden önce Wakehurst’teki Milenyum Tohum Müzesi’ne uğradık. Burada 200 farklı tür tohum vardı. Birer avuç dolusu tatlı mısır, Kaliforniya buğdayı, kahverengi pirinç ve iri bezelye alıp ceplerime doldurdum. Bunlar çok işe yarayacaktı...

23 Ağustos 2014 Bebekleri babalarının bakımına teslim ederek Kew’a gitmek üzere kahvaltıdan sonra yola koyulduk. Bebekler anne sütüyle beslendiği için bütün günü dışarıda geçiremeyecektik. Sırça seramızdaki kokular dağılmış, havası temizlenmişti. Bitkilerin çoğu kuruyup çürümüştü ama kaktüsler pembe çiçekler açmışlardı. Palmiye ağacı da bütün heybeti ve güzelliğiyle ayaktaydı. Burayı temizlemek en az bir haftalık çalışma gerektiriyordu. Sepet sepet armut ve can eriği ile eve döndük. Bebeklerin ağıtları alt kattaki koridorda yankılanıyordu. Vladimir, boz bulanık sulardan kurtulup tertemiz akan Thames nehrinde avladığı balıklarla güzel bir ziyafet hazırlamış, sarayın bahçesinde yetiştirdiğimiz sebzelerle zengin bir yeşil salata yapmıştı. Akşam yemekten sonra bebekler uyurken, gençlerle bir toplantı yaptım. Konumuz tarımdı; bir haftalığına Kew Gardens’a yakın bir otele taşınacak, seramızı mısır tarlası ve meyve bahçesine dönüştürecektik.

100


Bu arada ben de Fransa’ya gidip meyve ağacı fideleri getirecektim. Karina bana katılmak istedi, kabul ettim. Bu kız nereye gitsem bana sakız gibi yapışıyordu zaten! 30 Ağustos 2014 Zifaf Bayramı’nın birinci yıldönümünü sarayda, kral ve kraliçelere lâyık, debdebeli bir törenle kutladık. Kutlamaların sayısı giderek artacak, bunlar yeni dünyanın kültür takvimini oluşturacaktı. 2 Eylül 2014 Bütün bir günü bol miktarda taze elma ve kurumaya yüz tutmuş üzüm topladığımız Fransa’daki meyve bahçelerinde geçirdik. Helikoptere sığacak kadar fide kesip güneş batmadan önce eve döndük. Palm House’u verimli bir tarlaya dönüştürmüş, yarısına mısır ekmiştik. Diğer yarısı fideleri bekliyordu. Zararlı olmadığını bildiğim hormonlu gübrelerle beslenecek meyve ağaçlarımız gelecek yaza kadar bize taze meyve ikram edebilirdi. 5 Eylül 2014 Genetik bilgilerimi kullanmak için sabırsızlığım son haddine varmıştı. Kış bastırmadan önce Cambridge’e gitmeliydim. Gençlerin artık bana pek ihtiyaçları yoktu. Hepsi ev bark, çoluk çocuk sahibi olmuş, tek başlarına ayakta kalacak donanımları edinmiş, sağlık ve güvenlikle ilgili tüm konularda ne yapacaklarını iyice bellemişlerdi. Karina ve Vladimir de hâllerinden memnun görünüyordu. Cambridge’deyken, en azından teknolojik olanakları kullanarak iletişim kurabilme amacıyla BBC’nin, Bush House denen binasındaki stüdyosundan yararlanabilecekleri fikrimi anlattım Vladimir’e. Radyo yayını sürekli müzik çalacak ve bana iletecekleri bir mesaj olduğunda yayını kesip söyleyeceklerini üç kez art arda tekrar edeceklerdi. Ben de, Cambridge’in dört bir yanından duyulacak şekilde birkaç radyoyu kilise kulelerine yerleştirecek ve böylece tüm anonslarını duymuş olacaktım. 11 kurala ilâveten bir kural daha koydum; <Kural-12: Sağlıklı iletişim kurun...> Bu kural hem zihinsel, hem psikolojik, hem duygusal, hem de ruhsal iletişimi içeriyordu. Eski dünyada beni en çok üzen sorunlardan biriydi bu. İnsanların birçoğu, salt dil aracılığı ile iletişim kuruyor, manyetik alanına girdikleri kişilerden gelen diğer sinyalleri okumada âciz kalıyorlardı. Hatta ilk görüşte sıcaklık veya soğukluk hissettikleri insanlara karşı iç dünyalarında oluşan o enerjiyi tercüme etmede bile çaresizdiler. Gençlerin ve gelecek kuşakların,

101


zaten mayalarında mevcut olan bu ruhsâl ve genetik yeteneğin farkına varmalarını ve geliştirmelerini sağlamak için önemli bir kuraldı bu. 6 Eylül 2014 Hüzünle başladı gün. Gençleri ve bebekleri çok özleyecektim. En çok da kahverengi K1’i ve çekik gözlü E1’i... Bu bebeklere her dokunduğumda içimdeki babalık hisleri kabardıkça kabarıyor, bu yaştan sonra bir çocuk sahibi olma isteğiyle dolup taşıyordum. Bebeklerin masum minik ellerinden, koyu kızıl yanaklarından öptüm. Herkese teker teker zaman ayırıp bir-iki tavsiyede bulunarak veda merasimini tamamladım. Helikoptere binince yan koltuğun üstünde bir zarf gördüm, hemen açtım. Karina’nın el yazısıydı: “Benim de Cambridge’e gelmeme izin verirseniz yaptıklarınızı günlüğe kaydeder ve sizi yalnızlıktan kurtarırım. Lütfen Seçkin Peder...” Karina’nın önerisi ve can yoldaşım olmak istemesi beni çok keyiflendirdi; gözümün önünde olması bana her zaman mutluluk veriyordu. Dışarı baktım, herkes ne diyeceğimi bekliyordu. Demek bunu aralarında konuşmuşlardı. Elimle gel işareti yaptım. Alkışlar arasında havalandık. Yıllardır evinden çıkmamış birisinin tatile gitmek için uçağa bindiğinde duyduğu o coşkuyla yüklenmiştim. 9 Eylül 2014 Cambridge’e geleli 3 gün olmuştu. 150 yıllık muhteşem bir konağa yerleşmiş ve kentin elektrik, su, havagazı şebekelerini çalıştırmıştık. Fakülte binalarını gezip neyi nerede bulabileceğimizi keşfettik. Burası tam anlamıyla bir bilim yuvasıydı. Nobel ödülü kazanmış 60 kadar bilim adamı yetiştirmiş 800 yıllık bir üniversiteydi. Şehir dışındaki yemyeşil bir alana kurulu, genetik çalışmalar yapan Genom Kampüsü’nü de bulmuştuk. Vladimir’in her gün yaptığı radyo yayını sayesinde herkesin iyi olduğundan haberdar oluyorduk. Akşamları masa tenisi ve bilardo oynayarak, sporu ihmal etmiyorduk. Karina bütün çalışmalarımı hem yazıyor, hem de ara sıra video kasete alıyordu. Dün gece yarısından sonra kâbus görünce, korkudan titreye titreye gelip koynuma girdi. Bir ara çıplak gövdeme arkadan sarılınca, sertleşmiş meme uçları sırtımı dokunan iki çıplak kablo gibi, voltajı yüksek bir elektrikle tüm bedenimi titretti. Sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Hapsolmuş cinsel dürtülerim dün gece hücrelerinden çıkmak istemişti. Bu kız podyum mankenlerine parmak ısırtacak güzellikte, çok da hanım hanımcıktı. Altın rengi saçı, minnacık kalkık burnu, pürüzsüz teniyle göz

102


kamaştıran bir dünya güzeliydi. Doğal cilâlı tipik İskandinav dudakları, bir Rönesans ressamının kaleminden çıkmış kadar muntazamdı. Kalçaları henüz yeterince gelişmemişti, ama bombeli memeleri iyice büyümüş, yüzündeki sübyanlık izleri kaybolmuştu. Şimdiye kadar bana en çok sokulan, en sıcak kızdı. Sürekli benimle olmak, benimle vakit geçirmek istiyordu. Acaba Karina ile evlensem, bu bir ensest ilişki olur mu? sorusuna yanıt arıyordum dün geceden beri. Sonra düşündüğüm şeyden utanıyor, derhâl başka düşüncelerle meşgul etmeye başlıyordum kafamı. Fakat sadece 2 oğlana karşın 4 kız bebeğimiz olmuştu. Gelecek sene doğacak bebeklerin cinsiyetleri de meçhuldü. Bu gidişle çoğalmamız biraz gecikecekti. Oğlanların spermleriyle veya kızların yumurtalarıyla oynayıp cinsiyet seçimini lâboratuvarda yapmak istemiyordum henüz. Ne var ki Karina’nın yumurtası ve benim spermlerimle oynayabilir, sağlıklı bir erkek çocuk yapabilirdim. Nasıl olsa ikimiz de bir işe yaramıyor, çoğalmaya katkıda bulunmuyorduk. Üstelik ne akrabaydık, ne de gerçek baba ve kız. Acaba o ne hissediyordu? Herkes doya doya cinsel özgürlüğünü yaşarken; kızlar, annelik hislerini tatmin ederken; Karina’nın cinsel arzularına uzun yıllar ket vurması o kadar da sağlıklı görünmüyordu bana. Acaba bu yüzden mi her fırsatta benimle birlikte olmak, bana dokunmak istiyordu? Son haftalarda bana karşı gösterdiği ağdalı tavırlarını düşündüğümde epeyce davetkâr davranmış olduğunu görmem zor olmadı. Gerçek niyetini ortaya çıkarmanın bir yolu vardı...  Bugün durmadan kendi kendimle konuştuğumu sezen Karina yanıma sokuldu ve samimi bir arkadaş edasıyla: “Ne düşünüyorsun? Bir problem var galiba...” dedi Beklediğim fırsatı yakalamıştım: “Galiba mens döneminin 13’üncü günündesin, değil mi? “Evet, öyle” dedi, “Nerden bildin?” “Eksilmeyen tamponlarından... Ben sizin her hareketinizi sürekli izlemek zorundayım.” Yanaklarında utangaç bir gülümseme belirdi. “Gel şu ultrason cihazıyla bir bakalım... Hazır bir yumurtan varsa, sana bir bebek yapabiliriz belki...” Bu anî teklifime hem çok şaşırdı, hem de hiç sorgulamadan: “Çok sevinirim” demekle yetindi. Yarı karanlık muayene odasına girdik. “Sen soyun, ben ellerimi yıkayıp hemen dönerim” dedim.

103


Lavaboya giderken, zifaf odasına sokulmuş bir damadın heyecanını yaşamaktan utanç duyuyor, dün geceki temastan sonra aklımı bu kıza taktığım için kendime hayıflanıyordum içten içe. Odaya geri döndüğümde, Karina külotu dışında her şeyini çıkarmış, sedye biçimindeki yatağa balık gibi uzanmıştı. Ultrason cihazını da çalıştırmış ve büyükçe bir kutu jöle bulmuştu. Aygıtın başlığına bolca jöle sürdüm ve yumurtalıkları üzerinde gezdirdim. Bu aşamada bir şey görmeye imkân yoktu zaten, yazıcıdan bir görüntü çıktısı alıp muayene seansını bitirdim. Fakat Danimarka Kraliçesi henüz doğrulmak istemiyordu sanki! “Soyunmuşken diğer organlarını da kontrol edelim bari” dediğimde yüzünde gizli bir memnuniyet belirdi. Sırasıyla, böbrekleri, idrar kesesini ve pankreası kontrol ettim. Renkli Dopplerle kalbe girip çıkan kanın diyastolik akımını ölçmek ve damarların çeperlerini kontrol etmek mümkündü. Başlığa tekrar bol miktarda jöle sürdüm, iri sol memesinin altında dolaştırmaya başladım. Ara sıra serçe parmağımla göğüs uçlarına dokunduğumda elektriğe çarpılmış gibi inip kalkan vücudu yatağı sallıyor, nabzı hızlanıyordu. Pembe dudakları dışarı doğru fırlamış, arzuyla bekliyordu sanki. Bundan sonra ne olacağı belli olmuştu; eski dünyada suç sayılabilecek, ama bugünkü insansız dünyamızda teşvik görmesi gereken bir ilişki başlamak üzereydi. Beynim buna izin veriyordu, fakat etik anlayışım beynime isyan etmiş, içimde büyük bir suçluluk duygusu yaratmıştı. Aslında birkaç ay daha bekleseydim, ne yapıp edip, beni zaten o çıkaracaktı baştan; fakat kızın erkeği ayartması, ucuz bir roman kahramanlığı gibi bana biraz yakışıksız geliyordu. Sıcak nefesimi kulağında hissettirecek şekilde eğildim: “Neden heyecanlandın canım?” “Bilmem... Kendimi biraz garip hissettim?” dedi utangaçça. “Nasıl yani?...” “Yani bana dokunmanız hoşuma gitti galiba...” “Benim daha çok hoşuma gitti. Sana şöyle güzel bir masaj yapmamı ister misin?” “Bütün kalbimle...” Bu söz beni çılgına çevirmeye yetmişti. Bu ânı bir daha yakalamak kolay olmayabilirdi... “Seni öpebilir miyim?” dememe kalmadan, ensemden kavradı, başımı yüzüne doğru hızla çekti. Cinsel perhizimizin iftar vakti gelmişti artık. Zaman durdu, mekân hissimiz kayboldu, sonsuz bir boşlukta öpüşmekten başka çaresi kalmamış iki uzaylı gibi, kendimizi ihtirasın kollarına bıraktık...

104


Karina yavru bir güvencinin acemi ötüşleri gibi homurtular çıkarıyor, ne kadar zevk aldığını ifade etmeye çalışıyordu. Bir ara dudaklarını dudaklarımdan kurtardı: “Bunu söylemeye utanıyorum, ama sizinle evlenmiş olmayı iki aydan beri hayal ediyordum. Bir gece rüyamda seviştik ve sonra bir kızımız oldu. O zamandan beri...” İşaret parmağımı dudaklarına yapıştırdım: “Bizim dünyamızda şimdilik utanma yok canım, unutma!” dedim. “Öyleyse rüyamın gerçek olmasını istiyorum.” İki bedeni aynı ânda kuşatan cinsel gerilimin kontrolü artık yaydan fırlamış bir ok gibi, kimsenin elinde değildi... Gemileri yakmış, geri dönülmez bir duygu deryasındaki o ıssız adada yalnız kalmanın tadını ve aynı ânda endişesini yaşamaya başlamıştık. Onunla birlikte olmak, ay ışığında güneş banyosu yapmak gibi sımsıcak bir his veriyordu bana.  Karina hafif ağrıları olduğunu söyledi. Bu doğaldı, yemek arasında bir ağrıkesici alabileceğini söyledim. Öğlen yemeğini hiç konuşmadan, yersiz bir suçluluk duygusu içinde, acemi âşıklar gibi göz göze bakışarak yedik. Bugün çalışmak gelmiyordu içimden. Bu zifafı kutlamak, doyasıya sevişmek istiyordum. Aynı arzuyu onun da duyduğu her hâlinden belliydi. Gece, taze karanlığa gömülürken, bitkin, mutlu, erkenden uykuya daldık. 10 Eylül 2014 Karina’nın ağrıları sürmesine rağmen şafak renklerini sevişerek karşıladık. Sonra el ele, dudak dudağa bir kahvaltı yaptık. Yasak aşk yaşayan iki kaçak gibi, yakalanacağımız güne kadar doyasıya eğlenmek, 14 aydan beri yaşadığımız stres ve cinsel sıkıntıları üstümüzden atmak istiyorduk. Karina, ilişkimizi günlüğe yazmak istemediğini söyleyince itiraz ettim: “Hayatım burda yasak bir aşk oyunu mu oynuyoruz ki... Niye yazmayacakmışsın? İnsanî güdülerimizi tatmin ediyor, gelecek kuşakları bir ân önce üretme çabası gösteriyoruz. Bu tutum, yeni dünyamızda şimdilik ne ayıp, ne de günah! Her şeyi açık açık yazmalısın” dedim. Kerhen kabul etti. Sonra birer av tüfeği bulup kırlara açıldık. Renkler değişiyor, yapraklar ve çiçekler yeni makyajlarını sergiliyordu. Bütün bir günü, motosikletle doğanın bağrında gezinerek, avlanarak geçirdik. Elimizde iki ördek ve bir tavşanla eve döndük. Akşamleyin kapı önündeki patika yolda yaktığımız kömür ateşinde ördek çevirmesi yaptık, bedenlerimizi paylaşmayı tarifsiz bir hazla kutladık.

105


O romantik yemekten sonra daha fazla dayanamayıp kendimizi yine yatakta bulduk. Yüreğimi tiril tiril titreten o üç sözcüğü fısıldadı kulağıma eğilerek: “I love you.” “Canım benim...” demekten başka bir yanıt veremedim. 11 Eylül 2014 “Pedeer! Peder Mehmeet!” ezgisini tekrarlayan nefis bir şarkı uyandırdı beni. Ses dışarıdan geliyordu. Kalkıp pencereden baktım, Karina, bahçedeki masanın yanında, çiseleyen yağmur altında işaret parmağıyla beni çağırıyor. Topladığı güz gülleri ile “seni seviyorum” yazmıştı çimlerin üstüne. Bir nefeste aşağıya indim. Boynuma sarıldı, yağmur suları dökülen dudaklarını yanağıma dayadı, beni geri geri iterek ıslak sandalyeye oturttu. Masanın altından bir demlik, iki fincan çıkardı. Kupaları sıcak sütle doldurup yanıma oturdu, kollarını boynuma doladı, sonra ellerimi tutup göğsüne bastırdı, parmağımdaki yüzükle oynadı, boynumdaki kolyeyi ağzına sokup emdi. Dokunma, okşama faslı bitince, çiseleyen yağmur altında hiç konuşmadan sütümüzü yudumlamaya başladık. Kupanın üstünde “seni seviyorum” yazıyordu. Anlaşılan bu kız bana sırılsıklam âşıktı. Ama ben değildim, olmamalıydım! Aşk gibi, tehlikeli sonuçlar doğurabilecek bir duygusallığa izin vermemeliydim. Bunun bize kazandıracağı zevk ve hazzın karşılığında, insanoğlu çok şey kaybedebilirdi. Üstelik bilinçaltımdaki ses, “Sevgini tüm çocuklara eşit dağıtmalısın” diyerek beni sürekli uyarıyordu. İyi ama herkese aynı sevgiyi gösterip, aynı mesafede durmak da öyle kolay iş değildi ki! Dürüst davranmalı, ona ne hissettiğimi söylemeliydim. Fakat balayından sonra... Birlikte duş alıp Genom Kampüsü’ne gittik. İnsan kopyalama çalışmalarının hangi safhada olduğunu öğrenmek istiyordum. Burası, 13 dönümlük bahçesiyle devasa bir klinikti. 600 kişinin çalıştığı, genetik haritamızın tamamlanmasında büyük katkısı olmuş, çok güçlü bir vakfın kuruluşuydu. Bütün dosyaları ve bilgisayarları tekrar kontrol ettik. Bu konuda en ufak bir deney yapıldığına değgin hiçbir ipucu yoktu. Bu çok tuhaftı! İnsan klonlama bu ülkede yasa dışı olsa bile, bilim adamlarının uslu bir çocuk gibi davranmayacaklardan emindim. Bu deneyler bir yerlerde yapılıyor olmalıydı. Belki de bodrum katında gizli bir lâboratuvar vardı? Zemindeki yer karolarını köşe bucak kontrol ettik. Karda kemik arayan bir kurt gibi, mahzen kapağına benzer bir giriş arıyordum. Hiçbir iz bulamadık.

106


Sıkılmıştım. Temiz hava almak için bahçeye çıktım. Yağmur dinmişti. Binanın çevresini dolaştım. Bu binada bir bodrum katı mutlaka olmalıydı. Arka bahçe, bina alanının 4-5 kat büyüklüğündeydi. Çimenlikten geçen yol arkadaki yüksek meşe ağaçlarına doğru gidiyordu, birlikte bahçeyi dolaşmaya başladık. 100 metre kadar yürüyünce, ağaçlığın ortasına gizlenmiş bir çardak çıktı karşımıza. Yerden bir metre kadar yüksek bir zemin üzerine yapılmıştı. Sezgi pusulamın iğnesi titremeye başladı; çardağın altına gizlenmiş bir şeyler var gibiydi. Arka tarafını kolaçan ettim. Küçük bir ahşap baraka görünce kapısını açtım. Paslanmaz çelikten yapılmış ikinci bir kapı karşıma çıktı. Evraka!!! diye bağırdım Karina duysun diye.  Kapıyı açmak kolay olmayacaktı. Bulduğumuz keski ve çekiç işe yaramayınca, bir oksijen kaynağı aramaya koyulduk. Fizik Fakültesi lâboratuvarında bulduğumuz kaynak tüpünü kullanarak açtığımız kapıdan içeri girdiğimde göz gözü görmüyordu. Çakmak yardımıyla elektrik düğmesini buldum. Lâmbalar yanınca, büyükçe bir antrede olduğumu fark ettim. Burada, elbise değiştirme kabinlerinden başka bir şey yoktu. Kabinlerdeki lâboratuvar giysilerini görünce rahatladım. Evet, aradığım yer burasıydı! Acaba giriş neredeydi? Duvarlar yekpare ve pürüzsüzdü; giriş kabinlerde olmalıydı. Elbise askılarının yanında, sigorta kutusuna benzer küçük bir kutu gördüm. Kapağını açınca içindeki aletin şifreli dijital bir anahtar olduğunu anladım. Kredi kartı şeklinde manyetik bantlı bir anahtarla açılan türden bir sistemdi bu. Şifreyi bilmeden herhangi bir şeyi açmaya imkân yoktu. “Allah kahretsin!” diye bağırınca, Karina omuzlarıma dokunarak: “Sinirlenmenize gerek yok efendim. Bakın şurada asılı gömleğin cebinde bir kart var” deyince rahatladım. Kartı slota taktım. Yeşil düğmeye basınca yer yerinden oynadı, içinde bulunduğum kabin sağdaki boş duvara doğru hareket etti! Karina çığlık üstüne çığlık atmaya başladı: “Yaşasın! Bulduk, bulduk!...” Girişte bizi iki insan iskeleti selâmladı. Burası, en azından yukarıdaki park kadar geniş bir lâboratuvardı. Orta kısmına açık plân küçük bürolar yapılmıştı. Duvarlarda 20 kadar kapı vardı. Yan yana dizilmiş camekânlarda küçüklü büyüklü yüzlerce hayvan iskeleti sergileniyordu. Çözülmüş genetik şifrelerin renkli grafikleri asılıydı duvarlarda. Bir numaralı kapının camından içeri baktım; 50 metrekare genişliğinde başka bir lâboratuvardı burası. Diğer odalarda ve paravanla ayrılmış bölümlerde genetik araştırmalar ve klonlama deneyleri için gerekli bütün aygıt ve donanımlar mevcuttu. Bu gizli yer, 40-50 bilim insanının rahatça

107


çalışabileceği tam teşekküllü bir araştırma merkeziydi. Bir yıldan beri hasretini çektiğim yere nihayet kavuşmuştum! En merak ettiğim alet; SEM adı verilen ve içine yerleştirilen maddeyi milyonlarca kez büyüten taramalı elektron mikroskobuydu. Bundan 2 tane vardı. Büyükçe bir odanın kapısında CRAY-3 yazılıydı. Bunun bir süper bilgisayar olduğunu biliyordum; 5 ton ağırlığında, saniyede milyarlarca işlem yapabilen, yapay zekânın en gelişmiş versiyonu... İnsan Genomu Projesi ile uğraşan merkezlerin basına verdiği bilgilere bakılırsa; hücre çekirdeğimizde 40 bin gen vardı. Oysa, bana Us’un öğrettiği tıp bilgileri, 100 bin genetik şifremiz olduğunu ve her şifrenin farklı bir protein ürettiğini söylüyordu. Adına Proteom denen bir protein projesinin varlığını biliyordum. Bu merkezin hedefi, proteinlerin ne işe yaradığını saptamaktı. Yine medyaya verilen raporlarına göre, proteinlerin sadece yüzde 3’ünün görevi saptanabilmişti. Ama Us, bu rakamın yüzde 20 olduğunu söylüyordu bana. Neyse, zaten tüm gerçekleri bütün çıplaklığıyla öğreneceğim yakında. Arşiv odasında yüzlerce dosya kabini vardı. Bunları dikkatlice incelemem gerekiyordu. Öğrenmek istediğim şey, bu bilgileri hangi amaçlarla kullandıklarıydı. Gerçekten süper insanlar yaratmak gibi bir klinik çalışmaları var mıydı acaba? Açtığım ilk dosyada gözüme ilişen ilk bilgi, genleri değiştirmiş tohumluk tahılların Afrika’da açlık çeken ülkelere yardım fonu adı altında verildiği oldu. Anlaşılan ortaya çıkacak genetik riskleri saptamak için Siyah Kıta’yı deneme tahtası olarak seçmişlerdi! Bir başka dosyada, beyindeki nöronlar arasında bilgi alış-verişini sağlayan mekanizmanın yapay zekâlı robotlarda kullanılabileceğini öngören bulgular yer alıyordu. Üçüncü dosyada, Nobel Ödülü almış bilim insanlarının ve başarılı işadamlarının, onların haberi olmadan çıkarılmış genetik haritalara değgin bilgiler vardı! Bir diğer odada bulduğum cihazlar adrenal düzeyimin iyice yükselmesine sebep oldu; 6 gen detektörü, 2 gen düblikatörü ve bir tane yepyeni protein detektörü “emrinize amadeyiz” der gibi sıralanmış bekliyordu! Dünyanın bana ve 12 çocuğa ait olduğunu öğrendiğim gün dahi bu kadar sevinmemiştim! İçim içime sığmıyordu! Kolları sıvayıp hemen işe koyulmak geldi içimden... Lâboratuvarları videoya kaydeden Karina’yı çağırıp sımsıkı sarmaladım. Bu ânı kraliçemle paylaşmaktan daha keyif veren bir şey olamazdı! Burası sadece bana ait özel sarayımdı artık. Diğer ülkelerdeki genom lâboratuvarlarından da getireceğim alet-edevat sayesinde insanoğlunun yeni kaderi burada yazılacaktı...

108


ON BEŞİNCİ BÖLÜM 17 Eylül 2014 Vladimir’in diceyliğini yaptığı BBC radyosu sürekli klasik müzik yayımladığı için, yatak odamızdaki radyodan her gün aynı saatte çalan konçertoları dinleyerek uykuya dalmaya alışmıştık. Şafak vaktinin ilk ışıkları kuşları uyandırınca, onlar da bizi uyandırıyordu şarkılarıyla. Fakat bu sabah biyolojik saatim sayesinde uyandım. Karina’nın yüzüne bakınca, REM denen göz hareketlerinden rüya gördüğünü anladım, uyandırmamak için usul usul yatağı terk ederek duşa girdim. Ardından 500 metre ötedeki konağa yerleştirdiğimiz Sarıkız’dan bir litre kadar süt sağmaya gittim. Dana Açgöz, kahvaltısını engellediğim için bana bir türlü rahat vermedi, ama fiskesini yemeden, ben de kendi sütümü almayı başardım. Karina, şimdiye dek gördüğüm en rüküş giysilerle kahvaltıya indiğinde suratı hardal rengindeydi. Sürekli gülümseyen siması epeyce asılmış, mutsuzluğu öteden okunuyordu. Bu ne hâl, demeye kalmadan koşarak boynuma sarıldı, hüngür hüngür ağlamaya başladı. Göz yaşları boynumu ıslatırken, ağlamaklı sesiyle: “Galiba kardeşlerime bir şeyler oldu... Kötü bir rüya gördüm. Lütfen bugün Londra’ya gidelim!” diye yalvardı. Pembe yanakları biraz daha koyulaşmış, göğsü inip inip kalkıyordu. “Ama kötü bir şey olsa Vladimir mutlaka radyodan haber verirdi. Baksana, Bach çalıyor” dediğimde, beni sertçe geriye itti ve kararlı bir tavırla: “Sen gitmezsen ben giderim!” dedi bağırarak. Karina’nın bana büyük acı veren bu sözleri omuzlarımı çökertti!. Hiç beklemediğim bu itaatsizliği yanında, ilk kez tek başına bir karar vermiş olması, birdenbire ona olan güvenimi ve saygımı yarı yarıya azalttı; kendimi ıssız bir adada yapayalnız, çaresiz ve bezgin hissetmeme sebep oldu. Edecek tek lâf bulamadım, başımı önüme eğdim, mahzun mahzun düşünmeye başladım. Acaba ona aşırı kıymet verdiğim için mi böyle davranmıştı; yoksa hormon dengesi değiştiği için mi? Bu isteğine karşı çıkarsam, beni hiçe sayıp Londra’ya gitmeye kalkarsa; onu engellemek, tamiri olanaksız daha başka sorunlara yol açmaz mıydı? İstediği gibi davranmasına izin versem, bu kez de ipin ucunu kaçırmış olmaz mıydım? Hayır!... Beni bu kadar seven-sayan, bu kadar akıllı kızdaki anî değişimin rasyonel bir açıklaması olamazdı. Çok derin bir duygusal kaos

109


yaşıyor olmalıydı! Davranışını onaylamadığımı söylemenin yeri ve zamanı değildi. Şu ânda tek çıkar yol, onun huyuna suyuna gitmek, sevgi göstermekti. “Pekâlâ...” dedim çaresizce, “Ben de herkesi çok özledim. Bir ân önce hazırlanıp gidelim.”  Sarayın ön bahçesine inerken Riyana’nın koşarak dışarı çıktığını gördük. Yılların hasretini giderir gibi ikimize de sımsıkı sarıldı. “Helikopterler nerede?” diye sordu Karina endişe içinde. “Bilmiyorum, dün akşama doğru balık tutmak için denize gittiler, hâlâ dönmediler. Thames üzerinde uçarken gördükleri manzarayı bana telsizle anlatıyorlardı, sonra bir daha aramadılar. Dün gece hiç uyumadan telsiz başında bekledim. İyi ki geldiniz, çok merak ediyorum!” “Hepsi mi gitti?” dedim. “Evet. Ben de bebeklere nöbetçi kaldım.” “Neden BBC’ye gidip bana haber vermedin? Nasıl oturup beklersin böyle!” “Bebekleri yalnız bırakamadım ki... Bakın hepsi ağlıyorlar. Sütüm de yeterli gelmiyor. İnek sütü vermeye de çekindim. Sizce bir zararı olur mu?” “Karina, sen git büyükçe bir tencere süt kaynat hemen. Yarım saat kaynasın. Sen de bebeklerin yanından ayrılma, sırtlarına masaj yap, sütün olmasa bile emzirmeye çalış. Ben radyoya gidip bir anons yapayım hemen.”  Bush House’taki müziği kestim ve herkesin derhâl saraya dönmesini istedim. Sonra da bu anonsu banda kaydedip sürekli yayına soktum. Saraya döndüğümde Karina, sütü kaynatmış, soğumaya bırakmıştı. Küçük kaplara boşaltıp vantilatör rüzgârıyla soğutmasını istedim. Bebeklerin ağıtları ta alt kattan duyuluyordu. Koşarak revire çıktım. Zavallı çocuklar! Mosmor kesilmiş, durmadan tepiniyorlardı... Hepsine yarımşar doz sakinleştirici iğne yaptım. Bebeklere bu yaşta ilaç vermek zorunda kaldığımdan, başta sınıf başkanı Vladimir olmak üzere herkese içten içten hınçlanıyor; yine kötü bir felâketle karşı karşıya kalmış olma ihtimali yüzünden kendi kendimi yiyor; bir yandan da Karina’nın önsezilerinin, daha doğrusu sezgisel zekâsının bu denli güçlü oluşuna hayret ediyordum. Karina süt dolu biberonlarla revire geldi. Birer aç kurt gibi, biberonlara saldıran bebekler hemen sustular. Gidip depodan bir kutu havaî fişek ve üç telsiz kemeri getirdim. “Bu telsizleri belinizden çıkarmayın! Bizimkiler geri gelirse, hemen anons yapın ve fişekleri patlatın. Kapsama alanı dışında olursam ışıklarını

110


görebilirim belki. Nehir üzerinden uçarak denize doğru gideceğim. Karina, sen de yiyecek bir şeyler hazırla. Kendinize ve bebeklere iyi bakın.” Karina’nın gözleri kederli bir aura ile puslanmıştı. Bakışlarında ise aferin isteyen bir beklenti vardı. “Dün geceki rüyanı ve evlendiğimizi Fabiana’ya anlatsana” dedim ve ayrıldım odadan.  Thames nehrinde bunca balık varken, denize kadar gitmek; macera aramaktan başka bir şey değildi. Gençlerin güvenlik kuralını hiçe saymaları affedilmeyecek bir davranıştı. Üstelik benim kontrolümden çıkar çıkmaz anarşiye yönelmeleri, sinirlerimi alt üst etmişti! Kafamla konuşurken, helikopteri son sürat kullandığımı fark edip biraz hız kestim. O ânda bulutların arasından bir Concord uçağı belirdi. Yakınlardaki Gatwick havaalanına iniş için alçalmaya başlamıştı. “Alo, Karina, alo! Orda mısın?” “Evet, Seçkin Peder, sizi dinliyorum.” “Gördüm namussuzları! Havaalanına iniş yapıyorlar. Ben Gatwick’e gidiyorum. Hadi gözümüz aydın!” “Yaşasın! Very good news! Merci beaucoup Peder! Applauso!” İniş pistine vardığımda uçaktan henüz iniyorlardı. Beni karşılarında görünce donup kaldılar. Sinirli olduğumu özellikle göstermek için, elimdeki telsizi Lenny’ye sertçe uzatıp eşine haber vermesini istedim ve tek bir kelime söylemeden helikoptere geri döndüm. Onlarla sakinleştikten sonra kapışmak daha doğru olacaktı... Sinir harbi içindeyken önemli kararlar almamayı yıllar önce alışkanlık edinmiş, şimdiye değin uygulamıştım. Fransa’ya kadar gidip Rajkelly’yi aradıklarını tahmin etmek zor değildi. Vefa gösterip onları aramaları candan bir düşünceydi, fakat bütün yumurtaları bir sepete koymak gibi tek uçağa binme riskini göze almaları, affedilmez bir disiplin suçuydu, asla cezasız kalmamalıydı!  “Az sonra burda olurlar... Ben odama çıkıyorum. Kimse beni rahatsız etmesin, biraz uyuyacağım” dedim Karina’ya. Tavır takınıp onlara biraz suçluluk duygusu aşıladıktan sonra ağzımı açıp gözümü yummayı deneyecektim. Bir-iki yeni kural oluşturmak için de düşünmeye ihtiyacım vardı. “Lütfen Seçkin Peder, onlara çok sert davranıp kalplerini kırmayın. Yemek hazır. Yemekten sonra oturup konuşuruz hep beraber.” “Benim iştahım yok, sonra yerim. Biraz düşünmem lâzım. Bu konuda sen sadece olanları yazmakla yetin canım. Bu patavatsızlıklarını görmezlikten gelmek yanlış olur.”

111


Bir başka felâket daha yaşamamış olmanın rahatlığı içinde yatağa uzandığımda helikopter sesleri camları titretmeye başladı. Eve sağ-salim dönmüş olmaları sinirlerimi birdenbire yatıştırınca, her zaman olduğu gibi özeleştiri yapmaya başladım. İnsan doğasında, yasakları, kuralları, kanunları kırmaya karşı büyük bir meyil olduğunu bildiğim hâlde, onları kendi başlarına bırakarak çekip gitmiş olmam, kabahatin büyüğünün bende olduğunu gösteriyordu. Üstelik, üstün yeteneklerle donanmış ve delikanlılık çağını yaşayan bu gençleri haddinden fazla sıkmış, disiplin kurallarına boğmuştum. İlk fırsatta geminden boşalmış atlar gibi özgürce koşuya çıkmaları son derece normaldi. Ne kadar olgun ve bilgili olurlarsa olsunlar, mizaçlarının gereğini yapacaklardı elbette. Nesiller arası farkın giderek büyümesinin getirdiği sakıncalardan hep şikâyet etmiştim; fakat bu gidişle, birkaç yüzyıl sonra insansoyu yine müdahale öncesindeki duruma düşecek ve değişen bir şey olmayacaktı. Biraz daha radikal düşünmeli, devrim niteliğinde tedbirler almalıydım. Gerçi doğanın kitabında devrim yoktu; her şey yavaş yavaş evrimle değişiyordu, ama elimdeki olanaklarla etkili bir devrim yaratabilirdim. İnsansoyu bütün kültürel gelişimini, evrimci doğasına rağmen devrimsel sıçramalarla elde etmemiş miydi zaten... Bu gençler ve bebekler mevcut gen yapıları ile büyür ve torunlarına bu genetik kompozisyonu aktarırsa; benim otoritem ve kurallarım onlara ileride kesinlikle vız gelecektir, dedim kendi kendime. Onca din ve peygamber gelip geçmiş; onca bilge kişi, filozof ve bilim insanı onları eğitmeye çalışmış; sayısız etik ve uygarlık değerleri oluşmuş; gel gör ki, ulaşılan nokta yine de müdahaleyi, geçen seneki o hazin sonucu engelleyememiş... Kararımı verdim; genetik şifreleri değiştirmekten ve negatif etki yapan tüm genleri yok etmekten başka çare yoktu. Gelecek sene doğacak bebeklerin genomunu değiştirebilmek için çok sıkı çalışmalı, bol bol deney yapmalıydım. Bu gençleri uysallaştırmanın da bir yolu vardı: Beyin hücrelerinde açılan D4DR geni Dopamin denen bir salgı ürettiriyordu; insanları meraklı ve maceraperest yapan madde buydu. Dopamin üretimini durduran bir yöntem bulmakla sorunu çözebilir, onları çok daha munis ve itaatkâr yapabilirdim.  “Pedeer! Akşam yemeği hazır, uyanın artık.” Bu, kraliçemin sesiydi. Gözlerimi açar açmaz yanıma yattı, vücudumdaki her noktayı öpmeye başladı. Dudakları kuru, hareketleri yapaydı. Kadınlığını kullanarak benden bir taviz koparmak istediği aşikârdı. Bu tür bir maske takmış olmasını çok yadırgadım!

112


“Peki, pekii... Ne istiyorsun, söyle bakalım!” dememden sonra doğal davranmaya başladı: “Herkes çok üzgün. Seni üzdükleri için çok üzgünler. Lütfen onları daha fazla kırma ki güzel bir akşam yemeği yiyelim. N’olur, hatırım için?” Bu kızın nazına hiçbir erkek dayanamazdı! “Olur, bakarız... Sen git, ben az sonra gelirim.” Ilık bir duş aldıktan sonra yemek salonuna gittim. Herkes ayağa kalkıp saygı gösterisinde bulundu. Kendimi öylesine ters bir psikolojiye sokmuştum ki, ağzımı bıçak açmıyordu. Yemek duasını bir nutuk çekecekmiş gibi ayağa kalkan Vladimir yaptı. Ardından tahmin ettiğim gibi Rajkelly’yi aramak için Fransa’ya gittiklerini anlattı, kardeşleri adına özür diledi ve böyle bir davranışın tekrarlanmayacağına dair herkesi teker teker söz vermeye davet etti. Sınıf başkanlığının hakkını verdi ama, gözlerimin içine bakamadan yerine oturdu. Getirdikleri kocaman dilbalıklarını ve yeşil salatayı çıt çıkmayan bir sessizlik içinde yemeye koyulduk. Sütlaçları kaşıklarken bir konuşma yapmamın vakti gelmişti: “Sevgili gençler” diye başladım söze biraz resmî bir tavırla, “Geçen sene kendi kendinize bir isim koydunuz: Küçük Kozmik Kardeşler... Ama artık size Genç Kozmik Kardeşler diye hitap etmek istiyorum. Bakınız erkeklerin yüzünden sakal ve bıyıklar, kızların suratından annelik olgunluğu fışkırıyor. Sizden çok önemli bir tek şey istiyorum; her gün birkaç defa, gelecek onyıllar ve yüzyıllardaki dünyayı düşünmenizi... Atacağınız her küçük adımın, ileride çok büyük değişiklikler yapacağını bilmenizi... Omuzlarınızdaki yükün ağırlığını her zaman hissetmeli; ben artık aranızda yokmuşum gibi tek başınıza, güvenlik ve sağlık içinde yaşamaya çalışmalısınız. Bütün yetkilerimi Vladimir’e devrediyorum. Bundan sonra onun iznini almadan dışarıya tek adım atmayacaksınız. 12 kuralımız var; bunlara karşı gelmek günah işlemektir. Bir günah işlediğinizde, artık ceza almanız gerekecek. Fakat ben Londra’da değilsem, cezayı Vladimir’e vereceğim, yapana değil. <Kural-13: Gerektiğinde mutlaka cezalandırın...> On günden beri neler yaptığınızı bilmiyorum: Bir tiyatro oyunu hazırladınız mı? Resim yeteneğinizi geliştirdiniz mi? Aranızda şiir yazan, heykel yapan oldu mu? Yeni bir kitap okudunuz mu? Tıbbî bilgilerinizi geliştirdiniz mi? Yarın Cambridge’e geri döneceğim. Geri geldiğimde sizi daha farklı görmek istiyorum. Bir gününüz bir diğerine benzememeli, her gün yeni bir şeyler yapıp öğrenmelisiniz. Bakın buradan bir kural daha çıktı; <Kural-14: Son nefesinize kadar eğitim alın, verin...>

113


Sarayda bir sürü büyük oda var. Bunları birer dershaneye ve lâboratuvara dönüştürmenizi istiyorum. Yarın bebekleriniz büyüyecek ve ciddî biçimde, okula gider gibi eğitilmeleri gerekecek. O bakımdan en üst katı her türlü araç ve gereçle donatarak bir okula dönüştürün. Bu okulun adını da Enderun, yani saray mektebi koyuyorum. Bu arada duymuş olmalısınız; Karina ve ben 10 gün önce evlendik.” Fabiana ayağa kalktı: “Sizi kutluyoruz Seçkin Peder. Buna hepimiz çok sevindik. Sizin için bahçede bir kutlama partisi düzenledik bile.” Alkışlar koptu ve bu bahaneyle herkesle öpüşerek barışmış oldum. 17 Ekim 2014 “Kopyaladıkları çocuğun evine gidip bir göz atmaya ne dersin?” “Bak bu çok güzel bir fikir! Benim montumu da getirsene canım.” Geçen bir ay içinde, Genom merkezindeki bütün gizli çalışmaları ortaya çıkarmış ve beş yıl önce kopyaladıkları ilk bebeğin hiçbir anomalisi görülmediğini öğrenmiştik. Son dört yılda 45 klonlama yaptıklarını ve bu bebekleri -farklı coğrafyalarda yaşarken nasıl geliştiklerini gözlemek içindünyanın dört bir yanına gönderdiklerini keşfetmiştik. Çocukları takip edebilmek için, doğar doğmaz kollarına birer mikroçip yerleştirildiğini ve günlük hareketlerinin uydu aracılığı ile izlendiğini de öğrenmiştik. Bunlardan biri, Susan S. Wilson adındaki bir bilim kadınının kopyasıydı ve yakınlardaki bir evde büyütülmüştü.  İsmini -erdem tanrıçası anlamına gelen- Athena koydukları kız çocuğunun yatak odası sanki bir ameliyathaneydi. Yatağının etrafı elektrotlarla ve ölçüm aletleriyle doluydu. Bir bilgisayara günlük testlerin hepsi işlenmişti. Çocuğa günde kaç gram protein, ne tür vitamin ve ne kadar sıvı içecek verildiği bile yazılıydı. Tam bir kobay bebek... Bu bilgiler işime yarayacaktı. Bilgisayarın diskini çıkardım, merkeze geri döndük. Kapıdan girer girmez, radyodan Zizi’nin anonsunu duyduk: “Seçkin Peder, Seçkin Peder, müjde müjde, hamileyim hamile!” Kızların ikinci çocuklarına gebe kalmaları ikimizi de çok sevindirdi. Karina da yaklaşık 40 günlük hamileydi. Mikrodensitemetri değerleri embriyonun dişi olacağını gösteriyordu, ama bir kız çocuğuna daha şimdilik ihtiyaç yoktu. Bu embriyoyu araştırma için heba etmeyi, babalık duygularıma rağmen içime rahatlıkla sindirebiliyordum. Genetik yapımızı iyice araştırdıktan sonra, Karina’nın gelecek ay üreteceği yumurtayı daha sağlıklı bir oğlan bebeğe dönüştürebilirdim. Fakat onu kürtaja razı etmek kolay olmayabilirdi. Bir aydan beri her gece mercimek kadar bebeğiyle

114


konuştuktan sonra uykuya dalıyor, ağır iş yapmamaya ve iyi beslenmeye çok dikkat ediyordu. İstediğim özveriyi göstermesi için bu gece seviştikten sonra onu ikna etmeye çalışmalıydım.  “Hayatım, geçen sene Danimarka’yı Rusya işgal etmeye kalksaydı, onlarla savaşır mıydın?” sorusuyla başladım konuyu açmaya. “Elbette... Elimden geleni yapardım.” “Peki, canını da verir miydin?” “İşe yarayacaksa, verirdim tabi.” “Bunu niçin yapardın; insanların özgürlüğü için mi, yoksa vatan toprağı için mi?” “İkisi için de...” “Bunu gerçekten yapar mıydın?” “Gözümü kırpmadan... Neden soruyorsun bu saçma şeyleri?” “Çünkü senden daha yüce bir amaç uğruna bir şey isteyeceğim, insanlığın geleceği için; savaşsız, kötülüksüz ve hodbinliğin olmadığı bir dünya için. Bunu yapar mısın?” “Neyi yapar mıyım?” “Bu bebeğinden vazgeçmeni...” Birden sıçradı, dizlerini bükerek yatakta oturdu: “Deli misin sen? Hem; herkesin bir ân önce bol bol doğum yapmasını istiyorsun, hem de benim bebeğimden vazgeçmemi! Olur mu hiç?” “Dinle canım...” “Hayır, dinlemek istemiyorum! Olmaz, olmaz, olmaaz! Ne münasebet! Bunu nasıl istersin benden? Hem, senin de çocuğun değil mi bu?” Yataktan fırlayıp koşar adımlarla aşağıya indi. Kendini yapayalnız hissetmemesi ve bana karşı kötü duygular geliştirme zamanı bulamaması için hemen arkasından gittim. Kollarımı açtım, gelmek istemedi! “Olur hayatım, tamam. Mademki istemiyorsun, ben de vazgeçtim.”

ON ALTINCI BÖLÜM 18 Ekim 2014 Öğleüzeri, genetik haritası çıkarılmış bir lokal tavşanı parkın çalıları arasında yakalamaya çalışıyorken, radyodan Vladimir’in sesini duyduk: “Seçkin Peder, sevgili Karina, sizi çok özledik, bu akşam yemeğe gelin lütfen.”

115


Karina anonsu duyunca hemen gitmek istedi. Bebeklerin sağlık kontrollerini ve karma aşılarını yapmanın vakti gelmişti zaten. Tekrar gebe kalan anneleri de gözden geçirmeliydim. Sabahleyin avladığımız 3 tavşanı yanımıza alarak yola çıktık. Dün geceki tartışmadan sonra verdiğim tavize karşılık olsun diye, Karina bugün gönlümü almak için sürekli beni sevdiğini söylüyor, elini belimden ayırmıyordu. Bu kız bu gidişle bana her istediğini yaptırabilirdi! Sırası gelince, kararlılığımı gösterecek zamanı kollamalıydım. İnsanlığın geleceğini kendi şehvetimiz ve duygularımız uğruna riske sokmaya hakkımız yoktu. Helikopterimizi beş kişi karşıladı. Lenny ve Peggy akşamki tiyatro gösterisi için eksik kostümleri bulmaya gitmişlerdi. Salona girdiğimde karşı duvara asılı, kocaman iki yağlı boya tabloyla karşılaştım: Biri benim sakallı portrem, diğeri Karina’nın Versay Sarayı’nda videoya alınmış resminden kopya edilen gelinlikli boy resmiydi. Yaklaşıp yakından baktım. Benimkini Vladimir yapmıştı, diğerinde K.K.K. imzası vardı. İkisi de renk armonisi, kompozisyon ve alan derinliği bakımından çok başarılıydı, ama biraz ruhsuzdu. Herkesi öperek tebrik ettik. Hayatımda ilk kez portrem yapılmıştı, ama gelecek kuşaklara miras bırakılacak kadar üstün sanat değeri yoktu, daha iyisi yapılmalıydı. Ayrıca herkesin bir portresi olmalıydı ki, ileride bir müzeye dönüşecek olan sarayın duvarlarını süslemeliydi. Vladimir elindeki kostümlerle geri dönünce ona Ulusal Portre Galerisi’ndeki tabloları iyi incelemesini önerdim, teşekkür ettim. O sanatçı yüreğinde sıcak bir duygu fırtınası koptuğu yüzünden belliydi. “Akşamki oyunda Othello’yu, Gemici’yi ve Tellâl’ı ben oynayacağım için biraz heyecanlıyım! Siz de oynayacaksınız, iyi ki geldiniz, çok sevindim!” dedi. “İyi ama bu oyun için en azından 25 kişilik bir kadro gerekli, neden daha basit bir oyun seçmediniz?” dedim. “Biz zoru başarmayı seviyoruz Seçkin Peder, bunu sizden öğrendik, herkes birkaç rolü birden oynayacak” dedi gururla, “Size de saz heyetinde rol verildi. Bu kostümleri de sizin için ve hizmetçi rolündeki Karina için getirdim zaten.” Elimize birer kitap verdi ve rolümüzü okumamızı istedikten sonra yukarı çıktı. Gerçi biraz emrivaki olmuştu ama, Vladimir’in bu düşüncesi çok hoşuma gitti: “Koreografi kime ait?” “Onu da ben üstlendim.” “Bir koltukta dört karpuz, ha?” Karina ile birlikte bebekleri görmek için yukarı çıktık. Hepsi mışıl mışıl uyuyorlardı. Bu gidişle akşam uyanık kalacak ve ağlayarak tiyatroyu rezil

116


edeceklerdi. Hepsini öperek uyandırdık. O minnacık şeyler fırıl fırıl dönen gözleriyle sadece sevgi ve ilgi bekleyen şeytan çekiçlerine dönmüşlerdi. Tanrım, ne kadar da tatlıydılar! Karina’nın embriyonuna elleşmediğime çok memnun oldum. Bizim de böyle bir çocuğumuz olması yaşamımıza apayrı bir lezzet katacaktı. Karina’yı bana karşı çıktığı için kutladım ve ondan özür diledim.  Senaryoya göre; Kuzey Afrikalı Othello, kiralık olmasına rağmen generalliğe kadar yükselmiş bir askerdir ve Venedik’in hizmetindedir. Venedik Senatörü Brabantio’nun kızı Desdemona da, Othello’ya âşıktır ve onunla gizlice evlenmiştir. O sırada Osmanlılar Kıbrıs’ı ele geçirmeye çalışırlar. General Othello adayı savunmakla görevlendirilir. Desdemona ile birlikte kuşatılmış Kıbrıs’a giderler. Sonra işler karışır: Birbirlerini çekemeyen İago, Casio ve Roderigo isimli kişiler, bir dizi entrika çevirirler. Othello, Desdemona’yı, İago Roderigo’yu ve Emilia’yı öldürür. Peşi sıra, Desdemona’yı haksız yere öldürdüğünü ve gereksiz bir kıskançlık duygusu yüzünden kâtil olduğunu anlayan Othello canına kıyar. Oyun çok keyifli ve başarılı geçiyordu, artık sonuna gelmiştik. Çikolata renkli Othello rolünü oynayan Vladimir elindeki uzun hançerle kendini bıçakladı. Çıkardığı ses çok gerçekçi ve etkileyiciydi. Ardından, boğarak öldürdüğü karısı Desdemona’nın üstüne düşerken: “Seni öldürmeden önce öpmüştüm, şimdi kendimi öldürürken de bir busenin üstünde can vereceğim, başka türlü olamaz” diyerek yatağa düştü. Othello’nun rolü burada bitmiş, ölmesi gerekiyordu. Fakat yatağa düşünce kendi kafasından uydurduğu son bir cümle daha söyledi kısık bir sesle: “Finito la festa.” Oyunun son iki konuşmasını yapacak olan Cassio rolündeki Temel ve Lodovico’yu oynayan Mustafa henüz sahnedeyken, hepimiz salona inip seyirci rolüne büründük ve oyun bitince hem onları, hem de kendimizi alkışladık. Herkesi çok duygulandıran, başarılı ve aksamadan oynanan bir piyes olmuştu. Olayın Venedik’te geçtiğini anlatmak için sahneye Tate Galeri’den getirilen Turner imzalı tablolar yerleştirilmiş ve otantik kostümler sayesinde oyun içindeki konsantrasyon düzeyi yükseltilebilmişti. Alkışlardan sonra Othello’nun kalkıp seyircileri selâmlaması gerekirken, hiç hareket etmedi? Tekrar tekrar alkışladık, yine kımıldamadı. Baktım; ipek gömleği ve yatak çarşafı kan kırmızı olmuş... Bu kadar boyayı neresinde sakladı acaba? diye meraklanıp sahneye çıktım. Aman Tanrım!... Vladimir kendini gerçekten hançerlemişti!!! Hançerin üstüne düştüğü için de, sivri

117


uç sapına kadar göğsüne gömülmüştü! Nabzına baktım, duracak kadar yavaşlamıştı! “Çocuklar, buraya gelin, çabuuk, bana yardım edin, Vladimir yaralanmış!!!” Yüzündeki siyah makyajla kirlenen beyaz çarşafı sedye gibi kullanarak onu revire taşıdık. Bıçak kalbinden geçip sırtına kadar dayanmıştı. Damarları Lenny’den aldığım taze kanın bir çeyreğini bile kabul etmedi. Çok kan kaybettiği için, bütün teknik olanakları kullanmama, duran kalbine yedi sefer elektrik şoku uygulamama rağmen onu kurtaramadım! Vladimir bize son oyununu oynayıp aramızdan ebediyen ayrılmıştı! Ölümle dalga geçen bu soğukkanlı sonu, sanki hiç acı çekmeden kendi eliyle hazırlamış, kendi eliyle uygulamış, dilediği ânda çekip gitmişti. Tuttuğunu koparan bu azimli genç kendi ölümünü de yaşamın elinden sökerek almıştı. Ona hâs bir mizacın tezahürüydü bu. Buz gibi donuk, ifadesiz gözlerle yüzümdeki umut çizgilerini gözetleyen gençler öylesine şiddetli bir şok yaşıyor, ama Vladimir’in ölmeyeceğine öylesine inanıyordu ki, yatağının başından çökük omuzlarla ayrıldığımda, ağlamak kimsenin aklına bile gelmedi. Revirin kapısından çıkarken, odayı dolduran kapkara bir sis gibi, içeride en katı yürekleri bile delik deşik edecek bir feryat koptu! Hiçbir şey düşünmeden, sadece ağlamak istiyordum. Hatta çevresini alev sardığı için intihar etmek isteyen bir akrep gibi kendi kendimi sokmak geliyordu içimden! Bu genç benim yüzümden öldü, benim yüzümden! Tiyatro, bir insanı yaratma demekken; bizim tiyatro, bir aziz insanı yok etmişti! Hüznümü tek başıma doyasıya yaşamak, bu büyük kayba nasıl alışacağımızı düşünmek için kendimi bahçedeki ıslak çimlere attım, içimi zehirleyen kederi boşaltan gözyaşlarıyla ıslattım yeşil otları. Birkaç dakika sonra nabız atışlarım düzensizleşti, kalbim sıkışır gibi oldu! Hemen ayağa kalktım, ama sendeleyip yere düştüm. Sol tarafım tutmuyor, bir felç geçiriyordum! Bu durumlarda ilk yapılacak şey, sinir sistemine bir şok yaşatmaktı. Kendimi derhâl havuzun soğuk sularına attım. Elektrik çarpmış gibi irkildim! Havuzdaki zambaklardan birini sol elimle tutup sıktım. Kas kuvvetim geri gelmişti. Tanrım, şükürler olsun sana! Diyerek sudan çıktım ve zar-zor, sendeleye sendeleye içeri girdim. Karşımda, şaşkınlıktan ne yapacağını bilemeyen Karina’yı görünce: “Bana temiz giysiler getir” dedim, banyoya çıktım. Sol bacağım hâlâ tam tutmuyor, yarı yarıya uyuşuktu. Soğuk suyla 15 dakika süren bir duş aldım, iyi geldi. Yatağa uzanınca Karina’dan

118


fizyoterapi cihazını odaya getirmesini istedim. Herkes odama üşüştü, elektrotları koluma, bacağıma bağladılar ve kuvvetli bir akım verdiler. “Merak etmeyin, atlattım, birazdan tamamen geçer” dedim onları teskin etmek için. Kızlar tekrar burun çekmeye başlayınca: “Bakın kahrımdan az kalsın tamamen felç oluyordum. Bırakın ağlamayı, üzülmeyi de gidip yüzünüzü yıkayın. Yapacak işlerimiz var...” dedim. Karina başucumdan hiç ayrılmadı: “Ah Peder, bunca şey neden bir ânda başımıza geldi? Ne günah işledik ki?” “Günah falan işlemedik, birkaç hata yaptık sadece...” “N’aptık ki?” “Bilmiyorum... Belki Vladimir’e karşı doğru davranmadım, hislerine yeterince önem vermedim, olanlardan onu sorumlu tutmuş gibi bir tutum takındım. Sonra da kendim, önce sağlık kuralına uymadım. Hepsi bu...” “Yani sence Vladimir intihar mı etti?” “Elbette... Bunu anlamadığına şaşırdım! Hançeri saplarken çıkardığı sesi duymadın mı? Bilerek, isteyerek yaptı... Hançeri iyice sokmak için mahsus karnı üstüne düştü. Son sözü kitapta yoktu; ‘eğlence bitti’ dediğinde, ölümle yüz yüze olduğunu biliyordu. Ah kafam! O ânda nasıl da jeton düşmedi bende? Uyanık davransaydım kan kaybını önlerdik mutlaka.” “Evet ama, o kadar iyi rol yaptı ki, son sahnesini de rol zannetmemiz doğaldı.” “Neyse... Olan oldu artık. Kardeşlerinin aşırı üzüntüye kapılmaması lâzım. Hiç olmazsa sen sakin ve metanetli davran ki, onlar da senden örnek ve cesaret alsınlar. Unutma... Önce sağlık!”  “Zizi, Peggy, siz ikiniz burada kalıp bebeklerle ilgilenin; sizler de Kraliçe Elizabeth Koleji’ne gideceksiniz. Oradaki lâboratuvarlarda sıvı nitrojen dolu büyük silindirler bulacaksınız. Ayrıca, içinde canlı şeylerin dondurulduğu krom kaplama silindirik kazanlar göreceksiniz. Onların en büyüğünü ve bol miktarda nitrojeni yükleyip buraya getirin. Vladimir’in cesedini toprağa gömmeyeceğiz. Birgün ölüyü diriltecek teknolojiyi geliştirdiğimizde, onu tekrar hayata döndürebilmek için donduracağız.” Herkesin gözünde hafif bir umut ışığı belirdi. “Bu tekniği belki biz geliştiremeyiz, fakat gelecek nesillerin bunu başaracağına inanıyorum. Dolayısıyla, ölüye potansiyel canlı olarak bakmalı, bedenlerini korumalıyız. Birgün ben ölürsem de aynı şeyi yapın. Hadi bakalım, dikkatli olun, ateş mateş yakmayın sakın! Patlama filân olmasın durduk yerde.”

119


Çocuklar gidince, kolumu bacağımı alternatif akımla zıplatan elektrotları çıkarmasını istedim Karina’dan. Kalkıp biraz yürüdüm, uyuşukluk yüzde seksen geçmiş gibiydi. Birkaç seanstan sonra tamamen geçeceğine kanaat getirince, derin bir nefes aldım. Yapacak bunca iş varken, yarım adamlıktan kurtulmuş olmak, içimde derin bir huzur yarattı. 1 Ocak 2015 Dün sabahtan beri lâpa lâpa aralıksız dökülen kar durmuştu. Kopyalamayı başardığım iki yavru tavşana süt ve havuçtan oluşan kahvaltılarını verdikten sonra, Harrods’dan getirdiğim kürklü Keşmir paltomu giyip bahçede kartopu oynayan gençlere katıldım. Herkes kaybettiğimiz üç gencin yokluğunu hissettiği için dün geceki yılbaşı kutlaması donuk geçmişti. Yeni bir yılın beyaza bürünmüş bu sabahına umut ve neşeyle başlamış olmak, hepimizin ihtiyacı olan şeydi. Karina ortalıkta görünmüyordu. Vladimir’in anıtına gittiğini öğrenince, 30 santim kadar tutmuş karı gıcırdata gıcırdata yürüyerek Trafalgar Meydanı’na gittim. Meydana damgasını vuran o yüksek sütunun dibinde kardan adam yapıyordu. Trafalgar Savaşı’nı kazanan Lord Nelson’un sütundaki heykelini indirmiş; onun yerine, Vladimir’in dondurulmuş gövdesini yerleştirdiğimiz nitrojen tankını koymuştuk. O, gelecek kuşakların örnek alması gereken bilge bir insan; olağanüstü özelliklere sahip özverili bir gençti. Onu bu yükseklikte abideleştirmek bile az gelmişti. Baktım, Vladimir’in kardan heykelini yapıyordu Karina. Othello’nun kostümünü ve hançerini de getirmişti. Bu kız iki buçuk aydan beri o sahnenin etkisinden bir türlü kurtulamamıştı. “Eğer eşcinsel olmasaydı, kocam olacaktı, ben kocamı ve çocuklarımın babasını kaybettim!” diyerek kendine sanal bir dert yaratmış, günlerce yas tutmuştu. Belli ki bugünü de Vladimir’i anma günü ilân etmişti. Topak topak karı getirip önüne koydum. Heykel tamamlanınca kostümünü giydirdik, eline hançeri yerleştirdik. Görüntü gerçeğe o kadar yakındı ki, düğümlenmiş boğazımızı çözmeye yetti; oturup doyasıya ağlaştık. Hıçkırıklar sona erince, taze karla kaplanmış merdivenlerde oturup o hazin ölüm sahnesini tekrar hayal ettim heykele bakarak. Önce Vladimir’in kendi ailesi, sonra ben... Büyük bir hata işlemiştik! Gençlere taşıyamayacakları kadar derin felsefî ve inançsal bilgiler yüklememek gerekiyordu. Onların, asansörü değil, merdivenleri kullanarak adım adım yükselmeleri gerekiyordu bilgi basamaklarında. Aşırı bilginin ağır bir yük olduğunu unutmuştum. Meydanda koşuşan kızıl postlu bir tilki yiyecek arayan güvercinleri yakalamaya çalışıyordu. Gürültüden rahatsız olan bir çift alaca geyik

120


meydanı koşarak terk etti. Hava giderek soğuyor, yerdeki kar sertleşiyor, nefesim bıyıklarımda donuyordu. Karina’nın umurunda değildi ama bebeğimizi üşütmeden saraya dönme vaktiydi. Hava kararmadan önce Cambridge’e döndük.

ON YEDİNCİ BÖLÜM 16 Haziran 2015 “Zizi, sen sırtına TENS elektrotlarını bağla, acısı dinsin. Riyana, sen de burnuna Entonox gaz maskesini geçir. Ben ellerimi dezenfekte edip hemen geliyorum.” Karina’nın doğum sancıları sabahın beşinde tutmuştu. Çektiği acının şiddetini sanki ben de karnımda hissediyordum. Sezaryene hacet kalmayacaktı ama yine de önlemini almıştım. Revire dönünce video kamerayı ve müzik setini çalıştırdım. Yirmi dakika sonra, Karina, mosmor suratlı bebeğini odanın ortasına yerleştirdiğimiz plastik havuza bıraktı. Daha henüz ilk nefesini almadan, kendini daha geniş bir ana rahminde sandığı için yüzmeye çalışan K5’i sudan çıkarıp göbeğini düğümledim. İlk kez baba olan bir erkek ebe olarak, yavrumu kucaklayıp ağlamasını kesmeye çalıştım. Ciyak ciyak bağırması durmayınca, kahverengi yanaklarından, minnacık parmaklarından öpüp Karina’nın kollarına bıraktım. Genç bir annenin 9 ay karnında taşıdığı bebeğine ilk dokunuşta hissettikleri nasıl bir duyguydu acaba? Bir erkek olarak bu çok özel kadınsı duyguyu anlamak için ancak anne olmak gerekirdi. Fakat Karina’nın en uç noktalardaki hazzı ve sevinci doya doya yaşadığı, gözlerindeki o anaç ifadeden belli oluyordu. Geçirdiği yarım saatlik çetin deneyimi unutmuş, acıları dinmiş, dudaklarında gururla karışık bir tebessüm belirmişti. Küp gibi şişmiş sol göğsünü açtı, meme ucunu bebeğinin ağzına soktu. “Bizim kız çok beceriksiz... Süt emmeyi bile bilmiyor!” dedi Karina, gıdıklandığı için gözlerini yumup dudaklarını ısırıyordu. Üç beş denemeden sonra, K5 süt kokusunu aldı, şapır-şupur emmeye başladı. Ne garip!... Beş dakikalık bir insan yavrusu ağlamaktan başka bir şey bilmezken, süt emmeyi büyük bir maharetle beceriyordu. Yaşama içgüdüsü, ona bu işi daha ana rahmindeyken öğretmiş ve meme uçlarından aldığı hazzı artırmak için tüm libidosunu dudaklarına yöneltmişti sanki. Belki de erkeklerin, dişi meme uçlarını bu kadar sevmelerinin; aynı zamanda kadınların da o bölgeye dokunan parmak ve dudaklardan büyük

121


zevk almalarının arkasında yatan ana sebep buydu. Bu düşüncelerden sonra Karina’yla ilk sevişmemizde kendimi bir bebek gibi hissedeceğim kesindi artık! Bir diğer gariplik de bugünün çok özel bir gün olmasıydı: Benim hiç kutlamadığım doğum günümdü; ayrıca Yuki’nin ve Temgy’nin kızının doğum günüydü; Ve Temgy’nin ana-babalar günüydü, çünkü ana-babalar günü artık çocuklarının doğum günlerinde kutlanacaktı. Bir de, Konsey’in müdahale yıldönümüydü. Bütün bunlar bir tesadüf müdür? diye düşünmekten alıkoyamadım kendimi. Belki de... Karina, bebeğimizle revirde yatarak geçireceklerdi bugünü. Gün ağarırken Mustafa gönüllü nöbetçi kaldı ve hepsi hamile olan kızlar istirahat etmek için odalarına çekildiler. Ben de birkaç aydır birikmiş olan hikâyelerini dinlemek için, ikinci kez baba olacak oğlanlarla bahçeye çıktım. Hepsinin birer kızı daha olacağı için canları biraz sıkkındı. Meyve kıtlığı gibi, şimdi de oğlan bebek kıtlığı yaşamaya başlamıştık. Onlara yaptığım çalışmalar hakkında bilgi ve umut verdim. Bundan sonraki gebeliklere nasıl müdahale edeceğimi ve bebekleri nasıl erkek yapacağımı anlattım, biraz rahatladılar. 1 Temmuz 2015 Yeni dünyadaki yaşamımız normale dönmüş; herkes bebeğini büyütme ve sağlıklı beslenme çabasına düşmüştü. Lenny ve Temel ailedeki herkesin bir portresini yapma projesini hayata geçirmek için boş kaldıkça eskizler çiziyor; resim yeteneklerini ve renk anlayışlarını bilgisayar yardımıyla geliştirmeye çalışıyorlardı. Havalar iyice ısınmış; mevsim normallerinin çok üstünde seyrediyordu. Sarayın göletli bahçesi başka bir yeri aratmayacak kadar güzeldi. En büyük sorunumuz, hayvanat bahçesinden ve ormanlık bölgelerden çıkıp şehirde dolaşmaya başlayan yırtıcı hayvanlardı. Geçen hafta 3 gün boyunca çalışıp sarayın duvarlarına bir kat daha dikenli tel ilâve etmiştik. Fakat sürekli tetikte olmak, silâh taşımak, arabayla dolaşırken aslanlar ve kaplanlarla burun buruna gelmek can sıkıcıydı. Britanya bir ada olduğu için bu yırtıcı hayvanların sayısı fazla artamazdı, ama ailemizin güvenliği en önemli unsurdu ve o yüzden şimdilik görüldükleri yerde vurulmaları gerekiyordu. İleride vakit buldukça sarayın çevresini elektrikli tellerle çevirmeyi tasarlamıştık. Thames nehrinin gelgit sırasında suları çekilince, binlerce morina ve dil balığı yakınlardaki Westminster Köprüsü’ne kadar geliyor, köprünün altına yerleştirdiğimiz tuzağa her gün 20-25 balık düşüyordu. Ara sıra sarayın korkuluklarına kadar yanaşan geyiklerin ve sincapların lezzetli etlerini de keşfetmiştik. Kew Gardens’daki seramız da yeterli miktarda sebze

122


sağlıyordu. Bu yıl ilk kez tomurcuk tutan minik şeftali ağaçlarımız bize şipşirin meyvelerinden armağan ettiler. Olgunlaşan armutları ve erikleri toplayıp reçel yapma uğraşı başlamak üzereydi. Cambridge’deki işimin başına dönme vaktim gelmişti. Karina’nın tecrübeli annelerden yararlanmak ve bebeği toplum içinde büyütmek için sarayda kalması gerekiyordu. Hem; bebeğin gece yarılarında uyanıp ağlaması yüzünden uykusuz geceler geçirip, çalışmalarımı aksatmak istemiyordum. Yuki, polis telsiziyle BBC radyosunu senkronize etmeyi başarmış, radyoevine gitmeye gerek kalmadan bana ânlık mesajlar gönderebilmeyi sağlamıştı. Bir sorun çıktığında kısa sürede saraya dönebilirdim. Neşeli bir öğlen yemeğinden sonra yanıma bol miktarda balık ve klon tavşanlarımı alıp yola çıktım. Havalandığımda, aşağıda çocuklarıyla bana el sallayan gençleri görünce garip bir yalnızlık hissine kapıldım. Bu, çocuğumdan ayrılıyor olmanın verdiği derin bir özlem duygusu olmalıydı. Bir babanın çocuğundan ayrılıyorken yaşadığı duyguları ilk kez deneyimliyor, sanki gizli bir güç bacaklarıma asılmış geri çekiyordu. 1 Ağustos 2015 Zizi’nin doğum sancıları başladığını duyunca hemen yola çıktım. Londra’da fazla kalamayacaktım. İneğim Sarıkız’a bir tüp bebek yapma projesi başlatmıştım. Yemlenirken parka giren bir sürü sığırdan yakışıklı ve güçlü birini ona koca seçmiş, spermlerini kullanarak Sarıkız’ın yumurtasını lâboratuvarda döllemiştim. Büyüyen zigotu yarın ana rahmine bırakmalıydım. Klon bebeklere hamile tavşanlarımı doyurup helikopterle yola koyuldum. Bebeklere hediye olarak mağazalarda bulduğum en güzel giysileri ve oyuncakları yanıma almıştım, gençlere de rahat kıyafetler ve spor ayakkabıları... Askerden dönen kocasını, kucağındaki bebeği ile kapı önünde karşılayan buruk bir annenin tavrı içinde gördüğüm Karina karşıladı beni, hiçbir şey söylemeden boynuma sıkıca sarıldı ve öylece bir-iki dakika koklaştık. “Seni çok özledim, daha sık gel lütfen!” derken sesinde sevgiye hasret bir tını vardı. Bebeğimize verdiği sevginin kaynağını besleyecek bir sıcaklık arayışı içinde olduğu her hâlinden belli oluyordu. “Olur hayatım” dedim, “Ben de seni çok özledim. Bebek biraz büyüyünce sizi de götüreceğim zaten. Nerde herkes?” “Revirdeler, gerekli testleri yapıp sana sürpriz hazırlıyorlar. Riyana ve Peggy mutfakta yemek yapıyor, helikopterin sesini duymuşlardır, şimdi gelirler. Al, kızınla biraz konuş ki kokuna ve sesine alışsın.”

123


“Canım yavrum, gel bakalım, gel... Ne kadar değişmiş, ne kadar da güzelleşmişsin annen gibi. Elmacık kemiklerin de tıpatıp onunkiler gibi çıkık. Yeşil gözlerin böyle kalmayacak biliyor musun? Benimki gibi kahverengi olacak.” “Ciddî misin? Değişecek mi?” “Tabiî ki değişecek. Dominant ve resesif karakterler kuramına göre, saçının da kumral olacağını sanıyorum.” Kızım K5 ağlamaya başladı. “Hadi içeri girelim, burası çok sıcak. K6 da doğmak üzeredir.” 10 Ağustos 2015 Mustana’dan K6 doğdu. 18 Ağustos 2015 Leniana’dan K7 doğdu. 29 Ağustos 2015 Temgy’den K8 doğdu. 8 Eylül 2015 “Hayatım, galiba gebeyim; 2 yumurtamın şişmekte olduğunu gördük sonografi cihazında! Biz mi oraya gelelim, sen mi gelmek istersin?” “Yanına Lenny’yi alıp hemen buraya uç. Kızımızı da getir, çok özledim.” Geçen yıl gençlerin spermlerini incelediğimde, en sağlıklı Ykromozomunun Lenny’de bulunduğunu saptamıştım. Benimkilerde genetik deformasyon bir hayli fazlaydı. Sağlıklı nesiller yetiştirmek için Karina’nın artık benden çocuk yapmaması gerekiyordu. Yumurtalarını gençlerin spermleri ile lâboratuvarda dölletmem daha akıllıcaydı. Bu konuyu Londra’ya geçen gidişimde uzun uzun tartışmış ve Karina’yı Lenny’den hamile kalmaya razı etmiştik. Bebeğin erkek olması için de Lenny’nin Ykromozomu taşıyan spermlerinden birini kullanacaktım. 8 kız, 2 erkek bebeğimiz olmuştu ve erkek sayısını çoğaltmaya herkes dünden razıydı. Aslında cinsiyet seçimini doğal seyrine bırakırsam, birkaç nesil sonra kız ve erkek bebeklerin cinsiyet oranlarının eşitleneceğine inanıyordum. Bunun nasıl gerçekleştiğini bilmiyordum ama, bu esrarengiz olay Kolektif Bilinç’in veya Yüce Us’un bir becerisi olmalıydı: İkinci Dünya Savaşı’nda ölen 40 milyon insanın büyük çoğunluğu erkek askerlerdi. Avrupa’da kadınların sayısı erkeklerden yüzde 10-15 daha fazla artmıştı. Fakat ne hikmetse, sonraki 15-20 yıl içinde doğan çocukların çoğu erkek oldu ve aradaki fark kapandı. Sanki usta bir el, hafif Ykromozomlarını daha da hafifletmiş; onlara yumurtayı sadece kendilerinin

124


döllemesini sağlayan bir beceri kazandırmış; ardından, oranlar normale dönünce, o beceriyi geri almıştı. Fakat işi zamana bırakmadan, erkek çocuk sayısını bir ân önce çoğaltmam gerekiyordu.  Merkezin bahçesine inen helikopterin motoru susunca, uzaktan K5’in ağlama sesini duydum. Yarı aydınlık mikroskop odasını derhâl terk edip dışarı koştum; yavrumun ağlama sesini bile özlemiştim. Hava rüzgârlı ve soğuktu. “Neden arabayla gelmediniz, bu havada helikopter kullanılır mı?” “Rüzgâr buraya yaklaşınca çıktı, siz rahat olun Seçkin Peder, güvenlik ve sağlık hepimizin en çok dikkat ettiği şey artık” dedi Lenny. “Neyse... Ama herkese söyleyin; bundan böyle en hafif bir rüzgâr olduğunda havayolunu kullanmak yok! Fırtınanın ne zaman çıkacağı belli olmaz. Bu kayıtsız tavrınız bana bir özdeyiş anımsattı:

Söyledim; duydu anlamına gelmez, Duydu; doğru anladı anlamına gelmez, Anladı; hak verdi anlamına gelmez, Hak verdi; inandı anlamına gelmez, İnandı; uyguladı anlamına gelmez, Uyguladı; sürdürecek anlamına gelmez. Size bunca tembihte bulundum, ama hâlâ bu sözleri hak edercesine davranıyorsunuz!” “Haklısınız...” “Gelin, biraz kıvamlı süt içireyim size.” “Kıvamlı mı? O nasıl oluyor?” diye sordu Karina. “Sarıkız’ın sütü... Önce tadına bakın, sonra konuşalım.” Bahçede otlanan Açgöz’ü görünce: “Sarıkız biraz zayıflamış gibi...” dedi. “O Sarıkız değil ki... Açgöz.” “Açgöz mü? Bu kadar kısa zamanda nasıl büyüdü böyle?” “Kıvamlı sütün marifeti...” Kızım kokumu alınca ağlamayı kesti. “Gel bakalım, sana hazırladığım mamayı beğenecek misin?” dediğimde sanki anlamış gibi diliyle dudaklarını yaladı. Tanrım, bir yumurta ve bir sperma, bu kadar tatlı bir yaratığa nasıl dönüşebiliyordu? Biyolojik mekanizmasını bildiğim hâlde, ona bu ruhu, bu canı, bu cazibeyi veren şeyin mahiyetini öğrenmeyi nelere değişmezdim ki!

125


“Yine neler yapıyorsun burada böyle, yeni şifreler mi çözdün?” dedi Karina, yaramazlık yapan bir çocukla konuşuyormuş gibi. “Evet. Bildiğiniz gibi değil... Olağanüstü şeyler oluyor! Önce şu sütün tadına bir bakın bakalım.” “Muhallebiye benziyor, çok da lezzetli, ne kattın içine?” “Hiçbir şey katmadım, Sarıkız artık bu sütü veriyor. Kaynatıp soğuttuktan sonra da yoğurt gibi katılaşıyor.” Lenny şaşkınlık dolu bir sevinç içinde: “Seçkin Peder, bunu nasıl yaptığınızı öğrenmek isterim, burada kalırsam bana da gösterir misiniz?” diye meraklı bir sesle sordu. “Aslında çok basit, ama öğrenmen uzun sürer. Açgöz’ün de aynı sütü yapmasını bekliyorum, o zaman onu saraya getireceğim, hepiniz sadece bu sütü içerek tüm protein ve vitamin ihtiyacınızı karşılamış olacaksınız. Üstelik bebekler de çabuk büyüyüp olgunlaşacak. Çünkü bu süt bol miktarda hızlandırılmış büyüme hormonu içeriyor. Bir tek kuşkum var; belki yaşlanmayı çabuklaştırabilir. Fakat onun da çaresini buldum galiba.” “Nasıl yani, ömrümüz de mi uzayacak?” diye sorguladı Lenny büyük bir merak içinde. “Evet! Harika, değil mi? Düşünsenize, Kozmik Kardeşler’in geri gelişini görebilecek kadar uzun yaşayacağız. Bak, tekniğini bir kaptın mı, bu işler o kadar basit ki... Üstelik öyle dev lâboratuvarlara ve kocaman aletlere de gerek yok. Neyi, nerede aradığın ve bulgularını nasıl değerlendireceğinle ilgili bir şey... Eldeki veriler arasında eşgüdüm ve ilişki sağlamak.” “N’olur Seçkin Peder, biraz anlatır mısınız?” “Tamam tamam, biraz bahsedeyim: Biliyorsunuz, yaşlanmanın başlıca 3 sebebi var, değil mi?” “Ben söyleyeyim...” diye atıldı Karina, “Hastalıklar biir; kanda dolaşan serbest radikallerin hücrelere ve kromozomlara çarparak onları bozması ikii; yenilenen hücrelerin kopyası alınırken kromozom uçlarının kısalması üüç. Doğru mu?” “Doğru. İşte işin sırrı da burada. Kısalan kromozom uçlarını, yani telomerleri tamir eden bir telomeraz geni var. Bu gen doğumdan sonra çalışmamaya başlıyor. Sarıkız’ın doğacak yavrusundaki bu geni ömür boyu açık tutmanın yolunu buldum. Bence onun vereceği sütte bol miktarda telomeraz proteini olacak. Bu sütü içtiğimizde, kısalan tüm kromozomlarımız sürekli yeni doğmuş bir bebeğinki gibi sağlıklı kalacak. Serbest radikallere ve hastalıklara çare bulduğum zaman, belki de birkaç yüzyıl yaşayabileceğiz. Ama şimdilik, telomeraz proteini ömrümüzü en azından iki katına çıkarmaya yetecektir. Nasıl?...” Karina: “Bu şimdiye kadar duyduğum en güzel haber! Mükemmel, olağanüstü bir buluş! Yaşasın! Bu habere herkes sevinecek! Bunu hepimize

126


öğretmelisin” dedikten sonra boynuma sarılıp derin bir Fransız öpücüğü verdi. Lenny de dayanamayıp bize yapıştı, bu müthiş sevinci hep birlikte paylaştık. Arada sıkışan kızım ağlayınca, ağzına bir kaşık kıvamlı sütten koydum, hemen sustu. “O zaman bebekleri artık anne sütümüzle beslemeye de gerek kalmayacak, değil mi?” “Elbette kalmayacak. Yakında, hepimiz bu sütle besleneceğiz.” “Seçkin Peder, ben bu süte daha güzel bir isim buldum; Hayat İksiri... Nasıl?” “Hımm, güzel bir isim. Şimdi bakın bakalım benim bulduğum nasıl: Asurlulardan beri dilden dile dolaşmış, tarihin en eski efsanelerinden biri olan Gılgamış Destanı diye öykü var. Oradaki baş kahramanlardan birinin ismi Ut Napiştim. Bu kişi ölümsüzlüğün sırrını biliyormuş! O yüzden herkes onu arayıp durmuş sonsuza dek yaşamanın sırrını öğrenmek için. Hatta Büyük İskender bile hayat kaynağı olduğuna inandığı bu şahsın peşine düşmüş ve onu fethettiği her yerde aramış. Haa, şimdi sıkı durun!... Bu kişinin daha sonraki yüzyıllarda Hızır denen manevî bir varlığa dönüştürüldüğünü zannediyorum. Hızır; Âb-ı Hayat ya da Bengisu denen bir ölümsüzlük şerbeti içtiği için her devirde yaşadığı kabullenilmiş biriydi. İslâmiyet’e kadar, Ortadoğu’da ve özellikle Musevîler arasında bir kurtarıcı ve ilham meleği olarak algılanmıştı. Çünkü Hz. Musa’nın bu şahsı aradığına, bulduğuna ve ilminden yararlandığına inanıyorlardı. Hızır’ın istediği yerde, istediği zaman, istediği kişiye göründüğü ve Tanrı’nın iradesinin gerçekleşmesine aracı olduğu kabullenilmişti. Hem maddî hem de manevî boyutta yaşayabilen ve darda kalanların imdadına yetişen Hızır’la, tüm peygamberlerin ve çok sayıda mistik şahsın görüştüğü inancı da yaygınlaşmıştı. Aklıma geldi de; Vladimir hayatta olsaydı bu rivayeti en çok o ciddîye alır ve herhâlde o da Hızır’ı aramaya koyulurdu. Karina, bu güzel efsaneyi günlüğüne yazmalısın. Belki böyle biri yoktur ama, gelecek nesillerin bu gizemli varlığı aramaları, onlara Yüce Us’un ve ruhun varlığını hatırlatacağı için yararlı olacaktır. Bunu size anlatmamın sebebi ise şu: Burada adı geçen Bengisu’dan esinlenerek, sütün adını bengisüt koydum. Hayat İksiri’nden daha anlamlı değil mi? Ne dersiniz?” “Evet evet, yaşasın bengisüt!” diye haykırdı ikisi birden. “Hadi gel şu yumurtalarına bir bakalım.” “Doktorun olarak sana her şeyi apaçık anlatmam lâzım. Bu 2 yumurtayı aldıktan sonra ‘in vitro’ tekniğini kullanarak, Lenny’nin Y-

127


kromozomu taşıyan spermleri ile dölleteceğim. Yumurtalar 6 kere bölünüp 64 hücreli bir zigota dönüşünce, birini rahmine bırakacağım, diğerini kök hücre olarak araştırmalarımda kullanacağım. Rahmine koyacağım zigot yaşamayabilir, fakat yaşaması için elimden geleni yapacağım. Olmazsa, gelecek ay tekrar deneriz. Operasyon kısa sürecek, yarım saat kadar anestezi altında baygın kalıp hiç acı duymayacaksın. Tamam mı?” “Tamam hayatım. Acaba anestezi sütümü bozarak kızımıza zarar verir mi?” “Tedbir olarak K5’i bengisütle besleriz. Zaten üç gün burada kalacaksınız.” “Olur, ben hazırım.” “Lenny! Bana ameliyat sırasında yardım edeceksin, bebek uyanırsa ağzına biberonu koyup hemen geri dönersin. Sonra, yatak odasındaki videoyu seyredip mastürbasyon yapacak, spermlerini şu kavanoza koyup bana getireceksin, anlaşıldı mı?” “Ya orgazm olmazsam?” “Öyle ateşli sahneler buldum ki, olmamana imkân yok. Yatağın üstünde bir tüp uyarıcı jöle göreceksin. O da yardımcı olur.” 1 - 30 Ocak 2016: Dört anne adayı birer tüp bebeğe gebe kaldılar.

ON SEKİZİNCİ BÖLÜM 15 – 16 Haziran 2016 Karina’nın ağrıları geceleyin yatağa girdiğimizde tuttu, derhâl revire gittik. 10 dakika daha kendini tutmasını istedim; saat 12’den sonra tarih; 16 haziran olacak, bu önemli günün kıymeti bir kat daha artacaktı. Saat 12.06’da nur topu gibi bir oğlan doğurdu. Fabiana, kocası Lenny’nin Karina’dan bir çocuğu olmasına dokuz ay boyunca hiçbir tepki göstermemiş, kıskançlık duymamıştı. Fakat sezgilerim, E3’ün doğumundan hemen sonra birtakım duygusal sarsıntılara girdiğini söylüyordu. Bebeği sudan çıkarıp Karina’nın özlem içinde uzanan kollarına bıraktıktan sonra Fabiana’nın koluna girip onu bu sıcak gecede biraz rahatlatmak için bahçeye çıkardım. “Ne hissediyorsun?” “Hiiç...” “Hiç olur mu canım! En azından yeni bir bebeğimiz olduğu için sevindiğini duymak istiyorum.” “Seviniyorum tabi.”

128


“Ama kontrol etmeye çalıştığın yüz ifadesi bunu pek göstermiyor! Sadede gelelim istersen; biraz kıskançlık duyduğunu seziyorum.” “Yoo, kesinlikle...” “Bak bu sözlerin yeni bir kural doğurdu; <Kural-15: Yalan söylemeyin, dürüst olun...> Ailemiz genişledikçe bu tür sorunlar çıkabilir yavaş yavaş. Bunları konuşmak, tartışmak ve diyalogla halletmek gerekir ki büyümesinler. Mademki gizliyorsun, öyleyse yarın toplantı yapıp bunu tartışmaya açacağım.” “Peki tamam, haklısınız Seçkin Peder, galiba biraz kıskandım, ama bunun yanlış olduğunu şimdi fark ettim. Özür dilerim.” “Aslında özür dilemen gerekmiyor, kıskanmak son derece doğal bir olgu. Ne var ki, daha önce de konuştuğumuz gibi, bizim, doğamıza göre yaşama lüksümüz yok; kurallarımıza uygun yaşamazsak, gelecek nesillerin içine düşeceği durum, Konsey’in yeni bir müdahalesine sebep olabilir. O zaman da 6,5 milyar insan boşuna heba edilmiş olur. Bence bu özrü yarınki toplantıda dilemelisin ki, davranışın herkese örnek olsun. Bunu yapacağından eminim. Sana da bu yakışır zaten. Hadi gidip biraz uyuyalım şimdi.” 30 Ağustos 2016 K3’ün ateşini bir türlü düşüremiyorduk. Zavallı kızcığaz! 11’inci kromozom üzerindeki IGF2 geninin doğuştan bozuk olmasından dolayı çaresiz bir hastalığa yakalanmıştı: Beckwith-Wiedemann Sendromu! Kalbi yüzde 15 büyümüş, tansiyonu iyice düşmüş, dili ağzını dolduracak kadar şiştiği için konuşamaz olmuştu. Ölümü ân meselesiydi! Başta Leniana olmak üzere herkes derin bir hüzün içinde, sessizce başında bekliyordu. Yeni bir kural koymanın tam zamanıydı: “Sevgili çocuklarım” diye başladım söze, “Hayatımızdaki tüm olaylar art arda dizilerek bir yaşam zinciri oluşturur. Bu zinciri sağlam inşa etmek istiyorsak, her halkasına aynı özeni göstermek gerekir; çünkü bir zincir en zayıf halkası kadar kuvvetlidir. Bir yandan sağlıklı yaşamak için elimizden geleni yaparken, öte yandan geçirdiğimiz acı bir tecrübeden ötürü sağlığımızı hiçe saymak; yaşam prensiplerimize ters düşmektedir. İleriki yıllarda ailemiz genişledikçe bu tür olayları daha sık yaşayabiliriz. Her ölümden sonra yas tutmak, derin kederlere boğulmak, ruh ve beden sağlığı açısından son derece sakıncalıdır! Unutmayın: ölüm; doğum gibi, evlenmek gibi, uyumak gibi, nefes almak gibi doğal bir yaşam halkasıdır. Ölümün özünde, yenilenmek vardır. Evrendeki tüm somut enerji, yani madde, eskidikçe şekil değiştirir ve

129


yenilenerek tekrar doğar. Yıldızlar ve galaksiler bile doğar, büyür ve ölürler. Bu özdönüşüm, hem canlılar hem de cansızlar için Yüce Us’un koyduğu temel kurallardan biridir. K3’ün bedeni belki bugün, belki yarın sağlıklı çalışmadığı için canlılığını kaybedecek. Ama ona canlılık veren ruhu sonsuza dek yaşayacak. Bundan böyle, bedenden ayrılan ruha üzülmemeye çalışacağız, hele hele asla yas tutup ağıt dökmeyeceğiz. Tam tersine, yeni bir serüvene başlayan ruhunu neşeli bir törenle uğurlayacağız. Şimdi yeni bir kuralımız daha olacak; <Kural-16: Ruhu keyifle uğurlayın...> Şunu asla unutmayın: Bizim yaşantımız, kurallarımız ve duygularımız, gelecek nesillerin yaşam tarzını ve felsefesini oluşturacaktır. O yüzden, attığımız her adımda, her zaman ilerisini düşünmek zorundayız. Zaten bize verilen misyonu başarıyla kotarmamız da buna bağlı. Zifaf Bayramı’nı unuttunuz galiba. Hadi biraz hazırlık yapalım.” 1 Eylül 2016 Neşeli ama buruk tavırlarla beni uğurlayan gençlere veda ederek, dün sabah aramızdan ayrılan K3’ün cesedini yanıma alıp Cambridge’e döndüm. Küçücük gövdesini, hâlâ gülümseyen yüzüne bakmaya kıyamadan derin dondurucuya yerleştirdim. Otopsi yapmadan önce, ona olan sevgimi unutturacak yeterli zamanın geçmesini beklemeliydim. Aslında çalışmalarımı bu hastalık üzerine yoğunlaştırsaydım, belki onu kurtaracak bir yöntem bulabilirdim; ancak, diğer aile bireylerinin sağlıklı yaşaması ve üremesi daha önemliydi. 10 Ekim 2016 Zizi’den E4 doğdu. 19 Ekim 2016 Riyana’dan E5 doğdu. 27 Ekim 2016 Fabiana’dan E6 doğdu. 7 Kasım 2016 Peggy’den E7 doğdu. K3 ölmeseydi, şimdi 15 çocuğumuz olacaktı. Kaybolan Rajat-Kelly ikilisi ve intihar eden Vladimir dışında, nüfusumuz benimle birlikte 24 kişiye ulaştı. Gençler 14 çocuğa bakmak ve öğretmenlik yapmaktan başka şeye çok az vakit bulabiliyordu. İkinci yaşını bitiren kız çocuklarının dili iyice açılmış; durmadan soru soran, ilgi ve sevgi isteyen birer afacan olup

130


çıkmışlardı. Onlar ergenlik çağına girinceye kadar gençlerden başka bir şey beklememek gerekiyordu; tüm enerji ve zamanlarını çocukları iyi yetiştirmeye, onların payandası olmaya harcamalı ve Enderun’u tam bir eğitim yuvasına dönüştürmeliydiler. Yaptığım çalışmaları zaman zaman birer konferans hâlinde aktarıyor ve bu yeni dünyanın yeni teknolojilerinden haberdar olmalarını sağlıyordum. Gençler, ileride en çok ihtiyaç duyacağımız elektrik üretimine, bilgisayar teknolojisine ve çocuk eğitimine yeterince eğiliyor, boş zamanlarını lâboratuvarlarda geçiriyorlardı zaten. Testler herkesin sağlıklı beslendiğini gösteriyordu. Ürettiğim genovirüsler sayesinde DNA şifreleri değişen ineklerin bengisütü, bebeklerin gözle görülür biçimde hızla büyümelerine yardımcı oluyordu. Sırada hastalıklarla mücadele vardı. Eczacılık teknolojisini tümüyle ortadan kaldıracak, aşı ve ilaçlara gerek bırakmayacak bir projeyi tamamlamak üzereydim. Ne var ki projemi hayata geçirmek için, bir-iki yıl Fransa ve Almanya arasında mekik dokumam gerekecekti. Bu seyahatler için ordudaki Harrier adı verilen savaş uçaklarını kullanacaktım. Bunlar, bir helikopter gibi durduğu yerden havalanan, havada durabilen ve küçük bir meydana inebilen uçaklardı. Bir tehlike ânında pilot koltuğundan otomatik olarak dışarı fırlayabilir, paraşütle iniş yapabilirdim. Ülkedeki tüm Harrierleri korumaya alıp, ileride gençlerin de bu uçaklarla seyahat etmesini daha önce akıl edememiştim! Yarın yanıma Temel’i alarak Kraliyet Hava Kuvvetleri üslerini dolaşmalıyım 15 Kasım 2016 Harrier yüksek hızlı ama çok emniyetli bir helikopter gibiydi. Sabahleyin sarayın önündeki The Mall denen caddeden kalktıktan sonra İspanya’nın Sevilla bölgesine uçmuş; Las Delicias Bahçeleri’nden Citrus myrtifolia adı verilen tatlı portakallar ve çevrede bulduğumuz ağaçlardan kasalar dolusu elma, mandalina ve limon topladıktan sonra Temel’le birlikte geri dönmüştük. Meyvelerin yarısını saraya taşıdık. Diğer yarısını, yarın dönmeyi sabırsızlıkla beklediğim Genom merkezine götürüp deneylerimde kullanacaktım. İlk hedefim, vitamin ve protein değeri yüksek meyveler yaratmak; ikincisi, bu meyvelerin hastalıkları önleyen ilaçlar yerine geçmesini sağlamaktı. 31 Aralık 2016 Üç buçuk yıl içinde genişleyen ailemle elde ettiğimiz mutluluk ve başarıları, bu yılbaşı gecesinde görkemli bir kıyafet balosuyla kutlamak için tüm hazırlıkları tastamam bitirmiştik. Tören, güneş batarken kırk bir pare

131


top atışı ile başlayacak ve saraydaki mavi resepsiyon salonunda devam edecekti. Londra’da tiyatro maskesi kalmamış, saraya taşınmıştı! Herkes giyinip salona geldiğinde gördüğüm manzara beni hüzünlü bir düşünceye itti: Gençlerin her biri içinde büyüdükleri ülke kültüründe öne çıkmış bir imaja bürünmüştü. Zizi bir Çin ejderhasına; Karina boynuzlu ve sakallı bir Viking savaşçıya; Peggy çift tabancalı bir kovboya benzemişti. Temel’in horon kıyafeti de daha ziyade bir korsanınkini andırıyordu. Bunca zamandır, bu yeni dünyanın yeni kültürünü yaratmak için onca uğraşmış, şovenliği, dinsel farklılıkları yok etmeye çalışmıştım; karşımdaki tablo ise, o çabaların yetersiz kaldığının en belirgin kanıtıydı! Herkes kökenine geri dönmüş gibiydi. Buna şaşırmamıştım; çünkü çocuğun beyni 7 yaşına kadar nasıl programlanmışsa, sonraki bilgi ve deneyimleri o kurgu içinde depolanıyordu belleğe. Fakat kederlenmiş, işimin zorluğunu ve yükünün ağırlığını bir kez daha hissetmiştim. Oysaki, beş dakika öncesine kadar herkesin benim kıyafetime yakın bir şeyler tasarladığını hayal ediyordum: Kozmik Kardeşler’in onlara o ilk gün giydirdiği uzaylı kıyafetlerini... Dileklerin ve gerçeklerin örtüşmediğini bir kez daha idrak etmiş olmanın içkırıklığı içinde, fakat neşeli görünmeye çalışarak müziği açtım, dans etmeye başladık. Şölen bitmeden önce en ilginç kıyafeti seçmek için yaptığımız oylamada Yuki’nin geyşa kıyafetinin birinci seçilmesi kaygılarımı daha da artırdı. Yatağa bezgin bir ruh hâliyle girdiğimde, donukluğumu gören Karina’nın tüm ısrarlarına rağmen sebebini açıklamadım. Yeni plânımdan şimdilik kimsenin haberdar olmaması gerekiyordu. 1 Ocak 2017 Cambridge’e tek başıma döndüm. İlk işim, daha fazla protein ve vitamin üretmesi için genlerine yama yaptığım portakal ve elma tohumlarına bakmak oldu. Lâboratuvarda hazırladığım minyatür seradaki tohumların hiçbiri filizlenmemiş, üçüncü deney de başarısız olmuştu. Dünkü can sıkıntısına bir yenisi eklenince, yıllardır içine kapandığım araştırma merkezim gözümde bir hapishaneye dönüştü. Dışarı çıkıp çiseleyen yağmur altında biraz dolaştım, deney sürecinde yaptığım hataları düşündüm. Gölet kenarına kadar sincaplar tarafından taşınmış at kestanelerini fırlatıp su üstünde kaydırmaya çalışırken kafamda bir şimşek çaktı: Kestane!... “Heyt be!” diye delice bağırarak içeri koştum. Bilgisayarda DNA haritası çıkarılmış ağaçların dosyalarını aramaya başladım. Heyecandan, at kestanesini Türkçe ismiyle aradığımı fark edince, arama motoruna İngilizce

132


“conker” yazdım. Arama devam ederken, merkezin bahçesindeki sekiz kestane ağacına burada çalışanların kayıtsız kalmamış olacaklarından emindim. Ve sezgilerim yine yanıltmamıştı beni... Tam 88 dosya bulundu! Yemeyi içmeyi unutup, bütün bir günü bu zehirli kestanenin genetik yapısını araştırma peşinde geçirdim. Bu ülkede bol miktarda yetişen, ama acı olduğu için herkesin sincaplara ve kuşlara bıraktığı, çocukların laklak oyunu oynadığı bu meyveyi, yeni dünyanın en değerli bitkisi olarak torunlarıma miras bırakmaya kararlıydım. Bengisüt ve adını hemen Bengistane koyduğum bu çerez, onları hem hastalıklardan koruyacak, hem ömürlerini uzatacak, hem de tüm vitamin, protein, yağ ve şeker ihtiyaçlarını karşılayacaktı. Böylece hayvanlar ve bitkiler öldürülmeyecek, insanlar yemek pişirmek için saatlerini harcamayacaklardı! Zaten Açgöz’ün sütünü de kaynatılmadan içilecek hâle getirmenin yolunu bulmuştum. Bu yılın tamamını, yüzlerce inek ve kestane ağacını istediğim meyve ve sütü verecek duruma getirmeye harcamalıydım. Gelecek seneki mesaimi de fosil yakıtların kullanılmadığı, yeryüzünün enerji rezervlerinin heba edilmediği bir projeye ayırmayı düşündüm. Aklımda, bütün kirletilmiş denizleri ve gölleri bir yıl içinde tamamen temizleyebileceğini ve saf suyu enerjiye dönüştürdüğünü savunan kaçık bir Türk araştırmacının, kimseye kabul ettiremediği fikrini geliştirmek vardı. 17 Ağustos 2017 Temel ve Yuki ile birlikte tatil ve araştırma yapmak için Japonya’ya gittik dün. Osaka’nın doğal güzellikleri bizi mest etti. Gezdiğimiz bir mikroçip lâboratuvarını, olduğu gibi Londra’ya taşımaya karar verdik. Yuki, elektronik cihazlarla uğraşmaktan büyük zevk alıyordu; ayrıca Temel’i de iştahlandırmıştı. Temel, Laz şivesiyle okuduğu Japonca metinlerle bizi gülmekten kırıp geçirdi. 1 Eylül 2017 “Emin misiniz, sadece üç kişi çocuklara bakmaya yeter mi?” “Yeteriz elbette...” dediler Zizi, Riyana ve Peggy. At kestanesi genovirüslerini ağaçlara aşılamaya çıktık. Bu ayın sonuna doğru atkestaneleri tatlılaşacak, içinde 12 tür vitamin barındıran, protein değeri çok yüksek birer yiyeceğe dönüşecekti. Büyüklükleri de orta boy bir limon kadar olabilecekti. Üstelik 6 ay boyunca bozulmadan saklanmaları da mümkün olacak ve yılda iki kere meyve vereceklerdi. Bengistane, gelecek yüzyıl boyunca en çok aranan gıda olacaktı!

133


Akşama kadar saraya yakın parklardaki tüm kestane ağaçlarını aşılamayı bitirdikten sonra yorgun argın eve döndük. Bir leopar ve iki kaplanı öldürmek zorunda kaldık. 100 kadar ağaca yetecek miktarda genovirüs kalmıştı. Yarın çocuklar diğer parklarda onları aşılarken, ben de üremeye bıraktığım virüsleri getirmek için lâboratuvara gidecektim. Bir ay sonra sonuç olumlu çıkar ve kestaneler istediğim özelliklere sahip olursa, sıra ülkedeki diğer ağaçlara gelecekti. Bir zamanlar solunum problemi olan atları tedavide kullanılan bu bitki, bundan böyle yiyecek problemi olan insanların hayat kaynağı olacaktı. 30 Eylül 2017 Hepimizin merakla beklediği gün bugündü. Olgunlaşmış ceviz büyüklüğündeki 40 bengistaneyi parklardaki 20 farklı ağaçtan toplayıp Cambridge’e uçtum. O kadar heyecanlı ve sabırsızdım ki, kısa helikopter yolculuğu bile çok uzun geleceği için Harrieri kullanarak lâboratuvara gittim ve hemen genetik haritalarını çıkarmaya koyuldum. Çocuklar saat başı telsizle arıyor, sonuçları öğrenmek istiyorlardı. Akşam karanlığı çökmeden, tüm testleri bitirdim. İki aksaklık dışında aşılar tutmuş, bengistane istediğim bütün genetik şifrelere kavuşmuştu. Cüsseleri limon büyüklüğüne ulaşmamış ve yüzde 45 olmasını istediğim su oranı yüzde 58 olmuştu. Protein, karbonhidrat ve vitamin değerleri, tasarladığım ölçeklere yakındı, insanları zehirleyen protein genleri de yok olmuştu. Ayrıca HGH denen büyüme hormonu bakımından da oldukça zengindi. Sırada, bu harika meyveyi, daha doğrusu yemeği tatmak vardı... Ağzıma küçük bir parça koyup biraz çekinerek çiğnedim. Müthiş bir balımsı lezzeti, tütsülü aroması ve cevizimsi tadı vardı! Herkesin usanmadan yiyeceği bir kıvama ve neredeyse alışkanlık oluşturacak kadar ağızda dağılan bir dokuya sahipti! Bravo Seçkin Peder! Deyip kendimi tebrik ettim. Bengistane mucizevî bir besin kaynağı olup çıkmıştı. Üç tanesini mideye indirince, karnım doydu bile! Müjdeyi verdiğimde yaşayacağımız coşkuyu hep birlikte paylaşmak için eve dönerken kimseye haber vermedim. Genetik mühendisliğin bu başarısı, zihnimi kurcalayan etik kaygılar veya “gen etik” hakkındaki tüm ikilem ve çelişkileri silip süpürmüştü bir ânda. Bu yöntem doğru amaçlarla kullanıldığı müddetçe, çok, ama çok işe yarayacaktı. Gelecekte bu teknolojinin kötü niyetlerle istismar edilmemesi için gereken önlemleri de zaman içinde alabilirdim.

134


Uçağı indirdiğimde herkes geminden boşalmış atlar misali sarayın kapısından bana doğru koşmaya başladı. Asık suratımı görünce anîden fren yapan taylar gibi donakaldılar. Testlerin olumsuz çıktığı imajını vermem başarılı olmuştu! “Ama tadı çok güzel” dedi Karina. “Nee!... Yani sen onları yedin mi? Aman Allahım! Sana hemen panzehir vermeliyim! Koş, koş! Revire gidelim hemen!” deyip telâşe müdürü gibi herkese biraz panik yaşattım. Doğrusu da buydu: İleride, test ve analiz edilmemiş genetik modifikasyonlu hiçbir ürünü böyle pervasızca yememeliydiler. Reviri dolduran çoluk-çocuk sus pus olmuş, odayı sanki bir ölüm sessizliği sarmıştı. Şırıngayı dik tutup içindeki havayı boşattıktan sonra cebimden çıkardığım bir bengistaneyi iğnenin ucuna geçirdim ve Karina’nın ağzına doğru uzattım. “Bunu yiyebilirsiin!” dediğim ânda kızıl kıyamet koptu! Revirdeki yastıkları, terlikleri kapan, kafama fırlatmaya başladı! Edepleri izin verseydi bana “Alçak Peder!” diyebilirlerdi. Bir yolunu bulup bu neşeli kaos ortamından kaçmayı becerdim ve gidip bahçedeki ağaçların arkasına saklandım. Bahçe kapısını açık bulanlar orada olduğumu anladılar. Karina intikamını almaya kararlıydı. Basınçlı su hortumuyla ağaçlara duş yaptırmaya başlayınca, beni daha arkalara koşarken gördüler. Savaş çığlıkları arasında bahçedeki kestane ağacına çıktım. Yaklaşanlara, sert kestanelerden bir-iki tane fırlatınca gerilediler. Sahne hazırken kutlama konuşmasını ağacın tepesinden yapabilirdim: “Bakın söylediklerimi tam uygulamıyorsunuz: Size, sadece bakmayın, baktığınız şeyin detaylarını görün demiştim. Yüzümdeki ifadeye dikkat etseydiniz, şaka yaptığımı çözerdiniz. Dinleyin şimdi! Şaka bir yana, bengistanemiz tam istediğimiz gibi olmuş. Tüm testlerden geçti, artık çekinmeden yiyebiliriz. Alın, tadına bakın” diyerek etrafımdaki dallardan kopardığım yeşil kozalar içindeki çifter çifter kestaneyi fırlatmaya başladım. Kabukları kalındı ama ısırınca açılabiliyordu. Onlar bu yeni çerezlerini birer maymun gibi dişleriyle açmaya uğraşırken, konuşmama devam ettim: “Artık yiyecek ve içecek sorunumuz kalmadı! Yaşasın Kozmik Kardeşler! Yaşasın tıp bilgileri! Yaşasın Küçük Kozmik Kardeşler!” Herkes bir ağızdan: “Yaşasın Seçkin Peder!” dedi. Çocuklardan dayak yeme tehlikesi bitince aşağıya indim. Yine bir duygu seli coşup akmaya başladı aramızda. Gol atan futbolcunun üstüne yığılan takım arkadaşları gibi üzerime çullandılar. Zor belâ ayağa kalktım,

135


bize kazandırdığı bu nimetten dolayı Yüce Us’a saygı duruşuna davet ettim herkesi.

ON DOKUZUNCU BÖLÜM 10 Ekim 2017 Bugün, özellikle Temel için çok anlamlı bir gün olacak... Yanımıza iki öğünlük bengistane ve bengisüt alıp The Mall’da bekleyen iki Harrier ile tam tekmil havalandık. Aşağıdaki manzarayı yakından seyretmek için, Avrupa’yı boydan boya kaplamış bulutların altından uçtuk hep. Geçen 4 yıl içinde, yeşillik oranı fark edilir biçimde artmış, nehirler sanki biraz daha daralmıştı. Onca sanayi tesisi ve yakıt tüketen araçlar devre dışı kalınca, atmosfer soğumuş, kutuplardaki buzul tabakaları artmış olmalıydı. Buzlanma, deniz ve nehir sularının azalmasına sebep olabilirdi. Bunu bir saat sonra daha yakından gözleyebilirdik. Münih üzerinden uçarken, kentteki değişiklikleri görmek için hız kesip alçalmak istedi Temel, kabul etmedim. Karanlık çökmeden geri dönmeliydik. Bize yol gösterecek bir radar sistemi yoktu. Bütün dünyanın bize ait olmasına rağmen, Sultanahmet Camii’nin sisler arasına gizlenmiş silik siluetini görünce, içimde huzur dolu yuvama geri dönmüşüm gibi bir vuslat mutluluğu uyandı. Bu kentte geçirdiğim günlerin anıları, bir filmin kareleri gibi teker teker gözümün önünden geçerken, sanki bu nostaljik atmosferin büyüsüyle efsunlanmış gibi, derin bir transa girdim. Tehlikeli olacak kadar irtifa kaybettiğimi fark edince birden irkilip bu gündüz rüyasından anî bir refleksle uyandım! Bu eski dünyayı, İngiltere’de yarattığımız yeni dünyaya tercih eden bir özlem doğdu içimde. Hep gelecek zamanda yaşamaya programlanmış olan beynim, yaşanmış mazinin hasretiyle dolan yüreğimle çatışmaya girmiş, beynimi keşke’li istekler doldurmuştu. Ama sanki benden ayrılıp beni izleyen bir varlık bu duruma kaş çatıp, “geleceği düşün” diye haykırıyordu. Uyarıya kulak asmak zorundaydım... İstanbul semalarında bir tur attıktan sonra, İkitelli semtindeki sanayi sitesine indik. Onu savunmak için sınırlarında askerlik yaparken gece yarısı nöbetleri tuttuğum vatanım, şimdi savunmasız, terk edilmiş, gökteki yarımay kadar yalnızdı. Burası, bir zamanlar dünyadaki tüm fizik ve matematik teorisyenlerini ve çevreci kuruluşları peşinden koşturmayı başarmış, biraz gizemli biri olan Ayhan Doyuk’un fabrikasının bulunduğu yerdi.

136


Onunla 9 yıl önce tanışmış, bana göstermek istediği ilginç deneyleri gözlemiştim. Fiziğini ve kimyasını değiştirdiği saf suyu, dünyanın yeni enerji kaynağı olarak takdim ediyor, bu suyun -hastalıklar dâhil- doğadaki her türlü negatif enerjiyi ve kirlenmeyi yok edeceğini söylüyordu. Ayrıca, adını Büyülü Su koyduğu bu sıvının, radyasyon üretmeyen bir nükleer enerji kaynağı olduğunu da iddia ediyor ve petrolün keşfinden bu yana geçen 150 yılda değişen doğal dengenin, bu buluş sayesinde eski konumuna geri döneceğini söylüyordu. Onu ciddîye almış, fakat Pentagon’la birlikte kapalı kapılar ardında yürüttüğü bazı projelerinden ötürü sakıncalı bulup bir daha ziyaret etmemiştim. Şimdi, içindeki negatif enerjiyi -onun deyişiyle- inkapsüle eden bu suyun sırrını çözme zamanıydı. Fabrika dipdiri ayaktaydı, fakat çevredeki diğer fabrikaların ve gökdelenlerin yarısı yıkılıp yerle bir olmuştu. Enkazın henüz oturmamış eğreti durumuna ve katılaşmamış ince tozlarına bakılırsa, son bir-iki ay içinde İstanbul’da çok şiddetli bir deprem olmuştu. “İyi olmuş!” dememi Temel biraz tuhaf karşıladı. “Keşke bu çirkin beton yığınlarının hepsi yıkılsaydı!” diye ekleyince ne demek istediğimi anlamış göründü. “Hiç olmazsa birkaç yüzyıla kadar dağılıp toprak olurlar da, yerlerinde bitecek ağaçlar miras kalır gelecek kuşaklara.” Osmanlı sarayları ve camilerinin ayakta kalmış olmasını uman bir çelişki içinde, Temel’in gösterdiği açık pencereden fabrikaya girdim. Aradığım belgeler ve gizli formüller Ayhan Bey’in ofisindeki kasada olabilirdi. İkinci kata çıktık. Bürolardaki bütün duvarlar ve halılar koyu yeşil yosunlarla kaplanmış, havayı ağır bir küf kokusu doldurmuştu. Bir çuval dosyayı ve ana bilgisayarın kasasını yanımıza alarak, temiz hava için dışarı çıktık.  Kasayı açmak için, karşıdaki fabrikaya gidip bir oksijen kaynağı bulduk. İçinde sadece bir demet banknot ve birkaç iş sözleşmesi vardı. Aradığım bilgiler raflardaki dosyalarda olmalıydı. Dosyaları ve üzerinde Magic Water yazılı 2 galon dolusu suyu alarak Temel’in Karadeniz hasretini gidermesi için havalandık. Ayasofya’nın kubbesi çökmüş, Süleymaniye Camii’nin bir minaresi yıkılmıştı. Kulaklıktan Temel’in titrek sesi geldi: “Seçkin Peder, Topkapı Sarayı’na inip Mukaddes Emanetler’i alalım mı?” Fena fikir değildi, ama tarihin mukaddes değerlerini, yeni dünyamızdaki dengede duran manevî atmosfere kattığımızda, bazı sakıncalı fikirler, yanlış inançlar çıkabilirdi ortaya.

137


“Buna gerek yok” dedim, “Saray yıkılsa bile zarar görmeyecekleri kadar iyi korunuyorlar. Oldukları yerde kalsınlar, daha iyi. Sol tarafına baksana, Gülhâne Parkı’nda büyük bir hareketlilik var.” Anlaşılan, bir zamanlar 15 milyon insana ev sahipliği yapan bu metropol, şimdi milyonlarca hayvanın yuvası olmuştu. Hayvanat bahçesinde doğup büyüyen binlerce hayvan, burayı anayurtları bilip terk etmemişlerdi. Bundan sonra kentler, insanlar için eskisi kadar güvenli olmayacak, yaban hayvanların işgalinde kalacaktı. Kim bilir, belki de 5-10 sene sonra büyük şehirleri bizim sevdiğimiz kadar beğenmeyip ormanlık bölgelere göç edeceklerdi. Hayvanlar 10 binlerce yıldan beri hiç bu kadar özgür olmamış; özgürlük hiç bu kadar kolay kazanılmamıştı. Galata Kulesi taraflarında önemli bir deprem hasarı görünmüyordu. Birinci Boğaz Köprüsü’nün Anadolu yakasındaki ayakları denize doğru çöküp otoyolun üstüne yığılmıştı. Sahil boyunca, yan yatıp birer enkaza dönüşmüş yüzlerce apartman gördük. Konsey’in müdahalesine bir kez daha memnun oldum! Birilerinin üç beş kuruş kirli para kazanması yüzünden beton yığınları altında can vermiş olacak olan insanlar, en azından başka bir gezegende hayattaydılar. Anadolu Kavağı üzerinden Karadeniz semalarına girdik. Aşağıdaki lâcivert sular denizlerin doğal hâline geri döndüğünün habercisiydi. Sahiller denize doğru genişlemiş, kumsallar biraz daha büyümüştü. Bu, deniz sularının biraz çekildiği, kutuplardaki buzdağlarının daha da kalınlaştığı anlamına geliyordu. Galiba ısı, mevsim normallerinin altında seyretmeye başlamıştı. Karadeniz’in ismini Lâcivertdeniz olarak değiştirdim. Karina bu değişikliği not defterine geçirmekten hoşnut olacaktı. Temel’e: “Lâcivertdeniz’in ve çevresindeki tüm sahillerin tapusunu kazanmak ister misin?” dedim. “İsterim ama bu ne işe yarayacak ki...” diyerek teklifimi küçümseyince biraz alındım. Oysa içimden öyle geldiği için ona bir jest yapmak istemiştim sadece. “Bak,” dedim, “Birkaç yüzyıl sonrasını öngörme alışkanlığını hâlâ kazanmamışsın! Torunlarının torunları, nüfus arttıkça dünyaya dağılıp yayılacaklar yarın. Sonra en verimli toprağı, en uygun iklimi, en zengin yeraltı kaynakları olan ülkeleri sahiplenmek isteyecekler. Dolayısıyla, kaçınılmaz olarak didişmeye başlayacaklar. Tarihsel diyalektiğe göz atarsan, özel mülkiyet hakkı uğruna verilen mücadelelerden önemli dersler çıkarabilirsin. Bundan ötürü, bizler henüz sağken, dünyayı aralarında paylaştırmalı, onlara bazı hakları şimdiden vermeliyiz ki, atalarımız gibi bir karış toprak uğruna vahşîce savaşmasınlar.

138


Bu paylaşımın bir başka yararı da şu: Tarihe iyi baktığında göçebe toplumların kalıcı başarılarının olmadığını görürsün. Çünkü bir yere ait olmanın getirdiği avantajlardan göçebeler yararlanamazlar çekirge gibi oradan oraya sıçradıkları için. İnsanın kendi doğasını ve çevresini anlaması, değiştirmesi ve derinlere inerek ondan yararlanması için, oturup sabırla gözlem yapması ve tefekkür etmesi gerekir. Bu da bir yere ait olmakla gerçekleşir, bir yerin sana ait olmasıyla değil. Seyyahların yazdıklarını okursan, ne kadar yüzeysel gözlemciler olduklarını ve toprağı hiç tanımadıklarını görürsün. Ama tarlada bayırda toprakla uğraşan insanlar, onun huyunu da, suyunu da, ruhunu da iyi tanırlar ve ne alıp ne verdiğini çok iyi bilirler.” Bu sözler uçuş sırasında oluşturulan ilk kuralı yarattı; <Kural-17: Doğayı yakından gözleyin...> Temel’e, havasını koklayarak büyüdüğü denizin mülkiyetini verdim. Trabzon’a kadar uçmayıp U-dönüşü yaparak Romanya semalarına yöneldik. 20 Ekim 2017 Bir haftadan beri, İstanbul’dan getirdiğim suyu inceliyor, sırrını çözmeye çalışıyordum. İçinde bol miktarda çözücü kimyevî madde vardı; petrolü bozuyor ve 17 tür proteine dönüştürüyordu. Ayrıca içinde asit bulunmamasına rağmen akülere doldurulduğunda onları şarj edebiliyordu. Bir yandan bu suyu hangi kafayla içtiğime şaşıyor, öte yandan içeriğindeki gizli maddeyi bulamadığıma kızıyordum. Suyun kimyasal analizleri dosyalarda mevcuttu, ama yüzde üçlük kısmı Patentsiz Muhteva olarak adlandırılmış, karışımın formülü kayıtlara geçirilmemişti. Elimdeki tek ipucu, Ayhan Doyuk’un bir arkadaşına yazdığı mektuptaki açıklamaydı: H2O molekülüne bir elektron eklediğini ve suyun kimyasını bu yolla değiştirdiğini anlatıyordu. Fizik ve kimya kanunlarına ters düştüğü için, serbest bir elektronun su molekülünde nasıl inkapsüle yani aşı edilebildiğini bir türlü anlamıyor, bunun bir düzmece olduğunu düşünüyordum. Hekimliği askıya alıp bu sorunu çözünceye kadar fizik ve kimya lâboratuvarlarında epeyce zaman harcamam gerektiğine kanaat getirmiş, bunu zevkle yapacağıma inanmıştım. Bazı şeyler -Edison’un dediği gibi- yıllarca terlemeden elde edilemiyordu... 27 Aralık 2017 İki yeni özelliğini daha keşfettiğim ve adını Bengisu koyduğum gizemli su, fiziksel büyüsünü nereden aldığını henüz ifşa etmedi. Cambridge’i kalın

139


bir kar tabakası kaplamış, bengistanem tükenmişti. Yılbaşı tatilini ailemle geçirmek için Londra’ya döndüm. Üç buçuk yaşına giren birinci kuşak torunlar, durmadan bıcı bıcı konuşan, soru soran, oraya buraya tırmanan hiperaktif birer afacana dönüşmüştü. Kucağımdan ayrılmadıkları için gençlerle sohbet etmeme şans tanımıyor, pamuksu parmaklarını ağzıma burnuma sokup yumuşak kırçıl sakalımla oynamaktan büyük zevk duyuyorlardı. Kızımı ve annesini doyasıya öpüp okşama fırsatını bulamadığım için biraz sıkılmıştım. Buna karşın kızım ve eşim, bana en az sokulanlardı? Sezgilerim, yolunda gitmeyen bir şeyler döndüğünü söylüyordu? Biraz sabret, yanılıyorsundur belki, dedim kendi kendime. 1 Ocak 2018 Dün geceki yılbaşı kutlamalarında her zamanki mutluluk atmosferi ve neşe yoktu. Karina dört günden beri sorduğum sorulara kaçamak yanıtlar veriyor, “Yok bi şey ya!” dedikçe, beni bir şeylerin varolduğuna daha da inandırıyordu. Üstelik arzuyla sevişmemiş, ölü balık gibi donuk ve soğuk, kendini bana teslim etmişti sadece. Bunca, havada kalan belirsizliğin verdiği sıkıntıyı üzerimden atmadan çalışmalara geri dönemeyecektim. Bebeklerin hepsi alıştırıldıkları ikişer saatlik öğlen uykusuna dalmıştı. Herkesin mavi odada toplanmasını istedim. Bu sakin ortamda, şeffaflık ve paylaşım kuralını uygulama vakti gelmişti. “Evet, anlatın bakalım... Son bir-iki ayda, anlatmaktan çekindiğiniz neler oldu burada?” Bekledikleri bu soruya direnemeyeceklerini biliyorlardı. Dehalarıyla güreşebildiğimi yüzlerce defa tecrübeyle anlamış, saydam davranmanın en geçerli yol olduğunu öğrenmişlerdi. Ama bilmek, uygulamak anlamına gelmiyordu, ve kendilerinden uygulama isteniyordu şimdi. Dünyada onca çok daha üstün yeteneklere sahip, daha akıllı, daha yaratıcı çocuk varken, bunların seçilmiş olmalarına artık bir anlam veremiyordum! Önce, üstüne başına çikolata bulaşmış bir çocuk gibi suçluluk duyduğu ses tonundan anlaşılan Zizi söz aldı: “Seçkin Peder, olanları sana anlatmayı çok istedik ama cesaretimiz yoktu. Biz... Biz büyük bir günah işlemeye başladık!” dedi ve görevini tamamlamış gibi yerine oturdu. Mertlik kuyruğuna Fabiana girdi: “Hepimiz suçluyuz!... Alacağımız cezayı da hak ettik.” Sanki bir cadı masalını anlatmak için tiyatro yapıyorlardı. Riyana devam etti: “Ve bir ân önce bu suçluluk duygusundan kurtulmak istiyoruz.”

140


Günahlarının ne olduğunu anlamıştım. Buraya geldiğimden beri, eşler sürekli yan yana, yapışıkmış gibi hareket ediyor; diğer kardeşlerine dokunmaları yasakmışçasına onlardan uzak durmaya çalışıyorlardı. Bu rolleri, sakladıkları şeyi ele veriyor zaten, fakat tam olarak neler dönüp bittiğini açıklamıyordu. Artık emindim: Bu iradesiz yaratıklar Kural-8’i ihlâl etmişlerdi!!! Vladimir’in intihar etmesinden sonra sınıf başkanlığı Karina’ya geçmişti. Sorumlu kişi olarak ona vereceğim ceza, benzer türde bir bunalım geçirmesine sebep olabilirdi. Kaldı ki 3 yıl önce aynı iradesizliği biz ikimiz de göstermiş ve kendimize ceza vermeyi aklımıza bile getirmemiştik. “Tamam, bu kadarı yeter!!!” diyerek şiddetli bir reaksiyon gösterdim elimde olmadan. Salonda çıt yoktu. Suratlarındaki suçluluk ifadesinin yerini, olanları gerçekten anlayıp anlamadığımı bekleyen bir merak ifadesi almıştı. “İşlenen her suça bir ceza verileceği kuralının işlemesi gerektiğini biliyorsunuz ve bunda hemfikir görünüyorsunuz. Suçu itiraf etmek cezayı hafifletir. Önce söyleyin bakalım: Poligam ilişkilere mi girdiniz; yoksa izlediğiniz o porno filmlerdeki gibi şeyler mı yaptınız?” Bu kez hep suskun kalacağını sandığım Karina yanıt verdi: “Her erkeğin 2 karısı, her kızın 2 kocası oldu...” Yanakları kızıl kızıl olmuş, gözlerine derin bir mahcubiyet dolmuştu. Eşim olarak bu onursuz davranışa katıldığını itiraf etmesini kabullenmek o kadar da kolay değildi. Fakat pısırık pısırık oturup merhamet dilemekten daha erdemli davranmasını beğendim. “Senin ikinci kocan kim oldu?” “Lenny... Ama bu ilişkilerin başlamasına önayak olan benim. Ceza bana verilmeli!” Bu şövalyeliği de hakeza bir âlicenaplık örneğiydi. Bu kıza karşı hoşgörünün timsali bir davranış sergilemekten başka bir düşünce uyanmadı zihnimde. Zaten Seçkin Peder’in göstermesi gereken seçkin davranış da bu olmalıydı... “Pekâlâ, biraz düşünüp kararımı bir saat sonra açıklayacağım” diyerek salondan ayrıldım. Yürürken adım başı farklı bir duyguya kapılıyordum. Nasıl bir karar vermeliyim? sorusunun karşılığını bulamayınca, kendimi ipsiz bir kuyunun karanlık derinliğine hapsolmuş gibi çaresiz hissetmeye başladım. Hayalimde kuracağım mahkemede, avukat-savcı-yargıç üçlüsünü oynama ve bir yargıya varma süreci son yıllarda geçirdiğim belki de en çetin zaman olacaktı. Bu zorlu sınavı nasıl geçeceğimi ben de merak etmeye başlamıştım.

141


Bacaklarım beni eğitim odasına götürdü. Masasın başına oturup biraz düşündüm. Sonra ne hüküm vereceğimi bilemeden, aklıma gelenleri yazmaya başladım. En azından, cezalarını gözlerinin içine baka baka verme eziyetini yaşamayacaktım. Keşke bütün bunlar olmasaydı da, bunca sıkıntı yaşanmasaydı! Keşke bu poligam ilişkiler sadece kötü bir rüya olsaydı! Ama olan olmuş, sıra bu engeli de aşmaya gelmişti. Onların şimdi benden beklediği şey bir kızıl kıyameti koparacağımdı. Fakat... 

“Sevgili K.K.K., Ne kadar büyürseniz büyüyün; adınız hep Küçük Kozmik Kardeşler olacak ve benim yüreğimde hep sevgili çocuklarım olarak kalacaksınız. Şu ânda içimde bir baba, bir koca, bir avukat, bir savcı ve bir de yargıç var. Size, kararını açıklayan o yargıç olarak yazıyorum. Bu suçu, kızlar hamileyken işlemiş olmanız, doğacak bebekler üzerinde genetik bir etki yapmayacağı için en azından fiziksel zarara yol açmayacak. Getirdiği manevî zararı gidermek ise biraz zaman alacak. Aralıksız eğitimi emreden Kural-14’ü size biraz açmalıyım: Eğitim; sadece benden ve çevrenizden edindiğiniz bilgilerle ve kendi gözlemlerinizle değil; aynı zamanda yaptığınız hatalardan çıkardığınız derslerle gerçekleşiyor. Eğitim, yaratıcılık ve uygulama gerektirir ve salt okuyup dinlemekle kazanılmaz. Öyle olsaydı; atalarımız, binlerce yıldan beri söylenip yazılmış özdeyişleri, hazır lokma gibi yutar ve birer bilge kişi olup çıkarlardı. Ama işin gerçeği başka: Doğamızda, sınama-yanılma yöntemiyle öğrenmeye karşı güçlü bir eğilim; beynimizde, deneyimlerimizin hem zevkini, hem acısını tadarak öğrenme gibi bir bilinçaltı arzu var. İşte doğamızın bu özelliğinden ve yasakların arzu uyandırmasından dolayı, yasak ilişkiler tarih boyunca hep yaşandı. Hem de en ağır cezalara rağmen... Ben, oluşturduğumuz kuraldan ilk ihlâl edilecek olanın, Kural8 olacağını biliyordum zaten. Çünkü cinsel dürtü en temel içgüdüdür. Ne kadar tatmin edilirse edilsin, hayal gücü ve merakla beslenirse, mutlaka bazı değişiklikler arar. Zinanın yasaklanıp günah sayılması bazı toplumlarda başarılı olmuştur; çünkü bu içgüdü, kendinden daha güçlü bir korku ile bastırılmıştır. O da ölüm veya öldürülme korkusudur. Sizi atalarımızın işlediği hataya işleyerek çok ağır bir cezayla tehdit etmeyeceğim. Fakat:

142


a- Bir haftaya kadar, kim kiminle yeni bir evlilik istiyorsa, eşinden boşanıp onunla evlensin. b- Bu yeni düzeni, gelecek 5 yıl içinde asla bozmayacaksınız. Bozanlara çok daha büyük cezalar verilecek. c- Şimdilik herkese 100 ceza puanı veriyorum. Bunları sildirmek için, gelecek 6 ay içinde çocuklarınıza daha sağlıklı bir dünya yaratmak, torunlarınıza mükemmel bir miras bırakmak için birtakım yararlı projeler geliştirmek zorundasınız. Kendisiyle çelişen insan gelişen insandır. Sizler yeni şeyler öğrendikçe, yeni deneyimler yaşadıkça yanlışlıklar da yapacaksınız. Ama kuralları savsaklamayacak, suç işlemeyeceksiniz. İşlenen suçlar cezasız kalmayacaktır. Aksi hâlde tekrar edilir dururlar. Umarım evlilerin sevdası bekârlardan ziyade olmaz bir daha... Hepinizi çok seviyorum. S.P. Beş yıllık monogami istememin ardında yatan düşüncem şuydu: Bu süre zarfında, ömür boyu tek eşle yaşayan bazı hayvanların genetik şifreleri ile insan genomu arasındaki farkı görebilir; herkese tek eşlilik genlerini aşılayabilirdim. Böylece kıskançlığa ve cürümlere sebep olan zina olgusu temelden halledilip tarihe karışmış olabilirdi. 6 Ocak 2018 Radyodaki müzik yayını sustu, Temel’in metalik sesini duydum: “Seçkin Peder, radyonun sesini yükseltiniz lütfen! Alo, alo, p, e, d, e, r, bir anonsum var... Seçkin Peder, K.K.K. dün gece evlilikler konusunda yeni bir karar aldı ve bugün herkes kendi eşiyle nikâh tazeledi. Yanımda Karina var. Size bir şey söyleyecek.” “Seni çok seviyorum hayatım. Benimle tekrar evlenir misin?” Karina’nın bu sıcak sözleri tüm vücudumu titretip diken diken etti. Hemen uçağa atlayıp havalandım. Birkaç kilometre yükselince, telsiz anonsları saraydaki uçaklara ulaşıyordu. “Alo, alo, Karina, beni duyuyor musun?” “Duyuyorum hayatım, buraya mı geliyorsun?” “Hayır, bebekleri alıp sen gel hemen. Sizi özledim. Ben de seni seviyorum. Temel de duyuyor mu beni?” “Duyuyorum Seçkin Peder...”

143


“Sizi, aldığınız bu anlamlı karardan dolayı tebrik ediyorum. En doğru kararı vereceğinizden emindim zaten. Bu gece enfes bir kutlama yapın, radyodan da yayımlayın sesleri. Ben merkeze dönüyorum. Hoşça kalın.”  Geceleyin iki çocuğu uyutmak biraz zaman aldı. Sonra ikinci zifaf gecemizi, birbirimize doyamadan, sabaha kadar delice sevişerek kutladık. Öğle üzeri gözlerimi açtığımda, Karina bir fincan sıcak sütle karşımda duruyordu saçları taraz taraz, gözünde uykuyla. Cambridge’de okuyan Türk öğrencilerin evlerindeki kitaplıklardan getirdiğim bir şiir kitabından seçtiği dizeleri okudu:

Hadi uyan Denizi dinle, yaşamak desin Toprağı dinle, barışmak desin Göğü dinle, sevişmek desin Bir plâk konmuş gibi gramofona İşte aşk, işte özlem, işte savaşmak gücü Uyan diyor, uyansana. Bu sıcak günaydın ritüelinin karşılığı, ateşli bir öpücük ve aklımda kalmış eski bir mısra oldu:

“Sarışın buğdayı rüyalarımın, Gel seni bağrımda ekip biçeyim.” 10 – 28 Şubat 2018 İki kız, iki erkek torun daha doğdu: E8, E9, K9 ve K10. Beş buçuk senede, bir kayıp vermiş, 18 sağlıklı çocuğa sahip olmuştuk. Nüfusumuz 28 kişiye ulaştı. Fakat helikopterle birlikte kaybolan Kelly ve Rajat’ın ölüp ölmediğini hâlâ bilmiyorduk. 12 Mart 2018 Karina ve 2 çocuk, K5 ile E3, hâlâ benimleydi. Onlara o kadar alıştım ki saraya dönmelerine razı olamıyordum. Karina ceza puanlarını sildirmek için çocukları bol bol uyutup kendine boş zaman yaratıyor ve kendince yararlı projeler geliştiriyordu. Çevrede bulabildiği yüzlerce ineği aşılamış, bengisüt vermelerini beklemeye başlamıştı. Bu çalışmasıyla ceza puanlarını silmeyi düşünüyorum. Bengisuyun molekül ve atom yapısını çözdüm. Aynı suyu lâboratuvar koşullarında tekrar tekrar nasıl üreteceğimi, normal suları bengisuya nasıl

144


dönüştüreceğimi henüz bilemiyorum. Bu engeli aştığımda, dünyada 10 binlerce yıl enerji ve kirlilik sorunu olmayacak, doğa daha rahat nefes aldıkça, canlılar daha sağlıklı bir yaşam sürecekler. 1 Nisan 2018 “Karina, hadi kalk canım, çocukları giydir, gün ağarmadan sarayda olalım.” Bulutlu bir geceydi. Zifirî karanlık, kahvaltı vakitleri çoktan geçmiş olan kuşları bile yanıltmış, sanki tüm doğa ıssızlığın sinesinde hâlâ uyuyordu. Uçağın motor sesi, ağaçların çıplak dallarında tünemiş bir sürü kırçıl saksağana berbat bir günaydın oldu. Refleksle havalanıp öcü görmüş gibi, bindiğimiz uçan dinozordan hızla uzaklaştılar, biz de onlardan... The Mall’a inerken gün ağarmak üzereydi. Uyanan saray ahalisi pencereleri açıp bu münasebetsiz ziyaretin sebebini sorarcasına: “N’oldu... İyi misiniz?” diye titrek seslerle bağırmaya başladı. Karina iki parmağıyla zafer işareti yapınca, sakin sakin bahçeye indiler. Elimdeki kalın siyah torbada, onları bekleyen büyük sürprizin ne olduğunu bilmelerine imkân yoktu!... “Seçkin Peder, bugünün Nisan-bir olduğunu biliyoruz, bu bir şakaysa, bizi kandıramadınıız” dedi Temel o eski oyunbozan tavrıyla. “Hayır, bu şaka maka değil, aksine, gelmiş geçmiş en önemli gerçek!” diye böbürlendiğimde merakları daha da arttı. “Bu torbaya... İyi bakın. Bu torbada size büyü gibi gelecek bir gerçek yatıyor. Yuki, al şunu aç da, enerjide yeni bir çağı daha başlatmış ol!” Yuki, heyecan ve merak içinde, biraz da ürkekçe, siyah torbanın bağını çözünce dışarı şiddetli bir ışık huzmesi saçıldı. Sanki ay yere inmiş, etrafı aydınlatıyordu. Torbayı alıp içinden ışıldayan bir flüoresan lâmba çıkardım ve on metre kadar uzaklaşarak, kablosuz olduğunu kanıtlamaya çalıştım. Herkes hayretler içinde donakalmıştı. Yuki dayanamayıp torbadaki diğer ampulleri çıkardı ve torbayı silkeleyip bir güç kaynağı aradı. “Bu bir mucize, bu bir mucize!!!” diye avazı çıktığınca bağırdı Lenny. Nasılını sorgulamayı bırakan herkes eline bir ışık kaynağı aldı ve tamtam dansı yapmaya başladı. Bu coşkulu kutlamaya, uyanan kuşlar da katıldı ve etrafımızda uçmaya başladılar. Ortaya çıkan manzarayı Goya görseydi belki de en şaheser tablosunu yapar, adını da Bengisuyla Dans koyardı. Şafak sökerken, gecelik katında dışarı çıkan kızlar üşümeye başlayınca içeri girdik. Ampuller koca salonu gündüz gibi aydınlattı. Artık nükleer yakıt tüketmeye lüzum kalmamıştı. Zaten santraldeki yakıt çubuklarının ömrü bitmek üzereydi. Bengisu, saf ve zararsız bir enerji kaynağı olup çıkmıştı.

145


Fabiana lâmbaların bengisuyla ilişkisini hemen anladı: “Haa, anladım... Bu iş bengisuyun marifeti, değil mi?” Karina benim yerime: “Evet” deyince, hep bir ağızdan: “Yaşasın Bengisu!” diye üç kez bağırdılar. “Hayır! Yaşasın Benginur!” dedim. Benginur adı o ânda aklıma gelmişti. Uyanan çocukların da bize katılmasıyla, birkaç düzine soru art arda gelince sıkıldım, şenlikten ayrılıp biraz kestirmek için odama çıktım. Yatağa uzandığımda, içimde, o çok nadiren gelen derin huzuru yaşamaya başladım. Bütün ülkelerin kendisini ödüllendirdiği, övdüğü; varlık, şan ve şöhretin zirvesine ulaşmış; yeni icadıyla yepyeni bir devir açmış bir bilim adamının duyumsayacağı huzurdu bu. İnsan, evrenin sırlarından birini daha deşifre edince, kendini Yüce Us’a daha yakın hissediyor, O’nunla çok özel bir ilişki kurduğuna inanıyordu. Öylesine derin, öylesine güven verici bir iç rahatlığı ki... Belki de beğenilme içgüdüsünü aşmış mucitlerin, ömür boyu yeni icatlar peşinde iz sürmelerinin birincil sebebiydi bu eşsiz ilişki.  Uyandığımda pencereden sızan güneş ışınları gözüme vuruyor sandım: Karina elindeki küçük benginuru gözüme dayamıştı. “Yemek hazır” dedi ve yanağımdan öpüp gitti. Yemekte bütün soruları yanıtladım. Suyu oluşturan hidrojen ve oksijen atomlarının neden ve nasıl yavaş yavaş çözülüp enerjiye dönüştüğünü anlattım. Bir yumruk kadar ampulün içindeki bengisuyun 20 yıl boyunca benginur üreteceğini ve radyasyon yaymayacağını söylediğimde alkışlar avizeleri titretti. “Durun, daha bitmedi” dedim, “Temel, sen uçağa kadar git, pilot kabininde bir kavanoz göreceksin, alıp getir lütfen.” Temel, üzerine kapak yerine bir priz yerleştirilmiş, çaydanlık büyüklüğündeki kavanozla geri geldiğinde, Riyana da istediğim saç kurutma makinesini getirmişti. Fişini kavanozun prizine takıp makineyi çalıştırdım. Yemek salonunda yankılanan hayret nidaları yetmedi, kalkıp yağlı dudaklarıyla yüzümde sakalsız nereyi buldularsa öpmeye başladılar. Markajlarından kurtulup iskemlenin üstüne çıktım. “Bunun adı Bengipil” dedim, “Bu büyüklükteki bir bengipil, mutfaktaki buzdolabını 40-50 yıl durmadan çalıştırabilir. Bitmedi... Elektrikle çalışan her şeyi çalıştırabilir ve hangi alete ne kadar voltaj gerekiyorsa, o kadar verebilir. Belki nükleer reaktörde birkaç değişiklik yaparsak, onu bile çalıştırabilir!” “Yaşasın Bengipil, yaşasın Seçkin Peder!!!” “Bitmedii...”

146


“Aa!!!” “Elektrikle çalışan arabalar üretilmişti biliyorsunuz. Onları da çalıştırabilir!” Bravo, ıslık, çığlık sesleri bebekleri korkuttu; ağlamaya başladılar. “Her şey, bu bebekler ve onların torunları için” deyip indim iskemleden. Bengisüt bardakları kalktı ve bebeklerin şerefine içtik. Bebekler sakinleşince bu kez yemek masasının üstüne çıktım. “Bitmedii” dedim daha alçak sesle, “Bir de bengiçöz var!” “Bengiçöz mü? Bana bunu anlatmamıştın” dedi Karina. “Çünkü daha tamamlanmadı. Bir-iki aya kalmaz, bitiririm. Bengiçöz ne işe yarayacak biliyor musunuz? Artık sabuna, deterjana, leke çözücülere ihtiyacınız olamayacak! Henüz alkışlamayın; dünyadaki tüm plastikleri ve petrol türevi maddeleri çözüp proteine dönüştürecek.” “İnanamıyorum Seçkin Peder” dedi Zizi, “Bütün bunlar bengisuyun marifeti mi?” “Evet... Miletli Thales şöyle demişti: ‘Tabiatın ana maddesi sudur; suyu yakından inceleyebilirsek her şeyin kökenine inebiliriz.’ İşte bengisu bana bu içgörüyü kazandırdı. Göreceksiniz daha neler keşfedeceğiz.” Lenny yaratıcı fikirler üretmeye başlamıştı bile: “O zaman Thames nehri kenarına bir arıtma tesisi kurarız, petrolü orada proteine çevirir, suya akıtırız. Böylece denizlere ve okyanuslara gider ve balıklara yem olur. Belki o zaman büyük balık küçük balığı yemez de, ha, ne dersiniz...” Fikir üretme yarışı başlamıştı sanki. Mustafa: “Hatta bunu her yerde yapabiliriz. Ağaçların da gübreye ihtiyacı var. Hem bunca benzinlikte ve depoda milyarlarca ton petrol var. Bu depolar çürümeye başlayınca her yere petrol sızacak. Bence önce onları proteine dönüştürmeliyiz.” “Yeraltındaki depoların fazla zararı olmaz, önce yer üstündekileri halledelim” dedi Peggy. “Tamam tamam, size de bir şey söylemeye gelmiyor, hemen olmuş bitmiş gibi spekülasyona başlıyorsunuz. Durun bakalım, önce bengiçözü kotaralım, gerisi kolay. Bu arada; araba fabrikalarını dolaşın, elektrikli motorla veya güneş enerjisiyle çalışan araçlar bulursanız korumaya alın. Bu kavanozdaki bengipili kullanarak belki çalıştırabilirsiniz bazılarını. Yarın aranızda görev taksimi yapıp bunu halledin bir ân önce. Haa, nerdeyse unutuyordum! Bütün bunları başarmak; fizik, kimya, matematik ve istatistik bilgilerimi genişletmekle oldu. Hepinizin bu dersleri iyi öğrenmesini istiyorum.” 16 Haziran 2018

147


Müdahalenin yıldönümünü her zamankinden daha görkemli bir törenle kutluyorduk. Bu yılın ilk yarısı üstün başarılarla geçmişti. Ben durup dinlenmeden bengisu ürettikçe, gençler de ha bire bengipil üretmişlerdi. Bengiçöz henüz maya tutmamıştı ama petrol kullanmaya hacet kalmamış, herkesin birer ikişer bengipilli lüks arabası olmuştu. Hepsinden öte, afacan bebeklerin –bengistane ve bengisütle beslendikleri için- boyları normalden daha fazla uzamış, kemikleri kalınlaştığı için kiloları artmıştı. Yeni nesil daha sağlıklı, daha kuvvetli geliyordu arkadan. Çocuklar: 18 yaşında, dörder beşer evlât sahibi, yakışıklı, güzel ve üstün yetenekli birer ebeveyn olup çıkmıştı. Herkes kurallara uyuyor, sorumluluklarını fazlasıyla yerine getiriyordu. Sorunsuz, mutlu ve başarılı bir aileydik. Üstelik bugün, yeni bir devrin daha başlangıcı olacak, Karina, klonlanmış bir bebeğe hamile kalacaktı! Karina’nın yumurtasını bir spermle döllemek yerine, kendi hücrelerinden biriyle döllemiştim. Ancak, bozuk bazı genleri çıkarmış, yerlerine, gençlerin hücrelerinde bulduğum sağlıklı olanları yamamıştım. Daha önemlisi; bu bebek doğduğunda ateşböceği gibi istediği zaman ışıldayacaktı. Çünkü ateşböceğinin bazı kimyasalları ışık enerjisine dönüştüren mekanizmasını da bengikızın genomuna ilâve etmiştim. Üstelik 9 ay yerine, 7 aylık bir rahim döneminden sonra doğabilecekti. Üç buçuk milyar yıl sonra dünyaya gelecek ilk ışıldayan kopya bebek!... Diğer anneler de normal hamilelik istemediklerini söyleyerek, birer kopya bengibebek istediler, ama bu bebeği gördükten sonra karar vermemiz gerekiyordu. 1 Ocak 2019 Yeni bir yıla girerken, böylesine müthiş coşku ve heyecan dolu bir yılbaşı gecesini daha önce hiç yaşamamıştık. Hoş, Karina doğum sancıları yüzünden kutlama partisine katılamamış, tüm geceyi revirde geçirmişti ama, o da mutluydu. Kopya Bengikız bu gece veya yarın doğabilirdi. K5 ve E3 de annelerinin inlemesine dayanamayıp sık sık salya sümük ağlamış, yanından hiç ayrılmamışlardı. Saat 01.10 Herkes odasına çekilmiş, Karina’yla revirde tek başımıza kalmıştık. Ölçümler, bengikızın 4 kiloluk kocaman bir bebek olduğunu gösteriyordu. Sezaryen gerekecekti ama Karina’yı hâlâ ikna edememiştim; normal doğum

148


hem bebek, hem de kendisi için çok tehlikeli olabilirdi. Alnında kabarcık kabarcık biten terini silerken anlattığım tüm risk faktörlerine rağmen inadını sürdürüyordu. Bir ara daldı. Fırsattan istifade, gidip Riyana ve Fabiana’yı yardımcı ebeliğe çağırdım ve ameliyat masasını hazırlamalarını istedim. Doğum vakti gelince, oksijen maskesine narkoz verip onu uyutmaya karar verdik. Bengikız sezaryenle doğan ilk bebek olacaktı. Saat 05.35 Ameliyat sorunsuz geçti ve kehribar gibi fosforlu bir kızımız oldu. Kalın kemikli, mezomorfik bir tipti ve annesinin bebekleşmiş hâli gibi ona tıpatıp benziyordu. K11 ağlamak için kendini her sıktığında parıl parıl parlıyor, çevresini gök mavisine boyuyordu. Onu seyretmek müthiş bir keyif veriyordu bana. Sanki Rodin’in başeserini elimle yontup ortaya çıkarmış gibi, eşsiz bir haz ve zafer sarhoşluğu içindeydim. Ortaçağ insanları bu kopya bebeği görebilseydi Karina’ya mutlaka tanrısal bir sıfat verirlerdi. Acaba bizi izleyen Konsey ne düşünüyordu? Acaba evrende böylesine ışıldayan başka canlılar var mıydı? Ya da Konsey’in bizzat kendisi bu tür özelliklere sahip miydi? Beynimde uçuşan bu sorular, beni bengibebek fikrinin doğduğu ana götürdü. O düşünce zihnime anîden düşmüş ve şu ânda gördüğüm bengikızın resmini o lâhzada görmüştüm. Acaba hayal ettiğim şeyi mi yaratmıştım; yoksa yıllar önce tanıştığım bir biyoenerji uzmanının, “İlham verilmez, alınır. İnsan bilinci evrende dolaşırken gördüğü şeyi taşır dünyaya. İlham budur. Jules Verne’in ışıktan hızlı bilinç enerjisi, başka bir gezegendeki denizaltıları gördü ki, Verne, Deniz Altında Yirmi Bin Fersah’ı yazabildi” dediği şey mi gerçekleşmişti... Bilemiyordum. Söylenen şey doğruysa eğer, bilinç enerjimiz daha başka ileri uygarlıklarla temas kurabilecek ve bize yepyeni fikirler taşıyacak demektir! Bu umut verici düşünce keyfimi iki katına çıkardı! Kafamdaki şimşeklerin, bu tür mutluluk dozajı yüksek anlarda daha çok çaktığının bilincindeydim. Elimdeki kanlı eldivenleri çıkarıp hemen yan odaya geçtim, meditasyona başladım. Gözlerim kapalı, beynimde gezinen düşünceleri izlerken, zihin ekranımda ışıldayarak uçan kanatlı insanlar gördüm. Bembeyaz kanatlarıyla, çöl kaktüslerine benzeyen ağaçlardan oluşmuş bir ormanın üzerinde süzülüyorlardı kartallar gibi. Kartal... Evvet kartal! Bir kartal bulmalıyım hemen! diye haykırarak revire geri döndüğümde, kızlar şaşkınlıktan heykel gibi kalakalıp suratıma acayip acayip bakmaya başladılar. Kendimden utandım biraz. Ben deli

149


miyim ne? diyerek bengikıza gerekli müdahaleleri yaptıktan sonra uyumak için odama çekildim. 28 Şubat 2019 Artık iri iri lâflar eden, zeki ve konuşkan birer afacana dönüşmüş olan torunların, bengikızı kıskandıkları her hâllerinden anlaşılıyordu. Riyana, Zizi, Peggy ve Fabiana ise bengibebek arzusuyla yanıp tutuşmaya, gına getiren bir ısrarcılık sergilemeye başlamışlardı. Kendi kopyalarını da istemişlerdi, fakat K11’in genetik bir sorunu olup olmadığını öğrendikten sonra kopya bebekler yapmak daha doğru olacaktı. Bugün, ısrarlarının meyvesini alacakları gündü... Hazırladığım döllenmiş bengi-zigotları dördüne de transfer ettim ve altı saatte bir, rahimlerini kontrol ederek bölünüp bölünmediklerini izledim. Geceleyin yatağa girdiğimde, bengibebeklere gebe kalan dört kızın sevinç çığlıkları koridorda yankılanıyordu. 3 – 5 Ekim 2019 İki bengikız ve iki bengioğlan doğdu, yedi aylık hamilelik takvimi de mükemmel işlemişti. K12, K13, E10 ve E11 sağlıklı ve K11’den daha parlaktı. Benginsan neslinin çoğalmasına en çok Karina sevinmişti. Farklı bir insan türü ve tek olmasından ötürü kızımızın ileride yaşayabileceği psikolojik sorunlar, onu birkaç aydan beri rahatsız ediyordu. Fakat yeni kardeşlerini görmeye gelen çocukların ağzından çıkan bir cümle, daha önemli bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu fark ettirdi bana: “Biz niye ışıldamıyoruz?” dediler hepsi birden. Bu şikâyet, 5 yaşını dolduran çocukların güdüsel örüntülerinin negatifleşeceğinin işaretiydi. Daha kötüsü; çocukların duyduğu bu aşağılık kompleksi, ileride ortaya çıkacak bir ırkçılığın ilk habercisiydi. Becerileriyle övündüğüm otonom aklım, bütünü görmekten âciz, büyük bir hata işlemiş, ağaca bakarken ormanı kaçırmıştı! “Sen meraklanma” dedi Us bilgileri, “Onun da çaresi var...” Bu seslerin peşi sıra şiddetli bir beyin fırtınası yaşadım. Fırtına dindiğinde ortaya yeni bir fikir çıktı: Evet, gerçekten de icatlar ihtiyaçlardan doğuyordu; 18 “normal” çocuğa genovirüs aşılayarak, onlara da ışıldama özelliği kazandırabilirdim. Böylece eşitsizlik ortadan kalkmış olur, kimse kendinde bir eksiklik hissetmez, hâlinden şikâyetçi olmazdı. O ânda canımı bir başka düşünce sıkınca, kısa süren duru bir sevinçle yetinmek zorunda kaldım: Bir yıldan beri üzerinde mesai harcadığım bir diğer çalışma, uçan fare üretme projesiydi; kırlangıcın genlerini kullanarak kanatlı fareler

150


üretmiştim, fakat iskelet ve kas yapıları henüz gereken modele dönüşmemiş, çıkan genetik sorunları çözememiştim. Gen ve protein detektörlerimi daha da geliştirmiş, çıkacak muhtemel aksaklıkları önceden saptayacak duruma gelmiştim fakat, gözden kaçan başka şeyler de vardı demek. Bu problemleri sıkı bir araştırmadan sonra halledebilirdim. Sonra sıra uçan bebeklere gelecekti. İdealimdeki bu muhteşem proje gerçekleşirse, bu kez kanatlı-kanatsız ayrımcılığı yüzünden yeni bir ırkçılık türü daha baş gösterebilirdi. Hatta daha vahim olanı, uçan insanlar uçamayanlara karşı çok büyük bir avantaj ve üstünlük elde edecekleri için, ileride onlara hükmetme ve despotça davranma yöntemlerini geliştirebilirlerdi. Belki de bu projeden vazgeçmem daha uygundu. Zira her türlü eşitsizlik, sonuçta sömürü ve zulüm üreten birer bataklık olup çıkıyordu. Yorma kafanı... Yeni gelişmeler yeni ufuklar açabilir diyerek hissetmeye başladığım yılgınlığı dağıtmaya çalıştım üstümden. “Tamam çocuklar, siz hiç üzülmeyin... Yakında siz de flüoresan gibi ışıldayacaksınız, söz veriyorum, tamam mı?” “Teşekkürler Seçkin Dede” deyip uzaklaştılar. Yeni bengibebekleri olan bitenden haberdarmış gibi, hâllerinden memnun görünüyor, ana sütlerini şapır şupur emiyorlardı. Temiz hava almak için bahçeye çıktığımda, genetik çalışmalardan kazandığım metalik özgüvenimin biraz sarsıldığını sezdim. Vizyonumu genişletip birkaç yüzyıl ötesini öngören adımlar atmalıydım. Aksi hâlde harcadığımız onca emek, bunca beyin gücü -ne kadar iyi niyetli olursa olsun- insansoyunu içinden çıkılmaz bir tuzağa düşürebilirdi. Mamafih, biz ne denli titiz davranırsak davranalım, 10-15 kuşak sonra düzenimiz eskiyecek, kendi doğal evrim sürecini yaşayıp değişecekti. Bu konuda neler yapmam gerektiği hakkında henüz beynimde olgunlaşmış bir düşünce yoktu. En iyisi, ne durumda olduğunu merak ettiğim Amerika’ya gidip biraz tatil yapmalı ve rahat bir kafayla, el ensede uzun uzun düşünmeli...

YİRMİNCİ BÖLÜM 17 Ekim 2019 Lâboratuvarın penceresinden dışarı baktım, görünürde kimsecikler yoktu. Açgöz kulübesinden çıkıp gelmiş herhâlde, diyerek gidip kapıyı açtım. Karşımda Yuki ve Lenny’yi görünce çok şaşırdım. Ağzımı açmama fırsat tanımadan, elindeki telefon cihazını ve bir parça kâğıdı bana uzattı:

151


“Tünaydın Seçkin Peder” dedi Yuki, “Size bir armağanımız var. Lütfen şu numarayı çevirir misiniz?” Telefon karşı direklerden uzanan bir kabloya bağlıydı. Ahizeyi kaldırıp sekiz rakamlı numarayı çevirdim. İki kere çalınca karşı taraf yanıt verdi: “İyi günler Seçkin Dede” diyen kızım K5’in sesini duydum. Bu işi nasıl becerdiklerini anlamıştım; yüksek gerilim hattını taşıyan direkleri telefon kablosu olarak kullanmış ve Londra’yla Cambridge’i birbirine bağlamışlardı. Artık radyoyla ya da uçak telsiziyle haberleşmeye gerek kalmamıştı. Fakat kızımın sesini ilk kez telefonda duymak hepsinden daha keyifliydi: “Merhaba kızım, sesini duymak ne kadar güzel, seni çok özledim, nasılsın bakim?” “Biz de seni çok özledik, ne zaman geliyorsun?” “Bugün gelebilirim, baksana amcaların bizi konuşturabilmek için ne büyük zahmete katlanmışlar, onlarla birlikte geliyorum, tamam mı?” “Tamam, Seçkin Dede, seni çok seviyorum, hoşça kal.” Diğer çocuklarla kızım arasında bir ayırım yapmadığımı kanıtlamak için bana “dede” diye hitap etmeyi öğretmiştim ona. Ama gene de “merhaba babacığım” demesini arzulamıştım telefonda. Onu diğer bebeklerden daha çok sevdiğimi hissetmeme rağmen, bu ikiyüzlülüğe katlanmak bana ağır geliyordu. Gösterdiğim özveri ve gayretin hangisi ağır değildi ki... Yalancılığın işe yaradığı ender durumlardan biriydi bu ve öylece sürüp gitmeliydi. Bir sevinç ifadesi veya teşekkür bekleyen Yuki, yine dalıp gittiğimi anlayınca, bir âmânın görüp görmediğini anlamak isteyen biri gibi elini gözümün önünde dalgalandırdı. “Ah çocuklar, çok çok teşekkür ederim, bu ne kadar tatlı bir sürpriz böyle, ne hoş... İçeri girin ve anlatın bakalım, nasıl becerdiniz bu harika işi?” “Basit bir telefon santrali kurduk ve saraydan gerilim hatlarına kadar kablo döşedik. İşte ucu da elinizde... Bir haftadır sürekli uğraşıyoruz, yarım saat önce bitti. Artık sık sık konuşabileceğiz; ne güzel, değil mi?” dedi Yuki gururlu bir sevinçle. Sarıldık, öpüşüp koklaştık ayaküstü. Lâboratuvarda onlara yaptığım yeni araştırmaları göstermek üzereyken telefonun zili zır zır çalmaya başladı. “Selâmlar Seçkin Peder, nasılsınız? Sizi çok özledik, hemen gelin n’olur! Size çok seveceğiniz bir yemek yaptık” dedi Riyana. Bu gidişle telefonun zilini devre dışı bırakmam gerekecek, dedim kendi kendime. Ahizedeki ses kalitesi de çok iyi değildi. Lâboratuvara dönünce,

152


Yuki ve Lenny’den, telekomünikasyon teknolojisi üzerinde çalışmalarını ve uzaydaki haberleşme uydularıyla ilgili her şeyi öğrenmelerini istedim.

YİRMİ BİRİNCİ BÖLÜM 20 Ekim 2019 Çocuklarla geçirdiğim 3 gün boyunca, aramızdaki incelmiş duygusal bağlar epeyce güçlendi. Beni en çok umutlandıran şey; bu mutlu ailenin, bencillik, kıskançlık, iftira gibi olgularla yaşamlarını acılaştırmadan her şeyi paylaşmalarıydı. Aralarında kök salmış empati ve kompati, küçük bir klân olmalarına rağmen, onların anaerkil veya ataerkil bir aile olmasına izin vermemiş; KKK’yi eşerkil yapmıştı. Öyle ki, birinin çektiği acıyı diğerleri sadece duygusal olarak çekmiyor, gerçekten fiziksel olarak da hissediyorlardı. Bu süreç, Karl Marks’ın düşlediği ütopik toplumsal paylaşımın gerçek hayattaki somut örneğiydi. Onlarla bir yandan gurur duyuyor, öte yandan aynı özelliklere sahip olamadığım için utanıyordum. Ne var ki, etrafımda sürekli 10-15 kişinin dolaşması, alıştığım sakin hayat yüzünden beni strese sokmuştu. Bu curcunadan uzaklaşmak için tatile çıkmayı dün kararlaştırmıştım.  Vedalaşma bitince Harriere atlayıp tam tekmil havalandım. İçimde bir his, inanılmaz bir güçle beni arkamdan Kuzey Amerika’ya itiyordu sanki. New York’a yöneldim. Gökte başka uçak olmadığı için trafik kuralları da yoktu. Hep düşlemiştim kendi uçağımla bulutların içinden uçmayı. O gün, bu gündü; sürdüm uçağımı pamuksu bulutların içine, bıraktım kendimi nur gibi duru ışığın kollarına. Müthiş bir keyifti bu. Meditasyon yaparken hayal ettiğim ışık tünelinden geçiyor gibiydim. O hayalî tünel turkuvaz, ama bu tünel bulut beyazıydı ve transa girmeme yetmişti. Rotayı motayı unutmuş, kendi içsel yolculuğuma başlamıştım birden; tünelin sonuna gelince dışarı çıktım ve her düşleyişimde beni mutlu eden o şaheser tablonun üzerinde uçmaya başladım.

153


Tabloyu, iç dünyamın gökkuşağı renklerini kullanarak boyamış ve sanki kendi cennetime ayna tutmuştum ta gençlik yıllarımda. O zamanlar hayal gücüm, ufkumun bittiği sınırlara hapsolmuş ve ancak filmlerde gördüğüm uzak diyarlara kadar uzanabiliyor; kitaplardaki cennet tasvirleri kadar renklenebiliyordu. Evler, İsviçre Alpleri’ndeki kulübelere; ırmaklar, Dicle ve Fırat’a benziyordu. Bir çağlayanım, bir de yüzme havuzum vardı. Sıkıldığımda, yüzükoyun uzanıp hayal bahçeme dalarak stres atardım. Bembeyaz süt kuzuları karşılardı beni hep. Onlarla konuşur, dertleşirdim. Soğuk çağlayanda duş alır, üşüyünce ılık havuza atlardım. Ağaçlardan meyve toplardım; maymunlar gibi muz ağacıma tırmanır, hiç tatmadığım muzlardan yer, kestane ağacından iri iri kestaneler toplardım. Sonra bir leylek olur, özgürce uçardım kendi cennetimde. Yorulunca, son iş olarak kulübeme gider, ipek kaplı defterimi açar, dileklerimi yazardım. İnanırdım cennet meleklerine, defteri okuyup Tanrı’ya haber vereceğine... Gözlerimi açınca beklemeye koyulurdum dileklerim oluncaya kadar. Olurdu da... Hep olurdu. İnancım o yüzden pekişmişti, içimdeki meleklere o yüzden güvenirdim hep. Hazır yine o bahçedeyken -ki bahçem artık çok geniş, isteklerim büyüktü- dilek dilemeliydim. Artık yazmıyordum deftere; meleklerimde yüz yüze konuşuyor, diklerimi anlatıyordum onlara. Gidin dedim, haber verin, sizin gibi evlâtlarım olsun istiyorum. Onlar da uçabilsinler, sizin gibi ışıl ışıl ışıldasınlar... Ve açtım gözlerimi, baktım bulutlar dağılmış, aşağıda koskoca okyanusun üstünde uçağımın gölgesi, yavaş yavaş yol alıyor doğru rotada. Birgün kendi kanatlarımla uçamayacaktım elbet, ama bu kıvancı torunlarıma yaşatmayı vazgeçilmez bir amaç edindim o ândan itibaren. Müdahale öncesinde boşa harcanan onca yılı telâfi etmiş, başarılı bir bilim adamı olma rüyamı gerçekleştirmiştim. Bununla yetinmeden, insansoyuna farklı boyutlarda yepyeni ufuklar kazandırmak istiyordum. Tüm deneyler başarısız olsa dahi bu rüyadan vazgeçmemeye, direnmeye kararlıydım: Botticelli’nin Nativity “İsa’nın Doğumu” isimli tablosundaki o hayal ürünü küpidler, o kanatlı melekler birgün mutlaka yeryüzünde doğacaktı! İlginçtir... Teknolojik buluşlar, çoğunlukla genç denecek insanlara nasip olmuş, kendi alanında profesörlüğe yükselmiş insanların çok düşük bir yüzdesi buluş yapabilmişti. Sanki kişinin branş bilgileri zenginleştikçe, bir kuyu gibi derinleşiyor ve bilgi sahibini kuyunun dibine hapsettikten sonra, onun yaratıcılığını kullanmasına engel oluyordu. Bu üzücü gerçeği, tıbbî bilgilerinin tamamıyla donatılmış kendi beynimde her nedense yaşamıyor, bilgileri çakıştırarak yeni buluşlar

154


yapmada bir zorluk çekmiyordum. Belki de taşıdığım büyük sorumluluk yüzünden o bilgi kuyusundan çıkmayı ve yaratıcılığımı kullanabilmeyi başarıyordum. Belki de elimin altındaki dünya ve içindeki imkânlar, kendimden ve Yüce Us’tan başka kimseye hesap verme zorunda olmayışım ve bilimsel dogmaların içinde ezilmeyişim bunu sağlıyordu bana. Ya da “İcatlar ihtiyaçlardan doğar” saptaması, kendini bende kanıtlıyordu. En önemlisi, işime âşıktım... Âşıkla mâşuk ayrı duramıyordu. New York’un bekçisi gibi dimdik ayakta duran heybetli Özgürlük Heykeli uzaktan göründüğü ânda, içim buruk bir acıyla doldu. İnsansoyu, özgürlüğünü bu gülümseyen kadın heykeli ile somutlaştırıp güya sonsuzlaştırmıştı; ama gerçeğin acı yüzü gülümsemiyordu ne yazık ki... 6,5 milyar insan bir başka gezegende şimdi tam bir tutsak hayatı yaşıyor... Ve tezat bu ya; onların esareti, KKK’nin sınırsız özgürlüğünü doğurmuştu. Özgürlük Heykeli’nin adını değiştirip Umut koydum. Birgün atalarımıza kavuşabilmenin umuduydu bu. Bu umut KKK’nin ülküsü olmalıydı; <Kural18: Ülküsüz yaşamayın...> Öncelikle geceyi geçireceğim bir yer bulmalıydım. Yırtıcı hayvanlardan uzak, sıcak bir mekân... Yanıma aldığım 2 şişe bengipil ile ısınma sorununu da halledebilirdim. Aklıma ilk gelen yer yazar arkadaşım Margaret’ın evi oldu. Müdahaleden 3 yıl önce New York’a geldiğimde bir haftalığına onun evinde, iki gözlü sıcacık apartman dairesinde kalmıştım. Margaret; derin dünya edebiyatı bilgisi ve entelektüel kapasitesi ile baş edemediğim, ve her nedense benden sakladığı bir Meksikalı sevgilisi olan, İspanyol görünümlü, hayat dolu bir arkadaşımdı. Evine sadece bir dostu olarak girmiş, bir hafta sonra âşığı olarak çıkmıştım. Ona karşı hissettiğim o umutsuz aşkı ona hiç sezdirmemiştim. Ara sıra e.postayla yazışır ve neler yaptığımızdan haberdar olurduk, o kadar. Gerçi son mektubunda üstü kapalı birkaç cümleyle bana yöneldiğini anladığım gönlünü açar gibi olmuştu ama... Evine gidip gerçek hislerini tuttuğu günlükten öğrenme olanağını kaçırmak istemiyordum. Dünyada kıyamet kopsa, taş üstünde taş kalmasa dahi, hissedilen sevgiler dimdik ayakta kalmayı başarabiliyor ve insanı güçlü bir mıknatıs gibi kendine çekebiliyordu. Empire State Building denen gökdelenin yüksekliğinde bir rotada uçarak, Central Park’ı görünce, uzayıp kendi üstüne yığılmış çimlerin üzerine yumuşak bir iniş yaptım. Bu park dünyanın en görkemli ve en bakımlı parklarından biriydi bir zamanlar. Ağaçların doğal olarak büyüyüp daha geniş bir alanı kaplaması gerekirken, oldukça seyrekleştiğini görmek beni epeyce şaşırttı! Margaret’ın dairesi 20 dakikalık yürüyüş mesafesindeydi. İhtiyacım olan eşyalarımı ve yiyeceğimi oraya kadar taşımak güç olacaktı. Üstelik etrafta dolaşan bir sürü saldırgan tavırlı, düşmanca bakan köpek vardı.

155


Bunlar, el bebek-gül bebek beslenen o evcil atalarının azgınlaşmış yavruları olmalıydılar. Doğayı kendi hâline bıraktığınızda, genetik şifreler, insanlığın doğaya yüklediği kültürel etkileri kısa zamanda bertaraf etmeyi başarabiliyordu demek. Sütümü içtim, cebimi bengistane ile doldurdum ve belime tabancamı takıp uçaktan indim. Kaygan yapraklar üzerinde dikkatlice yürüyerek parktan çıktığımda gözüme çarpan ilk şey; müdahale gerçekleştiği ânda, bu kentte tiyatrolar ve sinemalar yeni dağılmış olduğu için caddelerin rasgele sıralanmış arabalarla tıkalı olması oldu. Yosun bağlamış, kaygan kaldırımlarda biraz ilerleyip köşeyi dönünce karşılaştığım manzara, beni buz gibi olduğum yere çaktı sanki. Korkudan nefesim kesilecekti. Bir adım daha atamaz oldum. Cadde bomboştu ve ortada park etmiş olması gereken tüm taksiler ve özel arabalar, sanki güçlü bir zırhlı araç veya bir tank tarafından kenara itilerek kaldırıma sıkıştırılmıştı. Buna imkân yoktu!... Bir müddet sonra nabzım normale düştüğünde etrafı alıcı gözle izleyince, beynimden vurulmuşçasına ikinci bir şok daha yaşadım: Kalın bir yosun tabakası ile kaplanmış olan asfalt caddede taze tekerlek izleri vardı!!! Dehşet içinde dizlerim titrerken, korkudan olacak, anî bir savunma içtepisi yüzünden uçağa doğru alelâcele koşarken sızlayan dalağımın farkına vardım. Motoru çalıştırıp arkamdan kovalayan birileri varmış gibi hemen havalandım. İnecek daha güvenli bir yer olması gerektiğini düşünürken, aklıma Umut Heykeli’nin olduğu ada geldi. Ellis Adası’na inerken, güneş banyosu yapan yüzlerce güvercin ve martı havalanıp kümeler hâlinde uçuşmaya başladılar. Adada burunkıran bir kuş gübresi ve bataklık gazı kokusu vardı. Soluduğum atmosferde ölü hayvanlardan yayılan milyarlarca bulaşıcı virüs olduğunu düşününce, enfeksiyon kapma riski yüzünden tekrar havalandım, üstünde helikopter pisti olan bir gökdelenin tepesine kondum. Birkaç derin nefes alarak biraz sakinleşince; merak, özlem ve bir önsezi yüzünden geldiğim bu kentte can sıkıcı koşullar ve potansiyel bir düşmanla karşılaşıyor olmanın, içimi iyiden iyiye karattığını sezdim. En akılcı davranış fazlaca vakit kaybetmeden başka bir yere gitmekti. Gel gelelim ki, derinlerde bir his, burada kalmayı ve olan biteni öğrenmem gerektiğini söylüyordu. Eğer burada potansiyel bir tehlike yaratacak kötü niyetli insan veya yaratıklar varsa, bunlar ileride KKK için yaşamsal bir risk oluşturabilirlerdi. Belki de Kozmik Kardeşler tüm insanları ışınlayıp götürmemişlerdi. Ya da bana yalan söylemiş, her kıtada birer aile bırakmışlardı. Veya!... Veya? Hah, buldum! Yaşasın! Fransa’dan İngiltere’ye helikopterlerle geçerken kaybettiğimiz Rajat ve Kelly kurtarılarak, buraya indirilmiş olmalıydı. Evet

156


evet, onlar burada yaşıyor olmalıydılar. İmdat kolyeme basıp yardım istediğimde, yardım sadece bizim için değil, Rajkelly çifti için de gelmişti elbette. Tüm korkum dağılmış, keyfim fazlasıyla yerine gelmişti. KK’nin bu çocukları bizden ayırmalarının mantığını çözmeyi başka bir zamana bırakıp bu müthiş keşfin tadını çıkarmalıydım. Kayıp kardeşlerini bulup Londra’ya götürmek, KKK’ye şimdiye kadar verdiğim en kıymetli hediyelerden çok daha sevindirici bir armağan olacaktı. Rajkelly’yle tekrar kucaklaşmak, yaptıklarımızı anlatmak ve onların deneyimlerini öğrenmek ne heyecanlı olacaktı!... Sezgilerimin doğru çıkmasının verdiği mutluluk içinde tekrar havalandım ve Manhattan üzerinde geniş bir daire çizmeye başladım. İnilecek en uygun yer, yıkılan İkiz Kuleler’in yerine yapılan binaya bitişik alandı. Oraya bir helikopter gibi süzülerek inerken, gözümün önüne 11 Eylül 2001 sabahı yaşanan o büyük trajedi geldi. O gün, o iki gökdelende binlerce kişi ölmeseydi; ABD, süper gücünün yıkılacağı korkusuna kapılıp tüm dünyayı topyekûn karşısına alma pahasına bir Dünya İmparatorluğu kurmaktan başka seçeneği kalmadığına karar vermeseydi; böylece o zamana dek yapılmış en tahripkâr savaş anlamına gelecek yeni bir dünya savaşı tehlikesi belirmeseydi, belki de KK, pozitif evrimin negatife dönüştüğüne kani olmayacak ve bu müdahaleyi yapmayacaktı. Neyse ki bu tür düşüncelerin altında ezilmeden yoluma devam etmeyi öğreneli çok olmuştu. Yere inince, 150 metre kadar uzağımdaki dar bir sokaktan uçağa doğru dörtnala koşarak gelen bir at gördüm. Beş metre ötede durdu, üç defa yüksek sesle kişnedi. Tımarlanmış açık kahve teni, tıraşlanmış simsiyah yelesi ve üzerindeki temiz eyeri ile bakımlı bir kısrak olduğu besbelliydi. Bu, Rajat’ın atı olmalıydı. Belki birazdan onlar da burada olur diyerek bir müddet atla göz göze bakışıp kabinde bekledim. Her nedense bu cana yakın at, o simsiyah iri gözlerini benden ayırmıyor, durmadan kişniyor, sabırsızlanıyor ve “hadi üstüme binsene” der gibi beni çağırıyordu. Kimseciklerin gelmeyeceğine inanacak kadar bekledikten sonra uçaktan indim. Sevimli kısrak hemen yanıma geldi, oramı buramı koklamaya başladı. Cebimden bir bengistane çıkarıp dudaklarına dokundurdum. Kokusunu alır almaz elimden kaptı, keyifle çiğnedi. Boynuna dokundum, yelesini sıvazladım, Rajkelly’nin nerede olduğunu sordum. Sakince kişnedi, sağ yanını bana döndü. Artık dost olmuştuk ve beni gezdirmeye hazırdı. Hiç tereddüt etmeden bir hamlede eyerin üstüne oturduğum ânda yürümeye başladı. Arabalardan arınmış dar sokaklarda tıpış tokuş gezinmeye başladık. Üç-dört sokak geçince giderek hızını artırdı. Ata binme

157


zevkini Versay Sarayı’nda kaldığımız günlerde tatmıştım. Aynı heyecanı tekrar yaşamak çok hoşuma gitti ve daha hızlı gitmesi için karnını topuğumla mahmuzladım. 15 dakikada Central Park’a ulaştık ve parkın solundaki ana yola girdik. Nereye gideceğini çok iyi bilmesi, Rajkelly’nin kaldığı yere gittiğimiz hissini uyandırmıştı bende. Kendimi onun yön duygusuna teslim ettim. Soldaki lüks otelleri geçtikten sonra Doğa Tarihi Müzesi’ne ulaştık. Durdu ve iki kere hafifçe şaha kalkıp “Üstümden in!” komutunu verdi. Ben inince, kendisi geniş yayvan merdivenlerden ustaca yukarı çıktı ve alnıyla müzenin kapısına üç-dört defa dokunarak tokmağın ses çıkarmasını sağladı. Kapıyı Rajat’ın veya Kelly’nin açacağından emindim artık. Merdivenleri ikişer ikişer koşarak çıktım. Kapıya geldiğim ânda kapı açıldı. Karşımda en az 30 yaşında görünen, dudakları pul pul olmuş, saçları topak topak yüzüne inmiş bir yabanıl kadını görünce şaşırdım! Üstünde, Kızılderililerin açık kahverengi giysileri, ayağında yumuşak deriden konçlu çizmeleri vardı. Alnına sardığı siyah banda bir tavus kuşu tüyü, belindeki kuşağa da müzelik bir hançer geçirmişti. Fakat bu bayan benim kızım Kelly’den başkası değildi! Onu, o New Yorklu simasından ve mahmur bakışlarından tanıdım. “Kelly, hayatım!” deyip kollarımı açarak ona doğru yürüdüğüm ânda geri döndü ve kapıyı hızla kapattı. Şaşırıp kalmıştım... Onun Kelly olduğundan adım gibi emindim. Tanrım, nasıl oldu da beni tanımadı bu kız! İçeriden birkaç çocuktan oluşan bir koro sesi yükseldi. Yerlilerin savaş çığlıklarını andıran, yüksek tonlu ve akortsuz o haykırışlar beni iyice sıktı. Havada tuhaf bir uğursuzluk vardı. Evlâtlarımı ve torunlarımı sarmalayıp hasret gidermek üzereyken, yüzüme kapanan bir kapıda bekliyor ve olanlara hiçbir anlam veremiyordum. Kapıda göz hizasında açılmış, 4-5 cm çapında yuvarlak bir delik görünce dayanamayıp deliğe doğru yöneldiğim ânda, delikten dışarı uzunca bir namlu çıktı. İrkilip geri çekilirken, tetik benden önce çekildi. Önce korkunç bir patlama sesi duydum, ardından müthiş bir acı. Elim omzumda, parmaklarımı açılan deliğin üstüne sıkıca bastırdım ve dehşet içinde koşarak merdivenlerden inip hemen karşıdaki parka yöneldim. Neler olup bittiğini düşünecek ne zamanım, ne de akıl yürütme yeteneğim kalmıştı. Akan sıcak kanı hissettikçe ölümü görür gibi oluyordum! Parka o noktadan girilen kapının merdivenleri yıkılmış, yerine toprak bir yol yapılmıştı. Traktör tekerleği izine benzeyen taze izleri görünce, parka dalıp o araca ulaşmayı ve onunla uçağa kadar gitmeyi düşündüm. Bir ân önce kurşunu çıkarmak için bir hastane bulmalıydım ama hafızamda tek bir adres yoktu. Uçakla kuşbakışı arayıp bulmak daha kolay olacaktı.

158


Yakınlardan gelen bir motor sesi duydum. Bu canlılık işareti beni sevindirdi mi, korkuttu mu, pek anlayamadım ama bir içtepi ile sesin geldiği tarafa doğru koşmaya başladım. Ağaçların arasından çıkıp ortadaki boş alana yetişince, 50 metre ötede duran beyaz renkli bir polis panzeri ile yüz yüze geldim. Bunu kullanan Rajat’tan başkası olamazdı. O da Kelly gibi beni düşman biliyor olabilirdi! Suya düşen yılana sarılır misali, elimi sallayıp beni görmesini istedim. Panzer hızla üzerime doğru gelmeye başladı, on metre ötemde durdu. Üst kapağının açılmasını ve içinden Rajat’ın çıkmasını umarken, üstüme doğru tazyikli su püskürtmeye başladı. Suyun itme gücüne karşı koymak olanaksızdı! Tadı ve kokusu berbattı! Deniz suyu olmalıydı. Sendeleyip yere düştüm. Tuzlu su, kurşun yarasına dokununca dayanılmaz bir acı hissettim. Acının verdiği son bir direnme gücü sayesinde ayağa kalkıp ağaçlara doğru can havliyle koşmaya başladım. İri gövdeli bir kayın ağacının arkasında sipere yattım. Hava soğuktu ama ölüm korkusunun verdiği heyecandan olacak, üşümüyordum. Birkaç saniye, nabzımın düşmesini bekledikten sonra arkama baktım, yüzünü pek seçemediğim biri panzerden iniyordu. Belli ki beni düşman sanmıştı... “Rajat! Benim, ben, beni tanımadın mı!” diye avazım çıktığınca haykırdım. Karşılığı, sağımdan ve solumdan geçerken vınlamalarını duyduğum iki kurşun oldu. Ölümün çirkin yüzünü o ân daha yakından görür gibi oldum. Ve yıldırım hızıyla çalıştığını hissettiğim beynimin ekranında, büyük puntolarla yazılmış bir cümle belirdi; <Kural-19: Öldürülmek üzereyseniz, öldürebilirsiniz...> Başımı sadece gözlerim görünecek kadar ağacın arkasından dışarı çıkarıp ateş eden kişinin ne kadar yaklaştığını görmek istedim. Dikkatli adımlarla usul usul yürüyen ve elindeki tabancayı bana yöneltmiş olan gencin Rajat olduğunu seçmek güçtü. “Beni öldüremezsin! Ben babanım, Seçkin Peder, tanımadın mı?” diye, emin olmak için son bir kez daha bağırdım. Konuştuğu 15 dili unutmuş ve geçmiş hafızası silinmiş gibi, filmlerde gördüğüm o Kızılderililerin savaş çığlıklarından birini atarak üzerime doğru koşmaya başladı. Ağaca on metre kadar yaklaştığını hissedince, yine o kovboy filmlerinden aklımda kalan bir hareketle yerde yuvarlanarak siperden çıktım ve ancak dört el ateş ettikten sonra, saldırganı üç metre ötemde durdurmayı başardım! Yüzüstü yere düştü ama hâlâ kıvranıyor, silâhını bana doğru kaldırmaya çalışıyordu. Ateş etmesini engellemek için kalan tüm kurşunları kafasına doğru boşalttım. Onca kurşuna rağmen kontrollü şekilde yere yığıldı, çürümüş yaprakların içine yüzüstü gömülüp yavaş yavaş hareketsizleşti... Ölmekten kurtulmuş olmanın verdiği mutluluk tüm ağrılarımı unutturmuş, bedenim yeni bir enerjiyle şarj olmuştu. İçimde evlâdını

159


öldürmüş bir babanın duyduğu acı ve pişmanlıktan eser yoktu. Bütün kuvvetimi toplayarak ayağa kalktım, saçından kavrayıp kafasını yerden kaldırdım. Vişneçürüğü suratı kandan ve çamurdan tanınmaz hâldeydi, ama bu iğrenç herif, Rajat’ın ta kendisiydi. O Hintli teni ve yassı yuvarlak burnu hiç değişmemişti, fakat düşünceleri, babasını öldürmeyi isteyecek kadar değişmişti. Bunun sebebini öğrenebileceğim tek kişi Kelly’ydi... Tabancasını alıp panzere doğru zar zor yürüdüm. Yeterince benzini olmasına dua ederek toprak yoldan caddeye çıktığımda Kelly ve çocukları müzenin merdivenlerinden koşarak iniyorlardı. Arkamdan gelmesinler diye üzerlerine su sıkıp hepsini yere düşürdüm. Kendi vücudum da duş yapmış gibi baştan ayağa terle, kanla ıslanmıştı. Atın geldiği yolu izleyerek son gaz uçağa yöneldim. Kanamam durmuştu, ama uçağa yetiştiğimde pilot kabinine çıkacak kadar dermanım kalmadığını hissettim. Son gücümü kullanarak dinlene dinlene yukarı tırmandım ve havalanmayı başardım. Son damla enerjisini tek umudu olan suyu aramak için kullanan bir çölzede gibi hastane arıyordum New York semalarında. Helikopter pistine sahip hastanelerin üstünde kocaman bir H harfi olması gerekiyordu, ama görünürde hastanenin H’si yoktu. Tansiyonum iyice düştüğü için gözlerim kararmaya, bilincim karıncalanmaya başlamıştı. Göz kapaklarım düşüp düşüp kalkıyordu. Biraz sonra kendimden geçeceğime ve düşüp paramparça olacağıma kanaat getirdiğim ânda, yardım için boynumdaki kolyenin düğmesine bastım!...

YİRMİ İKİNCİ BÖLÜM 20 Ekim 2019 Uyandığımda kendimi Cambridge’deki lâboratuvarımda buldum. Saat 23.45’i gösteriyordu. Bilincim her zamankinden daha zinde, ağrım sızım yoktu. Soyunup aynanın karşısına geçtim. Tam da beklediğim gibi yaram tedavi edilmiş, kurşun izinden eser kalmamıştı. Sevinç çığlıkları atarken, duysunlar diye aynı tonla KK’ye teşekkür ettim üç kez. Telefona sarılıp çocukları aramak ve olanları anlatmak istedim, sonra vazgeçtim. En iyisi, yarın sabah saraya gitmeli, her şeyi yüz yüze ve detaylı olarak anlatmalı... Zamanımı, sabaha kadar oturup uzun uzun düşünmek veya yeni bir projeye başlamak için kullanabilirdim. Bir bardak bengisüt alıp kanepeye uzandım, gözlerimi kapadım. Aklıma ilk gelen şey beni öldürmek isteyen Rajkelly çifti oldu. Ama artık Rajkelly yok, sadece Kelly ve çocukları vardı. Neden?... sorusu beynimin her

160


köşesinde yankılanmaya başladı. Onları bu kadar yabanî ve bana düşman kılan sebep neydi acaba? Yoksa daha dikkatli davranmamızı isteyen KK mi bize bir düşman yaratmak istemişti? Belki de Manş’ı geçerken istediğim yardımdan sonra, bizden ayrı bir yere indirilmelerini, Rajkelly benim kendi marifetim olarak algılamış ve onları istemediğim sanısına kapılmışlardı. Sebep ne olursa olsun, gerçek ortadaydı; benimle kan dâvası güden bir aile vardı New York’ta. Kelly orada o duyguyla yaşadıkça, çocuklarını bize düşman olarak büyütecek ve bu sorun birkaç kuşak sonra uluslararası bir savaşa sebep olabilecekti. Vakit geçirmeden bu intikam bataklığını kurutmak gerekiyordu! Peki, KK bu sorunu çözmek isteseydi beni buraya getireceğine New York’ta bırakmaz mıydı? Ve en azından yine bir mektup bırakarak, durumu açıklayan ya da yol gösteren bir tutum izlemez miydi? Gerçi 3 milyar yıldır hiç müdahale etmediklerini yazmışlardı ama, helikopterleri kurtarırken neden Rajkelly’yi New York’a bırakmışlardı öyleyse? Bunların yanıtlarını belki hiç öğrenemeyecektim; fakat KK’nin benim New York’ta kalmamı istemediği açıktı. Bu durumda geriye iki seçenek kalıyordu; ya çocuklardan birkaçını oraya gönderip Kelly’yi yola getirmelerini istemeliydim ya da Amerika’yı unutup ileride iki kutuplu bir dünya toplumu oluşmasına razı olmalıydım. İki kutuplu dünya? Bu, oldukça ilginç bir düşünceydi... Şiddetli bir beyin fırtınası yaratacak kadar ilginç!... İnsansoyu yüz binlerce yıldan beri doğayla ve birbirleri ile sürekli savaşmıştı. Genlerine işlemiş temel içgüdülerden biri, “vur veya kaç” komutuydu. Fakat insan beyni ve beyne kaydolan kültür ögeleri, bu şifreyi çözerken öylesine abartmıştı ki, yaşamak için olmasa bile egemen olmak için hep vurmayı yeğlemiş, kaçmayı ise bir erdemsizlik sayıp ölüme tercih etmişti. Ben istesem de, istemesem de gelecek nesiller birbirleri ile eninde sonunda didişecek, düşmanlık yaratacak ve sonuçta savaşacaklardı. Düşmanlık, varlığımızın doğal bir sonucuydu: Eğer yaşam, canlıların birbirini yemesi/tüketmesi üzerine kurulmasaydı, düşmanlık olmazdı. Eğer insan genomunda “vur veya kaç” şifresi olmasaydı, düşmanlık olmazdı. Eğer cinsel güdüler ve şehvet olmasaydı, düşmanlık olmazdı. Eğer kıskançlık, kötülük vs. gibi duygular olmasaydı, düşmanlık olmazdı. Eğer aşağılık ve üstünlük gibi kompleksler olmasaydı, düşmanlık olmazdı. Eğer her insan bir diğerinin kopyası olsaydı, düşmanlık olmazdı.

161


O hâlde New York’taki düşmanımızı yok etmek, pek de akıllıca olmayabilirdi. Çünkü barış içinde yaşayan, sınıfsız bir toplum yaratmaya olanak yok gibiydi. İleride, uçan çocuklar doğup büyüdüğü zaman, diğerlerine karşı doğal bir üstünlüğe sahip olacaktı ve onlara hükmetmeye çalışacaklardı zaten. Bu mantık zinciri güçlüydü. Vereceğim kararları bu perspektife dayandırmam durumunda, önüme iki seçenek çıkıyordu: Ya Londra’daki Saraylı Sınıf’ın ileride kendi içlerinde savaşmalarını engellemek için birbirine sıkıca bağlanmalarını ve bir tür ulusal birlik oluşturmalarını sağlamak uğruna New York’taki Müzeli Sınıf’ı düşman îlan etmelerini plânlamalıydım, ya insanları şiddete iten tüm genetik, kültürel, sosyal ve ekonomik etkenleri silmenin bir yolunu bulmalıydım. Belki bundan sonra doğacak bebeklerde bu değişiklikleri yapabilir ve barış içinde yaşayacak bir dünya hazırlayabilirdim... Peki ama, o zaman yaşamın amacı salt üremek ve çoğalmak olmaz mıydı? Bunun Kozmik Bilinç’in evrimine ne katkısı olurdu ki? Üstüne üstlük, üç buçuk milyar yıldan beri süregelen dünyasal evrimin önünü kesmiş, insanları bitki ve hayvanlardan ayıran en önemli özellikleri yok etmiş olurdum. Kozmik Kardeşler bile doğaya hiç müdahale etmemişken, bizim kendi doğamıza bu tür bir U-dönüşü yaptırmaya hakkımız olamazdı. Benim iki temel görevim vardı: KKK’yi sağlık içinde çoğaltmak, ve erişilmiş olan evrim düzeyini koruyarak üst basamaklara hızla yükseltmek. Öyleyse; <Kural-20: Pozitif evrime mutlaka katkınız olsun...> Bu düşüncelerden sonra Müzeli Sınıf’ı kendi hâllerine bırakmaya ve düşmanımız olduklarını îlan etmeye karar verdim. Bu bir paradokstu; ama kutuplaşmak, evrim bilincinin yükselmesine katkıda bulunuyordu. Bundan iyice emindim... Sıkılıp terlemiştim. Birdenbire duş almaktan vazgeçtim, Londra’ya gitmeye karar verdim. 21 Ekim 2019 Saat 02.30. Valizimi alıp dışarı çıktığımda uçağımı her zaman park ettiğim yerde göremeyince, beynime bir kurşun girdi sanki!... Uçağımı getirmemişlerdi! Bahçeyi ve parkı aydınlatan ışıkları yaktım, binanın arkasına doğru yürüdüm. Birdenbire karşıma çıkan şey, inanılır gibi değildi! Sekizgen bir topaç biçiminde, açık mavi ışıklar saçan, görkemli bir uzay gemisi duruyordu karşımda! Karmakarışık düşünceler içinde yavaş yavaş araca doğru yürüdüm. Acaba bu şey, uçağımla bir değiş-tokuş muydu; yoksa içinde beni bekleyen

162


birileri mi vardı? İki, belki de üç katlı; yaklaşık 8 metre çapında, 7 metre yüksekliğinde heybetli bir cisimdi bu. İçinden her ân birileri çıkacakmış gibi bir his veriyordu! Balıkadam paleti şeklinde dört ayak üstünde duruyordu ama, öyle çıt çıkarmadan durmasına kanmamak lâzımdı! Etrafında sessizce bir-iki tur attım, içine girilecek bir kapı göremedim. Kristal bir küre gibi parlayan metalik gövdesine yüzüğümle iki kez vurarak içeriden gelebilecek bir yanıt bekledim. Ses seda çıkmadı. Kulağımı, soğuk havaya rağmen ılık gövdesine dayadım, motor sesi filân duyamadım. Eğilip altına baktım, kapıyı andıracak bir giriş yoktu. Merakım iyice kabardı? Binaya geri döndüm ve çatıya çıkıp ona tepeden bakmayı denedim. Bahçe ışıkları yetersizdi, ama bu cüsseli şey o kadar güzel görünüyordu ki!... Tam bir ileri teknoloji harikası... Bengipille çalışan el fenerimi yakıp yanına yaklaştığımda göbek hizamda minik minik düğmelerden oluşan basit bir kontrol paneli gördüm. Çok küçük harflerle isimlendirilmiş doksan dokuz düğmeli bir tabloydu bu. Kozmik alfabede yer alan A’dan Z’ye kadar doksan dokuz harf... Bunlar kapının açılmasını sağlayan düğmeler olmalıydı. İyi ama ne yapmalıydım şimdi? Bir şifre varsa neredeydi? Biraz düşününce şifrenin kendi ismim olabileceği geldi aklıma. Gözle zor seçilen bit kadar düğmelere dikkatle basarak “Seçkin Peder” yazdım. Bir hareket olmadı. “Mehmet” yazınca, şeritli yazıcılardan çıkan sese benzer bir cızırtı duydum, hiç kımıldamadan sessizce bekledim. Ansızın sağ yanımda bir hareket oldu, aracın gövdesinden ayrılan bir kapak hızla açılarak küçük bir giriş merdiveni oluşturdu. Yaşasın! Demek bu harikulâde alet bana ait! Tanrım, bu ne müthiş bir armağan böyle! Ellerimi karanlık gökyüzüne açıp bildiğim 15 dilde teşekkür ettim Kozmik Kardeşler’e ve Samanyolu Yönetim Konseyi’ne. Tane tane dökülen sevinç göz yaşlarımın tuzlu tadı bile bal tadındaydı sanki. İçim içime sığmıyordu mutluluktan. Dikkatli adımlarla dokuz basamaklı merdivenden usulca yukarı çıktım hiç çekinmeden. Son basamağa basınca önümdeki büyük kapı otomatikman açıldı. İçeri girdim, gördüğüm o muhteşem tasarım karşısında donup kaldım! Sonra bu olağanüstü aracı kullanma bilgisine de sahip olduğumu aylayınca, bayılıp düşecek gibi oldum. Müthişsiniz, harikasınız!!! diye avaz avaz bağırmaktan alıkoyamadım kendimi! Ortadaki masanın üstünde, müdahale günü bana verilen zarfın bir benzeri duruyordu, alıp hemen açtım:

“Seçkin Mehmet Sağlam,

163


Samanyolu Yönetim Konseyi olarak, öncelikle hatırlatmak isteriz ki, kısa zamanda 2 yardım hakkınızı kullandınız ve sadece 1 hakkınız kaldı. Yürüttüğünüz çalışmaları, verdiğiniz eğitimi, oluşturduğunuz kuralları, çocukların gayretlerini ve sağlıkla çoğalmalarını takdir ediyor ve oybirliği ile onaylıyoruz. Bazı çalışmalarınızı sakıncalı buluyoruz, fakat görev ve sorumluluklar size ait olduğu için o deneylerin seyrine -her zaman yaptığımız gibi- müdahale etmeyeceğiz. Doğru yöntemleri bulacağınıza inanıyoruz. Rajkelly adını verdiğiniz ana-baba ve onların 4 çocuğu hakkında düşündüklerinizden haberdarız. Verdiğiniz kararın getireceği sonuç ve onun sorumluluğu size aittir. Onları sizden ayırmamızı bir müdahale olarak yorumlamanız yanlış; o bir teknik arızadan kaynaklandı. O hatamızı gidermek için size bu akıllı makineyi gönderdik. Sizin için yeniden tasarlanan bu çok amaçlı aletin nasıl kullanılacağı sadece size öğretildi ve sadece size aittir. Bu seyyar lâboratuvar, hatamızı giderecek kadar yardımcınız olacaktır. Sizlere, ikinci bir kazanım daha armağan ettik. Yakında göreceksiniz. Başarılar diliyoruz. Samanyolu Uygarlıkları Yönetim Konseyi Adına Kozmik Kardeşler’den Başkan Zabum Üçüncü Kuşak Evren Tarihi: 20.10.2016 Greenwich saati: 13.00.00” Saat 11.30 Evet, bundan sonra yaşamım olağanüstü heyecanlarla dolacak yepyeni bir döneme giriyordu. Artık dünyanın çevresini bir-iki dakikada turlayabilen ve asla düşme, bozulma, yakıtsız kalma derdi olmayan bir uçağım ve çok yetenekli silâhlarım vardı. Artık New York’a saniyeler içinde gidip gelebilir, Kelly’yi kontrol altında tutabilirdim. Dünyadaki bütün meyve ağaçlarına ânında ulaşabilir, KKK’ye taze yiyecekler getirebilirdim. Hatta Güneş Sistemi’nde dolaşmak; Mars’a, Venüs’e inmek bile işten değildi. Çocuklara inebildiğim gezegenlerden armağanlar taşıyabilir, onlara uzay turları attırabilirdim. Ve en önemlisi bu geminin bilgisayarlarındaki veriler sayesinde insansoyunun beyinsel evrimine ve hayal gücüne bir kuantum sıçraması yaptırabilirdim.

164


Tüm bunlar şu ânda nerede olduklarını bilmediğim 10 binlerce bilim insanının rüyası idi bir zamanlar. O rüya gerçek oldu bile. Kim bilir belki bu araç sayesinde onların götürüldüğü gezegeni dahi bulabilirdik. Uyanmak istemediğim, çok keyifli bir düşteymişim hissini veren bu harika aracın yeteneklerini merak ettiğim kadar, o sürprizin ne olduğunu da merak etmeye başladım. Bugün onu da görecektim... Yüce Us, bana bugünleri gösterdiğin için sana sonsuz müteşekkirim!  Şimdi hemen yapmam gereken küçük bir işim vardı; New York’a uğrayıp Kelly ile konuşmak... Kahvaltı yaptıktan sonra aracıma çıktım. Adını Büyük Kuş koyduğum bu yeni oyuncağıma önce sesimi ve göz bebeklerimi tanıtmam gerekiyordu. Böylece onunla tanıştım ve sesli komutlarla Büyük Kuş’u ilk uçuşuma hazırladım. Sonra düşüncelerimi algılayıp onlara göre davransın diye kontrol panelindeki başlığı kafama geçirdim ve beynimle iletişim kurmasını sağladım. Ayrıca çocuklar çok kolay olan giriş kapısının şifresini çözemesinler diye kumanda paneline yeni bir şifre yazmasını istedim. Ardından kaptan koltuğuna oturup manyetik kemerimi bağladım. “Hedef New York Doğa Tarihi Müzesi, tamam!” der demez, hafifçecik bir sallanma oldu ve birkaç saniye sonra karşımdaki büyük ekranda müze göründü. Aradaki saat farkı yüzünden şafak daha yeni sökmüş, aşağıdaki detaylar henüz seçilmiyordu. Ama ineceğimiz yere ekranda bakmak veya orayı düşünmek yeterliydi. Büyük Kuş zihnimi hemen okuyor ve gerekeni yapıyordu. Yine hafif bir sarsıntıyla park ile müze arasındaki caddeye indik. Bir ânda binlerce kilometreyi aşıp başka bir kıtaya gelmek müthiş keyif veren bir deneyimdi. Çocuklar bu araca bayılacaklardı. Büyük Kuş’un 100 metre derinlikleri ve binaların içini görebilme yeteneği vardı. Kelly’nin uyuduğu odayı ve çocukların yatak odalarını saptadıktan sonra silâhlarımı alıp dışarı çıktım. Müzenin kapı kilidini SKÇ-lazerli tabancayı kullanarak bir atışta erittim. Bu silâh olağanüstü bir güce sahipti. Kendimi daha emniyette hissetmeme yaradı en çok. Anlaşılan KK hiçbir maddesel enerji kullanmadan ve doğaya zarar vermeden, Evrendeki yerçekimi gücünü bir enerji kaynağı olarak kullanmanın yöntemini bulmuştu.. SKÇ dedikleri şey de buydu: Samanyolu Kütle Çekimi... KKK’yi bu proje üzerinde çalışmaya yönlendirmeliydim. Kapıdan içeri dalıp Kelly’nin yatak odasına dönüştürdüğü akvaryum odasını buldum. Mışıl mışıl uyuyan bir canavar gibiydi solgun yüzü. Yatak ucundaki çizmeleri çamur içindeydi. Belli ki Rajat’ın cesedini gömmüş ve ağlayarak uykuya dalmıştı. Biyo-manyetik silâhı kullanarak, kol ve bacak kaslarını hareket edemez duruma soktum. Ardından çocukların yatak odalarına fırladım ve dördünü de bir saatliğine tamamen dondurdum.

165


Galiba bir çift ikiz kız, bir çift de ikiz oğlandı tatlı yaratıklar ve hepsi çok sevimli, çok masumdu. Onları bu kadından kurtarsam bile Saraylı Sınıf’la birlikte büyütmek çok sakıncalı olabilirdi. Bakıma muhtaç küçük ikizleri de annesiz bırakamazdım. En iyisi, Kelly ile konuştuktan sonra onları burada kaderlerine terk etmek... Odasına döndüm ve Kelly’yi omzuna tabancanın ucuyla dürterek uyandırdım. Beni karşısında görünce uykulu gözleri fal taşı gibi açıldı. Kalkmak istedi fakat sadece boynunu oynatabiliyordu. “İyah! Dani! Hanga kun mara!” diye avazı çıktığı kadar o yanık, kuru sesiyle bağırmaya başladı. Bilmediğim acayip bir dili konuşuyordu. “Çocuklar kımıldayacak durumda değil, sesini kes ve beni iyi dinle, yoksa seni de öldürürüm kocan gibi” deyip biraz gözdağı verdim. Yüzüme kocaman bir tükürük fırlatınca kan beynime fırladı. Sinirlerime hâkim olamasaydım eğer, o ânda onu gerçekten öldürebilirdim. “Sen tam bir canavara dönüşmüşsün, canın cehenneme!!!” diyerek tabancamı ayarladım ve tüm bedenini 10 dakikalığına felç ettim. BK’ye atladım ve havalandım. New York’u terk etmesinler diye ve tekrar geldiğimde onları kolayca bulmak için kent üzerinde geniş bir daire çizerek; on metre yüksekliğinde bir elektro-SKÇ duvarı oluşturdum. Çizdiğim sınırları geçmek istediklerinde bu gözle görülmeyen enerji kalkanı onlara acı veren bir şok yaşatacak ve geri püskürtecekti. “Hedef Saray, tamam.” Saat 17.00 Uzaktan kumanda etme ve edilme yeteneği sayesinde Büyük Kuş’u sadece düşüncelerimle çalıştırabiliyor, verdiğim komutları ânında yerine getirtebiliyordum. O artık en vazgeçilmez dostum, koruyucum, hizmetkârım ve yoldaşım olmuştu. Ve bugün hınzırlığım üstümdeydi... Ekranda Buckingham Sarayı görününce BK’den binadaki ve bahçedeki tüm canlıları bilinç dışı bırakmasını ve oldukları yerde tutmasını istedim. BK’nin bu özelliği sayesinde, tüm canlı organizmaların bütün yaşamsal fonksiyonları durdurulabiliyor ve istenildiği zaman geri başlatılıyordu. Böylece o organizmalar bilinçlerini kaybediyor ve hafızalarına hiçbir şey kaydedilmiyordu. Ayrıca onları bütün iç ve dış etkenlerden koruyan bir kalkanla çevrelendikleri için yaşlanmaları da önleniyordu. Lokman Hekim veya Hızır bundan böyle BK sayesinde artık bendim. BK’yi giriş kapısının yanına indirdim, dışarı çıktım ve çocuklar uyandıklarında onu görmesinler diye, gözden kaybolacak bir hızla dönmesini istedim. Bir ânda görünmez oldu, ama oluşturduğu hava akımı beni bir hamlede sarayın duvarına yapıştırdı. Sırtımdan vurulmuşa döndüm.

166


Acı içinde, derhâl durmasını istedim, durdu. Tanrım! Az kalsın havaya uçup yere çakılacak ve günden güne daha mutlu olduğum bu tatlı yaşam sona erecekti. Fakat BK’nin eşsiz yetenekleri arasında bu tür tehlikelere karşı önlemler de vardı: Ondan, tehlikede olduğumu düşündüğüm ânda beni dış etkenlerden koruyan bir SKÇ zırhı ile kuşatmasını, kendi programlarına eklemesini istedim. Bir de sırt ağrımı hemen gidermesini... Bu işi, EYE’yi, Evrensel Yaşam Enerjisi’ni yoğunlaştırıp organizma üzerine yansıtarak gerçekleştiriyordu. Ve üç beş saniye içinde ağrılarımdan eser kalmadı... BK’ye New York’a gidip Müzelilerin hareketlerini görünmeden videoya kaydetmesini emrettim ve koşarak kapıdan daldım. Sarayın içini SKÇtarayıcısı ile görmeyi unuttuğum için kimin nerede olduğunu bilmiyordum. Yanan bir tek lâmba ve görünürde hiç kimse yoktu. Akşam yemeğinde olabilirlerdi. Mavi odaya çıktım, mutfağa indim, yatak odalarını teker teker dolaştım, revire baktım, bahçeyi kolaçan ettim... Bana bırakmaları gereken bir nota da rastlamadım. Benim bir haftalığına tatile çıktığımı bildikleri için onlar da kısa bir tatile gitmiş olmalılar, diye düşündüm. Keyfim kaçtı ve sinirlenmeye başladım. Burayı böyle ıssız bırakmaları ve güvenlik kuralını hiçe sayıp topluca bir yerlere gitmeleri olacak iş değildi. Sarayı kuşatan biyo-manyetizmayı çözdüm ve hemen Büyük Kuş’u düşünce sinyallerimle geri çağırdım. Nereye gideceğimi, onları nerede bulabileceğimi bilemiyordum. BK’nin düşünce okuma becerisi vardı ama çocukların beynini henüz tanımamıştı. Onları bulduğumda ilk iş olarak bunu yaptırmalıydım. Böylece nerede olduklarını ânında bulabilir, hatta neler düşündüklerini bile öğrenebilirdim: Çocukların beyniyle uzaktan kumandalı Tele-SKÇ bağlantısı yapabilir ve düşüncelerini ses düzenine aktararak dinleyebilirdim. Biraz daha düşünmek için zamana ihtiyacım vardı. Ekrana, Kelly’nin neler yaptığını görmek için BK’nin az önce çektiği videoyu getirdim. Aman Tanrım!... Kelly elindeki uzun namlulu tabancayla, müzenin üzerinde dönüp duran bir uçan daireye ateş ediyordu. Benimkinden daha büyük olduğu kolayca fark edilen aracın içinde de cümbür cemaat bizim aile... Demek mektupta sözü edilen sürpriz buydu: KKK için ikinci bir araç... Kendi görüntümü çocukların ekranına yansıttım ve hiç vakit kaybetmeden saraya dönmelerini istedim. Onlar da aynı şekilde kendilerini benim ekranda gösterdiler ve hep bir ağızdan: “Emredersiniz Seçkin Peder!” deyip uzaklaştılar. 25 Ekim 2019

167


Son 3 günü dolu dolu geçirdik. Çocuklar benim aracın özelliklerini kısmen öğrenmiş oldular, ama onlara düşüncelerini okuyabildiğimi söylemedim. Dev Kuş olarak adlandırdığımız araçlarının yapabildikleri benimkinden çok daha kısıtlıydı ve uzaya çıkma özelliği geri alınmıştı. Fakat en azından KKK’yi güvenli ve hızlı şekilde dünyada gezdirmeye ve benimle ânında görsel iletişim kurmalarını sağlamaya yarıyordu. Böylece Kozmik Kardeşler son derece sevecen, özverili ve hassas davranarak, teknik hatalarını affettirmiş, ayrıca ulaşım risklerimizi ortadan kaldırmış oluyorlardı. Oluşturduğum yeni kuralları da hemen benimsedi bizimkiler. Sağlıklı üreme, araştırma, geliştirme, yeni teknolojiler üretme, sanatsal faaliyetler ve eğitim konularında daha sıkı çalışmaları gerektiğini iyice kavramış oldular. Vedalaşma seremonisinden sonra aracıma çıktım. Büyük Kuş bugünü nerelerde geçirmek istediğimi biliyordu: Önce kutuplar, tropik ormanlar, çöller ve büyük göller üzerinde hızlı bir gezinti; sonra Güney Amerika kıtasındaki tüm canlıları, yaşlanmadan korumaya almak için biyo-manyetik etkiyle uykuya daldırmak işi; ardından önemli bilim yuvalarını, müzeleri, zengin kütüphaneleri ve büyük kitapçıları SKÇ ile koruma kalkanına almak.

Ben geliyorum, ben! Ben, cüce adam. Gücü, ufak bir araca, Küçük insan beynine yetmeyen Doğa Ana’yı değiştirmeye, Dev dünyayı fethetmeye Geliyorum!

YİRMİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 31 Aralık 2020 “Seçkin Dede, Seçkin Dede, ben de uçurabilir miyim?” diye yalvarıyordu torunlar; Bengisincap adını verdiğim 5 aylık, uçan sarışın sincabımı istiyorlardı. Kaçmasın diye sol bacağına bağladığım ipin ucunu birinin eline verdim ve bir daha geri alamadım saatlerce. İnsansoyu ilk kez tanışmıştı böyle bir oyuncakla. Fakat herkesi hayrete düşüren bu yeni hayvan türü beni hiç heyecanlandırmıyordu. Çünkü uçan bebekleri ilk düşündüğüm günden beri, uçan hayvanları ve insanları zaten zihnimde yaratmış; bulutlara kadar uçurtup heyecanını defalarca yaşamıştım. Belki

168


kendi uçan bebeğimin doğacağı ânda ve ona uçmayı öğreteceğim günlerde hafif bir esrime hissedebilirdim; fakat bütün pozitif duygularımın tamamen galeyana geleceği o büyük an, geçen hafta aklıma gelen fikrin gerçekleştiği ân olacaktı!... Çocuklar canlı uçurtmayla yeterince oynadıktan sonra onu sarayın ön bahçesindeki genç bir mavi çam ağacının üst dallarına bağladım. Büyük Kuş’u çağırarak, ağacın ve sincabın Biyo-SKÇ ile sonsuza dek uyutulmasını istedim. Bu, yaşam fonksiyonları durdurulmuş ama dış etkilerden tamamen korunduğu için yaşlanmayacak olan “canlı” abide, yeni bilim çağının başlangıcını simgeleyecekti. Çocuklarla birlikte abidenin ismini “KKK Zaferi” koyduk: Büyüyen çocuklar bu anıtı her gördüklerinde ataları ile gurur duysunlar ve onların başarılarına başarı eklemek için durmadan çalışmaları gerektiğini anımsasınlar diye... “Seçkin Peder... Bence bu anıtın üzerine, şimdiye dek oluşturduğunuz 20 Emir’i de yazıp yerleştirmeliyiz. Ne dersiniz?” diye sordu Karina. Bu kadınla aramızdaki yaş farkı giderek kapanıyordu. Anneliğini ve sınıf başkanlığını tarifsiz bir sorumluluk duygusu içinde ve zevkle yapıyor olması, onu diğerlerinden daha erken olgunlaştırmış, ve daha da çekici kılmıştı. Bu gece... “Ah, evet, bu çok güzel bir fikir” diye destekledi Yuki. “Bence de...” dedim, “Fakat bir şartla... Kuralları, yazmayı bilen çocuklar 20 ayrı tablete en güzel yazılarıyla ve her birini farklı bir dilde yazacaklar. Tabletler de Hz. Musa’nınkiler gibi kilden yapılmış olacak, tamam mı?” “Tamam!” diye sevinç içinde bağırdı bütün aile. “Hadi bakalım, yılbaşı kutlamaları başlasın artık!” 16 Haziran 2021 Aşıladığım genovirüsler tuttu ve birinci nesil çocuklar da ışıldamaya başladı. 25 Aralık 2021: Karina ilk kanatlı oğlanı doğurdu. Bebeği, doğumdan bir saat sonra ölmek üzereyken dondurduk. 1 Mayıs 2022: Zizi’nin kanatlı bengikızını 14 haftalıkken, bacaklarında ve bağırsaklarında görülen anomali yüzünden rahimden boşaltmak zorunda kaldık. 2 Şubat 2023: Riyana çikolata renginde, ışıldayan, kartal kanatlı bir bengikız doğurdu. Hipertansiyon ve zatürree yüzünden sadece bir hafta yaşayabildi. 10 Şubat 2023: Peggy’nin kanatlı bengioğlu da ancak 22 gün hayatta kalabildi. Çetrefilli bir engelle karşılaşmıştım, ama çözümünü bulmak zor olmayacaktı. 5 Mart 2023: Fabiana’nın kızı doğarken komaya girdi ve yalnızca 3 gün yaşadı, fakat hatamın nereden kaynaklandığını bu kez

169


buldum galiba... DNA’daki genlerin transplantasyonu sürecinde, yumurta hücrelerine, istemediğim diğer bazı proteinler karışıyor olmalıydı. 28 Ekim 2024 Karina nur topu gibi bir bengioğlan doğurdu. Genlerinin yarısı Temel’e aitti. Kanatları ise Kenya’dan getirdiğim bir akbabaya... Gelişimi sağlıklı ve normal gitmiş, ince tüylü kanatları gövdesine uygun oranda gelişmişti. Tek sorun kollarının biraz kısa görünmesiydi, fakat kontrollü büyüme hormonu enjekte ederek kollarını 5 santim kadar uzatabilirdim. İsmi E12 idi, ama ilk kanatlı bebek olduğu için ona Eros denmesini istedim. Temel bu harikulâde yaratığa derhâl sahip çıktı; bebek doğar doğmaz elimden aldı ve annesine vermeden önce o kanlı kokulu hâline aldırmadan kucağına alıp kanatlarından öptü. Ve: “Ah canım bebeğim, uçan oğlum, Erosum benim, görün bakın; büyüyünce babasını sırtına alıp Trabzon’a götürecek” diyerek hepimizi güldürdü. Ebeliğe şimdiden aşina olsunlar diye doğumu izlettiğim torunların yüzünde gıpta ile karışık hafif bir kıskançlık işareti görünce: “Herkesin bir uçan bebeği olacak ve kardeşlerini sırtına alıp gezdirecek, söz veriyorum” diyerek Temel’in aymazlığını gidermeye çalıştım. O da hatasını anladı ve bebeği Karina’ya uzatırken yarı esprili bir cümleyle acı bir gerçeği dile getirdi: “Uy, bu oğlan nasıl sırtüstü yatacak ki!...” Birden herkesin yüzünde kocaman bir soru işareti belirdi. Bunu hiç düşünmemiştim, ama hemen o ânda aklıma bir çözüm geldi: “Ona özel döşekler yapacağız. Kanatları büyüklüğünde oyulmuş çukurları olan döşekler... Kanatları büyüdükçe, döşeğini de büyüteceğiz. Size söylemedim ama, yeni projemde bu uyku işine de bir çözüm yolu bulmak istiyorum. Düşünsenize uyku ne kadar büyük zaman kaybına yol açıyor!” “Buldum!” dedi Lenny, “Yorulmayı engelleyen bir gen yapacaksınız mutlaka.” “İlginç bir fikir, bunu da projeye dâhil edebiliriz, teşekkür ederim, fakat ben şimdilik Büyük Kuş’un özelliklerini iyice inceleyerek, Samanyolu Kütle Çekimi’ni biz nasıl elde edebilirizi ve bunu, yorulmayı engellemede nasıl kullanabilirizi araştırıyorum. Ayrıca Evrensel Yaşam Enerjisi’ni bedenimizde artırabilirsek, dinlenmeye ve uykuya ihtiyaç kalmayabilir. Aslında bu işin en kolay yolu, uyku getiren nörotransmiterleri salgılayan mekanizmayı

170


değiştirmek; ne var ki, vücut yıpranmaya devam edecek, çabuk yaşlanacaktır.” “Evet, bu daha kolay ama biz hep zorun peşindeyiz, değil mi?” diye araya girdi Peggy. “İyi ama SKÇ’yi kullanabilmek çok zaman alabilir. Uyku hormonlarını ürettiren genleri, doğacak ikinci kanatlı bebekten çıkarmaya ne dersiniz? Çabuk yaşlanmasını engellemek için de bildiğimiz o birkaç faktörü ortadan kaldırdık mı ve ona yaşlı hücreleri yenileyen FoxM1B genini aşıladık mı, bu iş halledilmiş olur” diye ilginç bir öneri getirdi Fabiana. Bu kız dersini iyi çalışmıştı ve kafası zehir gibi işliyordu. “Peki, bu güzel bir öneri... İkinci bebeği kim doğurmak ister?” “Sıra Zizi’nin” dedi diğer beş bayan. “Tamam, ama yumurtanın ve spermanın kime ait olacağına benim karar vermem lâzım. Çünkü hanginizin genleri bu bebeğe en uygun, iyi biliyorum. Anlaştık mı?” İkinci kanatlı bebek tartışmasına kendimizi öylesine kaptırmıştık ki, ağlamakta olan zavallı bebeğin sesini, sözlü anlaşmayı imzalandıktan sonra duyduk ancak. “Hadi bakalım, siz bebekle ilgilenin, ben yarın dönerim” diyerek saraydan ayrıldım.  Artık haftanın her günü saraya geliyor; 25 yaşına yaklaşan, giderek olgunlaşan, güzelleşen, bugün 3 çocuk annesi olan Karina’yla kalıyordum. Kendini kardeşlerine, çocuklarına ve yeğenlerine o kadar adamış, eğitimlerine o kadar titizlikle ve ciddiyetle itina ediyor ve bana karşı da öylesine derin bir anne şefkatiyle yaklaşıyordu ki; ona baktığımda karşımda cinsel arzularımı kabartan bir eş değil, sevgi ve saygı duyduğum bir anne görüyordum sadece. Birazcık yaşlanmanın getirdiği yıpranma ve kendimi projelerime adamış olmamdan ötürü olsa gerek, ben de sevişmekten eskisi kadar zevk almıyordum. Ayrıca kendisi de yatağa girdiğimizde çoğu kez dokunmama bile fırsat vermeden, gözünü kapatır kapatmaz uykuya dalıyordu. Doğumdan 3-4 ay öncesinden, 2-3 ay sonrasına kadar zaten hiç sevişmiyorduk. Bu durum bolluk içinde kıtlık yaşamak gibiydi ve bana çok ters geliyordu; ayrıca 80-90 sene daha böylece sürüp gidemezdi! Kararımı vermiştim... Karina artık çocuk yapmamalıydı ve kendime gençlik aşısı enjekte ederek, tüm hücrelerimi yenileyecektim. O gün, bugündü. 20 Mayıs 2025 Zizi yedi aylık hamilelikten sonra mükemmel bir kanatlı kız doğurdu; adı K14...

171


2 – 26 Ocak 2026 Diğer üç kızın da sağlıklı birer kanatlı bebeği oldu; K15, E13 ve E14. Uyguladığım gençlik aşısı sayesinde, benim de tüm hücrelerim onarılmış, organlarım ve tenim gençleşmiş ve zinde bir delikanlıdan daha fazla enerji dolmuştum. Cinsel gücüm dahi Karina’ya, “Bu kadarı da fazla artık!” dedirtecek derecede artmıştı. Kulaklarımdan ve kızarmış yanaklarımdan Testosteron hormonu fışkırıyordu âdeta. Hayat şimdi daha zevkli, gelecek daha güvenliydi. 1 Şubat 2026 Öncelikle ay’a, sonra Mars’a gitmek, Büyük Kuş’a sahip olduğum günden beri içimde alev alev yanan bir arzu olarak bekliyordu. Fakat başıma ters bir iş gelebileceği tasası yüzünden bu maceraperest hevesim hep kursağımda kalmıştı. Dün NASA’nın bütün merkezlerini dolaşıp lüzumlu bilgileri edindikten sonra, bulabildiğim 15 uzay elbisesini ve gerekli malzemeleri Arizona’daki uygun bir depoda koruma altına almıştım. Bu sabah önce oraya, sonra ay dedenin yaşlı yüzünü yakından görmeye gitme arzusuna karşı gelemiyordum. Sürpriz olsun diye kimseye bir şey söylemeden, yanıma yeterince yiyecek ve içecek alarak saraydan ayrıldım. Önce Genom Kampüsü’ne uğradım ve ay’da büyütmek için 2 tavşan ile 1 oksijen çadırı aldım. Ardından depoya uğrayıp yedek oksijen tüplerini, ay toprağı maşasını, numune kovalarını ve 2 takım elbiseyi araca taşıdım. Sıkı sıkı giyindikten sonra, yaşamımın en uzun yolculuğuna çıkmak için BK’ye komutu verdim: “Hedef, uydumuz ay, tamam!” BK havalanınca ekranda 384.403 km yazısı göründü. Bu uzaklık dünyanın etrafını 10 defa dönünce kat edilen mesafeydi. Hızımızı 15 dakika içinde hedefe varacak şekilde ayarladım. Bu tarihî yolculuğu kare kare videoya kaydetmek ve dünyanın giderek küçülen cüssesini fotoğraflamak istiyordum. Atmosferin dışına çıkınca dünyanın görüntüsünü getirdim ekrana. Tanrım! O ne güzellikti öyle!... Üzerinde ömrün bitip yolun bitmediği, her karış toprağından, her damla suyundan hayat fışkıran bu gezegen bulutumsu bir tepsi gibi uzayda asılı duruyor, tüm heybetiyle ışıl ışıl parlıyordu. Koskoca Atlas Okyanusu küçücük bir göl gibi üzerine tutunmuş, sıradağlar sahildeki dalgaların şekil verdiği kum tepecikleri gibi uç uca, yan yana sıralanmış, tropik ormanlar zeytunî birer halı gibi kıtaların üstüne serilmişti; atmosfer de koruyucu bir fanus görevi üstlenerek çepeçevre kuşatmıştı bu canlı gezegeni.

172


Bir dakika sonra ışıltısı yavaş yavaş azalmaya başladı ve etrafında kapkaranlık bir boşluk oluştu. Sanki karanlık, soğuk ve ıssız bir vakum gibi beni içine çekiyordu uzay. Yüz binlerce, belki milyonlarca ışık yılı mesafede podyuma çıkan yıldızlar buradan daha parlak görünüyor; uğruna şiirler yazılıp besteler yapılan yıldızlı sema, sonsuz bir yalnızlığın içinde eşsiz bir gösteri sunuyordu sanki. Çıplak gözle görülen tek galaksi olan Andromeda’nın 2 milyon küsur ışık yılında yeryüzüne ulaşan yansıması, ta uzaklarda ikinci bir güneş doğmuş gibi buradan daha parlak görünüyordu. Bu mesafeler bile ürperticiydi! 2 milyon ışık yılı!... Yani yaklaşık 20 trilyon kilometre! Olağanüstü... Diğer yıldız kümelerinin uzaklığını düşündükçe, evrenin genişliği karşısında dünyanın bir toz zerresi kadar bile cüssesi olmadığı çıkıyordu ortaya! Ve trilyonlarca yıldızla süslenmiş gökyüzünün aslında bir illüzyon olduğunu düşünmek, daha da hayrete düşürüyordu beni. Evet, kudretli bir büyücü iş başındaydı sanki. Andromeda’nın “kıyamet”i kopmuş ve koca galaksi bir kara deliğe dönüşmüş olabilirdi, ama ben onu hâlâ görüyordum; çünkü ışığı 2,2 milyon sene yol aldıktan sonra dünyaya ulaşıyordu. Şimdi görünen bu yıldız sergisi, aslında geçmiş zamanın bir resmiydi; yok olmuş yıldızların tablosu... Bu, tarifsiz bir büyü, evren kadar büyük bir illüzyondu!... Karşımda poz veriyormuş gibi hareketsiz duran bu ıpıssız evrenin maddî güzelliği ne kadar büyüleyici ise, içinde kaybolduğum karanlık boşluk da o denli tüylerimi ürperten bir hiçlik hissi veriyordu bana. Ay’ın ekrandaki görüntüsü ân be ân büyüdükçe, heyecanım ve kendimden bile saklamaya çalıştığım bir korkum aynı oranda büyüyordu. Ölmek, ağırlığına dayanabileceğim bir korkumdu; fakat başıma umulmadık bir şeyin gelmesi hâlinde KKK’nin babasız kalmasına ve misyonumu tamamlamadan ölmenin ağırlığına dayanmak güçtü! Gerçi gençler artık gerekli bilgi ve deneyimle donanmış, başlarının çaresine bakabilecek yaşa ve olgunluğa gelmişlerdi, ama birlikte başaracağımız daha çok önemli işlerimiz vardı. Ay’da atmosfer olmadığı için yüzeyi dünyanınkinden daha net ve daha detaylı seçiliyordu binlerce kilometre uzaktan. 1969 yılında bu yapayalnız ve toz yığını kuru kraterlerle dolu gezegene ayak basan Neil Armstrong’un benden daha heyecanlı ve daha ürkek olması gerektiğine, insan ancak böyle bir ânda karar verebilirdi. Bense en azından filmlerdeki ve televizyon kanallarındaki uzaya gidiş dönüş görüntülerini kanıksamıştım. Dahası, Büyük Kuş’um, Apollo ile kıyas götürmeyecek kadar güvenliydi. BK, yörüngeymiş, ayın yerçekimiymiş, çok dikkatli davranmakmış, bilgisayarı takip etmekmiş, kumanda merkezi komutlarıyla hareket

173


etmekmiş gibi saçmalıklarla uğraşmadan, zınk diye kondu bir ânda ay dedenin yüzüne. Burası geniş bir kraterin tam ortasıydı ve etrafta kül rengi tozla kaplı bir alandan başka ilginç hiçbir şey görünmüyordu. 150 metre yükselip çevrede düşük hızlı bir gezinti yapmasını istedim. Bir dakika sonra ekranda dikkate değer bir görüntü belirdi. Bu, 1972 yılında Apollo’yla gönderilen ALSEP cihazlarının terk edilmiş enkazıydı ve hepsi tümsek bir alanda küllenmiş, bekliyordu. Kim bilir bu aletler sayesinde NASA neler öğrenmişti Ay hakkında... Oysa benim aradığım, KKK’ye armağan olarak götürebileceğim dikkat çeken bir taş veya kaya parçasıydı. Araştırmaya devam etmesini ve Ay’ın görünmeyen yüzeyine gitmesini istedim BK’den. Birden hava karardı, güneş ve dünya kayboldu. Termal kamerayla bakınca hiç ummadığım bir yapı göründü 500 metre uzakta. Üstünde yavaşça gezinerek, bu acayip yapıyı yakından incelemeye başladım. Baktım, hiç kuşkusuz, insanların kurduğu bir seraydı bu. Evet, orta ölçekli bir fabrika büyüklüğünde, cam kafesten oluşmuş biyo-dengeli ve atmosferli bir sera... İçindeki ağaçların, bodur bitkilerin ve hayvanların tümü ölmüştü. Seraya enerji sağlayan nükleer reaktör durduğu için soğuktan ve susuzluktan ölmüş olmalıydılar. Vay canına!... Bir zamanlar “Amerikalılar ay’a gitmediler, TV stüdyolarında yapay bir ay yüzeyi yaratıp tüm dünyayı kandırdılar!” tartışması yapılırken, NASA burada dünyadaki yaşam koşullarını oluşturacak kadar ileri düzeyde deneyler yapmakla meşgulmüş meğer! Bu dezenformasyon konusunu daha önce çocuklara anlatmıştım. Öteden beri egemenler, elitler veya derin devlet denilen güçler, üç şeyi halktan hep esirgemişlerdi yönetebilmek uğruna; bilgi, servet ve silâhlı güç... Bilgi toplumu denilen gelişmiş toplumlarda bile, okullarda öğretilen bilgiler veya İnternet’te yayımlanan veriler; aslında 20-30 yıl önce üretilmiş, teknolojiye dönüştürülmüş, maksimum düzeyde kullanılmış ve artık halka verilmesinde bir sakınca kalmamış paçavra bilgilerdi. Halk arasından dolar milyonerleri çıkmasına izin vermelerinin sebebi dahi, onlarda trilyon dolarlarca servet birikmiş olmasından kaynaklanıyordu. Ve onlar uzay savaşları yapacak seviyede üstün silâhlar üretmişken, halktan kişilere sadece ruhsatlı birer tabanca vermeyi bile çok görmüşlerdi. Bu yapay serayı kamuoyundan gizlemeleri de kendi mantıkları içinde son derece doğaldı. Kim bilir Mars’ta neler yapmışlardır! Seraya girip DNA yapılarını incelemek amacıyla birkaç kuru bitki örneği toplamak istedimse de, şansımı daha fazla zorlamamak için şimdilik vazgeçtim. O bölgenin tamamını biyo-manyetik SKÇ ile çevrelemek, içinde işime yarayacak her şeyin çürümeden ve yaşlanmadan saklanması için

174


yeterliydi. İkinci gelişimde NASA’dan daha fazla bilgi edinmiş ve biraz da cesaret toplamış olurdum. Bu yolculuğu şimdilik KKK’ye anlatmamaya karar verdiğim için armağan aramaya da hacet kalmadı. Tam ayrılacakken, seranın az ilerisinde başka bir yapı daha gözüme ilişti. Yaklaşıp inceledim. Bu da, Mars’a gitmek için plânlanan ara-istasyon olmalıydı. Demek bunu da gerçekleştirmişlerdi!...  NASA’nın Teksas’taki Houston merkezine inmek üzere dünyaya hızla geri dönerken, karşımda duran güzelim dünyamı büyük bir huşu içinde seyre daldım. Bu karanlık kül yığını uyduda ne işim vardı? Böylesine hayat fışkıran, estetik ve güzellik dolu bir gezegen varken... Aslında buraya geliş sebebim, merakımı tatmin etmenin ötesinde başka bir şeyden kaynaklanıyordu... Bir bilinçaltı düşünceydi bu: Hiçbir amacı olmadığı hâlde, sırf fotoğraf çekmek ve etrafına caka satmak için durmadan dünyayı gezen bilinçsiz turistlere özenmenin yarattığı bir alt bilinç ve alt kültür ögesi... Ay’a gitmiş olmak için, bunca zaman ve enerji harcayıp buralara gelmeyi isteyen bir güdü... Bu tür geçmiş zaman kalıntılarından kurtulmalı, bilinenleri yeniden keşfetmeye vakit harcamadan, bilinmeyenlerin ve yeni buluşların peşinde koşmalıydım. İnsansoyunun mutlu geleceği, benim daha sorumlu davranmama ve yaratıcılığımı kullanmama bağlıydı. Diğer gezegenlerle uğraşmayı, vaktimi uzayda israf etmeyi bırakmalıydım. Teksas’tan vazgeçip Genom Kampüsü’ne döndüm. 1 Ocak 2027 Bu akşam gerçekleşecek çok önemli bir kutlamanın bütün hazırlıklarını bitirmiş, cümbür cemaat Atlas Okyanusu’ndaki Azor Adası’na taşınmıştık bir haftalığına. Mikrofon Karina’nın elindeydi. Herkes sus pus, onun ağzından çıkacak ilk cümleyi heyecan içinde bekliyordu. “İlk çifti belirlemek üzere bilgisayarı çalıştırıyorum. KKK’ye ve gelecek kuşaklara hayırlı olsun! Evvet! İşte geldi isimler!” Birinci kuşak çocuklardan beşi, son altı ay içinde teker teker bulûğ çağına girmişti. 2 damat ve 3 gelinin, yeni kuralımız uyarınca, vakit geçirmeden evlenmeleri gerekiyordu; <Kural-21: Genç yaşta evlenin...> Bu kadar erken evlenmenin tıbbî sakıncaları vardı elbet; fakat onları gidermenin yollarını biliyordum... Karina titrek sesiyle devam etti: “Zizi ve Yuki’nin ikizlerinden birinci oğlu E1 ile; Fabiana ve Lenny’nin kızı K2 eşleşti!!!”

175


Herkes gibi bu eşleşmeye ben de çok sevindim. E1 yakışıklı, uysal, akıllı ve çok bilgili bir gençti. Enderun’un en başarılı öğrencisi seçilmiş, kendinden küçüklerin öğretmenliğini bile yapmaya başlamıştı. Herkesin ona gıptayla baktığı, metroseksüel bir erkeği andırıyordu. Yine son derece sevecen, özverili ve akıllı olan K2 ile çok iyi anlaşacağından emindim. Üstelik bu, açık kahve renkli ve yarı çekik gözlü, ışıldayan bebeklerimiz olacağı anlamına geliyordu. “İkinci çift: Zizi ve Yuki’nin ikizlerinden ikinci oğlu E2 ile; Riyana ve Mustafa’nın kızı K1 ve Peggy ile Temel’in kızı K4 eşleşti! E2, iki güzel kadının erkeği olduğu için ve ailemizde ilk kez bir erkeğe tanınan en büyük imtiyaza sahip olduğu için ne kadar şanslı, değil mi? Nikâh törenini başlatıyorum!” 14 yıl 6 ay önce Versay Sarayı’ndaki ilk evlenme töreni geldi gözlerimin önüne. O görkemli kutlamaların anısını bugünkü gibi bütün canlılığıyla hâlâ yaşıyordum. Vladimir’in eşcinselliği yüzünden o önemli günde takındığı tavır ve yaşadığımız onca stres nedeniyle, sanki bugün de can sıkıcı bir şeyler olacakmış gibi bir duyguya kapılıyordum. Herkes Yuki’nin orkestra ettiği havaî fişek gösterisini izleyip çığlıklar atarken, yüzümdeki endişe Karina’nın gözünden kaçmamıştı. “Hayatım neyin var, mutlu görünmüyorsun. Kur’a mı canını sıktı?” “Hayır içimde bir sıkıntı var ama sebebini pek bilemiyorum.” “Aa, sırası mı şimdi bunların? Hadi çocukları nikâhla artık.” “Sen herkesle dans edip durumu idare et biraz. Benim BK’ye kadar gidip gelmem gerekiyor. Önemli bir şeyi kontrol etmem lâzım.” “Sevgilim n’olur!... O işi başka bir zamana bırak! Bu çok özel ânı, gel de herkesle paylaşalım önce. Hadi kırma beni, lütfen.” “Karina hayatım, bunu, seni kırdığım şeklinde anlama lütfen, bana 10 dakika izin ver, hemen dönerim...”  BK’ye çıkar çıkmaz düşünce okuyan sistemi çalıştırmaya başladım. Önce damatlardan başlayarak gelinlerin ve kız annelerinin ne düşündüklerini teker teker dinledim. Hepsinin düşüncesi yaşanan dakikaya kilitlenmişti. Kimi dans figürlerini, kimi elbisesinin uzunluğunu, kimi bu geceki gerdeği düşünüyordu. Kayda değer bir endişe veya art niyet bulamadım. Dinlemeye bir saat kadar devam edebilseydim belki yararlı bir şeyler çıkardı ortaya, ama geri dönmem lâzımdı. Aslında bu sistem insanların hafızasını da okuma becerisine sahip olsaydı, sabahtan bu yana veya dünden beri neler düşünmüş olduklarını da öğrenebilir; şu ânda akıllarından geçmeyen uygunsuz fikirleri olduysa, öğrenebilirdim. Sahi neden bellek okuma sistemi yok bu aracın? Kozmik Kardeşler bizim belleğimizi okuyabildiğine ve belleklerimize bilgi kaydı

176


yapabildiğine göre, BK’ye öyle bir özelliği ekleyebilirdi. Belli ki bunu uygun görmemişlerdi her nedense. Buldum buldum! Yaşasın! Rajkelly’yi düşen helikopterden kurtarıp New York’a indirdiklerinde, teknik hatalardan biri de çocukların bellek kaybına uğramasıydı mutlaka. Evet, bu tespit her şeyi izah ediyordu: Kelly tüm geçmişini ve bildiği dilleri unutmuş olduğu için beni tanımadı, ve o yüzden çocuklarını imdada çağırırken o anlamadığım sözcükleri kullandı! Demek kendi aralarında anlaşabildikleri bir dil yaratmışlardı. Düğün dernek ve Karina’ya verdiğim söz, umurumda değildi artık! “Hedef Müze, tamam!” Müzenin 50 metre kadar üzerindeyken, Kelly’nin mutfakta yemek yaptığını görünce, vücudunu olduğu yerde dondurdum. İnip zar zor araca kadar taşıdım ağır bedenini. Beynini Büyük Kuş’a tanıttıktan sonra, boş çuval gibi dökülen “cesedini” gerisin geriye mutfağa taşıdım. Araca dönüp manyetizmayı çözünce, düşünceleri kulağıma ulaşmaya başladı. Bilmediğim bir dilde düşünüyordu. Sistemden bu dili İngilizceye tercüme etmesini istedim; yapamadı. Bu aile ile uğraşmanın zorluğunu ve getireceği zaman kaybını hesap ettikten sonra, tümünü süresiz olarak dondurmaya karar verdim. Kelly’yi ve parkta dolaşan çocukları biyo-manyetizma alanına kilitleyip Azor’a geri döndüm. Arada bir kafamı kurcalayan bir problemi daha yoluna koymuş olmanın rahatlığı içinde törene katılıp gençlerin nikâhlarını kıydım. Kutlamalar saat 10’a kadar sürdü ve gerdek töreniyle son buldu. Yarın sabah kanlı çarşafları gördükten sonra yeni evlileri, kendi istekleri üzerine, 5 günlük balayı için daha sıcak bir adaya, Yeni Gine’ye götürmeyi kararlaştırdık. 29 Ocak 2027 Son 2 hafta içinde haberleşme uydularını onardık ve yakıtlarını yeniledik. Baz istasyonlarına gerek kalmadan, doğrudan uydu aracılığı ile telefonlaşmaya başladık. Artık herkesin birer kameralı cep telefonu var. 1 Şubat 2027 Karina dâhil 5 annenin ve yeni evli 3 kızın rahimlerine 9 adet kanatlı tüp bebek embriyonu yerleştirdim. Karina’nın yumurtasını bu kez kendi spermalarımla döllemiştim benim de kanatlı bir bebeğim olsun diye. Bebekler doğuncaya kadar ve doğumdan sonra, tüm kadınlar bebek büyütmek ve Enderun’da eğitmenlik yapmakla uğraşacakları için, bundan sonra bütün ağır işler yağız erkeklere kalıyordu. Yuki’ye ve Temel’e ise

177


farklı bir görev verdim: Bu ikili “Kablosuz Yaşam” adını verdiğimiz bir projeyi hayata geçirmek için araştırma ve geliştirmeye konsantre olacaklardı. Tüm iletişim ve bilgisayar sistemleri, uydular sayesinde ve elektromanyetik dalgaların daha verimli kullanılması ile sağlanacak; ayrıca yer çekiminden bir enerji kaynağı olarak yararlanabilmenin yolları araştırılacaktı. 1 – 14 Eylül 2027 Hepsi sağlıklı doğdu; 5 kız, 4 oğlan... Işıl ışıl ışıldıyor, kanat kıkırdakları güçlü, esmer mi esmer... Annelerin kızlarıyla birlikte hamilelik geçirmeleri ve birer gün arayla çocuk doğurmaları, bana tarifsiz zevkler yaşatmış; artık bir sülâleye dönüşen yekvücut ailemizin sağlıklı çoğalması, üstümdeki yükü oldukça hafifletmişti. Zuki, Leniana, Mustana ve Temgy yedişer çocuğa; Karina beş çocuğa sahip olmuştu. Dört torunla birlikte nüfusumuz 47’ye ulaşmıştı. Küçük Kozmik Anneler’in henüz 27 yaşında genç birer kadın olarak yedişer çocuk sahibi olmaları, onları epeyce bezgin bir ruh hâline sokmuştu. Artık kendileri istemedikçe onlardan çocuk yapma talebim olmamalıydı. Sülâleyi ruh ve beden sağlığı içinde, iyi eğitilmiş bir topluluk olarak yetiştirmek; gelecek kuşaklara yapacağımız en paha biçilmez yatırım, bırakacağımız en değerli miras olacaktı. 28 Ekim 2027 Bugün ilk kanatlı oğlan Eros’un üçüncü doğum günüydü. Çocuğun önemli bir sorunu olduğunu daha dün keşfettim. Sık sık hiç sebepsiz yere ağlamaya başlıyor ve hem Karina’yı, hem de Temel’i çok üzüyordu. Ne var ki, bahçeye çıkarıldığında zırlamayı kesip mutlu oluyordu. Bu durum dikkatimi çekince, birkaç denemeden sonra çocuğun klostrofobik olduğunu, yani kapalı mekân fobisi edindiğini anladım. Fakat aynı korku Eros’unki kadar şiddetli olmasa bile K14’te de vardı. Bunun sebebi, büyük bir olasılıkla kanat genlerini aldığım akbabalardan kaynaklanıyordu. “CValue” denen çekirdek genomunun bir sonucu olmalıydı. Doğal çevresinde özgürce uçmaya alışmış kuşların kapalı yer korkuları olması normaldi; her nasılsa bu fobi, kromozomlara bulaşan diğer hücre DNAları yüzünden çocuklara da geçmişti. Şimdilik anti-depresan ilaçlar vererek ağlamalarını kestim köklü bir çözüm buluncaya kadar. Bir diğer sorunları da rahat uyuyamamalarıydı. Siyah beyaz kanat tüyleri yere değecek kadar büyüdüğü ve kıkırdak hücreleri iyice sertleştiği

178


için, onları sırtüstü yatamayacak kadar rahatsız etmeye başlamıştı. Çukur döşeklerde yatmaları kısmen yararlı oluyordu, ama uyurken sağa sola dönmelerini engelliyordu. Birkaç hafta lâboratuvara kapanarak, bunların uyku problemine kalıcı bir çözüm bulmalı, ayrıca protein detektörlerimi ve gen düblikatörlerimi geliştirmeliydim.  Karina, iki aydan beri Eros’a düzenli şekilde kanat egzersizleri yaptırıyor, onu ilk uçuş denemesine hazırlıyordu. Bugün doğum günü pastasındaki üç mumu söndürmek için bahçedeki havuzun ortasına yerleştirilen masaya kadar uçacak ve böylece hepimize tarihî bir ân yaşatacaktı. Havuza yakın ağaçlardan birine çıkarılmış, bir el silâh sesini bekliyordu. Çoluk çocuk herkes elindeki görüntülü cep telefonunu Eros’a yöneltmiş, o yegâne olayı yakalamak için nefeslerini kesip beklemeye başlamıştı. Karina tabancayla işaret vermek için tetiği çeker çekmez, Eros hiç korkmadan, üstünde beklediği daldan zıplayıp siyah kanatlarını bir şemsiye gibi açtı ve hızla çırpmaya başladı. Ben de elimdeki SKÇtabancasını Eros’a yöneltmiş, havuza yetişmeden düşerse, onu olduğu yerde dondurmak için pür dikkat gittiği yönü izliyordum. Hiçbir müdahaleye gerek kalmadan, o harika yaratık, o ilk uçan insan, pastaya doğru süzüldü ve ayakları üstüne masaya indi. Eros, alkış ve çığlık tufanına karşılık olarak öpücükler gönderirken, kanatlarını çırparak eğildi ve hepimizi selâmladı. Tiyatro provasında rolünü iyi ezberlemiş bir aktör gibi özgüvenli tavırlarla, tek nefeste mumları söndürdü ve bıçağı alıp bir dilim pastayı kestikten sonra cumburlop ağzına attı. KKK korosu “İyi ki doğdun Eros” şarkısını söylerken, yanaklardan süzülen gözyaşları şıldır şıldır parlıyordu. Karina ve Temel dayanamayıp havuza girdiler. Uçan adamı bağırlarına basmak için ona yanaştıkları ânda, kerata, ayaklarında yay varmış gibi zıplayıp tekrar havalandı. “Ben uçmak istiyorum anne, ben uçmak istiyorum!” diye diye ağaçların üzerinde geniş bir daire çizmeye başladı. Çocuklar ağızları bir karış açık Eros’u izleyip alkışlıyorlardı. Fakat 50 metre kadar yükseldikten sonra sarayın çatısına konunca, epeyce endişelenmeye başladım. Karina, bebeği beşiğinden çalınmış bir annenin telâşı içinde: “İn aşağı sevgilim, hadi in Eros! Gel, hadi pastayı keselim, gel canım!” diyerek yalvarmaya başladı. Velet, herkesi kendine yalvartmaktan zevk alıyordu sanki! Kuvvetli bir rüzgâr esince üşüdü ve kanatlarını hiç çırpmadan, kendini bahçeye bıraktı bir uçurtma gibi. Süzülerek masaya konunca, afacan kuşu tekrar elimden kaçırmamak için olduğu yerde dondurdum. Haylaz kuşumuzu yakalamak hepimizi terletmişti...

179


“Karina, sen buna gerekli tembihleri yapmadın mı canım?” diye sorup biraz sitem ettim. “Üç-dört aydan beri sürekli yapıyorum, yapmaz olur muyum? Çocuk işte... Bence endişelenecek bir şey yok. Hevesi geçince akıllı-uslu davranacağından eminim.” “Umarım haklısındır (!)... Aksi hâlde bunlar başımıza büyük dertler açabilirler. Özel bir eğitim programı hazırlayıp Eros’a ve diğer kanatlılara tüm tehlikeleri öğretmelisin.” Tartışmayı kısa kesmek isteyen metalik bir ses tonuyla, ama tüm cinsel mimiklerini ve gözlerindeki o okşayan bakışları kullanarak: “Olur, yaparım, hadi şenliğe içeride devam edelim canım” dedi ve otoriter bir edayla kalabalığa dönüp yüksek sesle bağırdı: “Sevgili KKK! Bebekler uyanmış olabilir, içeri giriyoruz!” Bu kız, romantizm ile realizm arasındaki münasebeti ve farkı çok iyi çözmüştü. Ve o bilgiyi bana karşı her fırsatta kullanıyordu. 29 Aralık 2027 Şafak sökmek üzereyken gördüğüm rüyadan uyanınca aklıma ilginç bir fikir geldi. Büyük Kuş’a gidip odalarında mışıl mışıl uyuyan herkesin rüyasını dinleyebilir, hatta belki görüntüsünü bile ekrandan izleyebilirdim. Giyinip araca çıktım ve önce Karina’nın beynine odakladım sistemi. Düşünceyi sese çeviren sistemden gelen parazit hışırtısı dışında kayda değer bir şey duyamadım. Ana kumandaya bir komut verdim: “Düşünce okuma sisteminin daha önce denediğim ve denemediğim tüm özelliklerini birbiriyle entegre eden bir bilgisayar yazılımı oluştur.” BK, bir dakika geçmeden yanıt verdi: “Entegrasyon programı hazır, Seçkin Peder.” “Aferin! Şimdi bu yazılımı kendi sistemindeki tüm yeteneklerle ilişkilendir.” “Entegrasyon tamam, Seçkin Peder.” “Şimdi Karina’ya odakla tüm sistemi ve rüya görüyorsa ekrana getir.” “Olumsuz, Seçkin Peder.” “Yuki’ye odakla...” “Olumsuz, Seçkin Peder.” “Neden olumsuzmuş, araştır bakalım.” “Yer çekiminin dalga boyunu maksimum düzeyde büyütmek ve SKÇ’nin frekansını küçültmek gerekiyor.” “Hemen yap.” “Gereken yapıldı, görüntüleme hazır, Seçkin Peder.”

180


“Yaşa! Şimdi Temel’in rüyasını izleyelim ekranda.” “Olumsuz. Temel rüya görmüyor, Seçkin Peder.” “Araştır bakalım, kim rüya görüyorsa onunkini getir.” “Temel rüya görüyor, Seçkin Peder.” “Durup durup iş çıkarma başıma! Hani görmüyordu?” “Şu ânda başladı, Seçkin Peder.” “Ekrana getir, hadi, çıldırtma beni Büyük Kuş!” “Sinirlendiniz ve heyecanlandınız, Seçkin Peder.” “Bir yerini kırmadan göster şunu artık!!!” “Hazır, Seçkin Peder.” “Heeyyt! Yuppii! Teşekkürler BK.” Tanrım, ekrandaki filmin Temel’in rüyası olduğuna kendim bile inanamadım! Görüntü renkli, sesler stereo, manzara gerçeği kadar netti. Küçük Temel, Waterloo Köprüsü’nün üstünde ileri geri, sağa sola koşarak Thames nehrinden çıkardığı balıkları uçuruyordu. Köprü boyunca nehre yüzlerce misina salmış, oltaya tutulan kanatlı hamsileri hızla çekiyor ve havaya fırlatıp bir uçurtma gibi uçuruyordu. Bir yandan da: “Hadi kurtul kancadan, hadi uç!” diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Hepimiz çoktan beri sakal kesmeyi bırakmıştık ama Temel, bu rüyada sakalsızdı. Anlaşılan çocukluk yıllarını yaşıyordu. Birinin düşüncesini okumak, nasıl mantık yürüttüğünü keşfetmek, fikir oluştururken ne kadar basit kavramlarla uğraştığını öğrenmek çok zevkliydi, fakat hayal gücünün doruğa ulaştığı düşlerine tanık olmak, insanı zıvanadan çıkaracak kadar keyif veren bir eğlenceydi. Eğlence yanında suçluluk duygusu yaratan ve suçluluğa rağmen alışkanlığa dönüşebilecek bir tutkuya dönüşme potansiyeli de taşıyordu. Resimler ve imgelerle düşünmek ile aynı şey olan rüyada –düşüncenin önündeki sınırlar olmadığı için- kişi bilinçötesinin istediği her mahrem filmi çevirebiliyor ve siz bunları onun haberi olmadan izleyebiliyordunuz. Kuraldışı ama müthiş bir haz... Bu yeni keşfimi şimdilik Karina’ya bile anlatmamaya karar verdim.  Temel balık uçurmaya devam ederken, bebeklerden birinin rüyasını merak ettim. İki yaşına girmek üzere olan E14 rüya görüyordu. Arkama yaslanıp izledim. Bebeklerin ve çocukların ruhsal zekâlarının yüksek olduğunu biliyordum ama hayal güçlerinin bu denli kısır olduğuna tanık olmak beni biraz şaşırttı. Çocuğun rüyasındaki kahramanlar sadece annesi ve babasıydı; mekân ise yatak odası ile sınırlanmıştı. Demek ki, hafızaya yeterince resim, bilgi ve deneyim kaydolmadan, hayal gücü gelişmiyordu. Biraz daha izlesem belki ana rahmindeki deneyimleri ortaya çıkabilirdi, fakat ultrasonla o kadar rahim izledim ki...

181


31 Aralık 2027 Saat 04.05’te usulca yataktan kalktım, kimseyi uyandırmadan BK’ye gittim. Hemen hemen herkes rüya görüyordu, ama beni en çok meraklandıran Karina’nın “film galası” yine gerçekleşmedi. Hâlbuki bu kız uyurken sık sık irkilir, gözlerinden REM hareketleri eksik olmazdı. Göreceği rüyanın umuduyla, diğer rüya sahneleri arasında zapping yaparak, iki saat kadar çok hoş vakit geçirdim. Gözlerim yorulunca uykum geldiğini anladım, akşamki yılbaşı kutlamasında dinç olmam gerektiğini düşünerek ekranı kapatmak üzereyken, Yuki’nin rüyasında ilgimi çok çeken bir enstantane göründü. “Bulduk, bulduk!!!” diye diye üzerime doğru geliyordu Yuki. Beni gençleşmiş hâlimle değil, 10 yıl önceki hâlimle düşlüyordu. Üzerimde parlak metalden yapılmış, zırha benzeyen bir giysi vardı. “Bulduk, kanatlı bebeklerin uyku sorununa çözüm bulduk!” Yanında Temel’i andıran ama çok kısa boylu, cücemsi biri daha vardı. Benim soru sormamı beklemeden büyük bir heyecanla devam etti: “Yerçekimi etkisini yok edecek bir sistem bulduk. Yatak odalarında yer çekimi olmayacak, böylece çocuklar kanatlarının üstüne basınç gelmeden rahatça uyuyacaklar. Anlatayım mı?...” Sanki rüya izlemiyor, rüyanın içinde Yuki ile konuşuyormuşum gibi yüksek sesle: “Yahu, anlat, hadii, ne duruyorsun!” demekten alıkoyamadım kendimi. O ânda elektrik kesilmiş gibi ekran karardı. Tekrar bağlanmayı defalarca denedim ama nafile; Yuki uyanmıştı... Ne aksilik! Ne şanssızlık! Diye bağırdım kendi kendime. Bari anlatsaydı da bu işin yöntemini öğrenmiş olsaydık. Saray ahalisinin yarısı saat 7’den önce uyanıyor, kahvaltıyı ve sınıfları hazırlıyordu. Yuki araştırman olmasından ötürü erken kalkmak zorunda değildi. Saat altı buçukta neden uyandığını merak ettim. Işıkları açmadan yatak odalarına gittim, kulağımı kapıya dayayıp dinledim. Zizi’yle sevişiyorlardı. Yatak odama döndüğümde çalar saatin tiz sesine rağmen Karina’nın uyanmadığını görünce, bu kadar alışılmamış bir derin uykuda olması beni endişelendirdi. Işığı yakıp yüzüne baktım, mışıl mışıl uyuyordu. En iyisi, soyunup güne sevişerek başlamak... Süt beyazı gövdesini sarmaladığım ânda uyandı. “Günaydın canım” dedi puslu sabah sesiyle, “Dışarda mıydın? Vücudun buz gibi...” “Tuvalete gittim...”

182


“Korkunç bir rüya gördüm!” “Rüya mı? Nasıl olur!...” “Ne, nasıl olur? Rüya dedim, başka bir şey anladın galiba...” “Haa! Rüya... Anlat bakalım, neler gördün?” Karina’nın gördüğü gerçekten korkunç bir kâbustu. Çocukluk yıllarında yaşadığı üzücü bir olayın abartılı düş versiyonuydu bu. Ama neden ekranda izleyemedim o sahneleri? Yoksa ben BK’den ayrıldıktan sonra mı başlamıştı kâbus? Yoksa rüya dekoderim derin uykudaki resimleri çözümleyemiyor muydu? Bunu sonra hallederim diyerek Karina’nın kuru dudaklarını dilimle ıslatmaya başladım. Bu sabah kendimi genç bir geyik gibi azgın hissediyordum... Koridordaki takatuka giderek çoğalınca sevişmeyi kısa kestik. Kalkıp Yuki’nin cep telefonunu çaldırdım. “Bahçede koşuyorum” dedi. “Peki, ben de sana katılmak için geliyorum, gölete doğru koş, orada buluşalım.” Gölet kenarında yan yana koşarken Yuki’ye çaktırmadan sordum: “Rüyalar... Rüyalar hakkında ne düşünüyorsun?” “Herkesin her gece mutlaka rüya gördüğünü, ama birçoğunu hatırlamadığını biliyorum.” “Peki, en son gördüğün rüyayı hatırlıyor musun? “Evet, geçen hafta enteresan bir tane görmüştüm.” “Dün gece gördün mü peki? “Hayır, hatırlamıyorum. Siz gördünüz mü?” Fırsat bu fırsattı: “Evet, gördüm. Bütün detaylarıyla aklımda...” “Dinlemek isterim, sizce bir sakıncası yoksa.” “Yo, sakınca ne demek! Sabah sabah seni aramamım sebebi de bu zaten. Sana anlatmak istedim, çünkü işine çok yarayabilir: Kanatlı bebeklerin uyku sorunları ile ilgiliydi. Sen yeni bir buluş yapmıştın.” “Seçkin Peder, benimle oyun oynuyorsunuz yine, bu rüyanızı daha önce bana anlatmamış mıydınız? “Hayır, nasıl anlatabilirim ki... Bu sabaha doğru gördüm.” “Anlatmıştınız, anlatmıştınız... Hatta yeni buluşunuz yer çekimini nötrleştirmekle ilgiliydi, değil mi?” “Hah hah hah! O rüya senindi, sen bana anlatmıştın!” “Garip, hiç hatırlamıyorum!” “Ben hatırlıyorum. Neyse. Bu, çok ilginç bir düşünce... Üzerinde biraz çalışın Temel’le birlikte. Bence lokal olarak yer çekimini yok edebiliriz. Yatak odalarındaki çekimi sıfırlarsak, çocuklar kanatlarının üzerine hiç basınç gelmeden rahatça uyuyabilirler.”

183


“Evet, müthiş bir hayal! Düşünsenize o odalara giren herkes uzaydaymış gibi kendini boşlukta hissedecek, tüy gibi hafifleşecek. Ben de o ortamda uyumak isterim doğrusu. Uyku daha derin ve dinlendirici olabilir.” “Tamam canım, sen bütün zamanını bu konuya ayırsan iyi olur bence. Büyük Kuş’un ve Dev Kuş’un yeteneklerinden yararlanabiliriz. Sana ve Temel’e ben de arada bir katılırım, bu fikri birlikte olgunlaştırabiliriz.” “Sizin fikirlerinize hayranım, Seçkin Peder! Bugün başlayalım mı?” “Yarın başlarız, akşamüzeri tiyatroda rolüm var, provalara katılmam lâzım çocuklarla birlikte. Ama isterseniz siz hemen başlayın. NASA merkezlerindeki bilgilere ulaşmakla işe koyulabilirsiniz. Daha sonra, atom parçacıklarını uzun yıllar boyunca araştırmış olan İsviçre’deki CERN lâboratuvarlarına gidersiniz. Yalnız lütfen dikkatli davranın, özellikle vahşî hayvanlarla dolu bölgelerde dolaşırken.” 1 Ocak 2029 Oturmuş, büyük kızların düşüncelerini dinliyordum kahvaltıdan sonra. Zizi ve Riyana saraydaki hırgüre ve kalabalığa birer çare çözüm düşünüyorlardı. Araçtan inip Zizi’nin yanına gittim. “Seninle özel bir konu hakkında konuşmak istiyorum” dedim. “Elbette Seçkin Peder... Aslında ben de sizinle bir problem hakkında konuşmak istiyordum zaten. Bugün Enderun tatil, sınıflardan birine çıkalım mı?” “Tamam, sen yedinci sınıfa çık, ben bir şişe su alıp hemen geliyorum.” Riyana mutfakta bir şeyler kaynatıyordu. “Canım, bir şişe su alıp yedinci sınıfa gelir misin hemen.” “Hemen geliyorum efendim...” Merdivenlerden çıkarken Mustafa’yı görünce, koluna girip onu da sınıfa götürdüm. “Evet, sevgili çocuklar” diye başladım söze, “Galiba radikal bir karar alma zamanımız geldi. Bu saray artık bize çok dar geliyor. Çocukların çığlıkları koridorlarda yankılandıkça, cinlerim tepeme çıkıyor her sabah. Üstelik okulun ve yatak odalarının aynı binada olması çocukları tembelliğe itiyor, teneffüslerde bile gidip yatakta dinleniyorlar. Bu konuda ne yapmamız gerekiyor sizce?” “Ben de sabahtan beri bu konuyu düşünüyordum. Galiba ikinci müdahaleden sonra size medyumluk yeteneği de verildi, farkında mısınız?” dedi Zizi.

184


“Değilim, ama yine de teşekkür ederim. Bence, aynı tür sıkıntıları hepimizin hissetmemiz, bugüne kadar aynı ruhsal bağlılık içinde yaşıyor olmamızdan kaynaklanıyor.” “Mustafa, sen ne diyorsun, aklına gelen bir şey var mı?” “Yok efendim. Siz en iyisini bilirsiniz. Ne derseniz, öyle yapalım.” Zaten Mustafa şimdiye kadar yapılan tartışmalarda hep tarafsız kalmış, verilen ortak kararların aleyhinde hiçbir söylemi olmamıştı. Görevini hakkıyla yerine getiren, istikrarlı, çocuklara durmadan dinlenmeden yardım edip onları sevgisiyle besleyen, önyargısız görünen Gandimsi bir gençti. Riyana: “Kanımca KKK’yi üç veya dört aileye bölmekte fayda var” diyerek ilk cesur adımı attı. “Aslına bakaranız E1 ve E2’ninkilerle birlikte biz 7 aileyiz. Karina başöğretmen olduğundan ve Enderun burada olduğu için, eğer herkesçe uygunsa, Seçkin Peder’in ailesinin sarayda kalmasında ve diğer 4 ailenin farklı mekânlara taşınmasında büyük yarar olacağı kanaatindeyim” diyerek en uygun teklifi getirdi Zizi. “Ama E1, E2 ve eşleri de okula gidiyor. Onların bebekleri başka bir mekânda yalnız kalamazlar ki... Bu iki küçük ailenin de sarayda kalmasında bir sakınca var mı?” diye yerinde bir soru sorup düzeltme yaptı Mustafa. “Yok tabi, bebekler büyüyünce onlar da ayrılabilir ileride. Evet, sanıyorum bu, en doğru fikir. Akşamüstü aranızda oturup konuşun, kim nerede yaşamak istiyorsa saptayın ve listeyi bana getirin, olur mu?” Saat 22.15 Cep telefonum çaldı... “Hayatım, kararımızı verdik... Nerdesin?” dedi Karina selâm vermeden. “Avustralya’dayım. Bir kanguru yakaladım, Genom Kampüsü’ne bırakıp hemen geliyorum.” “Tanrı aşkına, sıra kanguruya mı geldi şimdi de? N’apcaksın onu?” “Yeni doğacak bebeklerin birer karın cebi olursa, yavrularını gittikleri yere kolayca götürebilirler, hatta uçarken bile yanlarında taşırlar diye düşündüm de.” “Bakıyorum bu genetik değişiklikleri yaparken bizim fikrimizi hiç almamaya başladın son zamanlarda! Ben karnımda cep olmasını asla istemezdim, haberin var mı? Anne olmadan, annelik nedir kimse bilemez diyen sendin; şimdi kalkmış anneler adına karar veriyorsun! Sen gelinceye kadar biz bu konuyu da konuşalım bari. Bekliyoruuz...” Bu kadın beni anlamıyordu artık! Kimileri bebek doğurmayı seviyorsa; ben de ilginç bebekler üretmeyi seviyorum, Allah Allah!...

185


Saat 22.20 Çocuklar ve bebekler uyutulmuş, ana-babalar Mavi Oda’da toplanmıştı. İçeri girdiğimde, o nadiren görülen negatif atmosferi hemen sezinledim. “Geç kalmadım umarım, kanguru fikrinden de vazgeçtim. Ama isterseniz hemen gidip getirebilirim bir-iki tane” dediğim ânda hepsi bir ağızdan: “Hayır! İstemiyoruz! Yaşasın cepsiz bebekler!” diye yüksek oktavlı bir çığlık atarak odadaki camları titrettiler. Anlaşılan muhalefet çok güçlüydü. “Tamam, pekii, mesele kapanmıştır... liste?” “Liste yapmadık, onun yerine bir açıklama yapmak istiyoruz” dedi Peggy kendinden çok emin tavırlarla: “Yuki ve Temel yerçekimsiz yatak odası projesini çok geliştirmişler ve bir-iki aya kadar sonuç alacaklarını söylüyorlar; ama kanatlı çocukların uyku sorunu hâlâ çözüm bekliyor ve çocuklar oyuk su yataklarında yatmaktan hem bıktılar, hem de kanatları durmadan eğilip çatlıyor. Bundan daha önemli bir sorun da; biliyorsunuz bu çocukların kapalı mekân fobileri... Üstelik kaybolma tehlikesi yüzünden ne uçma zevkini tadabiliyorlar, ne de kanat egzersizlerini doğru dürüst yapabiliyorlar. Bu yüzden de birer acemi taklacı kuş gibi sözde uçuyorlar. Sözün kısası, onay verirseniz, kış aylarında, ılık iklime sahip bir sahil kasabasında veya adada yaşamak istiyoruz. Yaz aylarını da, iklimini ve doğasını sizin de çok sevdiğiniz Versay Sarayı’nda geçirebiliriz.” “Yani hep birlikte mi olmak istiyorsunuz gene?” “Evet, ayrılığı hiçbirimiz istemiyoruz.” “Peki, Enderun?...” “Ev eşyalarını, okul malzemelerini ve lâboratuvarları gideceğimiz yere Dev Kuş sayesinde bir-iki günde taşıyabiliriz. Adanın veya kasabanın etrafını da manyetik duvarla çevirirseniz, yırtıcı hayvanlar bize yanaşamaz; ayrıca çocukların kaybolma tehlikesi olmaz, özgürce hareket etme fırsatı bulur ve uçuş yeteneklerini geliştirebilirler. Böylece hem daha ferah bir ortamda yaşarız, hem de yan yana evlerde oturacağımız için birbirimize yine aynı şekilde destek oluruz.” “Üzerinde fazlaca düşünmeden kabul ediyorum. Siz bazı konularda benden daha sağlıklı düşünüyorsunuz. Karar sizin... Ne zaman isterseniz uygulamaya başlayabilirsiniz. Gideceğiniz yeri da seçtiniz mi bari?” “Evet, onu da düşündük: Kuzey yarımkürede kışken, güneyde yaz olduğu için güneydeki Tasmanya adasını seçtik. Bir saat önce Yuki, Büyük Kuş’la oraya götürdü bizi. Yaşanacak nefis bir yere benziyor. Yarın gidip tekrar iyice araştıracağız.”

186


“Peki, bu konuda tüm inisiyatifi sizlere bırakıyorum. Hareketlerinizi bana rapor etmeyi unutmayın ama. Hadi, KKK’nin yeni yaşam biçiminin hayrımıza olması için Yüce Us’a dua edelim.” 2 Ocak 2029 KKK’nin taşınmasına bütün gün yardım ettim. Güneybatı Millî Parkı’ndaki hidroelektrik santralini çalıştırmayı da başardıktan sonra, dinlenmek için evime döndüm. Tasmanya, büyüleyici doğal güzelliği ve yerleşim imkânları ile, KKK’nin bütün ihtiyaçlarının karşılayacak bir adaydı. Trakya Bölgesi kadar toprağının yarısı yağmur ormanları ve koruluklarla kaplıydı. Dağlar arasına gizlenmiş buzul gölleri; nehirleri, şelaleleri ve çok sayıda farklı bitki-hayvan türüyle egzotik ve pitoresk bir yüksek kara parçasıydı. 19’uncu yüzyılda İngilizlerin 13 bin suçluyu hapsettiği, bunlardan 2 bin kadarına mezar olan bir eyalet ülke olduğu için, bir zamanlar özellikle Anglo-Saksonların turist olarak gittiği bir yeryüzü cennetiydi. Wellington tepesini döşeyen ormanla serin okyanus suları arasına kurulmuş Hobart kentindeki birçok antika konak ve lüks otel, herkese uygun standartlarda birer yuva olabilirdi. Tepenin eteği boyunca akan Derwent nehri, bu kente daha büyülü bir atmosfer katıyordu. KKK burayı boşuna seçmemişti: Botanik bahçesi, olimpiyat havuzu, tenis kortları, tiyatrosu, konser salonu ve meyve bahçeleri ile sağlıklı bir yaşam için her gereksinime yanıt verecek bir ada idi. Bu ülke 500 bin insanı barındırmış olduğuna göre; en azından daha 100 yıl boyunca sülâlemize ev sahipliği yapabilirdi. Karina, Cromwell konağına yerleşti hemen. İçindeki her şeyle birlikte tamamen ahşap olan bu binanın arka tarafı, sesi kulağa müzik gibi gelen nehre ve nehir kıyısından itibaren yükselmeye başlayan ormanlık tepeye bakıyordu. Ön ve arka bahçeleri biraz bakım istiyordu ama bina tamamen elden geçtiğinde, Karina’nın zevkine en uygun ev olmaya aday bir yerdi. Kimseye teklif etmeden burayı sahiplenmesi biraz bencil bir davranıştı! Zuki çifti ise –Karina’yı utandırırcasına- herkesin ev seçimi yapmasını bekledikten sonra, daha paylaşımcı ve olgun davranarak kendilerine bırakılan 1845 yılında yapılmış Islington Hotel’e tüm çocuklarıyla birlikte yerleştiler. 2 Ocak 2034

187


Oturmuş, sahile yakın sularda balık avlayan köpek balıklarını izliyor, gelecek plânları yapıyordum. Sessizliği, parmak uçlarında yürüyerek arkama kadar sokulmuş olan K11 bozdu anîden: “Seçkin Peder, ben evlenmekten nefret ediyorum!” Selâmsız sabahsız bu yaklaşım da neyin nesiydi böyle! K11, Karina’nın kopyasıydı. Ona bakınca, Karina’nın 13 yaşındayken mehtap gibi parlayan yüzüne bakıyordum sanki. Zaten fosforlu benginsanlardan biriydi. Fiziksel olarak annesinin genç ikizi olmasına rağmen, ruhî bakımdan aralarında hiç mi hiç benzerlik yoktu. Geçen sene evlenmesi gerekirken, konu her açıldığında, yürüttüğü teoloji projesini bahane ediyor, bir yolunu bulup meseleyi kapatıyordu. “Korkuttun beni! Gel otur yanıma.” Annesinin her hafta saatlerce uğraşıp ördüğü altın rengi, uzun ipek saçlarını kökünden kesmiş, başına uzun siperli bir kep geçirmişti. “Tanrım! N’aptın o güzelim saçlarını öyle!” “Ben güzel görünmek; saçlarımla, fiziğimle beğenilmek istemiyorum!” “Bak şimdi... Bu da nerden çıktı?” “Sizin hep insan sarrafı olduğunuzu söylerdi annem. Anlamış olmanız lâzım!” “Bak hayatım, kuralları bozmadan açık açık anlat bakalım neler olup bittiğini. Haklısın, herkesle teker teker ilgilenecek vaktim olmuyor, ama herkes gelip bana sorunlarını açtığı için ben de içim rahat kendi işlerimle uğraşıyorum.” “Konu bu işte! Ben de kendi işimle uğraşmak istiyorum. Çocuk yapıp tüm zamanımı ona harcamak istemiyorum. Ve size biraz kızıyorum; herkesi bir kuluçka makinesi gibi görüyorsunuz! Ben o makinelerden biri olmak istemiyorum.” “Aa, haksızlık etme şimdi! Kimseyi öyle gördüğüm falan yok. Öyle bir düşüncem de yok zaten. Dünyada sadece bir avuç insanız ve hızla çoğalmamız gerekiyor, anlamıyor musun?” “Anlıyorum, anlıyorum ama siz beni anlamıyorsunuz! Kimse anlamıyor!!! Hiç kimse!...” Birden, kara bulutlar gibi boşalmaya başladı gözleri! Hıçkıra hıçkıra ayağa kalktı, koşarak uzaklaşmak istedi. Heyecanlanınca daha fazla ışıldadığı için neredeyse flüoresan bir ampule dönüşmüştü, kolundan tutup oturttum tekrar. Başını omzuma yasladı, erkeksi Bariton sesiyle böğüre böğüre ağladı uzunca bir müddet. Ensesini okşayarak bekledim boşalıp rahatlasın diye. Körük gibi şişip inen fındık memeli göğsü dikkatimi çekince, bende şimşek çaktı! 20 yıl önceki gerdek gecesinde Vladimir’le yaşadığım sahne

188


geldi gözümün önüne. Yine omuzlarım çöktü, yine kapkara bir sisle buğulandı gözlerim. Anlamış olmalıydım! O kadar çok ipucu vermişti ki... Ya Karina? Allahın her günü onunla beraber olan annesi? Nasıl, nasıl anlamamıştı kızının derdini koskoca kadın? Vücudum duş yapmış gibi baştan ayağa kendi terimle ıslanmıştı. Bu çok özel kızın böylesi bir sorun yaşıyor olması kırmıştı beni. Boz bulanık bir sesle: “Canım doğrul şöyle, al şu mendili bakim. Problemini anladım. Söz veriyorum; seni bu dertten kurtaracağım... Gözümün içine baka baka sorularıma cevap ver şimdi” dedim. Canlanıp doğruldu, yüzünü gözünü sildi, mavi gözlerini gözlerime dikip bekledi kararlı bakışlarla. “Birine âşık mısın?” “Hayır, beni çeken biri yok ki!” “Evlenmek istemeyişinin sebebi bu değil, doğru mu?” “Doğru.” “Bunca yakışıklı oğlandan hiçbirine ilgi duymuyorsun, değil mi? “Duymuyorum.” “Memelerin çok küçük diye senden hoşlanmayacaklarını mı düşünüyorsun?” “Hayır, hepsini kardeşçe seviyorum.” “Kızları?” “Onları da...” “Acayip!... Her ay düzenli kanaman oluyor mu?” “Hayır, hiç olmadı şimdiye kadar.” “Peki, annene neden anlatmadın bunları?” “Üzülmesin istedim. Benim için problem değil ki.” “Bana neden haber vermedin iki yıldır?” “Verdim işte...” “Genlerinde birkaç mutasyon var, farkında mısın?” “Farkındayım... Fabiana Teyze bize her şeyi öğretmişti. Aseksüel olduğumu biliyorum.” “Onları normale döndüreceğim, hiç üzülme sen.” “Hayır, istemiyorum!” “Neden? İnsanın cinselliğini doya doya yaşaması kadar güzel bir şey var mı?” “Ben o işlerle uğraşmak istemiyorum.” “Peki, sadece dinî kitaplarla mı evli kalmak istiyorsun?” “Evet, onu istiyorum sadece. Vladimir Amca’nın gittiği yoldan gitmek, Yüce Us’a ulaşmak istiyorum.”

189


“Nirvana’ya mı?” “Yok, öyle değil... Nirvanacılar Yüce Us’u yanlış anlamışlar. Ben, Samanyolu Yönetim Konseyi’nin tanıdığı Yüce Us’u arıyorum. Yardım ederseniz bulurum da.” “O kadar emin olma... Ben O’nu hâlâ arıyorum.” “Olsun, aramayı bırakalım mı yani?” “Hah hah ha! Güldürdün beni. Hayır, bırakma canım... Aramaya devam et. Daha önemlisi inanmaya devam et. İnanç, görmediğimize inanmaktır. Bunun armağanı da inandığımızı görmektir. Senin beynindeki God Spot ‘Tanrı Bölgesi’ çok iyi çalışıyor anlaşılan. Teoloji eğitimine ve araştırmalarına devam etmelisin. Sen KKK’ye çok lâzımsın. Bunu inanarak söylüyorum, içtenlikle...” “Teşekkür ederim. Beni anladığınız için de ayrıca teşekkür ederim.” “Ama genlerini düzelteceğim. Böyle rahibe gibi yaşamak olmaz.” “Hayır, lütfen! Konuyu size açmaya karar vermemin nedeni bu zaten. Cinsel dürtülerim uyanacak, her ay kanamam başlayacak, çocuk doğuracağım vb.leri. Ben bunlardan uzak durmak, bedenimi ve ruhumu temiz tutmak istiyorum. Siz hiç merak etmeyin. Herkesten daha mutlu olurum böyle.” Biraz sıkıldım: Bu çocukların kişisel problemlerini ana-babaları halledecekken, iş hâlâ bana düşüyordu. Fazla ısrarcı olmaya da gerek yoktu zaten. Bu kızda güneş gibi parlayan bir cevher görünüyordu; etrafı ısıtmasına izin vermeliydim. “Aramıza hoş geldin Rahibe K11.” “Yaşasın!!! Beni anlayacağınızı biliyordum zaten. Teşekkür ederim. Çok teşekkür ederim.” “Tamam hayatım, sevindiğine sevindim. Hadi otur şöyle de sana Yüce Us’u anlatayım biraz.”

YİRMİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 16 Haziran 2039 “Birinci diplomayı ve tapuyu almak üzere, Enderun Üniversitesi Astrofizik Fakültesi Dekanı Profesör Yuki’yi kürsüye davet ediyorum!” diyerek ilk anonsunu yaptı Karina. Yuki o mütevazı mimikleriyle tören kürsüsüne çıktı ve çerçevelenmiş diploması ile Avustralya kıtasının tapusunu Karina’nın elinden aldı.

190


“Sayın Profesör Doktor Seçkin Peder, değerli profesör kardeşlerim, sevgili çocuklarım, Öncelikle bizlere bu imkânları bahşeden Kozmik Kardeşler’in önünde saygıyla eğiliyor, Yüce Us’a şükranlarımı iletiyorum. Ayrıca bana bu unvanı lâyık gördüğünüz için hepinize uzaydaki yıldızların sayısı kadar teşekkür ediyorum. Tam 26 yıl önce, burada, İzmir Hilton’da başlayan yeni dünya düzeni içinde; bizlerin sağlığı, gençliğini koruması, güvenliği, maddî manevî eğitimi ve mutluluğu için gece gündüz durmadan, dinlenmeden çalışmış olan Prof. Seçkin Peder’e her şeyimizi borçlu olduğumuzu burada özellikle belirtmek istiyorum. Ayrıca, Enderun Rektörü Sayın Profesör Karina’ya da, bizlere verdiği sevgi, saygı, eğitim, problem çözme sanatı, organizasyon becerisi ve gösterdiği ideal kardeşlik modeli için gönülden teşekkür ediyorum. 10 yıldır yaşamakta olduğumuz Tasmanya dâhil olmak üzere, Avustralya kıtasının bana tapu edilmiş olması benim için büyük bir onur. Ancak; mülkiyet hakkından ötürü ileriki yüzyıllarda büyük bir ulusa dönüşecek olan KKK’nin bazı arzu edilmeyen sürtüşmelere girmelerini önlemek bakımından, ben bu kıtayı çocuklarım arasında paylaştıracak ve onlara kendi müstakil tapularını vereceğim. Diğer tapuları alacak kardeşlerimin de aynı uygulamayı başlatmalarını öneriyorum ki, her şey şimdiden zapturapta alınmış olsun. Şimdi bu kürsüden, Prof. Seçkin Peder’e seslenerek yeni 2 kural daha koymasını rica ediyorum. Bunlar, şunlar olmalı; <Kural-22: Mirasınızı sağken paylaştırın...> ve <Kural-23: Yaşayın ve yaşatın...> Üçüncü olarak: İzmir’de başlayan, Versay ile Buckingham saraylarında ve Tasmanya Adası’nda devam eden yaşamımızda izlediğimiz ilk rotayı çocuklarımızın ve torunlarımızın görmesi için, bu törenden sonra aynı yolu takip ederek Londra’ya kadar gitmeyi ve ancak ondan sonra yaz aylarını geçirmek üzere Versay’a yerleşmeyi teklif ediyorum. Sevgi ve saygılarımla... Yaşasın Küçük Kozmik Kardeşler!”  “Evet, bu kadar alkış yeter sanıyorum, çok geç olmadan bu töreni bitirmemiz lâzım. İçten söylemleri ve önerileri için Prof. Yuki’ye teşekkür ediyorum. Şimdi kürsüye Prof. Temel’i...” Karina’nın sözünü kestim: “Özür dilerim, ama önce Prof. Yuki’nin önerilerini benimsediğimi ve bu 2 kuralı kabul ettiğimi belirmek istedim. Lütfen devam ediniz.” “Teşekkürler Seçkin Peder. Evet, Prof. Temel’i davet ediyorum.”

191


“Sevgili KKK... Zamandan kazanmak için Prof. Yuki’nin ön hitabını aynen tekrar ettiğimi kabul edin lütfen. Ayrıca, önerilerine de candan katılıyorum. Ben de şu ân tapusunu aldığım Asya kıtasını aynı şekilde parselleyecek ve çocuklarıma dağıtacağım. Ayrıca, Fen Fakültemizin bir haftalık tatilden sonra Versay’da eğitime devam edeceğini bildirmek istiyorum. Teşekkürler, saygılar, sevgiler...” Kürsüye Prof. Mustafa geldi gözleri dolu dolu: “Çok duygulandığım için sizlerle duygularımı paylaştığımı söylemek istiyorum sadece. Tabiî, çocuklarım arasında Afrika’nın bu tapusunu da... Bizim de Tarih ve Sosyal Bilimler Fakültemiz yaz aylarında açık olacak. Rektörümüz Karina’nın tüm günlüklerini, görsel ve işitsel efektli birer tarih kitabına dönüştürecek ve... Eyvah! Deprem oluyor! Herkes araca koşsun! Çocuklar çabuk, araca!!!” Hilton’un en üst katındaydık. Asansör çalışmıyordu. Buraya merdivenle çıkmak zor olacağı için Büyük Kuş’un giriş kapağını Roof Garden’ın bir penceresine dayamış, herkesi bu yolla içeri sokmuştum. Fakat herkesi teker teker pencereden tahliye etmek çok zaman alacak, sarsıntı çok şiddetli olduğu için bina belki de çökecekti. “Olduğunuz yerde durun, şapşalca davranmayın!” diye avazım çıktığı kadar bağırıp curcunada sesimi duyurmaya çalıştım. Düşünce kontrolü ile Büyük Kuş’tan binadaki yer çekimini yok etmesini istedim. Sarsıntı o ânda durdu, bağrışmalar kesildi. Fakat içerideki eşyalar ve insanlar ağırlıklarını kaybettikleri için havada yüzmeye başladılar. Kanatlı çocuklar da içgüdüsel olarak kanat çırpmaya ve camlara doğru fişek gibi uçarak, birbiri ile çarpışmaya başladılar. Herkesi bir yere tutunması için uyardım ve zar zor pencereye kadar suda yüzer gibi gidip aşağıya baktım. Tüm kuşlar havalanmış, İzmir patır patır dökülüyordu yere. Bu deprem bir zamanlar beklenen o büyük deprem olmalıydı. Hilton çökmeyeceği için, ön kapıya yakın bir yerde bekleyen Yuki’nin Dev Kuşu zarar görmeyecek gibi görünüyordu. Çocukları teker teker yakalayıp araca sokmak yarım saatten fazla zamanımızı aldı. Kanatlı çocuklar aşağıya kadar uçmak istediler ama izin vermedim. Şehirden yükselen tozlar araca kadar ulaşıyordu. Yere inince Yuki aracına girdi ve birlikte havalandık. Yavaş bir hızla toz bulutuyla kaplanmış İzmir semalarında birkaç tur attık. Deprem bir dakika kadar sürmüştü, fakat şehrin bir bölümü harabeye dönmüş, tepelerdeki kayalık zemine inşa edilmiş binalardan bile çökenler olmuştu. Nereye gitsek deprem oluyordu sanki? Doğa, insanların verdiği zararları onarmak, kendini yenilemek için gereksinim duyduğu enerjiyi mi üretiyordu ne? “Hedef Girit, tamam.”

192


Karaya ayak basar basmaz araçtan çıktım, ilk iş olarak Prof. Yuki ile Prof. Temel’i tebrik ettim. Bu bilim adamları, kendi içsel cevherlerini daha henüz 26 yaşındayken ortaya çıkarabilmiş, yani gerçek anlamda doğmuşlardı. Onlar 9 yıl önce bitirdikleri çalışmadan sonra, kanatlı bebeklerin rahat uyması için icat ettikleri o yerçekimini sıfırlama teknolojisini yaratmasalardı, hepimiz büyük bir tehlike içinde kalmış olacak, belki de KKK’nin nesli tükenecekti. O ânda 2 kural daha koydum; <Kural24: Başarıyı mutlaka ödüllendirin...> ve <Kural-25: Yaratıcılığınızı besleyip geliştirin...> Tasmanya’da denizle iç içe yaşadıkları için herkes yetenekli birer yüzücü olup çıkmıştı. Üstlerindeki teri, tozu ve heyecanı atmak için hemen yengeçlerin güneşlendiği kumsala koştular. Onlar yüzerken ben de yarım kalan töreni tamamlamayı düşündüm, fakat panik yüzünden tüm diplomalar Hilton’da kalmıştı. Bir çırpıda gidip hepsini getirdim ve töreni yeniden başlattım: “Çocuklarım, bugün oluşan 2 kuraldan başka 1 kural daha koyma ihtiyacı hissettirdiniz bana; <Kural-26: Tehlikedeyken sakin olun, paniğe kapılmayın...> Bu kuralları da tabletlere yazıp saraydaki Anıt Ağaç’a asmalısınız.” Bu kuralın ilhamını tam zamanında almıştım. Zira çocukların korku bellekleri giderek genişliyordu. “Gelelim depremden önceki törenimize... Enteraktif Eğitim Profesörü Karina’nın diplomasını ben takdim etmek istiyorum.” Karina diplomasını elimden almayı unutup herkesin önünde önce terli boynuma sarıldı, sonra kupkuru dudaklarımı doya doya öpüp ıslattı. Diplomasını alınca kısa bir konuşma yaptı: “Bu unvanı alan ilk kadın olduğum için çok mutluyum. Ancak, asıl mutluluğum; Güzel Sanatlar Akademisi doçenti Peggy ve Konservatuvar hocamız Riyana ile Doktor Zizi ve Doktor Fabiana’nın profesör olduğu gün başlayacaktır. Hepinize çok teşekkür ederim. Ee! Benim tapum nerede?” Son cümlesi bir espriydi ama aklından neler geçtiğini anlamıştım. Dört kıtanın tapusu, profesörlüğe yükselen dört erkeğe ödül olarak verilmişti herkesin rızasıyla. Kuzey ve Güney Amerika ise benim tasarrufuma bırakılmıştı isteğim üzerine. Karina, New York’ta bir şeyler olup biteceğini sezinlediği için, aslında Amerika’nın tapusuna göz dikmişti, ama... Sıra Lenny’ye gelmişti, fakat tarafgir davranmak pahasına Karina’yı mutlu edecek bir-iki söz söylemek istedim: “Sen zaten Danimarka Kraliçesi değil misin? Tapusunu da daha önce almıştın. Gerçi bütün Avrupa’nın tapusunu Lenny aldı ama, belki sana bir ayrıcalık tanır, Danimarka’yı geri almaz. Ayrıca, Kuzey ve Güney Kutupları henüz kimseye ait değil, bence sana verilmeli. Ne diyorsunuz çocuklar?”

193


“Eveet, verelim, verelim, verelim!” diye tempo tuttular. “Bakınız bir kural daha çıktı ortaya; <Kural-27: Her zaman, herkese karşı adil olun...> Unutmayın, kötü olmak kolay, iyi olmak çok zordur; hakperest olmayan ise kolayca kötü olur!” Cebimden bir parça boş kâğıt çıkarıp Karina’ya uzattım: “Bu sembolik tapuyu lütfen kabul eder misiniz sayın profesör?” dedim. Bu küçücük jestin onu ne kadar derinden etkilediği ışıldayan gözlerinden belli oldu. “Ve şimdi son diplomayı almak üzere Doğayı Koruma-Düzenleme Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Lenny’yi çağırıyorum.” Lenny de kısa bir konuşma yapıp teşekkür etti. Akşam olmadan rotamızı izlemeye koyulduk o burcu burcu bahar kokan adadan ayrılarak. 1 Ocak 2040 Akıllı, zeki, eğitimli, yetenekli, yüksek farkındalık sahibi ve sevgi dolu bireylerden oluşmuş; 74 nüfuslu, imrenilecek bir aileye sahiptim. Karina’yla birkaç küçük meselem vardı ama üzerinde fazla düşünmeye değmezdi. Yuki-Temel ikilisinin geliştirdiği mikroçipleri deri altına yerleştirmekle, aile bireylerinin ve özellikle uçan çocukların nerede olduklarını gelen sinyallerle saptayabilme imkânına kavuşmuştuk. Genetik kodları değiştirmeyi ve canlı organizmalarda istediğimiz değişiklikleri yapmayı, artık sıradan bir iş kadar kolayca başarıyorduk. Geçen ay kendim de dâhil, beyaz tenli herkese enjekte ettiğim genovirüs vazifesini yapmış, hepimizin rengi açık kahverengi olmaya başlamıştı. Böylece güneşin zararlı ışınlarından daha fazla korunacaktık ve en önemlisi; gelecekte renk ırkçılığı olmayacaktı. Ancak, aklımdaki projeler bunlarla yetinmemi engelliyordu: Evrim sürecinde genlerimize kodlanmış ve hayatî önemi olan yetenek şifrelerinin tümü doğumdan önce açılmıyordu. Bazıları doğumdan sonraki yıllarda çalışmaya başlıyor, bazıları ise hiç açılmıyordu. Oysa açılmayan o genetik şifrelerde çok değerli kabiliyet kodları ve beyinsel fonksiyon şifreleri de vardı. Çocukların birkaçında tamamen açılmamış olan bu şifrelerin açılması demek; herkesin bilinen bütün yeteneklere kavuşması ve zekâ düzeylerinin en üst basamağa çıkması demekti. Açılmayan şifreleri açma tekniğini geliştirmiştim. Bunu tatbik etmek, bireysel eşitsizliklerin yok olması anlamına gelecek, hiç kimse bir diğerinden fiziksel ve beyinsel olarak üstün olduğunu söyleyemeyecekti. Başarılı ve başarısız insan arasındaki fark, sadece az çalışanı çok çalışandan ayıracaktı.

194


Bugün, o işi bitirme günüydü. Buna hepimiz fiziksel ve psikolojik olarak hazırlanmış, çıkacak olası sorunlara karşı önlemleri almıştık. Akşam güneşinin ufku kızıla boyadığı vakitlerde Dr. Zizi bana en son aşıyı yapmak üzereydi. Dr. Fabiana ile hararetli bir konuşma geçiyordu aralarında. Yanlarına gidip sordum: “Ne var, neyi tartışıyorsunuz?” “Önemli bir şey değil... Sadece bebeklerin ateşi yükseldi iki derece” dedi Zizi. “Bunu tahmin etmiştik zaten. Renk değiştiren aşıda da aynı şey olmamış mıydı? Vücudun reaksiyon vermesi normal değil mi?” “O normal tabiî...” deyip biraz durakladı Fabiana, “Fakat yüzleri ve karın bölgeleri kızıl kızıl alerji dökmüş.” “O da anormal değil, merak etmeyin. Bu aşı sizin bildiğiniz tüm aşılardan çok farklı. Hadi benimkini de yapın artık, hepimiz çok yorulduk, gidip biraz dinlenelim. Alerji için akşama bir şeyler düşünürüz.” Bir hafta sonra... Her şey yolunda gidiyor: Zekâ genovirüsleri, hücrelerimize günden güne daha fazla nüfûz ediyor, endişesini duyduğum yan etkiler ortaya çıkmıyor. Yakında ortalık bayağı şenlenecek gibi... İki ay sonra... Aşı, fonksiyonlarını evvelâ küçük çocuklarda göstermeye başladı: Yedi yaşındaki E22 ile altı yaşındaki K24’te, müzikal ve artistik zekâ genleri açılma sinyalleri gösterdi; biri kardeşlerinin portrelerini yaparken, diğeri piyanonun başından kalmak nedir bilmiyor; sonra viyolonseli kapıyor diğeri, öteki sahil şeridinin panoramik resmini çiziyor. Herkesin öğrenme hızında gözle görülür bir artış var.

16 Haziran 2040

Sevgili evlâtlarım, Bugün, müdahalenin yirmi yedinci yıldönümünde, sizlerle birlikte olamayacağım için üzgünüm. Prof. Karina’nın da beni affetmesini diliyorum.

195


Son 5 ay içinde KKK sülâlesi öylesine olağanüstü bir kültürel evrim, öylesine bir pozitif mutasyon yaşadı ki; hiperaktiviteniz, her taraftan yükselen enstrüman sesleri, odalarda leş gibi kokan tiner ve boya, yüzlerce keşfi hayata geçirme isteğiniz, bilgisayarların gürültüsü, durmadan telefonumu çaldırmanız ve bana çalışacak vakit bırakmamanız yüzünden son günlerde yaşadığım stresin, eminim hepiniz farkındasınızdır. Benim de beynim giderek daha fazla açılıyor, şimdiden yepyeni keşiflerim var. Ve ben tek başına çalışmayı seven, gürültü patırtıdan, hengâmeden hep kaçmış biriyim. Fakat sizler sürekli bir ortak yaşam sürdüğünüzden, iç içe olmaktan son derece mutlu oluyorsunuz. Bundan ötürü gelecek hazirana kadar sizden ayrı kalma kararı aldım. Kendime bir yıllık bir zamanı ayırıp, kendi sakin ortamımda ben de sevdiğim işlerle uğraşmak, içimdeki arkadaşımla konuşmak ve ileride sizlere daha fazla yardımcı olacak projeler geliştirmek istiyorum. Bu ayrılık kolay olmayacak, ama buna da alışmamız lâzım; çünkü KKK zaten birlikte yaşayamayacak kadar genişlemiş olacak 20-30 yıl sonra. Bu ayrılığın bir faydası daha var: Şimdiye dek kendi inisiyatifinizi kullanma şansınız pek olmadı, kararlarınızı bana onaylatmak zorunda kaldınız. Kendi kervanınızı kendiniz yürütebilmek için, sağlam birer özgüven geliştirmeniz gerekiyor. Size bu olanağı tanımak istedim. Lütfen beni aramayın. Ben sizi haberiniz olmasa bile sık sık kontrol edeceğim. Enderun’daki eğitimi, çocukların dehalarına yanıt verecek biçimde yeni baştan düzenleyin. Kurallarımıza mutlaka uyun, uymayanları cezalandırın. Aksi hâlde otoriteniz yıkılır ve onca dâhi çocuğu zaptedemezsiniz. Çok dikkatli olun. Yüce Us hepinizi korusun. Sizi çok seven Seçkin Pederiniz.  Şafak sökmek üzereydi. Mektubu Karina’nın başucuna bırakıp parmak uçlarıma basa basa evden ayrıldım. Bunca deha ile uğraşmaya; onların bitmez tükenmez akıl oyunlarını oynamaya; sekiz ata bir imrahor durumuna düşen kendi deham yetmiyordu artık. O kadar stres yetmişti. Uff be! Dünya varmış!... Tam aracın kapısını açacakken kulağıma bir ayak sesi geldi uzaktan. Dönüp baktım, gelen Rahibe K11’di. Tüh! Kötü yakalandım demeye kalmadan:

196


“Seçkin Peder! Biraz bekler misiniz?” diye avaz avaz bağırmaya başladı sabahın sessizliğinde. Elimle sus işareti yapıp bekledim. “Sen niye bu kadar erken uyandın öyle?” dedim. “Ben her sabah bu saatlerde kalkıyorum. Okumak, düşünmek ve ibadet etmek için en uygun vakit... Baksanıza çıt yok...” “Güzel... Sen düşünüp taşınmaya devam et, benim hemen gitmem gerekiyor. Gel seni öpeyim.” “Sizden bir ricam var.” “Dinle, benim bi...” “Lütfen siz beni dinleyin, n’olur!” “Pekii! Pekii! Senin nazına dayanmaya imkân yok, et ricanı bakalım, ama çabuk olsun.” “Yuki Amca’dan ve arşivlerden makroevrenle ilgili çok şey öğrendim. Yüce Us hakkında o kadar hipotez ürettim ki, şaşarsınız. Fakat mikroevren hakkında yeterince bilgim yok. Sizden, bana DNA’yı ve hücre çekirdeğindeki sırları öğretmenizi istiyorum. Sonunda, Konsey ve Yüce Us hakkında birçok bilmediğimiz şeyi ortaya çıkarabilirim belki.” “Ama yavrum benim buralarda sana ayıracak o kadar zamanım yok ki.” “Beni Genom Kampüsü’ne götürün lütfen. Orda yatar orda kalkar, size hiç yük olmam. Hatta her işinizi yaparım. Lütfen, çok rica ediyorum!” “Yani annenden, kardeşlerinden, KKK’den ayrılmaya dayanabilirim diyorsun, öyle mi?” “Elbette! Ben zaten burda da yalnızlığı seviyorum.” “Cambridge’li Genetik Mühendis Rahibe K11... Güzel bir isim. Kabul!” “Yaşasın! Sağ olun Seçkin Peder! Laptopumu, telefonumu alıp hemen dönerim.” “Annene de kısa bir not bırak bari. Elini çabuk tut ama, geç kaldım!”  Cambridge’deki eve uğrayıp yiyecek içecek depoladıktan sonra Kampüs’e gittik. K11’e bilgisayarlardaki verilere nasıl ulaşacağını gösterdim alelâcele. Aletlerimi kurcalamamasını iyice tembih ettikten sonra tekrar havalandım. BK nereye gideceğimi biliyordu. New York’taki müzenin önüne indim. Biyo-manyetik tabancamı, yanımda getirdiğim genovirüs tüplerini ve halatı alıp binaya girdim. Etraf nemli bir odada saklanmış kitapların küf kokusu ile doluydu. Kelly gözleri hâlâ fal taşı gibi açık, sanki gelişimi bekliyordu üç buçuk yıldan beri. Önce manyetizmayı çözdüm, ardından bağırmasına fırsat vermeden bayılttım. Zekâsını açacak aşıyı enjekte ettikten sonra, kollarını ve bacaklarını halatla birbirine sımsıkı bağladım. Sonra dört veledine de aynı şeyi yapıp dışarı çıktım.

197


Niyetim Kelly’yi normale döndürmekti. Burada birkaç ay kalacak, aşının sonuçlarını gözleyecek ve beyinsel fonksiyonları açılmaya başlarken, unuttuğu 15 dili anımsayıp kouşması için dua edecektim. Beynimin karanlık köşelerinde hınzırca niyetlerim de vardı, ama onları uygulamak için öncelikle Kelly’nin dil problemini çözmüş olmam gerekiyordu. Araca yüklediğim bir çuval bengistaneyi ve bengisüt dolu kapları mutfağa taşıdım. Sonra yanımda getirdiğim buzdolabını yerçekimsiz alan içinde havada yüzdürerek mutfağa yerleştirdim ve SKÇ-pille çalıştırdım. Temiz su getirmeyi unutmuştum. Bir çırpıda Kuzey Kutbu’na uçarak, birkaç çuval buz kesmiş kar tabakası getirdim, eritip kaplara doldurdum. Müzeli Sınıf uyandığında, beni kendilerini kayıran biri olarak görmeleri için, Salihli’den çekirdeksiz üzüm, Granada taraflarından karpuz kavun, Kaliforniya’dan kovalar dolusu kiraz topladım saatlerce. Yemek masasını hazırladığımda karanlık çökmek üzereydi. Ne Kelly, ne de Rajat elektrik üretmeyi becerebilmişti. Bir nefeste gidip büyükçe bir bengipil getirdim ve santral olarak kullanıp müzenin hâlâ çalışmakta olan devrelerine elektrik verdim. Her yer aydınlanınca, önce Kelly’yi, ardından çocukları birer birer sandalyelere bağladım, getirip yemek masasına dizdim. Tıraşımı oldum, narçiçeği ehramıma büründüm, sandalyeme kuruldum. Bu yabanıl insanları uyandırma vakti gelmişti artık.  Kelly gözlerini açar açmaz etrafına mahmur mahmur bakındı. Beni görünce yüzünde hafifçe korku belirdi, ama bu kez bağırmadı. Çocukların da bağlı olduğunu görünce yerinden kalkmak istedi, başaramadı. Masadan bir salkım çekirdeksiz üzüm alıp ağzına uzattım ve kopar işareti yaptım. İstemedi. Çocuklara uzattım... Almadılar. Kelly yüksek sesle bir şeyler söyledi çocuklara. Kızlar başını salladı, oğlanlar dikkatlice yüzüme baktı. İkiz kızlar 13 yaşında, ikiz oğlanlar 11 yaşında olmalıydılar. Aslında onları dondurmasaydım, şimdi 3-4 yıl daha yaşlanmış olacaklardı. “Benim konuştuğum dili anlıyor musunuz?” diye yumuşak bir sesle sordum. “Mana hi mam” gibisinden bir cümle çıktı Kelly’nin kuru dudakları arasından. Sesi yine yüksek tonluydu. Bu kızın konuşması böyle, bana bağırmıyor galiba, dedim. Söylediği cümleyi aynen tekrar etmeye çalıştım iki kez. Birlikte kıs kıs gülüştüler. Yüzlerindeki gülümseme hemen kaybolup endişe ifadesine dönüşmedi. Bu iyi bir başlangıç olmuş, zararsız biri olduğumu galiba anlamışlardı. Ağızlarına tatlı birer kiraz verdim. Kabul edip çiğnediler ve çekirdeği ile birlikte yuttular. Birer tane de çekirdeksiz kiraz verdim. Peşi sıra, tane tane üzümleri... Kavunlardan birini de dilimleyip susuzluklarını iyice giderdim.

198


Kızlardan mavi bluzlu olana Tanya adını taktım ve defalarca tekrar ettirip ismini ezberlettim. Diğeri Suzan oldu. Oğlanlardan biri diğerinden daha etine dolgundu. Ona Nejat adını verdim, diğeri biraz daha babası kılıklı olduğu için Rajat oldu. Kelly, Rajat sözcüğünü duyunca sanki bir şeyler hatırlamış gibi gözlerini kıstı hafifçe. Bu da iyiye işaretti. Belki de belleği tamamen silinmemişti. Ayağa kalkıp üstümdeki ehramı çıkardım, altında onlara zarar verecek bir şey olmadığını anlamalarını istedim. Birkaç kez oraya buraya tepinerek, sözümona Kızılderili dansı yapıp tekrar gülmelerini sağladım. Bana ısındıklarına kanaat getirince, birer bengistane yedirdim ve masamdaki tabancayla hepsini oldukları yerde tekrar bayılttım. Yarın aynı şeyleri tekrarlayarak -bana saldırmayacaklarına inandığım ana kadar- onları bu durumda yaşatmak aklıma gelen en iyi yöntemdi. Elime bir salkım üzüm alıp Londra’ya uçtum. Saray’daki serum malzemelerini yüklenerek Genom Merkezi’ne gittim. Kelly için vitamin ve büyüme hormonu toplayıp müzeye getirdim. Onlar baygın uyurken, bileklerine birer serum geçirdim. Yarın akşama kadar yiyeceksiz idare edebilirlerdi artık. Müzeli çocukların sorup sorgulayan, mantıklı düşünen ve kendi başlarına karar veren insanlar olmasını istemiyordum. Onları, KKK üzerinde uygulayamadığım bazı riskli yöntemleri denemek için kullanmayı tasarlamıştım. Yetenek genlerini açan genovirüsleri, bu kez ters yüz edip, mantıksal işlevleri minimuma indiren ve sadece hayatta kalmayı becerebilecek düşünceler üretmeye izin veren birer virüse dönüştürmek için Cambridge’e geri döndüm. K11 büyük bir şevkle dosyaları inceliyordu. “Bana bir saç telini ver bakim.” “Aa!... Anladım; gen haritamı çıkaracaksınız.” “Evet, doğru. Çok zeki olduğunu ima etmene gerek yok ama. Birazdan derecesini görürüz birlikte.” Birkaç saat kadar birlikte çalışarak genetik şifrelerinden bazılarını çözümledik K11’in. Bu kız gerçekten de müthiş bir zekâya ve belleğe sahipti. Onun bu özelliğinden ve araştırma aşkından çok istifade edebilirdim. Hem de çalışırken duymaya başladığım yalnızlığı gidermek için can yoldaşım olurdu. Üstelik ona bakmak -bir zamanlar âşık olduğum annesinin masum yüzünü görür gibi olduğum için- bende hoş duygular uyandırıyordu. 1 Temmuz 2040 Kelly’nin bana birden bire ısınmış görünmesi ve İngilizce “iyi akşamlar” demeye başlaması, hafızasını yavaş yavaş kazanmaya başladığını

199


gösteriyordu. Müzenin çevresindeki SKÇ zırhını genişlettiğim için dışarıda istedikleri gibi hareket ediyorlar, bunun devamı gelsin diye eve geldiğimde beni güleç bir yüzle karşılıyorlardı artık. 22 Temmuz 2040 Bursa’nın Mustafakemalpaşa ilçesindeki yıpranmış şeftali bahçelerinden topladığım bir sepet sulu şeftaliyle içeri girdiğim ânda, kulağıma Kelly’nin anlaşılır nağmelerle söylediği şarkı geldi. Sepeti yere bırakıp derin bir oh çektim. Hafızası nihayet şarkı sözlerini ve melodilerini hatırlayacak kadar yerine gelmiş, günlük konuşmalarımız giderek daha anlamlı, daha anlaşılır olmaya başlamıştı. Fakat iki sorun vardı: Kelly, KK’nin enjekte ettiği diğer 14 dili galiba tamamen kaybetmiş, sadece ana dili olan İngilizce’yi ve kendi yarattıkları Tarzanca dilini çat-çut konuşabiliyordu; çocuklar da o ilkel seslerden oluşan dil dışında başka bir dil kullanamıyorlardı. Tek tesellim; dil yeteneklerinin açılmasından sonra İngilizce’yi bir-iki ay içinde kolayca sökmelerini ummaktı. KKK ile henüz iletişim kurmadım. Tuhaf!... Ne yaptıklarını merak bile etmiyordum! Bir hafta sonra... “Tünaydın Kelly.” “İyi akşamlar Seçkin Peder.” “İyi akşamlar değil, tünaydın. Daha hava kararmadı ki...” “Ah evet, yine karıştırdım. Tünaydın.” “Çocuklar nerde?” “Antropoloji bölümündeki hayvan iskeletleri isimlerinin nasıl okunacağını öğrettim onlara, hâlâ çalışıyorlar.” “Şekerim, Lâtince yerine bizim dilimizi öğrenmeleri daha iyi olmaz mı? Bilgisayarı, CD’leri, videoları neden kullanmıyorsun?” “Çalıştıramadım...” “Bi bakim.” Çocuklar duvardaki prizin düğmesini kapamışlardı. Bilgisayarları açtıktan sonra gidip çocukları çağırdım, dersimize devam ettik. Onlara istediğim şeyleri yaptırmaya yetecek kadar İngilizce öğretmek istiyordum. 29 Eylül 2040 “Çocuklar, bugün sizi nereye götüreyim istersiniz?” “Kuzenlerimize, teyzelerimize!” dediler bir ağızdan.

200


“Her zaman aynı şeyleri söylüyorsunuz. İngilizce’yi çok iyi öğrenmeden onlarla tanışmanızı istemiyorum. Bu, çarpık-çurpuk lisanla olmaz! “Ama öğrendik...” dedi Tanya. “Hayır, en az 50 bin kelime öğrenmeden ve hepsini kullanmadan olmaz. Sizin yaşınızdaki kuzenleriniz kaç bin kelime biliyorlar, biliyor musunuz? Şu ânda belki yüz bini geçmiştir. Üstelik Japonca da biliyorlar. En iyisi, sizi Londra’ya götüreyim. Kuzenlerinizin yaşamış olduğu sarayı görün.” “Yaşasın!... Teşekkürler Seçkin Peder.” Bu zombilerin 50 bin kelime öğrenecek kapasiteleri asla olmayacak! Neyse ki, farkında değiller... Saat 16.00 “Eveet... İşte gördünüz her tarafı. Kuzenleriniz burada doğdular, burada büyüdüler. Bu sarayda olağanüstü günlerimiz geçti; çok şey yaptık, çok iş başardık. Aklıma geldi de... Bu gece burada kalalım mı?” Bu teklife en çok Kelly’nin sevindiği, attığı çığlıkla çocukları cesaretlendirmesinden belli oldu. Son günlerde kucağıma sığışamıyor, elimi bir ân bile bırakmıyordu. Kamçılanmış cinsel güdüleri ve benimle birlikte olma ihtirası yüzünden yanıp kavrulduğu, gün gibi aşikârdı. Âşığımı koynuma almak, ateşini söndürmek vaktinin geldiği geceydi, bu gece. Neredeen nereye? diye dayanamayıp söylendim kendi kendime. Düşmanlık birkaç ay içinde aşka dönüşmüş; Peder ile Kelly’nin etik direnci, şehvet rüzgârına karşı koyamayacak kadar zayıflamıştı. Ona âşık değildim ama günbegün daha güzel, daha çekici görünüyordu gözüme. Onunla, Karina’yla paylaştığımız yatakta sevişmek de utanılacak bir eylem gibi gelmiyordu bana. Kelly elimden tutmuş, kendini armağan olarak kollarıma bırakmaya hazır; gözlerimin içine “al beni” der gibi anlamlı anlamlı bakıyordu zaten. Cinsiyet genleri sağlıklı hiçbir erkeğin iradesi bu davete hayır diyecek donanıma sahip olmamıştı şimdiye kadar. Ben de onlardan biriydim hâlâ... Üstelik gözden çıkardığım bu kızı, insanlığın geleceği uğruna kullanma plânım iş başındaydı. 30 Eylül 2040 “Sevgilim, çocuklar uyanmış galiba, akşamleyin devam ederiz, hadi giyinip çıkalım hemen.” “Kelly, tekrar sevişmek istiyorum. Belki gebe kalırsın canım, kötü mü?” “Bana dün gece bir çift kanatlı tüp bebek yapacağını söylemiştin hani?”

201


“Öyle ateşli sevişiyorsun ki, ne dediğim umurumda değil.” Çocukların, yatak odalarında bizi aradıkları, vurulan kapıların koridorda yankılanan gürültüsünden belli oluyordu. Hevesimiz kursağımızda kaldı. Duş ve kahvaltıdan sonra, zekâları giderek gerileyen çocukları bahçedeki Anıt Ağaç’a götürdüm. Kuralları okuyup ezberlemelerini istediğim ânda, Kelly gizli gizli gözlerime baktı. Kural 8’e karşı geldiğimi, kendi kuralımı kendimin ihlâl ettiğini ima eden, küçültücü bir bakıştı bu. Çocuklara çaktırmadan, dudak işaretiyle sus dedim. Dedim ama, içime de ağır bir suçluluk duygusu çöktü kaldı! Başımı önüme eğip derin bir düşünceye daldım. Müzeli Sınıf’ın kurallara uyması veya uymaması, neden ırgalıyordu beni? Onlarla birlikteyken benim kuralsız yaşamam KKK’ye bir zararı vermeyecekti ki. İçimdeki hayvanî güdülere ket vurmadan, biraz da orman kanunlarıyla yaşamanın zevkini çıkararak insanlığın yararı için plânladığım deneyleri yürütürken; çekince, suçluluk vesaire duymaya ne gerek vardı? Kozmik Kardeşler insansoyunun negatif evrimi yüzünden 6,5 milyar insanı feda etmişlerdi. Benim 5 kişiyi gözden çıkarmamda, onları pozitif evrim uğruna kullanmamda suçluluk duyacak ne vardı ki... Pekâlâ... Ya ikiyüzlülük? Ya kendine olan saygın? Taktığın maske hastalıklı kalbini nasıl tedavi edecek? Ya ömür boyu kirlenmemesi için onun barındığı bedeni, yüreği, beyni, düşünceleri tertemiz tuttuğun ruhun? Geçici olsa bile, edep prensip nedir bilmeden ahlâksızca yaşamak, onu rahatsız etmeyecek miydi? Üstüne bulaştırdığın çamurun lekesi çıkacak mıydı? Mantık, zekâ, deha; taparcasına güvendiğin bunlardı, değil mi! Akıl oyunları ile mutlak doğruları bulabileceğine, zekâ sayesinde her şeyin üstesinden geleceğine iman ediyorsun, öyle mi? Senden önce nice dehalar geldi geçti bu dünyadan... İşte kullandığın bilim, işte teknoloji, hepsi onların eseri değil mi? Ama sonuç?... Zekânın yarattığı dünya düzeni ne hâldeydi, unuttun mu? Şimdi hepsi sefilce, kıyameti kopacak bir gezegende biraz daha yaşamaya çalışıyorlar sadece. O dehalar hesaplarını işte böyle veriyorlar! Ya sen? 73 yıl sonra Kozmik Kardeşler’e, daha önemlisi, Yüce Us’a hangi hesabı vereceksin! Kusura bakma, tutkularımın esiri oldum mu diyeceksin? Kirli ruhun, O’nun huzuruna alınacak mı acaba? Sen müdahaleden önce ruhunun da sesini dinlerdin. Onun mizacına uygun yaşardın. İlhamlar alırdın, mutlu olur, mutlu ederdin insanları. Şimdi tek dinlediğin şey, o sence “yenilmez” aklın oldu çıktı! Dinlesene, baksana, incinen ruhun sana ne diyor işitsene! Onun mutsuzluğu tüm dünyaya yayılacak, KKK’yi de perişan edecek, bunu görsene! Kim bilir? Belki akıl

202


gözüyle baka baka, kalp gözüyle, ruh gözüyle bakmayı da unutmuşsundur sen... Seçkin Peder... Hıh Seçkin Pedermiş! Silkin ve kendine dön çocuğum! Aklın ve şehvetin heveslerini tatmin etmeyi bırak da, önce ruhunla aklını barıştır sen. “N’oldu? Yanlış bir şey mi yaptım, yüzün neden asıldı öyle birdenbire?” sorusuyla dağıttı düşüncelerimi Kelly. “Hayır canım, sen değil, ben yanlış yaptım...” “N’aptın ki?” “Neyse... Boş ver. Burada bekleyin biraz, hemen dönerim.” Sınıflardan birine çıkıp bir parça karton buldum. Üzerine <Kural-28: Sürekli özeleştiri yapın...> cümlesini yazdım, getirip Anıt Ağaç’a astım. “Özeleştiri ne demek?” diye sordu Nejat. “Kendi kendini sorgulamak... Kabahati, hatayı önce kendinde aramak... Kimseye bir şeyler batırmadan önce kendine iğnelemek... Başkalarının seni eleştirmesini beklemeden, kendi kendini eleştirmek. Erdemli insan olabilmenin şartlarından biri...” cümleleri geldi aklıma sadece. O ânı, çocuklarını eğitme fırsatı bilen Kelly sordu: “Özeleştiri nasıl yapılır?” “Biliyorsundur mutlaka, sen söylesene...” “Hımm, dur bakayım... Meselâ, özeleştiri yapmam sayesinde çocukların babasını öldürmeni affettim. Çünkü önce biz seni öldürmeye çalıştık tanımadığımız için. Biz o şekilde davranarak sana karşı düşmanlık etmeseydik sen Rajat’ı öldürmezdin ki...” “Teşekkürler, bu çok güzel itiraf ve örnek için. Demek ki özeleştiri aynı zamanda affedicilik ve barışseverlik duygularını da doğurabiliyor. Hatta insanların birbirlerini kırmasını, incitmesini engellediği için, savaşmalarını bile önleyebilir. Bir de tolerans gerekli...” “O nedir?” dedi Suzan. Kafamda ânî bir şimşek çaktı. Koşup bir parça karton daha getirdim, havuzun kenarına çömelip, üzerine <Kural-29: Tolerans gösterin, hoşgörülü olun...> cümlesini yazdım. “Gördün mü Suzan? Sorduğun soru sayesinde bir kuralımız daha oldu. Teşekkür ederim. Tolerans nedir?... Tolerans; insanları olduğu gibi kabullenmek ve onların hatalarına, yanlışlıklarına, çirkin hareketlerine katlanabilmek demektir. Böyle düşünüp davrandığınız zaman demokrat bir insan olur; huysuz, despot, tahammülsüz biri olmazsınız. Yalnız, hoşgörü ile toleransı karıştırmayın. Hoş görmek affediciliğe girer; tolerans ise, affetmeseniz bile kişiye katlanmaya... Tamam mı?” “Tamam.”

203


“Şimdi size önemli bir şey daha söyleyeceğim, bakalım sevinecek misiniz: Dördünüz de ergenlik dönemine çoktan girmişsiniz, dolayısıyla evlenip çocuk yapma çağınız gelmiş. Bugün evlenmenizi istiyorum. Çünkü anneniz ve ben evlendik dün gece! Sıra sizde...” Herkes dut yemiş bülbül gibi suskun, kaskatı kesilip kaldı. Tek kelime dahi etmeden, birinin bir şeyler söylemesini bekledim bir müddet. Suskunluğu Kelly dağıttı: “Kiminle evlenecekler? Kanatlı kuzenleriyle mi?” “Hayır hayır, bugün dedim, yani şimdi!” “Aa, kardeş kardeşe ha? Ayol, olur mu öyle şey?” “Neden olmasın... Habil ile Kabil’in hikâyesinde olduğu gibi, babaları kızlarını oğlanlarıyla evlendirmek istemedi mi?” “Ama o zaman evlenecekleri başka kimse yoktu ki!...” “Şimdi de yok. Siz KKK’den ayrı bir ailesiniz. Onlarla evlenemez çocuklar. Genetik sakıncalarını ve diğer sebeplerini sonra izah ederim. Fakat en başta mutlu olamazlar. KKK’nin gençleri çok iyi eğitilmiş ve zevkleriyle beklentileri sizinkilerden farklı olan çocuklar. Onlar, bu gençleri beğenmez, hor görürler. Olmaz yani...” “Onlara sordun mu? Belki isterler.” “Yahu, sormama gerek yok, ben onların düşüncelerini okuyorum, ne istediklerini onlardan daha iyi biliyorum.” “Hayır, buna razı olamam! Bunlar kardeş olarak büyüdüler. Birbirlerine karşı cinsel istekleri olamaz ki.” “Olur olur, ben onun hâlçaresini biliyorum, merak etme sen. Hem sen niye onlara sormuyorsun?” “Ben de onları biliyorum, istemezler... İstiyor musunuz çocuklar?” “Hayır!” diye bağırmaları, hevesimin kursağımda kalacağını kanıtlamaya yetti de arttı bile. “Bakın, eğer evlenmezseniz nesliniz tükenir gider. Üstelik dünyanın en güzel zevklerinden birini tadamadan göçüp gidersiniz.” “Neslimiz tükenmez, senden çocuğum olacak ya.” “Bunlar evlenmezse, çocuk-mocuk yok! Anladın mı?” “Bizi şantajla yola getireceğini sanıyorsan eğer... Aldanıyorsun Peder! İstemiyorum çocuğunu, tamam mı! Hani nerde kaldı tolerans?” Bu vahşî kızın dört ay önceki hâline dönmüş olması, onca emeğimin boşa gitmesi beni iyice öfkelendirdi. “Duygular tepedeyken radikal kararlar alma” prensibini hatırlamasaydım, yere serecektim küstah kadını! Bunları adam etmek, deveye hendek atlatmaktan daha zordu!

204


Anî bir içtepi ile SKÇ-tabancamı çekip hepsini dondurdum oldukları yerde. Hırsımdan kudurmamak için BK’ye atladım, nereye gideceğimi bilemeden havalandım. 10 Ekim 2040 Müzeliler dokuz gündür baygın vaziyette serumla beslenerek yaşıyorlar sarayın revirinde. Projem yürüyor: Geçen hafta Ankara’daki Anıt Kabir’e gittim, Atatürk’ün iskeletinden dişlerini çıkardım. Ardından Einstein’ın beyninin saklandığı organ müzesine gidip beyninden bir parça aldım. Sonra Manchester Üniversitesi’ndeki mumya dokusu kasasındaki bir Firavun mumyasından alınmış dokuları toparlayıp lâboratuvara döndüm. Bütün örneklerin kurumuş ama bozulmamış kromozomlarını çıkardım. Kopyasını doğurması için, Kelly’nin yumurtalarından birine Firavunun genetik materyalini yerleştirip tüpte bölünmesini sağladıktan sonra rahmine yerleştirdim. Tanya’nınkine Einstein’ın kromozomlarını, Suzan’ınkine Atatürk’ünkünü plante ettim. Aslında hıncımı almak için bunlara kobra yılanları doğurtsaydım daha iyi olacaktı!... Hamilelikleri ilerleyinceye kadar onları burada ev hapsinde tutmak ve besleyip büyütmek zorundayım. Yarın Nejat ve Rajat’ı geri götürüp New York’a bırakacağım. 1 Kasım 2040 Tasmanya’ya, KKK’yi görmeye gitmek için sabırsızlanıyordum. Fakat Karina’nın yüzüne bakmaya cür’etim yoktu. Üstelik yaptıklarımı anlatamazdım kimseye. Beni aramamalarını istemiştim, bir yandan da aramalarını bekliyordum. Herkes kurala uymuştu, fakat en azından Karina’nın uymamasını, ona kızmam pahasına beni aramış olmasını isterdim. Gece yarısından sonra gidip rüyalarını izledim. Kimse benimle ilgilenmiyordu, Karina bile... KKK’nin sağlıklı olduğunu öğrenmek tek tesellim oldu. Bedbin, karamsar, terk edilmiş bir ruh hâliyle Kampüs’e dönmeden önce Kahire’ye uğrayıp çarşıdaki mağazaların birinde bulduğum tozlanmış, deforme olmuş bir tambur aldım. Kampüs’e uğramadan eve gittim. Akordu ile yarım saat uğraştıktan sonra bildiğim tüm yalnızlık ve hasret ezgilerini çalıp söylemeye koyuldum. Kaç saat geçti bilmiyorum, ama dilim damağım kurumuş, göz yaşlarım dudaklarımı yakmaya başlamıştı. Bitkin, yorgun, bezgin yatağa girip uyudum.

Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar Yeryüzünde sizden daha yalnızım!

205


31 Aralık 2040 KKK’yi bu yılbaşı gecesi de aramazsam, hepsinin bana soğukluk duymaya başlayacağını hissettiğim için Yuki’ye telefon edip görüşmek isteyenlerle Büyük Kuş’un ekranında teker teker görüşmek istediğimi söyledim. Çok sevindi. İki saat boyunca, altı aydan beri neler yaptıklarını anlattılar bana: Uçan çocukların serüvenleri, profesörlerin yeni icatları, mimarlık diploması alan gençlerin inşa ettikleri yeni binaları, doktorların başarıları vesaire... Karina gelmedi. Üstelik benimle görüşmek istemediğini iletmişti. Üç kişinin gidip çağırmasına rağmen gelmedi. Alacağı olsun! dedim... Bu tavrı takınmakla, 3 kurala karşı geldiğini bilmiyor muydu? Çocuklara kötü örnek olduğunun farkında değil miydi? Ne biçim Enderun rektörlüğüydü bu böyle? Onca sevgi, saygı, paylaşım, deneyim, aşk, meşk bir kalemde silinebilir miydi? Alacağın olsun Profesör Karina Hanım, alacağın olsun!... Paylaşacak bir kimse bulamazsanız duygular solabilir diyen sendin. Onları soldurmaya hiç niyetim yok! Ben yeni bir aşkın şafağındayım zaten! 8 Şubat 2041 Müzeli bayanlar kime gebe olduklarını bilmedikleri için, annelik güdüleri ağır basmış, bebeklerini sahiplenmişlerdi. Onları, yardım etsinler diye oğlanların yanına, müzeye taşımış, yiyeceklerini her gün temin ederek kendi başlarına kalmalarını sağlamıştım. Ama doğum yapıncaya kadar bilmemeleri gereken bazı gerçekler daha vardı: Dört aylık bebeklerin hiçbiri normal değildi. Kelly’nin Firavunu normalden yüzde 20 daha büyük kafatasına sahipti. Tanya’nın Einstein’ında Trizomi-21 denen Down Sendromu buldum. Suzan’ın Atatürk’ünün karın zarı delinmiş, bağırsakları dışarı sarkmıştı. Firavun büyümeye devam edip sezaryenle doğabilirdi. Ne yazık ki, Atatürk’ün kopyasının yaşama şansı çok düşüktü. Fakat mümkün olduğu kadar büyümesine izin vermeliydim. Çünkü beynini ve sinir sistemini inceleyip yetenek genlerinin açık olması dışında, onu dâhi yapan başka faktörler var mıydı... Bulmak istiyordum. Mongollaşmış bir Einstein ise işime hiç yaramayacaktı. En azından sima olarak gerçeğine ne kadar benzeyeceğini merak ettiğim için doğumuna izin vermek istiyordum. 28 Şubat 2041

206


Dün kalbi duran kopya Atatürk’ü, kolay geçen bir ameliyatla Suzan’ın karnından çıkardım. Frontal lobdan aldığım beyin hücrelerini, henüz istediğim düzeyde gelişmediği için incelemeye gerek duymadım. Harcadığım onca emeğe ve zamana yazık oldu! Karina bana hâlâ küskün. Üst üste gelen can sıkıntısını gidermek için, Fransa’daki mahzenlerde bulduğum yıllanmış şarapları içmeye başladım. 23 Nisan 2041 Kırmızı şarap ve kupkuru kesilmiş Havana puroları en yakın dostlarım oldular. Kendime 2 tane kanatlı Van kedisi yaptım. Minnacık şirin şeyler bengisüt dolu biberonları içip içip ceplerimde uyuyorlar. Karina’nın inadı kırılıncaya kadar onu aramayacağım! Saç sakal birbirine karışmış, bir yıllık tatsız tuzsuz tatilin kahrını çekiyorum. Dün akşam K11 bendeki değişikliği fark edip çok üzülmüş olacak ki, uzun bir girişten sonra bana aklınca nasihat etmeye yeltendi Kampüs’ten ayrılmadan önce. Pamuksu kalbini biraz örseledim galiba. 14 Mayıs 2041 Annelerine problem yaratmayan birer gelişim evresi geçiren Firavun ve Einstein, 3 saat arayla doğdular. Kopya Einstein orijinaline hiç mi hiç benzemiyordu. Firavun bebeğin de, 4.500 sene önceki genlere sahip olmasına rağmen, koca kafasından başka çağımızdaki bebeklerden bir farkı yok gibiydi. Bir hafta boyunca anne sütü içtikten sonra bengisütle beslenip çabuk büyümeleri için, 17 sene önce ölen Açgöz’ün torunlarından üç genç ineği New York’a taşıdım. Yarın üç beş bengistane ağacını daha söküp geri zekâlı Nejat ve Rajat’ın yardımlarıyla Central Park’a dikmeye çalışacağım. 16 Haziran 2041 Tatil bitti. Sözümde durmuş olmak için yaz aylarını Versay’da geçirmeye giden KKK’ye görünmem lâzım. Tek eğlencesi, kendi çabalarıyla klonlayıp doğurttuğu yavru panda olan K11 de hasret gidermek istiyor. Karina’nın takındığı hasımca tutum yüzünden hiç gidesim yok. İnat keçi!... Eminim bir yıldır bugünü bekliyordu. Gideceğimi biliyordu çünkü. Gidersin, acelen ne? dedim kendi kendime. Daha akşama çok var. Bütün bu olup bitenlerden sonra tevazu göstermek sana mı düşüyor? En iyisi, görünmeden gidip Karina’nın düşüncelerini okumak... “Versay Sarayı, tamam.”

207


BK, saraydan gözle görülmeyecek bir uzaklıkta durup binayı taradı. İn cin top oynuyordu binada. İnip içeriyi kolaçan ettim bir solukta. Mutfağa sebze yemeği ve balık kokuları sinmişti. Birkaç saat önce ayrıldıkları anlaşılıyordu. Tekrar havalanıp 30 bin kilometre kadar yükseldim. Herkesin deri altına yerleştirilmiş mikroçiplerden gelen sinyalleri okuyan detektörü çalıştırınca, İsviçre’nin ortalarında bir yerde bir topluluk buldu. Biraz alçalıp kameraları bulundukları yaylaya zumladım. Cümbür cemaat hazırlık yapıyorlardı temaşa içinde. Yıldönümünü bu serin yaylada kutlama fikri, Karina’nın olmalıydı. Sistemi düşüncelerine odakladım. Beyni, çocuklara, şunu yap, bunu yap demekle meşguldü. Öylece bir müddet bekledim. Verdiği emirler keskin, tavırları sertti. Sinirliydi... Endişeli bir heyecanla öteye beriye koşuyor, piknik alanında basmadık yer bırakmıyordu. 20 dakika sonra aklına ben geldim: “Hınzır adam, bir ân önce gelse de bitse artık bu iş!” diyen düşüncesi, kulaklarımdan sokulan bir şiş gibi acı verdi. Hınzır adam ha!... Seni utanmaz, seni hain seni! Yazıklar olsun! Alçak! Kaltak! Sürtük!!! Sana verdiğim emekler haram olsun! Neredeyse 30 yıldır seni besledim, büyüttüm, eğittim. Sana ana oldum, baba oldum, koca oldum. Seni sevdim, saydım, onurlandırdım. Hiç başa kakmadım. Bir yıllık tatile çıktım diye hınzır oldum demek! İş mi? Ne işi? Hangi işi bitireceksin? Boşanacak mısın yoksa! Seni kim boşayacakmış, görelim bakalım! Bu vefasız kadının zihninde, düşünürken kullandığı kavramlar bazı imgeler oluşturuyordu. Hayal okuma düğmesine basınca, bana bağırıp çağırdığı bir sahne gördüm. İş dediği buydu demek... Hınç almak! Buna kim izin verecek ki? Otoritemi sıfırlayıp kendi otoritesini pekiştirmek, yerime geçmek mi istiyordu acaba bu art niyetli şırfıntı? Enderun rektörü olmak, sevilip sayılmak yetmemişti demek! Daha fazla güç, daha büyük yetki sevdasına kapıldı demek! Peki, nereye varacaktı bunun sonu? Ben bir adım gerileyince, o iki adım ilerleyecekti, değil mi? Elimi verdim mi, kolumu geri alamayacaktım artık! Evet, varacağı yer orasıydı... Tanrım, bu şıllıkla yüz yüze gelmemek, sinir harbine girmemek için ne yapmalıyım acaba? Baksana... Neler düşünüyor, neler! Vay orospu vay! Demek Yuki’yle kırıştırmaya başlamışsın! Oo... Bu gece herkes uyuduktan sonra Dev Kuş’ta buluşacaksınız demek! Güzeel... Çok güzel!... Aferin size! Demek Kural-8’i yine kırdınız, demek o pis uçkurunuza yine hâkim olamadınız! Sonra da bana komplo kurdunuz ha!... Karina... Yuki... Bunu nasıl yapabildiniz bana be!!!

208


“Hepsini hemen bayılt, tamam!” Yere inip önce Yuki’yi, peşinden Karina’yı, bacaklarım titreye titreye BK’ye taşıyıp sakladım. Sonra, küçük bir bulut parçasının üstüne kadar yükselip aşağıdakileri ayılttım. Beni kolayca görsünler diye süzüle süzüle 50 metre ötedeki boş alana indim. Elim ayağım titriyordu! Bu denli yüksek dozda, istençdışı ve beni kendimden utandıran aşırı tepkiyi göstermemin kökeninde, çok önceleri hallettiğimi sandığım kıskançlık duygusunun yattığının farkına varmak, özgüvenimi oldukça sarstı; ama ne olursa olsun, maskemi takıp Seçkin Peder’e yakışan rolümü oynamalıydım önce! Kapıdan dışarı çıkınca, gemlerinden boşalmış vahşî atlar gibi, çığlıklar atarak üzerime üşüştü bütün çocuklar. Kimseye armağan getirmediğim için birer öpücükle yetinmek zorunda kaldılar. Kanatlı kedilerimle oynamalarına izin verdim. Yemeğe oturduğumuz âna kadar, konuşma yapması beklenen Karina’nın yokluğunu kimse fark etmemişti. Gözler onu arayınca, bir açıklama yapma gereği doğdu: “Karina ve Yuki’yi bana yardım etmeleri için yanıma aldım az önce. Bir müddet sizden ayrı kalacaklar. Onların boşluğunu eminim Prof. Temel dolduracak, görevlerini başarıyla yerine getirecektir” deyip kısa kestim. Fakat bunca dehanın zekâlarına hakaret ettiğimi anlamak fazla zaman almadı. “Bence bunun başka sebepleri olmalı, neden bizi bayıltarak yaptınız bu işi?” diye sorgulamadan edemedi Fabiana. “Bunu şimdi anlatamam, yeri ve vakti değil. Hadi duamızı edelim.” Donuk geçen bir piknik ve isteksiz kutlama danslarından sonra, Temel kendi aracıyla Versay’a taşıdı herkesi. Ben de iki suçluyu Kampüs’e götürüp, K11’i geri getirdim. Çocuklar uyuduktan sonra akademisyenlerle gece yarısına kadar sohbet ettik bahçede. Karina’nın bir yılda ne kadar değiştiğinden ve despotluğa varan davranışlarından veryansın ettiler. Yuki’yle olan gizli ilişkisinin 6 aydan beri farkında olduğunu anlattı Zizi. “İşte kuralları hiçe saydıkları için, günah işledikleri için cezalandırılmaları gerekiyordu. O nedenle yanıma aldım onları. Neden ceza aldıklarını herkese söyleyin yarın. Söyleyin ki bu işler çığırından çıkmadan önlenmiş olsun. Hatta şiddetli bir cezaya çarptırıldıklarını üzerine basa basa defalarca söyleyin. Cezaları bitince geri geleceklerdir, merak etmeyin” diyerek fırsattan istifade minareye kılıf biçtim; hem de o rezillere yapacaklarıma, hukukî bir ortam hazırlamış oldum. Boşanmayla ilgili yeni kuralı da anlattım ve Zizi’ye, bir müddet kocasız kalmak zorunda olduğu için üzüldüğümü söyledim. Beni istedikleri zaman

209


görüntülü telefonla arayabilecekleri iznini verdikten sonra hepsini öperek sakin bir ruh hâli içinde Kampüs’e döndüm tel başıma. Hiç beklemeden ikisine de birer zekâ gerileten genovirüs aşısı vurdum. Ardından müzeye gidip Firavun ve Einstein’ı, uyuyan annelerinin koynundan alıp getirdim. Bundan sonra, bu iki sayın profesörün görevi, bebek bakıcılığı... Hadımlaştırma cezası yarın infaz edilecek! 17 Haziran 2041 Öğlene doğru ikisini de uyandırdım. Karina başına geleceklerden habersiz, bilinci yerine gelir gelmez durumu kavrayınca bağırmaya başladı: “Sen ne hakla bunu yaparsın bize! Aklını mı kaçırdın? Genlerini mi değiştirdin? Söyle, söyle, söyle!...” Ağlamaya başladı. Güya beni duygusallık silâhıyla vuracaktı. Timsahın gözyaşlarını silmesi için Yuki cebinden bir mendil çıkardı. “Koy onu cebine!” diye bağırdım Yuki’ye. Şaşırıp kaldı. Sütten çıkmış ak kaşık gibi, masum masum yüzüme bakıp durdu bir müddet. Bunlarda rol yapma yeteneği de müthiş gelişmişti. Ama benimkiyle boy ölçüşemezlerdi. “Cezalısınız! İkiniz de...” deyince renkleri soldu birden. “Gerekçesini söyler misiniz, Seçkin Peder?” diye o yumuşak akademik tavrını takınarak sordu Yuki. “Aah! Bırak şimdi aptalları oynamayı, sizinle kaybedecek vaktim yok benim, Kural-8’den bahset bakalım!” Hiç direnmeden başlarını öne eğip zina yaptıklarını itiraf etmek zorunda kaldılar. Fakat pes etmeye niyetleri yok gibiydi. “Zaman tanısaydın, geri döner dönmez sana anlatacaktık zaten” diyerek suçunu hafifletmeye çalıştı Karina. “Altı aydan beri neden anlatmadınız bakim? Gizli gizli oynaşmak, fingirdeşmek tatlı geldi, değil mi? Yüce Us’tan da mı utanmadınız? Korkmadınız mı? Koca koca profesörlersiniz, gelecek kuşaklara ne kadar büyük kötülük yaptığınızı hesap edemediniz mi? “Kimsenin haberi olmadı ki” dedi Yuki “Sus, önümde öyle avukat gibi konuşma!!! Kimsenin haberi olmamışmış! Aman ne güzel! Kirlenen bilincinizi, ruhunuzu, onurunuzu kim temizleyecek? Taktığınız maske, ikiyüzlü kişilik sizi kirletmeyecek mi? Bilmeyen mi kalmış? Neredeyse torunlarınızın bile haberi var. Bu günahın cezasını çekeceksiniz!” Birden kendi çocukluğuma gittim... “Sus, önümde öyle avukat gibi konuşma!” azarlaması, babamın sık sık bana karşı kullandığı bir tabirdi. Bilinçaltımda öylesine bastırılmış; bastırıldıkça büyüyüp öylesine kocaman bir tepki potansiyeli yaratmıştı ki, aynı sözleri yıllar sonra, biri sağ kolum ve

210


eşim, diğeri sol kolum olan iki önemli insana karşı hiç düşünmeden kullanabilmiştim. Fakat ok yaydan çıkmış, iş işten geçmişti... Kırılmış, paramparça olmuş duyguları ilk hâline döndürmek artık imkânsızdı! Buncacık hakaret, cezanın bir parçası kabul edilmeliydi; onu boşamak da ikinci parçası... 15 Ağustos 2041 Zekâ geriliğinin erdemsizlik ve korkaklık yarattığına ilk kez onlarda tanık oldum. Esrar çekmiş gibi, mastor olmuştu ikisi de. Cezalarını affetmem uğruna her gün defalarca, en aşağılık tavırları takınarak yana yakıla yalvarıyor; emirlerimden bir santim bile ayrılmaya cesaret edemeden, söylediklerimi kös kös dinleyip kuzu kuzu yerine getiriyorlardı. Cinsel arzuları sıfırlandığı için birbirlerine karşı duydukları kimyasal çekim de bitmiş, aralarında mecburî yardımlaşma ve kader birliği dışında ortaklık kalmamıştı. Üç aylık bebeklere nasıl bakılacağını, ağladıklarında nasıl susturulacaklarını çok iyi biliyorlardı ama. Hepsini yakınlardaki bir konağa yerleştirmiş, yüz metreden daha fazla uzaklaşmalarını yasaklamıştım. Konağa her gittiğimde, Karina’nın açık yeşil gözleri alnına düşmüş saçlarının arkasından sersem sersem bakıyor; pişmanlığın yüksek debisi, göz bebeklerinden akan bir nehir gibi onu boğuyordu âdeta. Kelly bebekleri çok özlemişti. Israrını başımdan def etmek için yarın bebekleri ve bakıcılarını New York’a götüreceğim. 16 Ağustos 2041 Kelly, koca kafalı bebeğinin dört bin beş yüz yaşında olduğundan habersiz, hasretle öpüp durdu kırtıpili. Ardından, torunu Einstein’ı aldı kucağına, sevip okşadı epeyce. Kendisinden çok daha genç görünen, aval aval bakan Karina ve Yuki’nin kim olduklarını merak edince: “Bu bayan, Karina’nın kızına benziyor ama çok esmer. Merhaba hoş geldiniz” dedi. “Bütün KKK’yi esmerleştirdiğimi söylemiştim, unuttun galiba.” Karina dayanamadı: “Benim, ben, Karina!” deyip hasretle sarıldı Kelly’nin boynuna. Bir müddet ağlaştılar böğüre böğüre. “Bu herif, kardeşin Yuki” dedim, “Seninle sürgünde kalacaklar uzun bir süre. Suçları büyük!” Akşama kadar sohbet edip durdular. Ben de Kelly’nin yatak odasına iki kişilik büyükçe bir yatak taşıttım Rajat ve Nejat’a. İki suçlu bu yatağa

211


uzanıp gece Kelly’yle sevişmemizi seyrederek kudursunlar diye. Kısasa kısas!... 1 Kasım 2041 “N’apıyorsun yine, niye bayılttın onları?” dedi Kelly Bildikleri her şeyi Kelly’ye öğretmekte olan Karina ve Yuki’nin cezaları yılbaşında biteceği için zekâlarını eski hâline getirecek genovirüsleri enjekte ediyordum. “Onları aptallıktan kurtaracağım tekrar. Enderun’daki görevlerinin başına dönmeleri gerekiyor. Bu ağır cezayı çektikten sonra; artık kuraldışı bir tek davranış sergileme cesaretleri olamaz herhâlde. Ne işkenceler çektiklerini KKK’ye anlattıkça, onlar da kurallara harfiyen uymaya özen göstereceklerdir. Bu sözlerim senin ve çocukların için de geçerli. Kulağınıza küpe olsun. Sözümden çıkarsanız...” “Tamaam, tekrar etmenize gerek yok, aptal değilim herhâlde!” “İyi bak şu enjektöre!... Bu aşı seni de o ilkel hâline geri döndürmeye yeter de artar bile, ona göre!” “Karina’ya çok alıştık hepimiz, ne zaman geri götüreceksin?” “Aşı, iki aya kadar tamamen tutarsa, yılbaşında...” “Yaşasın! Demek iki ay daha beraberiz.” “Evet ama yeteneklerini geri kazandıkça seni beğenmeyebilirler, haberin olsun. Bir de onlardan çok şey öğrenmeye çalış ki, iki torununa iyi eğitim verebilesin. İstediğim duruma gelirsen, sana gençlik aşısı da yaparım mükâfat olarak, anlaşıldı mı?” “Anlaşıldı sevgilim, Seçkin Pederim benim. Seni çok seviyorum.” Yanıma gelip ensemden öptü o ıslak dolgun dudaklarıyla. Eliyle en hassas noktalarıma dokunup beni tahrik etmeye çalıştı. Kulağıma ciğerinden gelen sıcak nefesi üfleyip; “Bana biraz daha nazik davransan, seni dünyanın en mutlu erkeği yaparım” der demez, gövdem şiddetli bir elektrik akımına tutuldu sanki. Karina, bu kadını eğitirken, ona aşk oyunlarını da mı öğretiyordu ne? “Bunlarla işim bitti, hadi yapsana...” 8 Ocak 2042 Bir haftadan beri her gün Tasmanya’ya gidip Karina ve Yuki’nin KKK’ye nasıl davrandığını gizliden gizliye gözetliyorum. Düşüncelerini okuduğumu bildikleri için bana karşı hiçbir olumsuz düşünce geçirmiyorlar akıllarından. Rüyaları bile, gelecek kuşakların eğitimini ilgilendiren sahneler sergiliyor çoğu kez. Yuki cinsel isteklerini kaybettiği için, Zizi çok mutsuz. Daha fazla

212


işkence çekmesin diye bu gece herkes uyurken onu da steril yapmayı kararlaştırdım. Belki de KKK entelijansiyasının teker teker libido kaybına uğramasını sağlamalıyım ki, gönül oyunları, flörtleşme ve sevişmekle zaman kaybetmeden kendilerini eğitime tamamen adasınlar. Fakat bu işlemin getirebileceği negatif sonuçları biraz daha düşünmem lâzım. Zizi veYuki arasındaki platonik evliliğin nasıl yürüyeceğini gördükten sonra karar vermek daha doğru olabilir. KKK’nin sürekli Tasmanya’da kalmasını, havalar soğuyunca Versay’a taşınmamasını istedim. Çünkü hep yaz mevsiminde yaşamaları, gelecek kuşaklar için iyi bir örnek olmayacak, ılıman ülkeleri elde etmek için ileride kavga etmeye başlayacaklardı. Bağışıklık sistemlerinin bozulması da cabası... Kışı sert, yaz ayları yapış yapış bu adada yaşamalarına neden razı olduğumu da hâlâ çözmüş değilim. Dev Kuş’a kumanda etmeyi öğrenen ve sık sık Yuki’den kullanma izni alıp Kampüs’e gelen K11’in, insan ve hayvan genleri hakkında bilmediği çok az şey kaldı. Artık bana hiçbir şey sormadan istediği deneyi ve araştırmayı tek başına eksiksiz yapabiliyor. Bir yandan da öğrendiği her yeni şeyi Akıllı Enerji felsefesi ile ilişkilendirip, mikroevren, makroevren ve Yüce Us hakkında çok ilginç derin felsefî düşünceler üretiyor. En dürüst, en güvenilir, en sevdiğim insan o artık. Adını değiştirip Seçkin Azize koydum. 1 Mart 2042 Zizi artık ne ıslak rüya görüyor, ne de aklından sevişme fikri geçiyor. Yuki’yle kardeş kardeş sarılıp uyuyorlar sabaha kadar. Gün boyu, tüm enerjilerini bilimsel araştırmalara harcayıp neredeyse her hafta bir buluş yapıyorlar. Enderun’un en verimli hocaları oldular. Yuki’nin 3 gün önceki keşfi olağanüstüydü!... Benim bengipillerimi, benginur yerine SKÇ enerjisi ile şarj ediyorlar artık! Her şey, ama her şey bundan böyle SKÇ ile çalışacak! Ne fosil yakıtlara, ne de nükleer enerjiye ihtiyaç duyulacak! Bu sayede, 71 yıl sonra yaklaşık 10 bin kişiye ulaşacak olan KKK nüfusunun temiz enerji ve doğayı kirletme gibi sorunları olmayacak ve de enerji kaynakları yüzünden birbirleri ile didişmeye başlamayacaklar. Milyarlarca yıl tükenmeyecek bir enerji kaynağı!... Yuki ve Temel’i SKÇ’yi depolama santralleri geliştirme projesine yönelteceğim. Fakat bu akşam, yapacak başka bir işim daha var: Temel, Peggy, Mustafa, Riyana, Lenny ve Fabiana da cinselliklerini kaybedecekler. Onlar da Zuki çifti gibi, kendilerini büsbütün varlıklarıyla bilime ve eğitime adamalılar ki, evrime katkı kuralı daha etkin işlesin... Hatta yeni bir genovirüs aşısı üzerinde çalışacağım yarından itibaren. Aşıyı bütün herkese yapacağım ki, 40 yaşına giren insanlar bütün cinsel güdülerini kaybetsin ve

213


kendilerini topluma adayıp yaratıcılığı -uçkur peşinde koşarak harcamadantoplumun mutluluğu için kullansınlar. Kendimi helyum gazıyla doldurulmuş bir balon kadar hafif hissediyorum. 13 Mayıs 2043 Yarın Firavun ve Einstein’ın ikinci doğum günü. Einstein’a yetenek aşısı yapmama rağmen zekâsında hiçbir gelişme gözleyemedik. İşe yarayacak bir çocuk olmayacağı doğumdan önce belliydi zaten, fakat beyin yapısını görmek uğruna iki yıldır yaşamasına izin veriyordum. Annesi ve Kelly olayı benden bilmesinler diye, üç gün sonra bir kaza geçirip ölecek. Firavun yürümeye, 5-10 kelime ile konuşmaya başladı bile. Gözleri fıldır fıldır, sevimli, hareketli bir çocuk. Kocaman kafasının içinde neler olduğunu öğrenmem için daha uzun yıllar yaşaması gerekiyor. 17 Mayıs 2043 Otopsi sonucu Einstein’ın beyninde kayda değer hiçbir olağanüstülük bulamadım. Onca emeğe yazık oldu yine. Tanya ve Suzan’a birer bebek daha yaptırma vakti geldi. Eğer bulabilirsem, yarın Mevlâna Celâl ed-Din-i Rumî’nin iskeletinden genlerini çıkarıp Tanya’nın yumurtalarına aktaracağım. Suzan ise, ben henüz 3 yaşındayken ölen kız kardeşim Hatice’ye gebe kalacak. Gençlik aşısı yaptığım ve geçen hafta evlendiğim Kelly de çocuk isterse, ona Lady Diana’yı armağan etmeyi düşünüyorum.

YİRMİ BEŞİNCİ BÖLÜM 15 Ocak 2054 214


On kişilik Müzeli Sınıf’ı en az KKK kadar seviyorum artık ve Kelly ile çok daha mutluyum. İkinci ailem, onlara tüm dünyayı göstermeme rağmen, New York’ta yaşamaktan vazgeçmiyor. Kış aylarındaki kara ve soğuğa bile razılar, ama isteyen herkesi haftada bir-iki gün Güney Afrika’ya götürüyorum biraz güneş yüzü görsünler diye. Genom Merkezi’ni 5 yıl önce New York’a taşıdım. Müzeye birkaç bina ötedeki 5 yıldızlı otellerden birini lâboratuvar yaptım, bir diğerini Kelly’yle aşk sarayımıza dönüştürdük. Seçkin Azize de kendi isteğiyle Müzeli Sınıf’a girdi. Lâboratuvarın üst katında yatıp kalkıyor, bildiklerini izin verdiğim kadarıyla herkese öğretmeye çalışıyor. Bu kadını görmeden edemiyorum artık! Geçen ay ergenlik çağına giren Firavun, yakışıklı, akıllı ve güçlü bir erkeğe dönüşme yolunda... Rajat, Suzan’la evlenip kendi sarayını kurdu 5 bina ötede. Tanya’yla evlenen Nejat, doğal yaşamı sevdiği için Central Park’ın ortasında kendine 2 katlı bir köşk yapmayı becerdi. Parkın her köşesinde yaz kış meyve veren, meyveleri hastalıkları önleyen yüzlerce ağaç yetiştirdi. İyi bir geno-botanikçi olabilir diye zekâsını açmayı düşünüyorum. Deniz berrak, balık ve havyar bol, Hudson Irmağı’nın suyu içilecek kadar temiz. Atmosfer, bolca oksijen ve ruhu okşayan çiçek esanslarıyla dolu... Kısacası hayat çok güzel! Bugün; Mevlâna, Hatice ve Diana’nın onuncu, Darwin’in sekizinci yaş günü. Talihsiz bir kaza sonucunda parça parça olup, iki yıl önce aramızdan ayrılan Lenny’nin de ölüm yıldönümü. Fabiana onu hâlâ rüyasında görüyor. İnsansoyunun sağlıklı ve eğitimli gelişmesi için büyük hizmetleri oldu. Kızı K1 ve ilk kanatlı kızı K15 babalarının anısına dünyanın en büyük büstünü yapmak için bir yıldır birlikte çalışıyorlar. Bitince, SKÇ ile çalışan bir zepline asılacak ve geçtiği yerlerden görülecek şekilde sonsuza dek bulutların altında uçmaya devam edecek ki, KKK ulusu onun özverisini ve evrime katkılarını hiç unutmasın, onu örnek alsın. <Kural-30: Karşılıksız aldığınızdan daha fazlasını karşılıksız verin...>  Dünya nüfusu 282 kişiye çıktı. 4-5 yıl sonra 180 çocuğu daha evlendireceğiz. Her çiftin en fazla beş çocuk yapmasını istiyorum ki eğitimleri mükemmel olsun. 10 yıl sonra 730 kişilik bir aşirete sahip olacağız. Prof. Temel’in hesabına göre; müdahalenin yüzüncü yılı olan 2113 yılında, Samanyolu Yönetim Konseyi’ne 9.500 vatandaştan oluşan bir ulus bırakacağız.

215


Bana ihtiyaçları kalmamıştı artık. Sekiz ata dokuz imrahor düşüyordu neredeyse. Hastalık ve yaşlanma sorunları bitmiş; ölümcül bir kaza geçirmedikten sonra, 5 yılda bir tekrarlanan gençlik aşısı ve genovirüs tedavisi sayesinde, 150 yıl kadar yaşayabilecek anatomiye sahip olmuşlardı. 1 Şubat 2054 Riyana ve Fabiana beni sabahın köründe arayıp kendilerince çok önemli bir keşfin haberini verdiler. Kanatlı çocuklar üzerinde yaptıkları testler sonuç vermiş, artık yerçekimsiz odalarda uyumaları gerekmiyormuş. “Ee?” dedim, “Neymiş çözümünüz?” “Uyku getiren sistemi devre dışı bıraktık. Artık uyumaları gerekmiyor” dedi Riyana müthiş bir buluş yapmışlar gibi. “Kızım, kızım! Niye benimle konsültasyon yapmadan böyle bir yönteme başvurdunuz! Ben onu yıllar önce düşündüm de, vazgeçtim. O sistemi çalıştıran bir sürü hormon var, nörotransmiter var... Bunların üretimi durdu mu; ortaya çok kötü yan etkiler çıkar; çocukları berbat edersiniz!” “Merak etmeyin siz, hepsi düşünüldü. Bize hâlâ çocuk gözüyle bakıyormuşsunuz gibi konuşuyorsunuz. Göreceksiniz, hiçbir sorun çıkmayacak.” “Peki, görelim bakalım, ama içim rahat değil! Bana yönteminizi anlatan bir DVD gönderin.” “Hazırladık zaten, isteyeceğiniz tahmin etmiştik.” “Tamam, teşekkür ederim. Ha!... Bu kadar insan uyumayıp ne yapacak, onu da düşündünüz mü?” “Hepsini izleyip göreceksiniz DVD’de. Sosyal Bilimler Enstitüsü’nün hazırladığı gece programını çook beğeneceksiniz!” Aklın yolu tek mi ne... Eros (E12), bana karşı dikleşmeye yeltendi bu akşam. Kimseye haber vermeden eşi K14’le birlikte 5 çocuğunu da yanına katarak bütün gün ortadan kaybolmuşlar. Beyefendi, başına buyruk, Hobart’tan ta Avustralya’ya ailece pikniğe gitmeye teşebbüs etmiş uçarak. Yolun yarısında şiddetli bir okyanus hortumuna tutulmuşlar. Telefonla Temel’i aramayı akıllarından geçirmeselermiş, hepsi ailece yok olup tükenmişlerdi belki de. Temel Dev Kuş sayesinde kurtarabilmiş hepsini. Sağ kanadı kırık, yüzü gözü mosmor revirde yatıyordu gittiğimde. 30 yaşına gelmiş, özenle eğitilmiş birinin böylesi tehlikeli maceralara atılması ve kendi serüvenine ailesini de katması affedilir şey değildi! Ona bir ay uçmama cezası verdiğimi ilân ettiğimi duyunca, kalkmaması gereken yatağından kurşun gibi fırlayıp yüzüme ters ters bakarak dişlerini sıktı.

216


Köpoğlu köpek!!! Annesinin yerine oturmaya, Karina’ya verdiğim cezanın hıncını çıkarmaya niyetli olduğunu biliyordum zaten. O hareketi üzerine, kanatlarının ameliyatla sökülmesi cezasını verdim it herife! Cezayı, Prof. Doktor Zizi infaz edecek bir hafta sonra. Bakalım Karina, kendisine nazla nuzla her istediğini yaptıran şımarık oğlunun kanat sökülme cezasına tepki gösterecek mi? KKK’nin selâmeti ve kuralların daha sıkı uygulanması için, bu tür ibretlik cezaları verme yetkimi en güvendiğim kişiyle paylaşacağımı ilân ettim. Dul kaldıktan sonra hakikî bir azize gibi, KKK’ye varını yoğunu veren Prof. Doktor Fabiana’ya hâkimlik görevi verdim. Prof. Temel’in kızı Doçent K4 de savcı oldu. Ayrıca Enderun’da bir hukuk fakültesi kurulması emrini verdim. Hobart’taki parlâmento binasını da ilköğretim merkezi olarak kullanmalarını tavsiye ettim. DVD’yi alıp eve döndüm hınç içinde. Sabaha kadar doğru dürüst uyuyamadım. 1 Mart 2060 “Bence Mevlâna, Hatice ile; Darwin, Diana’yla evlenmeli. Yıllardır birbirleriyle çok iyi anlaşıyorlar” dedi Kelly. “Hayatım, genlerin uyuşması çok daha önemli. Bence Mevlâna’nın yaşlı genlerine, genç Diana’nınki daha baskın gelecek, sağlıklı melez çocukları olacaktır. Onları birbirlerine âşık ettirebilirim kısa sürede. Böylece aşk evliliği yaparlar.” “Senin aşka hiç saygın yok, değil mi?” “Sana âşığım ya...” “Bana mı! Hah haa! Sen sevişmenin zevkine âşıksın Pederciğim, zevkine!” “Pekâlâ, öğret de âşık olayım bari! Sence aşk nasıl bir duygu?” “Aşk öğretilmez! Aşk anlatılmaz! Aşk hissedilir ve hissettirilir sadece. Benim sana hissettirdiğim gibi...” “Ben sana hissettirmiyorum demek...” “Hissettirseydin, bu konuşmayı yapmazdık şimdi.” “Bugünkü görevimiz muhalefet mi?” “Muhalefet filân değil, sadece duygularımdan söz ediyorum.” Bu başlığın altını açma vakti çoktan gelmişti: “Bak canım... İnsan vücudu, duygu örgüsü ve ruhsal yapısı hakkında bilmediğin o kadar çok şey var ki!... Bunları, bir-iki ayda öğretirim istersen. Fakat şimdilik şunları söylemek istiyorum: Aşk geçici bir tutkudur; kendini, beğeni ile cinsel arzunun kesiştiği lâhzada hissettirir; tıpkı bir kimyasal tepkimede ortaya çıkan serbest enerji gibidir; beyinde ve bedende anî bir etki, şiddetli bir reaksiyon doğurur. Bu

217


etki yüzünden, daha önce beyinde ve vücutta çok az miktarda salgılanan feronom gibi- bazı hormonlar ve uyarıcılar daha yoğun miktarlarda üretilir. Sonuçta; insan kendini, kendinde o etkileri yarattıran kişiye karşı öylesine bağımlı, öylesine boyunduruk altında hisseder ki; ona her ân dokunmak, onunla birlikte olmak ve de sevişmek ister. Çünkü aşırı miktarda salgılanan hormonlara alışan duygusal sistem bir türlü daha azıyla yetinmez. Fakat vücudun dengesi alt üst olduğundan, genler ve savunma mekanizmaları, sistemi normale dönüştürmek için salgı dozajlarını durmadan normalleştirmeye çalışırlar. Bu süreç, kimi insanlarda çok kısa, kimilerinde çok uzun sürer. Ama eninde sonunda aşk dediğin geçici delilik, eriyip biten bir mum gibi söner gider birgün. Alevinden sevgi-saygı yeşerir, tortusundan öfke-nefret. Yani aşk, kendini -şu veya bu şekilde- tüketen bir tutkudur. Aşk ateşinin ve küllerinin etkileri herkeste farklı tohumlar, farklı kökler yaratır. Eğer o kökler iç içe bir saçak olur, sonra gövdeleşip çiçek açarsa, sevgiyle beslenen birliktelikler başlar, -ki onun da süreklilik garantisi yoktur; yaşanan minik kızgınlıklar zamanla kocaman nefretlere, kinlere dönüşebilir ve o gövdeden çıkan dalları birer ikişer baltalayıp yok eder. Yani aşk, biraz da hastalıklı bir duygudur; efendi konumuna geçerek kendine iki köle yaratabilir. Aşk aynı zamanda bir büyü aracıdır; âşık, sevdiği kişiyi içine yerleştirdiği hayalî evrende kendine fanteziler yaratır ve kendi kendini büyüler. Benim başımda esen kavak yelleri, aşk mumumu en fazla bir-iki hafta içinde söndürüyor. Ne yapayım? Ben de böyle biriyim işte! Ama o alev, çoğunlukla sevgi-saygıya ve/ya alışkanlığa dönüşüyor bende. Son 50 yılda sadece bir kez nefrete dönüştü Karina’nın bana ihanet etmesi yüzünden. Aşkın jeopolitiği ile ilgili bir konu bu, daha sonra konuşuruz. Şimdi anlamışsındır sanıyorum. Ben seni çok seviyorum ve sana çok alıştım. Seninle sevişirken de büyük hazlar yaşıyorum. Önemli olan da bunlar değil mi? Sanal aşk masalları peşinden koşmayı da bırakmanı istiyorum artık. Çünkü o ütopya, ortada hiçbir sorun yokken gerçek mutluluğunu engelliyor ve benden şikâyetçi olmana yol açıyor. Bu kadar...” “Tam ikna olmadım ama bunu tekrar konuşalım. Hayır hayır! Bir dakika: Hatice’yi Darwin’e âşık ettirebilirsen, sana hak veririm, oldu mu?” “Bahsi kabul ettim gitti.” 1 Nisan 2060 “Hadi git! Gitsene, daha ne duruyorsun!” diye çıkıştım yakışıklı Darwin’e.

218


“Nisan-bir şakası falan yapmıyorsun, değil mi?” “Evlâdım ne şakası! Durma, hadi... Bak tam zamanı işte!” Darwin uzun kızıl saçlarını sallaya sallaya, Hatice’nin sırtını dayadığı palmiye ağacına doğru ürkek adımlarla yürümeye başladı. Zavallı Hatice! Ne kız kardeşim olduğunun farkındaydı, ne sırılsıklam âşık olduğu Darwin’e kalbini açabiliyordu, ne de kendini çok yakın hissettiği Mevlâna’nın Diana’ya teklif ettiği evlilikten haberdardı. Hatice’yi, sırf bu işi halletmeleri için Darwin’le birlikte Havai’ye pikniğe getirmiştim. Manzara romantik, deniz masmavi bir halı gibi ayak altına serilmiş, havada aşka davet eden ılık bir esinti var... Darwin, Hatice’yle konuşmaya başlayınca, koruluktaki bir bambu kümesinin arkasına saklanıp bu çok ender rastlanan ânı gözlemeye başladım. Darwin ellerini nereye koyacağını şaşırıyordu. Kalp atışlarını ta yüz metre öteden duyar gibiydim. Hatice’nin Nisan papatyaları kadar taze ellerinden tutunca rahatladım. Uzaktan dudaklarını okumaya çalışıyordum, fakat teklifi yapacak sözleri sarf ettiğine dair bir işaret alamıyordum. Hatice başını önüne eğmiş sadece dinliyordu masum masum. Annem yeryüzünde olsaydı ve kızının dirildiğine, evlenmek üzere olduğuna tanık olsaydı sanırım kalp krizi falan geçirirdi. Ama sanki aynı heyecanı ben duyuyordum. Hadi sarılın artık! Hadi Hatice, bu kadar naz yeter! Âşık olduğunu biliyorum. Öp artık onu, hadi öp! 1 - 15 Mart 2063 “Ne diyorsun sen? Beşik kertmesi imiş! Şimdiden nişanlamak olur mu hiç?” “Olur olur. Kimin kimle evleneceği şimdiden bilinirse daha iyi olur.” “Belki Hatice’nin birinci oğlu Darwice, Diana’nın ikinci kızı Mevdiana ile evlenmek ister ileride!” “İşte ben de bunu engellemek istiyorum. İleride doğacak bir sürü duygusal karmaşayı engellemiş oluruz, kötü mü?” “Hep senin dediğin oluyor zaten. Bildiğin gibi yap, ben karışmıyorum artık!” “Sağ ol canım.” “Bişşey diil Yaramaz Seçkin Peder!”  “Tanya bunu bana nasıl yaparsın! Hani söz vermiştin! Hani bu çocuklara klonlanmış olduklarını söylemeyecektin! Her şeyi berbat ettiğinin farkında mısın!!!” “Bence bilmeye hakları vardı.”

219


“Tanrım, çıldırtacaksın beni sen! Hak filân yok! Evrim adına, gelecek için ne gerekiyorsa onu yapmak var, anlamıyor musun?” “Eğitmenliği bana vermediniz mi? Ben de inandığım yolda gidiyorum.” “Peki, sana kaç sefer söyledim bunları eğitirken yönlendirme diye! Sadece tehlikeleri, botanik bilgileri ve sevgiyi aşıla diye kaç kez tembih ettim! Darwin’i ne hakla kopyası gibi düşünmeye şartlandırıyorsun sen! Plânlarımı baltalamaya ne hakkın var senin!!!” “Niye bu kadar bağırıyorsunuz ki? Bi şeyi baltaladığım filân yok. Kötü mü? Belki Charles Darwin gibi o da iyi bir zoolog olur.” “Haayıır! Lütfen... Bırak bakalım, Mevlâna’da Rumî’nin ruhu canlanacak mı? Diana’nın kişiliği orijinaline ne kadar uyacak? Göreceksin, orijinal mizaçları ortaya çıkarsa, çok daha yararlı insanlar olurlar. Yapma, lütfen yapma!” “Ben özbiçime inanıyorum. Öz, biçimsiz olursa işe yaramaz diyen sen değil miydin?” “O saptamayı Suzan ve senin için söylemiştim. Bunlar farklı bir kuşak; biçimlendirilmemiş özlerinin ortaya çıkmasını istiyorum. Onları ben yarattım ve aradığım sonuçları görmek istiyorum. Tamam mı?” “N’apalım, dediğin gibi olmak zorunda her şey. Tamam.” “<Kural-31: İçten pazarlıklı ve kinci olmayın...>” “Seçkin Peder, sizinle özel bir şey konuşabilir miyim?” “Tabiî. Gel parkta dolaşarak konuşalım.” “Yakında 23 yaşına gireceğim. Bunca yıldan beri sizden özel bir ricam hiç olmadı. Ama artık dayanamıyorum.” Firavun’un şaldır şaldır yanmaya başladı gözleri. Halim selim, içedönük, kendi kendisiyle mutlu bir erkekti; gündüz açıp gece kapanan Japon gülleri gibi, gündüzleri neşeli, geceleri kendi evine çekilip ertesi günün plânlarını yapardı. Fakat çok derdi birikmişti anlaşılan. Elimi omzuna atıp can kulağıyla dinlemeye başladım söylediklerini. “Ben mastürbasyon yapmaktan bıktım artık. Bana KKK’den bir eş bulmanızı istiyorum. Benim de çocuğum olsun istiyorum. Buna hakkım yok mu?” Göz yaşları, kıpkızıl yanaklarında ince birer yol bulup ağzına dolmaya başlamıştı. Acıdım zavallıya. “Sen kendini, New York’u arabalardan ve gökdelenlerden kurtarmaya o kadar adamıştın ki, bundan başka bir sevdan olacağı hiç aklıma gelmedi şimdiye kadar. Caddeleri tertemiz yaptın. Gökyüzünü görmemizi sağladın. Parkları şenlendirdin. Bunlar az-uz iş değil. Seninle gurur duyuyorum ve sana büyük bir armağan vermeyi düşünüyordum son gökdeleni de temizledikten sonra. Fakat mademki bir eş istiyorsun, armağanın bir eş olacak, tamam mı?”

220


Boynuma sarılıp çocuk gibi hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bu adamda Mısır kralların liderlik kabiliyetinden hiç eser yoktu. Anladığım kadarıyla firavunların piramit inşa ettirme güdüsünün de tersi ortaya çıkmıştı; sadece yüksek binaları yerle bir etmekten hoşlanıyordu. “Başka?” “Bir de Mısır’a gidip atalarımın yaşadığı ülkeyi ve piramitleri görmek istiyorum.” “Peki, haftaya gideriz. Başka?” “Hepsi bu kadar... Teşekkür ederim. Sizi üzdüysem özür dilerim.” “Üzmedin, aksine sevindirdin. Hadi, işinin başına dön sen.”  BK’ye atlayıp Hobart’a gittim bir nefeste. Bir saat kadar havada kalarak ergen kızların düşüncelerini dinledim. Yuki’nin üçüncü kuşak torunlarından bir kız, K120, evleneceği oğlan E113’le kurduğu fantezileri hayal ediyordu durmadan. Herkesi bayılttıktan sonra aşağı indim. K120’yi sırtlayıp bir çırpıda BK’ye aldım ve hemen havalandım. Saraydan kız kaçırma, dense dense buna denmeliydi! Vesveseye kapılmasın diye annesine bir mesaj yolladıktan sonra atmosferin dışına çıkıp yerçekimsiz yüksekliğe ulaşınca, K120’nin bilinçaltına SKÇ-patik telkinler göndermeye başladım. Alt beyni koşullama işlemi, dört yıl önce geliştirdiğim bir alet sayesinde ve sadece yerçekimsiz ortamda gerçekleşiyordu. Beyin kabuğunun altına gönderdiğim 35 Hz’lik dalgalar üst bilinci sürekli dürtüyor ve taşıdıkları mesajı o kişiye düşündürüyordu. Bu çekik gözlü, açık kahve tenli güzel kızın Firavun’a tutulmasını istiyordum bugün. Östrojen hormonları neredeyse kulaklarından fışkırdığı için, işi kotarmak kolay olacaktı... Beynine Firavun’un resimlerini ve Müzeli Sınıf’ı tanıtan video çekimlerini de gönderdikten sonra Firavun’a telefon ettim. “Evinin önüne iniyorum. Sana müstakbel bir eş buldum, hemen gel!” 16 Haziran 2063 Müdahalenin 50’inci yıldönümünde, bölünmüş iki aileyi tanıştırmaya ve bu önemli günü hep birlikte kutlamaya karar vermiştim. Ayrıca, dünyadaki beton yığını hâline gelmiş olan binaların nasıl yok edileceğini araştıran Doğa Mimarisi Fakültesi öğrencileri, New York’taki Umut Anıtı’ndan daha büyük bir heykelimi yapmış ve Sydney’de hâlâ dimdik ayakta duran opera binasının önüne dikmişlerdi. Onun da açılışını yapacaktım; fakat yasaklamış olmama rağmen Temel’i New York semalarında casusluk yaparken yakalayınca ve aynı zamanda Karina Hanım’ın beni görmemek için bir bahane uydurup çocuklarla izciliğe çıktığını öğrenince; KKK’yi görmeye bile

221


gitmedim ceza olsun diye. Firavun’la evlendirdiğim K120’yi de çok istemesine rağmen Tasmanya’ya göndermedim. Beni çok seven torunlara, onların çocuklarına ve heykeltıraşlara birer kutlama ve teşekkür mesajı göndermekle yetindim sadece. KKK Adalet Divanı’ndan da Prof. Temel’i yargılamalarını istedim. Nüfus arttıkça adlî vak’aların da artacağını öngördüğüm için, kanun önünde -ben hariç- herkesin eşit olması gerektiğini bir anayasa maddesi olarak kayıtlara geçirttim; <Kural-32: Yasalar herkese eşitçe uygulansın...> ve <Kural-33: Suça göz yumanlar cezalandırılsın...> Bu gidişle kontrolü elimden kaçırabilir, her yaptığım şeye olumsuz eleştiri yöneltmeye başlamış olan profesörlerimizin maskarası olabilirdim. Kural-33, KKK’nin kendi içinde bir otokontrol sistemi kurmasını sağlayacak, her birey bir diğerinin yanlışından sorumlu olacağı için, herkes yanlış eylem ve söylemden hem kaçınacak, hem de teşebbüs edenleri engelleyecekti. Bugün Temel’in ve Karina’nın hatası yüzünden herkes hafif bir ceza almış, gerektiğinde daha büyüklerinin geleceği de iyi anlaşılmıştı. 1 Eylül 2063 “Mısır’a balayına götürecektiniz bizi, bana hatırlatın demiştiniz Seçkin Peder, hatırlıyor musunuz?” diye sitem eder gibi sordu K120. “Ha evet, hatırlıyorum... Havası serinlemiştir artık. Yarın gidebiliriz. Firavun’a söyle, yanına Mısır Uygarlığı kitabını almayı unutmasın. Oldu mu?” “Teşekkürler” deyip utana sıkıla sessizce uzaklaştı. Ertesi gün... “Siz çıkıp etrafı seyredin güzelce, ben kendimi biraz yorgun hissediyorum bugün. Gidip size bir SKÇ-pil getireyim, otelin klimalarını çalıştırırsınız. Baksanıza ortalık hâlâ yanıyor. Silâhını yanından ayırma sakın! Etraf azgın hayvanlarla dolu.” Onlar Büyük Piramit’e çıkarken BK’ye atlayıp New York’a döndüm. Acayip bir hâlsizlik çökmüştü üstüme. Kelly’yi arayıp beni bir saat sonra uyandırmasını istedikten sonra yatağa uzandım. Hemen uyumuşum. Külçe gibi ağırlaşmış göz kapaklarımı açınca baktım; kim var, kim yok, hepsi karşımda... “Hayatım merhaba. Nasılsın?” dedi Kelly. “Ne bu? Neden herkes burda?” “İki saattir ne yaptıysak uyanmadın, merak ettiler!”

222


“İki saat mi! Eyvah... Çocuklar çölde kavrulmuşlardır şimdi! Hemen gitmem lâzım. İyiyim iyi. Merak etmeyin, biraz yorgundum.” “Ben de geleyim mi seninle?” “Hayır, sen bana bir pil, biraz da bengistane gönder araca kadar. Firavun bir-iki gün orda kalmak istiyor.”  Telefonları cevap vermeyince BK’nin uzaktan kumandasıyla açtırdım telefonlarını. Görüntüde hiçbir şey yoktu. Belli ki ceplerindeydi telefonlar veya yüzüstü yere bırakılmıştı. “Alo Firavun! Alo nerdesiniz?” “Alo K120! Alo nerdesin?” “Tanrım nerde bunlar!!” Havalanıp insan beynini bulan programı çalıştırdım. Önce Nil nehri boyunca denizden kaynağına kadar taradım her yeri. Hiç mi hiç iz yoktu! Beyin hücreleri çalışıyor olsaydı beyin dalgalarını mutlaka algılardı Büyük Kuş. Acaba nehre serinlemek için girip boğuldular mı? Acaba bir hayvan mı parçaladı ikisini de? Güneş batıncaya kadar Kuzey Afrika’nın her yerini karış karış taradım. Sırra kadem basmışlardı! Mutlaka öldürülmüş olmalıydılar... Birden aklıma telefonlarının yerini saptamak geldi. Ben galiba yaşlanıyorum, dedim. Bunu ilk başta düşünmeliydim bu kadar zaman harcayacağıma! Büyük Kuş bir çırpıda buldu yerlerini: Büyük Piramit!!! Koordinatlara ve çizelgeye baktım; telefonlar Kral Mezarı olarak bilinen odadaydı. Oraya 50 yıldır hiç kimse girmemişti. Ya havasızlıktan boğulmuşlardı, ya mezarda birikmiş olan zehirli gazdan! Veya daha başka bir esrarengiz sebebi olmalıydı!... Gökyüzü iyice kararmış, hava soğumuştu. İnip mezara kadar tırmanacak mecalim kalmamıştı zaten. Üstelik aynı akıbete ben de uğrayabilirdim. En iyisi, yarın Rajat ve Nejat’ı getirip araştırmaya devam etmekti. Suçlu suçlu, pısırık pısırık döndüm eve. Kelly’ye hiçbir şey anlatmadan başımı yastığa koyup kendi dünyama çekildim yorgun argın. Ben niye bitkinim böyle!... 15 Haziran 2066 “Yarın bir yaş daha yaşlanıyorum.” “Yok hayatım, ne yaşlanması, baksana oğlum Nejat’tan daha genç görünüyorsun.” “Sen de kızım K5 kadarsın ancak.” “Sağ ol canım, sayende biyolojik yaşımız küçük kalıyor hep.”

223


“Biliyor musun... Bende biraz amnezi başladı galiba.” “Hafıza kaybı mı? Sende ha! Bilgisayar gibi hiçbir şeyi unutmuyorsun, ne kaybı? Kuruntu yapmana gerek yok.” “Var var. Yedi aydır düzeltmeye uğraşıyorum ama hiçbir tedavi iyi sonuç vermedi.” “Sen bir yolunu bulursun, eminim. Ee?... Yarın senin için büyük bir parti verelim bari.” “Yok, istemem! Enderunlu alçakları gözüm görsün istemiyorum. Onlar kendi aralarında Müdahale Yıldönümü’nü kutlarlar, olur biter. Gel, çocukları alıp seninle biraz gezip tozalım. Antarktika’ya gidelim, penguenlerle oynar, kayak yaparız. Sonra Japonya’daki bahçelerden birkaç bonzay toplarız. Firavun öldüğünden beri şu güzelim parka kimse bakmıyor doğru dürüst.” “Tamam sevgilim, çok güzel fikir!” 15 Eylül 2069 Bugün telefonlaşma günüydü sanki... Önce K84 aradı: “Seçkin Peder, bizim grup yeni bir tür tavuk yaptı; sadece bengistane ile besleniyor ve günde 4 yumurta yapıyor! Hepsi de çift sarılı.” Ardından E92: “Seçkin Peder, yeni projemizi beğenecek misiniz bakalım: Pentagon binasını boşaltıp yeniden düzenledik ve dünyanın en büyük müzesine dönüştürdük... Dört kıtadaki müzelerden topladığımız en değerli tarihî eserleri orada korumaya aldık?” “Seçkin Peder! Tünaydın efendim, nasılsınız?” “Merhaba Temel Bey. Nasıl oldu da aradınız! Yine bir sorun çıktı galiba.” “Kusura bakmayın efendim. O kadar meşgulüz ki... Biliyorsunuz, Enderun’daki yüzlerce çocuğa, gence ancak yetebiliyoruz.” “Kolay gelsin... Kendinizi fazla hırpalamayın, zihninizi dinç tutun, KKK’ye lâzımsınız. Bırakın, yeni profesörler ve doçentler yapsın işleri. Bak, bendeki amnezi bayağı ilerledi ve çaresini bulamıyorum!” “Geçmiş olsun. Öyle yapıyorum zaten efendim, ama yine de yönlendirilmeleri gerekiyor. Sizin için hazırladığımız İnternet Enderun gazetesini okumuyor musunuz?” “Okumaz olur muyum? Geliştirdiğiniz uçan araba çok hoşuma gitti. Yalnız herkese ehliyet vermeyin sıkı bir sürücü kursundan geçmeden.” “Vermiyoruz efendim. Size bir şey soracaktım...” “Dinliyorum...” “Dün Mısır Uygarlığı’nı öğreten E100, benden öğrencilerini Piramitler Vadisi’ne götürmemi istedi. Gittik ama Büyük Piramit’i göremedik. Sıra sıra

224


dizilmiş palmiyeler vardı yerinde. Bunu sizin izninizle Müzelilerden birileri yaptı mutlaka. Herkes piramide ne olduğunu merak ediyor da?” “Ne diyorsun sen! Kimseye öyle bir izin vermedim. Beni kuşkulandırdın şimdi! Fakat daha önemlisi; Firavun öldükten sonra oraya gidilmesini yasaklamıştım, neden gittiniz?” “Efendim yere inmeden havada gezdik vadiyi. Kusura bakmayın.” “Yapma Temel! Yasaklara sen de uymazsan, kimse uymaz! Bunun için aleyhinde dava açtıracağım, haberin olsun! Senin yüzünden herkes ceza yiyecek... Oldu mu şimdi?” “Siz bilirsiniz Seçkin Peder. Emirlerinizi beklerim efendim.” “Sen de bilirsin... Bilirsin ama yasayı çiğnemek tatlı geliyor galiba! Neyse: Sorayım bakayım, kimmiş bunu yapan? Seni bilgilendiririm sonra. Savcıya söyle beni arasın!”  Aklıma gelen ilk şüpheli, Büyük Kuş’u ara sıra kullanan Seçkin Azize oldu. Sordum, Mısır’a hiç gitmediğini söyledi. Yalan dolan bilmez, benden olur almadan kafasına göre böyle büyük işlere kalkışmazdı zaten. Yanıma onu alarak gidip kendi gözlerimle gördüm palmiye parkını. Ne acayip! Tonlarca ağırlıktaki milyonlarca taş nereye kaybolmuştu? Yüzlerce palmiyeyi kim dikmişti öyle düzenli düzenli? Ölü çöl kumunda nasıl yaşıyordu onlar? Beş N-bir K soruları doldurdu kafamı. Ya birisi BK’yi alarak bütün taşları yerçekimsiz ortamda bir başka yere taşımıştı benden habersiz veya işin içinde çözemediğim bir sır vardı Firavun ve eşinin esrarlı ölümünde olduğu gibi! Kanatlı gençlerin buraya kadar uçup bu ağır işi becermeleri hiç mümkün değildi. Uçan arabalı gençler mi?... Hiç zannetmiyorum. “Bence Samanyolu’ndaki bir başka uygarlığın işi olabilir bu?” dedi Seçkin Azize. “Kafamı karıştırma şimdi! Ne uygarlığı?” “Antik Mısırlılara piramitleri ve Sfenks’i inşa etmeyi öğreten uygarlık...” “Canım onları yapan binlerce zavallı işçiydi, ne uygarlığı! Hepsinin ağırlık taşmaktan kamburlaşmış iskeletleri bulunmuştu, okumadın mı?” “Okudum tabi. Hatta şurada olması lâzım, biraz ileride. Ben, onlara bu olağanüstü bilgileri verenlerden bahsediyorum.” “Yani Mısır mimarisi evrimleşerek gelişmedi, birilerine birdenbire öğretildi mi diyorsun?” “Evet, aynen öyle diyorum. Sadece Mısırlılara değil, Asya ve Amerika’da yaşayan, mimarinin M’sini bilmeyen toplumlara da öğretildi.”

225


“Haklı olabilirsin ama bana kanıt göstermen lâzım inandırmak istiyorsan. Kozmik Kardeşler dünyaya hiç müdahale etmediklerini söylemişlerdi. Onlara inanmak durumundayım.” “Elli yaşına geldim, otuz yedi seneden beri bu konuları araştırıyorum; okumadığım kitap, yapmadığım deney, düşünmediğim olasılık kalmadı. Siz hâlâ söylediklerime inanmıyorsunuz! Bana biraz güvensenize... KK’den değil, onların yönetimi altına girmemiş bir başka topluluktan söz ediyorum! Samanyolu’nda yüzlerce uygarlık var. KK bunlardan biri sadece. Ama bu uygarlıklar kendi aralarında bir ortak yönetim konseyi kurmuşlar. KK bu yönetimde etkili, fakat yönetim altına girmeyi reddedenler de var. “Sana kendime güvendiğim kadar güveniyorum hayatım. Güvenmek başka, bu konulara inanmak başka! Sen nerden biliyorsun bu kadar şeyi?” “İnanç görmediğimiz şeye inanmaktır! Bu cümle sana bir şey anımsatıyor mu” “Evet, devamı şöyleydi galiba: Bunun armağanı da inandığımızı görmektir.” “Tamam işte! İnanırsan görürsün... Ben görüyorum, görüyorum! Gördüğüme inanmanızı istiyorum sizden.” “Peki, inanıyorum. İnandım gitti! N’olcak şimdi? Ne değişecek?” “Eğer gerçekten inansaydınız, onlarla temas kurmaya çalışırdınız.” “Temas mı? Nasıl?...” “Umarım bunu size hiç açmadığım için bana gücenmezsiniz. Açıklama vakti geldi çattı işte. “Dur dur dur! Senin dilinin altındaki bakla öyle kolay yutulura benzemiyor. Gidip evde konuşalım bunları.”  “Ne zamandan beri temastasın?” “Kulaklarımdaki ses olarak çocukluğumdan beri... Büyük Kuş aracılığı ile haberleşmeye ise Firavun ölmeden dört ay önce başladım.” “Yani onları BK’nin ekranında mı görüyorsun?” “Hayır. NASA’nın uzaylılarla haberleşmek için geliştirdiği DDZA sistemini buldum.” “DDZA? Dünya Dışı Zekâ Araştırma mı? Ona, SETI diyorlardı...” “Evet. NASA’nın gönderdiği sinyaller, G190 gezegeninde yaşayanlar tarafından alınıyormuş, fakat NASA’daki bilim adamlarının niyetleri onlarınkiyle örtüşmediği için hiç yanıt vermemişler. O sistemi BK’nin yeteneklerine entegre ettim, benimle sinyalleşmeye başladılar.” “Vay canına! Aklıma hiç gelmedi bu! Nasıl sinyalleşiyorsun?” “Düşünce okuma sistemini kullanarak.” “Haydi şunu bir deneyelim, ben de göreyim bari!”

226


“Hayır, size yanıt vermezler. Önce inanmanız ve iyi niyet üretmeniz gerekiyor.” “İnandım işte. Kötü bir niyetim de yok zaten.” “Henüz değil... İnancınız tam olgunlaşmamış.” “Daha neler!... Peki, Firavun’un ölümüyle bunun bir ilgisi var mı acaba?” “Var... Firavun ve eşi yaşıyor...” “Ne yaşaması, bırak şimdi! Otopsilerini kendi ellerimle yaptım. Cesetleri donmuş bekliyor yan binada.” “Ruhları başka bedenlerde yaşıyor ama...” “Kimin bedeninde?” “Palmiye parkında...” “Kim var orda?” “Palmiyeler var. Onların bedeninde...” “Orda yüzlerce palmiye var?” “Siz, tek gövde-tek ruh inancındasınız hâlâ. Bir tek ruhun, koskoca bir yağmur ormanına can vereceğini düşünemiyorsunuz! Hatta öyle ruhlar varmış ki, hangisi bilmiyorum ama bir gezegendeki bütün canlılar sadece onun plazmasıyla yaşıyormuş.” “Plazma dediğin nedir? Hiç duymamıştım!” “Duymadığınız daha neler var, bir bilseniz!” “Öğretseydin ya bunca zamandır, neyi bekledin?” “Hazır değildiniz... Plazma, ruhun zekâsıdır.” “Yani benim Akıllı Enerji dediğim şey mi?” “Evet ama enerjiden başka içeriği de var.” “Ne gibi?” “Özboyut gibi... Ne olduğunu henüz araştırıyorum.” “Belki Yüce Us’tan bir parçadır.” “Bilmiyorum, yorumlamak da istemiyorum pek. Bu, akılla çözülecek bir şey gibi gelmiyor bana: Hissedenle hissedilen arasındaki göreceli bir Özboyutsal ilişki olabilir...”  Hiç kızmadım yaptıklarına. Ona, Seçkin Azize adını boşuna koymamışım; saman altından -temiz niyetle- su yürüterek müthiş işler becermişti. Hem içi, hem dışı ışıldayan; bilimle ruhsallığın sentezine varmış hakikî bir aydın olmasından ötürü; zihnimde yeni ufuklar, yeni pencereler açmış; kendimi onun önünde yetersiz görmeme sebep olmuştu. Onunla konuşurken kurduğum hayaller beni ipnotize etmişti sanki. Bu işler böyledir... İçindeki cevheri gördüğünüz bir çocuğun önüne tüm imkânları koyar, onun kendini gerçekleştirmesini veya gerçek anlamda doğmasını sağlarsanız; size çağ da atlatabilir, sizi bir başka boyuta da taşıyabilir. S.A.

227


öylesine harikalar yaratacak bir ruh ve beyne sahipti ki, şimdiye kadar yaptığım bütün büyük hataların olumsuz etkilerini silip süpürecek harikulâde bir potansiyel taşıyordu. Onunla daha fazla teşrikimesai yapmalı, kendi potansiyelimi onunkiyle birleştirmeli ve ona daha fazla yetki vermeliydim. İki yeni kural daha oluşturdum; <Kural-34: İmkânsız sözcüğünü asla kullanmayın...> ve <Kural-35: Mucizelerin varlığına inanın...> Farkında olmadan bunca yıldır fiziksel dünyamızı fiziksel düşünce ve eylemlerimizle sınırlamış, o yüzden hayal gücümüzü ve yaratıcılığımızı da sınırlamıştık. Kozmik Bilinç’le olan bağlantımız bile zayıflamıştı santim santim. Evren kadar geniş, evrendeki sonsuz olaylar kadar sonsuz düşünüp hayal kurmalıydık ki, evrimsel sıçramalarla daha üst boyutlara ulaşabilelim. Seçkin Azize, uykudaki öz bilincimi şok tedavisiyle uyandırmıştı. Bu fevkalâde insanın, bu olağanüstü yaratığın hayatıma girmesiyle birlikte zaten hep sıra dışı şeyler yaşamıştım. O, benim için bir hoşluk kaynağı, bir psikiyatr idi. Oturmuş derin derin bunları düşünürken, Mevlâna çıkageldi odama. Yine bir isteği vardı mutlaka. “Seçkin Peder, ben Konya’yı görmek istiyorum.” Peşi sıra Diana göründü kapıda. “Ben de Lady Diana’nın mezarını...” Tepem attı birden! Ben neyle uğraşıyorum, bunlar neyle!... “Bir yere gitmek yok! Firavun’un başına gelenleri ne çabuk unuttunuz!” O sıra Kelly girdi içeri. Bunlar sözleşip gelmişlerdi besbelli. “Canım niye bu kadar katı davranıyorsun? Bırak, Seçkin Azize bir saatte gezdirip getirsin çocukları.” Küçücük aklıyla bana akıl vermeye kalkınca, kan beynime sıçradı! “Lâfazanlığa karnım tok! Şimdi kalkarsam hepinizi dondururum, haberiniz olsun! Defolun gidin başımdan! Defoluun!!!”  “Normal zamanlarda uslu bir çocuk kadar sakinsin, birileri kendi başlarına ufak bir şey yapmaya kalkıştığında çıldırıyorsun. Öfkenin, alnında yarattığı kırmızı çizgiler hâlâ duruyor. Neden biraz tolerans, azıcık hoşgörü göstermiyorsun onlara bana gösterdiğin gibi?” Seçkin Azize’nin beni utandıran cümleleriydi bunlar. Başka biri söylese, ceza alırdı mutlaka, ama bu kadına karşı dilim dönmüyordu nedense. Ona imrendim, biraz da önünde küçüldüğümü hissedip utandım. “Bilmiyorum. Yılların alışkanlığı ve birikimi olsa gerek. Benden habersiz kuş uçsun istemiyorum burda.” “Peki, KKK’yi kendi başlarına nasıl bıraktın öyleyse?”

228


“Onlar, bunlar gibi değil, hepsi ne yaptığını, ne yapacağını iyi biliyorlar.” “Acaba?” “Ne demek istiyorsun?” “Dün onlarla birlikteydim, biliyorsun. Samanyolu Uygarlıkları Araştırma Enstitüsü’nün açılışını yaptım. Geçen hafta gittiğimde, herkesin problemini ve günahını rahatça ifade etmesini teşvik için bir günah kutusu hazırladım. Kutu nerdeyse dolmuştu dün. O kadar sorun var ki... Annemle oturup biraz dertleştik, dertpati yaptık, KKK’nin yaşadığı ruhsal sorunlardan konuştuk. Üçüncü kuşak gençlerin birkaçı şiddetli mayor depresyonlar yaşıyormuş. Evlilik çağına gelenlerin birkaçında evlilik fobisi başlamış. Erken evlenmek istemediklerini yazmışlardı.” “Karina’dan daha iyi psikiyatr mı var? Yeterince ilgilenmemiş demek!” “Profesör Riyana annemden daha iyi bu konularda. Ona göre, kanat genleri ile insan genomu arasındaki uyuşmazlığın ortaya çıkmasından kaynaklanıyormuş sorunların birçoğu. “Ee? Ne yapacaklarını bilmiyorlar mı? Sen kendin de biliyorsun tedavinin ne olduğunu. Neden gidip konuşmadın teyzenle?” “Biliyoruz tabi. Kanat genlerini bloke ederek kanat döktürürsek, genomları normale döner. Fakat o zaman da, uçamayacakları için daha büyük bunalımlara girebilirler.” “Hayır, ne demek kanat döktürmek! Öyle şey mi olur? Büyük Kuş’u al yarın sabah, git, bilinçaltlarına mutluluk düşünceleri yerleştir, olsun bitsin!” “Doğru ya! Bu, aklıma gelmedi, fakat bir çare bulacağınızdan emindim. Şimdi giderim. Saat farkını unuttunuz yine, Tasmanya’da sabah oldu bile.” “Pekâlâ. Geri gelince biraz uyuduktan sonra beni uyandır, sana bir sürprizim olacak.”  “Seçkin Pedeer, günaaydıın.” “Günaydın canım. Uyuyabildin mi sen de? N’aptın o işi?” “Dediğiniz gibi yaptım ama epeyce uzun sürdü. Az önce geldim. Uykum yok. Sürprizi görmeden uyuyamam zaten.” “Ben duş alırken sen güzel bir kahvaltı hazırla, ondan sonra...” Kararımı vermiştim; ne olursa olsun New York’ta kalmak istemiyordum artık! Ellerinin altında bunca olanak, yanlarında böylesine üstün özelliklerle donanmış Seçkin Azize varken; dünyadan habersiz, kendi kişisel zevklerini tatmin etmekten başka işe yaramayan bu Müzeli Sınıf, sanki ruhumu mengeneye koymuş sıkıyordu. Çocukları ve torunlarıyla iyi geçinmem için bana her türlü tavizi veren ve içten gelmediği besbelli olan sevgi sözcükleriyle beni idare etmeye çalışan Kelly’nin özverisi bile, taktığı maskeden daha fazla işkence ediyordu

229


bana. Zaten bir yamalı sevdaydı Kelly’ninkisi... Karşı koyamadığım içtepiler yüzünden, ona karşı sık sık kaba ve soğuk davranmak zorunda kalıyordum. Bütün bunlar, kendimi huysuz, yaşlı bir bunak gibi hissetmeme sebep oluyor; bezginlik, pişmanlık, suçluluk gibi hiç istemediğim duygularla yaşamak zorunda bırakıyordu beni. Sıkıldığım yerden ve insanlardan uzaklaşmak fikri, bana hep trapezlerin altına gerilen güvenlik ağı gibi emniyette olma duygusu vermiş; aşırı stres, bunalım gibi çöküntülere girmemi engellemişti. Çareyi yine kaçışta bulmuştum... Müzeli Sınıf’ı, şehrin dışına çıkmamak kaydıyla New York’ta kendi hâllerine bırakmamda bir sakınca yoktu. Kelly, Tanya ve Suzan, aileyi sorunsuz idare edecek bilgi ve deneyime sahiplerdi. Mevlâna, Darwin, Diana ve Hatice’de, genlerini taşıdıkları orijinal kişilerin karakter nitelikleri ortaya çıkmamış, mizaçlarında hiçbir ruhî özellik benzeşmesi yoktu. Ama sadece bu sonucu görmek bile yeterli olmuş, en azından harcadığım onca emek boşa gitmemişti.  “Kahvaltı hazıır!” Bornoz katında gidip oturdum masaya kurduğum düşüncelerin verdiği rahatlık içinde. “Biraz uykum geldi ama sürpriziniz uykumu kaçırabilir” dedi S.A. “Şimdiye kadar herkesle kendi arama koyduğum mesafeyi hep korudum, bana ‘siz’ diye hitap edilmesinden hiç rahatsız olmadım. Bana, ‘sen’ demeni istiyorum artık. Ben de sana, ‘Azizem’ diyeceğim.” “Ah, çok memnun olurum! Bunu daha önce ben de teklif etmek istedim, cesaret bulamadım. Çok güzel bir sürpriz oldu. Teşekkür ederim.” “Yok yok, sürpriz daha gelmedi. Şimdi geliyor: Bu sıkıcı kentten benimle birlikte göç etmeye ne dersin?” “Nereye?” “Japonya’ya... Osaka’ya... Sahi Japoncan ne durumda?” diye sordum Japonca. “Biliyorsun, ikinci dilimiz..” dedi aynı dili konuşarak. “Hiç konuşmadığın için unutmuş olabileceğini düşündüm.” “Konuşmam biraz geriledi fakat okuduğum her şeyi anlıyorum.” “Al benden de o kadar. Ee, sürprizimi beğenmedin galiba?” “Beğendim beğenmesine de... Müzeliler n’olcak? Kelly ne diyecek bu işe?” “Hiç ırgalamıyor beni! Kimsenin dümen suyuna gitmek zorunda da değilim. Onlar kendi başlarının çaresine bakmayı bilirler zaten. Önemli olan; ikimizin, huzur içinde, onun bunun kişisel kaprislerinden uzak, yeni keşifler yapması, evrim sıçramasına zemin hazırlaması...”

230


“Bazen taş gibi kalbin var diye düşünüyorum, biliyor musun?” “Benim kalbim görecelik kanunlarına uygun çalışır. Hissedenle hissedilen arasındaki ilişkiye göre davranır. Sevgiye daha fazla sevgi, soğukluğa aynı oranda soğukluk gösterir. Fakat senin kalbinde benimkinde olmayan daha üst boyutta bir özellik var. Belki senden onu da kaparım, kim bilir? “Ruhunuzdaki Özboyut oranı neyse, odur, asla değiştiremezsiniz. Ben de size bir sürpriz yapayım mı?” “Hani ‘siz’ demeyecektin! Yap... Sevinirim.” “Ben Othello’yu oynarken intihar eden Vladimir Amca’nın ruhuyla yaşıyorum!!!” “Neler diyorsun sen... Nerden biliyorsun?” “Ruhölçer tarayıcısıyla tarandım. G190’lılar hangi ruhun, hangi canlıda ve nerede olduğunu bilebiliyorlar. Hatta 3 milyon yıl öncesinden başlayarak; hangi ruhun, hangi canlıyı, hangi gezende yaşattığını söyleyebilirler. Çok geniş bir ruh kimliği arşivleri varmış. Vladimir Amca’nın ruhu, daha önce G320’de yaşayan bir hemşiredeymiş. Ağırlığı 21 gram, hacmi 1.1 metreküpmüş. Daha önce Florance Nightingale’deymiş.” “Azizem, sen bir deryasın! Eee... Büyük dağlar büyük dağları görür! Bu kadar derin ve bilgiç olmana rağmen, bu kadar mütevazı davranmana da hayranım zaten! Artık Osaka’ya yerleşmemiz kaçınılmaz oldu. Orada baş başa verip birçok bilinmeyeni öğrendikten sonra yeni projeler geliştireceğiz seninle. Hadi sen biraz uyu, ben hazırlıklara başlayayım hemen. Bütün lâboratuvarı oraya taşımamız lâzım.” “Lâboratuvara gerek yok. Genlerle uğraşmaktansa, ruhun mahiyetini anlamak, Özboyutu incelemek daha yararlı olur. Güven bana.” “Peki, lâboratuvar kalsın burada. Bir soru daha: Vladimir’in cesedi... Londra’daki Trafalgar Meydanı’nda donmuş bekliyor. Onun genlerini canlandırmamı ister misin?” “Hiç gerek yok. Görüyorsun, Rumî’nin genlerinden doğan Mevlâna sahibine hiç benziyor mu?... Önemli olan Özboyut. Yeni doğacak Vladimir’e kim bilir hangi Özboyut can verecek.” “Peki, bu yaratıklar Özboyutun da arşivine sahipler mi acaba? “Sanmıyorum. Onlar ruhsal enerjiyi takip edebiliyorlar ancak. Özboyutun niteliğini keşfetselerdi, başta kendi Özboyutlarını tanırlardı. O zaman belki maddî varlıklar olmaktan çıkar, fizikötesi boyutlarda yaşarlardı. “Haklısın Azizem. Gidip vedalaşayım herkesle. Hadi hadi! Uyumana bak sen... <Kural-36: Ruhun Özboyutunu araştırın...>” Kime ait olduğunu unuttuğum bir dörtlük geldi aklıma:

231


“Dün sabaha karşı kendimle konuştum. Ben hep kendime çıkan bir yokuştum. Yokuşun başında bir düşman vardı, Vurmaya gittim, kendimle vuruştum.”

YİRMİ ALTINCI BÖLÜM 2 Mayıs 2070 Güzelim Osaka, biz gelmeden önce yeni bir sarsıntı daha geçirmiş, binaların yarısından fazlası yerle bir olmuştu. Şehir dışındaki ormanlık tepenin eteğine kurulu kocaman bir ahşap konağa yerleşmiş, konağın çiftliğini işimize yarayan hayvanlarla doldurmuştuk. Kutsal kitaplarda tasvir edilen cennet bile burası kadar etkileyici güzellikte değildi! Seçkin Azize ile geçirdiğim birkaç hafta içinde ona âşık olmaya başladığımı hissedince, radikal bir karar aldım; duygusallığın getireceği komplikasyonları bertaraf etmek için kendimi hadımlaştırdım! Aramızda, baba kız münasebetinden çok daha ötede bir ilişki; aşktan daha üstün, dostluktan daha derin bir sevgi var artık. Aynı ritme uyarak atan yüreklerimizle, ayrılmaz bir bütün olduk. Bizi ancak ölüm ayırabilir, ayırabilirse! Kalplerimiz, düşüncelerimiz ve ideallerimiz o kadar mükemmel bir uyum içine girdi ki, bu uyum yaratıcılığımıza yaratıcılık, vizyonumuzu vizyon kattı ve sonuçta keşiflerimizin listesi bir hayli kabardı: 412 milyar yıldızdan oluşan Samanyolu Galaksisi’nde, 398 gezegende yaşam olduğunu öğrendik; ortalama bir milyar yıldızdan birinde canlı organizmalar vardı. Bunların en yaşlılarına Birinci Kuşak, ortadakilere İkinci Kuşak, en genç olanlarına da Üçüncü Kuşak deniyordu. Birinci Kuşak’ı oluşturanlar, 10 milyar yıl önce oluşan ilk yıldız kümelerinde ortaya çıkmıştı ve Samanyolu dışındaki galaksilerde yaşıyorlardı. Evrimlerini öylesine üst mertebelere taşımışlardı ki, maddî yaşamdan bağımsız, enerji düzeyinde sonsuza dek yaşamayı keşfetmişlerdi. Samanyolu’na gerek duydukça uğruyor, dünyaya çok nadiren girip çıkıyorlardı. İkinci Kuşak, bizimki gibi daha genç galaksilerde yaşıyordu. Amaçları, Birinci Kuşak gibi donmuş enerji olmaktan, yani maddî bedenden kurtulmak ve ölümsüzleşmekti. Geliştirdikleri teknolojilerle bu amaçlarına yaklaştıklarını hissediyorlardı. Kozmik Kardeşler o kuşaktan...

232


Üçüncü Kuşak ise, dünyadaki canlılar gibi en ilkel varlıkların oluşturduğu kuşaktı. Ve evrende, sayı olarak en yüksek nüfusa sahipti. Enerji üretmede sorun yaşayan, üzerinde bulundukları gezegenin yeraltı kaynaklarına ve birbirine bağımlı canlılardı. Veya bizim güneşimiz gibi, kendilerine yakın parlak yıldızlardan gelen ısı ve ışık radyasyonunu kullanarak hayatta kalabiliyorlardı. Bizden daha ilkel canlılar olduğunu öğrenmeseydim, hissettiğim gelişmemişlik ve beceriksizlik duygularıyla yaşamak çetin olacaktı şimdi. Fakat Azizem rahattı: “N’apacaktık yani? Birkaç önorganizmadan ta bu noktalara kadar gelmek az-uz iş mi? Tüm insanların üst evrim basamaklarına çıkması o kadar kolay mı? Müdahale olmasaydı; sizin üstün çalışmalarınız sonuç vermeseydi; hâlâ birbirleriyle savaşan, eğlence-seksdebdebe üçgenine sıkışmış insanlardan geçilmeyecekti bu dünya. Bütün bunlara rağmen, bugün bizim ulaştığımız mertebeye ulaşmalarına, bir-iki yüzyıl kalmıştı neredeyse. Bence bize haksızlık ediyorlar!” diyerek beni de rahatlatıyordu. Azizem’le yaptığımız araştırmalar gün boyu bizi şarj ediyor, akşamları deşarj oluyorduk: Birlikte çok iyi bir ekiptik; yeni bir yaratıcı düşünce oluşturmadan, ertesi günün çalışma zeminini hazırlamadan yataklarımıza girmiyorduk. Newton’dan, Faraday’dan, Edison’dan daha heyecanlı, ama sûfîlerin duyduğu iç huzurundan daha fazlasını duyarak dalıyorduk uykuya. Nefesini seslice almaya başlayınca, uyuduğunu anlıyor, o nuranî yüzünü seyrettikten sonra uyuyabiliyordum ancak. 2 Nisan 2075 “Biliyor musun, Kozmik Kardeşler de yanılıyor bence...” dedi Azizem. Boş konuşmayı hiç sevmediğini bildiğim için, yine ilginç bir fikri olduğundan emindim. “Hatasız yaratık olmaz! Neymiş kabahatleri?” “Kabahat demedim canım, sen de vur deyince öldürüyorsun hemen!” “Yanılgı... Tamam.” “Sana gönderdikleri ilk mektuptaki satır aralarını okumaya çalıştım; baktım ki önemli bir olguyu gözden kaçırmışlar. Şu cümle üzerinde hiç düşündün mü: ‘Biyolojik Bilinç’inizi ve Sosyal Bilinç’inizi dahi ruhsuz makinelerin dijital zekâlarına emanet edecek kadar ilkelleştiniz.’ “Düşündüm, hem de çok... Haksızlar mı yani?” “Haklılık-haksızlık olarak bakma olaya, kaçırdıkları gerçeğe bak!” “Neymiş o?” “Doğanın zekâsından... Daha doğrusu ORZ’den söz ediyorum.”

233


“Al başına bir belâ daha... O da ne...” “ORZ, yani Ortak Ruhsal Zekâ.” “Hımm, güzel bir deyim!” “Deyim değil, bir kavram... Senin, Artıların Sırrı dediğin şeyle ilintili...” “Bilmece gibi konuşmasan olmaz mı yahu!” “Bak, evrim sürecinde, canlıların üremek ve yaşamak için birer zekâ geliştirdiklerini biliyoruz. Fakat sadece maddesel zekâlarını geliştirmemişler ki!... Özboyut ve Akıllı Enerji’den oluşan ruhları da gelişmiş. Öyle ki, bu gelişim kritik doyuma ulaşınca, ortaya, artı değer dediğimiz fazlalık çıkmış. Buna, Ortak Ruhsal Zekâ adını verdim. “Kızım sen başka bir gezegenden gelip Azizem kılığını girmiş biri filân olmayasın? Bana genetik haritanı getir de bir kontrol edeyim tekrar! Ee?” “Ee ne? Hâlâ göremedin mi?” “Yani KK, bu ruhsal ortaklığı görememiş diyorsun, mu?” “Evet, ama ondan öte bir şey daha diyorum: ORZ maddî zekânın yavaş evrimini hızlandırmış diyorum. Tarihe baksana; 1900 yılından sonraki 113 yıl içinde insansoyunun elde ettiği zekâ ve yaratıcılık sıçraması sayesinde, on binlerce yıllık gelişmeden çok daha fazlası çıkmış ortaya. Böylece, OMZ ‘Ortak Maddesel Zekâ’ oluşmuş. ORZ ve OMZ işbirliği yapıp Yapay Zekâ’yı yaratmış. Yaratmış ki, çok hızlı bir evrimsel sıçrama gerçekleşsin... “Mükemmel bir buluş! Gerçekten olağanüstü!... Gel seni şöyle bi öpeyim doyuncaya kadar. Tanrı iyiliğini versin, gözlerimi yaşarttın!” “Mersi Pederciğim, beni böyle yüreklendir, yeter.” “KK’nin yanılgısını şimdi ben de gördüm: Atalarımız bilinçlerini ruhsuz robotlara emanet etmemişler; evrim, birdenbire öylesine hızlanmak istemiş ki, insan ruhunun ve zekâsının yeteneklerini kullanarak çok daha hızlı çalışan yapay zekayı icat etmiş. ORZ ve OMZ birer artı değer veya birer görünmez varlık oldukları için de, KK bunların farkına varmamış, benim varmadığım gibi. Biliyor musun... KK’nin teknolojisine belki erişemeyiz ama, onlar da senin farkındalık düzeyine erişemezler!” Azizem, bu sohbetten sonra tüylerimi diken diken eden bir farkındalığa daha ulaşmamı sağlamıştı: Kozmik Bilinç öylesine parçalanmış, evrene öylesine yayılmıştı ki, kendini toparlamak, biraraya gelmek için durmadan uğraşıyor; parçaları birleştirip ortak farkındalıklar oluşturuyordu her gezegende, her yıldız kümesinde... 12 Mart 2079 “Müthişsin müthiş!!! Bunu nasıl becerdin, şaştım doğrusu!”

234


“Sen son zamanlarda beni bayağı hafife almaya başladın bakıyorum!” diye sitem etti Azizem. Işıl ışıl gözleri sevinç yaşlarıyla puslanmıştı. Çünkü Kozmik Kardeşler’in anarşist olmakla suçlayıp tecrit ettiği bir uygarlıkla sinyalleşmeyi başarmıştı dün gece ben uyurken. “G109’lulardan bu bilgiyi koparmalı mıyız, koparmamalı mıyız, emin değilim. Kozmik Kardeşler bu işe büyük reaksiyon gösterebilir, bizi cezalandırabilirler” dedim. “Ben eminim” diye itiraz etti Azizem, “Unuttun galiba, KK müdahale etmiyor bize. Boynundaki yardım kolyesinde bir kullanma hakkın kaldı; onu kullanmadıkça işimize karışmazlar. Yakında patlayıp yok olacak bir gezegende bırakmamalıyız onları. Düşünsene; müdahale günü bir yaşında olan minik bebekler şimdi 66 yaşındalar. O gezegendeki ortalama yaşam süresinin bizimkinden daha uzun olacağını sanmıyorum. Bu demektir ki, dünyadan götürülen 6,5 milyar insandan kimse hayatta değil artık. Oradakilerin hepsi orada doğmuş olanlardır. Kim bilir hangi koşullarda büyümüşlerdir zavallılar! Onların hiçbiri suçlu değil, hepsi masum!” “Kolyeden bahsetmekle bana ilginç bir fikir verdin, biliyor musun?” “Düşündüğünü düşünüyorsam eğer, bence de iyi bir fikir...” “Söyle bakalım, ne düşündüm? Hadi!” “O gezegene gitmeyi ve yardımı o insanları kurtarmak için istemeyi...” “Yahu, sen benim düşüncelerimi okuyorsun gerçekten! Kızım sen cin misin, peri mi!...” “Dikkat, beni küçümsüyorsuun!” “Yok canıım, sadece hayranlık ifadesi bunlar... Peki, sence yardım ederler mi?” “Bilmiyorum, emin değilim. Ama bu fikri olgunlaştırmam gerek.” “Tamam, çok güzel! Sen G109’lularla samimiyeti ilerlet bakalım.” “O kadar kolay olacağını zannetmiyorum.” “Kolay kolay. Bizden çok ileri olacaklarını sanmıyorum. Büyük Kuş’un yeteneklerini geliştirerek onları ziyarete gider, çaktırmadan düşüncelerini okuyabiliriz.” “Büyük bir hata işlediğinin farkında mısın? Ya onlar senin düşüncelerini okuyorlarsa şu ânda! Ha!... Niyetini temiz tutmayı aklından çıkarma Pederciğim, olmaz mı?” “Haklısın, biraz bunamaya başladım galiba!” “O kadar da demedik!...” “Bir sorunumuz daha var, onu da konuşalım...” “Biliyorum.” “Bak, bunu da bilirsen... Ne yapacağım biliyor musun; tüm yetkilerimi sana devredeceğim!”

235


“Onu sen bilirsin. Ama bunu da bilirsem, bir isteğimi yerine getirmeni rica ediyorum.” “Sen kötü bir şey istemezsin. Söyle getiririm...” “Anayasaya bir madde koydurmanı istiyorum.” “Neymiş o?” “Senin de yargılanmana imkân tanıyacak bir madde...” “Bu da nerden çıktı şimdi!” “<Kural-27: Her zaman, herkese karşı adil olun...> ve <Kural32: Yasaları herkese eşdeğerde uygulayın...> Senin dokunulmazlığın, adaletle, hak-hukukla örtüşmüyor. Kötü niyetli insanlar gelecekte bu kılığa bürünür ve kapalı kapılar ardında kim bilir neler yaparlar? Bu yolu şimdiden kapatman lâzım.” “Buna bir itirazım olamaz. Çok haklısın. Baş yargıca hemen bildir, gerekeni yapsın.” “Senin bildirmen daha uygun olur. Ben bildirsem bile yine sana sorarlar zaten.” “Doğru. Ee söyle bakalım şimdi, neymiş düşündüğüm sorun?” “Üçüncü nesil kanatlı çocuklarda acıma hissinin gelişmediğini düşünüyordun.” “Bravo, pes doğrusu! Sen beni fersah fersah geçtin! Her şeyi benden daha iyi düşünüyor, daha iyi yapıyorsun artık. Bütün yetkilerimi sana devrediyorum şu ândan itibaren!” “Estağfurullah... Fakat misyonu seve seve üstleneceğimi söylemek isterim.” Çocuk gibi üstüme atlayıp beni koklaya koklaya öpmesi her şeye bedeldi. Sımsıkı sarılıp paylaşımların en derinini duyumsadık birlikte. Bu harikulâde kadına güvenmeyip kime güvenecektim ben! “Umarım bu kararımız KK’ye ters gelmez?” “Gelmemesi lâzım... Görev devri yasağı koymayı düşünselerdi, bunu ilk mektupta belirtirlerdi mutlaka.” “Evet, doğru. Peki, git başyargıcı BK’nin ekranına çağır, bu iki değişikliği bildireyim ona.” “Biz oraya gitsek, yüz yüze konuşsak daha iyi olmaz mı?” Karina ile yüz yüze gelmek gerektiği zaman vücudum karıncalanıyor, sanki kötü bir şeyler olacakmış hissine kapılıyordum. “Bir günde iki istek çok geldi, haberin olsun!” “Tamam, ben de bu isteğini kabul ediyorum.” “Bakıyorum hemen havaya girdin bile. Bak, kafamı bozma, yetki metki dinlemem sonra... Bana öyle emekli muamelesi falan da yapmaya kalkma, yanarsın!”

236


12 Mart 2080 Gece gündüz çalışarak onları bir yıldan beri ikna etmeye çalışıyoruz, fakat dünyalıların hangi gezegende yaşadıkları bilgisini öğrenmeyi bir türlü başaramadık. Yeni yöntemler geliştirmeye karar verdik. Bunca mesafe aldıktan sonra pes etmek bize yakışmazdı! 28 Şubat 2084 Dün gece Kelly’yi kaybettik. 22 kişilik Müzeli Sınıf’ın dediğine bakılırsa; “Ben ölürsem, bedenimi yakın, küllerimi toprakla karıştırın ve parka dikeceğiniz bir çınar fidanının dibine koyun. Onun köklerinde yaşamak, onunla büyümek istiyorum,” vasiyetinde bulunmuş. Sabahleyin son isteğini yerine getirdik. Yüce Us günahlarını affetsin! İyi ruhlu bir kadındı. Ona haksızlıklarım oldu birkaç kere. Umarım beni affetmiştir; <Kural-37: Affedici olun...> Affedin ki nefret sevgiye dönüşsün. Krimasyon ve küllerin defni töreninden sonra, hiç kimsenin isteği olmadı benden. Yetkinin Azizem’de olduğunu öğrenmişlerdi... Herkes onun başına toplandı ve New York’ta kalmak istemediklerini söylediler. Tek dilekleri; KKK ile birleşmek, kuzenleriyle birlikte yaşamaktı. Azizem’in engin gönlü onları kıracak sertlikte değildi, kabul etti. Sonra tasvip edip etmediğimi anlamak için dikkatlice baktı gözümün içine. Başımı hafifçe sallayıp göz kırptım... Gizli bir gülümsemeyle teşekkür etti. Uzaydaki uygarlıklarla başlattığımız ilişki bizi öylesine umutlandırmış, öylesine cömert davranmaya itmişti ki, Müzelilerin KKK’ye vereceği zararı bir çırpıda giderebilecek özgüvenimiz vardı artık. İki farklı gezegende yaşamış kadar birbirinden farklı olan iki sınıfın ortak yaşamı ne getirip ne götürecek, göreceğiz... 27 Mayıs 2084 KKK’nin İnternet gazetesinde çok ilginç keşif haberleri ve doğum ilânları vardı bugün. Fakat canımı bir makale sıkmıştı: Avukat E500 imzasıyla yayımlanan yazı, beni yerin dibine batırıp çıkarmıştı. Anlaşılan bana karşı büyük bir muhalefet oluşmuş; geçmişte işlediğim bazı “suçlar”ın hesabını sorma hevesine düşmüştü bizim avukat bey! Azizem’den yargılanmamı istemesini ve beni savunmasını rica ettim, kabul etmedi.

237


“Onlara bakma sen” dedi, “Annelerinin, dedelerinin yanlış telkinleriyle büyümüşler besbelli. Bırak deşarj olsunlar kendi kendilerine.” “Başkası seni eleştirmeden, sen kendini eleştir: Çok hata yaptım. Bunları, onların ağzından duymak istiyorum. Bunun en iyi yeri mahkeme. Bırak yargılanayım!” dedim. “Mademki çok istiyorsun, gazeteye bir yazı yaz, özeleştiri yap. Kendini iyi hissetmene yarar. Daha ötesine izin vermem.” İdâma mahkûm birinin kral tarafından affedildiğini duyduğu ândaki hisleri içindeydim. “Öyle yapayım bari. Sen bugün yalnız çalış, ben şu avukata ağzının payını vereyim!” “Özeleştirii!... Çocuğun ağzına burnuna karışma! Senin duygusal zekâna n’oldu! Amnezi ile birlikte onda da mı unutkanlık başladı ne! Bir gencin kısır görüşlerine bu kadar önem vermene şaşıyorum doğrusu!” “Tamam tamam, ağzımdan kaçtı işte. Damarıma basma! Zaten kafam bozuk!” “Yani şu alınganlığı atamadın üstünden gitti!” Bu ses, karatahtanın üstünde gıcırdayan sert tebeşir gibi belkemiğimi kazıdı, ama susma sırası bana gelmişti; ben bir adım ilerleyince, onun iki adım gerilemesi mevzubahis değildi artık.

Tekzip: Sayın Avukat E500, Enderun gazetesindeki eleştiri yazınızı dikkatle okudum. Ben, özgürlüğe âşık, KKK’nin özgürce davranmasını, yazmasını ve konuşmasını isteyen biriyim. Ancak, sınırsız ve kontrolsüz özgürlüklere inanmıyorum; çünkü o zaman ahlakî değerlerle beslenen beynimizin, vahşî içgüdülerimiz üzerindeki baskısı ortadan kalkıyor ve insanlar birer canavara dönüşebiliyorlar. O nedenle; özgürlüğünü istismar edip önüne geleni insafsızca eleştirmen, KKK’ye kötü örnek olma sakıncasını taşıyor. Bu bilinçsiz davranışından dolayı başsavcıya bir uyarı mesajı gönderdim bile. Fakat umarım ki, o patavatsız yazı yayımlandıktan sonra, kar altında umutsuzca kemik arayan bir köpek gibi aradığını bulmuşçasına büyük bir tatmin yaşamışsındır. Hatta denizin altında balık ararken, üşüyen bedenini ısıtmak için balıkadam elbisesine sidik torbasını boşaltan avcılar kadar geçici bir ferahlık da duymuşsundur belki.

238


Herkesin bilmesini isterim ki yazdığın eleştiriler, emperyalist yaban otlarının keskin kokusuna aldanmış, çakmak taşı gibi yufka yürekli Sibirya timsahlarının kahvaltısı bile olamayacak, eksi beş yüz derece uydurmalardır. Daha İngilizce söylemek gerekirse; ıvır zıvır, havadan sudan sebeplerle aforizm yapıp alegorik tasvirlerle beni karalamaya çalışmanı sadece çocukluğuna saydım, yazdıklarına gülüp geçtim. Ve demokrat davranıp senin de gülmeni sağlayacak bu mektubu yazdım. Aşağıdaki satırlarda gizlenmiş derslerden ne anladığını bir başka eleştiri yazında yine eltieltiyeküstü gibi ilmik ilmik örersen, en azından ne kadar büyümüş olduğunu ve avukatlık diplomasını hak edip etmediğini kanıtlamış olursun: Hint Okyanusu’ndaki akrepler tüm eflâtun renkli tüylerini sığ sulara gömerek beni şiddetle kınamışlarsa, gün gelir ay, güneşin etrafında cirit atar, fakat Jüpiter’in umurunda bile olmaz. Sen beni dinle: Ozan Zeyrek olsan dahi sazının akorduna vız gelir mızrabın! Lokumu mayonezsiz yemediğin belli oluyor, ama tüm hukukçuların kalçaları çarkıfelek gibi dönünce, devran dönmesine hacet kalmıyor işte. Bir zamanlar Atlantisliler siesta yapmayı millî ibadet kabul etmişler, bilmem biliyor musun? O zaman olan olmuş, Kung-Fucular başka iş aramak zorunda kalmışlar. Ve kalkıp yeni aşure formülleri geliştirmişler ki kimse siestaya rağbet etmesin. İşte böyle Avukat Bey, zürefanın düşkünü beyaz giyer kış günü... Savunma mekanizması mı dedin? Nasıl ki Freud’un pantolonunu yamamak benim işim değilse, pis 2 yatırdan medet ummak da sizin harcınız olmamalı. Biraz bengisüt sağın ki, sıcak yoğurdun kaymağı yüzünüze gözünüze bulaşmasın. Sen hiç arı sokan bir arıya rastladın mı? Onlara hayvan dediğin için seni affetmeyeceklerdir! Sizi çıngıraklı kutup ayılarına değişmeyen, yüreği şebnem kadar taze Seçkin Pederiniz...”  “Bunun neresi özeleştiri!” diyerek epeyce sitem etti Azizem. “Hay Allah! Kusura bakma, unutkanlık var ya; kelimenin başı gelmedi aklıma, sadece eleştirisi geldi...” “Şaka bi yana, bunu gönderirsen çok ciddî huzursuzluklar doğabilir, farkında mısın acaba?”

239


“Peki, sen farkında mısın ki bütün evren kaos-düzen, kaos-düzen, kaos-düzen yöntemiyle çalışır?” “Konuyu değiştirme şimdi, bunun evrenle ne ilgisi var?” “Bilakis var, var ama ilgiyi kuramadın işte. Bunların yüzüne boya sürüp, eline ayna vermezsem olmaz!” “Kurdum kurdum, hemen sevinme biraz gecikme oldu diye. Demek bir kaos yaratmak istiyorsun ki ortaya daha iyi bir düzen çıksın.” “Aynen... Özeleştiri yapıp muhalefetin hıncını söndürürsem, sorun temelden çözülmüş olmaz, sadece çözüm ötelenmiş olur. Bir büyük olay olmalı, her şey çökecek, yok olacak gibi bir atmosfer doğmalı ki; ondan sonra millet, korunması gereken değerleri korumayı; işe yaramayan, vakti geçmiş, hastalık üretenleri silkip atmayı düşünsün. Yoksa eskilerin dediği gibi, her şey eski tas-eski hamam devam edip gider; kimse rahatını ve alışkanlıklarını bozmaz, hele hele düzeni yenilemeyi aklının ucundan bile geçirmez.” “Bunu söylemen çok iyi oldu... Seni şimdi daha iyi anladım. Sen konuşurken, daha önceki davranışların gözümün önünden bir film gibi geçti. Demek, bizim huzursuzluk, alınganlık, küskünlük diye yorumladığımız şeyleri, sen bilinçli olarak yapıyordun ki, herkes bir kaos çıkacağını hissetsin ve kaos çıkmadan önce oturup önlemlerini alsın. Böylece kendini eleştirterek, herkeste özeleştiri mekanizmasının çalışmasına zemin hazırlıyor; mevcut düzeni, kaos yaratmadan canlı ve işlek tutuyordun her zaman. Seni koca kurt senii!” 1 Mayıs 2085 Dünyalılara ulaşmanın nirengi noktası, Büyük Kuş’a ışık hızından daha hızlı uçma yeteneği kazandırmaktan geçiyordu. G109 gezegeni, ışık hızıyla gidersek tam 1.700 sene sonra varacağımız mesafedeydi. Ömür biter, yol bitmez!... Tek çaremiz ışık hızı sınırını aşmaktı. Bu mümkündü; çünkü saniyede 300 bin kilometrelik hız Konsey tarafından aşılabilmiş, daha önce iki kez yardım istediğimde bir saniye geçmeden yardım gelmişti. Astrofiziği çok iyi bilen Ord. Prof. Dr. Temel’in bir-iki yıllığına bize katılmasını istedik bu sabah. Araştırmayı niçin yaptığımızı söylemediğimiz hâlde, bir hafta sonra kürsüsünü Prof. K77’ye devredip gelebileceğini söyledi. Işık hızının saniyede 299.792.458 metre olduğunu da kendisinden öğrenmiş olduk. “Bu arada kim bilir neler neler keşfedeceğiz hep birlikte! Tanrım, bu proje, beni şimdiye kadar en fazla heyecanlandıran çalışma olacak!” dedikten sonra zıp zıp zıplayıp kendi kendine dans eden Azizem’in keyfine diyecek yoktu.

240


Bir hafta sonra... “Osaka’dan ayrılıp İsviçre’ye yerleşmemiz daha uygun olur” diye bir öneri getirdi saçı sakalı ağarmış Temel. “Herkesin uçan otomobili var zaten. Neden Dev Kuş’u Yuki’ye geri vermeyi düşünüyorsun? Onu da alıkoymalıyız ki, Büyük Kuş’u ikide bir yolculuk için kullanmayıp lâboratuvarın bir parçası olarak kullanabilelim” dedi Azizem. “Eğer bu proje o kadar önemliyse tabi...” “Temelciğim neler neler keşfettik, bir bilsen! Sana her şeyi kimseye söylememek kaydıyla anlatacağız. Bence de DK’ye ihtiyacımız olacak.” dediğimde, Temel başını sallayıp içi gülen gözleriyle olur verdi. “Bu, CERN dediğin partikül araştırmaları lâboratuvarı hâlâ yaşanacak bir yer mi acaba?” “Prof. Yuki ve ben son 5 yıl öncesine kadar orayı sürekli kullanıyorduk zaten. Tertemiz bir yer. Yakınlarında kalabileceğimiz çok şahâne şatolar var. Hiç merak etmeyin efendim; yoksa Amerika’dakini teklif ederdim.” “Anlaştık... Eşyaları toparlamaya başlayalım hemen.” 8 Mayıs 2086 “(e0 m0)-1/2 Bu formüldeki eksikliğin sebebini araştırırsak, uzay ve zaman birbiri lehine küçülebilir, bir ışık yılı mesafeye bir günde, hatta belki bir dakikada gidebiliriz” dedi Temel. “10 milyar yıl önce, ışık hızı, 300 bin kilometrenin arkasına 70 sıfır koyunca ortaya çıkan rakam kadar olduğuna göre,, ışık hızı giderek yavaşlıyor demektir. Son yıllarda 299.792.458 metreye inmiş olması da bunu gösteriyor zaten. Bence ışık hızını yükseltme yöntemi daha az zamanımızı alacaktır. Ne dersiniz?” diye ikinci bir öneri getirdi Azizem. Benim astrofizik aritmetiğim zayıf olduğu için konuşulanlardan başka çıkarımlar yapmaya çalışıyordum: “Demek ki evrendeki bütün fiziksel sabitler, bütün konstantlar değişmiş. Onlarla uğraşmaya kimin gücü yeter! Bence geçmişteki bilgileri bırakıp Büyük Kuş’un buraya nasıl geldiğini bulsak daha çabuk sonuca gideriz. Bakın bir yıldır arpa boyu kadar yol alamadık!” dedim. “Bu işin en az 4-5 yıl alacağını, ta başında söylemiştim. Bu ne sabırsızlık Pederciğim!” deyip önerimi kibarca elinin tersiyle itti Temel. Üç ay sonra... “Dedim size, yanlış yoldasınız!”

241


İki ay sonra... “Sen bu kadar negatif düşünürsen, olmaz tabi!” “|s(t)> = U(t) |s(0)>, sorun burda!” Dört ay sonra... “Bak, gördünüz mü!... Dediğime geldiniz yine!” “Minkowski formülüne geri dönmemiz gerekiyor...” 16 Haziran 2087 “Bravo Temel, bravo Azizem!!! Fakat midem çok bulandı, nerdeyse kusuyordum!” “Bu iyi bir denemeydi. Sanıyorum artık havada ölüm yok bize!” 16 Haziran 2088 “Tüm kontroller yapıldı, kalkışa hazırız.” “Beş, dört, üç, iki, bir, sıfır!” “N’oldu... Neden basmadınız düğmeye?” “Bastım ama!...” “Anlaşılan yer yekimi devreye girip zaman girdabını bozuyor.” 16 Haziran 2089 “Üç, iki, bir, sıfır! ” “Bravo Temel, bravo! Gerçeküstü bir hız bu!” Sevincimi göstermek için avazım çıktığınca bağırıyordum ama ne kendim, ne Temel hiçbir ses duymuyorduk! Işık hızı ötesinin kanunları farklı işliyordu demek! Düşünce okuma sistemini çalıştırıp Temel’in ne düşündüğünü öğrenmeye çalıştım. “Korktuğumu Seçkin Peder’e belli etmemeliyim! Allahım, geri dönebilecek miyiz acaba?” Beynine ne düşündüğümü anlatan sinyaller gönderdim: “Temelciğim korkmana gerek yok, sistem çalışıyor, istersen hemen geri dönebiliriz. Miden bulanıyor mu?” “Hayır, siz ne durumdasınız? Geri dönmek mi istiyorsunuz?” “Ne münasebet! Azizem’in korkaklar diye bağırmasını mı istiyorsun?” “Sahi onunla haberleşemiyoruz, değil mi?”

242


“Eşzamanlı boyutlarda değiliz ki... Bak: BK’nin sinyalleri şu anki hızımızdan çok daha yavaş. Geride kalan mesafeyi geçip dünyaya ulaşması için çok zaman gerekiyor. 100 milyon km/sn yavaşlarsak sinyalleşebiliriz dünyayla.” “Gezegene yaklaştığımızda hızımızı düşürünce konuşuruz Azizem’le.” “Kadıncağız dokuz doğurur o zamana kadar!” “Başka çare yok! Yavaşlarsak önümüzdeki gezegenlere çarparız! Ancak bu hızla gidersek zamanın ve maddenin içinden geçebiliriz. Zaten neler olduğunu tahmin etmiştir o.” “Acaba güneşin içinden mi geçtik, yanından mı?” “İçinden geçtik. Kalktıktan hemen sonra gösterge 1’i gösterdi. En yakın yıldız o olduğuna göre, içinden geçtik.” “Göstergede şimdi hangi sayı var?” “Hızla ilerliyor sayılar, rakam büyük, takip edemiyorum.” “Demek tahmin ettiğin gibi uzay-zaman yolumuzu eğmiyor, lineer olarak doğru çizgi üzerinde ilerliyoruz.” “Evet! Müthiş, değil mi!” “Müthiş ne kelime! İnanmakta zorlanıyorum!” “Hız sayacı 77 dakikamız kaldığını gösteriyor. Ne kötü, hiçbir şey göremiyoruz karanlıktan başka! Dönerken ilk kalkışta yavaş gidersek etrafı seyredebiliriz belki.” “Ben G109’u göreyim yeter!” 76 dakika sonra... G109’a çarpmamak için hızımızı kestik. Aramızda başka gezegen yok artık. Ekrandaki manzara hiç de heyecan verici değil. Kapkaranlık boşlukta ışıldayan ama uzakta olduğu için ışığı bize çok az ulaşan bir yıldız ve onun yanında ay gibi sönük ışıklı G109 uydusu. Hepsi o... Son bir dakikalık mesafeyi yavaş hızla 3 saatte geçmek zorundayız. Samanyolu Kütle Çekimi normale döndüğü için Temel’le sesli konuşabiliyorum. Azizem’e haber vermek için ekranı açtım. “Alo Azizem, orda mısın? Alo!” “Geldim geldim. Çok şükür sesiniz çıktı! Ayol, meraktan kudurmak üzereydim!” “Işık hızını yüz binlerce kat geçersen, evren kanunları değişiyor, n’aparsın!. Senin SKÇ sinyallerin, bizim hızımızın yanında kaplumbağa gibi hantal kaldı. Gönderdiğim sinyaller sana kim bilir kaç yıl sonra ulaşır.” “Zaten öyle olacağını bildiğim için bir şeyler atıştırmaya gitmiştim.” “Bizim karnımız hiç acıkmadı, üstelik senden 76 dakika daha genç kaldık, n’aber!”

243


“Aman ne kıskandım nee! Manzarayı anlatsana biraz.” “Yahu, anlatacak bir şey yok ki! Soğuk, kapkaranlık bir uzayın neyini anlatayım. Üç saat sonra sana G109’u gösteririm ekranda.”  “Kolye numaram C403. G109’a hoş geldiniz. İnişinizi ben yönlendireceğim. Şimdi bütün kontrolleri ve ekranı kapatın.” Sesin, konuşan kişiye ait olmadığı hemen anlaşılıyordu. Belki de elektronik tercüme filândı, ama standart İngilizce kullanılmıştı. Yüzünde, Eskimolara benzeyen bir maske vardı, gözleri pek seçilmiyordu. Temel, devreleri kapatır kapatmaz kendimizi yerde bulduk. Hemen ekranı açtım, sapsarı çölden başka bir şey görünmüyordu. Dışarıdaki ısı 176 dereceydi. Kapıyı açar açmaz kaynayıp haşlanacağımız bu berbat yere gelmek için mi onca uğraştık kaç yıldır? Ne hayal ettik, ne bulduk! Ekranda C403 göründü tekrar. “Koltuğunuzdan kalkın, silâhlarınızı bırakın, sizi merkeze ışınlayacağım.” Nasıl oldu anlamadım, birden devasa bir cam fanusun içine kurulmuş olan merkezin ortasında bulduk kendimizi! “Kolye numaram C11. Oturun lütfen” dedi karşıdaki platformun üstünde ayakta duran yedi kişiden ortadaki. Etrafa tekrar bakındık, oturacak hiçbir yer yoktu bu bomboş fanusun içinde. İçerisi çok aydınlıktı ama ışık kaynağının nerede olduğu görünmüyordu. “Oturun, altınızda SKÇ yastığı var.” Temel poposunu oturma pozisyonuna sokunca, altında görünmeyen bir manyetik alan olduğunu anladım, oturdum. Karşımızdaki maskeli, sıska, bodur kişiler de kuruldu koltuklarına. Üstlerinde balıkadam kıyafeti gibi dar streçler vardı. Erkek veya dişi oldukları anlaşılamıyordu. Hepsi dazlaktı, belki de tamamen tüysüzdü. “Kendimi tanıştırayım: Adım Seçkin Peder, bu da oğlum Ord. Prof. Dr. Temel” dedim. “Biliyoruz, hoş geldiniz, hemen konuya geçelim” dedi C11, “Niyetiniz o gezegendeki 2 milyar dünyalıyı başka bir yere nakletmek, doğru mu?” “Doğru efendim” dedim. “Bana C11 deyin sadece. Konseyimiz sizin için yeni bir araştırma daha yaptı: Onların yaşaması için gerekli atmosferin bulunduğu bir başka gezegen yok Samanyolu’nda. Oksijeni yüzde 50 daha fazla olan 2 gezegen var, yüzde 5 daha eksik olan 17 gezegen... Fazla oksijenle yaşayamazlar, ama eksik olanlar uygundur. Problem şu ki; o gezegenlerin savunmasını aşmak mümkün değil. Bizim verilerimiz onların savunma kalkanını kırmaya

244


yetmiyor. Üstelik iyi niyetli canlılar yaşıyor oralarda. Zarar görmelerini istemiyoruz. Bu şartlarda size 2 önerimiz var: Birinci çareniz; Dünyalıları Dünya’ya taşımak -ki bunu yapmak çok basit ama sizin istemediğinizi biliyoruz- ikincisi çok zor...” Temel bir şeyler söylemek istedi, C11 izin vermedi. “Seçkin Azizem’inizle anlaştığımız üzre soru sormak yok... Tartışmak yok! Düşüncelerinizi okudum, isteğiniz mümkün değil; onlar bizim atmosferimizde yaşayamazlar. İkinci alternatifi size ekrandaki simülasyonla göstereceğim. Bakınız, o gezegen şu yıldızın uydusu. Hesaplarımıza göre, 16 dünya yılı vakitleri kalmış. Yıldız şişmeye başladıktan sonra infilâk edecek ve uydusu ile birlikte bir kızıl dev olacak. Bu süreç başlamadan önce, eğer oradaki atmosferi bizim kendi uydumuz olan atmosfersiz GB3’e transfer edersek, onları GB3’te yaşatabiliriz. Bizim işimiz orada biter, sizin işiniz başlar. Size adını söylemeyeceğim o gezegendeki bitkileri GB3’e getirmeniz ve su kaynaklarını taşımanız gerekecektir. Biyo-enerjinizi tüketecek bu uğraşa girmek isterseniz, size yardım edebiliriz. Düşüncelerinizi okudum, bizler yeraltında yaşıyoruz ve hidrojen soluyup öğüttüğümüz minerallerle besleniyoruz. Bu salondaki atmosferi sizi ağırlamak için oluşturduk. Nefes alma vaktimiz geldi. Şimdi evinize dönün. Son kararınızı verince bize sinyalleyin. Güle güle.”  “Hani düşüncelerini okuyup gezegenin ismini, yerini öğrenecektik!” “Efendim, o konuları düşünmeyi bırakın hemen! Zaman anaforuna girince konuşalım bunları. Şu ânda zihninizi okuyorlardır mutlaka!” “Haklısın, 3 saat boyunca konuşma yok! Bari G109’u Azizem’e gösterelim de ondan sonra susalım.” “Görüntüleri kaydediyorum zaten, sonra izlesin. Şimdi belki farkında olmadan yanlış bir şey söyler, işleri berbat eder gereksiz yere.” “Tamam, sesimi kesiyorum artık.” “G109’u düşünmeyi kesin yeter, KKK’yi düşünün.” “Bu yolculuğu çocuklara anlatacak mısın?” “Sizce anlatmasam daha mı iyi olur?” “Bilmem ki, kararsızım...” “Ben de... Öyleyse Azizem ne derse o olsun, yetki onda.” “Kabul.” 15 Haziran 2093 “Barışmak istiyorsa niçin kendisi aramıyor beni?” “Canım Pederciğim, tam 53 yıldır konuşmadınız. Yüzü tutmuyor tabiî.”

245


“Yarın müdahalenin sekseninci yıldönümü olmasaydı, o beni aramadan asla kabul etmezdim. Bir de Azizem’in hatırını kırar mıyım hiç!” “Şükürler olsun! Bu sefer inatçılık yapmadı yaşlı kurt. Senin içini dışını o kadar iyi tanıyorum ki, Prof. Yuki ile bahse bile girdim.” “İyi iyi ,böbürlenme öyle! Vazgeçerim yoksa haberin olsun!” 16 Haziran 2093 Hobart’a gelmeyeli kaç yıl oldu unuttum. Zarif bir metropol olmuş. Nehir kenarında özel olarak hazırlanmış iniş pistine doğru yavaş yavaş alçalırken, ellerindeki bayraklarla beni selâmlayan binlerce cıvıl cıvıl çocuğu seyretmek bana büyük keyif verdi. Dünyanın dört bir yanından koşup gelerek, tiyatro kostümleri ve işlemeli tören kıyafetleri giymiş, heyecan içinde inmemi bekliyorlardı. Kaşla göz arasında pistin yanında bekleyen Karina’nın düşüncelerini okumaya çalıştım. “Yüce Us, lütfen bana ters davranmasın, bunca insanın içinde bir rezalet çıkarmasın!” diye dua ediyordu. Ayağımı kapıdan dışarı atar atmaz, yüzünde ılık bir gülümsemeyle üzerime atılıp sıkıca boynuma sarıldı. Sıkıntıdan terlemişti hava soğuk olmasına rağmen. Dudaklarımı kulağına yaklaştırıp: “Ter kokunu bile özlemişim” dedim. Başımı iki elinin arasına alarak geriye itti, yüzüme bir-iki saniye dikkatlice baktı. Elindeki biberonu yere düşürüp halıyı berbat eden bir çocuğun yüzündeki suçluluk ve endişe ifadeleriyle doluydu suratı. “Seni sevmeyi özledim” deyip titrek dudaklarını sardı dudaklarıma. O ânda binlerce ağızdan çıkan ıslıkların sesini top atışları susturabildi ancak. Ardından havaî fişek gösterisi başladı, uçan otomobiller havada vızır vızır dolaşıp korna çalmaya başladılar. Kornalardan çıkan sesleri başarılı bir orkestrasyonla birleştirdiler ve ortaya benim için besteledikleri Seçkin Peder Senfonisi çıktı. Her tarafa yağlı boya portrelerim asılmıştı. Fakat beni bütün bunlardan çok daha fazla etkileyen bir olay oldu: Gökyüzü öfkeliydi... Şimşekler sık sık bir flaş gibi patlıyordu. Ama birdenbire kara bulutlar nasıl olduysa gözden kayboldu, yerini, tepenin arkasına gizlenmek üzere olan kızıl akşam güneşine bıraktı. Oldukları yerden havalanan 40 kişilik bir kanatlı çocuk grubu havada nefis bir bale gösterisine başladı. Onları, bulutlar dağılınca görünen bir kargo uçağından atlayan kanatlı gençler izledi. Yanağını yanağımdan ayırmadan, gösteriye tapar gibi bakan Karina: “Bu, sana Prof. Yuki’nin armağanı...” dedi.

246


“Hım... Ne kadar yaratıcı!... Demek o top sesleri, bulutları dağıtan bombaların sesiydi?” “Evet, geçen sene keşfettiği bir yöntem. Hadi mikrofon sehpası seni bekliyor, bir konuşma yapıp kutlamaların açılışını yaparsın herhâlde.” Kısa bir konuşma hazırlamış, belleğime güvenmediğim için bir parça kâğıda not almıştım dün gece. Herkes sus pus, ağzımdan çıkacak ilk cümleyi bekliyordu. Hissettiğim şiddetli şefkat duyguları ve KKK’nin gösterdiği vefa, sevgi ve saygı boğazımı düğümledi. Kanımda dolaşan endorfin miktarı yükselmiş, ha bire yutkunuyordum. Hint sümbülleri ve leylak salkımlarıyla süslemişlerdi konuşma sehpasını. Etrafına katmerli zakkumlar dizilmiş olan mikrofona doğru eğilerek, alaca bulaca gördüğüm notumun yardımıyla konuşmaya başladım: “Canım çocuklarım, Tam 80 yıl önce, 13 kişilik minnacık bir aile, görüyorum ki İzmir’den başlayan kutsal yolculuğuna, 4703 kişilik koca bir ulus olarak devam ediyor. Bizler o vakitlerde, birbirinin kokusunu ezberlemiş kutup ayıları gibi ürkek, güneye göç eden kaz sürüleri gibi tarladan tarlaya konarak her mevsim ayrı yerlere gidiyor; üremek ve sizleri eğitebilmek için kendimizi eğitmek uğruna gecemizi gündüzümüze katıp çalışıyorduk. Aynı ruh ve heyecanı, 80 yıl sonra sizlerin de yaşıyor olmanız ve birbirinizin kokusunu ezbere bilmeniz, beni öylesine mutlu ediyor, öylesine gururlandırıyor ki, hepinize kocaman bir teşekkür etmekten ve en derin takdirlerimi anlatmaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Biliyorsunuzdur; beyaz kutup ayıları eşlerini dölledikten sonra yuvadan kaçarlar... Ben de kendi doğama uyup evden kaçtım 50 yıl kadar önce. Fakat şimdi saç sakal bembeyaz oldu. Demem o ki, kış geldi, uzaklarda üşüdüm ve yuvama döndüm işte! Şu ânda birkaç filmi birlikte izliyor gibiyim; müdahale öncesindeki dünyayı, müdahale sonrasındakini ve geleceği... Beni en çok gelecek duygulandırıyor, sizin parlak geleceğiniz... Çocuklarım... 37 kuralımız var. Şimdi 2 yeni kural daha söylüyorum; <Kural-38: Sevgi duygusunu paylaşarak besleyin, çoğaltın...> ve <Kural-39: Ruhunuzun gösterdiği istikamette yürüyün...> O istikamet sizi aydınlığa, mutluluğa ve başarıya götüren istikamettir. Artık ölünceye kadar sizinle aynı istikamette yürüyeceğim. Sizleri teker teker tanımak, sizlere birer birer dokunmak, bana anlatacaklarınızı dinlemek istiyorum. Evrende böylesine binlerce harikulâde torunu olan tek peder ben olduğum için sonsuz bir haz duyuyorum!

247


Görüyorum ki pek çok yeni buluş yapmış, olağanüstü keşiflerde bulunmuşsunuz. Öğretmenleriniz size öğretmiştir, ama bir kere de ben hatırlatmak istiyorum: En büyük keşif kendinizi keşfetmektir! Ben de buraya, sizi yeniden keşfetmeye geldim! Belki sizi tanırken, kendimi daha derinlemesine keşfederim... Sözlerimi bitirirken, sizin için getirdiğim bir düzine armağanı takdim etmek istiyorum. Seçkin Azize, onları buraya getirir misin?” Büyük Kuş’un kapısından önce Azizem çıktı, peşinden teker teker 12 çocuk. 6 kız sağ yanıma, 6 oğlan sol yanıma dizildiler. “Bu kuzenleriniz, daha doğrusu kardeşleriniz, müdahale sırasında ES45 gezegenine götürülen atalarınızın torunlarıdır! Bundan sonra bizimle birlikte yaşayacaklar. Siz onlardan çok şey öğreneceksiniz, onlar da sizden. Hepsi sizin kadar iyi İngilizce konuşuyorlar. Şimdi Victoria’yı mikrofona davet ediyorum. Size söyleyecekleri var.” “Önce herkesi sevgiyle ve saygıyla selâmlıyorum. Burada sizinle birlikte olmamız, Seçkin Peder, Seçkin Azize ve Prof. Temel’in üstün çalışmaları, inanılmaz özverileri sayesinde ve Yüce Us’un izniyle gerçekleşti. Ben, şimdi aranızda olmayan Prof. Lenny’nin kardeşi Isaac’in torunuyum. Dedem ve babam hayatta değiller. Benim ailem artık sizlersiniz. Bu gördüğünüz; ilk çağlarda intihar eden rahmetli Vladimir’in kız kardeşinin torunu Alexander. Bu genç bayan; Prof. Karina’nın kardeşinin torunu Pia. Bu...” Victoria’ya diğer çocukları tanıştırma fırsatı veremeyen Karina, Pia’ya doğru saldırırcasına koştu ve ona sımsıkı sarılıp, saçını başını koklamaya başladı. Ana-babasını, kardeşini, geçmişini kokluyor gibiydi. Bu büyük jestin benim başımın altından çıktığını anladığı için Pia’yı bırakıp, bu kez yaşlı gözlerle benim boynuma sarılarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Duyguları teşekkür etmesine izin vermiyor; bir beni, bir Pia’ya kollarına dolayıp durmadan öpüyordu. Victoria’nın konuşması kimsenin umurunda değildi artık. Yuki ve Zizi kendi kardeşlerinin torunlarını hemen tanıyıp sarmaladılar. Onları Fabiana ve Riyana izledi. Herkes kendi akrabasını tanımış, 12 çocuğun çevresinde ayrı ayrı halkalar oluşmuştu. Herhâlde Temel ve Azizem de hiç bu kadar öpülmemişlerdi. Tören düzeninin yerini, binlerce kişiyi silip süpüren bir duygu seli almıştı. Bu duyguyla boyanmış sahneyi puslu gözlerle izlerken, gözüme kanatlarını kaybeden Eros ilişti. Toprağa çakılmış gibi bekliyordu kalabalığın

248


arasında. Suratı alçıdan yapılmış tiyatro maskeleri kadar donuk, bakışları solgundu. İçimden BK’ye çıkıp düşüncelerini okumak geldi, vazgeçtim. Hakkımda iyi şeyler düşünmediğini zaten göstere göstere belli ediyordu. Bu oğlanın doğasını idare eden mevsimleri tanımıyordum; ona ihtiyatlı yaklaşmalı, KKK’yi mutsuz edecek çirkin hareketlere girişmesini engellemeliydim. Kafamın bir kenarına not alıp mikrofon sehpasına çıktım tekrar. “Sevgili KKK, lütfen sessiz olup dinler misiniz?” Herkes sus pus, olduğu yerde durup dinlemeye başladı. “Bu 12 kardeşiniz, bizimki gibi nispeten az gelişmiş bir dünyada doğmadılar. Onların doğduğu gezegen, bizim dünyamızın ikizi gibi... Ve hemen hemen aynı büyüklükte. Fakat oradaki bitki ve hayvan türleri çok çok farklı, çok daha zengin. Bir diğer farkı da şu: O gezegende evrimleşen insan türleri, bizim kendi atalarımızdan çok daha üstün bir teknolojik boyut yakalamış, Samanyolu’nda özgürce seyahat edebilme şansını bile yaratmışlar. Maalesef ki, 200 sene önce test ettikleri bir SKÇ-bombası yüzünden yarattıkları uygarlığın kurbanı olup hayatlarını kaybetmişler topluca. Atalarımız o gezegene ışınlandıklarında, her tarafta üstü açık milyonlarca insan iskeleti varmış. Size onların ne kadar uzun boylu olduklarını görmeniz için bir iskelet getirdim. Sözünü ettiğim gezegende 2 milyar kadar insan yaşıyor şu ânda. Bu akşam hükûmetinizle konuşup onları dünyada isteyip istemediklerini öğreneceğim. Eğer hükûmet onları isterse, bu kararı bir referandumla sizin onayınıza sunmalarını isteyeceğim. Birazdan, karanlık çökmeden önce göstereceğim. Galaktik yaşam hakkında daha geniş bir vizyon geliştirmeniz için göstereceğim bir başka şey de; gözlerinize inanamayacağınız kadar güzel bir hayvan yavrusu ve yine aynı güzellikte bir bitki türü. Şimdi karşınıza yavru kerkenezyunus ve ışıldak şakayık geliyor!”

SON BÖLÜM 16 Haziran 2103 Geçen 10 yıl içinde çok dramatik olaylar yaşadık: Önce Karina’yı kaybettik. Vasiyetine saygı gösteren hükûmet, oğlu Eros’u başkan seçti. Bu kadın giderayak son oyununu da oynamıştı nihayet! İçimde ona karşı beslediğim sevgi kırıntıları da silinip yok oldu. Eros’un başkan olmasından hemen sonra, bakanlık ve dekanlık yapan çekirdek kadro, esrarengiz şekilde, güpegündüz birer birer kaybolmaya

249


başladı. Öncelikle canım kadar sevdiğim Temel, ardından pamuk prensesim Fabiana, sonra... Bunları hatırlamak bile büyük acı veriyor bana... Hinoğluhin Eros’un oynadığı oyunları, giriştiği katakullileri anlayamayacak kadar bunamamıştım daha. Şüphelerimi, gidip yüzüne karşı söyledim, kuralları göz ardı edemeyeceğimizi hatırlattım ve biraz da paraladım. “Kuralların içine edeyim! Çık odamdan yaşlı bunak!” diyerek makamından kovdu beni rezil herif! Düşmeyegör!... Kurda kuşa yem olmak da varmış kaderde! Hakkında cinayet ve hakaretten dava açtırmak istedim, ama elimde tek kanıt yoktu.  Azizem, ta başından beri bana çok kötü davranan, sonra çirkin propagandalarla mahkemeye baskı yapıp eften püften sebeplerle beni kodese tıktıran, adî diktatör Eros’un düşüncelerini ve rüyalarını izlemeye başlayınca, aşırı şizofren biri olduğunu keşfetmiş. Çok geçmeden gizlice kurduğu istihbarat teşkilatı sayesinde Eros’a başarılı bir suikast uygulatarak beni ve KKK’yi büyük bir şeytandan kurtardı. Azizem başkan seçildi. Fakat Eros’un sadık korumaları, o güç simsarları, birkaç gün sonra Azizem’i rehin aldılar ve Dev Kuş’a el koyup kaçtılar Tasmanya’dan. İstemediğim hâlde, bu yaştan sonra başkan seçildim. Bir yıl kadar o sekiz haydudun, o KKK’nin yüzkarası başıbozuğun peşinden koştuk, bütün hareketlerini takip ettik. Büyük Kuşum, maalesef Dev Kuşu durduramıyor, devrelerini saf dışı bırakamıyordu. Enderun’daki bütün bölümlerden gelen önerileri teker teker denedim, ne yazık ki, haramîleri yakalayıp Azizemi o kırılası ellerinden kurtarmak bir türlü mümkün olmadı. Hapse atıldığım gün boynumdan çıkardıkları kolyeyi imha ettikleri için KK’den yardım da isteyemedim. Yüce Us’a dua edip Konsey’i imdada çağırdım, ne gelen oldu, ne giden! G109’a yardım etmeleri için yüzlerce sinyal gönderdim, tek cevapları “müdahale edemeyeceğiz” oldu. Bütün kapılar yüzüme kapandı, çaresizlik içinde kendi kendimi yiyip durdum yıllarca.  Geçen sene Azizem’in, o yeryüzü meleğinin cesedini bulduk iniş pistinin yanında. Nasıl kıydılar o büyük insana! Öyle etkileyici, öyle yaratıcı bir ruhu vardı ki, enerji okyanusunda kocaman bir dalga gibiydi. Barbar herifler! Beni can evimden vurdular! Tükendim, elim ayağım iş tutmaz oldu! Hafızam neredeyse iflâs etti, çalışmayan beynimin de iflâh olacağı yok, yok, yok artık!

250


Aracıma kapanıp kara kara düşünmekten başka bir şey gelmedi elimden. Başkanlık seçimini çok güvendiğim Prof. K33’ün kazanmasından sonra, o gün bu gündür, en güvenilir sığınağım olan Büyük Kuş’un içinde oturup bu maddî hayata son verecek şeyin ayak seslerini duymaya çalışıyorum. Ruhumun işe yaramayan bu kafesten çıkıp yeni bir hayata dönmesini ummak tek tesellim oldu. Yapamadığım şeyler aklıma geldikçe içime işliyor, yaptığım hataların pişmanlığıyla zehirlenerek kahroluyorum! Frankenştayn masallarından canlanmış bir karakter bile yaptıklarımdan daha iyisini becerirdi mutlaka! Belki Eros haklıydı; yaşlı bir bunaktım ben. İşte benim hikâyem, işte seçkinliğini yitirmek üzere olan Peder’in utanılacak hazin sonu! Gerisi teferruat... Olagelen olagidiyor...  Yazmayı çok seven, şeker mi şeker, akıllı mı akıllı bir kız var beğendiğim; Temel’in özbeöz torunlarından birinin torunu, adı K900. Küçükken ne yapar eder yanıma sokulur, yanağından kesme almamı isterdi hep. Büyüyünce o da evlenmek istemedi Azizem gibi... Öyle belli bir konuda derinlik kazanmak gibi hevesi de yoktu. Her telden çalan bir yapısı vardı ve belli ki benim kadar ciddiye almak istemiyordu hayatı. “Evrim kazanına çok basınç verirsen, patlatırsın” başlıklı bir yazı yazmıştı gazetede ve çok dikkatimi çekmişti. Yazıda beni ima eden tek satır yoktu, ama sanki bütün hatalarımı bir tek cümleyle yüzüme postal gibi çarpmıştı. Kendisini sabah erkenden yanıma çağırttım, yanağından bir kesme alıp önemli bir ricada bulundum: “Beni seviyorsan eğer, ben ölünceye kadar yanımdan ayrılma, bu son çağlarımı tarihe not düşmek için gün gün yaz, olur mu?” dedim. “Senin adını bundan sonra Tanıkkız olarak değiştiriyorum. Ömrümün geri kalanına tanıklık edeceğin için...” Yürekten gelen bir istekle kabul etti. İmbikten süzülmüş, saf bir ruhu olduğunu biliyordum zaten. Benim de oturup bir vasiyetname yazmamın vakti gelip çattı galiba...

Tanıkkız’ın Tarih Defteri’nden... 31 Aralık 2108 Yarın 22’nci yüzyılın üçüncü yılına gireceğiz. Dört kıtaya dağılan 8 bin 926 kişi, hazırlanan büyük kutlamaya Seçkin Peder’in katılıp katılmayacağını merak ediyor. Onu ikna edemiyoruz; tüm ısrarlara rağmen, “Beni yalnız bırakın, kutlayacak bir şeyim yok!” diyor ve telefon eden veya İzmir’e gelen herkesi tersliyor. Haydutlarla yaptığımız savaşta hayatlarını kaybeden 45 gencin ölümü, ruh ve beden sağlığını iyice bozdu galiba.

251


Kendini bütün olaylardan sorumlu tuttuğu için cezalandırıyor gibi. Anababasının İzmir’deki bu yıkık dökük evinde yaşamak istemesi ve tıbbî tedaviyi reddetmesi herkesi endişelendiriyor. Onu bugün ikna etmeye çalışacağım. 16 Haziran 2109 Bugün Seçkin Peder’in 144’üncü doğum günü. Hazırladığımız kutlama törenini istemedi yine. Bana iyice alıştı, bazen sözümü dinliyor. Sağlık durumunu her gün kontrol ediyorum. Büyük Kuş’u idare edecek durumda olmadığını Dışişleri Bakanlığı’na rapor ettim dün. Hobart Millet Meclisi, BK’yi kullanmasını bu sabah yasakladı. Kararı henüz kendisine tebliğ etmedim. Araca çıkmaya yeltendiği zaman otoritelere haber vermek daha iyi olur diye düşündüm. 1 Ocak 2110 İzmir’de öncü depremler başladığı için Seçkin Peder’le birlikte hükûmetin kararıyla Hobart’a getirildik. Karara çok sinirlendi. Kuralları kırmak için şarap ve puro istedi. Günde bir bardak pirinç şarabı içmesine izin verildi. Kahvaltıda mutlaka kaynamış penguen yumurtası istemesi herkesi şaşırttı! Bakımı ve güvenliği için 6 kişilik bir hemşire grubu tayin edildi. En sevdiği şey sırtına vantuz çektirmek. Bugünkü seans sonunda; “Yahu, iflâhımı kestiniz, biraz dinleneyim bari!” demesi, yardıma muhtaç olmayı gururuna yediremediğini gösteriyor. Sözlerinde kalbinin sıcak katkısı yok gibi görünse de; etkilenme duyarlığı azalsa da; karizmasını ve etkileme gücünü yaşatmayı çok iyi becerebiliyor hâlâ. Ürettiği kadar tüketen biri olduğu söylenirdi hep, ama... 2 Ocak 2110 Havadan nem kapan bir moral içindeydi; kahvaltı yapmadı, duşa girmedi, tabakları masadan yere fırlattı! Beti benzi atmış, kendisini çekip çeviren hemşireleri yerin dibine batırıp çıkardı! Hükûmetin ona cebren hükmetmesi çok ağırına gidiyor olmalı... Üstüne yırtık pırtık bir ehram giydi, akşama kadar nehirdeki kurbağalarla konuştu. Onlara çocukluk anılarını anlatıp sorular sordu. Birkaç kurbağa yavrusu kucağına fırladığında, onları sevip okşaması görmeye değerdi.

252


Akşamki EYE seansında biraz müşkülpesent davrandı, fakat ağrıları kesilince erkenden uyudu. 3 Ocak 2110 Bugün çok keyifli; önyargısız, sinirsiz ve sakindi. Kitap okumak istediği için göz muayenesine girdi. Lazerle ameliyata yanaşmadı, fakat gözlük takmaya razı oldu. İnsan Mühendisliği Fakültesi’nden 5 profesörü çağırtıp, onlardan güncel gelişmeler hakkında bilgi aldı ve tavsiyelerde bulundu. Sonra da Rahmetli Seçkin Azize’nin kitaplığından dinî kitaplar istetti. Okumaktan yorulunca, birkaç kere çağırıp kucağına oturttu beni ve sırnaşık bir bebek gibi, başını göğsüme koyup dinlendi. Uyku saati geldi ama okumaya hâlâ devam ediyor. Müdahale etmeyeceğim, okusun okuduğu kadar... 15 Haziran 2110 Bu sabah uyandığımızda Seçkin Peder’i yatağında bulamadık! Binlerce uçan otomobil, BK ve DK bütün gün onu aradı adanın her köşesinde. SP buharlaşıp uçmuştu sanki! En sevdiği şey olan Büyük Kuş’u bile götürmemişti! Belli de BK’yi kullanma yasağına karşı gelmek istememişti. Savcı E1505, hemşireler hakkında görevi ihmal suçu işledikleri için dava açtı. Suçluluk duygusundan kurtulmak ve suçsuz olduğumuzu kanıtlamak için ben de yargılanmak istedim, kabul edilmedi. Görevi ihmal eden yoktu ki... Dün gece çok neşeli, çok cana yakındı. Zaten bir aydan beri sağlığı çok iyi gittiği için gün boyu bahçedeki çiçekleri, sebzeleri ile uğraşıyor, akşamları müzik dinleyip ya kitap okuyor veya bizimle sohbet ediyordu. Böyle bir art niyeti olabileceğini kim sezebilirdi ki? Yoksa yanlış mı düşünüyorum? Bu kadar katı yürekli olabilir mi böyle bir insan? Belki de başına nâhoş bir olay gelmiştir? 16 Haziran 2111

Seçkin Peder’in Ölüm İlânı Seçkin Peder bir yıldır sürdürülen bütün aramalara rağmen bulunamadı. Hükûmet ölmüş olduğuna kanaat getirip bugünkü kutlamaları iptal ettiğini ve tüm dünyada aramaları durdurduğunu ilân etti. Cebinden hiç çıkarmadığı vasiyetnamesini de birlikte götürdüğü için, son isteklerinin neler olabileceğini araştırıp bulmak üzere bir heyet kuruldu.

253


E74’ün “ilginç” teklifi onaylandı... Dünyadaki bankalarda bekleyen hiç kullanılmamış kâğıt paraların değerlendirilmesi teklifi... Deste deste banknotlar yapıştırıcılara batırıp otuzarlı bloklar hâlinde preslenecek, ortaya çok sağlam tuğlalar çıkacak, o kâğıt tuğlalar kullanarak Seçkin Peder’in doğduğu ev yeniden inşa edilip Seçkin Peder Müzesi yapılacak ve Büyük Kuş ile birlikte bütün eşyaları orada sergilenecek; böylece yaşam öyküsü ölümsüzleştirilecek. Benim onaylamadığım bir proje... Onun en nefret ettiği şey olan paradan yapılmış bir ev fikrini hiç sindiremedim içime. Vazgeçilmesi için elimden geleni yapacağım! Bu hükûmet SP’yi hiç anlamamış mı! Zavallı Seçkin Peder! Onu bir kahraman olarak uğurlamak ne kadar da uygun olurdu. Kibirli, alıngan ve sinirliydi, ama aynı zamanda yumuşak yürekli, sevecen ve özverili bir kişiliğe sahip, gelişmiş bir ruhtu. Umarım ağrısız-sızısız bir nöbet değişimi yapmıştır ruhu. Onu çok özleyeceğiz. KKK ulusuna verdiklerini asla unutmayacağız. Ruhun şad olsun Aziz Seçkin Peder! Âmin. 14 Haziran 2113 Yatağa henüz girmiş, yarın yapacaklarımı plânlıyordum kafamda. Bahçeye bakan pencere camı tıkladı iki kere. Okuma lâmbasını yaktım, bir de ne göreyim!... Seçkin Peder bana el sallıyor yağmur altında! Bir nefeste kalkıp pencereye koştum, sus işareti yaparak kapıyı açmamı istedi. Onu içeri aldım, yarısı dökülmüş saçını, upuzun beyaz sakalını kuruladım. Isıtıcının yanına oturttuktan sonra aç olup olmadığını sordum. Çok kilo kaybetmiş, sanki boyu da kısalmıştı. Bir bardak bengisüt istedi. Kendini biraz toparlayınca bunca zamandır nerede olduğunu sordum. “Üf! Ne bileyim Tanıkkız! Ruhumun gösterdiği yöne gittim işte!” dedi. Bu, onun klâsik tarzıydı. Sesi çocuk sesi gibi tizleşmişti. Nefes darlığı yüzünden çok konuşmak istemediği belli oluyordu. Üstelemedim. Kirli gözlüklerini çıkardım, evet-hayır diyeceği birkaç soru sordum: “Lütfen sözü evirip çevirmeden söyle; uyumak istiyor musun?” “Hayır!” “Nöbetçilere haber vereyim mi?” “Hayır!!” “Benimle konuşmak mı istiyorsun?” “Evet.” “Biraz daha dinlen sonra konuş istersen.” Elini külotunun içine sokup kalın bir zarf çıkardı. “Al, vasiyetnamem...” dedi düşük tonlu bir sesle. “Okumamı mı istiyorsun?”

254


“Hayır! Başkan kim şimdi?” “E27.” “Güvenilir biri mi?” “Elbette...” “Yarın zarfı ona ver. Önce sen oku ama.” “Olur. Yarın bir yere mi gidiyorsun yine?” “Burdayım. Gelip götürecekler.” “Kimler götürecek?” “Kozmik Kardeşler, kim olacak?” “Yarın ayın on beşi, sana verilen 100 yıl doluyor, değil mi? Daha dün kızlarla konuşuyorduk bunu. Saat 5’te mi gelecekler?” “Hayır... Greenwich saati ile 03’te...” “Belki gelirler ama seni götürmezler, olamaz mı?” “Götürürler, götürürler...” “Geldiklerinde yanında olmamı ister misin? Ben isterim.” “Ol olabilirsen. Korkuyorum, çok korkuyorum!” “Seni çok iyi anlıyorum, ama ben olsam göğsümü gere gere karşılarına çıkardım. Bunca yaptıklarına karşın aslında seni ödüllendirmeleri gerekir.” “Çok ama çok büyük hatalar ve aptalca işler yaptım! Geliştirmem gereken çok daha yararlı projeler vardı, hepsini savsakladım. Beni rezil etmesinler, bana eziyet etmesinler yeter!” “Daha neler... Hiç üzülmene gerek yok, boşuna kuruntu yapıyorsun. Hadi biraz uyu istersen.” “Sen uyu, ben sabaha kadar dua edeceğim.” “Ne dileyeceksen söyle ben de dua edeyim senin için.” “Olmaz. Onlarla benim aramdaki mesele bu. Sen bildiğin duayı edersin yatağa girince.” “Peki, bir şey istersen beni mutlaka uyandır, uyuyabilirsem eğer.” “Sağ olasın kızım. Hakkını helâl et. Bana çok emeğin geçti. Teşekkür ederim. Gel başını kucağıma koy, saçlarını okşayayım biraz. Gelecek hayatımda seni çok özleyeceğim.” 15 Haziran 2113 Greenwich saati: 02.30 Vakit yaklaştıkça Seçkin Peder daha çok titremeye başladı heyecandan. Belki de korkudandır... Ne hissettiğini anlamak zor! Beni de öylesine etkiledi ki, ürperiyorum! 147 yaşında, ölümün soğuk nefesini hissetmek, dünyadan ayrılışın ıstırabıyla yaşamak kolay şey olmasa gerek! Hâlâ sayıklıyor, belki de dua ediyor. Onu konuşturup neşelendirmeliyim. “Dışarı çıkmak ister misin? Bak yağmur dindi.”

255


“Sağ ol canım, kendi kendimle daha mutluyum.” “Bana bilmediğim bir şeyler öğret bari.” “Gel sana yadigâr bir şey vereyim, kıymetini bil ama.” Yanına gittim, sol elini uzatıp parmağındaki yüzüğü çıkarmamı istedi. Çıkarıp uzattım, ama alıp serçe parmağıma taktı. “Çok teşekkür ederim. Ömür boyu parmağımda taşıyacak, seni her ân hatırlayacağım!” dedim, “Bu parmakta mı taşıyayım hep? Orta parmağa taksam olmaz mı?” “İstediğin yere tak...” Yüzüğün yerini değiştirdim, kaşına dikkatlice baktım. Karmaşık, asimetrik bazı şekiller kazınmıştı üstüne. Bunların bir anlamı olmalıydı! “Bu şekillerin mânâsı ne, bileyim bari?” “Onlara her baktığımda ben de aynı soruyu sordum yıllarca.” “Şu spiraller bir hortumu andırıyor? Altında da nokta nokta şeyler var!” “Çok düşündüm kızım, çetin bir bilmece... Bırak, sonra çözersin belki.” Gidip ışıkta iyice baktım yüzüğe. Dikkatimi bir-iki dakika aynı noktaya toplayınca, şekiller yer değiştirmeye, görüntü bulanmaya başladı. Hızla hareket eden sonbahar bulutlarına bakarken kapıldığım hisse benzer bir yanılgıyla, olduğum yerde dönüyor gibi oldum. Sonra taşın iki tane görüntüsü oluştu, şaşı bakıyordum sanki. Ardından, görüntüler birleşince resim derinlik kazandı, ortaya 3 boyutlu bir bebek fotoğrafı çıktı! “Gördüüm, gördüüm!!!” diye haykırıp zıpladım havaya. “Ne gördün? Bebek resmi mi? Yatır mı?” Zafer sarhoşluğum çabuk geçti. “Evet, evet, e hani sen görmemiştin!” “Gördüm tabi, gördüm. Anlam veremedim bunca yıldır.” “Bir anlamı olması lâzım! Pis 2 yatır arasında, yeni doğmuş bir bebek imgesi... Hımm...” “Sen düşün bakalım, hiç olmazsa beyin jimnastiği olur, yıllarca oyalanırsın benim gibi.” “Bunu çözeceğim, göreceksin!” “Görmeyeceğim, ama belki öteâlemde duyarım çözdüğünü.” Bir yerlerde okumuştum; “Ölüm, kişinin içinde taşıdığı kendi kara deliğine girip tekleşmesidir.” diye. Galiba SP’nin öteâlem dediği şey o kara deliğe girmek değil, başka bir boyuta geçmekti... 

Seçkin Peder’in Son Dakikası

256


Bir elinde kronometre, diğer eliyle elimi sıkıca tutmuş zangır zangır titriyordu. Elimi ağır ağır çektim, başının dazlak kısmını öperek SP’yi kaderiyle baş başa bıraktım. Video kamerasının çalışıp çalışmadığını kontrol ettikten sonra boşalttığım gardırobun içine girdim, kapısını kapadım. Korku ve heyecan içinde karanlıkta beklemeye başladım sanki beni göremeyeceklermiş gibi! Seçkin Peder, Yüce Us'un irâdesinden başka hiçbir güce, hiçbir otoriteye boyun eğmeyen bir ruha sahipti. Ölüme karşı koyamadığı ve KK’nin üstün teknolojisine teslim olacağı için titriyor olmalıydı. Özgürlüğünü kaybetmeme mücadelesi yapıyordu belki, ama yine de korkuyordu. Bu korku, yıpranan zayıf bedeninin korkusu olmalı, ruhunun değil. Beş dakika kadar bekledim karanlıkta. Hiçbir ses gelmeyince, gardırobun kapısını yavaş yavaş açtım. Seçkin Peder’in koltuğunda yeller esiyordu!!! Etrafa bakındım, salonda hiçbir değişiklik yoktu! Kapı ve pencereler hâlâ kapalıydı. Üzüntü ve merak içinde, video bandını geri sarıp izlemeye başladım hemen. Alnındaki sert çizgiler yumuşadı, dudaklarında bir gülümseme, yüzünde derin bir mutluluk belirdi. Yavaş yavaş ayağa kalktı, önünde yıllardır görmediği uzun boylu bir dostu varmış gibi, görünmeyen birine sarıldı, başını onun boynuna yasladı ve o pozisyonunda bekledi 4-5 saniye! Işınlanmış atalarımızın 100 yıl önce çevirdikleri sinema filmlerinde ışınlanan aktörler gibi, gövdesi birdenbire milyonlarca tanınmaz parçaya bölündü ve toz bulutu gibi görünen parçaların tümü bir saniye içinde gözden kayboldu! Seçkin Peder’i sessiz sedasız ışınlayarak almışlardı!!! Beynimde şiddetli bir soru fırtınası koptu!... Kimdi o uzun boylu görünmez şey? Kozmik Kardeşler’den biri mi; yoksa SP’nin tanıdığı biri mi? SP’yi nereye götürdü? N’oldu ki birdenbire çok mutlu oldu? Ruhu bedeninden ayrıldı mı acaba? Ayrıldıysa, nereye gitti? Belki bir yanıt bulabilirim diye vasiyetnamesini açıp okudum. Dokunaklıydı... Fakat yüzük kaşındaki pis 2 yatır ve yeni doğmuş bebek gibi, ikinci bir bilmece daha bırakmıştı bize! 24 maddelik istekleri dışında, alt alta sıraladığı kinayeli cümlelerdeki anlamı çözmek güçtü! Ancak, koyduğu son kural yeterince açıktı: <Kural-40: Hissedenle hissedilen arasındaki özel ilişkiye çok önem verin...> 31 Temmuz 2113 Kendimi bitkin ve moralsiz hissedince hastaneye gittim bu sabah. Doktor K980, “Sen 45 günlük hamilesin!” dedikten sonra neler oldu hatırlamıyorum; bayılmışım.

257


Tanrım, nasıl olur?... Babasız bir bebeğe nasıl gebe kalabilirim ben! Doktor, bebeğin genlerinin kime ait olduğunu hemen araştıracağını söyledi ve beni zinayla suçladı. İyi ama ben hiç kimseyle... 45 gün... Tamam, buldum: Seçkin Peder 45 gün önce ışınlanmıştı. Hımm... Parmağıma taktığı o yüzük... Yüzüğün kaşındaki bebek imgesi... Bunların anlamı neydi acaba? Yoksa... Yoksa karnımdaki bebek Seçkin Peder mi? Acaba ona yeni bir yaşam mı armağan edildi? Belki de benim karnımda mı büyüyüp, yeniden doğacak!!!

DEVAM EDECEK...

258


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.