ÖLÜYORLAR 111 gündür açlık grevinde olan tutuklu akademisyen Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça’nın sesine kulak verin. !!!
DİNÇER YURTTAŞ O BİR AZİZ; PEKİ SEN NESİN? Bu yüzyılın en önemli hastalığı kolektif aptallık. İletişimin en yüce nesnesi olan “benzeşmenin mağduru bir çağda yaşıyoruz. Benzeşme, aynılaşma sıradan olanın, bilincimizdeki ezberin üstüne inşa ediyor geleceği. Kolektif aptallık bizi ütopyasız, düşsüz bir yarına mahkum ediyor. Aptallık, her yerde öyle farklı ve sıradan bir biçimde “doğruymuş” gibi kendini ortaya çıkarır ki ona itiraz edecek iradeniz de sözcükleriniz de iddianız da kaybolur. Üstelik oluşturduğu o yığınsal kalabalıklar ürettikleri genel ve tekil ahlakı, sanatı, kültürü ve yaşam biçimini size öyle bir dayatırlar ki ya onlarla onların savrulduğu gibi yaşarsınız ya da dışlanır, güncel popüler tabirle marjinal ilan edilirsiniz. İşte bu durumda hepimizin içselleştirdiği ve sıradan gördüğü şeylere “Durun bakalım, bu sıradanlığın altında şu aptallık var.” diyerek toplumun büyük kısmıyla kavga edecek ve dahi o kavgadan yıllar sonra öngörüsü gerçekleşecek olan adamın cesaretten başka bir şeye daha ihtiyacı olmalı. Çok olmanın
haklı olmak anlamı taşımadığını ve aptallığın toplum içinde bir veba gibi yayıldığını söylediği toplumun şeytanları kendi cehennemlerindeki ateşte onu yakmaya çalışsa da o doğru bildiğini söylemeye devam etmeli. Mizahın tarihsel tüm birikimlerini bugüne taşıyarak edebiyatın en zor alanında eserler vermiş olan Aziz Nesin’in insanların kendi aptallığına kendilerinin gülmesini sağlayan şaşırtmasının altında yatan cüreti selamlamak gerekli elbette ama hakikat düşkünü bu gülmece ustasını yerin 1000 metre altından çektiği o öz için, derinliği için alkışlamalıyız. Toplumun yamyamlaşarak kendini yemeğe başladığı bu yeni on yılı çok şükür ki görmedi. Malum, hicvettiği “Zübük” tiplemesi onun romanından çıkarak herkesi kendine benzete benzete başkanlığa doğru yürüyor. Aslında Aziz Nesin Zübük karakterine acımış hafif sempatiyle bakmıştır. Onu aptal bulmaz, o kurnazdır. İşlenmemiş ve ahlak edinmemiş bir zekadır o. Onun acıdığı işte bu yoz zekadır. Üzüldüğü ise onun bu ince zekası ve şark kurnazlığı karşısında, onu onaylamaktan ve onu alkışlamaktan başka bir
şey yapamayan aptallar sürüsüdür. Ne yazık ki bugünden bakınca (tarih elbet şimdiden ibaret değil) hicvedilen Zübük yazarını yenmiş görünüyor. Bu yenilgi kalabalıkların kendi aptallıklarını mazur görmeleri ve başkalarını da bu aptallığa maruz bırakmalarıdır. Bu kolektif aptallıkla baş edebilecek miyiz? Etmeli miyiz? Çok değil birkaç ay önce Osmanlı sanatını daha iyi anlayabilmek için Şinasi Acar'ın sadaka taşlarından güneş saatlerine, saat ustası Dede Ahmed Eflaki'nin öyküsünden Arakiyeci İbrahim Ağa Camisi'ne uzanan yazılarından oluşan "Osmanlı'dan Bugüne Gözümüzden Kaçanlar" adlı kitabını aldım . Kitabın içinde bir bölümü görünce “Bu kadarına da pes.” dedim. Kitabın orta kısmında Aziz Nesin’le hat sanatına ilişkin bir görüşme yapılmıştı. Uzunca ve Aziz Nesin’in Osmanlı hat sanatı üzerine bilgi birikimini anlatan bu söyleşi rastgele bir yazı değildi. Genç Aziz Nesin Güzel Sanatlar Akademisi'ne
devam etmiş ve dönemin en ünlü hocalarından hat, tezhip, minyatür dersleri almış, klasik üslubun zevkine varmıştı. Kendini tekrarla mükemmele ulaşan formlar yaratan bir sanattan, edebiyat tarihinde özgünlükte tekleşen bir gülmece ustasına dönüşmenin altında onun kutsanması gereken emeğinden başka ne yatabilir? Hegemonyanın sinmediği alanlarda yazmaya, çizmeye, söylemeye, üretmeye çalışanların bu kötücül sistemi sadece cesaretle yenmeleri mümkün değil. Sadece yazma, söyleme, ifade etme cesareti yeterli değil. Kendine dayatılmış olanları da reddedebilecek bilgi, deneyim ve kültüre ihtiyaçları var. Standardizasyona karşı çıkmak için yenilmez ve yorgunluk tanımaz bir iradeniz olmalı. Yeni bir geleceğin aklına sahip çıkabilmek için bir ütopyanız olsun ve içinizdeki ütopyayı korkmadan bu dünyaya taşıyın.
‘’Yorgunluk tanımaz bir iradeniz olmalı. Yeni bir geleceğin aklına sahip çıkabilmek için bir ütopyanız olsun ve içinizdeki ütopyayı korkmadan bu dünyaya taşıyın. ‘’
BEN, ORHAN BABA VE ESRA EFE NAZIM ARSLANÇELİK Annemi ve Esra’yı eş zamanlı kaybetmiştim. Babam ile baş başa kalmıştık. Buradaki baş başa kelimesi tam olarak doğru kullanılmamakta çünkü babam rakı şişeleri, bira şişeleri ve boş şişeler ile baş başa kalmıştı. Ben kendi başımla beraber kalmıştım. Arada annemin mezarına gidiyor, arada Esra ile Hasçolakoğlunu uzaktan izliyordum. Yapacak hiçbir şeyim kalmamıştı. Eskiden olsa Annem derdi ki ‘’Her zaman yapacak bir şey vardır Rıfat.’’ Ama Annem yok ve bana bir şey diyecek kimse kalmadı. Küçücüktüm ama yenile yenile büyüdüğümü hissediyordum. İleride çocuklarıma anlatacak bir çocukluk yaratmak isterken kaybetmenin kitabını yazarken buldum kendimi. Falezlere inen merdivenleri tek tek saydım. Bunu neden yaptığımı bilmemekle birlikte falezlere neden geldiğimi de bilmiyordum. Sorgulamayı bırakalı çok olmuştu. Ben bırakmasaydım o beni bırakacaktı. Merdivenler bitti ve sonsuz deniz, sonsuz boşluk önümde öylece duruyordu. Kendimi bıraksam bu boşluğa Annem göklerden inip de beni kurtarabilir miydi? Benim süper Annem. Hayat hayaller kadar fantastik değildi ve ben süper güçleri olan bir çocuk değildim. Yavaş yavaş şekilleniyordum. Bir keresinde Babam eve bağıra bağıra geldiğinde şöyle bir cümle etmişti. ‘’Yalnız
insan kendi kendinin heykeltıraşıdır.’’ Bunu derken elindeki bira dolu poşetleri masanın üzerine koydu. Sonra da gözlerimin içine bakarak bir kez daha aynı cümleyi tekrarladı ve ben sonradan anladım ki Babam bana aslında ben senin hayatında hiçbir zaman olmayacağım demişti. Öylede oldu. Ben kendi kendimin heykeltıraşı oldum ve kendi kendimi yonttum. Dünyada tek başıma kaldığımı hissediyordum ki uzaktan gelen müzik sesinin peşinden gittim. Falezlerin sonuna doğru inen merdivenlerden inmeye başladım. Müziğe yaklaştıkça içimi tuhaf bir huzur kaplıyordu. Sanki farklı acıların tek bir müzikte birleşebildiği bir sesti bu. Bir iki adım daha attıktan sonra müziğin çalıların arkasından geldiğini fark ediyorum. Çalıları hafif aralayıp bakıyorum. Şarapçı abiler şaraba düşerken ben müziğin peşinden sürükleniyorum. İlk defa duyduğum bu müziğin içinde geçen bir söz beni çok etkiliyor. ‘’ Belki de çok mutlu olacaktık tutsaydık dilimizi’’ tutsaydım dilimi Esra’ya onu sevdiğimi söylemeseydim. Belki de çok mutlu olacaktım. Babamda dilini tutsaydı belki Annemde ölmezdi. Varsayımlar hayat kurtarmıyor siktir et Rıfat diyerek çalıların arkasında fırlıyorum. Şarapçı abiler ‘’hassiktir.’’ Diyerek yerlerinden fırlıyorlar. Başlıyorum gülmeye ben güldükçe onlarda gülüyor Babama böyle gülsem oda bana
eliyle gülerdi. Ama şarapçı abiler çok güzel gülüyorlar dişleri eksik ama umurlarında değil. Bende onlar gibi olmak istiyorum. Hiçbir şey umurumda olsun istemiyorum. İçlerinden dünya gibi göbeği olan bana sesleniyor. ‘’Evlat ne işin var burada’’ diyor. ‘’Müzik getirdi abi’’ diyorum. Gülümsüyorlar, bende gülümsüyorum. ‘’Orhan getirirde götürür de çocuk’’ diyor sağ gözü kör olan şarapçı abi. Dünyayı soldan görmek nasıldır diye düşünüyorum. Sesli düşünmüş olacağım ki beni duyuyor. ‘’Soldan görmeye başladığımdan beri aralıksız içiyorum. Gerçekleri daha net görüyor sol gözüm çocuk’’ diyor. Anladığım kadarını yanıma alarak yanlarına gidiyorum. ‘’Ben Rıfat Yenilmez.’’ Diyorum. Gülerek cevap veriyorlar ‘’Buraya geldiğine göre sen çoktan yenilmişsin.’’ Bende gülmeye başlıyorum. ‘’İnsan acıya gülmeye başlıyorsa yaşamdan geçmiştir.’’ Diyor sağ gözü kör olan şarapçı abi. Tebessüm etmek ile yetinmeye çalışıyorum. Onlar şaraplarını yudumlarken ben
cebimden çıkardığım gofreti ısırıyorum. İkisi de çok güzel gülüyorlar daha önce kimse bana onlar gibi gülmedi. Babam bir kere böyle gülseydi Rıfat Yenilmez yenilir miydi? Yenilmezdi diye haykırmak istesem de babam beni çoktan piç etmişti. Müzik değişiyor ama ses aynı sözlerine odaklanarak dinliyorum. Şarkı bizimle konuşuyor ve bu benim çok hoşuma gidiyor. Bu seferde şöyle diyor. ‘’ beni böyle sev seveceksen’’ başlıyoruz hep birlikte söylemeye şarapçı abiler şaraplarını havaya kaldırıyor ben gofretimi ‘’Haydi Rıfat tüm yenilenler için Beni böyle sev seveceksen’’ Gökyüzünün mavisi denizin mavisine karışırken biz yenilerek hayatta var oluyoruz. ‘’Rıfat, Orhan Baba bu babasızların babasıdır.’’ Ve benim babamı bulmam onunla tanışmam bu şekilde oluyor. Artık yalnız değilim babamın müziği var..
‘’Bir keresinde Babam eve bağıra bağıra geldiğinde şöyle bir cümle etmişti. ‘’Yalnız insan kendi kendinin heykeltıraşıdır.’’ Bunu derken elindeki bira dolu poşetleri masanın üzerine koydu.’’
HAYAT SPOTU ÖZGÜR ERDEM Adına toplum dediğimiz bu hayvan çiftliğin de insan olmanın zorluklarını yasıyoruz çünkü azınlığız. Bizim gibi insanlar otobüse binerken sırasını bekler. Bizim gibi insanlar trafikten kurtulmak için ambulansın arkasına takılmaz, fırsatçılık yapmaz. Başkasının şeridini ihlal etmez. Kimsenin kelimelerini ağızlarına tıkamazlar.. aksine anlatacaklarını pür dikkat dinlerler.. Bizim gibiler sadece kendileri akıllı başkaları aptalmış gibi davranmazlar. Bizim gibi insanlar paranın kulu kölesi olmazlar.. para için ona buna yalakalık yapıp yakınlarının arkasından iş çevirmezler.. hayatın tadına para olmadan da varabilirler. İnsan olmanın toplumda yaşamanın kuralları neyse ona uyarlar. İşte bu yüzden bizim gibiler diğerlerinin gözünde toplumda zayıf diye damgalanırlar. Sırf kendileri gibi vahşi kaba ve düşüncesiz olmadığımız için zayıf diye damgalanırız. Çünkü onlara göre güçlü olmak bu kuralları çiğnemek demektir. Bu toplumun
çiğnenmeden işleyen tek bir kuralı vardır. Güçlü olan kazanır zayıf olan kaybeder. Güçlü olan sevilir zayıf dışlanır bu kadar basit işte İnsanlar zalim benliklerini korudukça bizim gibi hayata farklı gözle bakanlar, yaşamaya çalışanlar her zaman zayıf olarak görülecek.. Peki biz.. Her zaman zayıf görünenler. Zayıflıklarını birlikte omuz omuza direnerek gidereceğiz.. ölmesine ölecek bizim gibiler.. ölerek ölümsüzlüğü tadacaklar.. sevmesine sevecekler birbirlerini aşk ile Dünyanın aşksız ve parçalanmışlığına inat.. bin kez kıracaklar dallarımızı bin kez budanacağız Yine devam edeceğiz her şeye rağmen Türküler söyleyeceğiz.. Aynı sesten Aynı kalpten Aynı tenden Yaşama kavgamız bitmiyor Sürecek..
ZIVANA Akşamüstü inananların ve inanmayanların makul vakitleri işte, on, on bir sonrası barınak retrosuna bürünüşle – vişne çürüğü ön ek iken çarşaflar için koşumlanan renklerden vazcaymayalım derim – şu balık istifi sürümlerimizi izinli sayıyoruz. İlla ki su götürmezlerde küçük bir miktar yanılınabilir hatta onlara kanıladabilinir hatta sövme seanslarında akıcı okumada güçlük çekilen ekleri soğuruyorum diye payıma düşeni alıyor olabilirim, gülmeyeceğim arada Heidi’nin çıplak olan ayaklarına kayacak gözüm. Holden içre çağsal pazarlık karhanelerde değil, viranelerde; tellallar ile değil cellatlar ile yapılıyor mirim. Not düşülsün ki kiremit kadınlar mor bacalara tünüyor bu sıralar. Mahallenin en solcu abisi topluyor üzümleri kadeh çatılı şaraphanelerden ve çiçekler manastırdan çalınmış vazolarda dörtte bir surette olmak kaydıyla sulanıyor ben-sen/ce. (-sız) dan eşeysiz ürüyor sızılar, süt mayasına koşan bir neslin damağında.
SULTAN GÜLSÜN
Oralet içen kızıl çocuklar gökyüzü inşa ediyor F tipi koğuşturmalarda. Yer yer sağanak anektodlarda bahsi geçiyordu kesilen kentlerin saç uzattığı. Bariz belliydi, Guattari kayıtsız kalamazdı Negri’ye. Erk tabusunu da özerke yükseltgemesi olağana dahil, onurluca… Debelenilen aşiret oratoryosuna seyreltilmiş dikişleri sıralayan çan hırsızlarının üzerine şahitlikler çoğaltılsın ki hoyrat bir dışadönümle v harfinin boynuna dolanacağı bostanlar düşlenecektir. Sartre’a tabure ile sunulmuş vaktin patinajını Beauvoir kadar silikleştirememek, hiçşey kadar pekşey. Bir bakıma kaçırılan otobüslerin hayvan / übermensch variyetine değişine – tabirine uygun düşecekse – tanığız. İki küllüğün daha alacağı var, Argentina toparlanmadan. Süt kesiğine tüneyen kirpikle’ alt mı, üst mü /uçar mı uçmaz mı / bir dilek dile (kulluk süreği)’ oyunu bizim çocukluğumuz. Varsayımların ötesinde ki, İmroz tavrıyla uyanacaktır.
MEMLEKETİN ÇOCUKLARI EFE NAZIM ARSLANÇELİK
FOTOĞRAFIN HİKAYESİ
HİCRA Küçük Hicra dünyaya karşı kullandığı küçük elleri ile çöp topluyor. Hasta babası ve bir gözü kör olan annesi ile kutulardan yaptıkları yaşam mücadelesi veriyorlar. Hiç okula gitmediğini söylüyor ama zehir gibi, okuma yazmayı kendi öğrenmiş. İçinde kocaman bir cevher yatıyor ama hayatın yenik düşmüş. Benden çok daha mutlu oluşu ise benim yüzüme vurduğu bir tokat oluyor. Kaldıkları yeri ziyaret ediyorum. Annesi temizlik işindeymiş göremiyorum. Babası çaresizce yatıyor. Beni görünce önce bir korkuyor sonradan alışıyor biraz sohbet ediyorum. ''Yapabileceğim bir şey var mı?'' diye soruyorum. ''Hicra'ya çikolata al o çok sever oğul.'' diyor. Çikolata olup akasım geliyor avuçlarına, Hicra ile markete gidiyoruz. ''İstediğin çikolatayı al'' diyorum. O kadar utangaç ki bu utangaçlığı vicdanından geliyor. Bir tane çikolata alıyor. ''Biraz daha al Hicra'' diyorum. ''Bir tan Gittiğimiz marketin müdürü ismini vermek istemedi. Bize vermiş olduğu bir paket çikolata ve erzak yardımı için minnettarız.) Hala iyi insanlar var henüz batmadı dünya
ACILARIN DENİZİ e y' derken, o elindeki bir tek çikolata ile mutlu olduğunu anlıyorum. ''Bazı DİLAN GÜNEŞ çocuklar çikolatalı büyür, bazı çocuklarda kendi çikolatasını kendi yaratır.''
B
ugün yağmurlu
bir gün. Öyle bir yağıyor ki
kabul etmiyor üzerine hiçbir süslü tamlamayı. Öylesine bir yağmur ki ıslanmaya tatlı bir davet. Yağmur bir kişiliğe dönüşüyor burada. Sanki bir şey onu çok kızdırmış da hıncını camlardan alıyor. Ama ne yazık ki bu ilgini çekmezdi. Sana bir türlü dinletemezdim cama vuran damlaların çıkardığı bozuk melodiyi. Çoktan dalıp gitmiştin çünkü saatinin ‘‘tik tak’’ larına. Tik tak tik tak. İşte tüm ritmin buydu senin! Bir yangın var, günden güne büyüyor sessizce içimde. Sen de görüyorsun bu yangını. Ama gücün ne söndürmeye yetiyor ne de körüklemeye. Seninle hep görürdük bu tabloyu. Tevfik Fikret Sokak, her Allah’ın Cuma günü ve akşam yedisinde bir ritüeli gerçekleştirirdi. Bizi yavaş yavaş içine çekip sindiren o sokak, sıradanlığın doruklarına ulaşırdı o anlarda. Telaşla koşuşturanlar, onlara inat sakin bir edayla sigarasını tüttürerek yürüyenler, çöp
tenekelerinde eşelenen kedi sesleri… Hepsi ama hepsi donuk. Bir şeyler yarım bu kompozisyonda. Havanın içinde bir ağırlık var akıp gitmiyor bugün hayat. Sanki güneş batmak istemiyor. Terk etmek istemiyor gökyüzünü. Uçsuz bucaksız ışıklarını ulaştırabildiği, renk bulduğu, aydınlığıyla kuşattığı gökyüzüne elveda deyip batamıyor, kaybolmuyor bir türlü ufuk çizgisinde. Güneş bu. Nasılsa yarın yeniden doğacak. Yarın tekrar kavuşacak gökyüzüne. Ama sen gittiğinde benim bir daha aydınlık günlerim olmayacak. Sen başka bir gökyüzünü ışığınla kuşatırken, ben burada karanlıklar içinde kalacağım… Bilinmez bir güç hissediyorum omuzlarımda . Ama ağırlık vermiyor bana. Sanki doğuştan biliyorum onu. Önceden kabullenmişim onun gücünü. İçimdeki aşk, bu yağmur, bu sis, bu duman onun sayesinde. Akşam çöktüğünde Tevfik Fikret Sokak sessizce üstüne karanlığı giyiniyor, yine onun sayesinde. Bana da siyahlar giydiriyor. Hayatım boyunca üstümden sökemeyeceğim... Bir ormanın içindeyiz. Bu ormanın yaşlı ve sinsi ağaçları, yaşamamız için gerekli olan her türlü olanağı sunuyor. Tek yapmamız gereken ağacımızın kovuğuna tıkılıp, oradan hiç çıkmamak. Günlük işlerimden vakit buldukça hep buradan kaçmanın yollarını düşündüm ve
buldum da. Ama adımlarımı öyle korkak attım Böyle böyle debelenip dururken, bir oltaya ki… O bilinmez gücü bulabilmek için takıldım sonunda. Beklentilerimizin yaralayan kaçmalıydım bu ormandan ama ne acıdır ki oltası bu. Beklentilerimizin yaralayan içgüdüsel ya da karanlık bir yanım da bana oltasındayız hepimiz. İzin yok ki bize, kaçmamam gerektiğini söyleyip duruyordu. ruhumuzu bırakalım akıntısına derin Çıktım ağacımın kovuğundan ama bir yanım suların…Bir oh çekelim derinden, bu hep orada kaldı. Burası nihayetsiz takibi bitirelim öyle büyük bir ormandı ki izin vermezler ki. kayboldum sonunda. Anladım ki hiçbir boyutta ‘’Bir şeyler yarım bu Kayboldum ben orada. Bir yok o ‘‘berraklık’’. Ya şeyler arıyordum hep ama doğru bildiğimiz kompozisyonda. neyi? Gerçeği mi? Hangi doğrularla yaşamaya Havanın içinde bir gerçekliği. Benim gerçek ya devam edecek ve ormanda da doğru dediklerim, bu kaybolacağız ya da ağırlık var akıp ormanın gerçeklikleri, bu görebilmek için gitmiyor bugün ormanın doğruları. Ne berraklığı; derin sularda zaman ki sorularımı boğulacağız. Allah’ım bu hayat.’’ biriktirdiğim, nasıl bir çıkmaz böyle! kargaşalarımın merkezi Bir filmi başa sarıyorum beynimde bulanıklık yeniden Unutmak azalıyor, ne zaman istiyorum tüm bunları. berraklaşmaya başlıyor işte o zaman ormanın Bıraktım arayışı artık siyah beyaz bakıyorum doğruları, beni yüz üstü bırakıyor. Zihnimizin hayata. Siyah beyaz bir hayatta yeşilin, en berrak olduğu an doğru bildiğimiz doğrular mavinin ya da kırmızının önemi yok ki. ardına bakmadan kaçıyor. O berraklığı hangi Vazgeçebilir misin bu renklerden? Tercih derin sularda bulabilirdim acaba? edebilir misin her şeyini siyah beyaz bir filme? O bilinmez güç acımış olacak ki halime bir Işıklar çözülüyor gözlerinden, savruluyor aralık kapı bırakmış. Ormanın içinde kumsala çevreye. Heyecanla izliyorum seni bu eski giden bir yol vardı. Hep bildiğim bir yoldu sahnede. Nerede gözlerimin ışıltısı? Artık burası. Altın bir kumsala çıkardı. ‘‘Evet! ‘’ gözlerim Tevfik Fikret Sokağının Cuma günü dedim içimden. Evet bu kumsalın birleştiği akşam yedi tablosunun donukluğunda. Artık denizde bulacaktım berraklığı. siyah beyaz gördüğümden ışığını alamıyorum, Var gücümle koştum. Koştum ve koştum. çözemiyorum bu gizi teninden. Şimdiye kadar göremediğim, anlamını Affet beni, kızma bana lütfen. Artık çözemediğim o yol ulaştırdı beni buraya. Şimdi koşmuyorum, duruyorum olduğum yerde. ayaklarımın altında yakıcı kumu Kayboldum çünkü ben bu karanlık ormanda. hissediyorum. Deniz kestanelerinden korkarım Derin sularda boğulmak vardı ama daha ama şimdi korkmak zamanı değil. O tuzlu su kendimi bulamıyorken seni nasıl bulayım, sana kaçmalı burnuma. Çünkü her şeye değer bu nasıl ulaşır ellerim ? Benden önce sen bulabilir doyum ve sonsuz bilgi. misin beni? En derinlere daldım. Suyun içinden baktım Eğer görünmez parmaklıkları görmezden dünyaya. Ama her şey bulanık. Nerede bu gelemezsen, ağacının kovuğu seni boğmaya berraklık? Bu nasıl bir deniz böyle sevgili başlarsa, bekliyor olacağım seni düşler bilinmez güç. Hani nerede… hapishanesinde.
‘’Bİ MUHABBET’’ EFE NAZIM ARSLANÇELİK SELÇUK ÖZEL
SELÇUK: Biz kendimize değer vermiyoruz Nazım. Eş dost ortamı olsun arkadaş ortamı olsun yaptığımız işlerle övgü ile bahsediliyor. Bunun bilincinde miyiz?
EFE NAZIM: Ne
öyle. Kişisel olarak kendi değerimin farkındayım. Fakat bu değer toplum nezdinde bir başarıya ulaşmıyorsa hiçbir şey ifade etmiyor.
SELÇUK: Kendimize değer
vermiyoruz. Olayları çok ‘’Sanatçı sanatı yapabiliriz ki? Fazla basitleştiriyoruz. Başarı kendini büyütmek, büyük toplum tarafından onay basitleştirdikçe görmek zarar verir diye aldığında başarı gerçek sanata düşünüyorum. Mütevazi ispatlanmış olur bu yüzden olmak daha yararlı değer görür çok iyi bir eser ulaşır. Abartı olduğundan değil ispat SELÇUK: Fazla sanatı öldürür’’ edilmiş olmasından dolayı mütevaziyiz. başarı verilir. Nobel edebiyat ödülünü alan bir EFE NAZIM: Mütevazi edebiyatçı iyi bir eser olmasak ne değişecek? verdiği anlamına gelmez. Ama ispat, başarı SELÇUK: Şeyden bahsetmiyorum. İnsanlara ya eşittir. kasıntı olmaktan değil. EFE NAZIM: Ben olayları kişileri EFE NAZIM: Her insan kendini diğer basitleştiriyorum. Önemsemiyorum. Ama insanlardan ama zeka ama para ama güzellik bence sanatçı sanatı basitleştirdikçe gerçek olarak diğerlerinden üstün görebilir. İnsanın sanata ulaşır. Abartı sanatı öldürü içgüdüsünde üstün görme duygusu mevcuttur. Bak hayvanlara hepsinin birbirinden üstün özellikleri var insanlarında
‘’Bİ KİTAP’’
‘’Kadınlar hep olmadık zamanlarda gitmeyi severler.Babaannem öldüğünde daha Ettehiyatü'yü tam ezberleyememiştim mesela.'' "Çaresiz erkek, sevildiği zaman umurunda bile olmayan ne çok ayrıntıyı hatırlıyor vakit terk edilmeyi vurunca, o ayrıntılardan kurmaya çalışıyor geri dönüşünü kadının. Oluyor mu? Olmuyor.." "İçime bir ad koysam Leyla derim, öyle güzelim"
EN YAKINIM YAĞMUR ERDEN
G
ünler geçiyor ve büyüyoruz.
Büyümek ne değişik. Hem güzel hem tedirgin edici. Ama gerçek bir şey. Büyüdükçe gerçekleri görmeyiz. Gerçekleri gördükçe büyürüz. En yakınımızdan başlarız mesela. En yakınımızdakilerin gerçekliğini görür ve daha da büyürüz.
Büyüdükçe en yakınımı insanlar dışında başka şeyler aldı. Mesela gün geliyor en yakın arkadaşınız bir kitap oluyor. O anlatıyor siz dinliyorsunuz. Fikir alıyorsunuz. Hayal kuruyorsunuz. Yalnız da bırakmıyor siz istediğiniz her an yanınızda. Bir kitap karakterine aşık olmanın tadı hep bir başka. O da sizi dinler. Üstelik hiçbir kötülüğü yok. Zararı yok size. Üzmez sizi.
Zaman geçiyor en özeliniz bir günlük oluyor. Hayatınız iki sayfaya sıkışıyor. En
güzel dinleyicilerden birisi. Üstelik ona anlattığınız anlar bir başka sayfaya geçmiyor. Çıkmıyor oradan. Kalıyor. Siz anlattıkça anlatıyorsunuz. Döktükçe döküyorsunuz içinizi. Zaman biraz daha geçiyor. Müzik oluyor en yakın arkadaşınız. Onunla coşup onunla ağlıyorsunuz. Beraber geziyorsunuz. Zaman hızlanıyor. Bir tenis duvarı oluyor mesela yakın arkadaşınız. Oyunu duvarla oynuyorsunuz. Sen nasıl atarsan öyle cevap veriyor sana.
Hepsinin en güzel özelliği hiçbir kötülüğü olmaması. Ne zararı verebilir ki o mis gibi kokan kitap sayfası. Ya günlük? Sır gibi sırdaş. Birçok arkadaşım oluyor. Sayısızca kitap. Yazılmayı bekleyen boş sayfalar. İçinin dışa vurma sanatıdır müzik. Kulaklık sallanıyor bir masadan aşağıya, seni çağırıyor. Artık içimi bir dost değil bir bardak çay ısıtıyor. En güzeli böyle. En yakınım böyle.
SOKAK LAMBASI BETÜL SENA UYGUN
S
aat 05.39 ve ben sana anneannemin
balkonundan yazıyorum. Hani şu bi tarafı ana yola bakan diğer tarafı meyve ağaçlarıyla kaplı olan. Saat 05.41 ve ben sana hayatımın en zor günlerinden yazıyorum. İçtiğim her yudum suyun gözyaşı olduğu günlerden. Jandarma arabasındaki küçücük pencereden dışarı bakmaya çalışan mahkumun hüznünden yazıyorum. Kalbimin en kırık parçasından ve sabrımın son damlasından. Aslında ben sana senin duymadığın kuş cıvıltılarından yazıyorum. İçimde coşup coşup sönen volkanlardan. Bir o yana bir bu yana koşan Hacer ana telaşından yazıyorum. Büzülen tüm dudaklardan, titreyen tüm çenelerden, sızlayan tüm burunlardan. Ceryandan üşütüp ağrıyan tüm karınlardan, yemek masasına konan o fazla bir tabaktan ve otobüsten inip etrafına bakınan yalnızlıklardan. Saat 05.51 ve Mona Lisa'nın gülümsediğini de hiç görmedim ben. Dedim ya Van Gogh olsa diğer kulağını da keserdi. Bense boynum ve bacaklarım
arasındaki koca yerden şikayetçiyim. Ne yazık ki Vincent kadar cesur da değilim. Saat 05.55 uyuyamıyorum. Sokak lambalarını da sevmiyorum ama yeşil kapşonuna sıkı sıkı sarılıyorum. Tek derdi 21 vitesli bisiklet olan çocuklara özeniyorum. Bir bardaktan on çocuğun içtiği o suyun tadını özlüyorum. Mahalle maçlarını, bisiklet turlarını, dut ağaçlarını.. Saat 06.03
‘’Bir bardaktan on çocuğun içtiği o suyun tadını özlüyorum.’’
Gün An ’ı BARIŞ DOLAN (Bugün – Sabah)
B
u sabah da ölmedim ya da akşam
doğru belki. Midemde yine kelebekler. Öğlen hiç gelmedi uzun zamandır da böyle. Arada bir mektup alırdım onlar da kesildi. Postacı öğlenleri gelirdi. Kargocular akşamı bekliyor. Ya da ben ters yerdeyim. Sona bırakılıyor. Günlük tutmak annemden kaldı bana yaşadıklarını unutuyor diye yazmaya başlamıştı yıllar evvel. Ben de onun
mı demeli. Saat 9’a 20 var Haziran başları hep böyle yerine yazardım zaman bunaltıcı gelir bana. zaman. Şimdi ise beni Yalnız, alkolik bir baş ‘’Kalem tutan ellerim tanımıyor. belasının ne kadar ardımdan bağlı mızmızlanmaya hakkı Hafta sonu yanına Bu gömleklerin neden varsa o kadar gideceğim yine beş cebi yok mızmızlanıp kalktım mendil bir zeytin yataktan. Terliklerim kolonyası. Her hafta Hasta bakıcı geldi bıraktığım yerde. bekler bunları. kapatmam lazım Alkoliğin teki olsam da Mendiller kırmızı, mavi, gözlerimi’’ her gece pijamalarımı yeşil çizgili bilen bilir o giyer öyle uyurum. kumaş mendillerden. Pantolonumu her zaman Bayramlarda filan da katlanmış buluyorum sabahları bunu ben verirlerdi. Kimi zaman kardeşi, kimi yapıyorum her halde geceleri. Ve zaman eski bir sevgilisi, kimi zaman da fanilamı değiştirmeden de edemem. Bu babam olurum onun için. Hiç sormadı sabah da diğer sabahlar gibi bir demlik benim kadın yakınım yok mu diye… çay ile başlıyorum güne “çay edebiyatını Bugün neden bu kadar bilgi verdim ki da hiç sevmem” biline… durduk yere. Bilmenizi isterim her sabah demliği Çay bitti bugün, yola çıkmam gerek. Hoş bitirene kadar günlük yazıyorum. Bazı kal… zamanlar günlük daha erken bitiyor ama. (Bugün - Sabah Sonu) Bugün dükkâna bir koli gelecek akşama
(Bugün - Sabah Sonu) Dükkâna vardığımda da yazarım günlüğe. Ev de ayrı burada ayrı. Babadan yadigâr burası bana ev de öyle. Bense ihtiyacım olduğu kadar kazanıyorum. İnsanların kurtulmak istedikleri, kaçtıkları anıları topluyorum Bugün de öyle günlerden biri İrfan’da bir koli varmış tam senlik dedi hayta. Çoktandır ismimi de yazmıyorum buralara ben İskender. Gelen giden pek olmaz sabahları öğlen yaklaştı. Yemek filan da yemem öğlenleri. Arka taraftaki divana uzanırım sadece. İyi de gelir. (Bugün – Akşam) Eve erken geldim. Kargocu uyandırdı. Amma uyumuşum. Bayağı da rüya gördüm ama şimdi yazamam. Koliyi kaptım eve geldim. Zaten akşam yakındı… Satırlarımı kısa tutacağım çünkü meraktayım. Birkaç kitap vardı 7,8 defter ve fotoğraflar var hayli. Bazı zamanlar kendimi hırsız gibi hissediyorum. İnsanların anılarını çalmış, sessizce içlerine sızmış gibi. Defterlerin birinin arasından düştü demin bu şiir. Yazmadan edemem. Sabah görüşürüz… Hoş kal.
76 “ İST. Erenköy “ Yıllar ne kadar da acı Zaman mı desem yoksa Kalem tutan ellerim ardımdan bağlı Bu gömleklerin neden cebi yok Hasta bakıcı geldi kapatmam lazım Gözlerimi. “
FERHAT KONAŞ - SAÇMA
ŞİİR Gök mavi, çim yeşil, su ıslak… Anlıyorum. Sustuğumda canımı acıtan bir şeyler var. Paslı tenekenin içine damlayan can suyu. Kırmızıya olan düşkünlüğüm. Tanrının kıskanç rüzgarına dans eden mum ışığı. Güzelliğiyle cahilliğini kamufle eden orospu. Bir tilki boyu kurnazlık. Geceyi sekiz tane yıldız süslüyor Sen, ben ve diğerleri. Ölüler, nehirler boyu taşınır. Üçayaklı sandalye dengesi. Uzun bir yol kenarı. Kargaların eğlenceli şarkıları. Gözümde bir kürek mahkumu uyku. Dağların ardı sütliman. Uyumalıyım, boğazını sıkarak horultunun. Karanlık için geçerli korkularım var. Duvarlarında süs kabakları yalnızlığın.
Sormalıyım her nefesimde çoğalarak.
Körebe oynayan toplum.
Kaynayan suda istakoz acısı.
İddia uzmanı lise öğrencisi.
Dilime dolanan yalanlar.
Gülümseten kurnazlık.
Değişik suretlerle uyanan yabancı.
Şaşırmamız gereken haber başlıkları.
Orgazm sonrası pişmanlık.
İçmemiz gereken su.
Sence de çelişmiyor muyuz.
Yememiz gereken yemek.
Kaybetmek gibi tadı ilk yumruğun.
Sıçmamız gereken tuvalet.
Bir duble daha eski dostum.
ve uyanmak bilmeyen Tanrı.
Hesabı kim ödeyecek kaygısı. Küçük bir hikaye. Bir kadın bin adama karşı. Eli sikin de bir kültür. Götün de bir parça bezle, moda. Sizi gidi çelimsiz tanrı parçaları, Gösterişinizi, görmezden geldim sanmayın. Silikonlu göğüslerden süt bekleyen bebekler. Acıya doğurgan tanrı. Işığı kapatan günahkar el. Kişisel olarak gelişmek. Açlıktan ölen çocuklar için daha çok israf. Makinelerin, yönettiği sürü.
UYKU DİNÇER YURTTAŞ
yedi kollu bir in içinde, damarları irin içinde saklıyorum sırılsıklam ter içinde, albasanlar, karabasanlar ve endişelerim
Demir nasıl erirse bir dağın içinde uyku da öyle eritir zamanı,
yitirmekten korktuğum ne varsa onları sayıklıyorum.
çaresiz bir mühürle kapatıyorum göz kapaklarımı…
varlığı kimi şeylerin, kiminin de yokluğu köpekleştiriyor insanı .
Oysa direniyordu içimde, kendi kendini zikreden bir korku
bir kentte kayboldum, bütün sokakları birbirine benziyordu ,
tanıdık şeyler tekrarlandıkça nasıl da köpekleştiriyor insanı.
bütün merdivenleri yorgun bir akşamüstüne bıraktı beni
ansızın sabah olur diye kıvrıldım, işte böyle bir karanlığa
dokunsa diriltebilmek tüm cansız bedenleri
sen yanı başımda bir bize döndün; bu, ödünç alınmış bir düştü. durmadan çoğaltıyordu kendini sana ait kelimeler
uyku, bir katilin tüm cinayetlerinde umduğu buydu … “keyf” sanıyor çoğu insan, oysa ashab-ı kehf ehliyiz bir ine sığınmışız, bir rahim ağzı gibi dar;
sen yanı başıma kıvrıldın, uyku bir içe dönüş’tü.
birine sığınmışız, anne olmuş bizim sürgünümüzle…
bırakır yere ağaç yük olursa meyvesini, rüzgara soyunur çiçekler
bir kentte buldum, ne zaman yüzüne baksam gözlerinde ben
insan terk edemiyor, bir atın yelesine sarılır gibi kucakladı mı bir düşü
uyusam zaman duracaktı ya da bir rüzgardan arta kalacaktı
Düşme korkusu belki bu, dört nala geçiliyor kimi asırlar.
korkuların beni kıskıvrak yakaladığı bir sokaktı
uyku, vakitsiz tutkuların giysisi; aklımdaki örtüyü nasıl da soyunuyorum ;
sana söylemek istediklerimi kendime tekrarlıyorum
senin içinde saklıyorum ben günahlarımı, bir dağ örtmez onları
tereddütler nasıl da köpekleştiriyor insanı…
ŞEBNEM IŞIKSAL (ÇİÇEK) Uyku, tek yolu kendini bağışlamanın
Cem’in cevabını beklemeden kapattı telefonu. Çiçek tam bir cümle bile kurmamıştı. Acaba Cem anlar mıydı? “Yarın beşte, Dostun önünde.” “Aptalsın,” dedi anlamazsa?”
kendi
kendine.
“Ya
Ya da en üzücü seçenek… Ya anlamak istemezse? Tekrar yayına bağlanamazdı, yarın saat beşi beklemek zorundaydı. Gelecekti ya da gelmeyecekti. Anlayacaktı ya da anlamak istemeyecekti. Bu zamana kadar bağlandığı bütün yayınlar, kurdukları –ya da kurduklarını sandıkları- gönül bağlarının önemi ve anlamı yarına bağlıydı. Çiçek düşünmeye başladı. Birinci seçenek: Gelecek. Gelirse ne tepki vermeliydi? Sarılmalı mıydı yoksa elini mi sıkmalıydı? Cem’in sesinden çok, vücut bulmuş şekli karşısındaydı. Ne yapardı?
dedim? Keşke söyleseydim.”
İkinci seçenek: Gelmeyecek. Peki ya gelmezse, kalbi düşündüğü kadar kırılır mıydı? Yoksa “Zaten gelmeyecekti” diyerek içinde beslediği umutları yakıp kül mü ederdi?
Balkona çıktı. Hava berrak bir deniz gibi dupduru ve güzel. Hava temizdi. Ciğerlerine doldurdu temiz havayı ve Dosta yürüyerek gitmeye karar verdi.
“Neden o iki gencin yaşadığı gibi bir şey yaşamayayım?” diye düşünerek gözlerini kapattı. Akşamın serinliği onu ürpertti ve pikesini üzerine çekti.
“Cebeciden Kızılay’a yürümek…” diye geçirdi içinden. Yavaş adımlarla ilerledi hedefine. Kurtuluş Parkının yanından değil içinden yürüdü. Paten kayan, bisiklet süren çocukları izledi. Güvercinlere yem verdi. Karanfilin merdivenlerini yavaşça çıktı. Bugünün her anını aklına kazımak istiyordu. Yavaşça Dosta yaklaştı ve işte oradaydı Cem. Herkes gibi o da birini beklerken sigara içiyordu Dostun önünde.
* Ertesi sabah çok erken uyandı Çiçek. Adam akıllı da uyuyamamıştı zaten. Heyecandan mı, stresten mi bilinmez, bu sabah hiçbir şey istemedi canı. Sadece bir kahveyle yetindi. Tekrar düşünmeye başladı. “Neden saat beşte
daha
erken
bir
saat
EFE NAZIM ARSLANÇELİK (CEM)
içlerine baktılar birkaç saniye kadar. Sonra yürümeye başladılar nereye gideceklerini bilmeden
cadde boyunca yürüdüler, onlar yürürken birkaç kadın tacize uğradı, birkaç sokak müziği yapan genç çocuklar zabıtalarca yürürlükten kaldırıldı. ‘’birkaç diye diye kaç birkaç dan geçtik.’’ Dedi Cem. Haklısın ama düzenimiz bozuk der gibi baktı Çiçek. Devam ettiler yürümeye, ilk buluşmanın özrü olurdu. Yanlış bir şey yapmamak için Cem pek fazla konuşmadı. Çiçekse durmadan askılı elbisesinin omzundan düşen askısını düzelterek vakit kaybediyordu. Cem, bu durumdan şikayetçi değildi. Çiçeğin
S
igarasını içerken, bir gözü ile saatini kontrol etti.
Çiçeği beklerken geçen zamanda kaç sigara içtiğinin hesabını yapmaya çalıştı. Matematiği zayıftı. Hayatın, denklemleri karşısında hiçbir matematik bir boka yaramaz diye geçirdi içinden, caddenin ortasında duran büyük saate baktı döndü birde kendi saatine baktı. İki saatin arasında üç dakika fark vardı. Acaba dedi Çiçeğin saati kaç? Derken Çiçek uzaktan belirdi. Çok mantıklı bir kadın olduğu üzerine giydiği çiçek desenli kıyafetten belliydi. İlk defa göreceklerdi birbirlerini, bu zamana kadar sadece sesleriyle nüfus etmişlerdi bedenlerine şimdiyse varlığında çiçek açan bir kadının karşısında ya su olacaktı ya da diken, kaderin cilvesi Cem’i her zaman teğet geçtiğinden o kendini en kötü olasılığa hazırladı. Çiçek, Cem’e doğru yaklaşırken hafif tedirgindi. Dilek çeken tavşan gibi kaygılı bakıyordu. ‘’Merhaba Çiçek ben..’’ dedi. Cem, elini uzattı. Gözlerinin
omuzlarına bakmak hoşuna gitmişti. Caddenin sonuna doğru geldiklerinde başka bir son arar gibi birbirlerine baktılar, Cem ‘’Kuğuluya gidelim, belki bir kuş uçar bir çocuk uçurtma uçurur biz bir bankta oturur tüm bunları izlerken fenalaşırız.’’ Dedi. Çiçek önce omzundan düşen elbise askısını düzeltti sonra gülümseyerek ‘’Hadi.’’ Dedi. Parka kadar pek konuşmadılar ikisi de hayatın keder verici yönünde daha eğitimliydiler. ‘’Derin yaralar derin suskunluklar doğurur.’’ Dedi Cem. İyi bir laf etmiş olacak ki Çiçek Cem’in yanağına bir öpücük kondurdu. Boş buldukları ilk banka oturarak kendi geçmişlerini, geleceklerini kuğuların telaşsızca yüzdüğü suyun berraklığına benzettiler. Çiçek sessizce dudaklarını hareket ettirdi kendi kendine sesli konuşur gibiydi. ‘’ Neden o iki gencin yaşadığı gibi bir şey yaşamayayım. ?’’Dedi. Cem, Çiçeğe doğru dönüp omzundan düşen elbise askısını düzeltip güldü. ‘’Neden bir radyo programından daha fazlası olmayalım ki? ‘’Dedi içinden. Kuğuların sessiz çığlıkları tüm parkı sessiz bir akşam üstü telaşına bırakarak ilerledi. Günün sonu geldiğinde Cem caddenin soluna Çiçekse sağına doğru ayrıldılar. Cem, arkasını dönüp dönüp Çiçeğe baktı. Çiçekte aynı şekilde Cem’e baktı. Çizgi olup kaybolana kadar birbirlerine bakıp Ankara’nın gri kaldırımlarını tavaf ettiler..
HAKKINDA GENEL YAYIN YÖNETMENİ – DİZGİ TASARIM Efe Nazım Arslançelik
KAPAK GÖRSELİ EMİNE TUĞYAN @cizikkafa
YAZARLAR Dinçer Yurttaş Efe Nazım Arslançelik Ferhat Konaş Özgür Erdem Şebnem Işıksal Betül Sena Uygun Dilan Güneş Yağmur Erden Sultan Gülsün Barış Dolan
İMTİYAZ SAHİBİ EFE NAZIM ARSLANÇELİK TÜM İÇERİĞİN HAKLARI SAKLIDIR İZİNSİZ KULLANILAMAZ.
© TEMMUZ 2017