YAKTIN BENİ BUKOWSKİ DİNÇER YURTTAŞ
B
ukowski okumaya erken başladım; erken
derken porno dergileriyle tanıştığım çağı kastediyorum. Hakkında çok şey bilmediğim ama kitaplarını çok sık okuduğum bu adam bir öyküsüyle benim bütün kadın - erkek ilişkilerimi belirlemişti o zamanlar. Hadi sizden sır çıkmaz o öyküyü de söyleyeyim “6 Inc” yani 15 cm. “ Kasabanın En Güzel Kızı” isimli kitaptan bir öyküydü. Güzel ve çekici bir kadına karşı hissettiği cinsel arzular nedeniyle bir erkeğin tüm karakterini kaybetmesi ve sonunda 6 inc (yani 15 cm) boyutunda bir insan olarak kadının vajinasına girip çıkan bir aparat haline gelmesini anlatıyordu. Cinsel hazlarının doruğunda bir ergen olarak kadınlara –özellikle de güzel ve çekici kadınlara- karşı korkak ve sinik olmamın nedenleri arasında bu öyküyü sayıyordum. Daha da kötüsü, bu dehşete düşüren öykünün üstüne Schopenhauer’un eline düşmem olmuştu. Schopenhauer’a göre aşk insanın gelecekteki varlığını sürdürme
isteğiydi. Birini bir kez daha görmek için bilinçli ve çok yoğun bir istek duyduğumuzda bunun nedeni, bilinçdışında bir gücün bizi üremeye ve bir sonraki kuşağı yaratmaya doğru itmesiydi. O yaş için denklem kabaca şöyleydi : Aşık olmak üreme isteğiydi, üreme isteği cinsel dürtü, cinsel dürtü kullanışlı erkek üretiyordu; o zaman aşık olma, karakterini koru, güzel kadınlardan da uzak dur. Nasıl olacaktı peki bu… Tabi ki platonik aşklar ve mastürbasyon… Bukowski’yi ciddiye almanın faturasını ödediğim yetmiyormuş gibi yıllar sonra bu trajik durumu komedi haline sokacak bir Bukowski söyleşisi okudum. Şöyle diyordu Bukowski söyleşisinde :”… zaman zaman kadınları aşağıladığım doğru, ama erkekleri de aşağılıyorum. Hatta herkesten çok kendimi aşağılarım. Birinin aşağılanmayı hak ettiğini düşünüyorsam aşağılarım -erkek, kadın, çocuk, köpek, fark etmez. Kadınlar fazla hassas, ayrımcılığa maruz kaldıklarını sanıyorlar. Onların sorunu da bu. Bazı erkekler kadınlarla ilişki yürütmekte başarılıdırlar. Ben hiç beceremedim.” Bukowski bunağı kendisinin
beceremediği hastalıklı ilişki ve ruh halini bize (en azından bana ) bulaştırmıştı. Adil olanı bu söyleşiyi kitaptan önce okumamdı ve bu ayyaş bunağı ciddiye almamamdı. Olmadı. Kadın erkek arasında anlattığı şeyleri ne kadar gerçek diye sunsa da; varolanın gerçek olmadığını ve gerçekliğin de değiştirilmesi gerektiğini bilen biri olarak bu yaşlı bunağa “Defol lan sapık hergele!” demek istiyorum. “kadınlar şikayet etme makineleridir.” “kadınlar ayrımcılığa maruz kaldıklarını sanıyorlar” gibi cümleler bu dünyanın gerçeği de değil, düşlediğimiz bir gelecek de değil. Öyküleri konusunda kötü deneyimlerim olan Bukowski’nin şiirine ise diyecek yoktur. Bu “hergele” şiiri sanatların en sahtesi olarak ilan eder; şiirin sorunu yapmacık, yalancı ve sahte olmasıdır ona göre. “İlkokulun bahçesindeyken “şair” ya da “şiir” sözcüğü telaffuz edildiğinde bütün çocuklar gülüp alay ederlerdi. Şimdi anlıyorum nedenini, çünkü sahte bir üründür şiir. Yüzyıllardır sahte, züppe ve kökleşmiş. Aşırı-hassas. Aşırı-değerli. Çöp yığını bana sorarsan. Yüzyıllardır şiir niyetine çöp üretiliyor. Sahtekarlık, kalpazanlık…. Benim yapmaya çalıştığım, hayatın fabrika işçisi boyutunu edebiyata katmaktır… işten eve döndüğünde dırdır eden karısı. Sıradan insanın gündelik gerçekliği… yüzyılların şiirinde pek söz edilmeyen bir şey. Yüzyılların şiirinin bok olduğunu söylediğim kayıtlara geçsin. Utanç verici.” Geçmişin seçkini tavrını yerin dibine sokan bu anlayışa sağından solundan katılmamak da elde değil üstelik. Kural tanımaz ve düzen tutmaz şairin dili de kendi sokağıyla birdir. Kendi dediği gibi makinalı tüfek gibi yazar; yaralar, öldürür. Konformist düzeninizi sorgular ve
yaşamınızın şekere bulanmış bir çöp yığını olduğunu size gösterir. Büyük kinlerin adamı olan Bukowski’nin insanları pek sevdiği söylenemez. Epey de bencildir. Bunu da insanlardan öğrenmiştir elbet. Kötülük başkalarından öğrenilir. Durumu yazarken çıplaklık ve çirkeflikle aslında “ben sizin eserinizim, bakın ona lan; iyi bakın “diyerek sizi utandırmaya çalışan bu yazarın saygınlığı da bu büyük ve kırık aynayı bize tutmasıdır. “Dünyanın asıl sorunu, akıllı insanlar şüphe duyarken aptalların son derece kendinden emin olabilmesidir.” diye aforizmalar da doğuran Bukowski’yi bir duygudaşlık içinde değil de kendimize yarattığımız o kusursuz dünyanın gözümüzü kapadığımız büyük çöplüğünü görmek ister gibi okumalıyız. Yaşam tarzımızın insan türü için bir suç, asıl dünyanın da böyle olmaması gerektiğini bilerek.
‘’Abdullah Demirkubuz’’ SüKUNET VE GÖLGEM
Sokak lambalarıdır aslında vicdanımız, gecenin dilsiz, sağır ve kör saatinde. Zamanın hayali düşer yalnız ve geçmiş gölgelerimiz üzerine, bir sese irkilen ruhumuz mekansız açan çiçek şimdi, kimse bilmez bakışlardan uzak . Issız yolların sahibidir zavallı hallerimiz, iç çekmelerimiz akıntılarda kaybolan benliğimize yapıştırılan fotoğraflar, kaybetmişliğimiz silüeti dolar sızan
içimize, ardın sıra korku odalarında ıslah olan anlaşılmaz mısralarda bulur kendini. Ben iç geçirmelerde iken sükunete sığınan gölgem çatık kaşları ile kapılarda acımaklı ve en donuk gözler ile bakar.. Beni bir bu anlar derken. sükunetimin temsili rolü gölge adımlarımın arkasından toplar dağınıklığımı. Aydınlık, göz kırpar mat uyanışında içinde sonsuz kimlikler ile çığlıkları biriktiren gecenin endamı son bulur.. Avuçlarımızda ki ışıltılardan kimsesiz bir mısranın bağlamsız sözcükleri terkedilmiş şimdi gece.. Ah sükun gölgem bırak peşimi yalnız kalsın izler...
PAPA RECEP EFE NAZIM ARSLANÇELİK beni kurtaracak tek şey bir uğraştı. İş ilanlarına bakayım diye düşündüm. Papa Recebin bakkalından dünün gazetelerini istedim. ‘’Ne er sabah yaşadıklarımı tekrar ederek yapacaksın Rıfat eski bunlar’’ dedi. Fark etmez abi yeni gazetelerde hep aynı şeyi söylüyor. Diye uyanıyordum. Mesela geçen hafta Sultan cevap verirken eski gazetelerin ilan sayfalarını öğretmen öldü. Bugün kim ölecek acaba? Diye kurcalamaya başladım. En az iki yıl tecrübe düşündüm. Bunu düşünürken Konyaaltı sahilinde sahibi olunması gerekliymiş. Sinirlendim. bırakmıştım çocukluğumu, Tecrübenin Allah’ı var yaz mevsiminin merhaba bende diye bağırdım. Bütün dercesine gülümsediği gazetelere tek tek baktım. kavurucu sıcağın altında Bana uygun bir iş yoktu. ‘’Zahide abla ağladı. kavrulurken, ellerim sürekli Verecekleri boktan işleri, terliyordu. İsterdim ki Ben sustum. sanki dünyanın en mühim ellerim başka birinin avuç işi en kritik işi gibi satmaya Sustukça etim acıdı. içlerine karışırken terlesin. çalışmaları beni deli Ne istediysem olmadı. Kemiklerim battı. etmişti. O kadar delirdim ki Allah’ım dedim babamdan İçime içime bütün gazeteleri teneke al anneme ver yaşat onu zeytin kutusunun içine atıp kanadım…’’ dedim. Allah’a ilk el yaktım. O kadar açışımdı bu, ellerim kırıldı. keyiflenmiştim ki keyif Babam yaşadı daha çok verici madde olup yandım. yaşadı inadına yaşadı. Bana Papa Recep, dükkanın karşı durmak için yaşadı. O önünde yükselen dumanları yaşadıkça ben öldüm. Uzun yürüyüşler derin görünce panikleyip dışarı çıktı. ‘’Ulan piç Rıfat düşünceler getirir. Yürüdükçe düşünceler salkım dükkanı yakacaksın puşt’’ dedi öfkeli sesiyle ve salkım toprağa uzandı. Yanlış yıkanmış bir ekledi ‘’Bir dünya mal aldım daha taksitlerini çamaşır gibi sürekli kendime doğru çekiliyordum. ödüyorum.’’ Dedi ve içeriden bir kova su ile Martılar, balıkçı ağlarının etrafında daire çizerken yanıma geldi. Ateşi bir güzel söndürdü. Yetmedi. ben kendi eksenim etrafında bile dönemeyecek İçindeki kağıtları çıkarıp tek tek un ufak etti. Öyle haldeydim. ‘’Halin hal değil Rıfat’’ dedim korktu ki dükkanın yanacağından, teneke zeytin içimden. Bugün okula gitmek istemiyordum. yağ kutusun da yakmaya çalıştığım gazete Bildiğim tek yol okul yolu olduğu için okula parçalarını iki mahalle ötedeki çöpe attı. doğru istemsizce yürüyor, yürüdükçe kendimi bir Enteresan adamdı Papa Recep, satılıp şeye adamalıyım diye düşünüyordum. Bu hayatta satılmayacağı belli olmayan malları taksitlere
H
böldürüyor sonrada satılmasını bekleyerek ömrünü tüketiyordu. Geceleri, bakalı kapattıktan sonra çocuğunu kaybetmiş bir babanın feryadı ile tezgahın arkasına geçip gizli gizli son kullanma tarihi geçen ürünlere ağlıyordu. Daha fazla kimseyi üzmeden koşmaya başladım. Koşa bildiğim kadar uzağa koştum. Nefes nefese kalmıştım. Caminin birine daldım. Abdest alan amcaların arasından sıyrılıp, musluğu sonuna kadar açtım. Ağzımı dayadım. Kana kana içtim, sanki daha önce hiç su içmemiş gibiydim. Cemaat şaşkın gözlerle beni izliyordu. Öyle harap ve bitap halde olmalıydım ki bana acıdılar. İçlerinden en erdemli duranı yanıma geldi. Kırış kırış olmuş yumuşak elleri ile saçımı okşadı. ‘’Aç mısın evladım?’’ dedi. Aç olmalıydım diye düşündüm. İki gündür doğru düzgün yemek yememiştim. Jelibon hariç. Başımı salladım erdemli duran adama, beni geniş bir avlunun içerisindeki küçük bir odaya aldılar. 10 dakika sonra 1.5 iskender geldi yanında kolada vardı. Kolayı içmeyeceğimi söyledim. ‘’Neden’’ diye sordu cemaat, ‘’Kolanın üzerinde Allah yoktur.’’ Yazıyor dedim. Şaşırdılar. İlk defa duymuş gibiydiler. Herkes birbirine dönüp söylediğimin doğru olup olmadığının cevabını suratlarında aradılar. Kimse bir şey bilmiyordu ama ortaya attığım bu söylem cemaati karıştırmaya yetmişti. Hemen imamın
yanına gittiler, imamların her şeyi bildiğini sanıyorlardı. ‘’Hoca efendi kolanın üzerinde Allah yoktur yazıyormuş doğru mu?’’ dedi cemaat. Hoca şaşkındı. Elindeki kitabı okuyor gibi yaparak geçiştirmek istedi. Cemaat sabırlıydı ve gidecek gibi değildiler. Hoca efendi yüksek bir ses ile ‘’Allahü Ekber’’ dedi. Duaları bahane etti. Bilmiyorum demek yerine geçiştirdi. Cemaat odadan çıkarken pek tatmin olmadı. İçlerinden en genç olanı internetten bakalım dedi. Aralarında konuşmaya başladılar. En erdemli olanı ‘’Haydi yürüyün internet kafeye’’ dedi. Tüm cemaat toplanıp en yakın internet kafeye gittiler, internet kafeci şaşkındı. Koca cemaat masa açtırmaya gelmişti. Kafedeki çocukların birinden yardım istediler. Çocuk bilgisayarın başına oturdu arkasını cemaate dayadı. Erdemli adam ‘’Kolanın üzerinde Allah yoktur yazıyormuş bak bakalım doğrumu?’’ dedi. Çocuk, küçük parmaklarını maraton koşan bir koşucunun azmi ile tuşlara bastı. ‘’Evet dedi böyle bir bilgi var teorisi de mevcut resimlere bakın’’ dedi çocuk. Cemaat şaşkındı. İçlerinden bağzıları ‘’Olur mu öyle şey’’ diye homurdandılar. Bazıları da ‘’Amerika’nın oyunu bu olabilir.’’ Dedi. Neye inanacakları konusunda kararsız kalarak çıktılar internet kafeden. Ben çoktan 1.5 iskenderimi yemiş ve çıkıp gitmiştim. ‘’Nereden nereye Rıfat’’ dedim
içimden. Okula doğru yürüyeceğim diye yola çıkıp kendimi iş ilanı ararken, gazeteleri yakarken, hızla koşarken girdiğim caminin avlusunda nasıl olup da bulmuştum. Yavaş yavaş ve geri geri yürümeye başladım. Karnım doyduğu zaman kafam pek çalışmıyordu. Açken daha yaratıcı olduğumu fark ederek geri geri yürümeye devam ettim. Papa Recebin bakkalının olduğu sokağa beş dakikalık yürüme mesafesiydim. İleride büyük bir kalabalık ellerinde sopalarla bakkalın olduğu sokağa doğru yöneldi. Merak edip hızla koşmaya başladım. Bakkalın sokağına gelmiştim. Sokaktan içeri girmedim. Öfkeli kalabalık ellerinde sopalarla Papa Recebin bakkalını darmaduman ettiler. Her şey biranda tuzla buz oldu. Papa Recep ağlayarak çıktı dışarı. ‘’Taa taa taksitleri bitmedi…’’ demeye çalışıyordu kırılan dişleri ve kanayan dudakları ile. Her zamanki gibi hiçbir şey yapmamıştım. Yaptığım en iyi şey olanı biteni izlemekti. Öfkeli kalabalık, ellerindeki sopaları sağa sola sallayarak giderken ‘’Bir daha kimse bu mahallede kola satmayacak.’’ Diye bağırdı. Birkaç hafta sonra Papa Recebin bakkalını kontrol etmeye geldim. Bakkal kapanmış yerine Bim açılmıştı. Ağmaya başladım. Cemaate söylediklerim yüzünden Papa Recebi dükkanından etmiştim. Öfkeliydim. Tüm gücümle camiye koştum. Hızlıca geçtim avludan Cemaat yoktu. Hoca efendinin odasına daldım. Elimdeki İsveç çakısını üzerine doğrulttum. ‘’Cemaatin bakkalı darmaduman etti. Neden engel olmadın, günah değil mi bu yaptıkları?’’ diye bağırdım. Hoca efendi pişkin pişkin sırıtarak ‘’O bakkal bize zorluk çıkartıyordu üç senedir orayı bim yapıp halkımızı ucuz ürünle buluşturmak istiyorduk. Recep bize dükkanı vermiyordu. Senin o gün verdiğin bilgi cemaati gaza getirdi. Onlarda
gidip bakkalı dağıttılar. Sayende üç senedir uğraştığımız yeri yarı fiyatına bize sattı Recep.’’ Dedi ve yine pişkin pişkin sırıttı. İsveç çakışını bacağına saplayıp kaçtım. Elimi ilk kez kana bulamıştım ve bu beni biraz olsun rahatlatmıştı. Papa Recebe ne olduğunu öğrenmek için evine gittim. Zile bastım uzun uzun, eşi Zahide abla açtı kapıyı ‘’Recep abi nerede?’’ dedim. Gözleri doldu bir iki damla yaş önlüğünün üzerine düştü. ‘’Yemek yapıyorum Rıfat soğandan soğandan..’’ dedi. İçeri geçtik o yemek yapmaya devam etti. Ben masaya oturdum. Arkası dönüktü. Tencerede soğanları kavururken ağlayarak anlatmaya başladı. ‘’Recebim dükkanı kaptırdıktan sonra dayanamadı Rıfat, tarihi geçmiş ürünleri yedi içti kendinden geçti. Zehirlenmiş öyle dediler. El ele yine çıkarız dedim. Beyaz kefeni ile çıktı…’’ Zahide abla ağladı. Ben sustum. Sustukça etim acıdı. Kemiklerim battı. İçime içime kanadım…
AMMA FİYAKALI EBRU BOZDEMİR Uyu çocuk... Mışıl mışıl uyu. Derdin tasan olmasın, Yaşın değil senin. Yaşa ! Hakkın senin elmalı şekerler, Üstüne süt dök gevreğinin. Süt parasını dert etme, Yaşın değil senin... Babamın parlak siyah, kalın pardösüsünü çekiştirirken gözlerimi renkli tükenmez kalemlerden alamıyordum. Hepsi renk renk, fiyat fiyat sıralanmıştı. Fiyatların hiçbirine göz gezdirmeme gerek yoktu. Bugün benim günümdü. İstediğim her şeyi alma lüksüne sahiptim. -Baba! Baba! Görüyor musun ? Bu kalemtıraşın kendi kendi çöp haznesi var. Bizim sınıfta tombul, iki teneffüste bir salamlı tost yiyen bir çocuk var. Hiç çöp kovasının oraya gitmiyor. Geçen gün merak edip kalemini nasıl açtığını sordum, o gösterdi bana. Kalemi açıyorsun ve çöpü içinde birikiyor ! Babası işten dönerken almış, sürpriz yapmış. Ha, ne dersin ? Amma fiyakalı! Babam beni dinlemiyordu. Kendisine ultra büyük ekran bir televizyon bakıyordu. Mest olmuş gibiydi. Mutluluğunu yüzünden anlayabiliyordum. Kolundan çekiştirdim tekrar. "Baba! Baba!" -Duydum oğlum. Al! Eline ne geçerse al!... Bizim şu üst katta oturan Süleyman...Geçen bu televizyondan almış. Hiç karıncalanmadan gösteriyormuş görüntüyü. Kahvede anlatıp durur... -Al baba al! Dilediğini al! dedim sevinçle. Gözlerimi parlak demirli raflara dizilmiş, okul defterlerinde gezdirdim. Çeşit çeşit, bazıları kabartma baskılı bazısı yaldızlı diğerleri
köşelerinde telleri olan defterlerdi. Hiç böyle defterlerim olmamıştı. Ama bizim sınıfta kullanan vardı, duruma aşinaydım. Onları da sepetin içine attım. Arka tarafıma döndüğümde kurşun kalemler sanki bana göz kırpıyordu. Hızlı adımlarla yürüdüm onlara. "Amma fiyakalı" diye geçirdim içimden. Uçlu kalemler, uçlar, silgiler ve kurşun kalemlerle dizili rafa bakarken kendimden geçiyordum. Kaliteli ve güzeldiler. Gözüme köşede asılı kırmızı kalemler ilişti. Yüreğim burkuldu, nefes alamayacak gibi oldum. Altışarlı, dışı parlak kırmızı ve başları yaldızlıydı. Gözlerimi onlardan alamıyordum. "Baba..." dedim bu sefer istemsizce, hüzünlü çıkan sesimle. -Bizim sınıfta bir kız var. Gülseren adı. Bir görsen! Yanakları al al olur konuşurken. Gözleri kocaman! Ela.. Bukle bukle saçları var. Hem de ışıl ışıl.. Hele bir de onları mavi kurdelayla bağlamaz mı... Masal kahramanlarına dönüşür. Onu dönünce puta dönerim, elim ayağım istemsizce dolanır birbirine... Geçen kalemini açmak için sınıfın köşesindeki çöp kutusuna giderken gördüm onu. Hemen yanına gittim. Biraz konuştuk. Bir anda Orçun ilişti yanımıza. Hani şu uzun boylu, basketbol oynayan çocuk var ya! Gözleri fır dönüyordu haylazlık yapmak için. Kahkahalarla güldü bana kalemimi görünce. "Bu küçük kalemle nasıl yazıyorsun yahu !" diye bağırdı. Gülseren dışında kimse duymamıştı ama tüm sınıf bizi dinliyor gibi utandım. Hemen oradan uzaklaştım. Hem Gülseren de ona katılıp güldü, bir görsen! Bir kalem bu kadar önemli mi baba? Kalemim küçük olsa da iş görür. Hem ben ellerimin acımasına da alıştım! Son cümlem ağzımdan adeta neşeli bir şekilde döküldü.
-Al oğlum, bol bol al! dedi babam buzdolaplarına bakarken. Sence annene almalı mıyız? diye sordu. -O kendine bakar, alır. Dert etme baba!
Uyan çocuk... Tatlı bir rüyadasın. Her şeyi elde edebilirsin, Hep böyle kal neşenle.
Zamanım kısıtlıydı, hemen ihtiyacım olan şeyleri almaya devam etmeliydim. "Ayakkabı!" diye bağırdı içimdeki ses sanki bana. Gıcır gıcır siyah bir ayakkabı ne güzel olurdu! Adımlarımı sıklaştırıp ayakkabı reyonuna doğru yöneldim. Tam ayakkabılara yaklaştığımda Duraksadım. Ayaklarım ileri gitmiyordu. Alışveriş merkezinin ışıkları gittikçe karardı, artık göremiyordum. İçim eziliyordu. "Ayakkabı almalıydım! Zamanım doldu.." diye söylendim kendime. İleri gitmeye çabalıyordum. Fakat nafile! Sanki biri arkamdan hoyratça çekiştiriyordu. "Keşke bu kadar oyalanmasaydım, elmalı şeker almalıydım. Süt, gevrek, hele ki çıtır gofretler..." Sayıklıyordum. Kalbim hızlı hızlı atıyordu. Kendimi oturma odasındaki yer yatağında buldum. Terlemiştim. Okula geç kalmamalıydım. Ama ilk önce meydana gidip birkaç kişinin ayakkabısını boyamalıydım. Böylece öğlen çıtır gevrek yiyebilirdim. Hemen giyinip, kapının yanındaki boya sandığını aldım. Annem mutfaktan seslendi: -Bol kazançlar oğlum! Hemen yanına gidip yanaklarını öptüm."Bugün onun günü! Şu bankacı Mehmet Abi...Anne! Bir görsen ayakkabısı ne güzel! Sırf o ayakkabıyı görmek için Çarşamba günleri bir saat önceden oraya gidip bekleyebilirim!" dedim büyük bir coşkuyla. Mutfaktan fırlayıp, kapıya yöneldim. Ayağıma babamın siyah, rengi solmuş, kolları hırpalanmış pardösüsü takıldı. Koltukta kıvranmış yatan babamın üzerini örtmek için eğildim. Sayıklıyordu. "Bir televizyon...televizyon...". Gülümsedim. İçime hüzün dolsa da neşeliydim. Beni duymayacağını bilsem de kulağına eğildim. Sesim tekrar coşkusuna kapıldı; -Başka bir rüyada baba!
İnan çocuk! Ümit beslemeyi öğren. Çalışarak değil de, Uyuyarak büyümelisin sen...
‘’POST ROCK KÖŞESİ’’ ŞEBNEM IŞIKSAL
God Is An Astronaut Grup ismini 'Nightbreed' adlı filmden aldı. Enstrümantal müzik üretiminde en başarılı gruplardan biri benim için. GIAA olarak da bildiğimiz grup, albümlerinin soundlarını "Bizim o anda kim olduğumuzun fotoğrafıdır." diyerek tanımlamışlar. Son albümü 2015 yapımı olan Helios/Erebus ama 2011 All Is Violent, All Is Bright en iyisi bence. Bu albüme adını veren parça da favorim. Mogwai Tarzları Joy Division ( en beğendiğim post-punk grup olabilir), Pink Floyd gibi gruplara benzemekle birlikte enstrümantal ve elektro gitar temelli bir müzik icra ediyorlar. Take Me Somewhere Nice en bilinen parçalarından biri şüphesiz. Benim en çok dikkatimi çeken parçası ise 'Stanley Kubrick' olmuştu. Kubrick hayranları umarım sever. Slint 90'lara dönecek olursak Slint, post rock'ın doğuşu sayılır. İlk albümleri 'Tweez' ile başlarda bir posthardcore grubuydu. 'Spiderland' ile bu post-rock seyrinde ilerledi. 'Spiderland' ilk gerçek post-rock albümüdür ve math rock'ın öncülüğünü yapar.
Vokalin baya bir arka planda kaldığı bu şarkı bence çok farklı. Her şarkı her insanda farklı hisler oluşturuyor tabi. Vokal ne kadar yoksa o kadar yalnız hissettiriyor şarkıda. Her biri aşırı iyi parçalar, hafif karanlık temaları seviyorsanız dinlemede kalın!
İHTİYARİ ZAMAN GÖKÇE KIZILDEMİR
B
ugünlerde grileşmiş saçlarım titriyor 70’
lik bedenimde. Yıllar yaşlanmış, yaşadığımız zaman kıymetlenmiş, bense günden güne huysuzlaşıyorum. Saksıdaki çiçekler de ihtiyarlamış, suya hasret kalmış. Çocuklarım daha sık geliyor beni görmeye. Torunlarım boy boy olmuş, adlarını da bazen karıştırmıyor değilim, neyse! En büyük çocuğumun adı Ahmet, Mehmet de olabilir. Çok yaramazdı küçükken. Ah, hayır! Çok usluydu o! Ona bir bebek örmüştüm. Koltuğun üzerinde saatlerce oynardı onunla. Galiba ben yaşlandım. İsimler, karakterler, oyuncaklar birbirine girdi! Çocuklarımı bir ara hatırlayınca daha detaylı anlatırım. Hepsi de evlendi. Tek başıma yaşıyorum. Yalnızlık, bir şarkı gibi dilimin ucunda. En güzel şarkımı yıllar önce söylemiştim. Eşim öldüğünde çok yalnız kaldım. Şimdi bakmayın. Saksıdaki çiçekler, kedim bana yoldaş olmuş. Bey Efendiyle sevdik birbirimizi deli gibi. Adını hatırlayamadım. Onu aldığımda saçları, kara yağız boyuyla, iri cüssesinde pek bir dalgalı bakardı gözlerime. E tabi ben de ona bakardım kaçamak. Siz bilmezsiniz a evlatlarım o zamanlar, bakışmak bile ayıptı. Kız kısmı bakar mıydı öyle ayan beyan? Yoo. Olsun o bakardı ya içim de titrerdi hani. Sonraları bir titremek aldı onu. O koca cüsse küçüldükçe küçüldü, kamburlara karıştı. Saçları mı? E döküldü tabi garibim. O dalyan gibi boyu gitti de saçı mı kalacaktı? Kalmadı gitti sevdiğim. Ben de dayanamam giderim dedim, ama olmadı gidemedim. Neden? Ah bir hatırlasam. Geçenlerde bakkala ekmek almaya gideyim dedim. Eve geldiğimde elimde pırasa vardı. Bunu da üç gün sonra hatırladım. Beni gören aşık zanneder yahu! Sokaktaki çocukların sesleri artık çıkmıyor.
Ne oldu acaba, büyüdüler mi? E ben demiştim bir gün hepiniz büyüyeceksiniz. Sokaklarda çocuklarınız oynayacak. Kim kıstı şu televizyonun sesini kardeşim! Aç hele biraz daha. Çocuklarım artık gelmiyor evime. Kapım haftada 2-3 defa çalıyor. Evimdeki saksılar birbirini unutmuş, benden önce onlar pes etmişti yaşamaya. Zorla bir tas çorba pişiriyorum. Onu da yiyemiyorum. Birçok defa tuz atıyorum unutup. Kuru ekmeğin arasına iki zeytin atıp karnımı doyuruyorum her seferinde. Isınamıyorum artık. Küçücük odada yanan iki odun ısıtamıyor artık beni. Eskiden odunlar da odundu hani. Attığında parlardı. Şimdi her kalp gibi onlar da sönmüş birer birer. Biz Yusuf’la öyle miydik? Utanırdık sevmeye. Ellerini tutamazdım utancımdan. Yusuf demişken… O Bey Efendinin adını hatırladım. Hey gidi Koca Yusuf… Koca… Yusuf… Televizyonun yerini değiştirdik bugün. Üstteki delikanlının oğlu geldi yardım etmeye. Birkaç aydır aradığım, fakat bulamadığım gözlüklerimi buldum altında. Benim eksiğim meğer buymuş! Bakın taktım! Şimdi tazecik bir ‘kadın’ oldum. Tuzlu çorbaya yapabileceğim bir şey yok. Zaten tuzum kaçmış, moruklaştım! Neyse bu kadar lakırdı yeter a dostlar. Bey Efendim gelir şimdi. Yemekleri ısıtmak gerek. Tüh altına tütmüş. Gitti güzelim yemek. Yandı bizim Koca Yusuf.
‘’
Yalnızlık, bir şarkı gibi dilimin ucunda.
En güzel şarkımı yıllar önce söylemiştim
’’
SELİNAY ÇAYKARA
Hayat bir buzdolabı; Birisi o hayatı keşfedene kadar karanlık. Sol ilk rafta merhametler olmalı. Her sabah sofrada yediğimiz merhamet biraz sokak dostlarımıza ulaşmalı. O rafın bir tık altını, genelde pek kullanılmayanla donatmışızdır. Yani insanlıkla... Her zaman kullanılmayan insanlık, ihtiyaç anındayken de son kullanma tarihi geçmiştir. Bir de mum olur köşede, karanlık insanlığı aydınlatmaya çalışır. Sonra uzunca bir raf. Şişe şişe vicdanlar, hüzünler... Bir şişe umut var oysaki. Sonra en alt raf, boş bomboş... Kalp odaları gibi. Sonra insanların ham maddesi olan sevgi bölümü var, dolabın ilk katı. Tabi kullanmaya kullanmaya çürümüş, kokmuş, ezilmiş. 'Ezik bir sevgi', ne kadar doğru bir cümledir ama o insanlara bu az bile. Bir alt katı Bir kutu vicdan 1000 g falan. Bir kutu da mutluluk o da 500 g. Sonra sondan bir önceki kat. Ön taraflar insanlarla dolu, arka taraf berbat. Tam bir dünya... En son kat; Orada çocuklar, arka tarafta bir park üç salıncak bir kaydırak. Üzmüyorlar birbirlerini, sıra sıra oynuyorlar. İlk raftaki merhamet, ikinci raftaki insanlık ve mum, bir sonraki rafta vicdan, umut, hüzün ve mutluluk tüm çocuklar hepsinden almış azar azar... Üst kattaki kötü kokular, kötülükler onlara zerre değmiyor, teğet geçiyor. Sadece birileri gelip dolabın fişini çekiyor ve gidiyor. O zaman; Tüm insanlar duygularını, hayat ise anlamını yitiriyor. Ve her şey çöpe gidiyor. Tekrar fiş takılana kadar.
‘’Stefan Zweig’’ Mürebbiye Ayser Güllü Akyüz Yazar Hakkında
A
vusturya edebiyatı
denince akla gelen isimlerden, Stefan Zweig, 1881’de Viyana’da bir sanayicinin oğlu olarak dünyaya gelmiş hümanist bir yazardır. Çocukluğundan itibaren gençlik yıllarına kadar içinde bulunduğu huzurlu toplumda sanat ve edebiyatın merkezde olmasıyla Zweig da bu alanlara yönelmiş ve lise çağında dergilerde kendine iş bulmuştur. Pek çok arkadaşının aksine, içinde bulunduğu işi bir heves olarak görmemiş ve ölene kadar edebiyatın peşinden gitmiştir. Lisede yazdığı şiirlerde Rainer Maria Rilke ve Hugo von Hoffmannsthal gibi şairlerin etkisinde kalmıştır. Viyana ve Berlin üniversitelerinde öğrenim görmüştür. Bu süreç içerisinde İngilizce,
Fransızca, İtalyanca, Latince ve Yunanca öğrenmiş kendini geliştirmekte sınır tanımamıştır. Arkasında bıraktığı yüzlerce eserin yanında yüzyılın en çok mektuplaşan yazarları arasında yer almıştır. En sevdiği yazarlar Goethe, Homeros ve Shakespeare olmuştur. Gençlik yıllarının I.Dünya savaşına denk gelmesinin üzerine orta yaşlılığını II.Dünya Savaşı döneminde yaşayan Zweig, Hitler Almanyası’nın tehditkar tutumu içerisinde kalır. Pek çok kitabı yasaklanır. 1940’ta İngiliz vatandaşı olması, kendisini bu ümitsiz durumun içerisinden soyutlamaya yetmez ve insanlık karşısındaki umutlarını yavaş yavaş yitirir. Bu dönemde Montaigne’nin denemelerini okur ve çok etkilenir. Onun ölüm karşısındaki tavrı ve isteyerek ölümü en güzel ölüm şekli olarak nitelendirmesi Zweig’in intiharında teşvik edici bir unsur olarak yerini alacaktır. Nazilerden ve baskılarından kurtulmak için Zweig ve eşi Elisabeth Charlotte 23 Şubat 1942’de uyku hapı içerek hayata veda ederler. Eserleri elliyi aşkın dile çevirilen Zweig hakkında Thomas Mann şu yorumu yapmıştır: “Dünya çapında ünlü olmayı hak etmişti ve bu çok yetenekli insanın, dönemin ağır baskısı altında psikolojik yönden direnme gücünün kırılması çok üzücü. Onda beğendiğim şey tarihsel dönem ve kişilikleri anlatmadaki ustalığıdır.” Hitler karşısında yaşadığı hayata daha fazla göz yumamayan
Zweig’ın barış yanlısı bir yazar olarak hayata bu şekilde veda etmesi içler acısı bir durumdur. Ardında yüzlerce şiir, novella, kimisi yarım kalmış romanlar, biyografiler, tiyatro eserleri, denemeler ve sayısız öykü bırakmıştır bizlere. Bu eserlerinde daha çok insan psikolojisi üzerine yoğulaşan yazarın öykülerinden biri olan Mürebbiye de okunmaya değer bir öyküdür.
Mürebbiye
İ
ş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan bu kitap,
içinde dört öykü barındırıyor. Kitaba ismini veren Mürebbiye, kitabın ilk öyküsüdür. Bu öykü diğer öykülere nazaran biraz daha ön planda kalmıştır. Bunun nedeni belki de Zweig’ın psikolojik tahlil yeteneğini bu kez çocuklar üzerinde konuşturmasıdır. Öykü, yaşları on iki ile on üç olan iki kız kardeşin uyumadan önce yaptıkları konuşma ile başlar. Bu konuşma ile kardeşler kendi masum/çocuk dünyalarından çıkıp, yetişkinlerin dünyası ile tanışır. Bu dünyada, katı ahlak anlayışının mürebbiyelerinin hayatına yaptığı etkiyi ve yetişkinlerin yalanlarına tanık olurlar. Mürebbiyelerinin değişen ruh hali ile bir şeyleri fark etmeye başlarlar ve onun probleminin kaynağını bulmak için gözlem yaparlar. Mürebbiyeleri ise kuzenleri Otto ile sevgilidir ve ondan bir çocuk beklemektedir. Otto’nun uzak tavırları mürebbiyeyi kedere sürüklemiş, ve bu hali çocuğunun babasının evden ayrılması ile daha da derinleşmiştir. Hep hüzünlüdür artık. Çocukların sandığı gibi aşk güzel
bir şey olmaktan çıkmıştır. Mürebbiyelerinin bir çocuğu olduğunu öğrendiklerinden beri buna bir anlam vermeye çalışırlar. İçinde yetiştikleri ailede, evlenmeden çocuk sahibi olunamayacağı aşılanmıştır onlara ama mürebbiyeleri için derinden bir keder duyarlar. “Çocuklara özgü inanç, o neşeli ve kaygısız körlük onları terk etti.” Onlardan saklanan her şeyi öğrenme pahasına, kapıları dinlemeye ve evdekileri gizlice gözetlemeye başlarlar. Bu durum, ahlaken zayıf olanların hiçbir şekilde kabul edilemeyeceği anlayışına sahip anneleri tarafından fark edilinceye kadar böyle sürer. Mürebbiyenin hamile olduğunun fark edilmesi üzerine anne küplere biner ve evlerinde böyle bir kadını istemediğini söyler. Mürebbiye artık tamamen yalnızlaşacaktır. Çocuklar annelerinin ve onu destekleyen babalarının düşmanı olup, onlara karşı olan sevgilerini yitirmişlerdir. Mürebbiye kovulduktan sonra masasının üzerine birkaç mektup bırakır ve kimseye görünmeden ortadan kaybolur. Evde kimse konuşmaya cesaret edemez çünkü iyi bildikleri ahlak anlayışı bir kadının hayatını almıştır. Çocuklar yaşananlar karşısında anne babalarına karşı tam bir güvensizlik beslemeye başlar. Artık oyunlar oynayan neşeli çocuklar olmaktan çıkıp, bir kadının aşık olmasının ve çocuk doğurmak istemesinin hor görüldüğü ve en nihayetinde canına kıydığı bir dünyanın içine girmişlerdir. “Şimdi içinde büyümekte oldukları yaşamdan korkuyorlar, içinden geçmek zorunda oldukları karanlık bir orman gibi kasvetli ve tehditkar karşılarına dikilen yaşamdan korkuyorlar.”
YAĞMUR ERDEN
‘’EYLÜLDE GEL’’
şarkı belki de. O yüzden sen bir eylül şarkısı gibi gel sevgili, en eskimeyeninden.
Sanırım bu yazı aşka dair umut ettiğim son yazım. O da eylül ayı hatırına olsun istedim. Bilirsiniz eylülde aşk bir başkadır.
Eylül başka bir hazdır. Kahvelerin en güzel geldiği an eylül ayıdır. Kahveler yavaş yavaş ısıtır içimizi. o yüzden sen eylülde bir kahve tadı gibi sevgili. Elinde iki kahveyle, kırk yıl hatırımız olsun diye.
Sevmek güzel şey illaki. '' Dünyayı iyilikler kurtaracak o da birisini sevmeyle başlayacak.'' demişler ya. Öyledir elbet. Birini sevmekle başlar her şey. Eyy sevgili! Geleceksen, eylülde gel. Başka mevsimde istemez sevdam seni. Başka bir baharda olmaz. Sen o yüzden en iyisi eylülde gel. Eylül, sonbaharın habercisi ve yazın burukluğudur. İşte tam da eylül gibiyim şimdi. Bir yanım buruk bir yanım ise sonbahar heyecanı. Eylül güzeldir. Eskiyen her yaprak dökülür hayatımızdan. Kopar bizden gider. Rahatlatır bizi. Rüzgarı en tatlı hali ile hissederiz sonra. Eyy sevgili! Sen en iyisi kalk sonbaharda gel. Bütün çürük yapraklarımı dökerken. Yenilenirken, değişirken. Eylül akşamları daha bir başkadır. Gökyüzünün en anlamlı olduğu an bu an sevgili. Yıldızların bu kadar çok, bu kadar naif olduğu aydır eylül. Gökyüzü bizi esir alır bir süreliğine. O yüzden sen en iyisi eylül akşamında çık gel sevgili. Eylül ayı, tesadüf ayıdır. Bir meltem geçer yanı başımızdan bizden habersiz. Sonra çıkar gelir yanımıza, aniden. Hiç beklemezken, çok zamansız ama hep zamanlı gibi. Hep olacakmış gibi. Sen hiç gitmeyecekmiş gibi gel sevgili. Eylül ayı, hayatımızın fon müziği gibidir. Bir Bülent Ortaçgil girer aklımıza, söylenir sonra ''Eylül akşamı dışında'' diye. Hiç eskimez o şarkı. Yıllar yenemez. Çünkü eylül hatrına yazılan en dokunaklı şarkıdır bu. Eylül adına yazılan tek
Eylülde yağmur başkadır. Yağmur bir başka yağar eylülde. Toprak bir başka kokar bize. Yağmurun altında ıslandığımız en özel ay eylül ayıdır. Sırılsıklam olmak bir başkadır bu ayda. Özgürlük verir bize. O yüzden sen eylülde yağmurun altında beraber ıslanıp özgürlüğümüzü paylaşmak için gel sevgili. Her eylül bir başlangıçtır sevgili. Seç gönlünden geçeni çık gel sonra. Yeni başlangıçlar, yeni kararlar, yeni bir ben için bir eylül lazım bize be sevgili. O yüzden sen eylülde bir başlangıç gibi çık gel sevgili. Eylülde çay...Yüreğim yetmedi bu güzel cümleyi tamamlamaya. Ah be sevgili. Eylülde çay bambaşkadır. Bambaşka. Çayın çözemediği dert olmaz derler ya... O yüzden sen eylülde bize hep çay demle sevgili. Eylül, şiir gibidir. Bu ayda sadece eylülü okuruz. Sadece eylülü yaşarız. Şiirdir, akar gider. Dokunur şuraya. O yüzden sen eylülde şiir gibi gel sevgili. Eylül, her yerin güzel olduğu tek aydır. Nereye gidersen git eylülün güzelliği vurur. Her yer huzur verir sana. O yüzden sen eylülde huzurla geldiğim yer ol sevgili.
‘’Bir gün aklına gelecek olursam Bana şiir ısmarla, eylülü konuşalım.’’ Cemal Süreya
‘’Hiç Kimse’’ FERHAT KONAŞ
1. Bölüm
Kadın, perdeyi şişiren rüzgârın sesiyle uyandı, kasıklarındaki ağrıyla zoraki yattığı yerden doğruldu, komi dinin üzerinde duran sigaradan bir dal alıp yaktı, derin bir nefes çekerek, sırtını yatağın başlığına yasladı. Dumanla karışık verdiği her nefes odanın içinde kaybolurken, gece lambasından yayılan ışığın altında, dışarıya çıkmadan sürdüğü kırmızı ojelerini kontrol etti. Oje sürmeyi pek beceremese de, o gece gayet başarılı olmuştu ve tırnaklarında her hangi bir pürüz göremeyince, yüzünde bir tebessüm belirdi. Elinde tuttuğu kül tablasında biten sigarasını söndürüp, komodinin üzerine koyarken yere düşürdü, kırılan kül tablası odanın içine yayılan sessizliği bozarken, kadının yanında yüzüstü yatan adamı uyandırdı. Yüzünü kadına doğru çeviren adam, ''Ne oluyor Müge, o ses de ne, Allah aşkına?'' diye mırıldandı ve yüzünü buruşmuş yastığa gömüp, kaldığı yerden uyumaya devam etti. Adamın ardından ''Müge, müüüge, Mügeee, müge'' diye mırıldanan kadının yanaklarından bir kaç damla gözyaşı düşüverdi. İyi ama bu Müge de kimdi? Kendisi olmadığına adı gibi emindi. Üstelik her şeyin bu kadar güzel başladığı bir gecede, bu anlamsız ismin kalbinde açtığı kırıklar da neyin nesi oluyordu. Şiddetle büyüyen soru işaretlerini bastırmanın en iyi yolunun uyumak
olduğunu düşünüp uzandı, fakat başını yastığa koyar koymaz doğrulup bir sigara daha yaktı. ''Müge, mügee, mügeee'' sesleri, kadının kafatasının içinde adeta bir top gibi duvardan duvara çarpıyor ve her çarpışında farklı bir senaryo yazıyordu; ''Belki eski sevgilisiydi, ya da eski eşi, aman Allah’ım evli miydi, ayrılmış olabilir mi, yoksa beni Müge'yle mi aldatıyordu, ya da Müge'yi benimle?'' iç sesi yönetimi ele geçirmiş ve mantık dışı bir otorite kurmuştu. Ne pahasına olursa olsun Müge'nin kim olduğunu öğrenmeliydi, bir yandan, adamı uyandırıp sormak istiyor, bir yandan da alacağı cevaptan korkuyordu. Devam edecek...
tuttuğunu hayal ederim ben de. Gülüşü gelir gözümün önüne zamansız…
‘’ULAN İSKENDER!
Onu hala seviyorum. Ama bunu ona demedim çoktandır. Üç kitabımı da alıp o herifle gitse de yine kızamıyorum ona imza günlerine bile gittim. Kendi kitabımı imzalattım. Hiç bir şey söylemeden.
’’
Ben hiç şöhret olup para kazanmak istemedim. Birilerine bir şeyler öğretebilmişsem yeteri bu bana. Ama Aliye için önemliydi şöhret. Neyse ikimizden başkası bilmiyor bunu ve sizlerden başka da artık…
Barış Dolan
İ
skender tezgâha geldi
İrfan aradı beni yıllar sonra İskender bana bir koli bırakmış. Hayli şaşırdım İskender’e. Yıllar sonra.
“
bugün, hafta içi de benim dükkâna uğrayacakmış Yokluğum, gözlerinden beliydi heyecanı. Ancak akşama doğru Koli şairi ne oldu be dedim. gelebileceğimi söyledim. ‘’Sorma ya’’ dedi. Konu varlığımdan daha Yıllar sonra neyin nesiydi bu. biraz da bu, herifle kafayı İskender’in kokusunu dahi bozmuş. Kendini buldu belli hatırlamıyorken Akşam nasıl ki onda.’’ Gideceğim’’ dedi. oldu anlamadım İrfandan ağır bastı Bu hafta birkaç işi varmış koliyi aldım ve eve geçtim. toparlayıp yola çıkacakmış. Kolide notlar, defterler, Çaylarımızı içtik. Elimde iki birkaç eski fotoğrafımız. kitap vardı. İskender’in İskender ile yan yana olduğumuz zamanlardan. seveceği türden, teki birinci baskı. Yeni bir kitabı Ben bir başkasına aşık olup gitmeden evvelki olunca hep aynı gülümseme belirir bunun bizden ve kitaplarını çalmadan önceki bizden. yüzünde yine öyle oldu. Şaşırtmaz bu hergele hiç Bana bir de mektup yazmış orada da bahsetmiş bu beni. mevzudan yoksa aramızda kararlaştırmadan İrfana geçiyorum ona bırakacağım bir koli var. tuttuğumuz tek sırrımızdı bu. Sonuna kadar haklı Oradan da yola çıkacağım deli gömlekli bir şairin be bir hırsızım… Bana dört kitap bıraktığını da peşine nedense çok heyecanlıyım. Belki yolda söylemiş mektubunda. Okuyucularına mahcup Aliye’yi de görürüm. Bazen yayınevinin kapısına olma diye de eklemiş. Yeni bir hikâye için çıkıp sigara içer. Belki de son görüşüm olacaktır seyahate çıkıyormuş. Yolu açık olsun. bu onu. Belki de göremem. Sigarasını nasıl
”
Deli gömlekli şairin hikâyesini aramaya çıktım. Her şeyi geride bırakıp. Anahtarları İrfan’a bıraktım. İki haftada bir annemi ziyarete de gidecek. Öyle anlaştık. Herkese İrfan gibi bir dost lazım. Günlük tutmaya ara vereceğim bugünden itibaren. İskender’den haber yoktu iki aydır. Annesi bugün onu sordu. Öğleden sonra Aliye aradı. İskender dedi ve ağlamaya başladı. Yanındaki memurla konuştum. İskender beni ilk defa şaşırttı. Karaciğerime koca bir yumruk yemiş gibi bir histi bu nefesim daraldı boğulacak gibi oldum. Aliye içeriye girememiş beni aramış İskender’i teşhis için. İskender aslında hiç gitmemiş İstanbul’daymış başından beri. İlk bulgular intihar yönündeymiş. Tarlabaşında bir pansiyonda bulmuşlar cesedi. Neden ki? Durduk yere. Sorgulamayacağım… İskender yaptıysa bir bildiği vardır muhakkak. Eşyalarının arasında müsvedde kâğıtlar ve bir harita vardı. Anlam veremedim başta ama sonra aklıma geldi ve biliyordum ben işaretlediği yeri… Tophanede bir binaydı burası. Piizlenmeye gelirdik buraya yeşil bir kapısı var L şeklinde bir bina en üst katında otururduk hep manzarası çok da güzeldir. Anılarımı canlandırdı hergele tam da böyle apar topar gitmişken… İki not defteri buldum işaretlediği yerde kocaman da yazmıştı kitabın adını “Gömleğimin Düğmeleri” diye. İlk sayfasında da “Yokluğum, varlığımdan daha ağır bastı” diyordu. İntiharının nedenini hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz belki. Annesine ne diyecektim. Yarın yanına gitmem lazım. Gözlerim kan çanağı
olmuş, çocukluğum kafatasımın içinde top koşturuyor. Uykum var, ulan İskender oldu mu? Nasıl uyudum hatırlamıyorum ama rüyamda İskender’i gördüm gülümsüyordu. Elinde sigara vardı yakmamıştı henüz. Yeni bir kitap almış gibi hergele. Annene ne diyeceğim ulan diye bağırdım gülümsemesini bozmadı ve elini salladı uyandım ardından. Uzaktan hemen tanıdım İskender’in annesini hiç değişmemiş. İskender, hoş geldin Oğlum. … Anne!
‘’
GRAFFİTİ
ÜZERİNE
’’
GRAFFİTİ SANATÇISI DOĞUKAN ORAKLI İLE KONUŞTUK. Öncelikle klasik bir soru ile başlayacağım graffiti ye nasıl başladın? Bu yeteneğini nasıl keşfettin? Graffiti benim hayatımda, hayatıma tutunmamı sağlayan ruhumun temel taşını oluşturuyor aslında.. Nasıl başladığıma gelecek olursak; o dönemde fazla popüler değildi, yapanlar vardı legal olarak duvarlarında.. Yaparlarken onları izlerken ve bişeyler karalarken hatta daha iyiyi nasıl olurum diye araştırırken buldum kendimi.. Her işte yada durumda olduğu gibi benim de bir üstadım vardı, sayesinde kendimi geliştirme imkanı buldum. Graffiti ile tanıştıktan sonra hayatında ne gibi değişikler oldu?
Açık konuşmak gerekirse, her çocuğun hayatında kötü şeyler olabilir ailevi sorunlar vb, benim olası bir durumda sapabileceğim kötü bir yol vardı ise onu engelledi. Farklı bir tarzda hayatıma şekil vermemi sağladı, yorum yapabilme yeteneğim arttı hayata bakış açım değişti aslında. Ailen nasıl bir tepki verdi? Destekledirler mi? İlk başlarda standart olarak korktular çünkü önyargı ve algı basit :) ‘’Sokak çocuğu mu olacaktım ben? ‘’ :D Korkmakta haklıydılar çünkü çocuklarıydım onların.. Zamanla alıştılar ve hatta neden bu renk vesaire diye yorum bile yapar oldular. Sonrasında para kazanmaya da başlayınca ben, algıları tamamen değişti ve ciddi anlamda destek oldular :) Graffitiye başladığın yıllarda seni etkileyen writerler var mıydı? Var tabiki.. Başladığım günden bu yana hala arşiv yapıyorum; ‘’hiç ben oldum’’ demedim bence denmemeli de, bu sebeptendirki yurtdışındaki Writerların imkanları her zaman daha fazla olduğundan sürekli onları takip ettim, ediyorum. Bunlardan bi kaç tanesi, en sevdiklerim; Mr Cartoon, Bates, Tats Cru, MadC, Lady Pink, Ces, T-Kid 170 , Zephyr, Quik, Ja ve tabiki Graffitinin dedesi Seen :) Graffiti yapmak sana neler hissettiriyor? Graffiti yapmak varolmayan bişeyi yaratmak aslında, yeniden hayat vermek ve hayatta kalmasını sağlamak gibi..
Ya anlatamam ki onu tam sadece belki biraz örneklerle süsleyebilirim.. Mesela bi canlı besliyorsunuz, kaybettiniz veya öldü, fotoğrafı varsa şanslısınızdır bakabilirsiniz. Ama bir de o fotoğrafı Graffiti olarak kendinizin yaptığını düşünün his ikiye katlanır, o artık sizin sayenizde ölümsüzleşecektir. Yada sevdiğiniz yemeği çok ünlü bir gurmenin elinden yemek gibi.. Örnekler çoğaltılabilir. Her Graffitimin iç boyaması da tasarımın ilerleme şekli de kendine özgü.. Yapıp bitirdikten sonra başka bi duvara yeniden yapmaya kalksam aynısı asla olmayacaktır, bu iş fabrikasyon işi değil :D Belediyelerin veya devletin graffiti sanatına bir desteği var mı? Bildiğim kadarıyla polislerle graffiticilerin arası pek iyi değil. İstanbul da Kadıköy bu konuda daha rahat gibi gözüküyor sen ne düşünüyorsun? Evet Kadıköy bu konuda Graffitiyi kanatlarının altına alıp sahiplenmiş durumda yılda bi kaç kez Mural etkinlikleri yapıyor. Polis tüm kamu malına zarar veren Writerları elbette sevmez :) Ama her Graffiti kamu malına yapılmadığı için zarar anlamına gelmiyor. Belki bir gün işin illegal ve legal boyutlarını anlayacak kapasiteye gelirler. Toplumda şöyle bir algıda var. Bunu kendimden de biliyorum lise yıllarında bende
ilgileniyordum. Graffiti yapan, duvarları boyayan gençlere şöyle bir bakış vardı. ‘’Serseri, yaramaz, kötü çocuklar’’ gibi bir ön yargı ile yaklaşılıyordu. Bu ön yargı sence hala var mı? Bu sorunun cevabı aslında diğer konularda mevcut. Evet ama yine söylemek istiyorum maalesef hala var. Hatta YouTube kanalında Graffiti yaptığım videolarımda sokaktayken net olarak insanların surat ifadeleri ve verdikleri tepkileri özellikle belirtiyorum. Duvar boyarken başından ilginç bir olay geçti mi? Geçmez mi? Hikaye çok :D Analya’da boyuyorum bi gün, parkta ama öyle kamu malına zarar da yok hani, strech filmi de germişiz ağaçların arasına piknik havasında böreğimiz çayımız takılıyoruz :D Devriyede olan Yunus Polis memurlarımız geldi. Başta ne olduğunu anlamadık açıkçası çok da çekindik ailem de vardı yanımda.. Sonrasında birden ‘herşeyi’ çizip çizemeyeceğimi sordu ve doğacak olan oğlunun odasına Graffiti yapmamı istedi. Belki de herşey samimiyet, takındığım tavır, yanımda olan insanlardı.. Bilemiyorum gülüp geçmiştik işte :) Son olarak içinde yeteneği keşfetmeye çalışan gençlere ne önerirsin bu konuda nasıl bir yol izlemeliler.
Öncelikle Youtube kanalımda beni izlemeliler:) İçerik olarak eğitim videoları ve kendimce yapmakta olduğum duvarları çizim aşamalarından itibaren veriyorum. Eğer ilk defa Graffiti yapacaksa hayatının iki senesini buna kağıt üzerinde adaması gerek. Çünkü bir writerın kendine has stilinin olması ve oturması yaklaşık 2-3 seneyi alıyor. Henüz bişeyler oturmadan duvara çıkması ve tabiri caizse becerememesi demek, küsmesine hatta belki bırakmasına sebep olacaktır. Bunu önlemek için öncelikle uzun süre sıkı araştırma, sabır ve kağıt üzerinde bol pratikle başlamalarını tavsiye ediyorum. Ayrıca dergide bana yer verdiğiniz ve Graffiti kültürünü daha fazla insana duyurmamı sağladığınız için teşekkür ederim..
YOUTUBE –DUKSTİLL İNSTAGRAM – DUKSTİLL SNAPCHAT - DUKSTİLL
‘’VAZGEÇİŞ’’ SİNEM ÇİFTÇİ Vazgeçiş Bazı şehirlerin şiiri olmazdı. Bunun o şehrin herhangi bir insana verdiĝi huzurla alakası yoktu. Şehirler insanların duygularını sırtlanmıştı. Bazı insanlara şiir yazılamazdı, bunun o insanın verdiĝi huzurla alakası yoktu. Bazı insanların bakışlarını kaçıran yüz ifadeleri eksikti. Zamanın hayasızca terk edişinin de insanlardan bu denli kaçışımla bir alakası olamazdı.Zaman avuç içlerimizden öpen bir sözcükten ibaretti. Biz insanlar saç tellerimizin kopuşuna aldırmadan sakladık onu saç diplerimize. Kimimiz bekledik geçmesini, kimimiz korkudan tir tir titrerken sarmaladık gitmemesi için. Oysa koca boşluklar kazanmayacaktı zamanın o küçük kırıntılarıyla ve durmayacaktı biz kal dedikçe. Sabah olmayacaktı geceden korkunca, gün bitmeyecekti geceyi özleyince. Buhardan etrafin görünmediği o küçük banyomda çırılçıplak halde darmadağın olmuş ıslak saçlarımdan düşen damlaları izlerken bunları düşünüyor olmanın rahatsızlığını hissettim. Oysaki birazdan kopuşlarını hissedeceğim saç tellerimin acısını düşünüyor olmalıydım. İnsanlarla olmaktan mutsuzdum. Ne zaman başlamıştı bu? Sevdiĝim tüm insanlardan kaçıyordum. Uzaĝa, en uzaĝa. Oysa onları uzaktan izlemeyi de severdim. Bazen sevdiğim bütün kalabalıkları bir manzaranın önüne oturtup tek kişilik bir salıncakta saatlerce izlerdim. Bu şehrin bana iyi gelen bir tarafı vardı ve bunun kesinlikle binalarla alakası yoktu. İnsanlar hep mutsuz kelimeler kullanmamdan yakınıyorlardı.
Oysa bu şehrin hüznü mutlu ediyordu kelimelerimi. Hepsi bir cümlenin parçası olmanın telaşını yaşıyorlardı. Tıpkı etraftaki insanlar gibiydiler. Hepsi varoluşun birer parçası, hepsi telaşlı. Hepsinin kendine özgü yetenekleri vardı, hepsinin onlarca sırrı. Hepsi tutunmaya çalışıyordu bir cümlenin kıyısından köşesinden. En çok akşam üzerlerine tutunuyorlardı ve bunun güneşle bir alakası olamazdı. Tüm bu düşündüklerim sözcüklerimin anlamını yitirdiğini de göstermiyordu. Onları kovalamaktan bir vazgeçişti bu. Zamanın akışına itiraz etmeyiş, yavaşlayışına aldırmayış, avuç içlerimden öpmesine izin vermeyişti. Küçük banyom hala buharın etkisinden çıkamamışken kopan saçlarımın acısını hissettim. Aşkın annesi olamazdım. Onu ne kadar korumak istesem de bunu yapamazdım. Herkesin sadece bir hayatı vardı ve bir başka insanla bütünleştiremezdim bunu. Buna sadece üzülebilirdim. Neden mutsuzsun, diye sordu. Ona kızamazdım. Beni dinle diyemezdim. Haklıydı. İki insan bütünleşemezdi. Haklı olmasını hiç istemedim.
İNSTAGRAM : fikrisanatedergi
‘’
’’
HAKKINDA
GENEL YAYIN YÖNETMENİ –DİZGİ TASARIM EFE NAZIM ARSLANÇELİK KAPAK ATILAY AŞKAROĞLU YAZARLAR ŞEBNEM IŞIKSAL SİNEM ÇİFTÇİ EBRU BOZDEMİR GÖKÇE KIZILDEMİR SELİNAY ÇAYKARA AYSER GÜLLÜ AKYÜZ ABDULLAH DEMİRKUBUZ FERHAT KONAŞ BARIŞ DOLAN DİNÇER YURTTAŞ EFE NAZIM ARSLANÇEİK DOĞUKAN ORAKLI
İMTİYAZ SAHİBİ: EFE NAZIM ARSLANÇELİK TÜM İÇERİĞİN HAKLARI SAKLIDIR İZİNSİZ KULLANILAMAZ.
© TEMMUZ 2017
‘’Para kazanın. Kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın.’’ Virginia Woolf