FİKRİSANAT (AĞUSTOS 2017)

Page 1


O KARANFİL YERE DÜŞMEDİ DİNÇER YURTTAŞ

“Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte

Y

Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel

eninin birincisi ikincisi olmaz,

O başkası yok mu bir yanındakine veriyor

Derken karanfil elden ele. “ Avutuyordum; “oysa seninle güzel olmak vardı.’’ O oysa olasılık oluşuyla kaldı, sonuçta karanfil yere ‘’ Kırılmış, ufalanmış, düşmedi. Başkalarıyla belki de daha güzel kaybedilmiş, yerini olduk. Şiir bizi daha yaraya bırakmış bir insan kıldı, acılarımızla donanmış aşktan sonra o karanfil olsak bile. Şiir bizi bir yere düşmedi diye sonraki, bir önceki; adı duyulmamış, henüz avutuyordum kendimi. nefes almamış insanlarla bir kıldı. ‘’

derler; her yeni sonuncudur. İnternetin genel kullanıma açılmadığı çağda altı çizili dizelerden, açılıp açılıp okumalardan, ağlayıp sızlamalardan kat kat olmuş, bozulmuş kitaplardan biri de Edip Cansever’e aittir: Yerçekimli Karanfil. Terk edilmişlerin, yalnızlaş(tırıl)mışların, başkası avuntusu içinde olanların şiiri. Onlara İkinci Yeni diyorlardı ama biz her şeyde olduğu gibi biraz yeni kincisiydik. Toplumsal gerçeklikten saptılar, davayı bir kenara koydular, şiiri halktan uzaklaştırdılar diye bileylenmiş düşmanlıklarımız olsa da azıcık sevdalandık mı, yüreğimiz kayıp gitti mi ilk sarıldığımız kitaplar onlarınki oluyordu. Aşk-ı memnu gibi gizli gizli buluşuyorduk. Ben Yerçekimli Karanfil ile buluşuyordum. Kırılmış, ufalanmış, kaybedilmiş, yerini yaraya bırakmış bir aşktan sonra o karanfil yere düşmedi diye avutuyordum kendimi.

Şiirdeki modernleşmeyi dilde sadeleşme, dizeleri kırma, Fransız şiir biçimlerini alma, kafiyeden uzaklaşma, halk şiirine yaklaşma, heceyle uzlaşma sanan büyük Türk şiirinin en

büyük yenilgisidir İkinci Yeni Muharebesi. Çünkü modernleşme şekille sınırlandırılamayacak kadar öznesini sarar ve içten içe dönüştürür. İkinci Yeni’nin yani sonuncu yeninin Şiirdeki modernleşmeyi dilde sadeleşme, dizeleri kırma, Fransız şiir biçimlerini alma, kafiyeden uzaklaşma, halk şiirine yaklaşma, heceyle


uzlaşma sanan büyük Türk şiirinin en büyük

yenilgisidir İkinci Yeni Muharebesi. Çünkü modernleşme şekille sınırlandırılamayacak kadar öznesini sarar ve içten içe dönüştürür. İkinci Yeni’nin yani sonuncu yeninin başardığı şey modernleşmiş aklın ürünlerini dile dökmüş olmalarıdır. Özneleri nesne yapabilecek, kendisiyle yabancı gibi konuşabilecek, cümle ve sözcük yapısıyla oynayabilecek gücü de bu modernist akıldan almaktaydılar. İnkar etmemek lazım ki dini bir imgeyi ele alıp cinsel bir imgeye dönüştürmek için başka bir akıl ve farklılaştırılmış bir dil gerek . “Sana değiniyorum, sana ısınıyorum” bir kutsal kitabın başlangıcı gibi duruyor ama başta aşağı cinsel hazla örülü bir yüceltme. Bu arzu nesnesinin keşfi dile dönmeden modern şiir olabilir mi? Yerçekimli Karanfil. Bu şiirlere sığınmamızın nedenlerinden biri de aklımızın kiliminin altına süpürülmüş bu hazların yok sayılmaması değil mi? Ne bileyim en azından benim için öyleydi. Edip Abi şimdi kalkıp bana “ Ne saçmalıyorsun oğlum sen?” diyebilir. Karanfili düşürmemeye çalışıyorum Abi. “Yerçekimli Karanfil “ tamlaması bir sıfatın bir şeyi nasıl farklı tamlayabileceğinin de kanıtı.

“Sessizce birleşiyoruz” diyor ya şiir, gümbür gümbür birleşen bir tamlama bu, sessiz filan değil. Yapısal kurgular, dilin sınırlarının biçimsel zorlaması Edip Cansever şiirinin anahtarlarından birisi. Çok eleştirilmiş zamanında. Yerden yere vurulmuş. Şimdi rahatça demek lazım ki dille oynamayan, o eskimiş dili bozmayan şair mi olur? Kirli dilinizi ve iğfal edilmiş bilincinizi alıp çekilebilirsiniz.

Sahi, siz Yerçekimli Karanfil’i okumadınız değil mi? Acele etmeyin suyu rakıyla buluşturun, sevdiğinizi öpüp koklayın o zaman içinize bir karanfil düşecek, alıp başkasına verin; yere düşürmeyin….


BU ÜLKEYİ SENİN GİBİ DELİLER KURTARACAK EFE NAZIM ARSLANÇELİK boyunca kafasını cama dayayıp kendine bol bol kahramanlık anıları yazdı. Her şeyi kafasında kurgulayıp içine çekti derin nefesler aldı ama vermek istemedi. Nefes verirse anıların uçup izim Ziya Askerden döneli üç sene gideceğini düşündü. Baş çavuş Rüstem’in her içtimada söylediği o sözleri anımsadı. ‘’İnsanoğlu geçmişti. Askere git gel iş bulursun dediler, kuş misalidir. Bazen nereye uçmasını bilir bazen bulamadı. Evlenirsin dediler, evlenemedi. Koca de yanlış yere konup öylece bekler.’’ İşte bizim üç sene geçti Ziya hiçbir şeyden geçemedi. Ziyada ne kuş olabildi nede uçmasını becerebildi. Askerde tuvaletçi Hep yanlış yerlere olmuş, her gün koca konup öylece bekledi. askeriyenin bokunu Köydekilerle pek püsürünü konuşmazdı Ziya, Baş çavuş Rüstem’in dediği temizlemekten ahalinin dediğine göre gibi ‘’Delilikle dehalık burnunun direği Askere gidince kırılmış ama kalbinin vicdansız bir vücutta düzelecekti. Çünkü kırıldığını hiç kimse bizim memlekette nükleer bomba gibidir. fark etmemişti. askere gidince her şey Vicdanlı vücuttaysa Gerçek Arkadaşları silahlı düzelirdi. Sanki pozlar verip bir kahramandır ve unutma Askere gidene kadar mermilerden kimse gerçekten Ziya bu ülkeyi senin gibi sevdiklerinin ismini yaşamıyordu sadece deliler kurtaracak.’’ yazarken, bizim Ziya vakit dolduruyordu. tuvaletçi olarak Ömrümüz bize vaad yaptığı askerliğinin edilenleri dinleyerek verdiği utançla geçerken koca bir kendini bokun genç nüfus Ziya gibi püsürün içinde boğdu. Askerliğini bitirip çürüyordu. Otobüs otogara yanaştığında Ziya memlekete döndüğünde anlatacak anılar kafasında kurduğu askerlik anılarını toparlayıp biriktirmek istemişti. Köy kahvesinin gölgesinde çantasına otururken köyün yaşlıları, kıdemlileri ve koydu. Telaşlı genç kadına, huysuz yaşlı teyzeye askerliğini bitirmiş gençler ‘’Anlat Ziya’’ yol verdi. Herkes indikten sonra indi otobüsten dediklerinde hiç durmadan büyük büyük laflarla bagajı yoktu. Her şeyi tek bir sırt çantasına nasıl kahraman bir asker olduğunu anlatmanın doldurmuştu. Sevmiyordu bavulları çünkü hayalini kuruyordu. Oysaki anıları tuvalet bavullar gidecek yeri olanlar içindi. Ziyanın bu temizlemekten öteye geçemedi. Her öteye köyden ilk çıkışı askerlik içindi. Daha önce hiç geçemeyen insan gibi kendi anılarını kendi yarattı köyünü terk etmedi. Büyük şehirlerden hep hem böylece istediği kadar kahraman olabilirdi. korktu ama en çokta o merak etti büyük şehirleri Memlekete dönerken yirmi altı saatlik yol

B


hatta bazen kızdı. ‘’Şehrin büyüğümü olurmuş. Bizim köyde büyük bak ovalar, dağlar alabildiğince kalabalık.’’ Dedi. Yine de merakı onu alıkoymuştu. ‘’İnsanı öldürse fazla merak öldürür.’’ Demişti başçavuş Rüstem. Yürümeye başladı. Yürürken uydurma anılarını düşünüp gülüyordu. Çıkarıp bir sigara sardı ve yürümeye devam etti. Köyü fazla uzakta değildi. Ziya en çok kendine uzaktı ve en çok kendinden kaçtı. Hiç aşık olmadı. Hiç sevişmedi. Ziya hiç yaşamadı. Gecenin gri puslu havası yüzüne vuruyordu. Bir hayali vardı. En çok bu gri puslu havalarda aşık olmak istiyordu. Köyün aşık olan gençleri gibi kurbağlı derenin kenarına oturup içmek, aşk acısı çekmek istiyordu. Ne çok şey istiyor gibiydi Ziya. Köyün genç kadınlarının ve erkeklerinin dileklerini astıkları dilek ağacını gördüğünde anladı eve altmış yedi adım kaldığını başladı saymaya. Bir iki üç dört… Ziya saydı ayakları yürüdü. Gri puslu gece peşinden sürüklendi. Evin ışıkları belirmişti. Annesi Gül hanım bir başına oğlunun gelişini kalabalık kollarıyla kucaklamak için bekliyordu. Ziya her zaman oturduğu büyük kayanın üzerine çıkarak köye tepeden baktı. Bakarken bir sigara daha sardı. Evlerin ışıkları, insanların pencerelere yansıyan gölgeleri, rüzgarın uğultusu hatta yıllardır yanıp sönen sokak lambasını bile özlemişti. Sessizce açtı bahçenin kırık kapısını her şey bıraktığı gibiydi.

Boyamayı yarım bıraktığı duvar bile duruyordu. Açık olan pencereden kafasını uzatıp annesine baktı Ziya. Tahta sandalyesinde sallanarak duvara bakıyordu. Duvardaki siyah beyaz resimlerde gerçek anılarla yüzleşiyordu. Bir buçuk sene sonra çalan kapıyı Gül hanım gülümseyerek açtı. Sessizce gülümserken gözlerinden düşen yaşlar kapının gıcırtısını dindirdi. Kabalık kollarıyla sarıldı Gül hanım oğluna ‘’Hoş gelmişsin oğul’’ dedi. Bir iki damla düştü gözlerinden meyilli zemine, kapının boşluğuna doğru süzüldüler. Gül hanım için Ziyanın gelişiyle tüm boşluklar doldu. Sofraya oturdular. Gül hanım gözlerini oğlundan alamıyordu. Ziyaysa ağır ağır yemeğini yiyordu. Lokmaları uzun uzun ağzında çevirirken, yarın sabah köy kahvesine indiğinde askerlik nasıldı? Diye sorduklarında hangi uydurduğu anıyı anlatacağını düşünüyordu. O gece Gül hanım ve Ziya yemek faslından sonra hemen uykuya baş koydular. Ziya erkenden kalkıp bahçeyi suladı. Kahvaltı yapmadan evden çıktı. Heyecanlıydı. Köy kahvesinin yollarına düşürdüğü gençliğini arıyormuş gibi meraklı yürüyordu. Ziyayı gören köy ahalisi tek tek selam verdi. Kahvehane sahibi İsparoz Hayri ağzındaki sigarasıyla seslendi. ‘’Ziya gel otur kahven benden hadi aslanım.’’ Dedi. Yüzündeki alaycı


tavrını alıp ocağın başına geçti. Ziya ilk defa değer görüyordu. Biranda aslanım olmuştu. Çaydan kahveye terfi etmişti. Kahvehane bahçesinin tam ortasına oturttular Ziyayı, ahali başına toplandı hemen. Sorular havada uçuşuyordu. Ziya, telaştan sol bacağını sallamaya başladı. Ahalinin içinden sözü geçen Ramo dede söze girdi. ‘’Oğlum Ziya askerlik sana yaramış deliydin, işe yaramazdın şimdi akıllı olgun bir adam olmuşsun. Anlat bakalım anılarını da dinleyelim.’’ Dedi. Ahali, Ramo dedeyi destekler gibi sırıttı. Aynı anda herkes çaylarından birer fırt çekti. Ziya ne yapacağını bilemedi. Uydurma anılarını üzerine topla tüfekle geliyordu. Herkes ondan kahramanlık anısı bekliyordu. Ziyaysa koşarak uzaklaşmak, herkesten kaçmak istiyordu. Mahallenin askerlik yapmış gençleri de oradaydı. Kimin anısı daha iyi ona göre köyde değer görecekti. Herkes meraklı gözlerle Ziyaya bakarken Ziya yere bakıyordu. Her şey biranda oldu. Kahvehanenin içinden patlama sesi duyuldu önce, sonra alevler yükseldi. Cayır cayır yanıyordu kahvehane, İsparoz Hayri mahsur kalmıştı. Köy ahalisi kahvehaneyi terk ederken herkes birbirine bir şey yapın der gibi bakıyordu. Askerliğini yapmış kahraman gençlerden bir teki bile kılını kıpırdatmadı. Bazıları çaktırmadan kaçtılar. Ziya işte tam fırsat dedi ve deli cesaretini elinden tutarak kahvehanenin içine daldı. Ahalinin alkışları kıyamet gibi yağdı kahvehanenin üzerine, Ziya alevlerin arasından geçerek ocağın bulunduğu alana doğru yöneldi. İsparoz Hayri yerde yatıyordu. Sol kolu dolabın arasına sıkışmıştı. Tezgahı deli kuvvetiyle birlikte kaldırıp sıkışan kolu çıkardı. İsparoz Hayri’yi sırtına aldığı gibi dışarıya çıkarmayı başardı. Kapkara olmuştu. Birkaç yanığı vardı. Yere yatırdı İsparoz hayri’yi ‘’Açılın diye bağırdı.’’ Gömleğinin düğmelerini açtı. Nabzı atmıyordu. Hemen suni teneffüs yaptı. Ardından kalp masajı derken İsparoz Hayri öksürükler içinde gözlerini

açtı. Alkışlar bir kez daha kıyamet gibi yağdı Kahvehanenin üzerine. Ahali Ziyayı omuzlar üzerine aldı. Artık gerçek bir kahraman olmuştu, çünkü kahramanların yüreği delilik ağları ile örülüydü. O günden sonra Ziya köyün en sayılan sevilen adamı oldu. Kimse bir daha askerlik anılarını anlat demedi. Unutulup gitti. Babalar kızlarını Ziyayla evlendirmek için sıraya girdi. Gül hanım artık deli annesi değildi. Köyün en havalı kadını oldu. Ziya işe yaramanın verdiği hazla Köy muhtarlığına kadar yükseldi. Baş çavuş Rüstem’in dediği gibi ‘’Delilikle dehalık vicdansız bir vücutta nükleer bomba gibidir. Vicdanlı vücuttaysa Gerçek bir kahramandır ve unutma Ziya bu ülkeyi senin gibi deliler kurtaracak.’’


KOLİ ŞAİRİ BARIŞ DOLAN Bugün - Sabah Gün yine ağardı. Salih ile sabahladık koli şairi Salih. Hikayesi bayağı karmaşık. Ama güzel. Sabahı nasıl ettik bilmem. Mektupları ve yazdıkları şiirler. Bazen acıklı bazen komik. Gel git leri olan bir adam. Hikayesinin peşine düşmek istiyorum. İrfan’a gitmem lazım nereden gelmiş öğrenmeli. Yıllar sonra belki tekrar yazarım, bu hikayeyle. Ama annemin yanına gideceğim bugün taş binanın duvarları arasında yaşlı hayatlara. Kimi doğuştan yalnız, kimi yalnızlaştırılmış zamanla. Elleri nasırlılar, yüzlerinde derin yaralar, bir kısım yaşlanmışlıklar. Ak pak olmuş başlar, tekerlekli sandalyeli hayatlara.

Bugün – Öğlen Geniş bir taş kapıdan giriliyor buraya. Abdulhamid dönemiydi sanırım açılışı. Taş binaları hep sevmişimdir. Girişin sol tarafına doğru dönüldüğünde sağda sırasıyla havra, kilise ve cami var sıra sıra. Solda ise uzunlamasına binada ise odalar var. Sessiz ve soğuk bir avludur burası yaz kış... Ama insanların bakışları...

Unutturuyor her şeyi. Makyajına hep dikkat eden Nergiz teyze, sakalını hep tarayan Ahmet amca. Kemikten tarağı var bu arada arka sol cebine kondurduğu. Ve annem... Pamuktan ak saçları maviye çalan yeşilinde bakışları. Tekerlekli sandalyeden önce paytak paytak yürürdü canım... iyi gördüm ama annemi. Beni kime benzetecek diyecekken babama benzetti. Ali... Geç kaldın bugün. Trafik vardı hatun dedim bende. Elimdeki torbayı uzattım. Hepsini aldım dedim. Gençliğinden kalma gülüşüyle baktı bana. Babamdan bahsetmişken buranın eski müdürüydü. Annemi de öylelikle yerleştirdik zaten buraya. Annem gençken istemiş babamdan bunu. Tuhaf bir istek doğrusu. Babam emekli olduktan sonra yerleştirdi annemi buraya. Ondan sonra da gitti zaten buralardan. Sıcak mı soğuk mu gittiği yer, yada mutlu mu bilmem ama. İyi adamdı.

Bugün - Akşam Yarın pazar, Bomonti' ye giderim. İrfan 'ı orada görürüm artık. Tezgahı güzeldir. Eski fotoğraflar kimlikler eşyalar. Kitaplar da vardır. Ve eski reklam afişleri... Salih geldi aklıma. Sevdiğim bir fotoğrafı var şuanda karşımda. Karısı kendisi ve


kızları. Kız daha ufak 12 ay almamış belki de hayattan. Arkasında ne yazı ne tarih. Siyah ve beyaz... Ama rengarenk bakışları. Rastgele bir şiirini de yazayım.

'' Git gide kalabalıklaşıyor yalnızlık Bilmediğim bir ağacın Bilmem kaçıncı yaprağını yolluyorum sana İstanbul' dan '' Kağıdın arkasında da bir not '' Memuriyetimin ikinci yılı, sigaraya başladım. '' yollanmamış bir mektuba yazılmış bir şiir gibi duruyor. Şiir diye yazmasa bile çok şiirsel geldi bana... Aliye'yi özledim... Uykum da var hayli.

Ben ölüme saniyeler kalayım. Alınan son nefes, Son iç yakarış, Son pişmanlık, Son doğan güneş, Son gözyaşıyım. Ben dünyanın sonu, Evrenin başlangıcıyım. Ben son doğan umut ,

Son batan umutsuzluğum. Bir kanatın son çırpınışı, Bir bebeğin ilk ağlayışıyım. Ben yaşam ve ölüm arasındaki o ince çizgiyim.

Ben boşluğum. BERFİN CENGİZ


BOŞ DÜŞÜNCE BALONLARI Justsapien

“İnsanın en büyük düşmanı kendisidir.” Dedi gözleri bağlanan Tanrı. Kırmızı bir kanepenin üzerinde geçen 238. gün, ölümden farksız, zoraki bir varoluş, her gece yüzleştiğim geçmişim, beynimi ısıran kuduz bir köpek, iniltiler ve tanrıya ettiğim küfürler, adeta güzelliklerini bedenime yansıtıyor. 21. yaşımda yaptığım bir hata yüzünden, insanların dünyasından soyutlandım ve aciz bir gövdenin içine hapsederek benliğimi yeni bir dünya kurdum kendime, kirli hayallerimden. Ah tanrı sana soracağım sorular yüzünden beni yakınlarında istemediğini biliyorum, bu yüzden ne yapsam bu lanetli dünyadan ayrılmama izin vermiyorsun. Hikayenin sonunda hepimizin öleceğini biliyorum ama ben bu hikayenin sonunu beklemek istemiyorum, annemin ölümünü görmek istemediğim gibi, insani değerlerimi ve toplum normlarına olan saygımı yitirmemden kaynaklanıyor, ölüme karşı duyduğum bu tutku. İşin özüne bakacak olursak, yalnız ölmek istemiyorum. Sanırım, korkuyorum. Tam tamına 238 gündür yaşayan bir cesetten farkım yok bu sikik kanepenin üzerinde. Ölümü bir panayır gibi arzuluyorum her soluğumda ve biliyorum bu benim kurtuluşum olacak. Bir çocuğun hiç göremeyeceği panayır arzusunu bilir misiniz? Ne yaparsanız yapın, uzanamayacağınız bir dala benzer ya da erişemeyeceğiniz ama bir

yerlerde var olduğunu bildiğiniz bir bisiklete veya hiç bir zaman sizi sevmeyecek birine karşı duyduğunuz aşka. Beni soracak olursanız her hangi bir adım yok, sahte gülücükler eşliğinde kokuşmuş ağızlardan duyulan ”Cesur” dışında, bana soracak olursanız, aslında hiç bir anlamı yok isimlerin, yüreğine dokunamadığınız, gözyaşlarını paylaşamadığınız ve gülüşlerine ortak olamadığınız hiç bir insanın anlamının olmadığı gibi. Yalnız kaldığım zamanlarda, yapabildiğim en etkili aktivitenin geçmişimle yüzleşmek olduğunu düşünüyorum. Annem ne zaman alnımdan öpse, bir kaç dakika sonra dışarıya çıkacağını söyler. Sokak kapısının kapanıp, kilitlendiğini duyduktan sonra, sırt üstü uzandığım




Mahmelbaf'ın Neferi : Bahman Ghobadi SULTAN GÜLSÜN

M

ikrofondan kadraja uzanan serüveninde

figüranı da başrolü de halk olan ve onlardan kendilerini oynamasını isteyen Ghobadi, konusu dram olduğu halde dramatize edilmeyen kimlikleri, dönemin gerçeklikleriyle beyaz perdeye taşımıştır. Yönetmenin uzun ve kısa metrajlı birçok yapımında reel özlülüğün iletimi görülmektedir. Sosyolojik konuları olan filmlerin bireysel kulvarlarda zihne yansıması bir haylice başarılıdır. Sarhoş Atlar Zamanı (Time For Drunken Horses) birçok kısa filminden sonra ilk uzun metrajlı filmidir. Sorumluluğun ataerkil geleneğince devrolmasını, babasını kaybeden çocuk üzerinden anlattığı bu filmde zor coğrafyalarda yaşam mücadelesi veren Kürt aileyi konu almıştır. Daha önceden Tanrılarla Konuşmalar’da beraber çalıştığı Yılmaz Erdoğan ile Gergedanlar Mevsimi filmini Türkiye’de çekeceğini İşçi Filmleri Festivali’nde dile getiren Bahman Ghobadi bu filmde , mahkum şair Sahel Ferzan’ın hayatını ele almıştır. Masumiyeti, Kaplumbağalarda Uçar (Turtles Can Fly) filminde katliamda tecavüze uğrayan 14 yaşındaki Agrin ve geleceğe dair rüyalar gören abisi Hengov ile hatırlatan yönetmen, savaşta kollarını kaybeden Hengov’a arkadaşının Saddam heykelinden kopan kolu alarak “Sana Saddam’ın kolunu getirdim.” demesiyle tamamen nakşetmiştir. Filmini, diktatör ve faşistlerin politikalarına kurban edilen tüm masum dünya çocuklarına ithaf etmiştir.

– Toprağın var mı? + Evet, çok. – Öyleyse niye onu işlemiyorsun? + Heryerde mayın var. – Onları temizleyemez misin? + Çok fazla var.


MAR SULTAN GÜLSÜN Bana anlatmak istediğiniz bir şey var mı, kuşkuların ve akıl hastalarının soyut güçleriyle ? Neredeyse vakaları toplum düzenine geçirdik . Charon da ruhları öldürüp mü ırmaktan geçirirdi ? Buraya akıl hastanesi diyorlar ve bir düzen kurumunun kendi tragedyası eğretileniyor . Gerçek , gettolarından çıkmaya çalışıyor, fısıltıyla . Yakında başka ayrıcalıklar kazanacaksın . Konu gereği zaman, dizinsel bir çizgiye katışır. Siz bana sorun ben yanıtlayayım , yerleşik değer sorgusunun kopma sürecine neden girdiğini . Siz de farkettiniz , biliyorum . Buraya akıl hastanesi diyorlar . Son kertede bir ağaca aşık olursunuz burada . Nasıl da yenik , Nasıl da kaskatı bir yatakta gereksinimlerine teslim olur insan ? Konu gereği koğuş yöneticisi, bir düşleme uzanmıştır .

05.46 SİNEM ÇİFTÇİ Pembe panjurlu evlerin çatılarına Kuşlar doluşmuştu bir sonbahar ertesi Oturdum karşıdaki viranenin bahçesine Kuşlara seslendim Gelmediler o gün Bana maviyle buluşmayı öğretirlerdi belki Günbatımlarında sarmaşdolaş halde Güneşle vedalaşırdık Pembe panjurları sevmedim o günden sonra Seni bekleyişimin on dokuzuncu baharıydı Hiç itiraz etmedim gelmeyişlerine Konuşsaydim olmazdi Susmayı öğrendim. Seni bekleyişimin on dokuzuncu baharinin ertesinde Gecenin bir vakti ansızın geldin Kuşlara hiç küsmedim sonraki baharlarda Maviyle buluştuk seninle Kaç günbatımında Sarmaşdolaş halde Güneşle vedalaştık Avuç içlerimi kum taneleriyle doldurdum Umut bıraktım tüm kuşlara küsmüşlere


EFE NAZIM ARSLANÇELİK

‘’Bİ MUHABBET’’

SELÇUK ÖZEL

istiyorum. Ona ait o güzel dünyanın içinde kaybolabilirim. Kendine ait dünyası olan bir kadın kalmadı herkesin istekleri dünyaları aynılaştı. Sence de öyle değil mi? SELÇUK: Katılmama gibi durumumum yok ve ekliyorum; gerçek sevgi budur bir insanın kendisi olmasına izin vermek diyor Ava Dellaire

EFE NAZIM: Sence ilk görüşmede her iki tarafta sahte değil mi? Beğendirme çabası sonuçta SELÇUK: Herkes değil bence. Sahtekarlık daha sonraki buluşmalarda ve hatta daha da genişletecek olursak bazen evli bireylerde bile devam ediyor. Birçok kez şahit oldum. Misal aldatmalar, sanırım ilk buluşmaya gitme amacıyla alakalı. EFE NAZIM: Peki sen hangi amaçla neyi arayarak gidiyorsun? SELÇUK: Ben bazenlerden ibaretim; bazen kendimi görmek isterim onu ararım karşımdakinde, bazen kaybolmak isterim karşımdakinde, bazen koca bir yanlış anlaşılmayım... EFE NAZIM: Ben bir kere kayboldum sonra yolum şaştı baktım kaybolmanın hazzı aşktan daha tatlı durdum öylece kaybolduğum yerde. SELÇUK: Ne kadar durabilirsin kaybolarak? Ya da her kaybolduğunda durmak istedin mi? EFE NAZIM: Ava Dellaire derki Öpüştüğümüzde, gölgem hep onun gölgesinde kalsın ve hatırlamak istemedi­ğim her şey silinsin

EFE NAZIM: Temel sorunda burada kimse kendi değil, başkasının ona biçtiği insanı üzerine giymiş. Yani hepimiz başkalarının gömleğiyiz. Aynı gömleğin içine sığamıyoruz en ufak incelikte kopup dağılıyoruz hani gömleğin düğmeleri kopunca dağılır ya biz dağıldıktan sonra toplamak içinde çaba göstermeyip başka gömlekler deniyoruz bizi öldürecekse bu basitlik öldürecek SELÇUK: Basitlik değil sanki bu, tam aksine zorlaştırıyoruz ilişkileri. Basit düşünsek her şey çok daha keyifli nicelikli ve estetik olacak. Hayat basit. EFE NAZIM: Doğru tabi bu açıdan bakarsak katılıyorum. Ama anlamsızlık var çok fazla veya herkes bir anlam arıyor ama ne aradığının farkında değil gibi. SELÇUK: Her şeyin bir anlamı olmamalı ya da bir sonucu. Varmak istenilen herhangi bir yol yok. Ve yol hiç bitmesin be usta EFE NAZIM: Yol hiç bitmemeli eyvallah ama anlam katamayan ve anlamsız insan yaşadığını hissedemez sadece zanneder. Bira bitti söyle dostum, muhabbet şişenin izinden akıp gitsin.. SELÇUK: Eyvallah Nazım vuralım şişeleri anlamsızlığın kenarına..


GÜZEL SEVMEK YAĞMUR ERDEN

G

üzel sevmek diye bir şey var.

Bilmeyenlere duyurulur. Sadece yüreği güzel olan insanların yapabildiği bir şey bu. Çok sevmek değil önemli olan. Güzel sevmek, özünden sevmek. ‘’Güzel sevmeyene adam denir mi ?’’ Denmez. Neden bu kadar zorlaştırılır ki? Bir insana güven verebilmek… Birisi sana tüm hücreleri ile güveniyor, düşünsene. Ne mutlu edici bir şey ama! Peki, hiç tüm hücreleri ile güvenen birisi var mıdır gerçekten? Bilmiyorum. Beni sorarsanız, ben o kişilerden değilim artık. Tüm hücrelerim güven duygusunu kaybetmiş durumda. Ama iyi de oluyor. Bir insandan bir şey beklememeye başlıyorsunuz. Beklenti olmayınca da mutlu oluyorsunuz tabi. Her yüze, gülen ifadeyle yaklaşamıyorsunuz bir yerden sonra. Saçma sapan şeylere de gülemiyorsunuz mesela. Her şeye güzel bakan o çocuk kalbiniz kalmıyor artık ve siz ‘’büyümüş’’ oluyorsunuz. Yani başka bir ifadeyle yoğurdu üfleyerek yiyorsunuz. Neden peki ? Kırılmamak için mi? Bin bir parçaya ayrılmışken… Üzülmemek için mi? Hala aklınıza geldiğinde içiniz cayır cayır yanarken… Sonuç? Değmeyecek insanlara harcadığınız fedakârlıklarınız, zamanınız… Hepsi çöp oluyor. Yaptığın bir şeyin değmeyecek bir kalbe dokunmamasından öğreniyorsunuz kendinizi geri çekmeyi. İşte bunları gördüğüm, bildiğim için hiçbir zaman bir erkek yüzünden dünyası başına yıkılan kızlardan olmadım. Aldığım en büyük ders ise değemeyecek birisine kendimi

harcamamam gerektiği. Yaşanılan her üzücü olay güç verir kimisine. Bende de öyle. Etrafımda birçok insanın birbirini sevme hikâyesini dinliyorum. Ve birçok kez iç sesim şunu söylüyor:’’ Sevgi böyle bir şey değil. Aşk böyle bir şey hiç değil. Plansız, aniden, tesadüfen… Olacaksa böyle olmalı. Belki de bu yüzden birisine kör kütük âşık olamadım daha. Bir hikâyesi olmadığı için… Beklenmedik anda çıkmalı karşıma. Ne olursa olsun güvenebilmeliyim ona. Güzel sevebileceğine inanmalıyım mesela. Bilmiyorum. Ne zaman, nerede, nasıl karşıma çıkacak bu hikâye. Ama isteğim gelişlerimizin olması, gidişlerimizin değil. Kim bilir bir gün beni hayatımın hangi dönüşünde yakalayacaksın? Nasıl gelirsen gel. Yeter ki güzel sev.


SURETLER FERHAT KONAŞ

G

öremeyen gözlerinin ardında dönen

kirli dünyada adeleti nasıl sağlıyorsun insanoğlu? Mutluluk, geçtikçe özünden nasıl çirkinleşebiliyor kahkahaların? Anlayamıyorum, içimde sızlayan büyük bir yara gibi yaşam, ilacı denge, ilacı eşitlik. Yaşayamıyor insan kayıtsız şartsız teslim olduğu ellerde öldükten sonra. Anlama, sakın anlama. Senden başka yok, bir daha gelmeyeceksin dünyaya, bu yüzden kendin de dahil olmak üzere hiç bir şeyi anlama. Kafası dar, kafası kirli suretlere bürünmüş derin yaralarım var, gördükçe insanlığımdan utandığım, ben senin bir parçanım, gün geçtikçe kirlenen özümden. Ayakları üşüyen bir çocuk kadar ölü insanlığım, oyuncaklarım boş kovanlar, bebeklerim tahtadan. Susuyorum, kendi içimden uzaklaşarak, her tebessüme. Bilirim, dostça uzanan ellerin kamufle edilmiş dikenlerini. Daha da soğumalıyım, hatta yol almalı soğuk bir coğrafyaya, belki içleri sıcak insanlar bulurum


BİR DELİNİN SON HATIRASI İSMAİL ALPGİRAY ALGAN

"Bulutlar gökyüzünü sarmış bir haldeydi. Onlar yağmur damlalarını bırakmak için sadece bir sebep arıyorlardı. Bilim adamlarını karıştırmayın. Onlar anlayamayacağımız şeyler söyleyip yağmurun nasıl düştüğünü anlatacak. Ben onun yerine bulutların bir sebepten dolayı ağlamasına inanmak isterim. İnsanın gözyaşlarını döktüğü gibi onlarında içini dökmesini isterim. "Dünya ya düşen bir damla olmak isterim İnsanlığı temizleyen ben olmak isterim. "bir delinin yazdığı son satırlarıydı. Kağıdı son yazdığı yağmur damlaları ve kendi kanı ıslatmıştı. Onları yazdıktan birkaç dakika sonra yaya yolundan kendi satırlarını okurken geldiğini görmediği bir araba çarpmıştı. Çarpan araç sanki bir şey olmamış gibi yoluna devam etti. Görgü tanıklarına göre araç hızlı bir şekilde gelmişti. Delinin cenazesini küçük kardeşi alıp kendi memleketine götürmüştü. Küçük kardeş suçlunun bulup cezalandırılmasını istedi. Suçlu kamera kayıtlarından bulunmasına bulunmuştu.

Arabayı kullanan gencin bir bardan çıkıp arabayı hızlı kullanarak çarpıp ve daha sonra da kaçtığı görülüyordu. Büyük ihtimalle alkollüydü. Ama suçlu deli bulunmuştu ve çarpan genç beraat etmişti. Genci, hakim hangi karar ile beraat ettirdi bilmem ama gerçek nedeni gencin babasının bir yerde müdür olmasıydı. Bir yerlere telefon açılmıştı ve serbest bırakılmıştı. Delinin kardeşi karardan sonra kalktı ve bağırarak "Eğer mevkiniz iyi veya paranız çoksa bu ülkede adaleti kontrol edebilirsiniz. Yazıklar olsun adaletin geldiği noktaya." dedi. Daha sonra dışarıya atıldı. Kardeşi evin yolunu tuttu. Sonra da çabaları bir sonuç vermedi. Olan bizim deli yazara olmuştu. Para ve güç adalet terzisinde dengeleri değiştirebilmişti.


Daribu’l-mindel / ayna ve su

ve dedi ki bu çölde bir deniz kokusu var bu yağmurda bir kuraklık saklı

DİNÇER YURTTAŞ

hangi aynaya gizlendi terk edilmiş şehirlerdeki kalabalıklar hangi su yüz çevirdi yatağından

E

hangi geçmiş kalmak için diretiyor şimdide

ğildi kumları avuçlarında süzerek

ve dedi ki neden su yoktu Yusuf’un kuyusunda… insan aynaya bakınca görürmüş mucizeleri yıldızlı bir kuyunun ağzına benzer sırmalı camda asılı kalan sureti. dinle, geçmişi herkes fısıldar sana ve aynalarda asılıdır şimdi , oysa kim bilebilir geleceği. ayna ve su gelecek dediğin dünün avuntusu . adımladı ve bozdu ıslak sokaklardan şehrin yansımalarını ışıkları çekip aldı bu kırık aynalardan dedi ki Yakup ağlamadan da önce kördü çocuklarını saran kötülüğü o ördü… yağmur dindi, sular duruldu, bir ışık kavuştu diğerine baktı ve dedi ki bir olmak ne büyük bir hediye. kurtarmak kendini teklikten akıp suyun aynasına karışmak suretlere… su ve ayna bir tohum sana neye benzeyeceğini söyler mi bir kül bir yangına?


ŞEBNEM IŞIKSAL ''Bugün bir şey için son şansın olsa ne yapardın?'' Yaşamak hissi ne zaman bastırsa aklına gelen bu soru ona Ayris'i hatırlattı. Bir ömre tek bir yaşamın az geldiğini ondan öğrenmişti. O gece, soğuk kumların üstünde ilk onun denize girmesini beklerken anlamıştı. Ne varsa yaşamak güzel. Ve yaşanacak ne çok şey birikmiş.

Y A Z Ş A R

A B I

Her şey kendiliğinden olmalı. Hava birden bozmalı, güneş birden çıkmalı. Çat kapı gelinmeli, plansız yola çıkılmalı. Birden acıkmalı, doyasıya yemeli. Ellerinden bir şey gelmeden oluvermeli, hesap vermek zorunda kalmadan. Yazları böyle geçti ve Ayris'i her yaz böyle tanıdı. Belki çantalarını alıp gidemedilerse zaafları yüzünden. Zaafları ortaktı: sorumlulukları. İki üç ayda bir ya da bazen sadece yazları kalıplarından çıkmak. Ankara'nın kendi resmiyetine uygun bulmayacağı tarzda ağız dolusu güler, sevinince çığlık atar, içlenince ağlarlardı. Şehir hayatından nefret eder ama sonbahar geldiğinde de Ankara olmadan yapamazlardı. Havluları boynuna asmış şemsiyeye uzanırken arkasına dönmeden seslendi : " Üzümleri unutma!"



HAKKINDA GENEL YAYIN YÖNETMENİ – DİZGİ TASARIM Efe Nazım Arslançelik

KAPAK GÖRSELİ EMİNE TUĞYAN @cizikkafa

YAZARLAR Berfin Cengiz Sinem Çiftçi Sultan Gülsün Yağmur Erden Şebnem Işıksal Dinçer Yurttaş Efe Nazım Arslançelik Barış Dolan Ferhat Konaş İsmail Alpgiray Algan Selçuk Özel Justsapien

İMTİYAZ SAHİBİ: EFE NAZIM ARSLANÇELİK TÜM İÇERİĞİN HAKLARI SAKLIDIR İZİNSİZ KULLANILAMAZ.

© TEMMUZ 2017


‘’

İstediğin kadar

büyük ol, geldiğin yer toprak, gideceğin yer gene toprak.

’’

ORHAN KEMAL


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.