ÖLÜ KARAKTERLERİN CENNETİ DİNÇER YURTTAŞ
R
us edebiyatı anlatım biçimiyle bütün edebiyatı
vurduğunda yazar olmaya hevesli herkes söz diziminin olay diziminden önemli olduğu düşüncesiyle hareket etti. Üstelik ahlaklı ve usturuplu dil kullanımı günah çıkarma seansları olarak önümüze konuyor, sürekli bir içten dışa dökme ile karşı karşıya kalıyorduk (hala da kalıyoruz) . Edebiyatın edepten türediğini bu yüzden edebiyatta mutlaka ahlak olması gerektiğini söyleyen profesörlerle çok karşılaştım ama bütün günahlardan arındıracak bir kilise muamelesini en çok Rus edebiyatında gördüm. Tolstoy ve Dostoyevski ayrı ayrı bu genel akımın öncüleriyken Dostoyevski bu konuda kendi yaşamına bakılınca daha tutarsız ve boş laf üreten biri olarak da karşıma çıktı. Hemen itirazlar gelecektir elbette büyük bir yazara haksızlık yapıyor, hadsizlikte bulunuyor diye. Haşa, Bu büyük yazarlarla ne aşık atacak haldeyim ne de onlara had bildirecek. Sadece onların ölü karakterler cennetini kutsamıyorum o kadar. Bir yazarın vahiyde bulunan ve olayları bunlar da size ders olsun diye anlatan peygamber tavrının artık onaylanmaması gerektiğini düşünüyorum . Üstelik yazı ile aramızdan çekilmeyen bu romancının parmağı sürekli köhnemiş bir ahlakı (sadece vicdana dayalı olan) size hatırlatıyorsa ve romanın tanrısı sizin de
peygamberiniz olarak aklınıza hükmetmeye çalışıyorsa orada edebiyat biter. Orada çarmıha gerilmiş bir İsa, asa ile denizleri yaran bir Musa ya da Ayı ikiye bölen bir Muhammet oluverir. Bu bizi bir süre sonra nizamlanmış ve dönüştürülmüş ama eskisiyle asla çelişmeyen, değişmeyen ve değişime direnen kalıcı bir ahlaka iter. Eskiden çok eskiden (Dostoyevski döneminde ) sosyalistler ve komünistler de böyleydi ve Marx’ın etkisiyle bir miktar bilimsel sosyalizme döndürülseler de çoğu devrimci küçük kasaba ahlakçısından öte bir şey üretemedi. Ve ne yazık ki içlerindeki saf ahlakçılığa takılıp kaldılar. Bugün bile ideolojilerini saf bir vicdan hareketi sanan devrimciler mevcut. Peki bu bir yazar için kötü mü? Hayır. Kötü değil. Ama mükemmel bir örnek de (yazarlık anlamıyla iş) sayılmaz. Modernizmin eleştirilerini ve bu eleştiriler üzerinden çözümü ahlakçı bir vicdan dini ile çözümlemeye çalışan herkesi anlıyorum. Ah, keşke öyle kurtulabilsek. Keşke her şeyi reddederek atabileceğimiz bir bilinç çöplüğümüz olsa. Ama yok. Üstelik bize armağan edilmiş bu vicdanın tüm temel değerlerini henüz tarihin çöplüğüne gömemediğimiz bir geçmişten alıyoruz. O geçmiş bizim ideamızı yani insan-tanrımızı simgeliyor. Biz bu insantanrıdan da kurtulamadığımız için hangi durum karşısında ne tepki vereceğimizi ve ne duyup düşüneceğimize içinden kanalizasyonlar akan bu geçmiş karar veriyor. İşte Dostoyevski’nin çözdüğü ve kullandığı ve bence de övünebileceği en önemli şey bunun işleyişinin temelini oluşturan çelişkiyi çözmüş
olması. Nedir bu çelişki… Değişmeyecek temel ahlaki kavramları insanların yaşamlarıyla kıyasladığında ortaya çıkacak büyük boşluğu sözcüklerinde doldur. Ama bu sözcüklerin tümü bir cuma hutbesi ya da kilisede papazın vaazı ile aynı sonuca varsın. Değişmesin değiştirmesin, değiştirilemesin. Donmuş zaman, donmuş ahlak sizin fikrinize ve ahlakınıza ölümsüzlük verir. Bu açıdan Dostoyevski büyük bir dâhidir. Yeteneklerini keşfetmiş ve en iyi biçimde sergilemiştir. Dostoyevski için Andre Gide şöyle der: “Bir tanrıyla karşılaşacağımızı sanırız oysa hasta, yoksul, hiç durmadan acı çeken, yoksun bir insandır dokunduğumuz.” İşte o yarı tanrıyı kazıdığınızda ortaya kendince savrulmuş ve modern zamanların tüm eksikliklerini ve esrikliklerini taşıyan bir yazar Dostoyevski çıkar. Ben onu okumaya bayılırım. Ama “öteki” Dostoyevski muhteris bir tanrıdır ve sizi hiç umursamaz.
‘’BU DÜNYADAKİ EN ZOR ŞEY, KENDİ KENDİNE SADIK KALMAKTIR.’’
EFE NAZIM ARSLANÇELİK – SELÇUK ÖZEL büyüyen orta sınıf bir ailenin çocukları olarak bu toprakların özelliklerini ister istemez taşıyoruz içimize işlemiş. Kalkıp doğuya gitsek turist diye bakarlar bize, şehir insani ayırır. SELÇUK: Her şeyin başı aidiyet duygusu. Bunu atlamayalım. Birisini gördüğünde atıyorum bu bizim oralılara benziyor derken o kişinin o topraklara ait olmasını istiyoruz. Belki de sahiplenişini, oradan çıkamayışını.
‘’Bİ MUHABBET’’ ŞEHİR VE İNSAN E.NAZIM: Eskişehir gezimizden aklımda bir soru oluştu. Yaşadığın yerin, doğduğun yerin, insanın ruhunda, karakterinde, yaşamında sence ne gibi etkiler bırakır. ? SELÇUK: Eskiler hep şey der, insan yaşadığı yere benzermiş. Bu gerçekten de böyledir bazen kabul etmesek de. E.NAZIM: Peki insan başka şehre taşındığında oranın karakterine zaman içinde girer mi? SELÇUK: Sanırım şeyi konuşmalıyız her şehrin bir karakteri var evet. Bunu netleştirmek istiyorsun sen insanlar da bukalemun gibi. Her yere ayak uydurma gibi durumları var. Biliyorsun, herkes için geçerli olmasa da...ama şehir seni kendine benzetir.
E.NAZIM: Bazı insanlar var yıllarca doğduğu büyüdüğü yerden ayrılmıyor hiç bir yeri görmüyor. Bu sence aidiyet mi? korku mu? SELÇUK: Çok zorluyorsun be oğlum (Gülümsüyor) gazeteci falan olsaymışsın sen... korku ağır basıyor sanki şu an öyle hissettim. Korkunun altında da aidiyet yatıyor. E.NAZIM: Aidiyetin kökünde korku vardır. Bana göre insan korkudan ibarettir. SELÇUK: İnsan karmaşık yaratık. kötülük ve iyilik her şey bizde düşünsene E.NAZIM: İnsan ne olursa olsun eninde sonunda toprağına döner Haydi dönelim memlekete boyoz bizi bekler sevgili dostum. SELÇUK: 30 dakikamız kaldı trenin kalkmasına Nazım haydi bakalım. E.NAZIM: Haydi güzel dostum toprağa ve hasrete..
‘’ŞEHİR SENİ KENDİNE BENZETİR.’’
E.NAZIM: Bence insanlar şehirleri kendilerine benzetiyor. Giderek kirleniyor, giderek bozuluyor ve giderek çürüyoruz. Bu kokuşmuş bir düzene parfüm sıkmak gibi..
‘’ŞEHİR İNSANI AYIRIR.’’
SELÇUK: İç içe geçmiş bir durum. Şeye benziyor; küçükken sorarlardı ya bize yumurta mı tavuktan tavuk mu yumurtadan çıkar diye (Gülüyoruz.)
‘’İNSAN KORKUDAN İBARETTİR.’’
E.NAZIM: Semtler daha ilginç mesela her semtin ayrı ayrı karakterleri ayrı ayrı ruhları var. Biz ege de
(Selçuk Özel)
(Efe Nazım)
(Efe Nazım)
kahrolsun ki direnci kalmıştı, vazgeçmişlik devasa bir çığ gibi onu da içine alıp alıp çığlıklar arasında sürüklüyordu.. Takılı kaldığı o boşluktan uyanmak istiyor, zamana dahil olmaya çalışıyordu kaldırımın kenarında, parmakları arasında yükselen koca cüsseli kül rüzgarın etkisi ile yere düşmüş, izmariti son halde parmakları arasında sıkışmış.. Olduğu yerden hamle yapmayı bekliyordu, şehrin ışıkları değiştikçe o kaybolup gidiyordu sesler arasında, artık çaresizce kanıksamaya başlamıştı.
ABDULLAH DEMİRKUBUZ VAZGEÇİŞ KANIKSAMALARI
Dikildiği yerden aniden hareketlendi gerçek onu bekliyordu hücresinde adımları kanat oldu. Karşıya geçerek ayakları yerden havalanmış halde iskeleye ulaştı, ikinci anonsa yetişti, turnikenin elektronik aygıtının melodi sesi ile geçti yasal yolla, eskiden bunları hepsi jeton ile yapılırdı kara düzen sistemi gerçekleşiyordu diye aklından geçiriyordu.
Y
aralı bir hayalin savaşı intikam alıyordu,
çığlığında boğulurken birden anımsamaları canlandı, şuuru kapanan bir akıldı şimdi her şey avaz avaz sonsuz derinlik ele geçiriyordu bağırtılarını hapsolmuş çıkışsız zaman kalmıştı, neyse ki sessiz bir uyanışın öfkesinde Kapılar açıldı herkes doluştu an dinmişti bütün heyecanı. O hali ile itibarı ile kendisine rahat bir yer Gözleri sabıkalı, düşüverdi bedeni yere, sanki sonsuz süzdü en kenara ve en sona ait bir bozkırdı her yer, kahraman olduğu yalnızlık hücresine, en rahat bakışları şüpheli diline yorgunluğu idi, boş odanın ışığı gizli yer aslında hakimdi kafasında şablon vuran endişe sessizliğini bir el ile söndürülmüş üzeri örtülmüş olan ezberlere. sesler bulunduğu yerden bir kuş tetikliyordu. Şimdi bir görsel gibi yaşanıyordu her sürüsü gibi dağılmıştı, karanlıkta, şey, karanlığa bakarak nöbetçi uçuşlu ışıltısını sunan bir sokak tepe martılarla beraber gidişin tadını lambasının altında uyanıvermişti çıkarıyordu, eve varan ritüellere sersemliği, dalgınlığına teslimdi, çıkılan bu yolculuk esnasında yoksulluk, fakirlik kokan gelgitleri kaygı verici idi kalabalıkta ,gelip geçenleri beter şartların yaşandığı kibirliliğin tavan yaptığı telaşlı, caddenin kaldırımında donup kalmıştı.. doğduğu büyüdüğü varlık içinde yokluk yaşadığı Gözleri sabıkalı, bakışları şüpheli diline vuran endişe travmaların kalesine doğru akıyordu şimdi dalgaların sessizliğini tetikliyordu, içinden konuşmaları dinmiş üzerinde martıların takibinde herkesin evine varma sükunete teslim içinde, tek hareket hali elinde yanan telaşında karanlığından sıyrılmaya çalışan yorgun, sigaradan çektiği dumanı üflemek ve anlaşılır eylemi idi dalgın bakışların çizdiği hayal resimlerinin içinde hayat. sığınaktı hani bir yerde .Tavırları baştan aşağı çelişki, Yüzleşmesi ve aydınlanması iflas etmiş kocaman azalıyordu her şey dibe doğru başlayan bu tutulmaz kaybediş kanıksanmıştı vazgeçmişlerde çöküşe kocaman bir şekilde teslim oluyordu edinebildikleri sabun gibi kayıyordu aklının yokuşlarından buna dur diyecek ne aklı ne selameti nede
‘’
’’
K
afatasının içinden dışarıya çıkmak istercesine
baskı uygulayan soru işaretlerine dayanamayarak, komi dinin üzerinde duran bardağı alıp şiddetle yere fırlattı, cam bardağın çıkardığı ses odanın sükûnetini yerle bir ederken, bilim-kurgu filmlerini aratmayacak bir rüyanın içinde olan adam, sesin etkisiyle uyandı ve yanındaki kadını görünce birden bire ''neler oluyor hayatım'' diye seslendi. Adamın ağzından çıkan, uyku vaktiyle daha da yumuşayan sözcükler, kadının kafatasından dışarıya fırlamaya hazır olan, Müge hakkındaki soru işaretlerini, renkli kelebeklere dönüştürüp, odayı süsleyen karanlığın içinde kaybolmalarına neden oldu. Kadın, adama doğru yönelip, ‘hiç, hiç bir şey yok hayatım'' diyerek yanağına bir öpücük kondurdu ve ''sen uyu tatlım, bardak kırıldı, ben şu etrafa saçılan parçaları toplayıp geliyorum'' diyerek adamı uyuttu ama bir yandan da uyumasını istemiyordu, çünkü sabaha fazla zaman yoktu ve adamı bir daha görüp göremeyeceğinden emin değildi. Işığı yakıp, yerdeki parçaları toplamaya başladı, bardak ve kül tablasının kırılan parçaları neredeyse odanın tüm zeminin kaplamıştı. Bu işi elleriyle toplayarak bitireceğini düşünmeye başladığı anda, eve girerken portmantonun yanında duran kırmızı renkli elektrik süpürgesi, gözlerinin önünde belirdi. Odadan çıkarak hole doğru ilerledi, elektrik süpürgesini alıp geri döndü, fişe takıp çalıştırınca, adam elektrik süpürgesinin irite eden sesiyle yataktan fırladı ve ''Ne yapıyorsun Allah aşkına, sabahın köründe elektrik süpürgesi açıldığını nerede gördün?'' diyerek kadına bağırmaya başladı, yatağın etrafından dolanarak kadına doğru yönelip elektrik süpürgesini elinden çekip alarak,
yere fırlattı. Çalışmaya devam eden süpürge sinirlerini iyice altüst etti ve kablosunu şiddetle fişten çekerek çıkardı, farkında olmadan yerdeki cam parçaları, ayağını kesmişti. Kadını, adamın yükselen sesi korkutmaya yetmiş, üzerine bir de ayağını kesen cam kırıklarının sebebinin kendi olduğunu düşünerek, duyduğu pişmanlıkla ağlamaya başlamıştı. Adam, kadını incittiğini düşünüp, sarılarak kadından özür diledi. Gözyaşlarını kendi elleriyle silerek, kadını sakinleştirdi, sonra birbirlerine bakarak gülmeye başladılar, kadın ''ayağın kanıyor, sen şöyle otur ben hallederim'' diyerek, adamın elinden tutarak, yatağa oturttu ve çantasından, ıslak mendille yara bandı çıkardı. Adam kadının çıkardığı yara bandını görünce, gülerek ''bakıyorum da eczane gibisin'' diyerek bir espri yaptı. Kadın da tebessümle ''aslında sakarlığım yüzünden bu tarz şeyleri eksik etmem yanımdan'' diyerek cevap verdi.. Çantasından çıkardığı ıslak mendille adamın ayağını temizlerken, topuğunda bir dövme olduğunu fark etti, ilk önce her hangi bir anlam veremedi ama yara bandını yapıştırırken, boynuzları ve şeytan kuyruğu olan bir M harfi olduğunu fark etti...
EFE NAZIM ARSLANÇELİK
TAHSİN YARIMYÜREK DÜNYAYI SARSAN ŞAHMAT Doğru bildiğim tek şeyi yaparak boyun eğmedim. Ne olacaksa olsun dedim. İsveçli rakibim Elkesson’u uzatmada mat ederek devirdim. Bayrağımız dalgalanıyordu ve ben babama verdiğim sözü asaba başkadır. Taşı, toprağı, suyu gibi insanı tutmuştum. Bana öğrettiği yegane şey asla boyun Eğmemem gerektiği, sonuna kadar savaşmam da başkadır. Şehrin ahlak anlayışı, gizli kanunları burada gerektiğiydi. Final maçına saatler kala Amerikalıların geçersizdir. Kasabanın kendi düzeni hiçbir düzene tehditleri şiddetini arttırdı. ‘Seni son kez uyarıyoruz.’ benzemez. Buraların gizli şehvetleri vardır. Gece olduğu Dediler. Umurumda değildi. Final günüydü ve ilgi zaman kadınlar hanelerinde buluşurlar, erkekler büyüktü devlet büyükleri de maçı izlemeye gelmişti. kahvehanelerde, gençler kasabayı tepeden gören Protokol tribünü ciddi ve endişeli gözlerle bana çimenliklerde şehre gitmenin ve gidememenin arasına bakıyordu. Sandalyemi masaya doğru iyice yanaştırdım. sıkışıp sevdiği kadınların hasretiyle tutuşurlar. Tahsin Babamın sözleri kafamın içindeydi. Amerikalı John Yarımyürek bu kasabadan çıkıp giden gözlerimin içine birazdan bile isteye ilk gençlerden ülkesinde değer yenileceksin der gibi bakıyordu. göremeyen eski satranç şampiyonu. Bilmiyordu onu birazdan mat Balkanlarda katılığı ilk turnuvada edeceğimi buraya kadar tehditle rakibi Amerikalı John fisher’i mat kontrollü bir şekilde geldiğini ‘’kazanmak için ederek diplomatik krize yol açmış biliyordu ve korkusu salladığı satranç üstadı. O günleri şöyle önce yenilmeyi bacağından belliydi. Maç başladı. İlk anlatırdı bize ‘’Turnuvadan önce on dakikada bildiği her şeyi yapmıştı. öğrenmelisiniz’’ Türkleri hesaba katmamışlardı. Şimdi hamle sırası bendeydi. Artık Özelliklede kasabadan çıkan genç bir yapacağı bir hamle kalmamıştı. adamı kimse ciddiye almamıştı. Boncuk boncuk terliyordu. Çünkü turnuvadaki diğer ülkelerden Piyonlardan ikisini yem olarak atıp katılan genç insanlar çocuk yaşlarda mat yolunu açtığımda farkında bile satranç eğitimi alıyordu. İlk turlarda herkesi mat ederek değildi. Tuzağıma düşmüştü. Son hamlemle mat ederek geçtiğimde tesadüf dediler. Çeyrek finalde Rus Yaronin otuz yıldır kaybetmeyen Amerika’nın çöküşünü büyük karşısında bir mat daha yapınca durumun ciddi olduğunu bir zevkle izliyordum. Ayağa kalktık, elimi uzattım. anladılar, ertesi gün yarı final maçı öncesinde Amerikalı John elimi sıkmadan salonu terk etti. Protokol tribünü diplomatlar kaldığım otele gelerek yenilmem gerektiğini birbirlerinin ellerini zorla sıkarak salonu terk etti. eğer yenilmezsem ülkemin zarar göreceğini açıkça Kazanmıştım ama keyfine varamıyordum. Belki de beyan ederek kaybetmemi istediler. Çünkü onlar için kazanıp da kaybetmek böyle bir şeydi.’’ İşte böyleydi kontrolsüz bir güçtüm. Amerikalılar kontrolsüz bizim eski satranç şampiyonu Tahsin Yarımyüreğin güçlerden nefret ederler. Yarı final günü maça on dakika hikayesi. kala Türkiye Satranç Federasyonundan aradılar ve maçı O Zaferden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. kaybetmem gerektiğini Amerikalıların bu turnuvada Amerikalılar bunun hesabını Tahsin Yarımyürekten otuz senedir kaybetmediklerini söylediler. Maça çıktım. sordular. Türkiye’ye döndüğünde sebep gösterilmeden
K
Türkiye Satranç Federasyonu lisansını iptal ettiğini duyurdu. Hiçbir avukat Tahsin Yarımyürek için adaleti sağlamak istemiyordu. Kazandığı tüm parasını iki sene boyunca haklarını geri almak için harcasa da hiçbir sonuca ulaşamadı. Tüm iş kapıları yüzüne kapanmıştı. Bazı zaferler çöküştür diyerek başladığı yere toprağına kasabasına geri döndü. Babadan kalma taş evin bahçesini satranç okulu yaptı. Kasabalı çocuklara satranç dersleri verdi. Onlara ‘’kazanmak için önce yenilmeyi öğrenmelisiniz’’ dedi. Sonra da ‘’Kaybetmekte derslerin en büyüğü saklıdır.’’ Diye ekledi. Kasabalılar için Tahsin Yarımyürek mühim adamdı. Bu topraklardan çıkmış dünya satranç şampiyonuydu. Kasabanın meydanında heykeli bile vardı. Türkiye’den görmediği sevgiyi ve saygıyı kasabalıdan görmüştü. Tüm birikimini kasaba için harcıyordu. Kendiyle baş başa kalmamak için sürekli kalabalıkların içinde vakit geçirmeye çalışıyordu. Hatta sırf bu yüzden kahvehanede gece garsonluk yapmaya bile başlamıştı. Kendiyle kaldığı o anlarda eski günleri aklına geliyordu. İçinden bir türlü atamadığı o öfkesinin onu yenmesinden korkuyordu. Dünya şampiyonu olmuş biri nasıl olurda bu noktaya getirilirdi. Diye düşünmekten beyni çürüyecekti. Korkuyordu aklının dehlizlerinde kaybolmaktan bu yüzden yalnız kalmaktan hep kaçtı. Polonyalı Sylvia’ya aşık olduğunda da böyle olmuştu. Aklını kaybetmek ve aşkın esiri olmamak için ondan kaçtı. Çünkü aşkın halüsinasyon olduğuna inanıyordu. Bu sabah diğer sabahlar gibi değildi. Kabusla uyanmıştı. Rüyasında Dünya şampiyonu olduğu o geceyi gördü. Yıllar sonra John Fisher’i bulup ona her şeyi anlattığını ve Amerikan hükümetine açtığı davayı kazandığını gördü. Evet bu bir kabustu çünkü hayatının çöküşünü bu olay yüzünden yaşamıştı. Gördükleri bunlardı ya görmedikleri ne olacaktı. Kayıt dışında yaşananlar dünyanın asıl gerçeğiydi ve bizim gibiler bu gerçeğin dışında tutularak yaşatılıyorduk. Yaşıyorduk demiyorum. Onlar izin verdiği için yaşatılıyorduk….
Devamı Kasım ayında…
BARIŞ DOLAN
IŞIĞINDA KARANLIĞIN B
ugün de her günkü gibi sabahın aydınlığında
uykuya daldı Halil, mesaisi geceleriydi. Ekmeğini karanlıktan çalıyor, yaşamını devam ettirmek için gölgeden yürüyordu. Geceleri gündüze göre daha soğuk olan Ağustos sonuydu. Halil siyah ceketi ve gözleri oyulmuş maskesi ile nefesini iplikler arasından geçirip hayata sarılıyordu. Karanlığın en zifirisinde duyduğu şey sadece nefes alıp verişiydi. Evde dört kişi vardı. Hesaplarına ve takiplerine dayanarak aldığı kararla, evin içerisine süzüldü. Patilerini yavaşça yere konduran duman rengi bir kedi gibiydi sessizliği. Adımlarını, uyuyan bir bebeği ürkütmemeye çalışan anne gibi yerden koparıp bir sonraki yere doğru bırakıyordu. Halil 24. Yılındaydı henüz yaşının. 14. Yılında ise kariyerinin peşindeydi. Babasından kalma zanaat idi bu kendisine. Bir de yine ondan kalma lakabıyla, Parmaksız Halil. Sessizliğini koruyarak salona doğru ilerledi, en uzun duvarın üzerine monte edilmiş plazmayı gördü, pantolonunun sağ yan cebindeki kırmızı gövdeli yıldız tornavidayı ucundan tutup çıkardı, işaret ve orta parmağı arasında takla attırdı, avcuna yerleştirdi. Plazmanın arkasındaki dört vidayı cerrah titizliğiyle sökmeye başladı ve yüz metreyi dokuz saniyede koşan siyahi bir atlet ciddiyeti ve hızıyla bitirdi. Söküp aldığı ekmeğinin parçasını, çıkacağı tarafa yakın olan duvara yasladı. Alnından gözlerine damlayan tuzlu
terinin, onları yakmasına aldırmadan salonun sol çaprazındaki odaya girdi. Sessiz, usul ve burnundan yukarısı nemli halde içeriye süzüldü. Karanlığın ortasında, odanın aydınlığı ürküttü Halil’i. Çocukken annesinin anlattığı hikâyelerdeki yeşili bol, mavisi eksik olmayan yaz öğlenleri aydınlığındaki bahçelerde gibiydi. Bu oda geceler dâhil hep ışıklıydı, çünkü Nazlı karanlıktan korkardı, çocukluğundan beri bu böyleydi. Halil bu odayı her daim ışığı yanan oda olarak kodlamıştı. Nazlı Halil i rüyasının derin soluklarıyla karşıladı. Halil ise bu karşılamayı boğazına yerleşen kalbiyle selamladı. Heyecanının sebebini düşünürken Nazlı’nın yatağının solundaki boy aynasında kendini gördü ve irkildi Halil. Sonra Nazlı’nın üzerine düşen gölgesini gördü. Halil Nazlı’nın hep korkacağı o karanlıktı, bir an kendinden nefret eder gözlerle aynaya baktı. Aklından elindeki kırmızı saplı tornavidayı aynaya saplamak geçti. Aynaya mı yoksa kendisine mi saplasa geçecekti acısı? Korkulan biri olmak nasıl bir duyguydu? Kötüler hep kötü mü kalacaktı? Halil’i karanlığa boğulmuş düşünceleri zapt etmişti. Kendi karanlığında boğulacakken Nazlı’nın yüzünde buldu gözlerini ona baktıkça ruhunun aydınlığına daha da yaklaşıyordu. Aynanın tam karşısında yer alan penceredeki tül oynamaya başladı ve odaya Nazlı’nın kokusu doldu. Halil, Nazlı’nın kokusunu daha yakından almak için yanaştı. Yıllarca evlere girip çıkan Halil aradığı şeyi bulduğunu saniyeler önce anlamıştı… Huzur.
Ekmeğini bıraktığı yerden alan Halil salona doğru ilerledi söktüğü dört vidayı sol cebinden çıkardı ve aynı cerrahi titizlikle yeniden tutturdu. O gece oraya hiç gitmemişti Halil ama tüm karanlık geçmişini o evde bırakmıştı.
saklanan gözcü edasıyla çalıların arasından sıyrılıp Hurşit’in yanına süzüldü.
Halil kalbinin atışını hala kulaklarında ve boynunda hissederken kırmızı spor arabasına atlayarak uzaklaştı mahalleden. Arabası tıpkı ilk çaldığı kırmızı oyuncak arabasına benziyordu. Halil hala büyüyememiş bir çocuktu: sevgiye aç, ilgiye muhtaç bir çocuk…
-Uzun zaman oldu be!
Aylar, ayları tam altı kez kovaladı Halil her gün Nazlıyı takip etti. Bu durum gayet normal geliyordu Halil’e, daha önce hiçbir kadının peşinden böyle tutkuyla gitmemişti. Ne olmuştu ona artık geceleri de çalışmıyordu? Nazlı’yı düşlerken uyuya kalıyor sabah onu düşlerken uyanıyordu. Parası hayli vardı çalışmasına gerek yoktu zaten içinden de gelmiyordu çalışmak. Aradığını bulmuştu ve onu kaybetmeyi aklından dahi geçirmiyordu. Nazlı okuldan eve, evden okula gidiyordu sadece. Bu günün dışında tüm günler aynı şeyi yaptı. Nazlı okula gitmek için yola çıktı yine, ev okula yakın sayılırdı bazı zamanlar 25, bazı zamanlar 37, çok nadir zamanlarda ise 21 dakika sürerdi okula yürüyerek varması. Yine Beyazıt’ın arkasından dolaşıp ara sokaktan Beyazıt Meydanına çıkacaktı ki Kurt Hurşit’in tezgâhını gördü Nazlı. Halil Nazlı’nın gülümsemesini ilk defa gördü. Elmacık kemiklerine yerleşen kırmızılıkları çok sevmişti. Yıllar evvel ara verilmiş dostlukların karşılaşması gibi sarıldılar birbirlerine. Nazlı’nın acelesi vardı okula geç kalacaktı ama tezgâhtan ayrılamadı. Hurşit’in hoş sohbetini bilen Halil, Nazlı ile ilk ortak yanlarını bulmanın sevinciyle onları izledi. Hurşit uzun zamandır görünmüyordu. En son korsan cd’ den içeri düşmüştü yıllar evvel. Halil ise her hafta sonu bir torba kitap ile ziyaretine giderdi. Ara sokakta kitap tezgâhı açmaya başlamıştı Hurşit… Nazlı uzaklaştı tezgâhtan, tekrar görüşmek ümidiyle okuluna doğru yol aldı. Halil düşman cephesinde
-Ooo Halil! -Hurşit abim…
Konuşma derin bir sessizlikle gölgelendi. Karanlık geçmişlerin sessizliği ile. Dibi görenler birbirlerini sessizliklerinden tanırlar, demişti bir keresinde Halil in babası. O söz aklına geldi Halil’in. Sarıldılar, parkalarının sürtünme sesi suskunluklarının fonundaydı.
‘’HAYIRLI OLSUN’’
hepsi benim haberim olmadan olmuş gibi. Sanki gece uyumuşum, uyurken beynim kalbim bir anlaşma yapmış her şeyi değiştirmişler sabah uyandığımda da ''Al Yağmur bu da yeni hayatın yeni sen hayırlı olsun'' demişler gibi.
YAĞMUR ERDEN
Ve dava sonuçlanır. Yaz kızım. Davacı beyin ile davalı kalbin ortak bir payda da buluşması ile sonuçlanan bu mahkemede son olarak sanık Yağmur'un ikinci Yağmur döneminde müebbet cezası uygun görülmüştür. Hayırlı olsun.
D
eğişmek nasıl bir şey? Bugüne kadar bir gün
değişeceğim deyip durdum. İşte, oldu sonunda. Ben değiştim. Bu üstün başarıdan dolayı emeği geçen herkese teker teker teşekkürlerimi sunarım... Değişmeye çalıştığım zamanlar da oldu kabul. Kendimi zorladığım anlar da. Hiçbirin de değişmemiştim. Şimdi ise bir sabah bir uyandım ki bambaşka bir Yağmur. Kendiliğimden değişmişim meğersem. Birden bire, aniden. Bir baktım ki, hayal kurmuyorum artık. Bir baktım ki kalbimi dinlemiyorum, duymuyorum artık. Meğersem çok başka şeyler girmiş devreye, hiç tahmin etmezdim. Kullanmaya kullanmaya varlığını bile unuttuğum aklım artık beni kontrolüne almış gibi. Duygularımsa çevrim dışı. Cesaretim mi? Aklımın önüne bütün yollarımı serebilecek kadar online. Bakıyorum da resmen ikinci Yağmur dönemi başlamış. En başköşeye beynim oturmuş. Düşünebiliyor musun ey insanoğlu! Beynini kullanmaya cesaret eden ilk insan tanesi olarak tarihe geçiyorum. Acı çekmiyorum artık. Ya da kalbim artık bağışıklık kazandı o yüzden hissetmiyorum. Gözyaşlarım artık akmama kararnamesini yayınlamış hakim olan beynim de bunu onaylamış. Hepsi müthiş bir uyum içindeler. Ben, bense öyle işte. Sanki daha güçlüyüm ama. Belki daha sert. Belki daha büyük. Sormayın içindeki çocuğa ne yaptın diye. Öldürdüm. Belki de akıl gerekliydi bana. Neden bilmiyorum ama kendimi daha iyi hissediyorum. Sanki bir yanım daha kırıcı. Sanki artık herkese hak ettiği gibi. Sanki daha umursamaz. Ama kesinlikle daha iyi. Eeee olacağı buydu zaten. Biliyordum bir gün değişeceğimi. Biliyordum her şeyi değiştireceğimi. İnanır mısınız sevdiğim mevsim bile değişmiş. Miş diyorum çünkü
‘’ YANILGILAR ŞEHRİNDE GECE FISILTISI’’ GÖKÇE KIZILDEMİR
U
zun zamandır kağıt eskitmediğimi fark ettim
bugün. Kalemim aylar önce bıraktığım yerde. Kağıtlarımın üzerini de bir toz kaplamış ki… Sormayın gitsin! Evde herkes uyumuş. Dakikalar, saatleri kovalıyor. Göz kapaklarıma bir kaya oturtmuşlar gibi açamıyorum. Kaleme işlemiş soğukluk içimi ürpertmedi değil hani! Masanın öksüz yazarı gibi kıvrıldım kıyısına. Karnıma hafif ağrılar giriyor, kıvranıyorum yazdıkça. Neyi yazacağıma karar vermeden dökülüyor her şey bir bir. Küllükten yükseliyor köhne sigaramın kimsesiz dumanı. Bardağımın son deminde, içmeye kıyamadığım bir şarap gibi akıyorsun gözlerimin önüne. Aklıma gülüşünün kıyıları geliyor. Çığlık çığlığa kalabalıklaşıyorum. Çocuklar doluyor kalbime. Yazımın kahramanı oluyorsun. Yanılgılar şehrinde bir sen bir ben kalıyoruz. Radyoda en sevdiğin şarkı çalıyor. Mırıldanıyorum. Buğulanmış camın kenarına geçiyorum birden. Bütün insanlar seni andırıyor. Sanki o zaman dünya daha adil bir yermiş gibi geliyor. Ama yine yanılıyorum. Kendime yanlış sorular sorup doğru cevaplar alıyorum. Bildiğim tek bir şey varsa o da yorgunluğum. Kaç satır ıslattım kim bilir yokluğunda. Varlığının ihtimali bile yorgunluğuma deva. Yine yanılgılar şehrindeyiz. Odanın esrarengiz havasına aldırış etmeden seni düşünmeye devam ediyorum.. Sabaha kadar bir türkü tutturmuş gidiyorum. Pencereden odaya gelen rüzgar sesi gülüşünü andırıyor. Sanki ben türkü söylerken sen bana gülüyorsun, bense susmadan gülüşüne yığılıyorum dakikalarca. Yüzünün çizgilerinde ip atlayıp duruyorum devamlı.
Şiir gibi dudakların vardı. Öpücükler kondurdukça oraya şairlik taslıyordum sana. Yüzünün coğrafyası benim haritamdı. İklim iklim seviyordum seni. Kuşlar konuyordu kirpiklerine. Dört mevsim sen oluyordum. Seni unutmak kolay olmadı, olamıyor. Ne zaman seni düşünmeye kalksam tenim çıldırırdı özgürlük geldi diye. Yanılgılar şehrinin kapıları artık kapandı. Uykumu uyuttum, seni bekliyorum. Hadi gel.
‘’İKLİMLER’’ GÖZDE ÇEVİKKAN İklimlerin gölgesinde bir hayat var süregelen yüzyıllardır. İnsan uymak zorunda mıdır kendisinden önce var olan düzene? Hoşnut olmak ya da hoşnut olmamak kurallara uyma zorunluluğunu etkiler mi? Mesela kışsa hava da soğuksa istesen de o çok sevdiğin ince yazlık tişörtü giyebilir misin? İnsanlar da öyledir herkesin ayrı ayrı iklimleri vardır. İnsanlar kendi iklimine göre ayrı ayrı mevsimler yaşar ayni anda. İklimin neyse ona göre çiçek açar kalbin ve ona göre kuşlar uçuşur ruhunun sokaklarında. Doğduğun yeri seçemezsin. Anneni, babanı, rengini, cinsiyetini hatta doğduğun zaman dilimini bile seçemezsin. Oysa bütün bunların toplamıdır insanın çocukken hiç bitmez sandığı büyüdükçe yetişmeye çalışmaktan yorulduğu, hani bir kaplumbağaya göre az ancak bir kelebeğe göre çok olan ömrünün. Oysa bir kaplumbağa bir kelebekten çok daha az yaşayabilir bazen... Bu hayatın sana “Bak her zaman olması gerekenler olmaz, kendi düzenime ben bile uymayabilirim hem benim düzenim belki de budur.” deme şeklidir. Hem de öyle kibarca değil onun ağzını doldurup senin kulaklarını çınlatan rahatsız edici bir kahkahayla söyler tüm bunları. Mevsimini hatta iklimini değiştirir bu düzensiz düzen. Sen duyma o rahatsız edici kahkahaları aç yine müziğin sesini illa ki bir damla güneş bulacaksın sokaklarında. Yeşerecek tüm güzellikler yeniden bir kelebek uçuşacak bahçende. Kim bilir belki ömrü, sandığımızın tam tersi neden olmasın bir kaplumbağa bir kelebekten daha az yaşayabiliyorsa bir kelebekte senden de uzun yaşayabilir elbet. Belki değil mutlak ışık olur senden sonrakilere
‘’ABDULLAH DEMİRKUBUZ’’ Tutunabilse bakışlarım gözlerine bir dal olsa da, yalınayak bir derviş olsa düşlerim izlerine kavuşmak adına, savrulan pervane misali ışığını çeksem içime... Rüyalarında kaybolan bir seyyah ruhum, gel bul beni diye inim inim inlese, terlesem koynunda, silsen yalnızlığımı parmak uçların polen olsa tenimde, bozulan oyuncakların atılı olsam yokluğunda, gülüşlerim vicdan olsa dağıtsa büyüleri, bu fırtınada duman olsam dağılsam dört yana hatta yana yana ..
AYSER GÜLLÜ AKYÜZ
MARCOVALDO YA DA KENTTE MEVSİMLER
İ
1958 yılında Harvard Üniversite’sine konferans vermeye gittiği sırada, odasında kalp krizi geçirerek hayata gözlerini yumar. talyan Edebiyatı’nın mihenk taşlarından biri olan
Italo Calvino edebi hayatı boyunca özgün ve bir o kadar da yaratıcı eserleriyle pek çok edebiyat severin gönlünü fethetmiştir. 15 Ekim 1923’te tarım mühendisi bir baba ve üniversite hocası bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Ebeveynleri Calvino’nun İtalyan kökenli olduğunu unutmasını istemediğinden ona Italo adını verir. Calvino’nun kitaplar ile ilk karşılaşması İngiliz şair, roman ve hikaye yazarı Joseph Rudyard Kipling eserleriyle olur. Bu ilk karşılaşma onun edebi serüveninin başlangıcı sayılır. Edebiyatın yanında, gençlik yıllarında mizah dergilerine, karikatürlere ve sinemaya merak salar, çizgi roman çizmeye başlar. 16 ila 20 yaşları arasında çeşitli şiirler, tiyatro oyunları, kısa öyküler yazar. Biraz da ailesinin isteği üzerine Torino Üniversitesi Tarım Fakültesi’ne girer. Bu arada arkadaşı Eugenio Scalfari siyasal ve kültürel konularda Calvino’yu etkiler ve faşist karşıtı bir görüşe sahip olurlar. 1943 yılında askere çağırılıp gitmemesi üzerine bir süre gizlenmek zorunda kalır. Sonraki yıl İtalyan Komunist Partisi’ne girmekle yirmi ay boyunca partizan mücadelelerinde yer alır. Annesi ve babası Almanlar tarafından tutuklanır.Savaşın bitmesi ve anne babasının salınması üzerine Calvino gazete ve dergilerde çalışmaya başlar. Okulunu bırakmış ve Edebiyat Fakültesi’ne geçmiştir. Tezini Polonya asıllı İngiliz yazar Joseph Conrad üzerine yazarak okulunu 1947’de bitirir. Sonrasında Einaudi yayınevinde çalışmaya başlar, editör olur ve tüm eserleri burada yayınlanır.
Calvino özel yaşamı hakkında bir şeyler yazmaktan veya konuşmaktan olabildiğince sakınmışıtr. Bunu şu sözleri ile açıkça belirtmiştir “Ben de Croce gibi, hâlâ bir yazarın tek önemli yanının yapıtları olduğuna inananlardanım (önemli oldukları zaman elbette). O nedenle öz yaşamım üstüne bilgi vermiyorum, ya yanlış bilgi veriyorum ya da her seferinde değiştirmeye gayret ediyorum. Neyi bilmek istiyorsanız sorun, söyleyeyim. Ama size asla doğrusunu söylemeyeceğim, bundan emin olabilirsiniz.” Bu görüşüyle bir yazarın ancak yazıları kadar var olabileceğini savunur. Yakın dostu ve ustası İtalyan şair ve romancı Cesare Pavese Calvino’yu “Kalem Sincabı” olarak nitelendirmiştir. Calvino, kelimelerle ustaca oynayan yegane İtalyan yazarlardandır. İmgelerin ustası diyebileceğimiz yazar, görsel öğeleri yazıya geçirmeyi anlam karmaşası yaratmadan en yalın şekilde başarmıştır. En basit günlük olayları bile olabildiği kadar sade bir anlatımla okuyucusuna sunuyorken, aslında yazarın amacının bambaşka olduğunu görürüz. Gözlem yeteneği onun eserlerini okunur kılan en önemli özelliklerdendir. Marcovaldo ya da Kentte Mevsimler bu gözlemlerinin doruk noktasına çıktığı ve gözlemlerini bize yansıttığı en önemli eserlerden biridir. Einaudi Yayınevi’nden ilk olarak çocuk kitabı olarak çıkan Marcovaldo ya da Kentte Mevsimler yirmi öyküyü barındırır. Her öykü bir mevsimi anlatacak şekilde bu döngü kitap içerisinde beş kez tekrarlanır. Yani kitap
kahramanımız Marcovaldo’nun beş yıl içinde mevsim mevsim yaşadıkları okuyucuya aktarılmıştır. Kitabın ilk öyküsü Mantarlar Kentte ( Bahar ) Marcovaldo’nun karakterini anlayabileceğimiz ilk basamaktır. Kent yaşamı içinde sıkışmış kalmış olan kahramanımız her fırsatta beton binaların arasında doğadan bir şeyler bulma arayışına girer. Onu kentin diğer sakinlerinden ayıran şey, mevsimlerin gelip geçisini ve beraberlerinde neleri getirip, götürdüklerini fark eden tek kişi olmasıdır. Az bir ücretle işçi olarak çalışan Marcovaldo her ne kadar kentte aradığını bulamasa da usanmaz, her seferinde başka bir şekilde kendini sıkıcı işinden, patronunun dırdırından, asık suratlı karısından kurtarmayı düşler. Kent yaşamı ve geçim sıkıntısı karısı Domitilla’yı anlayışsız ve huysuz bir kadın haline getirmiştir, hiçbir zaman Marcovaldo’nun özlemini çektiği doğa yaşamını anlayamaz, daha da fazlası kocasının bu durumu canını sıkmaktadır. Düşleri ve istekleri kentte yaşayan diğer insanlardan çok farklı olan Marcovaldo, fırsatını buldukça, kent yaşamı içinde büyüyüp giden, mantarın ne olduğunu bile bilmeyen çocuklarını bulundukları hayatın sıkıcılığından kurtarmaya çalışır. Onlara mantarın, ormanın ne olduğu anlatır. Çocuklarını ara ara gezmeye götürür ve farklı tecrübelere sahip olmalarını sağlar. Şehrin ve karısının sesi yerine kuş sesleri duyarak uyanmayı düşleyen karakterimiz için bu düşlerin gerçekleşmiyor oluşu umudunu kaybetmesine neden olmaz. Koca kentin belki de tek tabiat aşığıdır Marcovaldo. Kentin gösterişini, binalarını değil sararan yapraklarını, mantarlarını, kuş ve su seslerini sever. Diyebilirsiniz ki koskoca kentte nasıl tek olsun Marcovaldo? Yılın sadece Ağustos ayında diğer kentliler Marcovaldo gibi davranırlar. Ama onlar kalmaktansa şehri terk etmeyi yeğler. Bunu kitabın son Yaz öyküsü Kentte Tek Başına’da şöyle görüyoruz; “ İnsanlar terk eder etmez, kent daha düne kadar kendilerini gizlemiş oturanların eline geçmiş gibiydi; Marcovaldo’nun gezintisi bir süre bir karınca sürüsünün yolunu izliyor sonra yolunu şaşırmış bir bok böceğinin ardına takılıyor, sonra da bir tırtılın kıvrıla kıvrıla ilerleyişine eşlik etmeye koyuluyordu.” Kent bir aylığına gürültüden kurtulup, az da olsa sessizlik geldiğinde bu en çok Marcovaldo’yu sevindirir.
Yukarıdaki alıntının dile ne kadar yalınsa, kitabın geri kalanı da aynı şekilde. Calvino bu kitabında okuyucusunu zorlayacak, karmaşık cümleler kurmaktan kaçınmış. Kitabın akıcılığı ve öykülerin uzun soluklu olmayışı çok daha keyifli bir okuma sağlıyor. Onun yaptığı çoğumuzun görmediği veya görmezden geldiği pek çok şeyi olduğu gibi anlatmak, bunu yaparken dilini süslemeye gerek duymaz. Kitabı okurken kendinizi kentlilerin ya da Marcovaldo’nun tarafında bulabilirsiniz. Bense kendimi -tam olarak böyle bir özlem çekmesem de- Marcovaldo’ya daha yakın hissettim. Hepimiz gündelik telaşın içinde birçok güzelliği göremiyor, bazen doğanın bize sunduklarına yüz çevirmiyor muyuz? Tavsiye üzerine okuduğum bu öykü kitabı bu yazıyı yazmamdan da anlaşılacağı gibi okumaya ve hatta tekrar okumaya fazlasıyla değiyor. Yapı Kredi Yayınları'ndan Rekin Teksoy çevirisi ile elimde olan bu kitap tabiata olan özlemin en güzel şekilde anlatılmış örneklerinden biridir. Yazar veya kitap hakkındaki bilgilerimi ve düşüncelerimi kısa tutmakla birlikte kitabı okuyanlar veya okuyacaklar ile yorum kısmında daha fazlası üzerine sohbet etmek de ayrı bir seçenek. Yazıyı Calvino’nun çok sevdiğim bir sözüyle bitirmek geliyor içimden; “ Birlikte iyilik yapmak, birbirimizi sevmenin tek yolu.” İçinde edebiyata dair şeyler bulunan mutlu bir gün diliyorum. Sevgiler…
Denize Gidip Dönen Mavilerin Bire İndirgenen Üçlüğü "yalanlı dolanlı alçak doğruca yaşanmamış bir bir gözsüz kulaksız elsiz ayaksız güdük bir gün bütün yitiklerim karalarım üstüste üstüste bütün karışıklığım gelip geçtiğim macera şu kadar binler yıllık şu kadar binler yıllık karalarım karışıklığım üstüste usul usul insan insan ölüm ölüm üstüste şu kadar güneş şu kadar su şu kadar su yılanı şu kadar düzen ben sebepliyim denizlere aylara kavgalara umursuzluğa bir maviyi durup dururken birine benzetiyorum bir balığın ağzını anıyorum durup dururken serinliyorum ben üç yer tasarlamıştım üçü de sana bana uygun biri günebakanlarda biri otuz yaşta birini sorma birini sorma gün gelir ben söylerim daha usta olurum daha yiğit o zaman söylerim bu kırgın karanlığı bir ışıtalım ilkin yeniden şehirler kuralım şimdikilerine benzeyen baştan başlayalım susamlara ekmeklere denizaşırılarına sevmelere gidip dönelim belki bir yerde bir tohumda bir durumda belki belki o ses o yudum o yumuşak döşekler yeşil yeşiller ben taş çekerim yılmam çamur kararım yol döşerim bakarsın göneniriz gidip dönelim ben yılmam taş çekerim çamur kararım ben senin de gürül gürül saçların var nasıl olsa."
"Uğraşsız" LEYLA ERBİL Olduğum yerde uyuyakaldım. Çevrem sıcacık. Sıcacıklığı beni uyandırıyor. Başımın ucunda kırmızı topraklı adalardan birinde bilmemkimle geçmiş bi gün var. Güneşten, derimle bir tüylerim de yanmış; Gauguin'den tanıdığım bi renk almışım. Yüzükoyun uzanmış kuruyorum. Dışım, çevrem: gözleri kıpkırmızı sulanmış, külhan, kaçamaklı okullular, cezaevleri, varsayımcılar, yıldızlar, köpeklerle dolu; hıncahınç. Yanıbaşımda bu olmasa! Bu, çok karı görmüş, yapmacıklı, içinden koşullu adamı sevmiyorum. Onun, ağacı, kediyi, denizi sevmesi benim yüzümden. Bu maviliğin, bu pırıl pırıl sarıların içinde hangi kadın olursa, onun yüzünden tüm nenleri sevmeye razıdır. Bense, arkadaşlığını, parasını, anlayışsızlığını, yeri göğü sevdiğim için mi çekiyorum? Ermiyo aklım bu işe… Ermesin, düşünmem de. Suya dalıp çıkıyor, beş dakkada kuruyuveriyorum. Şu kayacığın üstünde, otu önüne yığılı sıpa gibiyim. Keyifli keyifli. Vızgeliyor her şey. Yirmi beş yılın yuvarlanışı, sabahlara dek okumalar, ilk öpüşmeler, umutlar, özentiler, içinden çıkamadığım insanlar, haksızlıklara diş bilemeler, çekip gitme özlemleri, adamın birini sevivermek, ölüm… Hernen
kalakaldı işte, hernen kalakaldı. Gitgide daha da kötülüyo mu, kötülesin. Başucumdaki adam. –Sırtın soyuluyor– diyo. Sırtıma dokunuyor böylece. –Aldırma, soyulur– diyorum. –Sırt işte.– –Ne hard bir kadınsın!– diyo. Aksine, diyorum, içimden; aksine bir yere kadar, aksine, hoş sen de ondan sonrasına gönüllüsün ya, –acıktım– diyorum. Barbunya konservesi açıyor. Kutunun kapağı elimde. Bıçaklaşıyorum. Domatesi bölüyor, ekmeği koparıyor. Kapakla oynuyorum; tırtıllı keskinliğiyle. Bi nen anladığı yok, diyorum içimden; hiç bi nen anladığı yok. Akşam dansa gidelim diye tutturacak, ötegün görüşelim diye. Dostsuz, uykusuz, uğraşsızım. Razı olacağım, biliyorum… Anamı düşünüyorum. –Bu hayat böyle yürümez, der; kendini derle topla, âlemin nazarını düşün.– Bu hayat böyle geçer, böyle geçmeli! derim içimden ya, gene de uydururum bir iki nen. Ama gayri yalanlar, kaytarmalar kurmak hoşuma gitmiyor, sevmiyorum, üşeniyorum. Doğrusunu söyleyebilsem bir! Yüzmelere gidiyorum, desem, adamın birinle, meyhanelere gidiyorum, desem… Dans etmeye gidiyorum. Adam usulca elimi öpüyor. Hoşuma da gidiyor. Böyle, bu kadar olsun istiyorum. Kutu kapağını tutan elimle vuruyorum omzuna; kanayıveriyor. – Öldürsen de seviyorum– diyor. –Sen de seviyorsun.– diyor ardından. –Neden, senle çıkıyorum diye mi? Alaturka düşünme, dostum,– diyorum. İçerliyorum da dostum dediğime… –Kadınlığımla uğraşmasan daha bi yakın, daha erinçli olurum sana.– Denize, daha ötelere,
bulutlara bakıyor. İstemiyor öyle yakın olmaları, arkadaş olmaları bir kadınla, belli… Erkekliğine yediremiyor belki de. Haklı da Osmanoğlu bu, Osmanoğlu Cemal Bey. Kanı, omzundan dirseğine doğru kayıyor Osmanoğlu Cemal Bey'in. Hoşuna gidiyo bu hal. Onu sevdiğime sayıyor; düpedüz bunu. Çatıldı Cemal Bey. Yiyoruz çatık çatık. Onunla doğru etmediğimi düşünüyorum. Biliyorum da, bi nen vermeyeceğimi. Taş çatlasa ne etimden butumdan, ne duyularımdan zırnık vermeyeceğimi biliyorum. Oysa, bir punduna getirir, nasıl olsa alırım, diye düşünüyor. Omzunu yıkıyor tuzlu suyla. Güneş tam tepemde kımıl kımıl. –Nasıl resimler yapardın?– diyorum. –Peyzaj– diyor, sırıtıyor. Ömrünce tuval önüne oturmuşluğu yok belki de, yok ama; kızım, diyorum, daha ne Osmanoğulları nice hanımlar önünde bedizcilik, ozancılık taslayacak. Taslasınlar tabii, biz de bilmezlikten geliriz; yadsırız oyunbazlığı. Ya bu sorunun ucu nerelere varır? Kalıyorum orda. Bu hayat böyle geçer, geçiverir diyemiyorum gayri. Bu ne biçim iş? diyorum. Diyorum, şu da bi insan: görgüsü, bilgisi, ergeleri, kafası, gönlü yerli yerinde biri. Yine de bi nen anlamıyorum ondan. Bir insanın, öbür insandan bi nen anlamayışını düşünüyorum. Bu önemli bir durum gibime geliyor. Bu oyunlar, bu sürüp giden gizli saklılıklar, bu pirelenmeler kaçırıyor tadını dostlukların, sevilerin, yaşantıların tadını, cıvıl cıvıllığını diyorum. Kalkıyoruz. Ateşe kesmiş derimize değiyor deniz. Acı duyuyorum hep, varolmanın tadından, canım bir yana, vücudum öte yana ayrılıyor, kayboluyorum sevgiden, ufalıyorum gitgide, bağıra bağıra kıvançtan… Kolu belimi sarıveriyor adamın. Dalıveriyorum suya. Usumu başıma takınmalı, cilve sanacak, üsteleyecek adam. Cilve sanıyor, üsteliyor. Ne yapsam? Nasıl davranmam gerektiğini düşünüyorum harıl harıl. Al işte doğa sevgisini, varoluş sarhoşluğunu ko bi kenara, lâf dinlet Osmanoğlu Cemal Bey'e! Şöyle bir kaşlarımı çatıp, – Senin sandığın gibi değilim. Ben bu biçim cilvelerden katiyen haz etmem– desem. Basıyorum kahkahayı. Elimde değil. Bu hesaplı kitaplı davranışlar çok gülünç geliyor bana. Temelli umuda düşüyor, hemen seviniyor adam; –Canım benim– diyor. Tamam, diyorum, cilveleşiyoruz işte… Yok, anlatmalıyım, ille anlatmalıyım. Ona, –bak Cemal Bey– demeliyim, –senle denize domuza gelişimi yanlış yorumlama allasen! Gözünü seveyim, inan dediklerime, başka, kendince çıkarlar gözetme benden. Böyleyim işte, işim gücüm yoksa, canım da yüzmek istiyorsa, ya çevrem ne der diye düşünmem, atlatmam kimseyi, kalkar giderim…– Sanki söylemişim gibisine erinç, kıvanç duyuyorum.
Kendimle oyun. Hem ne de olsa anlamayacak. Bir başkası belki anlardı, diyorum. Bok anlardı, diyor biri içimden. –Bok anlardı,– diyorum ben de. Tutup kafasını, Osmanoğlu Cemal Bey'in, denizin yemyeşil dibine itiyorum. –Eşşeoğlu eşşekler!– diye bağırıyorum sonra; Eşşeoğlueşşekler! ~~~
İNSTAGRAM : fikrisanatedergi
HAKKINDA GENEL YAYIN YÖNETMENİ –DİZGİ TASARIM EFE NAZIM ARSLANÇELİK
KAPAK FİKRİMEDYA
DOSTOYEVSKİ İÇ RESİM İDİL AYDINLI
YAZARLAR TURGUT UYAR LEYLA ERBİL AHMET ERHAN GÖKÇE KIZILDEMİR AYSER GÜLLÜ AKYÜZ YAĞMUR ERDEN GÖZDE ÇEVİKKAN DİNÇER YURTTAŞ ABDULLAH DEMİRKUBUZ BARIŞ DOLAN FERHAT KONAŞ EFE NAZIM ARSLANÇELİK SELÇUK ÖZEL