FİKRİSANAT (ARALIK2017)

Page 1




HERKESİN TANRISI KORKUSUNA BENZİYOR Dinçer Yurttaş Editörümüz: “Bu ay kapağa Oğuz Atay’ı koyuyoruz.” dediğinde kapağı ben yazmasam da başkası yazsa diye geçirdim içimden. Üniversite yıllarında Fatih Andı sayesinde Korkuyu Beklerken adlı uzun hikayesiyle tanıştığım Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanına bugün birçok insanın tutunmasını anlayamayan biri olarak, yazar Oğuz Atay ve yapıtları hakkında çok da olumlu düşüncelerim yok. Birçok arkadaşımın, insanı anlama kılavuzu olarak gördüğü Tutunamayanlar kitabını defalarca okumama rağmen onda beni dönüştürecek sözcükleri de bulamadım. Belki benden saklanmıştır. Belki de benim korkularım ve tanrılarım aynı değildir. Neyse, kimse tetiği çekmediği için cinayeti işlemek / üstlenmek de bana kaldı. Yıllardır ülkemiz sosyolojisi üzerine bir konuşmaya başlansa ilk elden “Efendim bizim ülkemizde sınayii(sanayi) olmadığı için işçi sınıfı ve onun örgütlülüğü de yok. “ denir ülkenin tüm rezilliği de olmayan işçi sınıfına yıkılır. Olmayan işçi sınıfının tepkisizliği ülkeyi geri bırakmıştır ve aydınların yarı karanlıkta kalmasının nedeni de olmayan işçi sınıfının onlara sahip çıkmamasıdır. Oysa olmayan işçi sınıfı olsa yaşamda ve sanatta ne atılımlar olacaktır. Ah işte.. hepsi işçi sınıfının suçu.

Ey güzel kardeşim, o tespitin ardındaki cümle şu olmalıdır: Bizde işçi sınıfı değil, kendi sınıfının temel özelliklerini gösterecek burjuvalar, onların gölgesine sığınacak küçük burjuvalar ve lümpenler yoktur. Dolayısıyla burjuva gölgesine sığınamayan yarı aydınların tek sığınağı kendini var etme mücadelesinin ötesine çok da gidememiş sol/sosyalistler olmuştur. Sıkı ve sarsıcı dönemeçlerde ilk savrulanlar ve “tutunamayıp” düşenler de onlardır. Oğuz Atay böyle birisi değil, onun böyle bir iddiası yok. Ancak Oğuz Atay’ın “Ey okur” diye seslendiği insanlar, işte onlar bunlar. Oğuz Atay’ın kitaplarının anlam ifade etmesi gereken insanlar hayatlarında büyük ülküleri olmamış, tarihsel hiçbir kavganın içine girmemiş “tanrısı korkularına benzeyen” insanlardır ve okuyucuları onlar olmalıdır. Bakın Oğuz Atay bir söyleşide “Ben, kahramanlarımın iplerini istediği gibi oynatarak insanlardan kuklalar yaratan büyük romancıların yeteneklerinden yoksunum. Roman kahramanlarına uygulayacak büyük nazariyelerim, onları peşinden koşturacağım büyük ülkülerim yok.” diyor. Kendinin ve kendini okuyacak olanların farkında olmak büyük meziyettir. Burjuva sınıfının ahlakını, kendi sınıfı içinde üretemeyen bu yüzden işçi sınıfının ve sol ideolojinin gölgesine sığınmaktan başka çözüm bulamamış


burjuva aydınının ya da sınıfını fark edememiş, küçük burjuvaların eteğine tutunmuş lümpenlerin bize iç yenilgilerle dolu kahramanlar üretmesi ve o kahramanlarla örtüşük bir benzeşme kurmamızı beklemesi, onları biz ve bize ait kahramanlar gibi sahiplenmemiz gerektiğini söylemesi hem bir yanılsama hem de bir ukalalıktır. Benim Oğuz Atay’a en büyük hayranlığım bu ukalalığı yapmadığı içindir. Küçük burjuva sorunlarını anlayamadığım, ergenlik sivilcelerini dünyanın en büyük sorunu sanıp yaşayacak düzeyde olmadığım için özür diliyorum. Ben kendi içine kapanmış, köksüz bir yalnızlık yerine ellerini bu dünyanın mimarı sayan insanlardan birinin (hem de hiç tanımadığım birinin) koluna girip bir barikatta dövüşebilirim. Kaybetmekten hiç korkmadan dövüşebilirim. Ne diyor Oğuz Atay “Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım.” Bu kadar korkmayın… böyle yaşamayın.


NEDENSİZLİK HİÇBİR ŞEYİ Abdullah Demirkubuz

Y

avaş yavaş yıpranmanın getirmiş olduğu ruhu

ile yüzleşiyordu. Duygularının konukseverliği, nezaketi inceliğinde sermişti güneşe ve zaman içinde hepsini kurumaya bırakıp, suyu çekildikçe hafifleyip toz olana dek, sonrası ilk rüzgarda savrulup gideceğini çok iyi bilerek kesinlikle uzun hatta epey uzun zamandır müdahale etmiyordu. Yüzleşiyor bu arada hafifleyen bu yüklerle zamanın değerleri ile uzaklaşmış kimse ve düşlerinden arta kalan bir şey kalmamış ne bildikleri, ne getirileri cazibesini yitirmiş ve çekiciliği haz vermiyordu, karşılaştırmalı içtenlikler ,samimi davranışların örtüşmediğini anladığı zamanlardan beri bu soru işaretinin içi, sorgulamalar derinliklere sürüklüyor ve köprünün diğer tarafına çekmek için gerekçesi kalmıyor, kalmadığı gibi çürüyüp gidiyor belleğinde.. Zamanında öncesi onun için her şey heyecan verici ve sonsuz huzurdu içtenliğini asla sorgulama gereksinimi duymadan dahi, sanırdı ki hayat cennetin başköşesi. Bu yüzleşmeler sonunda karakteri ile uyumsuz olan bu yıpranma hissi aklına daha da hakim ve her şeyini ele geçirmiş düşman sandığı günden beri dost sığınağına dönüşüyordu içine işleyerek ilmek ilmek. Çok şeyi biliyor ve daha nesnel olarak, eski olanlar yeni kalplere yazılıyordu. Kendisi de bunun çok dışında kalıyor. Bildiği bütün güzergahlar gitmek için, gezmek için, yaşamak için, ikame etmek için, oralarda bulunmak için aleyhine dönen bu sürecin çoğu yükünü boşaltarak daha kendine faydalı, verimli hale getirmesi gerekliliğine ulaşmıştı zihninde. Lakin, koşulların bu şekilde de gelişmeyeceği endişesi yepyeni çelişkilerin yollarına çatallaşıyordu, baş edemediğini anladığında aklının zehirleneceğinden ürkerek çıkışsızlığının vicdanına sığınıp daha da kısır döngünün içinde kaybolacağına dair işaretler belirgin. Bir an durup ne oluyor ya be oluyor diye avazı çıktığı kadar bağırıp, bağırıp, bağırıp olduğu yere yığılıp kalmak sadece kalbinden gelen atışları duymak

istiyordu, nedenini hiç bilmeden, nedensizlik kahrı idi bu belki de . Hiçbir şeysizlik ele geçirmişti bütün hayati vaziyetini, ne manada vardı ne maddede onu çeken bir şey yoktu koskoca yangının içinde bedeni tutuşup, yanıp lime lime dökülse hissetmeyecekti uyuşmaları nedeni yüzünden biliyordu bunu kuşkusuz ve sonsuz derecede. Gökkuşağını görmek hatta altından geçse ne işe yarar, şimdiye dek gördükleri ne değer kazandırdı, ne kattı geleceğine bedeni ruha rezil, rüsva idi diye içsel bir şikayet ile düşünüyordu. Dipsiz bir girdap içinde kayboluyor. Dibe vuruşunun en bariz hali idi şimdi aklında panik başlamıştı düşüyordu feci şekilde, varoluşu kan kaybediyor, sesi içine kilitlenmiş gururu yardım istemeye izin vermiyordu. Tanımadığı, bilmediği yüzleştiği bütün duyguların esiri olmuştu, ne yapacağına dair en ufak bir bilgisi yok adeta belleği silinmiş ne geçmişten tecrübesi ne geleceğe ait öngörüsüne dair bir şey kalmıştı mahvoluyordu feci denen bu olsa gerek diye düşünürken kendini bastırmaya çalışıyor, bütün gücü tükenmişti kalan kısmı da yetmiyordu, eski hal, hatıra kılavuzluk edebilecek bilge öğretileri yoklamaya başladı, hayır olmuyordu esir şu an zamanın içinde her şey karmakarışık bu sonunu göremediği bu helezonun içinde kayboluyor hızla, enerjisini tüketerek kurtarıcı arıyordu derinliklerinde evet kurtarıcıya gereksinimi vardı, parça parça olmuş hissediyordu bedenini toparlanamayacağını düşünüp güç kaynaklarına ihtiyacı vardı. Aklı, ruhu öğrendikleri ona yardım edemiyor bu onlara ettiği ihanetin bedeli idi. Girdap içinde kayboluyor görünmezlik onu biraz rahatlattı en azından bu kayboluş anında ki görünmezlik sayesinde daha iyi hissedebilirdi kendini, çocukluğuna ışınladı bir an gibi geldi evet doğru yere ışınlandı kendisinin kaybolabileceği yer idi. Girdabın içinde hızla dibe vurur iken zamanın ve seslerin içinden geçip bilinçaltı dünyasına sığındı ..Kalbi zirvede atıyordu daha ki girdabın içinde kaybolmaya başlayana dek hep o kalp sesini dinledi zirvelerden gelen, acıdan mutluluklar


birikiyordu kalbinin haznesinde, gece oda karanlığında yapayalnız taşları diziyordu sinesine acı ezilsin diye. Kurtulmanın ya da yatıştırmanın en derin sorunsuz hali. İçimizde yaşayan küçücük bir hayat idi yıpranmışlık, belirginleştikçe eziyet edendi, nerede, nasıl baş edemeyeceğini bilemediğinde zehrini üzerine boşaltıyordu acımasızca. Zehrin ele geçirdiği hassasiyetler, çaresizlikler, zayıflıklar ruhun insanda ki karşılığında müdahalesizlik içinde çırpınıyordu, halden düşerek eriyor zamana tutunmak istedikçe ki ne manasızdı basit bir zehir derinliklere işliyor yüzleşmek diye adlandırılan, iç çekmeleri boşa, sayıklamakta anlamsız, sevinçler üzerine yıkılan devasa domino taşları görevi ağırlığında, defolun, defolun diye bağırmak ve hayatından kovmak istiyor sonsuza dek, bir çıtırtı duymak istiyordu çıkışını bulamadığı kilitlenmiş patinajından, oda olmuyor bir gök gürültüsü, bir sesleniş, kulaklıklarında bir çınlama lütfen bir ses diye için için çığlık atıyor hayır sanki hayat durmuş bu ızdıraba yakalandığı bu anda. Hissetmiyor, hissedemiyor bir salgının içinden geçercesine ruhunu kurtarmaya çalışıyor zehirlenmeden bu çıkışsız yüzleşmeler dalgınlığında..



G

ünler geceleri kovalarken rüyalarında gördüğü

siyah at Tahsin Yarımyüreğin peşini bırakmadı. Bir haftadır kendinde değildi. Bilincini intikam duygusu sinsice sararken ani bir kararla İstanbul’a giden ilk otobüse bilet aldı. Bu vakitten sonra dilinden düşen kelimeler birer intikam kılıcına dönüşecekti. Yol boyu gözüne uyku girmedi çünkü intikam duygusu yoğun uykusuzluk vadediyordu. Sabahın ilk ışıklarıyla gözlerini boğaz köprüsünde açtı. On dört senede değişmeyen tek şey bu köprüydü. İstanbul epey büyümüş on dört sene önceki ormanlık yerlere yeni rezidanslar, villalar dikilmişti. İçindeki iyilik ve kötülük çanları eşitliği gürültülü sancılarla bozmaya çalışıyordu. İyilerin kazanabilmesi için kötülükle dans etmesi gerekliydi ve Tahsin Yarımyürek kararlı tavrını yanına alarak kapalı çarşının girişinde ki boş tabureye oturdu. Neden buraya geldiğini bilmiyordu. İnsanın kaderi bazen onun ayaklarındadır. Dedi içinden. Buraya gelmiş olmasının da bir sebebi olduğunu düşündü. Cuma namazından çıkan kalabalık geleneksel namaz çıkışı konuşmasını yaparken Tahsin Yarımyürek sade kahvesinin köpüğünde dudaklarını dinlendiriyordu. İstanbul da ki ilk gününü sokakları arşınlayarak geçirdi. Geceyi taksimde Yerebatan otelinin ikinci katındaki ufak odada yanından hiç ayırmadığı not defterinin boş sayfalarına bakarken ne yapması ve nasıl yol alması gerektiğini düşündü. İçindeki ses bu uluslararası intikamı tek başına alamayacağını ve kendisi gibi haksızlığa uğramış,

meslekten ihraç edilmiş kişilere ulaşması gerektiğini, intikamın ekip işi olduğunu söylüyordu. Otelin resepsiyonunda çalışan orta yaşlı, Adolf Hitler bıyıklı Muhsin Başeğmezden bir dizüstü bilgisayar ve internet şifresini istedi. Geçmişe dönerek tüm spor dallarında, düzenlenen turnuvalarda haksızlığa uğramış yok edilmiş kişilerin tam listesini yaptı. Aralarında en dikkat çekici isim eski dünya şampiyonu boksör Arif Karacaydı. Dünya şampiyonluğundan bir hafta sonra ailesini trafik kazasında esrarengiz şekilde kaybetmişti. Olayın üstü kısa sürede örtülmüş, hiçbir araştırma yapılmamış ve dosya kapatılmıştı. Arif Karacayı fosforlu kalemle çizdi. Biraz olsun rahatlamış gözüküyordu. Derin bir uyku çekip sabahın ilk ışıklarını kucaklayarak Arif Karacanın izini sürecekti İstanbul’un suç dolu sokaklarında..

Devamı ocakta… ‘’İçindeki iyilik ve kötülük çanları eşitliği gürültülü sancılarla bozmaya çalışıyordu. İyilerin kazanabilmesi için kötülükle dans etmesi gerekliydi.’’


Alacağınız her kararda düşüneceğiniz tek şey içinizde ki çocuk olsun. Bir kere o çocuğu kırarsanız zor toparlarsınız. Sizi ayakta tutan içinizdeki çocuğun size olan sevgisinden güveninden sadakatinden başka bir şey değil. Çocukluk çok büyük bir güç.

Hayat yapmaya mecbur olduklarımız yüzünden asıl yapmak istediklerimizi yapamıyor oluşumuzdan ibaret.

Duyguları ve aklı arasında can çekişen canlıdır insan. Bu gidişatın muazzamlığında deliririz vesselam!

Ruhunuza yatırım yapın, bırakın pahalı kokuları, giysileri, marka aksesuarları. Beden bencil ve doyumsuzdur, her şeyin fazlasını ister. Oysa ruh naiftir huzur ister, güzel düşünceleriniz ve hayallerinizle doyurabilirsiniz onu, mesela hoş bir müzikle iyileştirebilirsiniz yorgun ruhunuzu, ruhunuza iyi bakın bencil bedenlerinizin esiri olmayın.



Nazım: Gece senin için nedir?

Selçuk: Geceye göre değişir derim.

Selçuk: Başka bir Selçuk'un doğuşudur. Karanlık, ıssız, tehlikeli, amaçsız ve duygusuz bir ruh haline sokar beni gece. Özellikle kış geceleri..

Nazım: İçkinin de gecesi gündüzü ayrı diyorsun. Ah sevgili dostum bizim gecelerimizde kaç kişi öldü, kaç kişi yeniden yaşadı kim bilir.

Nazım: Peki yaz geceleri ile kış gecesinin ne farkı var. ?

Nazım: Sen geceyle ilgili bir şey diyecek olsan ne derdin dostum?

Selçuk: Yazın gündüzleri daha enerjik ve mutlu geçiyor benim için. Dolayısıyla geceleri de huzurlu ve yaratıcı oluyorum. Tabi ki gecenin o boşluğuna kapılıyorum ama kışlara göre daha mutluyum sanki.

Selçuk: Gece, hem ölüm hem de yeniden doğuş olabilir. Ama bizim umut dolu güzel gecelerimiz olsun Nazım

Selçuk: Sen anlat peki? Nazım: Benim için bir günün içinde iki gün var. Gündüz ile geceyi birbirinden ayrı tutarım. Gündüz sıradan ve aynı geçer bu hem yapılan iş için geçerli hem de ruhen, ama geceleri tamamen gerçek benliğin dışarı çıkıyor. Gerçek düşünceler beyninden akıp gidiyor. Geceleri sokaklar hayatın kederli yüzünü taşıyanların gündüzü oluyor ve buda beni yaşama daha çok yakınlaştırıyor. Kendi adıma şunu söyleyebilirim. Gündüzleri düşündüklerimi geceleri tasarlar yazıya dökerim. Aslında insanın ruhu da gece ve gündüz gibi değil mi? Selçuk: Kesinlikle gündüzleri herkes sıradanlığı ve iyi insan olmayı oynuyor. Dediğin gibi gündüzleri çalışıyoruz. Ama gece olunca, diğer yarımıza karşı koyamıyoruz. ''Gece ,insan ruhunun çıplaklığı ve karşı koyamadığı arzuları, pişmanlıkları....'' Nazım: Geceye en çok yakışan içki ne desem :)

Nazım: Olsun dostum geceler umuda arazi olsun..



Beşiktaş’tan Fatihe gitmek için otobüse binmiştim. O zaman (çok da eski değil ) otobüsler yanlamasına ve insanların birbirini göreceği biçimde bir oturma düzenine sahipti. Boş bulduğum koltuğa oturdum. Başım yere dönük, otobüsün boş koridoruna bakıyordum. Sonra karşımda hemen sağda bir şeffaf poşetin içine sığdırılmış yağları gördüm. Bildiğiniz mutfakta yemek için kullanılan her fırsatta sağlığa zararı olduğu söylenen bitki özlü yağlardan epeycesi yığılmıştı bir poşete. Poşeti gergin bir el tutuyordu. Gergin parmakları beklemediğim kadar düzgündü. Neden böyle düşündüm bilmiyorum. Ama yağ dolu poşeti tutan parmakların bu kadar düzgün olacağı fikrinde değildim anlaşılan. Sonra poşetin yanında duran iki bota takıldım. Ortadaki gergin ama narin parmakların tutuğu poşetin sağında ve solunda, belli ki poşet devrilmesin diye, intizamla duran iki süet bot vardı. İki kahverengi bot. Küçük, uçları biraz yıpranmış bu bot aklıma dışardaki soğuğu getirdi. Öyle ya, ben henüz kışlık ayakkabı almamıştım. Kış da kapıdaydı. Olur dedim kendime, zor durumlar için hep kendimi şanslı sayardım, talihim ucundan da olsa hep döner, sıyrılı verirdim o zorluktan. Üniversiteye başladığım son iki ay bunu kendime ispatla geçti. Başımı biraz yukarı Kaldırdığım da fitilli mavi bir pantolon görüyordum. Kasıklara kadar bedeni sarmış basen ve bacakları gösteren vücuda yapışık bir pantolon, diz hizasından da haki bir parka önü açık, başım istemsiz bir süzme hareketiyle yukarıya doğru gitti; pantolon ve parkayla ve elbette süet ayakkabılarla uyumlu bir yünlü kazak gördüm, sonra da sutyen izleri. Sonra uzun, iki yana bırakılmış kumral saçları gördüm; hafif

uçlarından kıvrılmış saçlar, uzun ince bir boynu sarıyordu. Gözlerimi yukarıya doğru kaydırdım; artık yüzünü görebiliyordum. İşin tuhafı uyuyordu. Gözleri kapalı. Gökyüzüne serpilmiş yıldızlara benzeyen çilleri vardı. Öyle huzurlu geçmişti ki kendinden….birden gözlerini açıp “ne bakıyorsun lan salak” demesinden korktum. Başımı indirdim, yağlar ile ayakkabıya bakmaya devam ettim. Bütün yol boyunca kaçamak bir biçimde uyandı mı acaba diye gözlerimi ona kaydırdım. .. Uyanmıştı. Kıbrıs’tan Türkiye’ye okumaya gelen arkadaşlar ara tatilde evlerine dönünce Beşiktaştaki evde bize kalmıştı. Hayatımın en güzel kış uykusu onun koynunda geçirdiğim saatlerdi. O ilk günden sonra her sabah aynı vakitlerde o otobüse binmiştim, elbette sırf ona rastlamak umuduyla. Birkaç kez rastlayınca fark ettim ki Fulya’da bir dağıtım şirketine gidiyordu. Bu şirket piyasaya yeni çıkan ürünleri pazarlamak için çeşitli semtlere araçlar gönderiyor, araçlardaki öğrenciler de sokaklarda insanlara ürünleri dağıtıyordu. Ona daha yakın olabilmek umuduyla ben de o dağıtım şirketine gittim; ilk olarak da onunla birlikte saçlarda kepek bırakmayan bir şampuanın dağıtımında görev aldım. Bana minibüste giderken bir sırt çantası uzattı “Şampuanların hepsini dağıtma, bu çantaya koy, biz bunları yoksul mahallelerdeki insanlara veriyoruz. ”dedi. İşte bu suç ortaklığımız aramızdaki ilk ilişkiydi. Şampuanları şirketten alıyor, sonra müsait bir anda büyük çantalara dolduruyor; geri kalanını dağıtıp oradan da ihtiyacı olanlara gönderiyorduk. Ne yalan söyleyeyim, kendimi bir ara Robin Hood gibi hissetmedim değil.


Ben yatakta onun kokusunu duyuyorum, o kahvaltı hazırlıyor. Birbirimizi pek tanımıyoruz doğru; ama ben ona şiirler okuyorum, o bana şiirler yazdırıyordu. Farklılıklarımızı görmüyoruz, bir miktarını da saklıyoruz galiba. Çünkü fark ettim ki onu ne kadar izlersem izleyeyim onun özel hayatı hakkında bilgi edinemiyordum, sorduğumda da geçiştiriyordu. Gizemli yanları vardı. Hepimiz gibi. Paylaşmak istedikleriyle yetiniyordum ki, bunlar genellikle düne ait değil olmayan yarına ait şeylerdi. Kahvaltı bitti, üstünü giyindi. Akşam görüşürüz, deyip çıktı kapıdan. Gelmedi. O akşam merakla bekledim. Şimdiki gibi cep telefonu yok, birbiriyle haberleşmenin en pratik yolu yüz yüze görüşmek, bi dostla haber yollamak ya da ev telefonuyla iletişim kurmaktı. Ne yazık ki ben hiçbirine sahip değildim. Sabah erkenden kalktım, dağıtım şirketine gittim. Orada da kimse görmemişti. Uğrarsa aradığını söyleriz, diyerek yolladılar beni. Akşam Beşiktaştaki eve dönerken belki gelmiştir, kapının önünde beni bekliyordur, diye düşündüm. Belki de açtır, diye geçirdim içimden; Çarşıdan biraz peynir ve iki taze ekmek aldım. Apartmana girmek için demir kapının anahtarını çıkarttığım sırada koluma iki adam girdi, ben ne oluyor diyemeden apar topar bir araca bindirdiler beni. Sağımdaki adam da solumdaki adam da sorduğum hiçbir soruya yanıt vermedi. Sadece polis olduklarını ve savcı beyin beni görmek istediğini söylediler. Savcının odasından içeriye polisler eşliğinde girdim . Savcı havadan sudan bahseder gibi “Senin şahitliğinle çözülebilecek bir olayla karşılaştık, dedi. “Beş dakikalık bir işimiz var, sonra seni bırakacağız. “ Kanıtlara DNA testiyle ulaşabileceği ancak uzun zaman aldığını ama sürecin daha hızlı yürümesi gerektiğini; çok önemli bir dosyayla bağlantılı olabileceğini söylese de ben şaşkınlıktan savcının ne yapmak istediğini de ne dediğini de anlamadım.

Sonra beyaz bir zarftan iki resim çıkardı; önüme attı. “Bak bakalım tanıyor musun?” dedi. Baktım. Uyuyor gibiydi. Ayaklarında botları, bacaklarında fitilli kadifesi, üstünde parkası yoktu. Saçları ince boynunu da örtmüyordu. Sutyeni bile soyulmuştu. Çıplaktı. Yüzü parçalanmış ve yanmış, kolları omuzlardan kesik, bacakları diz üzerinden parçalanmıştı. Onu sadece sağ göğsünde kalbe yakın duran beninden tanıdım. Oydu, kapadım

gözlerimi. O otobüste uyuyordu. Karşımda. Nasıl olmuş demeden Savcı saymaya başladı, arada küfür ediyordu; hainler, düşmanlar, kaltaklar, orospu çocukları gibi bir sürü küfür arasında bir hücre evinde baskında öldürüldüğünü öğrendim.


BÖLÜM 4 Fotoğraf albümünü hızlıca karıştırmaya başladı ama adamın gençlik fotoğraflarından başka bir şey bulamayacağını anladığında suratı asılmıştı. Fotoğraf albümünü aldığı yere koyup raflardaki diğer kitapları karıştırmaya başladı. Gittikçe hem kütle hem de bilgi olarak ağırlaşan kitaplar adeta rampaya tırmanan bir kamyounu andırıyordu, altı çizili notların anlamları ağırlaştıkça, Müge hakkında ip uçları aramaya kitaplıktan başlamanın pek de doğru bir fikir olmadığını düşündü. İçinde büyüyen merak dürtüsü her dakika daha da büyüyor bir yandan etrafı karıştırırken adama yakalanma korkusunu bastırmaya çalışıp bir yandan da içsel bir savaşta tarafsız olmaya çalışıyordu. Duvarda asılı tablolardan tutun dolap üzerine yapışmış magnetlere kadar her ayrıntı üzerine dakikalarca düşünüyor, kendi kendine anlamsız senaryolar yazıyordu. Bir yandan da avına yaklaşan avcılar gibi ipucuna yaklaştığını hissediyordu. Holden onuncu geçişinde gözüne Truva atı figür edilmiş bir yağlı boya tablosu ilişti. Duraksayıp tabloyu incelemeye başladı, tablonun altında yazılan tarihin erken bir döneme ait olması, tablonun üzerindeki renklerin zamansız solmasından ve birbirleri arasında ciddi ton farklarının olmasından, eser sahibinin ucuz boya kullandığını düşünmeye başladı, oysa yağlı boya hakkında en ufak bir fikri

yoktu. Müge hakkında bir şeyler öğrenme hırsı aklını iyice karıştırmış, sinir ve kıskançlıktan dolayı sağlıklı düşünememeye başlamıştı. Gözleri, avcısının vurduğu ördeğin peşine düşen bir av köpeği gibi tablonun üzerindeki her detayı inceliyor, dakikalarca üzerine düşünüyor ve fikir üretiyordu. Sonunda Truva atının yüz kısmında bir ‘’M’’ harfine gözleri ilişti, dikkatle incelemeyen birinin asla göremeyeceği türden adeta sanatçısından başka kimsenin kolay kolay bulamayacağı türden ama kadın da hiç kolay biri değildi ve sonuna kadar şansını zorlar, ısrar eder ve gerçeğe ulaşırdı. Daha detaylı görebilmek için tabloyu duvardan aldı, zarar vermeyecek şekilde tablonun tozunu aldı ve ‘’M’’ harfine odaklandı, aradığı buydu, Truva atının yüzüne gizlenmiş ‘’M’’ harfinin, adamın topuğundaki gibi boynuzları ve şeytan kuyruğu vardı. Kadın, Müge’ye bir adım daha yaklaştığını hissetti. Tablonun arkasını çevirdiğinde, çerçevenin arasına sıkıştırılmış kırmızı bir zarf olduğunu fark etti...






Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.