FİKRİSANAT (OCAK-2018)

Page 1



Gücün Ahlaksızlığı: Poseidon Dinçer Yurttaş İnsan zihninin derinliklerinden yaşamımıza tüm çirkinliğiyle sızan bir üçleme var: Erk(EK) – İktidar -Güç. Birbirine eşit/aynı olmayan ama birbirini tetikleyen bu üçlemenin egemen kültüründen sıyrılmak bizim gibi ölümlüler için bir ömür sürebiliyor. Kirlenmiş benliğimizi temizlemek; öyküleri baştan dinlemek, tersten okumak ve sonunda gerçeği bulmak için çırpınıp duruyoruz. Genel ahlak gücün yaptığı ya da yapmadıkları üzerinden tanımlansa da (yani değişse ve başkalaşsa da) genetik olarak gücün bir ahlaksızlığı var . Kendi ahlaksızlığını genel bir ahlak olarak dayatmayı da aymaz bir biçimde kendine hak görüyor . Eğer bilincimiz bizi çeviren bilgi kirliliğinin altında yatan gerçeğe ulaşamamışsa, bir bilinç kırılması yaşayamamışsak gücün ahlaksızlığı, çok da popüler bir biçimde, bir genel ahlak yasasına dönüşebiliyor/dönüşüyor.Bu durum modern toplumun kuşatılmış bireyleri ya da tutsak edinmiş topluluklarında böyle değil. Geçmişte de kendisine hak olarak gördüklerini bir güce dayamış insanlar, insan toplulukları var oldular; o tarihten, o zihniyetten beslenen insanların barbarlıklarını bugün artık biz göğüslemek zorundayız. Medusa? Güç bize öyle hükmediyor ki, zihnimiz bile ,kendi kendine, güç sahibinin haklılığı üzerinde fetvalar vermeye başlıyor. Buna oto kontrol diyen var, oto sansür diyen var, güce taparlık diyen var ….. psikolojik birçok ad bulunabilir elbette ama bunun adı çok açık ki korkaklık. Doğrunun ve haklının yanında durma

cesaretini n yitimi. Şimdi yüzlerce tuvalde resmi , onlarca meydanda heykeli olan, denizlerin, fırtınaların tanrısı Posedion ile bakışları taş kestiren kötücül Medusa’nın kesiştiği tarihe (kör talihe ) bakacağız ve meydanları neden Posedion süslüyor da Medusa saklanıp gizlenmek zorunda kalıyor diye soracağız. (Bugün de bu zalimliğimiz devam ediyor mu diye sormalıyız ) Medusa o kadar güzel bir kızmış ki yeryüzünde güzelliğiyle ona rakip olabilecek başka bir kadın bulmak mümkün değilmiş. İşte bu güzel Medusa kendini ve iffetini tanrılara emanet etmiş ve iki kız kardeşi ile birlikte baş tanrı Zeus’un en sevdiği kızı zeka tanrıçası Athena’ya adanmış bir tapınakta yaşarmış. Medusa’yı tapınakta gören tanrı Posedion, bu güzellik karşısında aklını yitirecek gibi oluyormuş. Sonunda denizlerin büyük tanrısı bu tutkusuna yenik düşmüş ve bir gün gizlice girdiği sevgilisi Athena’nın tapınağında, güzeller güzeli Medusa’ya zorla sahip olmuş. Daha çocuk yaşında olan Medusa’ya tecavüz etmiş. Athena, güçlü Poseidon’un bu yaptığı karşısında kendisini aşağılanmış hissetmiş. Öyle hiddetlenmiş ki (hiddeti güzelliğe olsa gerek) Medusa’yı çok acı bir şekilde cezalandırmaya karar vermiş , Medusa ve kız kardeşlerini birer ifrite


çevirivermiş. Dünyalar güzeli Medusa saçları na yılanlar dolanmış ve gözlerine bakan herkesi taşa çeviren şeytansı bir yaratık olmuş; bu da yetmemiş dünyanın en kuzeyindeki Hyperborea’ya sürülmüş. Athena bu cezayla da yetinmemiş ve Medusa’yı öldürmek için Argos Kralı Akrisios’un kızı Danae’nin, Zeus’tan olma oğlu Perseus’la yani üvey kardeşiyle işbirliği yaparak Medusa’nınm kafasını kestirmiş. Şimdi Athena ve Posedion büyük tanrı ve tanrıçalar, Medusa tapınakta ibadet eden bir Havva kızı. Posedion Medusa ‘ya tecavüz ediyor ve bütün günahı ve cezayı tecavüze uğramış olan Medusa çekiyor.

sürdürebiliyoruz? Zor ama basit: tutumumuzu genelleştiriyor ve bir ahlak kuralı haline getiriyoruz. Posedion’ un ve Athena’nın her yerde tapınakları ve heykelleri var, 16.yy Avrupa’sında her yerde resimleri yapılmış.

Tanıdık bir ahlaksızlık değil mi ? Ya da bu ahlaksızlık mı çok tanıdık, yoksa yapılan eylem karşısında susup güçsüzün cezalandırılmasına olur yolu açmak mı ? Gücün içindeki iktidarı , iktidarın içindeki erki ve kendi içinizdeki korkuyu görüp bütün ahlak kurallarını bir kenara iterek doğrudan değil, güçlüden yana tavır almak; bu büyük ahlaksızlık değil mi ? Nasıl oluyor da bir ahlaksızlık durumunu binlerce yıl

Pegasus hani şu kanatlı at. Deniz köpükleri gibi beyaz olan at.

“Ne kendi tapınağındaki kadını korumayan Athena suçlu, ne ona tecavüz eden Posedion suçlu. Cezalandırılması, dışlanması ve reddedilmesi gereken güzelliğiyle erki (erkeği) baştan çıkaran Medusa. ” diyebilecek yeni milyonlar aramızda dolaşıyor. Mitolojik bir hikaye değil, bir gazete haberi olabilirdi bu anlatı ve biz hiç yadırgamadan o haberi gazetenin 3. sayfasından okuyabilirdik. Yazılar umutla bitmeli elbet. Çünkü gelecek büyük insanlığa doğru yol alıyor. Bu yazı da hikâyenin arta kalanıyla ve de umutla bitsin. Hani tecavüze uğrayan, sonra başı kesilen Medusa var ya.. İşte o tecavüzden iki çocuğu oluyor: Pegasus ve Chrsyar.

Helicon dağında Heppocrene pınarı vardır. Ve rivayete göre göğe Pegasus’un toynağını yere vurmasıyla oluşmuştur bu pınar. Bu pınarda Museler, (Musa-Müzler) yani “ilham perileri ” yaşar. Bu yüzden Pegasus’un toynağının değdiği yerden fışkıran suya da “ilham kaynağı” denir. Şiir bu yüzden insanın umududur. İktidara, erke, egemen olana tapanlara bir sözümüz var…. Kötülük bir köşede suskun suskun durmamıza neden olabilir ama, su bir yerden yatağına mutlak ulaşır. “Hiç umut yok mu ? Umut, umut, umut.. Umut insanda ” Nazım.


GECE KONDU CİNAYETİNDEN KEMAN VİRTÜÖZLÜĞÜNE Efe Nazım Arslançelik babalar böyledir kendi başarısızlıklarını çocuklarının üzerine yıkmak isterler. Dünyayı Bugün hatırlayıp okula gitmeye karar veriyorum. okula gidenler değil okuldan kaçanlar Hatırladığım kadarıyla yaşamaya çalışıyorum. değiştirecek diyerek Periye olan sevgimle saygım Neresinden tutarsan tutayım her yanıma sonsuzluğa doğru koşuyor. Yanına gidiyorum. tutarsızlık bulaşıyor. Gecenin ağırlığı sabahın Kollarını kapatarak gizlemeye çalışıyor. Sanırım telaşıyla birleşiyor ben yataktan çıkmak birazda bana aşık gibi ama bilmiyorum. Rıfat istemiyorum. Yorganın altına iyice sokuluyorum. Yenilmez’e kim neden aşık olur. Bu yüzden çok Esra geliyor aklıma, ne yapıyordur şimdi? Diye ciddiye almıyorum. ‘’Babam Ahmet Baki düşünüyorum. Kendimi düşünmediğim kadar öğretmenin verdiği kemanı parçalara ayırdı Rıfat’’ Esra’yı düşünüyorum. diyor ağlamaktan kızaran Yataktan çıkıp, mavinin elli gözlerini bana dikerek. Ne tonunu yaşayan önlüğümü diyeceğimi bilmiyorum. Her şeyin sonunda giyiyorum. Mutfağa gidip Yaralı ellerinden öpüyorum. dolabı açıyorum. İçeride Parmaklarına kemerle yüzümü yıkıyorum. biradan başka bir bok vurmuş puşt. Ağır ağır akan Çünkü insan her bulamıyorum. Babam bir nehir gibi kanıyor. İleride bakkala ekmek almaya gitse şeyin başında ve Eczane var. Giriyoruz içeri. yanlışlıkla bira alıp gelir öyle Sargı bezi, birazda sonunda mutlaka kafa adam. Neyse siktir et tentürdiyot alıp çıkıyoruz. yüzünü yıkar. babamı. Her şeyin sonunda Eczanedekiler bize ne olmuş yüzümü yıkıyorum. Çünkü diye sormak yerine tuhaf insan her şeyin başında ve tuhaf bakıyorlar. Dünyayı sonunda mutlaka yüzünü yenilenler kurtaracak yıkar. Evden çıkıp yürümeye başlıyorum. Cebimi diyorum içimden yenilmenin verdiği hazla. yokluyorum. Dolmuşa binecek metalik yok. Elinden tutuyorum Esra’nın utanıyor. Gözlerime Ayaklarımı seviyorum, canım ayaklarım. Yürürken bakmak ile bakmamak arasına sıkışıyor. ‘’Ellerim aşağı mahallede oturan Periyi görüyorum. Rıfat, ellerine karışınca iyi oluyor.’’ Diyor Esra. Babasından yine dayak yemiş. Gözü şiş, kollarında Hızlı adımlarla falezlere yürüyoruz. Beni iyi eden morluklar var. Keman çalmasın diye bilakis yerlerden birine ilk defa başka birini iyi olsun diye kollarına vurmuş. Peri çok yetenekli bir kız, bazı götürüyorum. Kayanın tepesine oturuyoruz. sabahlar okula gitmeyip eski keman hocası Peri’nin ellerini avuçlarıma alıyorum. Poşetten Ahmet Baki’den ücretsiz ders alıyor. Ahmet tentürdiyot’u çıkarıp parmak uçlarında Baki’nin söylediğine göre Peri kemanda bir gezdiriyorum. Canı acıyor, gözyaşları düştü numara olabilecek potansiyele sahipmiş. Ama


düşecek gibi dudaklarına göz kırpıyor, ellerini uzatmasını ve hiçbir şey düşünmeden uzaklara bakmasını söylüyorum. -bak ileride deniz ile gökyüzünü ayıran ince bir çizgi var. Görüyor musun? ‘’Evet, bizi de ayıran hayali bir çizgi var Rıfat sen görüyor musun? -Bizler çizginin yamuk kısımlarıyız Peri. Peri’nin yakınlaşma çabalarını, yerli yersiz imalarını havada yakalayıp avuçlarımın içinde eziyordum. Ben Rıfat Yenilmezdim. Kendi üzerime atılmış bir suçtum. En iyi bildiğim şey, kederli ayıcık jelibonlarını ağzımda gevelemekti. Peri’nin parmakları daha iyi gözüküyordu. Ayağa kalktım, Periyi bileğinden tuttum. Gözlerini dünyaya yeni açmış bir bebek gibi bana bakıyordu. ‘’İki gün sonra yetenek sınavı var Rıfat, ben bu parmaklarla nasıl keman çalacağım?’’ derken göz ucuyla parmaklarını süzdü. O an ne desem boşluğa düşecekti hiçbir şey demedim. Peri gülümsedi sanki ben onu değil de o beni teselli ediyordu. İki gün geçmişti ve Periyle tek kelime konuşmamıştık. Her zaman denk geldiğimiz yerlerde denk gelmemeye başlamıştık. Dengemiz bozulmuştu. Güneşin geceye göz kırparak kaybolduğu bir saatte dar sokağın duvarında oturmuş Perinin evine bakıyordum. Havada tuhaf bir sessizlik vardı. Hani böyle güneş batar akşam çöker el ayak çekilir ya sokaklardan işte tamda öyle belirsiz bir sessizlik. Bozacı İlyas’ın sesi geceyi bölerek geçti ‘’Bozaaaaa buz gibi bozaa..’’ İlyas abi geçtiğine göre saat on bir olmalıydı, hep bu saatlerde geçerdi. Biz saatin kaç olduğunu

kepenk sesleriyle, simitçiyle, eskiciyle, sütçüyle, çöp arabasının sesiyle anlardık. Mahallede kimse alarm kurmazdı. Bakkal Hüseyin abi saat beş buçuk dedi mi kepenkleri sertçe açar tüm mahalleyi uyandırırdı. Bir gün Hüseyin abi ölecek ve herkes geç kalacaktı. Ben tüm bunları düşünürken Perinin odasının ışıkları iki kere yanıp söndü. Bu bizim haberleşme biçimimizdi. Peri iki kere ışıkları açıp kapatır, bende iki kere ıslık çalardım. Sonrada dar sokakta buluşup çıkmaza girerdik her seferinde. Peri arka bahçenin sert duvarlarından atlayarak hızla yanıma geldi. Soluk soluğa kalmıştı, içinin sıcaklığı havaya karışırken üzerimize ılık nisan yağmurları yağıyordu. Peri, ellerini arkasına saklıyordu. Fark etmiştim ama etmemezlikten geliyordum ve orası çok uzaktı. Puşt babası yine parmaklarına vurmuştu. Ani bir hareketle sarıldı bana, bende ona sıkıca sarıldım. Bir süre üzerimize yağan nisan yağmurlarında ıslandık. ‘’Seni seviyorum Rıfat Yenilmez.’’ Diyerek uzaklaştı karanlık sanki onu içine çekmişti gözden kayboldu. Dar sokağın arkasındaki

Bakkal Hüseyin abi saat beş buçuk dedi mi kepenkleri sertçe açar tüm mahalleyi uyandırırdı. Bir gün Hüseyin abi ölecek ve herkes geç kalacaktı.


duvardan atlayıp evin yolunu tutuyorum. Gece sıkıntısını sabaha devrediyor ve ben sıkıştığım yatağımdan zar zor kendimi atıyorum. Yüzümü bile yıkamadan evden çıkıp, Perinin evine doğru yürüyorum. İleriden gelen polis otosu ışıkları yüzümün ahmaklığını alıp götürüyor. Hızlanıyorum. Hızlandıkça her şeye yaklaşıyorum. Perinin evinin önünde duruyor polis otoları, Peri suskun şekilde duvara yaslanmış annesinin kelepçeli ellerine bakıyor. Öyle içi çürümüş ki gözlerinden bir damla yaş düşmüyor toprağa. Yanına gidiyorum. Sarılıyoruz. Olanı biteni anlamaya çalışıyorum. Dedikoducu mahalle karıları en önde saflarda yer tutup olayı bir cinayetçinin dikkatiyle izliyorlar. Yanlarına yaklaşıyorum. Aralarındaki fısıltıların şiddetiyle olanı biteni anlıyorum. Perinin annesi, kızının dayak yemesine dayanamayıp ekmek bıçağıyla kocasını bıçaklayarak öldürmüş. Sevinç ile üzüntü arasında bir yerlerden Periye bakıyorum. Ne olacak şimdi? Diyerek kafamda senaryolar kuruyorum. Anne cezaevine, baba morga götürülecek. Peki Periye ne olacak? Derken her şey biranda oluveriyor. Mahalleli dağılıyor evin kapısı belki de bir daha açılmamak üzere kapanıyor. O günü bir daha asla unutmayacak olan Peri ertesi sabah gözlerini benim yanımda açıyor. Ne konuşuyor nede yüzünden ne olursa olsun eksik etmediği gülümsemeyi takınıyor. Aklıma tek bir çare geliyor, Periyi alıp eski keman hocası Ahmet Baki’nin yanına götürmek. Düşündüğümü ilk defa yaparak Periyi götürüyorum. Ahmet Bakiye olayı anlatıp Periye bildiği her şeyi öğretmesini onu bu karanlığın içinde aydınlatmasını istiyorum. Periyi

bırakıp çıkıyorum. Vedalaşmıyoruz çünkü vedalaşmamak umuttur. Parmaklarından öpüp Periyi, Ahmet Baki hocayla baş başa bırakıyorum. Terk edemediğim yere babamın yanına dönüp koltuğun kolçağına akan salyalarını izlerken içimden doğru yaptın Rıfat diyerek kendimi teselli ediyorum. Aradan epey zaman geçiyor, postacıyı ilk defa o sabah görüyorum. ‘’Rıfat Yenimez adına mektup var.’’ Diyor gözlüklerini öne doğru eğerek. Mektup Periden gelmiş, Prag da dünyanın sayılı keman virtüözlerini yetiştiren bir müzik okulunu yetenek sınavıyla kazanmış. Mutlu olduğunu ve o günlerin artık hafiflediğini söylüyor. Mektubun sonundaysa Ahmet Baki hocanın vefat ettiğini söyleyerek tüm güzelliği yerle yeksan ediyor. Hafif bir sesle mırıldanıyorum. Belki de her kötü son mutlak bir güzelliğe çıkıyor yeryüzünde kim bilir…


ABDULLAH DEMİRKUBUZ

‘’Izdırap Sonsuzluğu’’ Derin,harika ve sonsuz hayalin içinde boğulacağını çok önceleri hatta ilk günden farketmişti. Daha ilerisi için an itibarı ile bunu anlayıp benimsemiş,gelecekteki savunmasızlığa teslim olmuştu bile,kurduğu hayalin saplandığı yerde..Çok zor değil di bunu anlamak çokta zeki ve ileri boyutta görüşlü olmayada gerek yoktu. Kimin gözünün içine baksa,bu hayal diye inandığı gerçeğin yanılması yalanını görüyordu.Hiç ele almadan önemsediği bu hor görüldüğü herşey bir gün mutlaka günah veya ceza olarak karşısına çıkıyor,herkes bunu onun yüzüne vura vura,gözüne sokarcasına ödetiyordu. Hep aklı selim idi,kendine olan beğeni duygusu sayesinde bu küçük görülmeyi çok yumuşak karşılayıp derinliklerinde ört bas ediyor,aynı zamanda gururundan ve onurundan hatta şahsiyetini tüketiyor,harcıyor şuursuzca hayat tecrübesi olarak,atıklarında kaybolup gidiyor..Herkes için renk renk olanlar,onun için farkında olmadan budala bir hayatın her anında ve gününde matlaşıyordu. Bu karamsarlığa düşeceği zifiri renk bir gün karşına çıktığında soyut bir teslim olma ile üzerime yıkılacaktı. Saftı,saflığı onu niteliksiz hale getiriyor ,zamansızlaştırıyor,mekansızlaştırıyor o büyük yabancılaşma çöküyordu kalbinin merkezine.. Bildiği tek şeyin o sonsuz hayal dünyasında zaman kaybederek günahın içinde eziyet çekmeye doğru ısrarla gözlemlerini yaşıyor,bu kargaşa her gün üzerine bir esaret olarak işleniyordu.Kirlenişine karşı koyamaz hale geldiğinde,tamamı ile saldığını farketti

kendini,ısrarla geri dönüp saflık duygusuna ermek istemiyor bu günah kirlenişinde sonsuz bir cezası vardı sanki ve bu cezalar acıya evrilmeye başladığında çoktan geç kalmıştı geriye dönüp diz çökerek af dilemek için. Acılar vardır ki,insanı beter eder ve bu acıları çektikçe var olduğunu görürsün. Tenezzül edilmeyen bir merhemin yaraya ,tenezzül etmediğin bir cümle yazının ruhuna nasıl iyi geldiğinde anlarsın yanlışın ve doğrunun etkisini içinde yanarak,bir kıymıkta sıkışan acı asla başka acıları aklına dahi getirmez bir an için kurtulmak adına,acı aniden gelişen değil,hayat içine doldukça zamanla bütün duygulardan ayrışıp bağımsız bir şekilde gelişir,yer edinmeye başladığında ortaya çıkan korkunç bir çaresizliktir belkide .Damlaya damlaya göl olan her zaman biriken su metaforu olmadığı olmadığı tarihsel bir yargıdır. Tedavi sürecinin sonunda asla içinden çıkmayacak,ızdırap artık insanın içinde yaşayan başka bir insan hali ise bunu nasıl içinden atacak ve ya bu ızdıraba hayran olunursa nasıl içinde besleyecekti.Bu ağırlık sonsuza dek nasıl taşınırdı. Bütün bu bilgece tecrübelere hakimdi,ama çıkmaz sokağın karanlığında umutsuz bir fedakarlığın sahibi olarak çamura saplanmış,çığlığı içinde onu boğuyordu.Gece üstüne geldikçe derinlikleri deşifre oluyor sorguda ki bir günahkar gibi sabahın ağarması yakarışları iki elinin arasında tükenen aklı çöküyor gibi acı çekiyor,sessizliğin korkutucu soğuk yüzü bütün muzdaripliğini eziyor,zamanın sabrına ermek için direniyor,bütün o müşkül,zavallı hali ideallerinin şımarıklığı altında ezilip yok oluyor,bir şarkının ezgisinde mutlu olabiliyor.


Hiç Kimse - 5. Bölüm Ferhat konaş

gülümseyerek sana kurtulabileceğimi ve birlikte yaşadığımız bu harika hayata kaldığımız yerden devam edebileceğimizi söyleyebilseydim.

Vakit kaybetmeden zarfı tablonun arkasından aldı, bir an için yırtıp açmayı düşündü ama bu aynı zamanda başkasının özeline tecavüz etmek anlamına da geliyordu. Düşündü, düşündü, aklından o zarfı açmak ve Müge’nin kim olduğunu öğrenmek dışında hiç birşey geçmiyordu ve öylede oldu. Tabloyu usulca yerine asıp, mutfağa doğru yöneldi. Ince uçlu bir bıçak yardımıyla, zarfı deforme etmeden açıp okumaya başladı.

Elveda sevgilim, seni her zaman izliyor olacağım, dolabı dağıtma olur mu?’’

‘’Sevgilim,

Devam edecek…

Bunu sana neden yaptığımı bilemiyorum ama bir gün bu zarf eline geçerse ve bu yazdıklarımı okursan şayet bana hak vereceğini düşünüyorum. Evet gidiyorum, ama bu sefer birlikte çıktığımız, uzun zaman harcayıp planlar yaptığımız yerlerden birine değil. Sadece gidiyorum sevgilim bilmediğim bir yere kimsenin bilmediği ve gidenin dönmediği bir yere. Ne kadar da anlamlı geliyor bu sözcük ‘’Sevgilim’’ ağzımdan her çıkışında gözlerim doluyor. En çok da neye üzülüyorum biliyor musun? Seni bir daha göremeyeceğim, bir daha sana dokunamayacağım. Bugün, 12 Aralık 2008, hastaneden geliyorum, şuan evdeyim ve sana bu mektubu yazıp gideceğim, keşke bunu anlatmanın başka bir yolu olsa, keşke seni üzmemenin başka bir yolu olsa. Evet gidiyorum sevgilim, bugün doktorum Serap hanım tümörün kontrol altına alınamayacak kadar vücuduma yayıldığını söyledi, gülümseyerek anladım dedim, keşke

Kadın mektubu okuduktan sonra olduğu yere yığıldı, 10 senenin ağırlığı omuzlarına çökmüş gibi hissetmeye başladı ve olduğu yerde bir sure kaldı, bu arada adamım ayak seslerini duymaya başladı ve hızlı bir hamleyle mektubu katlayıp cebine koydu.


En Uzun Gece biz uyuyalım sevgilim; toprak üstümüze usulca örtülsün, biz uyuyalım iki tohum gibi sevgilim. haşmetiyle kapıyı çalıyor kış, tamamlanıyor sonun başlangıç olduğu akış. ve en uzun gece çalıyor kapımızı, biz uyuyalım sevgilim; toprak üstümüze usulca örtülsün, sonsuza dek aydınlık kalmaz bu yıldızlı gece. biz uyuyalım sevgilim; bir ağacın köklerine aksın can suyumuz. ve serpilsin dallarında bir meyve olarak soyumuz. biz uyuyalım; bu en uzun gece. bekleyelim tohumlar boy versin göğe, bekleyelim geçip gitsin bu kış. gök bize aydınlık sunar gene ve gelir umut ettiğimiz o barış. biz uyuyalım sevgilim; dayayıp sırtımızı toprağa. ve bakıp bu yıldızlı geceye en güzel düşlerle uyuyalım. ne varsa geçmişte kalan bırakalım çürümeye, sevişirken çatlamış iki tohum olalım. karlar erir, soğuk geçer ve biter bu kış , bekle bütün baharlarda yeniden doğalım. Dinçer YURTTAŞ


ÇİÇEK Justsapien İki yorgun gövde uzandı ağacın gölgesine Adam kadına baktı, kadın bulutlara Sevdi adam kadını, gözleriyle sevdi Sustu kadın kendi lehçesinde Adam kadına bir çiçek kopardı Kadın adama güldü, çiçeğe ağladı

KALP ve BAŞAK Abdullah Demirkubuz Kirpiklerinin ucunda damla olup öpse Kış dudaklarım üşümüş Dokunsa, yıldızlarım ışıl ışıl göğe Gözlerinde, bakışlarım, tutuşsa

KIŞ DUDAKLARIM ÜŞÜMÜŞ

Sevmelerine utangaç, çocukluğum Dizlerim çözülse titreyen

Abdullah Demirkubuz Sen kalbimin hissini sevdin Bense toprakta başak olmanı Kirpiklerinin ucunda damla olup öpse kış dudaklarım üşümüş Dokunsa, yıldızlarım ışıl ışıl göğe Gözlerinde,bakışlarım, tutuşsa Sevmelerine utangaç, çocukluğum Dizlerim çözülse titreyen Sen kalbimin hissini sevdin Bense toprakta başak olmanı Parmak uçlarına buselerim tutunur Düşler dolar,uykularıma Sokak ışıkları altında gölgen Gülüşün gecede şavkım ....

Parmak uçlarına buselerim tutunur Düşler dolar, uykularıma Sokak ışıkları altında gölgen Gülüşün gecede tan yeri....


GÜNAHLARIMDAN ÖZET GÖRÜNTÜLER külümü karıştırınca çatlıyor damarlarım çürümüş cesetler sallıyorum dizlerimde soluklar boyu kesintisiz iyi bir ölümle beğendiğim çukurlara gömüyorum kendimi, ellerimle. haykırıyorum dilimde dönmeyen çarklarla -içinde piç barındıran bir düşüncenin örselenmiş dışa vurumudur dünyatövbesi bozdurulmuş bir duanın Yeni yazılmış günahıyım kabul. kabul, gözlerin iyi kazılmış çukurlarıdır dünyanın bak beni sonunu mutsuz bitirdiğim masallardan tanı süslediğim siyahlardan içinden sular eksilttiğim denizlerden ve hiçbir şüphe taşımayan ceplerimden durmadan hurda kırılganlığıdır üzerime bir is gibi sinen -tamam feci bir kazadan sağ salim çıkmaktır dünyaüşüyen bütün eller adına bazı hisler çıldırıyor kaburgalarımda gençliğimin ilk gününe boyanmış beyazlar sökülüyor şakaklarımda soyut bir resim ağlıyor duvarlarımda seyret Tanrım nasıl da sıçrayıp uyanıyor rüyalarından bir aptal kabuslarımda işime gelen ırmaklar akar sol yanımın altında -razı olmadığım akşamları borçlanan Babaların eve uğramamasıdır dünya-

Ramazan Teker


Bir cinnetin meyvesi: ADEN Barış Dolan Düşen son yağmur tanesini de avuçlarında ezdikten sonra sararmaya yüz tutmuş lambasının aydınlattığı odasına girdi. Çıplak ayaklarının izini ahşap zemine bıraktı, zeminin gıcırdaması tahtakurularının sesini perdeliyordu. Ağır aksak ilerledi ve kuzine sobanın yanındaki koltuğuna oturdu. Yalnız kalmak onun için huzur anlamındaydı, sevenleri ise bu duruma tedirginlikten başka bir karşılık veremiyordu. Geçen bahar açan çiçeği ile göz göze geldi, adını Efsun koymuştu mora çalan kırmızısı ile baharın tam ortasında ellerine doğmuştu. Bu güne kadar neler yaşadığı gözünün önüne gelmişti bunun sebebi biraz da sol çaprazında hala asılı duran kalınca bir ipti. İpi gördüğü ilk an gözlerinin önüne gelecekken.

mantıklı olmamıştı. Etrafa savurduğu bakışlarını ayak parmaklarında toparladı. Parmak uçlarına göz gezdirdi, hiç değişmemişti. Çocukluğuna açılan o nemli apartman boşluğuna düştü gözleri ve hisleri. Tüyleri ürperdi çalkantılı çocukluğu, sarsıntılı orta yaşlılığı ve henüz yaşamadığı, belki yarını yahut bir sonraki günü aklına geldi. Kendi kendine ağır geliyordu artık, yıllar ondan çok şey almıştı. Ne kadar ıslah evi gördüyse hepsinde aynı koku ve aynı korku vardı bunu aklına hep getirirdi.

Çocukluğuna açılan o nemli apartman boşluğuna düştü gözleri ve hisleri.

Kapı çaldı. Ayakları kapıya yönelmek istiyor ama düşüncesi onu koltuğa gömüyordu. Kapının sesi beyninde tokmak gibi inlerken aniden ayağa kalktı ve kapıyı açtı. Rüzgâr bir anda odanın içine doldu. Yüzünü kapının çizgisinden dışarıya çıkardı önce sağa sonra sola çevirdi kafasını, ıslak ayakları eşiğe sıfırdı. Kimsenin olmadığı bazen tilki sesleri kimi zaman gece hışırtıları eşlik etse de kimsenin olmadığı bir yerde kapının çalması çok da mantıklı değildi zira bu ev o günden sonra hiç de

Islah evi demişken, hayatını değiştiren, ardından da yerle bir eden adamı Muhsin i orada tanımamış mıydı?

Bunları bir bir anlatacaktı bize Aden… Sigarasını kapıdan içeriye dönerken hırkasından çıkardığı çakmağıyla tutuşturdu. Gözleri yazı masasına gitse de koltuğuna gömülmek ve hiçbir şey yapmamak o denli sıcak geliyordu ki ona. Ne zamandır böyle idi hesaplamamıştı ayları. Bir yanı hadi kalk, şu haline bak! Diğer yani ne varmış halimde? diyerek akşamı ediyordu. Sabah uyumuyor, akşam uyuyamıyordu. Aylardır uyumak da yoktu sızdığı yerde kalıyor sabah aynı yerden devam ediyordu hayatına.


Düşüncelere dalıyor boğuluyor ardından tekrar derinlerinde geziniyordu sığ sessizliğinin.

sayesinde birikmişti, kısa süreli olsa da renkler hayatına girmişti bir şekilde.

Bazı zamanlar kendini deniz fenerine atıyor duvarlarına sözler yazıyor akşam olmadan evine dönüyordu. Evine en yakın şey bu deniz feneriydi. Muhsin öldüğünden beri denize aynı gözlerle bakamadı hiç. Denizi Muhsin’i ama en çok da Muhsin’le baktığı denizi özlüyordu.

Okul hayatı parlaktı Aden’in zevk aldığı şeyi yapıyordu renklerle oynuyor renklerle büyüyordu. Muhsin ise daha sonra Aden’in okulunun fotoğraf bölümünü kazanmıştı. Yıllar sonra habersizce buluşmaları onları daha da bağladı birbirine. Karanlık odalar, tuvaller derken ortak alanları çoğalmaya başladı. Aden’in çıplak ayaklarına çorap giydirmekle geçti gençliği Muhsin’in. Aden ise Muhsin’in eskittiği kırmızı ampulleri topluyordu pozlu makinelerin küçük kutulardaki negatifleri de cabası.

Özlemlerini acılarını bir yana bırakıp çocuk kitapları resimliyordu Aden. Onu da yapmıyordu ya son zamanlarda. Çocukları karanlığında aydınlatmaya çalışan bir gece lambası gibiydi. Başucu kitabıydı kimi çocuklara, kimi annelere ise hayaller, kimi babalara ise boşa masraftı. Ara sıra güzel şeyler de düşünürdü ama hepsinde biraz Muhsin barındırıyordu. Aden, henüz annesinin karnındayken annesi, babası tarafından öldürülen, babasının tohumu, annesinin meyvesiydi. Yıllar hep yalnızlığın güzel yanlarını öğretti ona. Yıllarca ıslah evlerinde nemli beton döşemelerde yalın ayak gezdi. İlk kez halıya ayak bastığında, kara parçasına ayak basmış korsanlar gibi hissetmişti kendini. Yıllar önceydi bu, ilk koruyucu aile onu koruyamadan evvel… Babasının yerini alan adam ona ellerini uzattığında 13 yaşındaydı, bileğinden ısırmıştı o yaratığı. Vahşileşen insanoğlu karşısında ilk deneyimi değildi bu. Yıllar yılları kovaladı ve sertleşen yüreği ile paramparça olmuş anıları hep onunlaydı. 17 sinden sonra az da olsa renklenmeye başlamıştı hayatı. Güzel Sanatlara girdiği yıllar hayatı renklenmeye başlamıştı. Zira ondan önce ıslah evindeki son yıllarında, gülüşüyle rengârenk olan anıları Muhsin


KADINLAR EL ELE ÖZGÜR GÜNLERE Gökçe Kızıldemir Dünyaya gözlerini açmadan yazılıyor senaryoları. Başrolde kendileri değil; baskı ve zulüm oluyor. Hep kirli o küçük bedenleri. Suçlular, çünkü kadın olarak dünyaya gelmişler. Başlıyor itilmişlik. Babası erkek beklerken KADIN doğması... Anne bebeğine sevinemiyor bile. Bebek istenmediğini anlamış, sanki durmadan ağlıyor. Geleceğinin umutsuzluğuna gözyaşlarıyla İSYAN ediyor, ama onu HİÇ KİMSE duymuyor. Karanlığın içinde yüzemiyor, boğuluyor.

"Kadın, kendi isteğiyle ilişkiye girmiştir." denilip devlet tarafından sahipleniliyor erkek. Veya "kısa etek giymeyip tecavüze teşvik ettirmeseydi." denilip kadın suçlu görülüyor. Ve daha niceleri...

Günler, aylar, yıllar birbirini kovalıyor. Büyüyor o KADIN. Devam ediyor baskı ve zulüm.

Ben, ‘’Vardım, Varım, Var olacağım’’ : Rosa Luxemburg

Ev içinde yaşamaya, ev işlerine analığa mahkum doğuyor. Ev dışında asgari ücretten daha az, statüsü olmayan bir iste çalışabiliyor. Ev içinde ve ev dışında emeğine ERKEKLER ve SERMAYE tarafından el konuluyor. Ev içinde ve ev dışında emekleri görülmeyip karin tokluğuna çalıştırılıyor.

Kadınlar el ele özgür günlere...

Bedeninin denetimi yasalarla erkeğin ve devletin kontrolüne veriliyor. Patriarkal bedenlerini, cinselliğini öncelikle aile aracılığıyla meşrulaştırıp hayatin her alanında yeniden üretiliyor. En az kaç çocuk doğuracağına karışılıp kadının ezilmişliğini arttırıyor. Kadın olduğu için okutulmayıp evlendiriliyor 9unda. Ve bununla kalmayıp evinde "doğurma makinası" olarak adlandırılıyor kadın. Sokaklarda dolaşmak da yasaktır kadına. Gündüzler de karanlık gelir ERKEK korkusuyla. Yürüyemez sokaklarda. Hakaret, dayak, taciz, tecavüz ya da namus (?) cinayetleri kadınları denetlemenin, sindirmenin aracı olarak kullanılıyor. Her gün gazetenin ilk sayfalarında görüyoruz bu baskı ve zulümleri.

13 yaşındaki bir çocuğa tecavüz eden 26 sapığın serbest olduğu, 9 yaşındaki kız kardeşine tecavüz eden abinin serbest olduğu, her gün onlarca kadının katledildiği ülkede yaşamak istemiyoruz.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.