FİKRİSANAT (KASIM 2017)

Page 1






TANPINAR NEDEN SAKLANDI? DİNÇER YURTTAŞ Tanpınar Neden Saklandı? Ahmet Hamdi Tanpınar sorunları “mesele” edinmiş bir insan. “Meseleler üzerinden meselalar üretti, meseleler üzerinden bize masallar da anlattı. “ İyi ki de yaptı; çünkü kalemi ve meseleleri aktarış ele alış biçimi “sanatın tekillik kuralından baktığınızda benzersiz. İnceliği, estetik anlayışı, ayrıntıya düşkünlüğü ve zamanın içindeki tüm mekanları yavaş yavaş keşfedişi, ironiye hürmeti olan zekasıyla Ahmet Hamdi sıra dışı bir romancı. Onu hep doğu ile batı arasında kalmış tereddütleri olan bir yazar olan sunan ya da sağ ile sol arasına sıkıştıran birçok yazı okumuşsunuzdur. Sıkışmışlık, tereddüt sahibi, arada kalmış gibi nitelendirmelerin Ahmet Hamdi’yi bize sunmayacağını düşünüyorum. Hele sol Ahmet Hamdi’yi geç keşfetti gibi abuk sabuk değerlendirmelerin ya da “Ahmet Hamdi sağ taraftaydı o yüzden kendi zamanında okunmadı” ya çıkan tespitlerin Ahmet Hamdi’yi daha anlaşılmaz kıldığına katılmak elde değil. Günlüklerde şiirleri, hikâyeleri ve romanları üzerinde durulmadığını belirten ve “sükût suikasti”ne bir bakıma kendisinin sebep olduğunu söyleyen Tanpınar’ın asıl sorunu saklanması. İnsan nasıl olur da bu kadar yazı yazıp saklanabilir? Günlüklerini okuduğumuz zaman “küçük adam” sıkıntılarından geçilmeyen bu büyük yazarın ikili ilişkilerde de gerçek ile hayat arasına mesafe koyan ikircikli tavrını da görürüz. Dostları gerçek dost değil, yakınları çok uzak. Derin dediğimiz bağlılıkları çok sığ. Günlükleri okuduğunuz zaman basit ve sıradan adamın kıskançlıkları, hayat zorlukları, öfkelerini gördüğümüz o büyük gölgenin ne yazık ki hacmi yok. Meydan okumayı bilmeyen ama ben de şuraya ilişeyim diyen bu

tavır. İşte onu görünmez kılan, eserlerini gölgeleyen durum bu. Kendi korkaklığı. Etkisinde kaldığı tek kişi olan Beyatlı’yı da zaman zaman hırpalıyor, tenkit ediyor. Hem “bizim için çok şey yaptı” diyor, hem de “ufuksuzdu” diyor. Yani meydana çıkıp çatır çatır edebiyat kavgası yapacak, en azından onun şiirlerinin etkisinden çıkacak gücü, cesareti kendisinde bulamamış; ufuksuz ve yetenekleri sınırlı Yahya Kemal’e biat etmek de bulmuş çözümü. Eh, o zamanın edebi cenahında has adamlardan sayılan Yahya Kemal’de onu gölgesine hapsetmiş, boğmuş elbette. Huzur’u yazacak kadar huzursuz olan beyzademiz rahatım kaçmasın diye sığındığı o büyük gölgeyi ihsanların yağacağı bir yer olarak görürken o gölge onu kapıyor gidiyor uzun süre. Kendi o gölgeden çıkacak cesareti bulamasa da okurlar onu çıkarıyor. Çünkü karakter (yani yazar) korkak olabilir de yapıt asla korkak olmaz. O kendi cevherini mutlak sunar.


DİNÇER YURTTAŞ

kuşlar göç mevsimini bekler,

‘’BEKLEMEK’’

topraklar suyu, tohumlar baharı, yolcular otobüsü, işçiler akşamı, öğrenciler teneffüsü

Bir rüzgar, bir yaprak gibi bıraktı mı seni caddelerin ortasına

ve vardır her birinin bir döngüsü

bir insan selinden arta kaldın mı ?

başı ve sonu

akmayan bir nehirde

gülümsemesi eksik bir fotoğrafa

bir taş gibi çöktün mü olduğun yere ?

benzetmektir her oğulu.

aradın mı sırtına bir duvar ?

ve beklemenin bir gün bitmesidir

ışık bütün ayrılıkları ikiye böler,

bir annenin en büyük korkusu .

zaman kurutur yaraların izini;

*Cumartesi annelerine

oysa beklemek sonsuz bir geceye hapsetmektir kendini. ayrılıklar hatırlamakla yetinir çoğu kez beklemek unutmamakla yükümlüdür ve seni inceltip koparır bir karanfil gibi. “büyümez ölü karanfiller” beklemeye kök salmış ağaçlar da ölür ve yürür kokusu bir rüzgarda. yürür çırılçıplak . beklemek, girmek için bir mezar arar yeniden doğurmak için bir çocuk yorgun sırtı için bir duvar …. atlası çizilmemiş bir cehennemdir beklemek


TAHSİN YARIMYÜREK DÜNYAYI SARSAN ŞAH MAT EFE NAZIM ARSLANÇELİK (BÖLÜM II)

(Rüyayı gören kişinin bilge kimse olacağına, insanlara ilim irfan aşılayacağına, yol göstereceğine ve bu yönüyle toplum içinde nam salacağına alamet eder.)

Çıkacağı yolun, alacağı intikamın haberi önce içine işlemişti. Her şeyin bir nedeni olduğuna inanan Tahsin Yarımyürek, kasabalının ‘’Aristo’’ evsimler kışı gösterirken, bembeyaz diye lakap taktığı Selim’in yanında aldığı soluğu tek bir hamlenin içinden geçirerek ciğerlerine eşit duvarın tam ortasında asılı duran saatin yelkovanı seviyede dağıttı. Aristo Selim, akrebin önünde eğilmişti. imam hatip mezunu eski bir Tahsin Yarımyürek gördüğü felsefeciydi. Doksan dokuz kabusun elçisi olarak bu kışının ortalarında imam hatip ‘’KURAN KURSUNA sabah hayli gergindi. son sınıfta hocasını minarenin Üzerindekilerin gereksiz GELEN KIZ ÇOCUKLARINI tepesinden aşağıya ittiğinde, olduğunu düşünüp tek TACİZ EDEN BİRİNİN kendisinin Dünya’ya karşı hamlede soyundu. YAŞAMASI durmak için geldiğini Çırılçıplak kalmıştı. YERYÜZÜNDEKİ EN anlamıştı. Kuran kursuna Bedenini soğuk duvara gelen kız çocuklarını taciz ANLAMSIZ İLAHİYDİ.’’ yaslayarak şok etkisi eden birinin yaşaması yaratmaya çalışıyordu. Tam yeryüzündeki en anlamsız beş dakika yirmi üç saniye ilahiydi. Hapishaneden soğuğu içine çekti, ‘’Şah çıktıktan sonra üniversite mat’’ diye haykırarak içindeki oyunu halının sınavlarına hazırlanıp, ODTÜ felsefeyi kazandı. üzerine kustu. Bu oyunun kazananı ve kaybedeni Son sınıflardaki uzun boylu, iri gözlü, güldüğü bedenini çoktan terk etmişti. Geriye kalan un ufak zaman bademcikleri gözüken Nihale aşık oldu. öfke kırıntıları, ruhunu kırbaçlıyor, kırbaçlandıkça

M

şaha kalkmaya çalışan bir ata dönüşüyordu. Geçen gece rüyasında gördüğü bomboş bir yolda koşan siyah atın ve sarsıntıları şiddetle artan kabusların peşinden gitmeye karar verdiğinde kolundaki saati kontrol etti. Yelkovan, akrebin tam üzerindeydi. Rüyada koşan at görmek. !

Nihale olan aşkıyla felsefe bölümü birlikte yürüyemediler. Aşkın felsefesi karşısında Freud bile duramazdı ve öylede oldu. Aristo Selim ODTÜ Felsefeyi ikinci sınıfta bırakıp hayata karışmaya karar verdiğinde Nihal çoktan ülkeyi terk etmek için pasaport işlemleri sırasında sıranın ona gelmesini bekliyordu. Aristo Selim


tutunamadığı yılları şöyle tarif ediyor; ‘’O yıllarda vücudumun suyu çekilmiş, sanki içim boşalmış gibiydi. Çok sonradan anladım, aşkın insanın içini dolduran ve boşaltan bir sindirim sistemi olduğunu. Bailey’inde dediği gibi ‘Aşk dünyanın en tatlı mutluluğu ile en derin acısından yaratılmıştır. Tahsin Yarımyürek ve Aristo Selim birbirlerinin gözlerine uzun uzun bakarken, yelkovan akrepten beş dakika öndeydi. Konuşmadılar. Hiç konuşmayanlar belki de en çok konuşanlardı da biz duymadık. Aristo Selim sessizliği bozarak, elini Tahsin Yarımyüreğin sol omzuna atıp; ‘’Git ve intikamını al ve bu Kasabaya küçük insanlarında kazanabileceğini göster.’’ Dedi.

Devamı Aralıkta…

‘’HİÇ KONUŞMAYANLAR BELKİDE EN ÇOK KONUŞANLARDIDA BİZ DUYMADIK.’’


KIRGIN PİŞMANLIKLAR Abdullah Demirkubuz ‘’Hayat, yağmur hışırtısı altında hızla akıp gidiyor. Tıkanıklıkları ve saplantıları içinde kalabalıklarda kaybolup yalnızlaşıyordu.’’

B

u zifiri karanlığın içinde sevişerek kaybolmak

istiyor bedenim, sıcağında eriyerek diye içinden geçirdi. Her dert yeni umudun kapısını aralayan rüzgardır ya o umudu aşılar.. Kaosa duran hal heyecanını hareketlendiriyordu uyuduğu köhnesinde. Kendisine hayat yahut yurt edindiği yerden başka bir şeye dönüşüyor canavarca bir masum yüze, nabzım kalbime baskı yapıyor aynı noktaya dalıyor dalıyor çıkıyordu. Nefesim sebepsiz dar geçitlerde zamansız ve mekansızlaşıyordu. Neydi bu, neye benzer, kim tarifte bulunur, nasıl algılanır, kime sorsam hangi bilgeye, hangi büyücüye bilemedim ki. Deli derler en bildiğim en tanıdığıma sorsam dikkate dahil etmezler sanırım, insanı yabancılara sorsam kaşlarını çatarlar dona kalırım karşılarında, doktorlara sorsam ne hastalığı ne saçmalıyorsun turp gibisin başkalarının tedavi olma hakkına tecavüz etmeye utanmıyor musun? diye sorup azarlarlar herhalde dimi? Hangi boşlukta çığlık atsam da rahatlasam duyan bilen var mı? kime danışsam, kime ne yaptım ben kime, nedir bu kendimden çektiklerim hep başkalarının neşesini, kahkahasını kıskanmak mı benim kaderim bu suratsız halim ile he? Onlardan neyim eksik, gülmek için ağzım, yüzüm, elim ayağım düzgün neden bu kafamın içindekiler bu

çıkışsızlık, ışık nerede kayıp yollara saparak neden kayboluyorum, işaretler bana yön göstermiyor neden? Zihnime dayandığım bu zorbalık niye,hangi hücrem,hangi genim bu işkenceye aşık,neşter vursam açılsa bütün damarlarım oh diye çığlığım yankılansa kentte kulaktan kulağa, şartlanmışlarım, dayatmalarım kendime akıp gitse apse olup, düşsem akıntının içinde bir kuru kıymık olsam. Herkes hengamenin içinde koşuşurken, kendisini şemsiyesinin altında o denli güvenli hissediyordu ki bir ara kendi kendine kahkahalar atmaya başladı sağanağa yakalanan insanları görünce hallerini, farkına varınca şımarıklığına acıyıp uzaklaştı bulunduğu mutlu insanların yağmur ve kaosa rağmen köhnesine, kendine kızarak yalvarmaya başladı ah bu halim diye iç geçirip. İçinde ki canavar masum yüz şimdi sıkıştırıp tehdit eden ruhunu, onca andan beri kendi iç konuşmaları fayda etmemişti derdine. İçine çekildi, kamburlaştı karikatürde ki üzgün adam benzeri eda ile bedeni. Hayat, yağmur hışırtısı altında hızla akıp gidiyor. Tıkanıklıkları ve saplantıları içinde kalabalıklarda kaybolup yalnızlaşıyordu. Dönüp kıyı duvarlarına sert bir şekilde vuran dalgalara bakınıp kaldı. Elindeki şemsiye yoğun şiddetli yağmuru göğüslese de kıyıdan taşan dalga bütün üzerini sırılsıklam yapmıştı. Islaklık şiddeti üşümeyi tetikliyordu hızla zangırdayan bedeni acı duyarak ceza çekiyordu hiç kuşkusuz kendisini teslim ettiği bu işkencede. Çaresiz bir donmuşlukla tutunacak şemsiyesi, kalan bedeni tükenmiş ruhu direnen halde izliyordu çıkışsızlıkla halini. Ne garip hiçbir şey ilgilendirmiyordu. Umursamaz halde ıslanarak ,bilinçaltı masum yüzlü canavarın yaşadığı mağara idi..


YAŞLI OLMAK AYSER GÜLLÜ AKYÜZ Nişane

iyi dayanmıştı. Altı tane çocuğu olmuş ve bunun yanında kendinden olmayan dört çocuğa da annelik yapmıştı. Şimdi boy boy torunları vardı. Ve işte 82 yıllık “Aksın şu kir, kızım” diyordu. “Aksın şu kir...” ömrünü beş vakit namaz kılarak, dua ederek ve tüm gün boyunca öylece oturarak devam ettiriyordu. Ellerinin üzerindeki çizgiler ve lekeler, her teli Sokaktan gelen gürültülerin kaynağını bulmak için beyazlamış saçları, gözlerinde kaybolmak bilmeyen bir pencereye yaklaştı ve yorgun ellerini pervaza dayadı. endişe… Yaşlanmıştı. Sıcak subaşından aşağıya her Dışarıda bir hareket göremeyince sağa sola bakmak için inişinde “Seni de yıkayanların olsun” diye dua ediyordu camı açmayı düşündü ama yeni banyo yapmış olması küçük torununa. Buruşmuş ve ezilmiş vücuduna bakıp onu durdurdu. Hava da bu şehrin insanları kadar biraz daha ölümü düşünüyor ve biraz daha korkuyordu. soğuktu. Şu sekiz katlı apartman dairesinin camından Sanki üzerindeki kirler onu daha da yaşlı gösteriyordu baktığında bile anlayabiliyordu 82 yılda ne çok şeyin bu yüzden banyo yaptıktan sonra küçük bir çocuk gibi değiştiğini. Sokaklar mezarlıklar gözlerinin içlerine kadar güler ve kadar sessizdi. İnsanlar “Oh be dünyalar varmış!” derdi. tiftiklenmiş pamuklar gibi Torunu o zaman yaptığı şeyden ayrılmışlardı birbirlerinden. hoşnut olur ve ninesini daha da Kalabalıkta çarpıştıklarında bile ‘’Sokaklar mutlu etmek için pamuk gibi olan birbirlerinin varlıklarından mezarlıklar kadar saçlarını örerdi. Bir 23 haberdar olamıyorlardı. Nisan’da torununun saçılarını Herkesin işi, yetişmek için bir sessizdi. İnsanlar örmüştü. “Tam 16 örmen yerleri vardı ama gerçekten yaptım!” demişti gülerek. tiftiklenmiş yaşamanın bunun çok ötesinde Hatırlıyordu torunu. Şimdi olduğunu göremiyorlardı. Fadik pamuklar gibi ninesinin saçlarını örmek onun Nine de tıkılıp kalmıştı bu koca için eğlenceli bir görevdi. ayrılmışlardı binada. Dışarı çıktığında arabalar Erkek doğsaydı ağabeyleri korkutuyordu onu, ölümüne daha birbirlerinden.’’ tarafından ırmağa atılması çok yaklaşmış hissettiriyorlardı. istenilen bir çocuktu. Bekledikleri En son dışarı çıktığında şehre gibi olmadı. Anneleri Güllü bu bakan bir yokuşun tepesinde sefer bir kız çocuğu doğurmuştu, durup etrafı seyretmişti buğulu evin tek kızı. Adını Fadik koydular. Şimdi Fadik gözleriyle. Kendini bu şehre ait hissettirecek hiçbir şey Nine’ye soracak olursanız belki de bir erkek olarak yoktu görünürde. Sokaklardaki tek canlılık belediyenin doğmayı ve ölmüş olmayı tercih ederdi. Ölümün onu bu çöp kutularına girip çıkan çelimsiz kedilerdi. Yokuşun kadar korkutacağını hiç düşünememişti. tepesinden şehrin neredeyse tamamı görünüyordu. Ayvazlar Köyü muhtarı Mustafa Ağa ile Bütün o binalar uzaktan birbiri üzerine dizilmiş briket evlendiğinde yirmi yaşındaydı. Önceki kocasından olan taşlarından farksızdı, sadece çok görkemli olanlar oğlunu ağadan kurtarmak için evlatlık vermek zorunda kendini belli ediyordu. Bir de aralarından yükselen kalmış, yıllarca bunun acısını çekmişti ama elinden ne birkaç minare… İnsanlar bütün mutluluklarını bu gelirdi. Bir kulağını sağır eden gaddar bir kocadan, taşların ardında yaşamaya başlamış, sokaklara ise sadece kendisinden olmayan bir çocuğu sevmesini sessizliği bırakmışlardı. Fadik Nine bu manzaraya bekleyemezdi. Hep kocasının onu yarım bırakıp gittiğini bakınca köyünde kalabilmiş olmayı diledi. Köydeki söylerdi. Yaşlılığından onu suçluyordu beki de. Yine de ufacık evinin kırık dökük balkonundan bakınca gördüğü


yeşilliğin iç açıcılığını hissetmek istedi, komşularıyla konuşabilmeyi, bahçesini ekip biçebilmeyi, o lacivert şalvarını giyip evinin önündeki yabani otları temizleyebilmeyi istedi yeniden. Oysa bu gri şehir ona istediğini nasıl verebilirdi. Uzaktan bakınca parlak böceklere benzeyen arabalar şehrin bütün sokakları boyunca hareket ediyordu. Karanfil, Sümbül, Nergis ve daha pek çok çiçeğin adını almış sokaklar vardı kentte, ama hiçbiri adını taşıdıkları güzelim şeyleri barındırmıyordu içinde. Her yer beton yığını olmuştu, ama gerçek insanlar görünürde yoktu. Yaşlandıkça yuvalarına çekilmiş gözleri bu ölgün şehrin hiçbir yerine gülerek bakamıyordu şimdi. Gürültünün nereden geldiğini anlayamayınca tül perdeleri kapattı. Önündeki masadan destek alarak yerine oturdu. Öylece otururken eline hacdan gelmiş gül kokulu pembe tespihini alır, öldükten sonra daha iyi bir yere gideceği inancıyla dudaklarını sessizce oynatarak Allah’a olan ibadetini devam ettirirdi. İyice kemikleşmiş parmakları tespih boncuklarının üzerinde bir ileri bir geri ritmik olarak hareket ederdi. Tespihi bıraktığında eline sinen gül kokusu hoşuna gider, torunlarına ellerini koklatırdı. İnsanların güllerden böyle bir şey yapması onu hayrete düşürüyor, her seferinde “Akıl işi değil be bunlar!” diyordu. Koltuğun her zamanki yerini yokladığında tespihi orada yoktu. Gözlerindeki süregelen endişe daha da şiddetlendi. Tespihinin yokluğunu kendi unutkanlığına yordu yine. Torununa baktı. Hemen anlamıştı ninesinin neyi aradığını. Elindeki bilgisayarı kenara bırakarak televizyon dolabının çekmecesinden çıkardığı tespihi ninesinin ona pamuk gibi gelen ellerine bıraktı. Kendini suçlu hissetmişti onun gülen gözlerine bakınca. Ona unutkanlığını, yaşlılığını bir kez daha hatırlattığı için mahcup olmuştu. Çocukken hep dua ederdi onun için “Allah’ım ne olur ninem beş yıl daha yaşasın.” diye. Artık dua etmiyordu. Ninesinin bu endişeli gözleri onu hep üzüyor, çocukluğunun dualı gecelerine geri dönmek ve dua etse kabul olacağına inanmak istiyordu. Ninesinin yaşlılığını değil yaşama sebeplerini düşündü. Belki de bir sebebi yoktu, sadece ölümünü bekliyordu. Ölüm kadar gerçek olan ne vardı yaşamda? Bunun farkındaydı küçük torunu. Fadik Nine öldüğünde, hep söylediği gibi köyündeki koca meşenin altına gömülecekti. Torunu ne kadar geç olursa olsun buna alışamayacak ve onun yokluğunu hep hissedecekti. Ona çok şey öğretmişti; yemek yapmayı, örgü örmeyi, topraktan patates soğan çıkarmayı, mısır püsküllerinden bebek yapmayı… Çok emeği vardı

üzerinde. Bazen de evin içinde sohbet ettiği tek insan oydu. Fadik Nine komik bir kadındı, torunlarını güldürmeyi biliyordu. Ninesi tekrar tespihini çekmeye başladığında dikkatlice izledi onu. Yaşlılığın ve bir yaşamın amacının ölümü beklemek oluşunun ne kadar zor olduğunu bir kez daha düşündü. İşte hayat buydu. Tespih taneleri gözlerini ve titrek ellerini yorduğunda kafasını kaldırdı. Masanın üzerinde, kristal vazoya dayanmış eski çerçevedeki fotoğrafa baktı yine gözleri buğulanarak. Dudaklarını kıpırdattı sessizce; “ Ah koca Mustafa, beni yarım bıraktın da gittin.”




ŞERMİN

ÇİZİM – ESRA CABAR

Efe Nazım Arslançelik Şuan tam bu saatte bu tahtası eksik bankın üzerinde yeni yıla saniyeler kala hangi şehrin hangi yerinde kaç kadının öldürüldüğünü, tecavüze uğradığını düşünürken parkın diğer ucundan gelen geri sayım sesleriyle irkilerek kendime geldim. Acaba dedim kendi kendime bu her yılbaşında oturduğum bank daha önce kaç kadın cinayetine birinci dereceden tanık oldu diye geçirdim içimden. Şermin de o kadınlardan biriydi. 2015 yılbaşı gecesi yeni yıla gireli henüz birkaç dakika olmuştu ki iki mahalle arkamdaki parktan üç el silah sesi duyuldu. Gece, üç kere uykusundan uyanarak girdi soğuk yatağımıza, paltomu üzerime alıp parka doğru yürümeye başladım. Yılbaşının gürültüsü kulaklarımızı tıkadığından olsa gerek etrafta ne bir insan ne bir polis görülüyordu. Karanlığın içinde bir kadının cansız bedeni yerde yatıyordu. Usulca yanına yaklaştım, ölüler gürültüyü hak etmiyordu. Sol elimi bileğinin üzerine götürüp nabzını kontrol ettim. Ölmüştü. Hafif balık etli, beline kadar gelen siyah uzun saçları ve anlında dikiş izi vardı. Çantasını açıp kimliğine baktım. Şermin Aydın yazıyordu. Henüz on dokuz yaşında genç bir kadındı. Ne hayallerle geldiği dünyadan puştun biri yüzünden piç gibi gitmişti Şermin üstelik daha on dokuz yaşında gençliğinin baharındaydı. Telefonumdan 155’i çevirdim. Telefonun ucundaki ses gergin bir tonlamayla ‘’155 Polis imdat buyurun’’ dedi. Küçükdere parkında on dokuz yaşında cansız bir kadın bedeni buldum. ‘’Beyefendi konumuzu tekrarlar mısınız?’’ dedi gergin

sesli memur. Tekrarladım, tekrarlarken bir sigara yaktım. Duman, kan kokusu ve ondan geriye doğru sayan insan sesleri her şey ayrı yazılmalıydı bu gece. Tam yirmi beş dakika sonra ekip arabası küçükdere parkının karanlığını aydınlattı. Hafif kilolu memur ekip otosundan küfrederek inerken, sıska olanı yanıma yanaşıp ‘’olayı gördün mü? Diye sordu. Silah sesine geldiğimi söyleyip ikinci sigaramı yaktım. Beş dakika sonra ambulans geldi. Cansız bedeni buz gibi poşetin

içine yerleştirip gittiler.. O gece civardaki mobeseler arıza verdiğinden olayın failleri yakalanamadı. Kendi adaletimin peşinden giderek Şermin Aydın’ın ailesine ulaştım. Bir iki gün evlerinin önünde bekleyip ne olduğunu anlamaya çalıştım. Kızı ölmüş bir ailenin evi gibi değildi. Yasın yerini derin bir suskunluk ve rutin alıkoymuştu. Ertesi gün günlerden Pazar anne Pazar arabasıyla evden çıktı. Peşine takıldım. Birkaç sokak sonra yanına yanaşıp polis olduğumu olayı araştırdığımı söylerken hızlıca boş cüzdanımı açıp kapattım. İkna olmuştu. Boş bir banka oturup olanı biteni anlattı. ‘’Babası Şermin’i aile büyüğümüz altmış yaşındaki Mustafa Rızayla evlendirdi. Şermin’imin sevdiği genç bir delikanlı vardı, dayanamadı ona kaçtı. Abileri ve Mustafa Rıza, kızımın peşini bırakmadılar. Kan akmadan durmayacak bir davaydı bu, yılbaşı gecesi Şermin’imi kaçırıp öldürdüler. Bizim oralarda böyledir oğul sana denileni yapmazsan yaşayamazsın.’’ Gözlerinden bir damla yaş süzülüp yazmasının üzerine düştü. Kim bilir kaç Şermin ülkenin toprağının altında yeşeriyordu..





CEREN ACAR

GEZİN-ME

HİÇ GİDİLMEMİŞ AĞLAMA DUVARINA

Kelimelerde gezinirim, sonu gelmeyen cümlelerle. Yaz bitimi yağmurlarında ve yaz ortasında yağan yağmurda daha çok gezinirim. Kış en uzaktayken daha da çok. Yaz hiç bitmesin diye. Yazsız, yazısız. Yaz öncesi, o en kısa ve en güzel, güneşin yakıcılığa geçmediği zaman dilimi sonlanırken gezinirim. Müzik kapı altlarından taşarken ve çıkamazken, yazılar hiç susmazken ve kendi içini zehirlerken yazılar, gece çiçekleri en güzel hüzünlerle kokarken gezinirim. Hüzün kokar, hüzün koktuğu için güzel kokar. Köklerine inerim, gökyüzüne en yakın oldukları yerin ötesinde, söyleyemedikleridir benim yerim. O, sadece geceleri, en çok da en derin uykusundayken evler ; bitmek tükenmek bilmez, gün doğumuna yakın konuşmaların o hafif ve saf, kokusunu hissederim. Nasıl da aynı olduğunu gece çiçekleriyle o kokuların. Mavi küçük el kremi gibidir biraz da gece çiçekleri. Asla eskimeyen, bitmeyen, bozulmayan, bekledikçe daha da güzelleşen kokusu mavi el kreminin. Daha solgun bir mavilikte, solgun ve daha güzel, sessiz sessiz. Sessiz sessiz ve kelimesiz, ellerini takip edemeden senin ama hiç kaçırmadan ellerini, hiç gidilmeyen yerlerin, dönülmeyen yerlerinden sızan ışıklar gibi cılız, nefessiz izlerim. Gezinirim, gezinirim.

Ağlama. Anlat. Biraz anlat. Biliyorum, sözcükler, cümleler, sesler yetersiz. Ne söylesen eksik kalıyor, söylemesen dayanamıyorsun. Sanki bütün sözcükler anlaşmışçasına cümlelerinde başrol oynamamak için geri çekiliyor. Ama sen yine sözcüklere sığınıyorsun. Biraz mırıldanır gibi bu kez ağlayışın. Hep içinde çalan parçaları mırıldanan, sessiz sessiz ağlayan dudakların. Hani bahara sevinen gözlerin?


olduğumu hiç bilmiyorum. Emin olmuyorum. Emin olduğum her şey yerle bir. Domino taşı misali, kusursuzlukla yıkılıyor. Sağlam olan her taş yerle bir. Kayalar, koskoca kayalar, paramparçalar. Hepsi apayrı yerlerdeler. Yapılması gereken - gerekmeyen her şeyi yapan korkak kokarcaları izliyorum. Nesilleri hiç tükenmiyor. Tükenmez onların nesilleri, iri elleri ve kısık gözlere bulaştırırlar ağlarından. Sadece kendin olursan ve

KOR GİBİ DÜŞÜP KAPI ALTLARINDAN SIZAN Ceren Acar Kum. Kum kum olan düşler, düşünceler. Kor. Kor gibi. Kor gibi düşmek. Kor kor olmak. Kor gibi düşenler. Kora çevirenler. Koreliler. Kör. Gör. Söv. Gördüğünü sanan körler. Köri sosu. Körük. Körüklü bavul, körüksüz insan. Körüksüz insanın hiçbir yere sığmayan eşyalarını oradan oraya taşıyan körüklü bavullar. Yangına körükle gitmek. Körükle git. Körüksüz git. Yangına körükle gitme. Kork. Korku. Korkunç. Korkusuz. Korkuluk. Korkak. Korkaklar. Korkakçalar. Kokarcalar. Kendi gölgesinden korkanlar. Kendi gölgesine basınca canı yanan korkak kokarcalar. Kokarca korkaklığı. Kork-u. Korkmuyorum. Onu kaybetmekten korkmuyorum. Onu kaybetmiyorum. Kazanmıyorum da. Onu kazanmaktan da korkmuyorum. Kazanmak kaybetmeyi de beraberinde getirdiği için, ikisine de tokum. Korktuğum şeylerin önünden geçerken katılarak gülüyorum kendime, kendime gülüyorum. Korkmadığım şeylerin, bir anda değişmeyeceğinden nasıl emin

kendini gizlemezsen n'aparlar? Kim onlar? Hişşş! Sorma öyle sorular. “Yazma, yazmaaa! Okumuyorum. Dayanamıyorum, okuyamıyorum. Dayanamıyorum. Kendimi görmeye dayanamıyorum.” diye bağıran sesini duruyorum onun, nasıl da bağırıyor yazılarda gezindiğini. Ya okuduklarının altındakiler? Yazıları kaldırıp bak-ma. Dayanılmaz yerler oralar. Gelemez öyle şeylere, fırlatıverir. Yazılar falan, “yazmasana kızım, bilindik suların balıkları gibi ol mesela!” Yani “öyle şeyleri boşver. Öyle şeyler? Hadi siz içkilerinizi yudumlayın. Sahil kenarları sizin ne de olsa, sahil kenarı olmayan yerler de sizin, güneşin güzel battığı ve doğduğu yerler de. Hem öyle şeyler herkese olmaz öyle. Bütün bu oturtulmuş ve kalıba sokulmuş ikiyüzlü insan ilişkilerinin dışında bir yerlerde olanlarındır "öyle şeyler". Asıl görülmesi gerekeni değil de, sadece görmek istediğini görüp kaçanlara ya da fotoğrafların altını kaldırıp bakmadan toz olup gidenlere uğramaz "öyle şeyler". Öyle şeyler ki; yaşamın her es geçilmiş ayrıntısında sıkışıp kalmış ve kaybolmuş şarkıların en uzun sololarını bağıran ve ışığı her yerden sızan. Sızsana biraz kapı altlarından. Sız biraz, kız sonra ve gene sız!


IŞIĞINDA KARANLIĞIN II Barış Dolan Şubat sabahı Nazlı’nın odasını usulca dolduruyordu. Sabahın erken saatlerinde uyanmaya karşı hep katı bir tavrı vardı. Ne kadar sevmese de erken kalkmalıydı. Sağ ayağının parmak uçları örtünün altından süzüldü, sol ayağı da sağ ayağının tüm hareketlerini tekrarladı. Yatağının başucundaki aynada saçlarına olanı biteni gözlemledi. Saçlarının dalgaları yanaklarını okşadı. Ardından dün gece söktüğü ojelerinin tırnaklarında kalan kızıllığını seyretti. Gözaltı torbalarına hiç bakmadan ayağa kalktı ve birçok insan ile ortak kaderi paylaştı. Yeryüzündeki tüm insanların ortak paydasına bulaştı. Kahvaltısını mahallenin köşesindeki simit fırınından alıp yola koyuldu. Okuldaki karton bardakları sevmiyordu çantasında her gün bir kupa bulunurdu. Bazen hiç kullanmaz bazen ise elinden düşürmezdi. Bazı alışkanlıklarından hiç vazgeçemedi. Birinin hep onu takip ettiğini düşünmesi, çocukluğundan kalan bir alışkanlıktı. Halil sadece var olana konmuştu. Adımları bir sonraki adımlarını kovaladı Nazlı’nın. Uzun zamandır görmediği bir tanıdığını en yakınını gördü… Hurşit, tezgâhı yine ganimet dolu filikaları andırıyordu. Uzun uzun konuşmak istedi zira bu ağa takılırsa kendini sıyıramayacağını biliyordu. Derse geç kalmaması fazla oyalanmaması ilk amacıydı. Okula vardı, gözleri Cenk’i arıyordu. Saçıyla sakalı yer değiştirmiş demişti arkadaşı Aslı. Bu anıyı hatırlamadı henüz. Bütün algısını Cenk’e yönlendirmişti. Okula demir atmış öğrencilerdendi Cenk… Uzaktan sevmeler hoşuna gidiyordu Nazlı’nın, birbirlerine olan duygularından habersiz aynı gökyüzüne bakıp aynı parke taşlarında izler bırakıyorlardı.

Cenk Nazlı’nın düşüncelerinden başka bir yere konduramadığı kahramanıydı. Aktif bir öğrencilikti Cenk’in sahip olduğu. Nazlı ise daha sakin bir öğrenciliğe sahipti. Dünyası dıştan görünüşüyle sessiz ve sakindi. Zira asıl dünyası iki kulağının arasında, burnunun tam üstündeki alanda hapsolmuştu. Gözleri Cenk’i ne kadar arasa da göremeyecekti bugün. Yorucu geçen öğlen öncesi Cenk olmadan başlamıştı. Hurşit’in yanına gitmek biraz olsun dışarıdan görünen sakin dünyasını hareketlendirir ve renklendirirdi. Koşar adım Hurşit in yanına çevirdi ayaklarını. Halil, Hurşit i yemek yemesi için lokantaya uğurlamıştı. Saat öğlenin içindeydi seyyar satıcıdan aldığı sıcak salep vardı avuçlarının arasında. Hiç yanından ayırmadığı fındık kremalı gofreti ile salep ’i barıştırıyordu dişlerinin arasından damağının ardına. Nazlı, Hurşit’i arayan meraklı bakışlarını yavaşça tezgâha bıraktı. Halil Şubatın ortasında yüzü kızıla boyanmış şekilde Nazlı’ya döndü. Yemek yemeğe gittiğini söyledi boğazında yumru haline gelen gofretini yutup… Hep yemek yediği yer aklına geldi, o yöne doğru dönse de Halil’in duruşu onu geri çevirdi. Bekleyeyim madem demesi Halil’i soğuklardan sıcaklara sürükledi. -Goflet? -Yer misin? Nazlı, Halil’in yanındaki tabureye oturdu. Gofret demeyi bir türlü öğrenememişti bu ona çocukluğundan kalan nadir şeylerdendi anılarından sıyırarak elindeki paketi uzattı. Salep bardağı iki taneydi, üstteki bardağı alttaki bardaktan çekip çıkardı ve salep in yarısını boş bardağa doldurdu. Çocukluğundan kalan gülümsemesini yeniledi Halil. Hurşit çorbasını yudumlarken iki ayrı dünya, iki ayrı renk bir arada oturmuşlardı. Taburelerinin arasında yan yana kanat çırpan üç serçe uzaklığı vardı. Halil


dakikaları topladığı sırada otuz yedinin üzerine Hurşit geldi. Yüzünde tebessümü ile lafına girdi. -Oo gençler… Halil ile anlaşmışlardı en yakın arkadaşının, köyden gelen oğluydu babası yeni vefat etmişti. İstanbul’un yabancısıydı ve ona yardım edecek hem de para kazanacaktı. Bir süre sonra da tezgâhı ona devredecekti. Artık işleri o yürütecekti. Tüm bunları Nazlı’ya da anlattı. İstanbul’u ona Nazlı tanıtacaktı. Halil hayatının rolünü oynayacaktı, bu cümleyi sadece Halil ve Hurşit duymuştu. Kafasının içindeki bazı cümleleri es geçmişti Hurşit. Hurşit’in güvenebileceği nadir insanların arasında olmasının mutluluğuyla dinliyordu Nazlı. Değer verdiği birinden aldığı emaneti saklamak ve ona bakmak için gözlerindeki olanca ışıkla Hurşit e bakmaya devam etti. Hurşit tüm bunları anlatırken Nazlı ile ilgili bir anıları aklına geldi. Nazlı’ya verdiği eski bir kitabın arasında not bulmuştu Nazlı ve soluğu Hurşit ‘in yanında almıştı. Küçük detayları seviyordu. Akşam Halil’e de anlatacaktı bunu. Kafatasının mantar panosuna zımbaladı bu düşüncesini. Konuşmaları 7 yaşında kıvırcık saçlı bir kızın bu kaça? Demesi sonlandırdı. Elindeki resimli kitabı gösteren çocuğa altı farklı göz birden dönmüştü. Ortak olan sadece gülümseyerek ufak kıza bakmalarıydı. 5 lira küçük hanım diyerek atıldı Hurşit. 4 olur mu diye geri püskürttü aldığı cevabı, ufacık parmakları arasına sığdırdığı dört demir parayla. Hurşit gülümseyerek elini uzattı. Sırtında sallanan çantasıyla küçük kız paytak yürüyüşe koyuldu annesinin elini tutmadan. Nazlı daha sonra haberleşeceklerinin garantisini veren bakışlarının ardından Halil ile olan tanışmalarının memnuniyetini de belirterek küçük kızın aksi yönüne doğru ilerledi. Adımları sayılamaz kadar uzaklaştıktan sonra Hurşit’e döndü Halil. Mutluluğu nadir yakalayanların yüzlerine oturan tebessümü çok iyi bilen Hurşit günün tüm güzel anılarını biriktiren Halil e gülümsedi ve ekledi.

İyi ki doğdun Halil! Bunu da al hediyen, paket filan yok idare et artık dedi elinde duran kalınca kitabı Halil’ e uzattı. -Artık kitaplardan korkamazsın Halil.


FERHAT KONAŞ Hiç Kimse - 3. Bölüm

K

adın, adamın ayağını sardıktan sonra hızlıca

yerdeki cam kırıklarını süpürüp, adamın yanına uzandı, dövmeyi gördükten sonra sormak istediği soru, içten içe kemirmeye başlamıştı ve o soruyu sormamak için kendini zor tutuyordu. Öte yandan da umursamaz bir tavırla, başını omuzuna yasladığı adamla birlikte anı yaşamak istiyordu. Müge kimse kimdi, açıkçası umurunda da değildi, ama bir başak burcu için işler bu kadar basit yürümüyordu, ne yapıp edip Müge’nin kim olduğunu öğrenmeliydi… Aslında kadın, lafını esirgemeyen, arkadaşları arasında da sivri dilli olarak bilinirdi ama içinde bulunduğu duygusallığın sona ereceği korkusuyla ağzını açıp tek bir kelime edemiyordu. Uzun zamandır yaşamadığı karşı cinse olan yakınlığın etkisiyle hem güvende hem de daha önce hissedemediği kadar huzurlu hissediyordu. Bugüne kadar yaşadığı ilişkilerde eksik olan ne varsa sanki hepsi bu adamda toplanmıştı ve kimsenin bunu bozmasını istemiyordu. Güneş doğmak üzereyken uykuya ancak dalabildiler. Aynı yatağın içinde birbirine sarılmış iki beden uykuyla birlikte adeta iki farklı rüyaya bölündüler. Kadın rüyasına; adamı uyutup ardından evde Müge’nin kim olduğu hakkında ipuçları arayarak başladı. Bir yandan yaptığı şeyin yanlış olduğunu biliyor, öte yandan da kendine hakim olamıyordu. Aramaya salondan başlamıştı, gözüne ilk takılan yer kütüphane olmuştu. Kitapları bu kadar çok seven adamı araştırmaya başlamanın ilk yolu kitaplardır diye düşünüp, kitaplığa doğru yöneldi, gözüne ilk ilişen kitabı alıp sayfalarını çevirmeye başladı. Kitap, Micel Foucault’un Hapishanenin Doğuşu adlı eseriydi. Sayfaları hızlıca çevirirken altı çizili satırları özenle okuyup bir şeyler bulmaya çalışıyordu ama içinde bulunduğu durumla kitapta altı çizili konular konular birbirinden o kadar farklıydı ki bir yere varamayacağını düşünüp kitabı aldığı yere koymaya çalışırken kitapların arasında bir kartpostal olduğunu far ketti.

Kitabı yerine koyup kartpostalı aldı, Kartpostal Polonya’dan gönderilmişti, önyüzünde Woodstock’a ait bir resim arkasında İngilizce dostane bir şeyler yazıyor ve yazı kırmızı bir ruj lekesiyle sona eriyordu. Bu anlamsız çelişkiye daha fazla kafa yormadan kartpostalı aldığı yere bırakıp, ipuçları aramaya koyuldu, birkaç kitap daha kurcaladıktan sonra, nihayet köşeye sıkışmış, hatta gizlenmiş bir fotoğraf albümüne rastladı... Devam edecek...

‘’

Aslında kadın, lafını

esirgemeyen, arkadaşları arasında da sivri dilli olarak bilinirdi ama içinde bulunduğu duygusallığın sona ereceği korkusuyla ağzını açıp tek bir

’’

kelime edemiyordu.


KARDEŞİME MEKTUP ŞEYHMUS ERGÜL

S

ıcak bir Temmuz akşamında evde herkes uyurken

bende yarı uykulu gözlerle televizyon izliyordum. Sonra kapı çaldı. Sen geldin. Üstündeki elbiseleri değiştirirken üzerinde çok garip bir sessizlik vardı. Hiçbir şey söylemeden yatağına geçtin. Ben televizyon izlerken bir yandan sana bakıyordum. Kafanı yastığa koyduğunda bana öyle bir baktın ki, masum, çocukça, öylesine bir hasretle… Sanki bana son kez bakıyordun veda eder gibi. Ben ise bu derin bakışından hiçbir anlam çıkaramamıştım. İşten gelmiştir, yorgundur. Diye düşünmüştüm. Kemikleri kıracak kadar hüzünlü o kısacık göz göze gelmeden sonra sen uyudun. Bir daha senin gözlerine bakamayacağımı bilmeden ben de uyudum. Sabah oldu yine her zaman ki gibi herkes gündelik işlerini yapıyordu. Ben bütün gün evdeydim. Babam çarşıda, abim dayımlarda, bizim kızlar komşu ziyaretinde, annem ise akşam için senin en sevdiğin yemeği yapıyor. Bu arada hepimiz seni işte çalışıyor diye biliyoruz. Akşam oldu. Yemek vakti geldi. Herkes sofraya oturdu. Bir sen eksiktin. Ailenin en yaramaz çocuğu olduğun için babam her akşam yemekten önce seni arardı. Sen akşam yemeğinde evde olmayınca içi rahat etmezdi. Yine bir yaramazlık peşinde mi koşuyor? diye bir yandan sana kızar, bir yandan içten içe kaygılanırdı. Babam seni defalarca aradı ama telefonun kapalıydı. Annemin özenle hazırladığı sofra da otururken “ Kalkın bu çocuğu arayın.” dedi. Abim ve ben seni aramak için evden dışarı çıktık. Mahalledeki çocuklara sorduk, kimse görmemiş seni. En çok vakit geçirdiğin yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmeyen arkadaşın Bile görmemiş. Bizim mahallenin muhtelif sokaklarında yaptığımız bu ufak araştırma bir

işe yaramadı ve evin yolunu tuttuk. Eve giderken aynı zamanda hem içimde daha önce hiç hissetmediğim garip bir korku var hem de eve vardığım zaman seni evde görmek için çok büyük bir umut var. Eve yaklaşırken kapının açık olduğunu fark ettim. Kapının önünde o kadar çok ayakkabı var ki sanki tüm mahalle bizim eve gelmiş. Bir şeylerin ters gittiğini anladım ve koşar adımlarla salona girdim. Bütün komşular, akrabalar baştan aşağı dizilmiş. Annem salonun girişin de ağlıyor, babam odanın köşesinde başı önde ağlıyor. Komşular annemin, babamın koluna girmiş teselli ediyor. Onları bu halde görünce dünyalar başıma yıkıldı. Sesim titreye titreye babama “ Ahmet nerede?” diye sordum. Babam başı önde, bana bakmadan “ Ahmet gitti.” dedi. Gözyaşlarım birden sel oldu. Hayatım boyunca ne annemi nede babamı ağlarken görmemiştim. Küçükken anne ve babaların ağlamak gibi bir özellikleri olmadığını sanıyordum. Ta ki bu kara gecede onları hüngür hüngür ağlarken görünceye kadar… Bu hayatta yetim büyümekten daha zor bir şey varsa oda, yetim büyüyen bir insanın evlat acısı yaşamasıdır. Komşular yavaş yavaş gitmeye başladı. Annemi ağlarken gördüğüm zaman sanki kalbime keskin bir cam parçası saplanır gibi oluyordu. Herkes gittikten sonra evde ağır bir sessizlik oluştu. Kimse konuşmuyor, annem ağlamaya devam ediyordu. Babam bu dayanılmaz acıya karşı koyamıyor, ağzından tek kelime çıkmıyordu. Sabaha kadar hiçbirimizin yüzüne bakmadı. Evladını koruyamamanın verdiği mahcubiyet ruhunu yaşayanın ya da anlamlandıramadığım kötü bir duygu sarmıştı. Günün ilk ışıkları pencereden içeri girerken bizim kalbimiz hala karanlıktaydı. Dışarı çıkıp sokaklarda seni aramaya karar vermiştim. Doğup büyüdüğüm şehrin daha önce hiç gitmediğim, görmediğim sokaklarında seni aradım. Bu şehir de herkes herkese benziyor ama kimse sana benzemiyor. Ne kimsenin yüzü, ne kimsenin

‘’Bu şehir de herkes herkese benziyor ama kimse sana benzemiyor.’’


yürüyüşü, ne kimsenin sesi ve önemlisi kimse senin gibi kokmuyordu. Bu şehir seni ve sana ait olan her şeyi elimizden almıştı. Bütün gün binlerce insan arasından seni aradım ama bulamadım. Elimden hiçbir şey gelmiyor ve bu beni deli ediyordu. Eve dönerken annemin gözlerinin içine bakıp “ Kardeşimi bulamadım.” Diyecek gücüm yoktu. Yolda bildiğim bütün duaları etmiştim, belki bir umut evde olursun diye. Ama sen yoktun, biz eksiktik, yarımdık, dertliydik, meraklıydık ve korkuyorduk… Senin yokluğunda bu hayatta en kötü duyguları iliklerimize kadar hissediyorduk. Günler, aylar, yıllar, geçti. Ömrümüzden ömür gitti ama sen gelmedin. Bir gece herkes uyurken, ben karanlıkta odanın tavanına hasretinle dalıp, uzaklara ip atıyordum. Senin odadan sesler geldi. Kalktım. Odanın kapısına geldim. Annem senin elbiselerini koklayıp, topluyordu. Ter kokun gitmesin diye iş elbiselerini hiç yıkamadı. Kapıdan içeri girdim. Ağlayarak anneme sarıldım… Annem her gece bizden gizli mutfakta senin fotoğraflarına bakıp ağlıyordu. Hepimiz bu durumu biliyorduk ama haberimiz yokmuş gibi yapıyorduk, o üzülmesin diye. Gidişinle en çok onu üzdün. Bir gün en uzaklara dokunmak için gittiğin yerden geri döneceğini biliyorum ve sen döndüğün gün dünyanın tüm derdi tasası annemin bir bukle saçından dökülecek…


YAĞMUR ERDEN

‘’İZ’’

K

abul her yara insanı olgunlaştırır. Ama bazı

yaralar sadece iz bırakır.

GÖKÇE KIZILDEMİR

‘’İçimdeki ülkenin çocuğu darmadağınık’’

S

abahlara misafir olmuş yüreğim, aklıma zincir

atıyor bu aralar. Dilimin ucuna yığılmış üç beş küfür beşiğinde sallanıp gidiyorum sabahtan akşama dek. 'Düşünmek' sanki çok zor bir eylemmiş gibi geliyor. Ben de kendimi sokaklara bırakıyorum. Kimsesiz kalmış bankların önünden geçiyorum. Bir kaldırımın kıyısına oturup gökyüzünü süzüyorum yavaş yavaş . Kadehimi bulutlara vuruyorum dipsiz kuyumda. Bir gelmişine, bir de geçmişine saydırıyorum hayatın. Her sokak başına bir şiir adı veriyorum yürürken. Bütün şiirler hüzünlü geliyor. Havalardan mıdır, bilmem. Kadehler gibi yarım kalmış ayrılıklar, göz gözü görmez 'yalnızlık' süslü şiirler... Belki bir gün aynı şiirin 'kavuşamaz' aşıkları oluruz seninle her sokağın başında. Kelimeler yığarım sessizliğime. Gecenin 3'üne misafir mısralar yazarım boynu bükük kağıdımla, kıpkırmızı, kan renginde okunulası. Kirpiğim tökezliyor yanağımdan düşerken. Kaygım var artık göğün maviliğinden.

Geçmez. Zaman geçer ama o yara geçmez. Hala aynı derecede hala aynı dozda acıtır şuramızı. Ve sadece bir damla yaş akar gözümüzden. İşte o bir damla yaş o yaranın sızısıdır. Ne zaman açıp baksan o sol tarafına ilk günkü haliyle görürsün. Hala kabuk bağlamamış hala geçmemiş… Açık bir yara, büyük bir iz. Sonra da ‘’büyümek’’ dersin bunun adına. Bu yüzden büyümek acı verir insana. Bu yüzden olgunlaşırsın işte. Geçenlerde yıllardır duymadığım bir cümle geçti yanı başımdan. ‘’Büyüyünce geçer.’’ Bu cümleyi unutalı o kadar uzun zaman olmuş ki. Ne komik bir cümle ama. Büyüdükçe geçer evet ama acı değil o. İyilik geçer. Güven geçer. Gülümseme geçer. Saf düşünce geçer. Çünkü her biri bir parça yara almış ve zamanla da iz bırakmıştır. Ve işte büyüdün. Artık insanlara saf düşüncelerle yaklaşmıyorsan, birisine artık eskisi gibi güvenemiyorsan, iyi niyet diye düşünemiyor ve acaba diyorsan, gülümsemelerin birer damla olup düşüyorsa artık; evet, büyümüşsün. Böyle insanlara çok iyi bakın. Çünkü böyle insanlar içlerinde kocaman bir iz taşır.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.