9 771307 007009
ISSN 1307-007X
83
“Ölümsüz ve daima diri olan Allah’a güvenip dayan. O’nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarını O’nun bilmesi yeter.” (25/58)
EDİTÖR'DEN
Sahibi PINAR YAYINLARI Tic. ve San. Ltd. Şti. Adına İlhan Gündoğdu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Fatih Razi Yayın Sorumlusu Betül Babacan Yayın Kurulu Ali Tarık Parlakışık Burak Kalpaklıoğlu Furkan Gençoğlu Kübranur Yakupoğlu Mehmet Salih Babacan Mehmet Semih Özdemir Nihal Açıkel Osman Zinnur Aksu Zehra Gündoğdu Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Abdullah Yıldız Ali Tarık Parlakışık Betül Babacan Burak Kalpaklıoğlu Erkam Şahin Eslem Çanak Fatih Razi Fatih Yavuz Furkan Gençoğlu Mehmet Semih Özdemir Muhammed Fatih Osmanoğlu Muhammet Tutkun Osman Zinnur Aksu Sümeyye Akgül Şehadet Günhan Zeynep Kırbaşoğlu Zeynep Sude Özkan Adres Alay Köşkü Cad. Küçük Sk. Civan Han No:6/3 Cağaloğlu - Fatih / İSTANBUL bilgigenconculer@gmail.com Görsel Yönetmen Tekin Öztürk Grafik Tasarım Projesanat Tan. Org. Tel: 0212 640 20 90 www.projesanat.com.tr
Baskı Şekil Ofset Matb. San. ve Tic. Ltd. Şti. Gümüşsuyu Cad. Litros Yolu 2. Matbaacılar Sit. 2BB 3 Topkapı/İST. Tel: (212) 565 77 01
“Şimdi külçeler yüklüyüz şaşılacak bir biçimde külçeler yüklüyüz ve çıkmak istiyoruz yokuşu” İ. Özel
Merhaba değerli okurlar, öze Allah Rasulü Hz. Muhammed’in (sav), yolculuğa çıkacak olan Ebu Zer’e ettiği nasihatten bir paye ile başlayalım: “... Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp. Amelinde ihlaslı ol.” Hz. Peygamber yükünüzü artırmayın dediği anda, talip olunan yokuşu düşünmeye koyuluyor insan. Neye benziyor, nasıldır ve nasıl aşılır soruları ardı ardına sıralanıyor. Allahu Teala, bu sarp yokuşun, nefse zor gelen “köle azat etmek veya açlık gününde yakını olan bir yetimi, yahut aç açık bir yoksulu doyurmak”(90/13-16) gibi amellerden oluştuğunu söylüyor. Tam da burada son dönemde, özellikle İstanbul’da sıkça karşılaştığımız mülteci “kardeşlerimiz” akla geliyor. Bu sayımızda öncelikle, Suriyeli mültecilerin Türkiye’deki yaşam koşulları üzerine Mazlumder’in hazırladığı raporun değerlendirmesini dinledik. Tabi raporun yayınlanmasından sonra mülteci sayısının arttığını da göz önünde bulundurmak gerek. Sonrasında, Suriye’nin dünü ve bugününe ilişkin araştırma yazıları ve yapılan lokal yardımlara ilişkin bölümler yer alıyor. Bu sayımızda Kur’an Edebi’nde Tevhid akidesinden sonra, en mühim işlerden biri olarak, anne-babaya ve yoksula ihsan etmenin önemi anlatılıyor. Bu noktada, hem Hz. Peygamber’in yükünüzü artırmayın sözünü yeniden hatırlamak gerek ve hem de yoksula, yetime, yolda kalmışa ihsanda bulunmanın Kur’an ahlakını kuşanmak noktasında bir temel taşı olduğunu hatırdan çıkarmamak gerek. 18 Nisan Salı günü, Muhammed Enes Uçar kardeşimiz, arkadaşımız, abimiz Hakk’ın rahmetine kavuştu. Yokuşu çıkmaya talip olmak, yolda olmak, yolda sebat etmek ve yolda ölmek Muhammed Enes kardeşimizi düşününce akla ilk gelenler. Allah O’nu dünyadan genç yaşında kurtardı ve gerçek hayatına eriştirdi. Allah’tan ailesine ve tüm yakınlarına sabrı cemil ihsan etmesini niyaz ediyoruz. Yaşamında güzel hasletleriyle hepimize örnek idi, vefatı ile de Allah’a dönüşün her an hepimize ne kadar yakın olduğunu gösterdi. Biz O’ndan razı idik, Allah da razı olsun, naim cennetleriyle müjdelediği kullarından eylesin.
S
Nisan’14 • 1
Nisan 2014 • Sayı 83 • Yıl 11
20
SURİYE’NİN VE ÜMMET BİZİ BEKLİYOR İNSANLIĞIN KATİLİ: FİRDEVS BÜŞRA KALUÇ BAAS
08
Muhammed Fatih OSMANOĞLU
TEVHİD VE ŞİRK ÖZE DÖNÜŞ Fatih RAZİ
İNSANLAR VAR İÇİMİZDE, BİZDEN UZAK Şehadet GÜNHAN
25 2 • Nisan’14
38 GEZİ PARKI VE
MÜSLÜMANLAR Furkan GENÇOĞLU
DÜNÜ VE BUGÜNÜYLE SURİYE
Muhammet TUTKUN
26 Muhammed Enes Uçar Anısına El Fatiha / Erkam Şahin.............................................. 4 Âyet Âyet Kur’ân Edebi / Abdullah Yıldız.................................................................. 6 Tevhid ve Şirk “Öze Dönüş” / Fatih Razi.................................................................... 8 Röportaj / Abdurrahman Babacan ile Söyleşi / A. T. Parlakışık - B. Kalpaklıoğlu .... 12 Suriye’nin ve İnsanlığın Katili: Baas / Muhammed Fatih Osmanoğlu............. 20 İnsanlar Var İçimizde, Bizden Uzak / Şehadet Günhan................................... 25 Dünü ve Bugünüyle Suriye/ Muhammet Tutkun...................................... 26 Röportaj / îsâr Topluluğu / Betül Babacan............................................... 30 Bize Dokunmayan Yılan Bin Yaşamasın! / Eslam Çanak ............................ 33 FİKİR / Ali Tarık Parlakışık................................................................ 34 Dostoyevski Üzerine / Osman Zinnur Aksu........................................ 37 Gezi Parkı ve Müslümanlar / Furkan Gençoğlu.......................................... 38 Bu Hâl Neyin Nesi? / Fatih Yavuz...................................................................... 40 Okullardan Haberler / Burak Kalpaklıoğlu............................................................... 42 Etkinlik / Geç Olmadan Genci Anla / Sümeyye Akgül............................................... 43 Kitap / Zindandan Çıkış / Zeynep Kırbaşoğlu ................................................ 44 Müzik / Mecra Müzik Hareketi ile Röportaj / B. Kalpaklıoğlu.................... 46 Karikatür / Zeynep Sude Özkan ............................................. 48
Nisan’14 • 3
TAZİYE
Muhammed Enes Uçar Anısına El Fatiha
Lezzetleri bıçak gibi kesen ölümü sıkça hatırlayın, nasihat isteyene Ölüm yeter!
Erkam ŞAHİN
Muhammed Enes Kimdi? “Onlar hayırda yarıştılar ve öncü oldular” sözünün muhatabı, dava arkadaşımız… Mü’minlerin bir duvarın tuğlaları olduğunu bilen buna göre de her daim mücadele eden canı acıyanla canı yanan, yüreğine Ümmeti sığdıran güzel kardeşimiz… “Allahın ipine hep beraber sımsıkı sarılın, ayrılığa düşmeyin” vahyini her haliyle çevresine tebliğ eden dostumuz… Ve Muhammed Enes’in en güzel iki hasleti; Mütebessim ve Mütevaziydi. Bilen ve akleden için bu iki haslet bir mümine fazla fazla yeterdi. Nasıl Tanıştık? 17 Cemazi-el Evvel 1435 de bir öğlen vaktinde bir güzel insanı uğurladık hakkın rahme4 • Nisan’14
tine. Ölümü her birimizi derinden üzdü ve yaraladı; giden insanın nadide olması öncü olması hüznümüze hüzünler kattı. Bundan 4 yıl evvel Muhammed Enes’e bir haber geldi; “Trakya Üniversitesi’ne Rektör başörtülü kardeşlerimizi almıyor!”. Enes hemen etrafındaki bir avuç insanı organize edip anında bir otobüse atlayıp İstanbul’dan Edirne’ye gider. Orada rektörü protesto eder, biraz da hırpalanır hatta. Ve baskılar sonuç verir; kardeşlerimiz üniversitelerine rahatça girmeye başlar. Yolculuk boyunca marşlar ve ezgiler yükseldi güzel sesinden. Herkes ile hoş muhabbet etti. İcma dedi, ümmet dedi, hilafet dedi, ittihadı İslam dedi. Bir insanı tanımak için yetti bir yolculuk ve biz o zaman tanıdık Muhammed Enes’i.
Neler yaptık? Sonrasında dostluğumuz devam etti, dostluk mücadele birliğine dönüştü. Her türlü İslami çalışmalarda beraberdik artık. Her eylem yeniden diriltirdi Muhammed Enes’i. Birçok yönden örnekti Muhammed Enes, çağın dünyevileşme tehlikesine karşı dile getirdiği söylemleriyle, gençliğin boş meşguliyetlerine tepki olarak ortaya koyduğu mücadeleyle. Muhammed Enes’in Genç Öncüler olarak çalışmalarımızın büyük bir paydasında emeği vardı. Görevden kaçmaz, elini taşın altına koyar, hizmeti büyük küçük diye ayırt etmez üstlendiği sorumluluğu hakkıyla yerine getirirdi. Şu çağda Muhammed Enesin yüklendiği Misyonu yüklenen bir avuç genç vardı, yaşamında bu avucu taşırmaya azmetmişti. Ölümünde ise inşallah örnekliği ve anılarıyla bu gayretini devam ettirmekte. Muhammed Enes ne söylerdi? Boğaziçi Üniversitesi kayıt döneminde Anadolu’dan gelecek kardeşlerine sesini duyurmak için şöyle söylüyordu: “Din” sözlük anlamı itibariyle “bir insanın hayatını idame ettirirken dikkate aldığı normlar ve hayat tarzı” demektir. Bir insan hayatını hangi kurallara göre şekillendiriyorsa o insanın dini o kuralların bütünüdür. Günümüz üniversite camiasında ise öğrencilere empoze edilmeye çalışılan hayat nizamı maddeci bir anlayış olan “materyalizm”dir. Eğer Müslüman üniversite öğrencileri olarak bize empoze edilmeye çalışılan bu normlara göre yaşamaya başlarsak İslam’ın değil de “modern dünyanın dini” olan materyalizmin bir ferdi oluruz. İslami hayat tarzına karşı saldırıda bulunan bu dünyevi anlayışları kırmanın en güzel yolu ise birlik olmaktır. Ümmet olmak... Biz de Boğaziçi Üniversitesi’nde Müslüman öğrenciler olarak bu saldırılara karşı hem kendimizi korumak hem de kendi argümanlarımızla bu anlayışları yok edebilmek için okuldaki öğretimin yanında İslami manada da çeşitli çalışmalar yapmaktayız. Ümmet olma şuuruyla, “kol kırılır, yen içinde kalır” düsturuyla hareket etmeye çalışarak birbirimizi eleştirerek iyiye yönlendirmeye, batıl dünya düzenlerine karşı ise
birlik olup, ümmet olup hareket etmeye çalışıyoruz. Boğaziçi Üniversitesi kampüsleri arasında bulunan Nafibaba Camii bizim karargâhımız, parolamız ise selamların en güzeli olan Allah’ın selamıdır. Ne güzel de söyledi ve hep güzeli söylerdi… Muhammed Enes’e duamız… Ey Rabbimiz! Ona bir hikmet bahşet ve onu Salih kimseler arasına kat. Sonra gelecekler arasında onu doğrulukla anılanlardan kıl ve Onu Naim cennetinin varislerinden eyle… Muhammed Enes’den sonra edeceğimiz dua… Ey Gökleri ve yeri yoktan var eden Rabbimiz! Bizim velimiz sensin bizim canımızı Müslüman olarak al ve bizi Salih kulların arasına kat! Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve canımızı Müslüman olarak al. Ey Rabbimiz! Bize kendi katından bir rahmet ver. İşlerimizde bize doğruluk ver, bizim için muvaffakiyet hazırla. Ey Rabbimiz! Bizi namaza devam eden bir kimse eyle. Soyumuzdan da böyle kimseler çıkar. Ey Rabbimiz! Duamızı kabul et! Bir ayet-i kerime: “Müminler arasında öyle yiğitler var ki Allah’ın huzurunda verdiği sözü her zaman yerine getirir; kimi ölüme gitmek suretiyle ahdini yerine getirmiştir, kimi de kararlarından vazgeçmeden ahitlerini yerine getirmeyi beklemektedir.” (Ahzab/23) Bir hadis-i şerif: “Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Ani ölüm, kâfir için gadab-ı ilahî’nin bir yakalamasıdır, mü’min için de bir rahmettir.” (Ebu Dâvud, Cenâiz 14) Muhammed Enes’e olan Şahitliğimiz Ey Rabbimiz! Onun namazı, ibadetleri, yaşamı ve ölümü Alemlerin Rabbi olan Allah için, Senin içindi! Son söz Muhammed Enes, gördüğünde Allah’ı hatırlatanlardandı. Ya biz? Bizi görenlere biz neyi hatırlatıyoruz? Nisan’14 • 5
KAPAK
ÂYET ÂYET KUR’ÂN EDEBİ* ÖNCE ALLAH’I BİRLE; SONRA ANA-BABAYA, AKRABAYA, YETİME, YOKSULA… İHSAN ET! Abdullah YILDIZ
“Allah ile birlikte başka bir ilah edinme ki, kınanmış ve yalnız başına bırakılmış kalmayasın! Rabbin kesin olarak şunları emretti: O’ndan başkasına ibadet etmeyin; ana babaya ihsan edin…” (İsra 17/22-23) “Allah’a kulluk ediniz. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Ana-babaya, akrabalara, yetimlere, yoksullara, yakın komşulara, uzak komşulara, yakın arkadaşlara, yarı yolda kalanlara, elinizin altındakilere iyilik (ihsan) ediniz. Allah kendini beğenmiş kibirlileri kesinlikle sevmez.”(Nisa 4/36) “Hani Lokman, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: “Yavrum! Allah’a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak (şirk) elbette büyük bir zulümdür.” “Ve insana ana ve babasını tavsiye ettik…”(Lokman 31/13-14) İslâm’ın olmazsa olmazı Tevhid yani Allah’ı birleme ve O’ndan başka hiçbir ilah ve rab tanımama inancıdır. Gerçek manası ile Allah’ı birlemeden İslâm’a adım atılmış olmaz. Allah’ı birlemenin olmazsa olmaz göstergesi ise, şirkten uzak durmak yani O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak ve denk tutmamaktır. Yukarıdaki üç âyette görüldüğü gibi, ilahi mesaj, öncelikle Allah’ı birlemeyi ve O’na herhangi bir nesneyi ve gücü ortak koşmamayı, sonra da anababaya ihsanı emreder. Elbette Kur’ân-ı Kerîm’de ‘önce Allah’ın sonra ana-babanın hakkını gözetmeyi’ emreden başka âyetlerle de karşılaşırız. Mesela; Rasûlüllah’ın (s.) Mekke’de haram ayları fırsat bilerek çeşitli kabile reisleri ile görüşmeler yaptığını ve bu çerçevede Beni Şeybân b. Sa’lebe ileri gelenlerine ilk olarak şu âyetleri tebliğ ettiğini öğreniyoruz: “De ki: Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilik (ihsan) edin, fakirlik korkusuyla 6 • Nisan’14
çocuklarınızı öldürmeyin -sizin de onların da rızkını biz veririz-; kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve Allah’ın yasakladığı cana haksız yere kıymayın! İşte bunlar Allah’ın size emrettikleridir. Umulur ki düşünüp anlarsınız. Yetimin malına, rüştüne erinceye kadar en güzel şekilden başka türlü yaklaşmayın; ölçeği ve tartıyı tam ve denk tutun. Biz, hiçbir kimseye gücünün yettiğinden başkasını teklif etmeyiz. Söz sahibi olduğunuz zaman yakınlarınıza ait de olsa adaleti gözetin. Allah’a verdiğiniz sözü yerine getirin. Duydunuz ya, O, düşünüp tutasınız diye bunları size emretti.” “İşte benim doğru yolum budur; ona uyun. Sizi O’nun yolundan ayıracak başka yollara uymayın. (Azabından) korunmanız için Allah size böyle tavsiye etmiştir.” (Enam 6/151-153) Dikkat edilirse; kutlu Peygamberimizin daha ilk kez karşılaştığı insanlara tebliğ ettiği âyetler, bütün peygamberlerin tebliğinin ortak noktası olan Tevhid ilkesi ile başlıyor: “O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın!” Yani ‘şirkin iptali’. Hemen ardından da “anababaya ihsan” ilkesi geliyor. Keza, Mekke döneminde nazil olan Lokman, Hicret’ten bir süre önce nazil olan İsra, Medine’de nazil olan Nisa surelerinde yer alan benzer ayetlerde de aynı denklemi görüyoruz: Önce Allah’a ortak koşmamak, sonra da ana-babaya ihsan. Demek ki; İslam’ın öngördüğü insan ve toplum tipinin olmazsa olmaz ilkesi şirkten arınma ve Tevhid, ikinci ilkesi ise ana-babaya ihsandır. Bu ise, İslam’ın “aile” kurumuna verdiği önemi ve öncelikli konumu ifade etmekle kalmaz, aynı zamanda anababaya ihsan merkezli İslam toplumunu bu çağda yeniden inşa etme görev ve sorumluluğumuzu da bizlere ihtar eder.
MÜSLÜMAN FERT VE TOPLUM
Allah Şirki Affetmez
ÖNCELİKLE ŞİRKTEN UZAK DURUR
Allah Teâlâ (c.c.) şirki asla affetmez; bu yüzden de müşriklere cennet kesinlikle haram kılınmıştır. İslâm’ın ilk esası/rüknü tevhîd yani Allah’ı birle“Doğrusu Allah, kendisine şirk koşulmasını mek ve O’na asla şirk koşmamaktır. (denk ve eş tutulmasını) bağışlamaz.”(Nisâ 4/48) Şirk; ‘ortaklık, pay’ demektir. Kur’ân’da türev“Kim Allah’a şirk koşarsa, Allah ona (bu halde leriyle birlikte 186 âyette geçer. Ortak olmak anla- öldüğü takdirde) cenneti haram kılar.”(Mâide 5/72) mındaki “Şe-ri-ke” fiil kökünden gelir. Aynı kökten Şirk sadece inanç ve akide düzleminde kalmaz, gelen “şirket”, ortaklık anlamını içerir. İki veya daha amele de yansır; aslolan da amel yani uygulamadır. çok kimsenin maddi veya manevi alandaki ortak“Kim Rabbine kavuşmayı ümit ediyorsa, sâlih lıklarına şirket veya müşareket denir. Fiilin if’al ba- amel işlesin ve Rabbine ibâdetinde (yarattıklarınbındaki şekli olan “eşraka”: ortak tanımak ve ortak dan) bir kimseyi şirk koşmasın!”(Kehf 18/110) Bu âyetin nüzul sebebine dair koşmak; bu babın ism-i faili olan şöyle bir rivayet zikredilir: Adamın “müşrik’’ de ortak koşan demektir. Şirk, İslâm ıstılahında Allah’a Şirk ile küfür bir birine yakın biri Peygamberimize (s.) dedi ki: -”Ey Allah’ın Rasûlü, ben Allah iki kavramdır. Aralarındaki ortak koşmak demektir. Şirk, rızası için bir iş yapıyorum (ve aynı Lokman suresinin 13.âyetinde fark, küfrün daha genel, zamanda da) yaptığım bu işin inbelirtildiği üzere en büyük zulüm şirkin ise daha hususi sanlar tarafından görülmesini (bive haksızlıktır: Zulüm, bir şeyi ololmasıdır. Bu anlamda her linmesini) de seviyorum?” ması gereken yerin gerisine/aşaşirk, küfürdür, fakat her Rasulüllah (s.) ona hiçbir ceğısına koymaktır. Allah’ın hakkını vapta bulunmadı. Bir müddet küfür şirk değildir. Çünkü Allah’tan başkasına vermektir. sonra bu ayeti kerime indi. şirk, Allah’a, zat, isim ve Aynı zamanda Allah’ın mükersıfatlarında ortak tanıma rem/saygın kıldığı, şeref verdiRiya da Şirktir ği insan nefsini, bir yaratılmışa sonucu meydana gelir. Küfür Şeddad b. Evs (r.a) ağlayarak ibadet ettirerek onu aşağılamak, ise, insanı inkâra götüren bir şunu anlatır: Rasulüllah’ın (s.) zelil etmektir. Şirk bir zulümdür; takım inançların kabulü ile şöyle dediğini işittim: çünkü, ilahlığı, hiçbir zaman söz “Ümmetim üzerine şirk ve gizgerçekleşir. Küfür sayılan konusu olmayan, olma imkanı li şehvetten (dolayı) korkuyorum.” inançlardan biri de Allah’a bulunmayan bir yere koymaktır. Ben: ortak tanımak yani şirktir. Şirk koşmak, ilahlığı, mabutluğu -‘Ey Allah’ın Rasulü, ümmetin Allah’tan başkasına vermektir. senden sonra şirke mi düşecek?’ Allah’tan başkasının ise hiçbir dedim. Dedi ki: şartta ilah olması mümkün değildir. -”Evet, ama onlar kesinlikle ne güneşe, ne aya, “(Yahudiler) âlimlerini ve rahiblerini, (Hıristi- ne taşa ne de bir puta tapacaklardır. Fakat onlar yanlar da) Meryem’in oğlu Mesîh’i, Allah’dan baş- amelleriyle insanlara riyakârlık yapacaklardır.” -‘Ey Allah’ın Rasulü, riya şirktir, öyle mi?’ dedim. ka rabler edindiler. Halbuki onlar da, ancak bir olan “Evet” dedi. ‘Gizli şehvet nedir?’ dedim. Dedi ki: Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah’dan -”Sizden biriniz oruçlu olarak sabahlar, kendisibaşka hiç bir ilâh yok. O, müşriklerin ortak koştuğu ne dünya şehvetinden bir şehvet arız olur ve bunun şeylerden tamamen münezzehtir.” (Tevbe 9/31) üzerine orucunu bozar.” Şirk ile küfür bir birine yakın iki kavramdır. AralaKısaca: müminler, akidevi ve ameli şirkten (bak: rındaki fark, küfrün daha genel, şirkin ise daha huYunus 10/104-106) ısrarla kaçınmalı, şirkin her türsusi olmasıdır. Bu anlamda her şirk, küfürdür, fakat lüsüne karşı uyanık olmalı, onlardan Allah’a sığınher küfür şirk değildir. Çünkü şirk, Allah’a, zat, isim malı, bir tür şirk olan riya ve gösterişten de uzak ve sıfatlarında ortak tanıma sonucu meydana gelir. durmalıdır. Küfür ise, insanı inkâra götüren bir takım inançların bölüm, Abdullah Yıldız Hocamızın “On İki Emir” İsra kabulü ile gerçekleşir. Küfür sayılan inançlardan biri Suresi*Mezkûr Işığında Kur’ân Edebi adlı kitabından derlenerek yayına hazır hale getirilmiştir. de Allah’a ortak tanımak yani şirktir. Nisan’14 • 7
KAPAK
TEVHİD ve ŞİRK “Öze Dönüş” Fatih RAZİ
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla… Tevhid ve Şirk insanlık tarihi boyunca tüm insanlığın bağlanageldiği iki dinin adıdır. Yeryüzünde bu iki temel dinin dışında bir başka din varolmamıştır ve olmayacaktır da. Ayrıca bakınız “Din Nedir?”1 Hayat ve ölüm arasında mücadele etmek zorunda kalan insanoğlunun en kritik problemini kavramlar oluşturur. Kavramlar o kadar önemlidir ki eksik ve yanlış anlaşılan kavramlar yolunuzun ve mücadelenizin de yanlış olacağı anlamını taşıyacaktır. Zira hiçbir insan yanlış yolda mücadele etmek istemez. Fakat yanlış yola yanlış kavram/a/ larla sokulur ve o kavramın zamanla doğru olduğunu zanneder. On dokuzuncu asrın son yıllarında İngiliz Parlamentosu’nda kürsüye çıkan Sömürgeler Bakanı Gladstone elindeki Kur’an-ı Kerim’i göstererek şunu söyler: “Bu kitap Müslümanların elinde kaldıkça biz onlara gerçek anlamda egemen olamayız. Ne yapıp etmeli; ya Kur’an’ı ortadan kaldırmalıyız veya onları Kur’an’dan soğutmalıyız.” İşte temel 8 • Nisan’14
mesele bu Müslümanları Kur’an’dan soğutmak! Bunun en basit yolu ise kitabın içerisinde bulunan “Kur’an’ın hayat verici kavramlarını” yozlaştırarak ve gerçek manasının dışında anlamlar yükleyerek Müslümanları Kur’an’dan onun hayat veren kavramlarından soğutmayı hedefleyenler bu hedef doğrultusunda maalesef aşama aşama başarıya ulaşmışlardır. Şimdi Kur’an’ın en temel konusu olan “Tevhid” ve onun zıttı olan “Şirk” kavramlarını akademik çerçeveden ziyade bu iki kavramın ne denli önemli olduğundan birazda güncelleyerek işlemeye çalışacağım. İslam dini fıtrat dinidir. Bundan dolayıdır ki tüm Peygamberlerin en temel çağrısı “La ilahe illallah”2 olmuştur. Bu çağrı tüm nesillere ve çağalara umut ışığı3 olmuşken aynı zamanda hitap ettiği toplumların zalim otoritelerine meydan okumuştur. Zira Allah Rasûlü şöyle buyurmaktadır: “Cihadın en üstünü zalim sultan (otorite) karşısında hak sözü söylemektir.” Çünkü “Tevhid beraberinde Değişimi”4 de
getirir/getirmelidir. Bu yüzden Tevhidsiz bir din düşünülemez. Bu tıpkı bir binanın temelsiz inşa edilmesine benzer ki böyle bir şey mümkün değildir. Velev ki temelsiz bir binayı ayakta durdurmayı başardınız. Tecrübeyle sabittir ki en ufak sallantı ya da darbede o bina çökmeye mahkûm olacaktır. Müslümanların temeli son yıllarda maalesef çok zayıflamıştır. “Radikal İslam tehdidine çözüm, ılımlı İslam’dır.”5 sözü Tevhidsiz bir İslam dini oluşturmayı hedefleyenlerin günümüzde sayılarının arttığını göstermek suretiyle, bu sözü ve Sömürgeler Bakanı Gladstone’un sözünü doğrular niteliktedir. İşleri güçleri maalesef İslam’ı değil de hoşgörü dinini insanlara anlatmak olmuştur. Müslümanların oluk oluk akan kanlarına seyirci olan bu ümmetin sessizliği İslam’ın temeli olan Tevhid’in yok olduğu ya da yok olmaya devam ettiğinin ayrı bir göstergesidir. İslam coğrafyası için, İslam’ın yeniden hâkim olabilmesi6 için Müslümanların tekrar imana7 yani Tevhide dönmesi, temellerini yeniden atması bir ihtiyaçtan çok bir zorunluluktur. Aksi halde çürümüş bu temel ile kimliksiz bir nesil olarak devam edeceğimiz gibi gelecek neslimizi de büyük bir kimliksizlik tehlikesi beklemektedir.8 Tevhid Nedir? Türkçede ‘birlemek’ şeklinde ifade edilen ‘tevhid’, Arapça ‘vahd’ kökünden türemiş bir mastardır. ‘Tevhid’ sözlükte, bir şeyin ‘bir’ olduğuna hükmetmek, onu ’bir’ olarak bilmek, bir şeyi diğerlerinden ayırarak onu tek kılmak, birlemek gibi anlamlara gelmektedir. Kavram olarak ‘tevhid’, mutlak anlamda Allah’ın bir olduğunu bilmeyi, O’ndan başka ilâh bulunmadığına, ortağı ve benzeri olmaktan uzak bulunduğuna inanmayı ifade eder.9 Müslümanların Allah’ın varlığına inandığı gibi birliğine de inanmaları farzdır.10 Zira birlemede sıkıntı varsa Tevhid yok olmuş demektir. Tevhid, hayatımızın her alanına her anına mutlak anlamda karışır/karışmalıdır. Çünkü Tevhidin olmadığı alanda ve anda “Şirk” devreye girecektir.
Tevhidin Pratik Görüntüleri11 Kâinattaki Tevhid Günümüzde insanlar özelde Müslümanalar maalesef Allah’ın Kâinatta yarattığı nimetleri (ayetleri) göremiyor. Bakışlarına mesafe koyulmuş bu ümmetin, tek düze, paralel ve sadece önünü görür halde olmalarının yanında görmek istediklerini görüyorlar. Okumuyorlar Allah’ın kâinattaki ayetlerini, olaylara kuş bakışı bakmak gerekirken kuş gibi bakar hale gelmiş Müslümanlar. Oysa Kâinattaki her varlık bu inancı bize haber veriyor. Kur’an’da sık sık bu duruma dikkat çekilmekte, Allah’ın sonsuz kudretinin eserine bakmamız tavsiye edilmektedir. Kâinattaki her varlık kendine ait bir özelliğe sahiptir ve her biri kendi görevini yerine getirmektedir. Ey Gençler! Bu durum, Tevhid’in göstergesi değil de nedir? Konuyla ilgili bazı Ayetler12 Siyasette Tevhid Siyaset, idare etme, yönlendirmedir. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulma serüveni Hilafetin kaldırışı13 ile başlar. Bu kuruluştan sonra Batıdan gelen laiklik halklı Müslüman olan bu ülkeyi Devlet nezdinde (maalesef) kafir yapmıştır. Laiklik ile Müslümanların tabiri caiz ise anaları ağlatılmıştır. İlk nesil laikliğe karşı büyük mücadeleler vermişken, son yılların Müslümanları Demokrasi ile dezenformasyona uğramıştır. Laikliğe karşı verilen mücadele Demokrasiye karşı veril/e/ memiştir. Hele 2000 yılından itibaren mevcut hükümetle Müslümanlar iyice Demokrasiyi benimsemişlerdir. Bu aşamada mevcut iktidarın büyük payı vardır.14 Yani bizden görme anlayışı. Bu anlayış Devlet nezdinde geçerli değildir. Zira hükümet olmak muktedir olmak değildir. Çünkü Allah’ı Yaratılışta Tevhid ettiğimiz gibi siyasette de Tevhid etmemiz farzdır.15 İnsan Hayatında ve Toplumda Tevhid İman edenler, İslâm’ın kendilerinden istediği ‘muvahhid’ tipli insan olmak, hayatlarının her anında Tevhid inancını göstermek, kulluğu tek bir Rabb’e yapmak durumundadırlar. Muvahhid, Nisan’14 • 9
KAPAK bütün benliği ve duygularıyla Tevhid ilkelerine Dünya ve Ahiretimizi Mahveden inanır ve mücadelesini bu uğurda yapar. İslâm Virüs: “ŞİRK” ümmeti, Tevhid dinine inanmakla tek bir ümmet, İslam, sadece inanılıp kabul edilmesi gereken tek bir topluluk olmaktadır.16 Zira Tevhid par- esaslara iman etmeyi değil; aynı zamanda redçalanma kabul etmez. Toplum üzerinde Tevhid dedilmesi gereken esasları da inkâr etmemizi artık sadece sözden ibaret olmuştur. Zikirmatik ister. Hatta “Tevhid-Şirk” seçiminde kişiye özgürile sadece çekilen bir şey haline gelmiştir. Sözüm lük hakkı bile vardır.21 21. yüzyılın Müslümanları “La” sı22 olmayan onlara Radikal İslamcılarda kafelerde sabahlara kadar Tevhid aşağı Tevhid yukarı konuşurken bu bir İslam’ı benimsedikleri için Şirk, üstü örtülen bir kavram olmuştur. Şirk konusu geçtiğinde haümmet hale birleşememişlen Cahiliye zamanında yatir. Müslümanların en büyük pılan şirkler örnek verilmeksıkıntılarından biride Tevhid tedir. Güncel ve günümüze ile birleşememelidir. Mezdokun/a/mayan bir şirk kavİslâm’a göre tek yaratıcı hepsel ve kurumsal ayrılışlar ramı vardır. Oysa bu konuya Allah’tır ve O bütün Müslümanları Tevhidsiz bir dikkat etmediğimiz takdirde kâinatın tek hâkimidir.29 toplum haline getirmiştir. amellerimizin boşa çıkacağıOysa Kur’an, Allah’ın İpine Bu açıdan şirkin bir esası, nı23 unutmamız gerekir. sımsıkı sarılmayı17 ve birbiriŞirk inancı, insana huzubir temeli yoktur. Zaten mize kenetlenerek mücaderu değil; sıkıntıyı, emniyeti müşrikler bile sıkıştıkları 18 değil; korkuyu ve güvenle etmemizi emreder. zaman âlemlerin Rabbi sizliği, saâdeti değil; şekaveti24, adâleti değil; zulmü, Allah’a sığınırlar.30 Yürekte ve Dilde iyi ahlâkı değil; azgınlığı ve Tevhid Görüldüğü gibi şirkin fesâdı kazandırır ki bu katemeli yoktur. Bu yüzden Mü’minler, İslam dininin zanç değil, kayıptır. Kur’an özeti olan Tevhid kelimesini ise, şirk koşanların sürekli meselemiz insanları yürekten kabul ederler, inahuzursuzluk içinde olduklaşirkten kurtarıp Tevhide rını çarpıcı bir şekilde anlatnırlar, dilleriyle de inandıkdavet etmek olmalıdır. maktadır.25 larını ortaya koyarlar. Sonra da bu inançlarını fikirde, düşüncede, ahlâkta, ibadette, sosyal hayatta ve her konuda gösterirler. Tevhid’in ilkelerini hayata hâkim kılarlar. Ama günümüzde kalplere hapsedilmiş bir Tevhid hâkimdir. Yaşantımıza karışmayan sadece sıkıntıya düştüğümüzde hatırladığımız bir Tevhid anlayışı türemiştir. Oysa bunu cahiliye dönemi insanı da yapıyordu.19 ‘Lâ ilâhe illâllah’ yani Tevhid inancını kabul ettikten sonra, başka ilâhların peşine gitmemiz, Şirk olabilecek fikirleri, ilâh zannedilen otoriteleri, Tağutların hükümlerine itibar etmememiz Müslümanların üzerine farz kılınmıştır. 20 10 • Nisan’14
Şirk Nedir? “Şirk”, “şerike” fiilinin mastarıdır. “Şirk” ve aynı kökten gelen şirket, müşâreket, sözlükte; mülk ve saltanatta ortak olmak demektir. Bir şeyin birden fazla kişiye ait olduğunu ifade eder. Aynı kökten gelen ‘eşreke’ fiili, ortak koşmak, ortak olmak anlamına gelir. Istılahta şirk; Allah’a zatında, sıfatlarında ve fiillerinde ortak ve denk tanımaktır.26 Şirk kavramı, insanların uydurdukları dinleri tanımlama açısından son derece önemli kavramlardan biridir. İnsanlar tarih boyunca sınırlı sayıdaki inançsızlar/ateistler dışında ya “şirk’ dini üzerinde ya da ‘Tevhid’ dini üzerinde olmuş-
lardır. İki veya daha çok ilâh tanımak, herhangi bir varlığı ma’bud (ibadet edilen) olarak bilmek, Allah’ın yaratıcı, kadim, bâkî... gibi sıfatlarını başka varlıklara vermek şirktir. Kısaca şirk, Allah’ın ilâhlık vasıflarını Allah’tan başkasına vermektir. Allah, bu yüzden “şirk günahını affetmez.”27 Şirk En Büyük Zulümdür Zulüm, hem nûrun zıddı olarak karanlık; yani kötülük, mutsuzluk, kaos, huzursuzluktur; hem de hakkı asıl sahibine değil de bir başkasına vermektir. Bugün İslam coğrafyasında akan kanlar zulüm olduğu gibi zihniyetlerde kangren olmuş, Şirki düşünceler (kıyas anlamında değil) arasında pek fazla fark yoktur. Zira şirk bedene yapılan bir işkence değil, zihne yapılan bir işkencedir. Allah, bu yüzden “şirk en büyük zulümdür.” 28 der. Şirk İnancının Bir Temeli Yoktur İslâm’a göre tek yaratıcı Allah’tır ve O bütün kâinatın tek hâkimidir.29 Bu açıdan şirkin bir esası, bir temeli yoktur. Zaten müşrikler bile sıkıştıkları zaman âlemlerin Rabbi Allah’a sığınırlar.30 Görüldüğü gibi şirkin temeli yoktur. Bu yüzden meselemiz insanları şirkten kurtarıp Tevhide davet etmek olmalıdır. Zira şirk inancı, sahibini desteksiz ve yönsüz bırakır. Allah ile bağlarını kopardıkları için haktan uzak kalırlar, yanlış hüküm verirler, adâletten uzaklaşırlar, zulme bulaşırlar. Hatta bu şirk onlara çocuklarını öldürmeyi bile güzel gösterebilir.31Şirk inancı insanı tatmin etmez. Daim bir arayış ve özlem içerisine sokar. Şirk hakkında söylenecek yazılacak çok şey vardır. Ama keşfedilmiş şeyleri bir daha keşfetmenin anlamı yoktur. Şirk ile ilgili ayrıca bakınız32 Sonuç Tevhid ve Şirk basit iki kavram değildir. Biri kişiyi Cennete diğeri Cehenneme götürür. Bu yüzden Tevhid birlemeyi, Şirk parçalamayı emreder. 21. Yüzyılın Müslümanları bu iki kavramı çok iyi idrak etmeleri gerekir. Hayatlarını bu iki kavram doğrultusunda hareket ettirip bu şekilde hayatlarına yöne vermeleri ve yaratılışta olduğu gibi hükümlerde de Allah’ın ayetlerine uymamız
gerektiğini, uymadığımız takdirde helvadan puta tapanlardan bir farkımızın olmadığını unutmamamız ve unutmamak için sürekli hatırlamamız kaçınılmaz bir zorunluluktur. Rabbim, Tevhidi her daim hatırda tutan ve onun birliği doğrultusunda hareket eden kullardan eylesin. Rabbim, bizi her türlü şirki amellerden muhafaza eylesin. Rabbim, hakkı hak bilip hakka yönelmeyi batılı batıl batıl bilip ondan uzaklaşmamızı her birimize nasip etsin. Nereden bakılması gerekiyorsa oradan bakmayı unutmayın… Selametle… Dipnotlar 1 Din Nedir, Salih Gürdal, Beyan Yayınları 2 3/ Âl-i İmrân, 62 3 5/ Maide, 16 4 Celaleddin Vatantaş, Tevhid ve Değişim, Pınar Yayınları 5 Daniel Pipes, National Interest, Ekim-Kasım Sayısı 6 9/ Tevbe, 32-33 7 4/ Nisa, 136 8 Sosyal Ekonomik Ve Kültürel Araştırmalar Merkezi(SEKAM), Türkiye Gençlik Raporu 9 Ahmed Kalkan, Kavramlar Tefsiri, Tevhid Kavramı, Davut Emre Yayınları 10 112/ İhlas Suresi, 1-4 11 Ahmed Kalkan, Kavramlar Tefsiri, Tevhid Kavramı, Davut Emre Yayınları 12 51/ Zâriyât, 20-21; 3/ Âl-i İmrân, 190 13 3 Mart 1924 Hilafetin kaldırılışının 90.Yılı 14 İyad Kunaybi, Türkiye Modeli ve Erdoğan Tecrübesi Yazısı 15 43/ ZUHRUF, 84 16 21/ ENBİYÂ, 92 17 3/ ÂLİ İMRÂN, 103 18 61/ SAFF, 4 19 10/ YÛNUS, 12 20 33/ AHZÂB, 3-4 21 2/ BAKARA, 256 22 Mustafa Çelik, Lâ Kitabı, Yenda Yayınları 23 18/ KEHF, 110 24 Sıkıntıda kalmak, Mutsuzluk… 25 22/ Hacc, 31 26 Ahmed Kalkan, Kavramlar Tefsiri, Şirk Kavramı, Davut Emre Yayınları 27 4/ Nisâ, 48, 116 28 31/ Lokman, 13 29 6/ En’âm, 101, 164; 10/ Yûnus, 68; 17/ İsrâ, 111; 22/Furkan, 2 30 6/ En’âm, 40, 63; 10/ Yûnus, 22 31 6/ En’âm, 137 32 Ahmed Kalkan, Kavramlar Tefsiri, Şirk Kavramı, Davut Emre Yayınları, Salih Gürdal, Tevhid ve Şirk, Beyan Yayınları
Nisan’14 • 11
KARANTİNA
‘TÜRKİYE’DE MÜLTECİLER’ ÜZERİNE ABDURRAHMAN BABACAN İLE SÖYLEŞİ Ali Tarık PARLAKIŞIK - Burak KALPAKLIOĞLU
İ
stanbul özelinde, Türkiye’deki Suriyeli mülteciler üzerine Mazlumder son dönemde bir rapor hazırladı. Duruma dair bilgileri ilk ağızdan öğrenmek niyetiyle, Mazlumder Dış İlişkiler Koordinatörü Abdurrahman Babacan ile yaptığımız röportajı istifadenize sunarız. Genç Öncüler: Türkiye’de Suriyeli mülteciler meselesiyle alakalı genel bir çerçeve çizebilir misiniz? Abdurrahman Babacan: Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu tarihten itibaren ülkesinde bulunacak, sığınmacı olacak yabancılarla ilgili herhangi bir hukuksal ve işleyişsel düzenleyici bir akla ve pratiğine hiç sahip olmamış. Sorun biraz buralardan çıkıyor. Suriyeli mülteciler meselesinden önce farklı örneklerle de muhatap olundu, özellikle Körfez Savaşı sonrası dönemini kastediyorum. 1. Körfez Savaşı sırasında Kuzey Irak bölgesinden 460 bin civarında Kürt mülteci gelmeye çalıştı ancak o dönem 90’lı yılların başlarında Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetim aklı ve yöneticilerinin bizatihi kendisi böyle bir şeye sıcak bakmadılar sadece o dönem on binlerce Iraklı Kürt dağlarda, dar geçitlerde karlı yollarda, çoğu soğuktan ve donarak hayatını kaybetti. 1. Körfez Savaşı sonrası mülteciler ve sığınmacılar meselesinde böyle bir karanlık maziye sahibiz maalesef. Beraberinde yine 90’larda Bosna Savaşı sonrasında buraya sığınmak zorunda olan Bosnalı göçmenler 12 • Nisan’14
meselesi 90’lı yılların sonrasında Çeçen mülteciler akımı olmuştu. Daha evveli var, 1989’da Türk kökenli Bulgaristan vatandaşlarının yoğun bir mülteci akınına uğradığını biliyoruz Türkiye’ye. Bir savaş coğrafyasında yaşıyoruz biz, her zaman da oldu zaten son 20 yıllık mazimize baktığımızda bunun bir realite olduğunu görüyoruz, maalesef bu meseleye dair bir akıl geliştirilmemiş. Evvela şunu söyleyelim hukuki olarak Türkiye 1951 yılında imzalanmış Cenevre Sözleşmesi’ne taraf bir ülke. O da şu: Cenevre Sözleşmesi mültecilerin hukuki statüsüne ilişkin imzalanmış bir anlaşmadır ve bu üye olan ülkelere bazı hukuki yükümlülükler getirir. Türkiye maalesef coğrafi sınırlamayla imzalamış bu sözleşmeyi. O da şu demek: Avrupa ülkeleri dışından gelebilecek yabancı, mülteci akınına Türkiye hukuken, statü olarak mülteci demek ve mülteciliğin gereklerini yapmak zorunda değil. Kaldı ki şu an aslında biz mülteci diyoruz ama Türkiye’de bulunan Suriyeliler de mülteci değil, legal ve hukuki statü olarak sığınmacıdırlar. İlk olarak misafirlik verildi, daha sonra o misafirlik kalıcı misafirliğe döndü, şimdi de geçici sığınmacılar, statüleri bu. Mülteciliğin kendisine göre getirdiği temel insani meselelerden tutun da o ülkenin ikamet, çalışma izni olmak üzere mültecilerin temel hukuki hakları var. Maalesef Suriyeli mülteciler meselesinde önceki yaşanan mülteciler sorununda olduğu gibi
böyle sorunlar var ve konuşma zeminimizin bu sorun üzerinde olduğunu bilelim. Beraberinde 1994’te yürürlüğe girecek bir yönetmeliğe kadar mülteciler meselesinde Türkiye’de kendi iç mevzuatını bırakın anayasal düzenleme, yasal düzenleme genelge ya da yönetmelik dahi yok. Bu da tabi ülkenin aslında bu meseleye ne kadar insani bakıp bakmadığını düzgün bir devlet aklıyla bakıp bakmadığını bizlere gösteriyor ve maalesef hep idare, konjonktürel sübjektif tasarruflar üzerinden yürümüş ve bu da çoğu zaman kötüye kullanılmış. Bu yüzden Türkiye’de devlet tecrübesi bu meselede kötü bir maziye sahip.
birtakım teknik düzenlemeler yapılıyor. Sonrasında 2003 taİnsani yardım kuruluşları rihinde ve 2005 tarihinde iki tarafından bakılınca, şöyle tane önemli düzenleme yapılıbir sıkıntı var, İstanbul’a el yor, bunlar yine yönetmelik ve atmaya biraz çekiniyorlar. genelge düzleminde yasal veya Çünkü İstanbul’a el attıkları anayasal düzenleme değil. Bu anda bunun devamı gelecek düzenlemeleri AK Parti’nin ilk ve bunun altından kalkamı- dönemlerindeki dış politikadayacaklarından korkuyorlar. ki Avrupa birliği perspektifiyle Dolayısıyla biz de bazıları- paralel düşünmek gerekiyor, nı kamplara gitmeye teşvik çünkü Avrupa Birliği’ne uyum ettik. Mesela AFAD başka- ve entegrasyon süreci özellikle bu konuları da ihtiva ediyor. nı, yaptığı bir açıklamada 2003 tarihinde ulusal bir progkamplar yetersiz olduğu takram yayınlanıyor ve 1951 yılıntirde yenisinin açılabileceğini daki Cenevre Sözleşmesi’ne ve söylemişti. Ama insanlar ge1967 protokolüne bağlılık bir nellikle gitmek istemiyorlar, kez daha net bir şekilde kalın bunun en başta gelen sebebi, çizgilerle vurgulanıyor ve gügüvenlik sorunları. venlikten ziyade daha insani Türkiye’de devlet aklı hep bu odaklı bir dış politikaya geçiloldu, pratikler hep bu oldu ve bu meye başlandığının yavaş yavaş sübjektif alanları ne kadar açarsınız bunun keyfigöstergesi olması anlamında ben 2003’ü ve 2005’i liğini o kadar artırırsınız ve bu keyfiliğin de çoğu hem ulusal programı ve “İltica ve Göç” ulusal eyzaman insanların aleyhine işlemesine sebep olurlem planlarını önemsiyorum. Bu ikisi artık yavaş sunuz. 1994’te sadece bir yönetmelik oluştu, o yavaş bu tarz konularda bir aklın oluşmaya başlayönetmelik de Türkiye içerisine gelecek başvudığını gösteriyor. Özellikle 2005’teki geri gönderruların şartlarını ortaya koyuyor. Çok ufak tefek meme ilkesi çok önemli. Geri göndermeme ise şu Nisan’14 • 13
KARANTİNA demek: size başvuruyor bir sığınmacı çeşitli sebeplerden dolayı siyasi, hak ihlali nedenleri ile, siz size başvuru yapan bu insanı geri göndermemek ilkesi üzerinden muameleye tabi tutuyorsunuz. O kişi, o ülkeye eğer kaçtıysa size sığınma başvurusu yaptıysa (2005’te ulusal eylem planı altını kalın çizgilerle vurguluyor) “geri gönderilmeyecek” deniyor. Ama tabi sonuç itibariyle hala ciddi eksiklerin, 2005 açısından söylüyorum, bulunduğu bir durum. 2006 tarihinde yine bir uygulama genelgesi çıkıyor ve sonra 4 Nisan 2013’te çok önemli ve Türkiye Cumhuriyet tarihinde hiç olmayan bir şey yapılıyor. Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu, yani bir yasa çıkartılıyor. Bu yasada net bir şekilde şu vurgulanıyor, ben artık devlet aklı olarak ve dış politika aklı olarak, gündemime yabancılar ve sığınmacılar mevzusunu aldım ve bunu da temelde güvenlik yerine insani bir odakla değerlendiriyorum. Yani benim artık her tarafım düşmanla çevrili dolayısıyla o düşmanlar geliyorlar, benim iç huzurumu bozmaya çalışacaklar, kültürel, sosyolojik ve siyasal entegrasyon sorunum olacak demek yerine, ben artık insani bakıyorum gibi bir yaklaşıma giriliyor. Mesela en önemlisi yabancılara dair ve uluslararası koruma polis ve emniyetten alınıp yerine uzman ve sivil bir birimin kurulması ve bu sivil birimin denetimine, tabiiyetine girmesi, bu da önemli bir şey yani sivilleşme demek bir yönüyle. O devlet aklını ve devletin uygulayabileceği, her zaman uygulama ihtimalinde olan kuvvet içeren ve zorbalık içeren pratiğin bir yönüyle engellenmesine vesile olması açısından önemli. Çok net geri gönderme yasağı prensip olarak ilkeye yasa dahilinde konuyor, bu da çok önemli bir şey. Yasanın teminatı altına giriyor. Bir başka şey sınır dışı etme kararı kanunla şartları net düzenlenmiş bir şekilde değerlendiriliyor. O yasa dahilinde sadece belirli unsurlar sınır dışı edilebilir, o da temelde terörizm. Bu terörizm meselesinde biraz soru işaretlerimiz var, benim de hukukçuların da. Çünkü bu terörizmde biliyorsunuz özellikle 11 Eylül’den sonra dünya sathında son derece ideolojik manipülasyonlara ve sübjektif inisiyatiflere çok açık ve tabiri caizse muhteviyatı da açık olabilecek bir tanım, bu doldurulmamış. Ama pozitif tarafı şu, deniliyor ki ben terörizm dışındaki diğer hatalı veya kendine göre daha evvel çok rahat bir şekilde hatalı gördüğü için geri gönderebiliyorken, artık bundan sonra o sübjektif inisiyatiflerin 14 • Nisan’14
alanını kapatıyorum, bu da ayrı önemli bir nokta. Beraberinde hukuki masraflarını karşılayamayacak sığınmacıların adli masraflarının hükümet tarafından ödenmesi konusu da önemli. Çok önemli bir kurum Göç İdaresi Genel Müdürlüğü kurulacak. Yani artık Dışişleri Bakanlığı ya da ilgili bakanlıklar bazen İçişleri Bakanlığı, bazen Adalet Bakanlığı olabiliyor, bazen Milli Eğitim, bazen Sağlık Bakanlığı olabiliyor. Çünkü sığınmacıların sorunları hep bu tarz bakanlıkları ilgilendiriyor. Artık diyor ki yani her şeyi ben yapmam, alt bir birim kurarım, bu da bir merkeziyetçilik doğru ama eskisi gibi bir hengame değil. Sadece Göç İdaresi Genel Müdürlüğü üzerinden bu göçle alakalı sorunlara ve olası çözüm önerilerine ve pratiklere ve işleyişlere odaklanıyor, bakıyor. Bu yasayla alakalı hukukçuların en ciddi eleştirileri malum coğrafi sınırlamanın hala devam ettirilmesi. Yani biraz önce dediğim gibi sadece bir sığınmacının mülteci olarak kabul edilebilmesi için o kişinin Avrupalı olması gerekiyor. Avrupa haricinden bir başvurucunun mülteci olarak tanınması, Türkiye açısından şart değil ve bu hala korunuyor. En ciddi eleştiride, bu yasanın kendisine bu husustur. Çünkü zannediyorum bunu hala devam ettiren dünyada sadece Türkiye, Madagaskar ve Monaco kaldı. Bunların dışında coğrafi sınırlama kalktı. Bu sınırlamanın zaten kalkması gerekir. Yani sen bir Çeçen’e veya bir Güney Asya’dan gelene, Myanmarlıya, Arakanlıya ya da Filipinliye veya Pataniliye, Suriyeliye, Mısırlıya keyfin istemezse, kardeşim ben seni mülteci olarak görmüyorum, dolayısıyla mülteci haklarından seni istifade ettirmeme hakkım var diyebiliyorsun. Bu husus ve bunun devam ettirilmesi son derece sıkıntılı. Bu meselede en ciddi ve haklı eleştiride bu husus hakkında. 4 Nisan 2013’te çıkan kanun, Nisan 2014 itibariyle yürürlüğe girecek. Şimdi gelelim Türkiye’de 2011’den bu yana var olan Suriyeli mülteciler sorununa. Evvela şunu söyleyeyim şu an itibariyle (bu 2 ay evvelki rakamları söylüyorum ve tahminler üzerinden konuşuyoruz çünkü bunun net tespiti mümkün değil.) legal girişler, pasaportlu girişler olduğu kadar ciddi sayıda bir de pasaportsuz yani illegal girişler var. Tahmini olarak % 65’e % 35 gibi, yani % 30-35 civarı bir illegal, pasaportsuz girişler var. O da Türkiye’nin açık kapı politikası dolayısıyla. Yani ne demek açık kapı politikası, Suriye özelinde hükü-
met bir karar aldı, dedi ki rakamına, kişisine, etnisitesine, dinine, diline bakmaksızın Suriye’den gelen, insani ihtiyaçlar yüzünden kaçmış olan herkese kapım açık. Bu insani olarak çok takdir edilmesi gereken bir politika. Ama beraberinde de hem güvenlik bakımından, hem insani durumlar bakımından, hem sosyolojik bakımdan, hem iktisadi bakımdan, hem de siyasal bakımdan ülke açısından büyük bir soru işareti ve belki risk anlamına geliyor. Hele hele dediğim gibi pasaportsuz girişlerin, oransal olarak yoğun olduğu bir durumda. Aşağı yukarı Türkiye’de realistik tahminlerimize göre 1 milyon 200 bin ile 1 buçuk milyon arasında Suriyeli mülteci var. Bunların 220 bin civarı bölgedeki 11 tane şehrin kamplarında, kimisi konteynır kentler kimisi çadır kentlerde olmak üzere kamplarda kalıyorlar. O zaman şu var aşağı yukarı 1 milyon insan kamp dışında yaşıyor. Problemin büyük tarafı bu. Şu ana kadar bizim hem Mazlumder olarak hem de çeşitli başka kuruluşlar olarak hükümetle görüşmelerimizde temel anlaşamadığımız nokta şurasıydı: hükümet resmi kanallarıyla (Başbakan, Dışişleri Bakanı vs.) açıklamalarında mülteciler dendiği zaman bundan 6 ay öncesine dek hep kamplar üzerinden düşünüyordu, kamplar üzerinden diskur geliştiriyordu. Şunun da hakkını teslim edelim; Lübnan, Ürdün ve Irak’ta da kamplar var ve Lübnan’da 1.5 milyondan fazla insan yaşıyor, Ürdün’de 1 milyon civarında mülteci var mesela, Ürdün’de Zaatari mülteci kampı şu an fiilen ülkenin en büyük ikinci şehri haline geldi, popülasyon olarak. Fakat Türkiye’deki kamplar Lübnan, Ürdün ve Irak’la kıyaslandığı zaman, Türkiye’deki kamp şartları inanılmaz insani ve inanılmaz ciddi masraflar dökülüyor ve gerçekten oradaki Suriyelilerin rahatı için oluşturulan şartlar mevcut olanların en iyisi. BMYK (Birleşmiş Milletler Yüksek Konseyi) Ban Ki Moon, ABD Başkanı, AB de resmi ağızlardan teşekkür ediyor Türkiye’ye. Ama bu paranteze hazır gelmişken şunu söyleyeyim; BMYK dahil Batılı ülkelerden Türkiye’ye gelmiş doğru düzgün elle tutulur bir yardım, bir destek yok. Türkiye bu konuda tam anlamıyla yalnız bırakılmış durumda, uluslararası toplum ve devletler düzeni açısından söylüyorum. Buna dair bir gelişme 3 yılı geçmiş olmasına rağmen alabilmiş değiliz, görmedik yani. Hep böyle söylemler üzerinden gidiliyor, Türkiye’ye şu konuda destek veriyoruz, Türkiye şöyle önemli iş yapıyor, tebrik ediyoruz diye ama bunlara destek
için fiiliyatta ve pratikte herhangi bir şey yaşanmıyor. Kamplar haricinde yaşayan 1 milyon ve 1 milyon 250 bin insanın meselesi; 1-barınma meselesi, 2- temel ihtiyaçlar meselesi, 3-sağlık, 4- eğitim, 5kültürel ve sosyolojik entegrasyon. Şunu da söylemek gerek bu temel ihtiyaçlardan barınmayı, güvenlikle eş tutuyorum, bunlar önümüzdeki temel meseleler. Şimdi gelelim bu kamp dışındaki 1 milyon insanın nerde ne şekilde yaşadıklarına. Bölge şehirlerinde yoğunlaşmışlar. Antep, Osmaniye, Kilis, Hatay, Diyarbakır, Mardin, Malatya, Adıyaman; bölgeye yakın şehirlerde yoğunlaşmışlar. Ama asıl yoğunluk büyük şehirlerde, bunun da başını İstanbul çekiyor. İstanbul, İzmir, Bursa, Mersin, Adana. İstanbul özeline gelecek olursak İstanbul Valiliği ve AFAD yetkilileriyle karşılıklı teyitleşmemiz neticesinde İstanbul’da yaklaşık 200-250 bin civarında mültecinin yaşadığı öngörülüyor ve bunlar temel olarak Fatih, Küçükpazar, Eminönü, Balat civarlarında, Bahçelievler’in daha çok Şirinevler kısmında, Başakşehir’in Altınşehir, Bayramtepe, Şahintepe kısımlarında, Esenler, Gaziosmanpaşa, Ümraniye, Sultançiftliği, Esenyurt, Sultangazi, Küçükçekmece, Güngören, Bağcılar, Sultanbeyli. Sosyolojik kompozisyona baktığımızda daha ziyade ortanın altı olarak adlandırabileceğimiz muhitler buralar. Buralarda yaşıyorlar, hakikaten çok çok kötü şartlar altında yaşıyorlar. Hakikaten bir insanın barınamayacağı kadar kötü şartlar, bizim görüşme yaptığımız yerlerde en ciddi şekilde bizi ruhen yoran, tabir-i caizse darmadağın eden Küçükpazar’daki yaşam şartları oldu. Orada koloniler oluşturmuş Suriyeli insanlar çok ufak tefek 7-8 metrekarelik odalarda, birçoğunda bir pencere dahi yok bodrum katlarında, eskiden otel olarak kullanılan hala tabelalarına baktığımızda otel yazan ama aslında han olarak kullanılan yerlerde. O hanların her büyük odalarını 7-8’er metrekarelik bölmelerle küçük odalara ayırmışlar ve her odada bir Suriyeli aile yaşıyor, 7/24 orada kalıyorlar. Her şeyleri orada geçiyor; mutfakları, soyunma odaları, yatak odaları, her şeyleri orası. Suriyeliler zaten minimum 4 çocuktur, anne babayı da katın 6, bir de yanlarında evin büyüğü varsa 7-8 tane insan 7 metrekarede günlerini geçiriyorlar. Mutfak tüplerinde yemeklerini yapıyorlar aynı oda içerisinde. Zaten Küçükpazar’daki o hanNisan’14 • 15
KARANTİNA
lara bir giriyorsunuz sizi çok kötü bir rutubet ve lağım kokusu karşılıyor, bizim Küçükpazar’da gözlem yaptığımız günlerden biri yağmurluydu, o yağmur suları odalara kadar girmiş. Sizi aşağı indiğinizde yağmur sularının içerisinde -lağımla karışmış da olabilir- o ortamda yalın ayak dolaşan Suriyeli çocuklar karşılıyor. Hakikaten tarif edemeyeceğin kadar günlerce etkisi altında kaldığımı biliyorum o manzaranın. Ve görüşüyorsunuz insanlarla, dediğim gibi çok temel sorunlar, çok temel problemler var. Güvenlik ve barınma işin bir boyutu, çünkü güvenemiyorlar. Maalesef bizim Türkiye toplumunun iyi olmayan bir yüzünü gördüm ben orada. Tahammülsüzlük ve yabancı düşmanlığı… Özellikle de işte bu klasik geyikler; “Araplar şöyledir, Araplar böyledir.”, onun üzerinden de yürüyen bir zihniyet var maalesef. Ve bu da ilk evvelemirde oradaki ufak çocuklara olan pratiklerde ve yaklaşımlarda yansıyor. Yani çok rahat şekilde adam kendi çocuğuna yapamazken, oradaki Suriyeli çocuğa vurabiliyor, bunları gördüm ben çünkü. Oradaki genç kızlara çok iyi davranılmıyor, bunları gördük. Oradaki kadınlar bundan çok muzdaripler. Genç Öncüler: Kadın ticareti olduğu hakkında şeyler söyleniyor. Abdurrahman Babacan: Şöyle söyleyeyim, ilkesel olarak biz bunları gündeme çok taşımadık, raporda da çok fazla değinmedik buna. Çünkü hakikaten böyle bir algı yaratılması o meselenin özünde 16 • Nisan’14
daha da yarayı derinleştirmeye yarayacak. Ama en azından şu söylenebilir; bir yerde bir savaş varsa, bundan en fazla –klasik lafız oluyor ama, çok net gördük bunu- kadınlar ve çocuklar etkileniyorlar. Kadınların birçok konuda istismarı çok açık hale gelebiliyor. Çocukların dilencilik üzerinden istismarı çok net. Hatta organ ticaretinden, organ mafyasından ve çocuk mafyasından haberdarız maalesef, böyle duyumlar ve ihbarlar çok aldık, kadın ticaretinden de maalesef… Nihai tahlilde şöyle bir şey söyleyeyim size, insanlar Suriye’deki bazı birikimlerini –ufak tefek olsa da- toplayarak getiriyorlar Türkiye’ye. Türkiye’de kira var, yaşam var vs. 4-5 ay gidebiliyor, sonra insanlar nasıl yaşayacaklar? Soru bu. O kiralar nasıl ödenecek? Nasıl hayatta kalacaklar? Ve maalesef hakikaten çok acı ama bazı şeylere mecbur kalıyorlar. Bu mecburiyeti de ben insani düzlemde değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum, bu mecburiyeti anlayabiliyorum, bu mecburiyeti normatif ve ahlâki hesaba ve sorguya çekmenin de çok ahlâki olmadığını düşünüyorum. Çünkü onu yaşamadan bilemez kimse. Nasıl bir mahrumiyet ve nasıl bir mazlumiyet içerisinde o insanların hayatlarını idame ettirdiklerini görünce ancak diyorsun ki; “Evet, burada ben olsaydım ne yapabilirdim?” diye otomatik olarak insan kendisine soruyor. Sormak da zorunda. Ve zaten o soruyla birlikte de ancak ve ancak orada bu kardeşlerimizin ruh dünyalarına ve pratik yaşam dünyalarına ancak o zaman girebiliyoruz, o zaman müdahil olabiliyoruz.
Bu meselede şöyle bir şey var, oturduğumuz yerden biz rahat konuşuyoruz. Her şeye nizamat verebiliyoruz oturduğumuz yerden. Ama ne zaman ki işin içerisine girdiğinde seni rahat uyutmamaya başlıyor ve ondan sonra da buna bigane kalamıyorsun. Oraya gidiyorsun, buraya geliyorsun, valiliğe müracaat ediyorsun, belediyeye müracaat ediyorsun, insani yardım kuruluşlarıyla birlikte çalışman gerektiğini düşünüyorsun. Ama nihai tahlilde sorunun ne kadar büyük olduğunu görüyorsun. Ve bu sorun senin, benim, sadece salt insani yardım faaliyetlerinin üzerinden olmuyor –ki bunlar çok önemli, yapılması gerekiyor, bundan vazgeçilmemesi lazım-, fakat sorunun mahiyeti çok daha büyük, makro bir politikayı gerektiriyor. Yani, bilfiil Adalet Bakanlığı’nın, İçişleri Bakanlığı’nın, Sağlık Bakanlığı’nın, Milli Eğitim Bakanlığı’nın, Ekonomi Bakanlığı’nın eş güdümüyle ortaklaşa yapacakları bir makro politika gerekir. Türkiye Cumhuriyeti’nde maalesef bu akıl şu ana kadar çok gelişkin olmadığı için ve böylesi bir meselenin büyüklüğü ve hacmiyle de nasıl baş edileceği çok pratik yaşanmadığı, bilinmediği için, bu konuda hükümet iyi niyetli olsa da pratikte zafiyetler ve geç kalınmışlıklar arz ediyor. Bunları da gördük. Mesela, şu an sağlıkla ilgili geldiğimiz nokta çok iyi, ama 6-7 ay evveline kadar şöyle bir sorun vardı; Suriyeli insanlar sağlıkla alakalı meselede hastaneye gidip işlerini halledemiyorlar çünkü paraları yok, dil bilmiyorlar, güvenmiyorlar. En ufak sağlık sorunlarını dahi çözemeyecek bir noktada o sağlık sorunu büyüyor, büyüyor ve içinde çıkılamayacak büyük bir probleme yol açıyor. AFAD sınıra yakın 11 tane vilayetle alakalı, devlete bağlı herhangi bir sağlık faaliyetinin -devlet kurumları açısından söylüyorum- Suriyelilere özelde ücretsiz oluşunu en baştan koymuştu. Umarım bizim de katkımız olmuştur, çünkü epey girişimlerde bulunmuştuk. Sağlık Bakanlığı bundan 6-7 ay evvel Eylül ayından itibaren, bu 11 vilayete has uygulamayı Türkiye’nin bütün vilayetlerine ve bütün hastanelerine uyguladı. Ve şu an herhangi bir Suriyeli, -pasaportlu ya da pasaportsuz önemli değil- bir sağlık kurumunda ücretsiz muayene olabilir, ameliyat olabilir. Mesela hamile kadınların düzenli takibi açısından ciddi sorun görmüştük, orada bir problem var. Şimdi bunların her biri çok şükür ücretsiz bir duruma oturtuldu ve sağlıkla alakalı en azından böyle bir pozitif noktadayız. Diğer bir sorunumuz
eğitimle alakalıydı, eğitimle alakalı durumumuz biraz daha sorunlu. Çünkü Türkiye’de biliyorsunuz Tevhid-i Tedrisat Kanunu var. Farklı dillerde devlet eliyle, bizatihi devletin onay verdiği eğitim verilemez. Şimdi bunun evvelde bir anayasal düzenlemeyle Tevhid-i Tedrisat’ın kaldırılması, bu tabi sadece Suriyeli sığınmacılarla ilgili değil, Türkiye’nin genel bir sorunu ama nihayetinde Suriyelileri de çok etkiliyor. Çünkü kendi eğitmenleri var zaten, bir savaştan kaçmışlar, aralarında öğretmenler de var, öğrenciler de var. En azından şöyle bir sonuca varmak istiyoruz. Devlet bilfiil bütün eğitim kurumlarını kendisi organize edemeyebilir ama en azından buradaki yasal engelleri ortadan kaldırırsa bu insanlar çeşitli ortamlarda kendi eğitim organizasyonlarını yapabilirler. Ki halihazırda informel olarak Eyüp, Esenler, Fatih ve Güngören’de informel Suriye okulları var, ilk ve orta dereceli kurumları kastediyorum. Ama tabi bunun formalize edilmesi gerekir, hem de içeriğin iyileştirilmesi gerekiyor. Çok sayıda Suriyeli çocuk ve genç okuyamıyorlar, okulları eğitim hayatları inkıtaya uğramış durumda. Bir başka sorun Türkiye’nin kendi dinamikleri açısından güvenlik, sosyolojik ve kültürel entegrasyon sorunu, çünkü hakikaten ciddi bir problem. Bu güvenlik meselesinin kayıt altına alınamaması. Allah korusun tenha yerlerde bir köprü altında bir gasp olayı bir cinayet yaşansa bunun kaydı yok, ne bir parmak izi var ne emniyette bir kayıt var. Kayıtlar da yavaş yavaş toparlanmaya çalışılıyor. Biraz geriden takip ediliyor aslında evvelden de böyle bir aklımız olabilseydi, Suriye sorunu ilk patlak verdiği zaman, bu kayıt işi de sağlık ve barınma sorunları da daha sağlıklı çözülebilirdi. Ama Türkiye’de bu meseleye dair şöyle bir algı var idi dış politikada; “Bu Suriye meselesi 5-6 ay içerisinde çözülür. Dolayısıyla biz Türkiye olarak ciddi anlamda bir yekun ile karşılaşmayız herhalde”, ama böyle olmadı. İşin bir de ekonomik boyutu var, bu insanlar yaşamak zorundalar ve Türkiye toplumunda belli alanlarda ekonomik olarak ciddi anlamda sömürülüyorlar. Bunu işverenler bilerek yapıyor. Basit bir örnek vereyim size, Esenyurt’ta Suriyeli, evlere gündelik temizliğe giden bir hanımla konuştuk. Hanım günde 10 saat çalışıyor ve aldığı ücret 20 lira. Öğrendik ki normalde bu işin ücreti yüz ila yüz yirmi lira arasında oluyormuş. Ücretin çok düşük olduğunu hanıma ima edecek olduğumuzda kendisi durumu Nisan’14 • 17
KARANTİNA bildiğini lakin “yaşamak zorunda” olduğunu söyledi. Olayın şöyle tarafları var, birincisi bir fırsatlık ve bu yolla son derece gayri ahlaki bir sömürü. Bunu uygulayanlar için bir ayıp olarak bu bir kenara yazılacak. Madalyonun diğer yüzünde şöyle bir durum var, Esenyurt’ta normalde yüz liraya temizliğe giden bir hanım, sırf Suriyelilere yapılan bu muameleden dolayı aynı fiyata iş bulamayacak, bu da arada bir sosyolojik gerilim ve bu insanlara yönelik bir nefret doğuracak. Hele hele Hatay’da sınıra yakın yerlerde bu duyumları çok alıyoruz. Erkeklerin ikinci eş olarak Suriyeli hanımlarla evlenmesi ve dolayısıyla Suriyeli hanımlara yönelik büyük bir nefret dalgası doğuyor. Aynı zamanda kültürel ve sosyolojik entegrasyonun diğer kısmında, Suriyelilerle Müslüman benzer bir kültürü paylaşıyoruz ama nihayetinde başka bir kültürel aurada, başka bir kültürel geri planda büyümüşler ve algıları da bizden farklı. Bize göre çok daha rahat davranıyorlar sosyal alanlarda; metroda, otobüste vs. Farklılaşmalara bizim toplumuzun tahammül sınırının düşük olduğunu da bilerek bazı şehirlerde bu durumlardan kaynaklana sıkıntılar olduğunu biliyoruz. Hatay’da zaten uzun zamandır var, Mardin’de var, ki normalde burada olmamasını bekleriz. Hem Türkler hem Kürtler hem Süryaniler beraber yaşıyorlar ama burada da var. Kilis’te var, Osmaniye’de ve Malatya’da var. İstanbul’da durum belki çok sıkıntılı değil, çünkü burası evvelden beri çok kozmopolit, hep farklı grupları barındıran bir şehirdi ve bu farklı insanlar gündelik hayatı bir şekilde beraberce götürebiliyorlardı. Ama örneğin Konya’da, Kayseri’de, Erzurum’da veya Diyarbakır’da böylesi farklı bir kültürel grubun bu toplumlarda barınması çok daha zor, insanların bu farklılığa tahammül etmesi daha zor. Suriyeli kardeşlerimizin entegrasyonu açısından bu da ayrı bir problem. Dolayısıyla Türkiye’nin şu an yaşadığı bu meselenin hepimizin ortak meselesi ve derdi olduğunu bilerek öyle davranmak gerekir. Aksi halde bu sorunu dışsallaştırırız, sorumluluğu hem başka yerlere, devlete, belediyeye atarız. Biz de karşı argüman olarak duyuyoruz böyle sözler, yani devletle görüşmüyor musunuz, belediyeler ne iş yapıyor vs. gibi. Tabi ki devlet kurumlarıyla görüşüyoruz, gerekli baskıları onlara da yapıyoruz; Fatih Belediyesi’ne, Esenler Belediyesi’ne, Büyükşehir’e, AFAD’a. Fakat bir de olayın sosyal tabandaki sorumluluk kısmı var. Yani 18 • Nisan’14
sadece Esenyurt’taki, Bayramtepe’deki, Altınşehir’deki, Esenler’deki, Sultangazi’deki bir tekstil atölyesinde akşama kadar tabanları şişinceye dek çalıştırılıp bunun karşılığında son derece cüzi ücretler alan Suriyeli genç kızların durumu, sadece hükümetin sorunu mu, devletin meselesi mi? Biz ne yapacağız, bizim o işverene karşı tutumumuz ne olacak? Bu totalde bir ahlaki problem, totalde bir vicdan ve insan meselesi. Sosyolojik kompozisyon çok çeşitli, mesela Küçükpazar’da kalanların % 95’i Kürt, ama içerisinde Nusayri olanlar var, hatta Esed yanlısı olanlar var, Sünniler, Türkmenler, Araplar var. Türkiye’ye özellikle şu gruplar geliyor, diğerleri gelmiyor diye bir ayırım yapamıyoruz. Her tabandan, farklı gruplardan insanlar var şu an Türkiye’de. Genç Öncüler: IHH, Suriye Nur Derneği vs. vakıfların mültecilere yardım ettiği, fakat diğer dışarıda kalanların Esed yanlısı oldukları sebebiyle yardım görmediği gibi bir söylenti var. Hakikatte bu durum nasıl? Abdurrahman Babacan: Çok yanlış, böyle bir durum yok. Yani tabi ki Esad yanlısı olup da buraya gelmiş ve çok zor şartlar altında yaşayan insanlar var. Fakat çoğunlukla bu işin direkt kurbanı; halk. Sokaklarda kalanların çoğu ise Esad karşıtı, muhaliflerden oluşuyor. Esenyurt, Başakşehir vs. bölgelerin nerdeyse tamamı muhalif. Şunu da söylemek gerek, Başakşehir’de çok lüks yerlerde oturan Suriyeliler de var, bunlar genelde Esad zamanında bürokratik işlerle meşgul olmuş, iyi kazanmış ve savaş ortamında yaşamak istememiş insanlar. İnsani yardım kuruluşları tarafından bakılınca, şöyle bir sıkıntı var, İstanbul’a el atmaya biraz çekiniyorlar. Çünkü İstanbul’a el attıkları anda bunun devamı gelecek ve bunun altından kalkamayacaklarından korkuyorlar. Dolayısıyla biz de bazılarını kamplara gitmeye teşvik ettik. Mesela AFAD Başkanı, yaptığı bir açıklamada kamplar yetersiz olduğu takdirde yenisinin açılabileceğini söylemişti. Ama insanlar genellikle gitmek istemiyorlar, bunun en başta gelen sebebi, güvenlik sorunları. Kamp ortamı daha kapalı bir ortam, ülkedeki her çeşit insan var ve sorunlar çıkıyor. Son dönemde hükümet farklı bir klasifikasyona gitmiş, mesela şu şehirdekiler Nusayri, şuradakiler Kürt vs. şeklinde.
Aksi halde ciddi iç güvenlik sorunları var. İkinci faktör, kamp ortamının hapishane gibi görülmesi. Bu anlaşılmalı, bize oturduğumuz yerden “kampa gitsinler” demek kolay olabilir, fakat bu hususta daha anlayışlı olmak gerek. Genç Öncüler: Suriyeli mülteciler üzerine hem sorunları hem net sayıları hem de tüm durumu anlatan kamuoyunu bilgilendirecek doyurucu bir rapor sunuldu mu? Ayrıca son olarak biz Müslüman gençler olarak ne yapabiliriz? Abdurrahman Babacan: Mazlumder’in raporu bu anlamda biraz ilk olmak niteliğini taşıyor. Şu sebeple, biz net bir sorun gördük karşımızda ve bu pratikteki soruna anlık bir karşılık vermemiz lazımdı. Bu bir ön rapor, ama bunun daha kapsamlısı muhakkak yapılmalı. Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK) bir rapor yayınladı. O da iyi bir rapor ama tam tabloyu vermiyor. Fakat nihai tahlilde, bu konuyla alakalı, gerek koordinatör valiyle, gerek bölgedeki vakıf ve dernek ilgilileriyle, gerekse oradaki siyaset yapıcılarla irtibat halindeyiz ve onlar sorunun mahiyetine vakıflar. Fakat olaylara farklı açılardan bakan, konuyu farklı cihetleriyle ele alan incelemeler yapılmalı. Mesela Suriyeliler açısından güvenlik sorunu, sosyal entegrasyon, iktisadi açıdan gidişat vb. konuların incelendiği farklı raporlara ihtiyaç var. Müslüman gençler olarak, benim naçizane gördüğüm bir şey var: Suriye meselesi çok girift bir meseleye dönüştü. Buradaki kafa karışıklıklarını mümkün olduğunca siyaset ve ideoloji rezervasyonlarından kurtarmamız ve olayı bir Müslüman vicdan, Müslüman adalet ve Müslüman insaf ölçüleri içerisinde ortaya koymamız ve o şekilde insan odaklı bir bakış açısına sahip olmamız gerekiyor. Aksi halde şuraya doğru bile gidebiliyoruz: İHH’nın son dönemde Türkiye hükümetiyle kurduğu siyasal yakınlaşma ya da iç siyaset üzerinden kurulan bazı yakıştırmalara, İHH’ya, Mazlumder’e veya başka kurumlara aldanmamak lazım. Burada nihayetinde bizim derdimiz insan ise, ki öyle, Suriye’deki siyasal denklemler, yabancı unsurlar vs. gibi konulara çok düşmemek gerek, bunların hiç biri kesin bilgiye dayanmıyor ve bizim sorunumuzu çözmüyor. Bu tartışmalardan Müslüman gençlerin uzak durması gerek, bunlar çok zait, çok gereksiz tartışmalar. Bu
konulara ilgi duyan Müslüman gençlerin kolayca çok mikro durumlara takılıp bu durumlar üzerinden olayın hakiki fotoğrafı göremediklerini ve bu yüzden de doğru refleksleri, doğru tepkileri ortaya koyamadıklarını gözlemlemeye başladım. Siyaset, siyasi angajmanlar ve siyasi rezervasyonlar, bu konunun maalesef özünü manipüle etmeye başladı. Zaten evvelden beri bu tartışmalar ülkeler arası siyasette yer ediyordu, fakat şimdi daha alt bir basamağa indik, Türkiye’deki Müslümanlar arasında böyle tartışmalar itibar görmeye başladı. Bu tartışma, çekişme ne bizi hakikatli bir sonuca götürür ne de doğru bir zeminde tartışılıyor. Biz işin hakikatini görmezden gelip, olaya siyasi karşıtlıklar ya da angajmanlar üzerinden bakarsak bu en başta Allah’a karşı bir sorumluluk ve vebaldir. Biz en başta şuna inanırız: Benim açımdan ortada bir sorun vardır ve ben bir Müslüman olarak bu soruna bigane kalamam. Yalın düşünmek lazım, basit düşünmek lazım. Karmaşıklaştırdığınız anda olayın hakikatini kaybetmeye başlıyorsunuz. İlki bu. Bir diğeri, bu konuda gereksiz kişisel refleksler vermemek lazım. Mesela şu kurumla çalışmam vs. gibi. Bu son derece yanlış bir konumlandırmadır. Kaldı ki eğer o kuruma dair elinde sahih bir bilgi varsa, niye çalışmak istemediğini açıklayabilecek, bu tepki bir derece anlaşılır. Fakat bunlar da yok. Sahih bilgi, hakikat hiç kimse de yok iken, hele de bu Müslüman gencin sahih kanallarla o konuyu çözme imkanı mümkün değil iken, zihinlerimiz birkaç taraflı köşe yazısı, haber sunumlarıyla manipüle edilirse, orada olan hepimize olur. Birincisi, bu zait ve hakikaten boş işler yüzünden İslami ve insani sorumluluklarımızı yerine getirmemek suretiyle Allah’a karşı bunun vebalini taşımak gibi bir riskle karşı karşıya kalırız. İki, sorunumuzu doğru ele alamayarak, mazlumlara yardım edememe ve kendi kendimizi kısıtlama, kendi kendimizi engelleme gibi bir yanlışa düşeriz. Bunların ikisi de büyük yanlışlardır ve vebal gerektirir. Dolayısıyla herhangi bir angajman, herhangi bir sabit fikirlilik, önyargı veya kabuller üzerinden yola çıkmayalım. Daha basit düşünelim, burada bir mazlumiyet vardır ve biz bunu çözmek için bazen hükümetle bazen devletle bazen bir yardım kuruluşu veya lokal kanallarla çalışırız. Bu konuda tüm kanalları zorlayalım ve tüm kanalları bunun bir aracı olarak kullanalım. Nisan’14 • 19
KARANTİNA
SURİYE’NİN VE İNSANLIĞIN KATİLİ: BAAS Muhammed Fatih OSMANOĞLU
M
odern dünyanın an itibariyle kanayan en büyük yarası olan Suriye, modern insan tarafından son derece umursanmayarak kendi haline bırakılmış durumda. Her gün farklı katliam çeşitleriyle yüzlerce, binlerce insanın öldüğü fakat yıllardır çözüme ulaşılamayan bir coğrafyadan bahsediyoruz. Katliamların artık normalleştiği, tepki eşiğinin en az 1000-1500 insan seviyesine yükselmiş olduğu bir bölgeden bahsediyoruz. Bu satırlar yazılırken yüzlerce insanın son nefesini verdiği bir yerden bahsediyoruz. Ve bu kadar katliam, kan ve gözyaşının en büyük faili “BAAS” rejiminden (partisi) bahsediyoruz. Baas partisinin tarihi, modern Suriye tarihi ile birebir örtüşmektedir. Baas, ilk dönem Türkiye ve Nasr liderliğindeki Mısır’daki lider partiler örneğinde olduğu gibi güçlü bir liderin öncülüğünde bir
20 • Nisan’14
devlet partisi olarak yönetimin her alanına hakim olmuştur. Baas partisi tepeden inmeci bir yöntemle kurduğu “Bonaparist bir rejimle” yeni bir devlet anlayışı geliştirmiş ve toplumu feodal ve geleneksel yapısından kopararak modernleştirmeye çalışmıştır. Baas partisinin hemen hemen tüm faaliyetleri Esed rejiminin istikrara kavuşturulması için yapıldığından Suriye bir Baas ülkesi konumuna indirgenmiştir. 1940 yılında Ortodoks Mişel Eflak ile Sünni Salah Bitar öncülüğündeki bir grup aydın tarafından kurulan ve ilk kongresini 1947 yılında yapan Baas Partisi birlik, özgürlük ve sosyalizm ilkelerini bayraklaştırmıştır. Bu ilkelere göre önce bölünmüş ve dağılmış Arap halkının birliği sağlanmalıdır. Baas partisi Suriyeli kimliğinden ziyade Arap kimliğini vurgulamış ve İslam’ı Araplığın ayrılmaz bir parçası olarak tanımlamıştır. İkinci olarak
Arap halkı yabancı işgalinden ve etkisinden kurtarılmalıdır. Baas’ın ortaya çıktığı yıllar Arap devletlerinin büyük çoğunluğunun sömürge altında olduğu bir dönem olduğu için Baas yabancı işgalinden kurtulmayı temel önceliği kabul etmişti. Üçüncü olarak, zenginlik ve iktidar asillerin elinden alınarak devlete aktarılmalı ve sosyal adalet ile toplumsal huzur sağlanmalıdır. Baas Partisi, sosyalizm ilkesinden hareketle ülkedeki toplumsal yapıyı mağdur kesimler lehine yeniden düzenlemeyi amaçlamıştır. Baas rejimi, devletin belirlediği ritüellere zorunlu katılımlarla ve söylemini kabul ettirmekle insanlara baş eğdirmiş ve itaat üretmiş bir rejimdir.
Hafız Esed zamanla Baas’ın ideolojik sertliğini gideren pragmatik bir söylem geliştirmiştir. Baas partisi içerisindeki radikal sol kanatla karşılaştırılBaas bir kitle partisi olmak amacıyla yola çık- dığında Esed’in, devleti sınıf devriminin bir aracı mıştı. Fakat toplumsal eşitlik ve sekülerizm ilkeleri olmaktan çıkararak rejimin güvenliğini önceleyen dolayısıyla daha çok azınlıkların ilgisini çekmiş- bir iktidar mekanizması haline getirdiği görülür. tir. Baas liderleri, daha önceleri şehirli ve Sünni Bu anlayışa uygun olarak Esed ıslah Arapların tekelinde bulunan Arap milliyetçiliğini hareketini, bütün kaynaklaseküler bir temel üzerinde rın ve insan gücünün işgal alBaas partisinin kurucularının yeniden tanımlayarak Batı tındaki toprakları kurtarmak seküler Arap milliyetçiliği tetarzı bir ideolojiye dönüştüriçin harekete geçirilmesi ve melinde bir ideoloji geliştirmemüş ve böylece azınlıklara Baas partisinin ordu, medlerinin temel amaçlarından biri dayanan bir rejim oluşturya, ekonomi, eğitim ve din sömürgecilik sonrasında Arap muşlardır. Baas partisi İslamı gibi toplumun bütün alanhalkının içine düştüğü aşağılık ikinci plana itmiştir. Arap talarını kontrol altında tutulkompleksinden kurtulması ve rihindeki merkezi rolü gereği ması olarak görmüştür. Öyle Arap halkının tekrar tarihin bir İslam dinini Arap milli kültürüki devletin bütün kurumları öznesi haline getirilmesiydi. Bu nün ayrılmaz bir parçası olarak Baas partisinin denetimine amaç ile seküler Arap milliyetgörmeye devam etmiştir. Baas girmiştir. Esed, toplumun her çiliği Baas rejiminin temel devpartisinin kurucularının seküler kesiminden insanı parti çatısı let ideolojisi, Araplık da halkın Arap milliyetçiliği temelinde bir altında toplayarak Suriye’yi temel kimliği olarak benimsenideoloji geliştirmelerinin temel miştir. Dini ve mezhebi ne olursa bir Baas ülkesi haline getiramaçlarından biri sömürgecilik olsun eğitim yoluyla insanlara miştir. Böylece darbe yapma sonrasında Arap halkının içine Arap kimliği ve milliyetçiliği potansiyeline sahip askeriye, düştüğü aşağılık kompleksinaşılanmaya çalışılmıştır. rejimi eleştirerek meşruiyetiden kurtulması ve Arap halkının ni kaybetmesine sebep olatekrar tarihin bir öznesi haline bilecek medya ve üniversigetirilmesiydi. Bu amaç ile seküler Arap milliyetçiliği Baas rejiminin temel devlet teler, ekonomik talepleri yükselten işadamları ve ideolojisi, Araplık da halkın temel kimliği olarak sendikalar gibi otoriter bir rejim için tehlikeli olabibenimsenmiştir. Dini ve mezhebi ne olursa olsun lecek bütün kurumları denetim altına alarak tüm eğitim yoluyla insanlara Arap kimliği ve milliyetçili- bu tehditleri ideoloji ve örgütlenme ile rejime razı ği aşılanmaya çalışılmıştır. kurumlar haline getirmiştir. Nisan’14 • 21
KARANTİNA otoritesini sağlama almıştır. Genel sekreter olarak partiyi, devlet başkanı olarak bütün idari yapıyı ve silahlı kuvvetler başkomutanı olarak orduyu kontrolü altında tutmakla ülkenin siyasal sistemini kişi merkezli bir iktidara dönüştürmüştür. Stratejik önemi olan görevlere yapılan atamalardaki temel ölçüt Esed’e mutlak sadakat ve bağımlılıktır.
BAAS İKTİDARI 1963’te iktdara gelen Baas partisinin siyasi istikrarı sağlaması ancak Hafız Esed’in 1970 yılında iktidarı ele geçirmesi ve 1971 yılında yapılan referandumda oyların %99.2’sini alarak devlet başkanı seçilmesiyle mümkün olmuştur. Devleti istikrara kavuşturması ve sistemin kurumsallaşması konusundaki başarılarından ötürü Esed, yerli ve yabancı gözlemciler tarafından Suriye’nin kurucu babası olarak nitelendirilmektedir. Bugünkü siyasal yapının her noktasında Hafız Esed’in izlerini bulma mümkündür. 1972’de Baas partisi öncülüğündeki altı siyasi partiden oluşan Ulusal İlerici Cephe’yi kurduktan sonra 1973 yılında kalıcı bir anayasa hazırlanmış ve yürürlüğe konmuştur. 30 yıllık iktidarı boyunca milliyetçi, realist ve pragmatist özellikleri ön plana çıkan bir liderlik sergileyen Esed, ülkedeki siyasal, ekonomik ve toplumsal hayatı kontrol altında tutan totaliter bir rejim kurmuştur. Esed siyasi istikrarı sağladıktan sonra iktidarını iç içe geçmiş halkalarla ifade edilebilecek çok yönlü bir tarzda oluşturmuş, farklı zamanlarda ortaya çıkan ihtiyaçlara göre bu halkalardan birini ön plana atmıştır. En dar halkaya bakıldığında Esed’in kişiliği görülür ve siyasal sistem kişisel özellikler gösterir. Otorite ve güç Esed’in şahsında toplanmış, Esed’in karakteri, tecrübesi, ideolojisi, siyasi anlayışı ve kişiliği Baas rejiminin iktidarında devletin genel siyasetini belirlemiştir. Esed iktidarın üç temel kurumunu denetimi altında tutmak suretiyle 22 • Nisan’14
Esed’in liderliğinin ikinci halkasını kabile ve aile bağları oluşturmaktadır. Esed ve ailesinin bağlı olduğu Kelbiye kabilesi, Suriye’deki Nusayrilerin dört temel aşiretinden birisidir. Bu aşiretin özellikle Esed ve Mahluf aileleri devletin temel kurumları ve bürokrasideki kilit görevlerin çoğunu ellerinde bulundurmuşlardır. Esed ailesinin çok sayıda mensubu Esed rejiminin başından itibaren parti bürokrasisi, ordu ve sivil bürokrasi içinde başka önemli görevlerde bulunmuşlardır. Esed’in liderliğinin cemaatçi, mezhebe ve etnisiteye dayalı olması üçüncü halka olarak ortaya çıkmaktadır. Esed’le birlikte Suriye’de ilk kez bir Nusayri devlet başkanı olmuştur. Nusayrilik devletin temel bakış açısının şekillenmesinde başlıca rol oynadığından dolayı Esed rejimi, aynı zamanda Nusayri rejimi olarak da algılanmış ve nitelendirilmiştir. Özellikle orduya ve istihbarat kurumlarına hakim olan Nusayriler arasındaki cemaatçi-mezhepçi dayanışma Suriye siyasal sisteminin ve dolayısıyla Esed iktidarının devamının temel belirleyicileri olmuştur. Bugün itibariyle yönetim karşıtı protestolara karşı şiddet kullananların başında gelen Nusayriler, Baas rejimini kendileriyle özdeşleştirmişlerdir. Bu hizipçi anlayışın temelinde Nusayrilerin Sünniler tarafından ötekileştirilmeleri, hatta bazen kafir olarak görülmeleri gibi tarihsel algılar yatmaktadır. Bu dışlayan tutum Nusayrileri dine karşı radikalleştirmiş, yabancılaştırmış, sekülerleştirmiş ve sekteryen davranmaya itmiştir. Esed de seküler Arap milliyetçiliğini dinsel kimliğin önüne çıkararak bu sorunun üstesinden gelmeye çalışmıştır. Esed tarafından oluşturulan siyasal sistemin dördüncü halkasında ideolojik bir grup olarak Baasçılar bulunmaktadır. Milliyetçi ve sosyalist dü-
şünceden hareketle geliştirilen Baas Partisi ideolojisi, 50 yıldan uzun bir zamandır Suriye devletinin genel işleyiş kurallarını ve siyaset eğilimini belirlemektedir. Bir taraftan tepeden inmeci ve militarist bir söylemle otoriter, baskıcı ve halktan kopuk bir yönetimin kurulmasını sağlarken, diğer taraftan yönetimin halkla iletişimini ve meşruluğunu sağlayan tek kurumsal yapı olmuştur. Esed’in kurduğu rejimin, Arap ve Müslüman olmayanlar dahil Suriye halkının bütün kesimleri tarafından benimsenmesinde partinin etkin bir şekilde kullanılması önemli rol oynamıştır. Devlet partisi olan Baas, en azından resmi söylemde, bütün ulusu kucaklamış ve Esed rejimi ile halk arasında bir köprü işlevi görmüştür. Baas rejimi, farklı amaç ve beklentilerle ve pragmatik nedenlerle Nusayrilere ve Baasçılara destek veren grupların biraraya gelmesinden müteşekkil bir siyasal sistemdir. Nusayrilere destek verenlerin başında Hristiyan ve Durzî gibi dinsel azınlıklar gelmiştir. Bireysel ve ortak çıkarlar temelinde düşünen bu gruplar, Baas rejimi altında sahip oldukları görece rahatlık ve güvenliği kaybetme korkusuyla Nusayrilere destek vermişlerdir. Bunların dışında özellikle kırsal kesimlerde yaşayan dışlanmış Sünni kabileler ile Şam merkezli zengin Sünniler de Baas yönetimine destek olmuşlardır. Toplumun her kesiminin sadece Nusayrilerle yönetilemeyeceğini bilen Esed kendi Sünni elitini oluşturmuştur. Şam’ın önde gelen Sünni aileleriyle ilişkilerini iyi tutmuş ve Sünnileri yatıştırmak için onlara hükümette yer vermiştir. Özel sektör güçlü olmadığı için devlete bağımlı burjuva sınıfı da Şam’ın yerel burjuvasıyla birlikte Esed rejimine destek vermiştir.
Esed rejimi ekonomik rantı ve toplumsal kimliği kullanarak toplumsal destek tabanını genişletmiş ve güçlendirmiştir.
BEŞAR ESED’İN İKTİDARA GELİŞİ Hafız Esed’in 10 Haziran 2000 tarihinde ölümü üzerine yerine oğlu Beşar Esed geçmiştir. Eğitiminin iki yıllık bir kısmını Batıda tamamlayarak bir tıp doktoru olarak yetişmiş Beşar’ın devlet başkanı olması bazı soru işaretlerini beraberinde getirse de, Batı düşüncesine ve küreselleşmenin değerlerine aşina olan genç bir liderin ülke yönetimine gelmesi Suriye’nin geleceği konusunda hem içeride hem dışarıda iyimser beklentilere yol açmıştır. Hafız’ın yerine geçmesi beklenen büyük kardeş Basil’in 1994’te geçirdiği trafik kazası sonucu ölmesinden sonra veliaht tayin edilen Beşar, 94 yılından 2000’e kadar devlet başkanlığına hazırlanmıştır. Gerekli halkla ilişkiler çalışmaları yapılmış ve Beşar halka dürüst, reformcu, ılımlı ve açık görüşlü bir kişi olarak tanıtılmıştır. Devletlerarası ilişkilerde deneyim kazanması için ülkeyi temsilen yurt dışı ziyaretlere gönderilen Beşar, geleceğin Suriye’sinin mimarı intibaını pekiştirmesi için Basil tarafından kurulan Suriye Bilgisayar Derneği’nin başına getirilmiştir. Yönetimde Beşar’ın liderliğine karşı çıkması muhtemel olan kişiler devre dışı bırakılmış, yönetimde kapsamlı bir yeniden
Nisan’14 • 23
KARANTİNA yapılanma gerçekleştirilmiştir.
yardımcı olacak
Babasının ölmesi üzerine Suriye meclisi ve Baas partisi Beşar’ın devlet başkanı olması için gerekli yasal düzenlemeleri yapmış bu bağlamda devlet başkanı olma yaşı 40’tan 34’e indirilmiştir. Aynı gün Baas partisi Esed’i devlet başkanlığına aday göstermiş, akabinde albay olan rütbesi korgeneralliğe yükseltilmiş ve Suriye Silahlı Kuvvetler Komutanlığına getirilmiştir. 17 Haziran’da Baas partisi genel sekreterliğine de seçilen Beşar, resmen aday gösterildikten sonra 10 Temmuz’da yapılan referandum sonucu oyların %97’sini alarak devlet başkanı olmuştur.
yoktu.
Beşar’ın devraldığı azınlık rejimi ve ülkedeki hassas dengeler kişisel özelliklerini ikinci plana atmasına sebep olmuş, Nusayri ve Baas seçkinlerinin ülkede kurduğu sistemin devam ettirilmesi dışında başka bir söylem geliştirememesine neden olmuştur. Mensubu olduğu azınlık iktidarına uygun davranmak zorunda kalmıştır. Arap isyanları dalgası ülkesine sıçrayınca yönetimi protesto eden halk kitlelerine yönelik tutumunun çok sert ve kaba şiddete dayanması da büyük ölçüde Baas rejimi ve iktidar elitinin imtiyazlarını savunmasının bir sonucu olmuştur. 2000’lerde siyasi, ekonomik ve kültürel alanlarda sorunlarla karşı karşıya kalan Suriye’nin yeniden yapılandırma ihtiyacı ve beklentisi yüksekti. Halk vaat edilen değişim programlarının uygulanmasını beklerken, iktidara gelmesinden hemen sonra değişim vaat eden Beşar Esed de yönetiminin deneyimsiz günlerinin sakin geçmesini sağlamıştır. Örneğin, uzun süredir siyasetten dışlanan Sünni ve Kürtleri yönetime dahil etme sözü vermişti. İktidara geldiğinde Beşar’ın vaatlerini gerçekleştirmede ve amaçlarına ulaşmada kendisine 24 • Nisan’14
yakın bir çevresi Babası-
nın çevresini kullanmasının yanı sıra pek çok arkadaşını önemli mevkilere tirerek
gekendi
kadrosunu oluşturmuş ve yönetimini sağlamıştır. Yönetiminin ilk dönemlerinde değişim beklentileri doğrultusunda muhaliflere uygulanan zulmün merkezi haline gelen Mezze Hapishane’sini kapatmış; ülkede siyasi mahkum sayısını dört binden, binin altına düşürmüştür. Ülkede bir bahar havası esmeye, insanlar sokaklarda siyasi ve entelektüel tartışmalar yapmaya ve sivil toplum kuruluşları kurulmaya başlanmıştır. 2001’de yeni bir bankacılık yasası çıkarmış ve özel bankaların açılmasına izin vermiştir. 2004’te ilk özel banka açılmıştır. Lübnan, Suudi Arabistan ve Ürdün sermayeli bankaların faaliyetlerde bulunmasına izin verilmiştir. Suriye ekonomisinin görece daha iyi durumda olması, Suriye’nin İsrail karşıtı ve Filistin yanlısı politikası, Baas rejiminin ülke içinde herhangi bir muhalefete şiddetle cevap vermesi üzerine örgütlü bir muhalefetin olmaması dolayısıyla 2010 yılı sonlarında Tunus’ta başlayıp önce Mısır’a daha sonra ise diğer Arap ülkelerine sıçrayan isyan dalgasının Suriye’yi etkilemeyeceği düşünülmüştü. Ancak beklentilerin aksine Mayıs ayı ortalarında Suriye halkı önce reformların yapılmasını daha sonraki günlerde ise rejimin değişmesi talepleriyle sokaklara dökülmüş, Esed yönetiminin halka şiddetle karşılık vermesi üzerine Arap isyanlarının en kanlı olanı başlamıştır ve başlangıcından bu güne her an artan şiddet ve zulümle kat be kat aratarak devam etmektedir. Kaynakça: Ataman, Muhittin; “Suriye’de İktidar Mücadelesi, Baas Rejimi, Toplumsal Talepler ve Uluslararası Toplum” SETA Rapor, Nisan 2012.
KARANTİNA
İNSANLAR VAR İÇİMİZDE, BİZDEN UZAK Hatay, Reyhanlı dönüşü – Nisan/2013 Şehadet Günhan Sınanmadığınız bir acı üzerine konuşmak her zaman kolaydır. Tarık Tufan
K
onuşamıyorum… Eksildi dağarcığımdaki kelimeler. Delirmiş bu insanlar diyorum sonra. Hepsi delirmiş... Ne olup bittiğinden haberleri yok. Nelerin eksildiğinin farkında bile değiller. Ne düşünmeliyim? Rabbim ne düşünmem gerektiğini bilmiyorum. Bana yardım et. İkinci tekil şahıslara ihtiyacım yok artık. Gördüm. Her şey gözlerimin önündeydi. Bir insan ne kadar utanabilirse ayakkabısından, içtiği sudan, sıcacık yatağından, diş fırçasından… Bende işte o kadar utandım, ezildim ve gözyaşı döktüm sahip olduğum her şeyden yana. Sonra sordum kendime; bu imtihan kimin? Düğün salonunda 600 kişi kalıyorlarmış... Sanırım balyozla beynime indiriyorlar gerçekleri. Sanki havaalanından Reyhanlı’ya geçerken ülke değiştirdik. Sanki burası yaşadığım yerin sınırları içerisinde değil. Yoksa neden bu kadar aç insan olsun? Neden bu kadar üşüyen çocuk? Bu kadar nüfusa rağmen ne banyo varmış ne de yeterli sayıda tuvalet… Bundan sonra ne olacağını bilememenin verdiği çaresizlikle hayatını sürdürebilir mi insan? İş görüşmesine giden bir adam bile kendini beş yıl sonra nerede göreceğinden eminken. Ya babasız çocuklar? Kim büyütecek onları? Arkadaşları utanacaklar mı onların yanında babalarından bahsederken? Ben olsam utanır mıydım? İnşaat halindeki bu evlerde kaldıklarından ev sahiplerinin haberi yokmuş…
En çaresizidir dünyanın, evine ekmek götüremeyen bir baba. Ve en çok ağlayanıdır dünyanın, akşam olduğunda çocuklarını aç uyutmak zorunda olan bir anne. Daha kaç öğün yemekleri beğenmemezlik yapacağım acaba? Hiç mi akıllanmayacağım? Hiç mi doymayacak aç gözlerimiz? Evler kapısız ve penceresiz… Dört duvar beton ve buz gibi soğuk… İliklere kadar. Macide yağmur suyuyla bulaşık yıkıyor. Allah’ım, yağmur suyuyla bulaşık yıkıyor Macide. İnanamıyorum. Sonra bakımlı ellerini musluk suyunun kıyısından bile geçirmeyen kızlar geliyor aklıma. Bir kez daha inanamıyorum. Mahcupluğun yüzüme örtü olsun Macide, ne güzel kızsın… Savaşın kazananı, barışın kaybedeni olmaz demiş biri. Bu savaş hangi tarlanın mahsulü? Tohumları kimin elinde? Silahlar hürriyet mi getirir? Bebekler için de kurşun geçirmez yelek var mı? Dünya yalın ayak da yürünür mü? Hiçbir şey yemeden kaç gün dayanır insan? Daha kaç ölüm haberi duymayı bekliyoruz ayağa kalkmak için? Biz ayağa kalktığımızda bir Suriye kalır mı? Dükkan, ev, okul, hastane, manav, dağ, taş, ova, insan… Allah’ım kafamdaki soru işaretleri boyumu aştı, çıkamıyorum işin içinden. Hep tekrar etmeliyim; gördüklerimi unutmamalıyım… Unutmamalıyım. Unutmamalıyım! Nisan’14 • 25
KARANTİNA
DÜNÜ VE BUGÜNÜYLE SURİYE Muhammet TUTKUN
S
uriye,coğrafi konumu,farklı mezhep ve etnik unsurları barındıran nüfus yapısı ve karmaşık dış politika bağlantıları nedeni ile bölgenin fay hattı olarak görülmektedir. Ülke bölgesel rekabetin geçiş noktası olarak görüldüğünden yaşanan gelişmeler ülkenin önemini hem komşuları hem de bölge için kritik hale getirmektedir. Suriye tarih boyunca Akdeniz’in tüm doğu kıyılarını içine alan coğrafyayı tanımlamak için kullanılmıştır. Suriye adını ilk defa eski Yunanlılar üç kıtanın birleştiği yeri anlatmak için kullanmışlardır. Bu isimle 20. yy.’ın başına kadar bugünkü Suriye, Lübnan, Ürdün, Filistin ve İsrail kastedilmektedir. Bölgeye ilk dönemlerde pek çok devlet hakim olmuştur. Kenanlılar, İbraniler, Aramiler, Asurlular, Babilliler, Persler bunların başında gelir. Büyük İskender’inin gelişiyle Helen kültürünü tanıyan bölge, M.S. 20 yılında Roma İmparatorluğu’nun sınırlarına katılır. Roma’nın parçalanmasından sonra bölgede bir buçuk asır sürecek Bizans hakimiyeti başlar. Bölge bu süreçte Sasani saldırılarına maruz kalır.
Suriye’de İslam Hakimiyeti Halid b. Velid komutasındaki İslam ordularının hakimiyeti sağlaması ile bölgede İslam hakimiyeti başlar. 660 yılında Emevi hakimiyetine giren Su-
26 • Nisan’14
riye toprakları 750 yılında Emevi Devleti’ni yıkan Abbasiler’in eline geçmiştir. Bu süreçte halifelik merkezinin Şam’dan Bağdat’a taşınması ile bölge eski önemini kaybetmiştir. Abbasiler’den sonra bölgede Müslüman-Hristiyan mücadelesi başlamıştır. Suriye’de Abbasiler’in zayıflaması ile merkezden kopmuş ve daha sonra Mısır’daki Tolunoğulları Devleti’ne bağlanmıştır. Tolunoğulları bölgede hakimiyet kuran ilk Müslüman-Türk devletidir. Tolunoğulları’nın yıkılmasından sonra devletin kuzeyi Hamdeni’lerin güneyi ise Mısır merkezli Ihşidiler’in idaresine geçmiştir. Daha sonraki süreçte güçlenerek Mısır’ı ele geçiren Fatımiler, 969 yılında önce Filistin’i ardından da Şam’ı ele geçirmiştir. 11. yy. da Suriye’de başlayan Büyük Selçuklu Devleti hakimiyeti Haçlı Seferleri sebebi ile kısa sürmüştür. 1128 yılında Selçuklu emirlerinden Musul atabeyi İmadeddin Zengi’nin Haçlı kuvvetlerini ülkeden çıkarması üzerine oğlu Nureddin Zengi ülkeyi geri almıştır. 1171 yılında ise Zengiler’in komutanı olarak Mısır’a giren Selahaddin Eyyubi, Fatımi Devleti’ne son vererek, Suriye ve Mısır’ı içine alan güçlü bir devletin temellerini atmıştır. Eyyubi Devleti’nin yıkılmasından sonra, 1260 tarihinde Sultan Baybars komutasındaki Memluk ordusu, Ayn Calut Savaşı’nda Moğolları yenmiş Suriye’de hakimiyeti sağlamıştır.
Yavuz Sultan Selim’in 1516 yılındaki Mısır seferi sırasında, 24 Ağustos 1516 tarihindeki Mercidabık Savaşı neticesinde Memluk ordusu bozguna uğratılarak Suriye Osmanlı topraklarına katılmıştır. Yaklaşık dört asır sürecek Osmanlı hakimiyeti süresinde Suriye siyasal, ekonomik ve kültürel açıdan altın çağını yaşamıştır. Osmanlı Devleti bölgeyi dört eyalete bölerek yönetmiştir. Osmanlı bölgede merkezi yönetimi sağlamakla beraber yerel topluluklara belirli ölçüde özerklik tanıyan askeri nitelikte feodal bir yönetim kurmuştur. Aynı zamanda merkezden atanan yöneticiler dışında yönetimde Arap din adamları da yer almıştır. 18. yy. ikinci yarısından itibaren meydana gelen isyanlar burayı Avrupalı devletlerin askeri müdahalesine zemin hazırlamıştır. 198 yılında Napoleon Bonaparte Fransız ordusu Mısır’a sefer düzenleyip ardında Suriye’yi ele geçirmeye çalışmıştır. Ancak Akka’da Cezzar Ahmet Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunu geçememiştir. Fransa’nın çekilmesinin ardından Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa,Osmanlı’nın içinde bulunduğu kriz ortamını değerlendirmiş ve Mısır’da kendi hanedanlığını tesis etmiştir. Daha sonra oğlu İbrahim Paşa komutasındaki bir orduyu Suriye’ye sevk etmiş 1832 yılında bu toprakları hakimiyeti
altına almıştır. Suriye topraklarını geri almak isteyen Osmanlı Devleti’nin Nizip Savaşı’nda yenilgiye uğramasından sonra, duruma müdahale eden Avrupa devletleri, Mehmet Ali Paşa’yı Suriye’den çekilmek zorunda bırakmış, bölge yeniden Osmanlı hakimiyetine girmiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’nin askeri yönden önemli bir harekat merkezi olan Suriye Mısır’da bulunan İngiliz askeri güçlerinin başlıca hedefi olmuştur. Bölgeye Osmanlı 4. Ordu Komutanı olarak Cemal Paşa atanmıştır. Cemal Paşa, bazı Arap liderlerinin İngilizler ve Fransızlar ile işbirliği içerisinde olmasından dolayı sert politika izlemiştir. Bunu doğrular nitelikte 27 Haziran 1916 tarihinde Şerif Hüseyin, İngiltere ile varmış olduğu mutabakata uygun olarak Türklere karşı ayaklanma başlattığını ilam eder. 1918’de ise bölgede konuşlandırılan bir Arap ordusunun desteği ile taarruz harekatında bulunan İngiliz birlikleri bölgeyi işgal eder. İngiltere’nin Suriye’yi işgalini müteakip, bağımsız devlet kurma vaadiyle isyan etmiş olan Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal, Şam’a girerek İngiltere’nin desteği ile bir Arap hükümeti kurar. Savaş sırasında İngilizlerden bağımsızlık sözü alan Arap liderlerinin topladığı kongrenin, Faysal’ı Suriye’nin kralı ilan etmesine rağmen İtilaf Devletleri Sykes-Picot anlaşması çerçevesinde Suriye’yi Fransız manda yönetimine bırakır. aşa Lut
Cemal p
ısında, gölü kıy 915 1 3 Mayıs
Nisan’14 • 27
KARANTİNA Suriye’de Fransız Manda Yönetimi (1920-1946) Fransa Suriye’de etnik ve dini azınlıkları desteklemek suretiyle Arap milliyetçiliğini zayıflatarak konumunu güçlendirmek için çaba sarf etmiştir. Bunun için kuzeyde bir Alevi devleti, merkezde bir Sünni devleti ve güneyde de bir Dürzi devleti kurulması hedeflenmiştir. Sadece Lübnan’da bir Hristiyan devleti kurulmuş Suriye’nin geri kalanında etnik ve dini farklılıklar çerçevesinde beş ayrı otonom bölgeye ayrılmıştır. Fransa sahip olduğu manda devletleri arasında en çok Suriye’de zorlanmıştır. Bu sebeple bu bölgede baskı politikası izlemiştir. Bu baskı politikaları başta Dürziler olmak üzere Nusayriler ve Bedevilerin çıkardığı isyanlara dönüşmüştür. Bu isyanlar sırasında 6000’den fazla insan hayatını kaybetmiştir. Bu isyanlar neticesinde Halep ve Şam Suriye Devleti adı altında birleştirilmiştir. İkinci Dünya Savaşı arefesinde ekonomik anlamda sıkıntılı dönemler yaşayan Fransa kendi manda idaresindeki ülkelere karşı uyguladığı politikalarda önemli değişikliklere gitmiştir. 1936 sonunda imzalanan anlaşma ile Haşim Attasi önderliğinde kurulan ulusal hükümet Fransa tarafından tanınmıştır. Bağımsızlığın tanındığı bu anlaşma ile Alevi ve Dürzi bölgeleri Suriye’ye dahil edilmiştir. Bu anlaşmada İskenderun sancağı Türkiye’nin isteği ile ayrı bir yönetimi kavuşturulmuş daha sonra da Hatay Türkiye’ye bağlanmıştır. Temmuz 1944 de SSCB, Eylül’de ABD, ertesi yılda İngiltere Suriye’nin bağımsızlığını tanımış ve Fransa’ya Suriye’yi boşaltması konusunda baskı
Sultan Paşa el-Atraş, Fransız manda yönetimine karşı savaşan kuvvetlerinin başında, 1926.
28 • Nisan’14
yapmaya başlamışlardır.BM Güvenlik Konseyi’ndeki uzun görüşmelerin ardından İngiliz ve Fransız kuvvetlerinin Suriye’den aynı anda çekilmeleri konusunda anlaşmışlardır. Fransa 17 Nisan 1946’da Suriye’den bütün kuvvetlerini çektiğini uluslararası kamuoyuna ilan etmiştir. Böylece Suriye’de 25 yıl boyunca devam etmiş olan Fransız manda yönetimi sona ermiştir.
Suriye’de Askeri Darbeler Dönemi Bağımsızlığını kazandıktan kısa bir süre sonra Suriye art arda gelen askeri darbeler sonucunda radikal değişikliklere maruz kalmıştır. Söz konusu askeri darbelerin ilki 30 Mart 1949’da Sünni bir general olan Hüsnü Zaim önderliğinde gerçekleşmiştir. Ağustos 1949’da general Sami Hınnavi’nin önderliğinde gerçekleşen bir karşı darbe sonucunda yönetimden uzaklaştırılmış ve idam edilmiştir.19 Aralık 1949 da Albay Edip Çiçekli, Irak ile birleşme fikrinin işlerli kazandığı bir dönemde, Irak ile ülke çıkarları aleyhinde işbirliği yaptığını iddia ettiği Sami Hınnavi’ye karşı darbe düzenlemiştir. Edip Çiçekli ise Albay Faysal el-Attasi önderliğindeki darbe ile 25 Şubat 1954 de görevden uzaklaştırılmıştır. Baas Partisi bu süreçte çok önemli rol oynamıştır. Bu dönemde Baasçılar ülkede iktidarı ele geçirmek için yoğun çaba harcamışlar, siyaset ve ordu içinde nüfuzlarını artırmak amacı ile yeni kurulan hükümetleri protesto ederek iktidardan çekilmelerini sağlamışlardır.
Birleşik Arap Cumhuriyeti 1 Şubat 1958’de Mısır ve Suriye’nin birleşmesi ile Birleşik Arap Cumhuriyeti kurulmuştur. Bu birleşmede başı çeken Baas Partisi olmuştur. Kısa bir süre sonra birlik içerisinde huzursuzluklar baş göstermeye başlamıştır. Huzursuzluğun kaynağı bu birliktelikte ağırlığı oluşturan Mısır’ın izlediği bazı politikalardır. Mısır Suriye’nin içişlerine müdahale etmiş, Suriye’deki politikacıları görevden uzaklaştırmıştır. Bunlar birliğe karşı milliyetçi bir muhalefetin güç kazanmasına neden olmuştur. Eylül 1961 de Albay Kerim el-Nahlavi liderliğindeki Şamlı Sünni subayların gerçekleştirdiği darbe ile Birleşik Arap Cumhuriyeti sona ermiştir.
Darbeden sonra yönetime gelen Ayrılıkçı rejim Baas partisini 1940 ve 1950’lerde ortaya koyduğu politikaların tam zıttı politikalar izliyordu. 23 Şubat 1966’da Salih Cedid ve Hafız Esad’in liderliğini yaptığı Baas grubu askeri bir darbe ile iktidarı ele geçirdi. Darbeden bir yıl sonra İsrail ile yapılan ve yenilgi ile sonuçlanan Altı Gün Savaşları, Suriye’de iktidar alanında değişiklikler yaşanmasına neden olmuştur. Yenilgi ile beraber Suriye’deki radikal sosyalist rejim gözden düşmüştür. Salah Cedid ve onun sivil hükümetteki temsilcisi olan Attasi yenilgi sonucunda itibar kaybederken hükümette Savunma Bakanlığı ve Hava Kuvvetleri komutanlığını yürüten Hafız Esad güçlenerek öne çıkmıştır.
Hafız Esad Yönetimi (1970-1991) Hafız Esad,Salah Cedid yönetimine karşı 13 Kasım 1970’de darbe yaparak yönetimi ele geçirmiştir. Hafız Esad devletin başına geldikten sonra devlet başkanlığı, parti genel sekreterliği ve silahlı kuvvetler başkomutanlığını kendi şahsında topladı. Hafız Esad yönetimi sırasında meydana gelen en önemli ve belki de en can yakıcı olay 2 Şubat 1982tarihinde gerçekleşen Hama Katliamı’dır. Hama Müslüman Kardeşler’in merkezidir. 1980 yılında Hafız Esad’ı hedef alan suikast girişiminin başarısız olması sonucunda Hafız Esad ilk tavrını hapishanelerdeki Sünni Müslümanları öldürmekle göstermiştir. Bunun üzerine çeşitli yerlerde çatışmalar çıkmıştır. Hafız Esad artan çatışmalara son noktayı 2 Şubat 1982’de Suriye ordusunun bir bütün olarak katıldığı ve çoğunluğu Müslüman yaklaşık 38 bin işinin öldürüldüğü katliam ile koymuştur. Saldırılar sırasında kentteki camilerin büyük bir kısmıyerle bir edilmiştir. Saldırı sonucunda 800.000 kadar Suriyeli ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır. Bu katliam, Nusayri topluluğun kendi içindeki dayanışmasını güçlendirmiş ve Hafız Esad’ı ülke içinde rakipsiz bir konuma getirmiştir.
Beşşar Esad Suriye’si Hafız Esad kendisinden sonra devlet başkanlığı için oğlunu düşünmektedir. Bunu için ülkedeki çoğu kesimin desteğini sağlar. Ordu, istihbarat, Nusayri ileri gelenleri vs. hepsi oğlunu desteklemektedir. Böyle bir ortamda 10 Temmuz 2000 tarihinde yapılan referandumda Beşşar Esad oyların % 97’sini alarak devlet başkanı olur. Başa geldikten sonra sürekli reformlar yapılacağı yönünde konuşmalar yapar. Hatta bu sebeple bu dönemi Şam Baharı adı bile verilir. Bu dönemde cezaevlerindeki siyasi tutuklular serbest bırakılır, Ulusal İlerici Cephe içerisindeki partilere kendi gazetelerini çıkarma izni verilir. 1996 yılından sonra sadece üst düzey yöneticilerin kullanmasına izin verilen internet tüm ülkede serbest hale getirilir. Ancak yapılan bu değişiklikler aydınlarca yeterli bulunmaz. 2001 yılında hükümete Ulusal İerici Cephe dışında yeni partilerin kurulması ve özgürce seçimlerin yapılması konusunda bir manifesto sunar. Bu manifesto rejimi ciddi anlamda tehdit eden ve Baas’ın egemenliği son verecek istekler içermektedir. Bu noktadan sonra harekete geçen hükümet Baas’ a bağlı kitle örgütlerini devreye sokar. Rejim kendisine karşı manifesto yayınlayan aydınları hapse atmak suretiyle sindirmeye başlar. Şam Baharı bu şekilde sona erer. 2001 yılında başlayan reform süreci bu şekilde tersine döner. Beşşar Esad, ise orta bir yol izleyerek ne reform yapar ne de kesin olarak reform karşıtı tutum izler. Daha sonraki süreçte Mısır,Libya ve Tunus’da diktatörlerin devrilmesi ile sonuçlanan Arap Baharı süreci Suriye’yi etkiler. Mart 2011’de Der’a’da başlayan gösterilerin Şam, Halep, Hama, Humus, Lazkiye, Banyas gibi önemli şehirlere sıçraması ile Esad daha güçlü bir muhalefet dalgası içerisinde kalır. Ordu gösteriler sert müdahaleler yapması ve yüzlerce kişiyi öldürmesi ise hiçbir şeyin değişmediğinin göstergesidir. Suriye’de çatışmalar hala devam etmektedir. Savaşın şuan ki bilançosu yaklaşık 102 bin ölü,215 bin tutuklu ve hasar görmüş yaklaşık 3 milyon ev, bin 451 cami, 3 bin 700 okul, 270 özel hastanedir. Tutuklu bulunan 215 bin kişiden 80 bini kayıptır. Her iki saatte bir çocuk,3 saatte de 1 kadın ölmektedir. Nisan’14 • 29
KARANTİNA
İSAR Topluluğu ile Söyleştik Î
sâr Topluluğu, Suriyeli mültecilere yardımcı olmak için
Şehir Üniversitesi’nden bir grup gencin bir araya gelip organize ettiği bir oluşum. Îsâr’ın kelime manasını ve bu topluluk bazında işaret ettiği noktayı kendileri şu şekilde açıklıyorlar: “ “Îsâr” kelime manası olarak “ihtiyaç içinde bulunsa bile sahip olunan imkânları başkalarının ihtiyaçlarını karşılamak üzere kullanmak, başkalarının yararı için fedakârlıkta bulunmak” demektir. Topluluk olarak bu anlayışı evrensellik ve halkların dayanışması bağlamında bir kucaklaşma hareketi olarak değerli görüyoruz. Her alanda, her toprakta ve her dilde haksızlıklara karşı bir inisiyatif oluşturmak için yola çıktık. Her koşulda zalimin faşizmine karşı durarak, mazlumların ellerinden tutarak büyük bir “insanlık” zinciri oluşturmanın gerekliliğini savunuyoruz. Ve bu amaçlar uğruna öncelikle tüm üniversiteleri, öğrencileri ve akademisyenleri adımları beraber atmaya davet ediyoruz.”
30 • Nisan’14
Genç Öncüler olarak bu faaliyeti bizzat faillerinden dinlemek istedik. Ahsen Sayan ve Ahsen Büşra Dilipak ile yaptığımız röportajı istifadenize sunarız. Genç Öncüler: Îsâr Topluluğu nasıl oluştu ve bu kadar kısa süre içerisinde organize olup yardımlara başladı? Îsâr Topluluğu: Böyle bir oluşumun olması gerekliliği fikri her birimizde vardı hamdolsun. Çünkü sürekli sokaklarda, etrafta insanları görüyoruz. Ve görmemiş gibi devam edemiyoruz. Îsâr Topluluğu, bir maille başladı. Düşündüğümüz bir takım şeyler vardı, ne yapabiliriz sorusuna ilişkin, yazıya döküp arkadaşlarımızla paylaşınca, otomatik olarak bir araya gelmiş olduk. Biz temelde dört arkadaş olarak birleştik ve çevremize haber verdik. Bunun öncesinde başka bir kulüp çalışması için tanışmıştık sonra böyle bir amaç etrafında bir araya gelip çalışmaya başladık. Genç Öncüler: Bildiğimiz kadarıyla Şehir Üniversitesi bünyesinde çalışıyorsunuz. Diğer okullarla, kurumlarla ilişkiniz nasıl?
Îsâr Topluluğu: Biz en başta sabit bir isimle yola çıkmadık. Sadece okuldaki görevlilerle konuşup, Suriye için, Suriyeli mülteciler için bir şeyler yapmak istediğimizi; örneğin okulda belli bölgelere kutular bırakıp bunlarla erzak vs. toplamak istediğimizi söyledik. Onlar da bize, dilekçe yazmamızı ve bir isim altında bu işi yapabileceğimizi söylediler. Bu da açıkçası sonraki safhalarda işimizi çok kolaylaştırdı. Her taraftan insanlar Îsâr olarak bize ulaşabiliyorlar ve yardımlarına vasıta kılabiliyorlar. Bizim derdimiz elimizden geleni yapmaya gayret göstermekti ve bu anlamda okuldaki imkanları kullanmak istedik. Genç Öncüler: Yardımların dağıtımı esnasında yaşadığınız sorunlar oldu mu? Özellikle anlaşabilme ve bu surette uygun ihtiyacı ulaştırabilme hususunda. Îsâr Topluluğu: Biz genellikle Arapça ve İngilizce bilen arkadaşlarla gitmeye çalıştık. Bu şekilde üç dil arasında anlaşmaya çalıştık. Genç Öncüler: Size gelen bilgilere göre şu an en acil ihtiyaçlar neler?
ise, bebek bezi ihtiyacı ve hijyen malzemeleri de çok mühim. Tabi biz çok küçük miktarda yardımlar yapabiliyoruz. Fakat onların temel ihtiyaç dışında hiç bir şeyde gözleri yok. Eğitim ve sağlık sorunları da var tabi. Çocukların entegrasyonu sağlanamıyor. Çocuklar evde ya da sokakta büyüyor. Biz bu konuda Arap okullarıyla görüştük, dönemlik ücreti 150 dolar, bir çocuk için. Bunu karşılayabiliriz dedik fakat işin içine servis parası da girince ki aylık ücret en az 150 lira kadar, sürdürülebilir bir destek sağlayamıyoruz biz. Hem çocuklar hem büyükler daha önce hiç bilmedikleri bir yerde yaşamaya çalışıyorlar. Bazen iyi bazen kötü muamele görüyorlar etraftan. Bu anlamda psikolojik desteğe de ihtiyaç var. Genç Öncüler: Sizin görüştüğünüz ailelerin çevreden aldıkları tepkiler nasıl oluyor? Bundan bahsettiler mi? Çünkü farklı sebeplerle hor, hakir gören, aşağılayan, ötekileştiren insanlar mevcut. Îsâr Topluluğu: Bazı aileler, doktora gittikleri zaman, doktorun onlarla ilgilenmediğini, kötü davrandığını ifade ettiler. Bu sebeple doktora gitmekten çok çekiniyorlar, aynı aşağılamayı bir daha
Îsâr Topluluğu: Şu an en fazla gıda ihtiyacı var. Sürekli olarak var tabi, kıyafet gibi mevsimlik bir ihtiyaç değil haliyle. En önemlisi ise, iş ihtiyacı. Malesef bu konuda hiç yardımcı olamıyoruz. Para kazanmaları gerek fakat çalışma izni olmayanlar var veya taşeron işlerde çok çok düşük ücretlerle çalışmaya mecbur bırakılanlar var... Ayrıca küçük çocuklar var Nisan’14 • 31
KARANTİNA
yaşamak istemiyorlar. Onun dışında, etrafta çok fazla sayıda mülteci var, bir şey yapmak isteyen çok ama ne yapıcağımızı çok bilemiyoruz. Halbuki küçük adımları önemsemek gerek, ufakta olsa katkıda bulunmak gerek. Tabi, Türkiye’deki mültecilerin savaştan çıktığını, mecburen buraya geldiklerini umursamayanlar da var. Geçen gün bir arkadaş vapurda şöyle bir cümle duymuş “Bunları getirdiler buraya, vatandaşlığa sokup oy kullandırmak istiyorlar”. Yani böyle karalama kampanyasına girişenler de var tabi. Genç Öncüler: Ailelere hangi kanallarla ulaştınız, en çok hangi bölgelerde dağıtım yaptınız? Îsâr Topluluğu: Başakşehir’de bir abla vardı, Suriyeli mültecilerle igilenen. İlk ailelerimizi onun vasıtasıyla bulduk. İlk seferde altı ailemiz vardı. Sonra, Parklardaki Sureyelilerle Dayanışma Platformu ile başka aileler bulduk zaten genelde yakın oturdukları için, bir bölgeye girinci bir anda çok insana ulaşabiliyorsunuz. Bayramtepe, Esenler, Şirinevler, Başakşehir gibi bölgelerde dağıtım yaptık. Bu dönem ise, 20 tane aile belirledik ve bu 20 ailenin maddi manevi her türlü ihtiyacını gidermek istedik. Örneğin Şirinevler civarında bir aileye gittik, bir evde 30 kişi yaşıyor, temizlik imkanı yok. Bu sebeple bir sürü hastalık oluşmuştu o evdekilerde, özellikle de çocuklarda; küçük bir bebeğin her tarafında yaralar çıkmıştı, sulardan olduğunu söylediler fakat o 32 • Nisan’14
ortamda hastalık çıkması çok normal. Mesela o aileyle daha özel ilgilenmek istiyorum. Ya da Bayramtepe’deki ailelerde daha ciddi sağlık sorunları var. Mesela kronik hastalar var ama hastaneye gidememişler. Biz onlara refakatçi olup hastaneye götürmek istiyoruz. Sadece yardım yapmak değil de neyi nasıl yapacaklarını, nasıl yeniden hayata tutunacaklarını göstermek gerek. Biz, inşallah kısa zamanda bu yardımlara gerek kalmaz ama, mevcut durumda biz bu faaliyeti Allah imkan verdikçe hep sürdürmek istiyoruz. Oradaki kanı dindiremiyoruz belki ama küçük bir destek bizimki sadece. Mesela çocuklar, çok ufak şeylere o kadar çok mutşu oluyorlar ki, sırf onların yüzü gülsün diye her şeyini vermek istiyorsun. Savaşın içinden gelmiş olmaları çocuk oldukları gerçeğini değiştirmiyor. Ufacık bir oyuncak, onlara sanki dünyaları veriyor. Biz de kısmetse, bu konuya ilişkin bir oyuncak toplama kampanyası düzenleyeceğiz. Genç Öncüler: Zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz, Allah gayretinizi artırsın. Not: Îsâr Topluluğu’nu sosyal medya ağlarından takip edebiliriz. İrtibata geçip, destek olabiliriz, ki bu harika olur. Ayrıca yapılan faaliyetlerin kısa bir anlatımı için, “insan” için başlıklı video tavsiye olunur.
KARANTİNA
Bize Dokunmayan Yılan Bin Yaşamasın! Eslem ÇANAK
Bırakın bini, bir bile yaşamasın. Çevremden pek çok yorum geliyor. “Neden hep Suriye? Buradaki muhtaçları neden kimse görmüyor?” şeklinde çığırtkanlıklara şahit oluyorum. Suriye’deki kıyımın farkında olmayanların sessizlikleri ise bu kuru gürültüden daha rahatsız edici aslında. Ensar-Muhacir kardeşliğinden bihaber olanlar toplanan yardımlara öfkeyle gözlerini belertirken, kimileri ise “Siz ancak bebek bezi toplayın.” diyerek küçümseyici bakışlarını yüzlerimize doğrultuyor. Anlayamadıkları şey; Mesele Suriye değil, insanlık meselesi. Nerde Ümmet kanıyorsa, orda yaraya pansuman olacak bir topluluk bulunmalıdır, bu vicdanı olan herkesin görevidir. Topraklarımızda yaşama tutunmaya çabalayan mülteci kardeşlerimiz ne ise, bankta yatan evsizler de odur. Herkesi kucaklayacak bir yüreği olmalı insanın, herkes için koşturabilmeli. Uğraşmalı, didinmeli! Yolda gördüğünüz bir evsize, Suriye mültecilerine yandığı kadar yanmıyorsa yüreğiniz, gidin kalbinizi arındırın. “Neden Suriye?” mantığı ne kadar sakat bir mantıksa “Yalnız Suriye” mantığı da bir o kadar sakat bir anlayıştır. Kısır kalan zihniyetlerin pası silinmeli. Kula kulluk değil, yalnız Allah’a kulluk
etmek için direnen, işkence ve zulümler gören, yetim ve öksüz kalan, “Cennet’te ekmek var mıdır?” diye soru soracak kadar açlık çeken masum yüreklerin heba olmasını istemeyen birileri varsa, hala insanlık için umut var demektir. Eğer birileri bu manzaralara kulaklarını tıkayıp, gözlerini kapatabiliyorsa o bütün insanlığın utancıdır! Neden Suriye mi demiştiniz? Allah’ın rızasını umduğumuz için Suriye! Kadınların tecavüze uğradığı, işkencelerin haddi hesabının olmadığı, yenilecek bir lokma ekmeğin bulunamadığı, her tarafta bombaların patladığı, insanların namusunun, canının, değerlerinin ve onurunun hiçe sayıldığı bir zulümden güçlükle kurtulabilmiş kardeşlerimize gerecek kanatlarımız olduğu için Suriye! Elimizden geleni yapmakla yükümlü olduğumuz için Suriye! Kimse aç uyumasın diye Suriye! Çocuklar üşümesin diye Suriye! İnsanlık ölmesin diye Suriye! Bunları haykırmalı kalabalıklara. Seslerimiz cılız kalacak onların kulak tırmalayan sessizliğinde belki, ama olsun. Sen hakikati söyle. Hiç olmadı, bir damla gözyaşı akıt. Nisan’14 • 33
ATÖLYE
FİKİR Ali Tarık PARLAKIŞIK
F
ikir… Fikir nedir, ne değildir? Esasında, “fikir ne değildir” hitap ve idrak zevki bağlamında kulağa pek hoş gelmeyen, seviyesiz duyumsamaları tedai ediyor. Fikrin hudutları dışında bir fiil ve fiile dair herhangi bir şey var mı? Ahlak da böyle. Ahlaksızlık diye bir şey olabilir mi? Menfi ahlaki davranışlar olabilir ve nihayetinde o da “ahlaki” bir fiil ve telakkileri ve benzerleri olabilir. Fikir esasında cevherdir. Arazlarda “fikir”den bir parça bulunur. Ve cevher -araz ilişkisi bağlamında “fikir”den insana her anlamıyla bir eylemlilik doğumu vuku bulur. Fikir esasında ahlak, ilke, akidedir. ‘Ne’yi, ‘nasıl’, ‘niçin’, ‘ne ile’, ‘nereden’ ve türevleri boylu boyunca fikir için ve fikre göredir. ‘Ne’yi, ‘niçin’ dediğin anda “ahlaki” bir durum mevcuttur. Yani “fikir”in “ahlak”ı ve “ahlak”ın “fikir”i gibi. Neden? İşte odak noktası ve kalkış noktası bu “neden”de saklıdır. Fikir dediğimiz, mücerret ve (durumuna göre) ulvi bir zemindir. “Taalluk” kavramı burada bir çok meramı içine alan, “nispet”ten daha yüksek bir kavramdır. Fikir ve insan ilişkileri için, “taalluk” kavramı yerindedir. Çünkü fikir dediğimizde, fizik, metafizik, makro, mikro tüm meseleleri içine alır. İşte bu yüzden fikir ve insan ilişkileri tümüyle “taalluk”î bir ilişkidir. “Fikir”in hususiyetleri arasında; mücerretliği, işlerliği, yönlendiriciliği, yön34 • Nisan’14
lendirilmesi, fiillere taban oluşturması ve oluşan tabanlara yeniden bir taban oluşturması gibi meseleleri katlaması ve çözümlemesi, hitabiliği, kitabiliği ve bir çok hususiyeti mevcuttur. Fikir, sahibinin akli işlerliği ve mevcut meselelere karşı davranması yönlendiriciliği durumunda ve her şekil ve şartta mücerret bir tekevvün de meydana getirebilir, müşahhas bir tekevvün de meydana getirebilir. Çünkü “fikir”in mevcut mesele karşısında ya meseleden ya “fikir”in sahibi akıldan ya da her ikisi birden bir fışkırışı söz konusudur. İşte bu fışkırıştan doğru orantılı müspet ve menfi bir işlerlik vuku bulur. Yine aynı şekilde bu fışkırıştan doğru orantılı olarak müspet ve menfi bir kısaca yön bulma ve yön verme durumu vuku bulur.
Peki, fikir nasıl bir şeydir ki bir fışkırışın doğurucusu, diyebiliriz ona? Fikir bir fışkırışın doğurucusudur, ama fikir de bir aklın ve kalbin ya da topyekun insan ve insan “ben”inin doğurduğu “şey”dir. Yani insan ve insan “ben”i “fikir”i doğurur, “fikir” de bir işlerlik, yönlendiricilik ilh. doğurur. Bu yargıyla birlikte suali yineleyelim; fikir nasıl bir şeydir ki bir fışkırışın doğurucusu, diyebiliriz ona. Peki, fikir nasıl bir şeydir ki bir fışkırışın doğurucusu, diyebiliriz ona? Fikir bir fışkırışın doğurucusudur, ama fikir de bir aklın ve kalbin ya da topyekun insan ve insan “ben”inin doğurduğu “şey”dir. Yani insan ve insan “ben”i “fikir”i doğurur, “fikir” de bir işlerlik, yönlendiricilik ilh. doğurur. Bu yargıyla birlikte suali yineleyelim; fikir nasıl bir şeydir ki bir fışkırışın doğurucusu, diyebiliriz ona. Fikir ve ilgili alanlar bir mesele ise, fikrin en mühim işlevlerinden ve en mühim noktalarından birinin de, çift kutuplu tefekkür edersek mücerretler müşahhasları birbirlerine bağlama olduğunu da göz önüne alarak birkaç noktaya eğilmemiz gerekecek. Şey (cemi “eşya”) felsefi ve fikir ekollerinde mühim bir yeri vardır ki; bu fikir dediğimiz mücerret zeminle bir paralellik arz eder. Anlam alanlarında mezkur meseleyle ilgili olarak olanları şunlardır; Belirsiz (kişi, madde, hadise ilh.). Yine aynı şekilde nesne ve en mühimi belki de düşünceye konu olan (gerçekte olmayan). Yani?... Bu şekilde, şey; müfekkiremizde el atılan el atılan birçok alanda mevzubahis olunan oluyor. Topyekun bir misal de şu şekilde; bir yemek yapıldığında ekşi tadı olması gerekenden fazla olursa bu nasıl giderilir? Ortalama bir küp şeker atılırsa yemeğe, tadı az çok makbul ölçüye gelir. Ama şeker ekşilik oranının fazlasını tasfiye etmez. Tabiri caizse sadece fazlasını örtbas eder. Çünkü şeker de, sadece ekşiliği muvazeneye getirecek kadar atılmıştır. Bilahare şeker ve ekşi birbirine zıttır.
Şekerin tadı ekşinin fazlasını hissettirmez. Ayrıca yemekten şekerin tadını da almayız. Bu da zıtların varlığına ve senteze ulaşmanın yolunu gösterir. Zaten bu da ilk ve son tahlilde düşünce ameliyesine yani müfekkireye tedai eder; bu da zaten fikrin ilk anından son anına kadar ki tekevvün sürecinin peşinde olunan bir meseledir. Her şeye fikire-düşünceye çıkar ve gider. Bir fikrin de üretilmesi, doğum sancısına benzer. İnsana bazen öyle bir acı verir ki hissedilmez ama yakar. Dillendirilemez ama tüm benliği baştan sona sessiz çığlıklarla boğar. Bu ızdırabı çekenlerin, davası ve kimlikleriyle de doğru orantılıdır. Âşık olma hali gibidir. Tüm acılarına rağmen âlimler ve mütefekkirler bu acıdan mahrum kalmak istemez. Tuz gibidir. Bir açığı kapatır başka bir açık oluşturur. Çünkü bu şahsi bir dava değildir; olamaz da zaten. İnsandan -ulus devlet hapishanelerinden ötürü zikretmek durumundayız- topluma ve ümmete kadar kapsayan ve şümullü bir sorumluluktur bu. Küçücük bir bedenle dünyaya kafa tutmanın, dünyayı sallamanın namusudur bu. İşte bu yüzden ilim ehlinin ve mütefekkirlerin şerefi çok büyüktür. Baş üzerinden yerleri vardır. Sabri Ertem’in, Mehmet Akif için dediği gibidir, bizim davamızın ilim, fikir ve kavga adamları; “Herkesin gecelerden, gölgelerden bahsettiği zaman bir idealin heyecanlı kahramanı olmuştur.” Her şeyin değerinin maddeyle ölçüldüğü günümüz dünyasında, ilme ve fikre, alimlere ve mütefekkirlere verilen değer biz, Müslümanlar için bu durumu aşamadığımız sürece,“yer yarılsa yerin dibine girecek” kadar bir utanç vesilesi olsa gerek. Nisan’14 • 35
ATÖLYE Fikir ehli olmayıp da mütefekkirler edasıyla çalım “Fikir”in Hareket ‘Zemin’i Olması ve atanların durumu da aslında onların enaniyetlerinYol Göstericiliği den ziyade “meydanın boşluğundan” kaynaklanıBir ideale malik olanların fikir dediğimiz, “şey” yor olsa gerek. Necip Fazıl’ın hararetle bu meseile ilişkileri nasıl olmalıdır? Fikir, bir dava adamılenin üzerinde duruşu manidardır. Fikir yoksunlu- nın hayatında ne kadar yer işgal eder. Necip Fazıl, ğundan, mütefekkir mahrumluğundan yakınırken Fransızca “aksiyon” kelimesinin anlam alanını anlabazen öyle bir halde üslubu vardır ki sanki mezkûr tırken, “fiilde erimiş fikir” diye bir kayıt düşer. Yani, “aksiyon”u “fikir” ile satırları yazarken, dillendirirken ağlıyor ya da etrafı takyit eder. İmdi bu bağlamda kırıp dökecek kadar sinirli zanfikri, sadece mütefekkirin zihni neder okuyan. Neden? Necip ürünü olarak değil de, en bilNecip Fazıl, Fransızca Fazıl 1904 ile 1982 tarihleri gisizinden en bilgilisine kadar, arasında yaşamıştır. Mezkûr “aksiyon” kelimesinin hayatta muhatap olunan mesetarihler arasında Müslümananlam alanını anlatırken, leler için, sıkıntılar ve refah için ların fikri, siyasi-politik, ferdi, yönlendirici güç, kuvve olarak “fiilde erimiş fikir” diye içtimai, iktisadi ilh. durumtefekkür edelim. İşte, “ilkelerin bir kayıt düşer. Yani, larını bir fikir adamı gözüyle üstünlüğü” diye ifade edilen mesele de bu olsa gerek. İlke ve “aksiyon”u “fikir” ile müşahede etmeye çalışmıştır. fikir… Yönlendirici, sınırlandırıcı, Gördüğü panaroma içler acısıtakyit eder. İmdi bu hayata dair yaptırım uygulayıcı; dır. Kendisi sonradan İslami tebağlamda fikri, sadece işte o fikirdir. lakkiyi seçmiş olmasına rağmen mütefekkirin zihni ürünü Devamla; insanı ilgilendiren (menfi fikir, görüş, eylemlerini her nevi mesele de, bir eylem olarak değil de, en göz önüne almadan dillendireifadesi içerisinde olan insana, lim) fikirsiz bir durum müşahebilgisizinden en bilgilisine bir ‘zemin’e malik olmak olmade etmiştir. Ve kalkışın fikirle ve lıdır ve bu ‘zemin’in hudutları kadar, hayatta muhatap fikirden olacağını dillendirir. da, bağlanılan akidelerden ötüolunan meseleler için, rüdür. Bu ‘zemin’ ihtivasında Bu bahiste farklı bir açıdan sıkıntılar ve refah için (bu bağlam ve minvalde) ilim, Sadri Ertem şöyle der; “Devlet fikir, sanat ilh. barındırır. Kısaca yönlendirici güç, kuvve adamları her zaman idare ettiği insanın herhangi bir durumda olarak tefekkür edelim. kütlelere şamil sentezler yapmışeylemliliğini veya eylemsizliğini lardır. Kütlelerin başında kalmaİşte, “ilkelerin üstünlüğü” ilh. sağlayan bu ‘fikri zemin’dir. larının sebebi de budur. Fakat bu Bu ‘fikri zemin’, eylemleridiye ifade edilen mesele de sentezler Rönesans’tan beri devmizi, icraatlarımızı, pasifliğimibu olsa gerek. İlke ve fikir… let adamları tarafından bir fikir zi, ‘hayat’ımızı, yorumlarımızı Yönlendirici, sınırlandırıcı, ilh. yönlendiren itici güç, kuvadamı hüviyeti taşıyarak yapılvedir. hayata dair yaptırım maktadır. Devlet adamının senFikirsel zemin, fikir ile bağtez yapamadığı yerlerde onun uygulayıcı; işte o fikirdir. lantılı olan bir zemindir ve kudretini kültür adamları ellerine mana buradadır. Bugün Müsalmışlardır. Almanya’nın birliğini lümanların önde gelenleri, fikuran şairleri, filozofları işaret etmek isteriz. Fakat kirsel bir zemine muhtaçtır. Hele de, mütefekkirbugün üniversiteler parçalanmış, ufalanmış, bir lerin çoğunun, herhangi bir sebeple bu vasfı hak halde oldukları için kımıldanamıyor, susuyorlar! etmedikleri şu günümüzde. İlim devrinde cehil böylece yüküm sürüyor. Tuhafı Evet… Yeteri kadar donanımlı mütefekkirlerimiz şudur ki bu cehli bu dünya tuhaf bulmuyor, çünkü yok bugün. Yeteri kadar sayıda mütefekkirlerimiz bu cehlin rolü vardır. İş görmeyen bir ilim yerine iş yok bugün. O halde? Bu noktadan da düşmüşüz gören, faal olan cehil muvaffakıyet gösterir.” bugün. Buradan da kalkışın bir yolu olmalı ve o yolda, vardır ve her daim önümüzde durmaktadır! 36 • Nisan’14
ATÖLYE
Dostoyevski Üzerine Osman Zinnur AKSU “Ben hasta bir adamım!” Dostoyevski’nin ölümsüz eseri Yeraltından Notlar işte bu cümleyle başlıyor. Dostoyevski 2. Yazarlık Dönemi diye adlandırılan bu dönemde, 4 yıl süren kürek cezası ve orduda aldığı mecburi vazifelerin ardından önce bu romanı, daha sonra da herkesçe tanınan ve klasik kabuk edilen Suç ve Ceza romanını yazdı. Politikayla ilgilendi, kumar oynadı, borçlar her daim yakasındaydı ve sara nöbetleri... Mevzubahis Dostoyevski olunca sadece bir “yazar” deyip edebî olarak incelemek yetmez. O, felsefi olarak da irdelenmeyi hak eden büyük bir dahiydi ve her dahi gibi onun da bir yarası vardı. Alkolik babası mıydı canını sıkan, yoksa hastalık hastası annesi mi? Yıllar süren Mühendislik Fakültesi mi, kürek cezaları mı? Bilmiyoruz. Hakkında herkesin bildiği tek bir şey var. Dram vardır onun cümlelerinde. Neşelenmek için Dostoyevski okuyamazsınız. O, size mutlu eden yalanlar değil rahatsız eden gerçekler sunar. Sırasıyla Yeraltından Notlar, Suç ve Ceza, Kumarbaz, Budala, Ecinniler, Delikanlı ve nihayet Karamazov Kardeşler... Yazdığım bu klasikler hakkında
onlarca edebî tahliller yapıldı ve yapılıyor. Niyetim bu yazıda onu edebî olarak incelemek değil. Ben onu farklı bir açıdan ele almak istedim. Küçüklüğümden beri merak ederim, acaba bir Dostoyevski karakteri olmak neye benzer diye. Her şeyi ama her şeyi enine boyuna düşünmek, toplumdan soyutlanmak. Bay X olmak mesela, yıllarca yeraltında yaşayıp insanlardan nefret etmek. Raskolnikov olup vicdanıyla yüzleş(eme)mek! Beyaz Geceler’de Nastenka ile yaşamak! Bir Dostoyevski karakteri olmak muhtemelen her zaman “ortalarda olmak”tır. Eminim mümkün olsa gerçekten inanılmaz bir deneyim olurdu. Bu noktada da usta yazar bana kendisi cevap veriyor: “Hiçbir şey gerçekten daha inanılmaz değildir!”
“Her şeyi bu kadar fazla anlamak hastalıktır.” diyor Usta Rus Yeraltından Notlar’da. Onun yazdıklarına roman demek ona yapılmış büyük bir haksızlıktır bence. O, usta bir yazar değil, başyapıtını tamamlayamadan göçen büyük bir filozoftur olsa olsa...
Nisan’14 • 37
ATÖLYE
Gezi Parkı ve Müslümanlar FURKAN GENÇOĞLU
M
ekanlar sadece taştan topraktan ağaçtan, çiçekten, böcekten ibaret değildir. Mekanlar bir ruh, bir inanç, bir ideoloji , bir kimlik taşır aynı zamanda diyor bir düşünür. Yani örneğin Fatih Camii beton bir avlu, kubbeli bir yapı, üç beş ağaçtan ibaret değildir. Bu mekanın dindar muhafazakar, İslami bir ruhu vardır. Aynı şekilde Taksim’in, Beyoğlu’nun, İstiklal Caddesinin, Gezi Parkınında bir ruhu, bir kimliği, bir ideolojisi vardır. Bu mekanlar seküler yaşamın İstanbul’daki merkezleridir. Dindar muhafazakar bir iktidarın sekülerizmin başkenti olan bir meydan ve çevresine yapacağı bir hamle, gayri İslami bir anlayışla hayatını devam ettiren insanların seküler muhafazakar refleksler sergilemesine sebep olmuştur. Çünkü bu insanlara göre topçu kışlası bu meydanın ruhuna aykırıdır. Bu meydan seküler yaşamın merkezi haline gelmiş ve İstanbul’un farklı noktalarında yaşayan insanlar bu meydan çevresinde kendilerine seküler bir özgürlük alanı oluşturmuşlardır.
38 • Nisan’14
Başakşehir’den gelen bir gayri İslami yaşantısı olan insanla Zeytinburnu’ndan gelen bir gayri İslami yaşantısı olan insanın buluşma noktası Taksim ve çevresidir. Buraya yapılacak dindar muhafazakar geleneği yaşatan bir yapı bu ruha bir saldırı olarak anlamlandırılmıştır. Veya Emek sineması sol sinema geleneğinin sahiplendiği bir yapıdır. Liberal bir yaklaşımla emek sinemasının dönüştürülmesi o bölgenin dokusunu bilen insanları rahatsız etmiştir. Çünkü emek sinemasınında bir kimliği vardır. Fatih Camii bahçesine meyhane açılması gibi düşünün. Tepkiniz nasıl olurdu? Hele hele reflekslerini korkuları belirleyen Türkiye toplumunda böyle bir tepkinin ortaya çıkması şaşırtıcı değildir. Gezi olayları başlangıç itibariyle adeta bir alan savunmasıdır. İnsanlar kimlik, ideoloji ve değer algılarını yaşattıkları alanlarını savunmuşlardır. Olağan dışı polis şiddeti ise iktidardan ve uygulamalarından rahatsız olan kitlelerin bir araya gelmesine ve bu meydanda toplanmasına sebep olmuştur. Meydana ilk girdiğimizde göze çarpan
çeşitli fraksiyonlar halinde olan sol örgütlerin PR tanıtım çalışmalarının yoğunluğuydu. Fakat kitlenin büyük kısmı bu örgütlerin gönüllülerinden değil normal vatandaşlardan oluşuyordu. İnsanlar devlet eliyle, hükümetin toplumu muhafazakarlaştırmasından ve kendilerinin toplumda öteki konumuna düşürülmelerinden korkuyorlardı. Dindar olmak istemiyorlardı, inandıkları gibi yaşamak istiyorlardı.
nın değirmenine su taşıyacaklarını hissediyor olabilirler. Bu durum gayet normal. Fakat dertli olan müslüman gençler taşerona, kent mimarisinin katline, asgari ücrete, yeşil alanların tahribine, sokakta yaşayan insanlara, evsizlere, mültecilere, dilencilere kayıtsız kalamıyor çünkü kendini sorumlu hissediyor. İktidara İslamcı diyorlar geziye giden gençler de biz islamcıyız diyorlar. İslamcı bir iktidarda bu sorunlar meydana gelince gençler Yine hükümetin işlevsel liberal politikalarının kendilerini zan altında hissediyorlar. ortaya çıkarttığı bir takım sıkıntıları gördük. TüSes vermek, tepki göstermek ketim toplumunun inşası nokistiyorlar. Ama büyüklerden bir tasında yetkililerin insanların Orada aradıklarını bula- karşılık, bir hareket göremiyorhiçbir kutsalına saygı gösterbildiler mi? Orada yaşanan lar. Tepki gösteren gençler kenmeyerek, orantısız tüketimin gayri İslami yaşantıdan ra- di mahallelerinde marjinal olaartmasına aracılık eden yapıhatsızlık duydular mı? Vic- rak görülüyorlar. Ötekileştirici lanmaları teşvik etmesinden, danları rahat etti mi? Veya nefret dilinin ve birbirimizi çok kent kültürünün yok edilmesinbir eksen kayması oldu mu? kolay harcamamızın etkisiyle den, tarihi mekanların dokulaBu gibi soruların araştırıl- kolayca dışlanabiliyorlar. rına verilen tahribattan, kamuya açık olan sınırlı sayıda yeşil alanın tahribinden rahatsız olan kesimlerin de gezi parkında toplandığını gördük.
ması lazım. Dışlayıcı, ötekileştirici, ayrıştırıcı bir dilin kimseye faydası yoktur. Bu gençler bu mahallenin gençleridir, bu ümmetin gençleridir. Mazlumun derdiyle dertlenen arkadaşlardır. Birbirimize hakkı ve sabrı tavsiye etme ilkesine riayet eden kardeşler olabilmemiz duasıyla.
Peki bazı İslamcı gençler neden gezi parkındaydı? Bu sorunun cevabını kendimce biraz irdelemeye çalışacağım. Bu mahallenin gençleri bana göre bunalımda. Büyüklerinden sürekli mağduriyet hikayeleri dinleyen fakat ak parti iktidarında yetişen bir nesil ile karşı karşıyayız. Bu yüzden ne büyükler gençleri anlayabiliyor. Ne gençler büyükleri anlayabiliyor. Refleksleri korkuları üzerine bina edilmiş bir toplumda yaşıyoruz. Fakat gençler kötü zamanlarda yaşamadıkları için öyle büyükler gibi olağanüstü korkuları yok. Videolardan fotoğraflardan gördükleriyle, seminerlerde sempozyumlarda anlatılan kötü zamanlar anılarından oluşan bir korku var. Fakat bu hiçbir zaman yaşanmış olan kadar sahici olmuyor. Büyükler korkularından dolayı siyasal iktidara hak ettiği noktalarda sağlam eleştiriler getiremiyor olabilir. Zamanında onlara zulmeden mekanizma-
İnsan dışlanınca kendine tepkisini göstermek için çeşitli mecralar arar. Gezi parkı da dertli olan, sıkıntılı olan, iktidarın fiillerinden rahatsız olan, islamcı iktidar söylemi sebebiyle zan altında olan müslüman gençler için tepkilerini tüm Türkiye’ye göstermeleri için bir mecra haline geldi. İlk gün yoğun olarak gözlenen orantısız polis şiddeti ve zulüm boyutuna ulaşan otoriter devlet tavrı o parka gitmemelerine dair içlerinde bulunan kuşkuyu ilk anda bitirdi. Orada aradıklarını bulabildiler mi? Orada yaşanan gayri İslami yaşantıdan rahatsızlık duydular mı? Vicdanları rahat etti mi? Veya bir eksen kayması oldu mu? Bu gibi soruların araştırılması lazım. Dışlayıcı, ötekileştirici, ayrıştırıcı bir dilin kimseye faydası yoktur. Bu gençler bu mahallenin gençleridir, bu ümmetin gençleridir. Mazlumun derdiyle dertlenen arkadaşlardır. Birbirimize hakkı ve sabrı tavsiye etme ilkesine riayet eden kardeşler olabilmemiz duasıyla. Nisan’14 • 39
ATÖLYE
BU HÂL NEYİN NESİ? Fatih YAVUZ
Soruverse: Ben neyim ve bu hal neyin nesi? Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi? Dışımda bir dünya var, zıpzıp gibi küçülen, İçimde homurtular, inanma diye gülen… ransız devriminden günümüze revize edilmiş halleri ile çeşitli Fransız Devrimcikleri yaşıyoruz. Devrimlerin yapılış zamanlarında ve anlarında asıl devrimler oluşur. Yani asıl devrim, devrimin yapıldığı andır. Devrimi gerçekleştirmek isteyenler, sokaklarda, ayaklandıkları sırada asıl devrimin sahibidirler. Sonrası ise, onlar (yani sözüm ona sokaktaki devrimciler) için amaçlananın oluşması için bir evredir. Ancak, bu her daim doğru olmaz ve gerçekleşmez. Devrim sonrası dönemler beklentileri karşılamış mıdır? Sanırım çoğu hayır! Fransızlar, monarşiyi devirdiler. Ama Napolyon, onların sonraki kralı oldu. Bolşevik devriminde Çar devrildi ancak Stalin’in kızıl ordusu Stalinizmi yayan silahtı. Özgürlük esası ile oluşan devrimler tarihi şartlarda gerekenleri –kendi paradigmaları çerçevesindegerçekleştirseler dahi kısa dönemde tarih tekerrür etmiştir. Yine ilk söylediğimize geri dönersek devrimlerin en “samimi’’ anları, devrimlerin yapıldığı sırada oluşmuştur. Bu da bize şu soruyu sorduruyor; Devrimlerin yapıldığı sırada orada bulunan kitle asıl devrimciler mi? Cevap: EVET. Bu da tarihi
F
40 • Nisan’14
okuyan, anlayan, algılayan şeytani akla sahip bir sonraki jenerasyon için, kitle yönetimi adına bir araştırma alanı sunuyor. Günümüz olaylarını bu açıdan değerlendirdiğimizde, Arap Ayaklanmaları, Mısır’da devrim sonrası ihtilal, Gezi Parkı meselesi, Brezilya’da olan olaylar, Venezüella ve Ukrayna’da gerçekleşen ayaklanmalar, kitle kontrol teknolojisinin ve yönetiminin çok başarılı olduğunu gösterir nitelikte. Ancak, bu ayaklanmalar “gerçekten’’ neden oluşuyor? Asıl sorunun cevabı görünenin çok ötesinde… Mevcut sistem ve sistemin sahipleri tarafından yine sistemin salahiyeti için üretilmiş uluslararası hukuk, farkındalık seviyesinin yükselişi ile paralel olarak meşruiyetini yitirme safhasında. Bu açıdan bakılırsa, bütün ayaklanmalar mevcut sisteme karşı… Ancak düşünülmesi gereken, ayaklanmaların zamanlaması. Ayaklanmalar, sistemin açmazları hesaba katılarak, beklenen olaylar olabilirler. Ancak, sistemin sahiplerinin öngörülerine dayanarak öne çekilmiş sistemin lehine sistem adına, sistemin savunma mekanizması olarak görülmesi doğru olacaktır. Sistem, 1945-1960 yılları arasında sömürge Afrika ülkelerinde, kolonyal dönemden neo-kolonyal döneme geçişte aynı metodu uyguladı. Değişimi kendilerinden yana, ama kendilerinden değilmiş gibi bir şekilde uyguladılar. BM “Vesayet Konseyi
(Trusteeship Council) bu geçişi sağlayan kurumların başında gelir. Vesayet Konseyi aracılığı ve tabii ki Amerika’nın onayı ve sömürgecilerin burun kıvırmasına rağmen vesayet altında bulunan ülkeler “sisteme’’ neo-kolonyal coğrafyanın üyeleri olarak dahil oldular. Tartışılması gereken, bir diğer husus geçişlerin hızı. Tekrar 1945-1960 dönemini örnekle, kolonyalizmden neo-kolonyalizme geçiş sadece kavramsallaştırma süreci itibarı ile hesaplanabilir. Ancak, amaç, kolonyal düzenden, neo-kolonyal düzene geçiş kararının alınmasından hemen sonra gerçekleşmiştir. 2014 dünyasına gelince, aynı metodun uygulanmakta olduğu gayet net. Mısır protitipi ile anlatmak istenirse, halkın kendi kaderini tayini işi için önü açılan gençler, Müslüman Kardeşler’in tasfiye kararı ile, hayal kırıklığına uğradılar. Vahşetle sonuçlanan olaylar sonucunda da yerleşik sistemin potansiyel tehlikesi olan Müslüman Kardeşler iktidardan uzaklaştırıldı. Peki başlığımızda da belirttiğimiz gibi “bu hal neyin nesi?’’ Bütün bu olayları farklı farklı mı düşünmeliyiz? Venezüella’da sol bir lidere karşı demokratik ayaklanmalar, Ukrayna’da Rus yanlısı başkana karşı proAvrupa ayaklanmalar, Gezi Parkı’nda muhafazakar lidere karşı çoğunluğunu ulusalcı gençlerin oluşturduğu ayaklanmalar… Kesin bildiğimiz bir gerçek var ki o da bu olayların birbirinden ayrı düşünülemez olduğudur. Büyük satranç tahtasında, ABD-Çin hegemonya değişimi sistemin düğmelerinin ABD tarafından açılması, Çin tarafından kapatılması ve ya Çin tarafından açılıp ABD tarafından kapatılmaya çalışılması ile eşdeğer. Çin, iktisadi dengelerini liberal politikaya geçişle dünyaya, kendini merakla takip ettiren ve hegemonyayı devralmaya yönelik adımlarını liberal ekonomiye geçiş ile yapacağının mesajını çoktan vermiş bir ülke pozisyonunda. Bu açıdan Ukrayna meselesi sadece Ukrayna’nın meselesi değil. Rusya’nın meseleye dahil olması, “ABD yıldızlarını görmektense Çin yıldızlarını göreyim’’ demesi bir yerde. Yeni hegemonun partneri olmak üzere Ukrayna’da en net mesajlarından birini verdi Putin. Türkiye ise Avrasya dengeleri için Ukrayna’nın bütünlüğünden yana. Yeni bir Doğu-Batı kırılmasının canlı şahitleri olduğumuz çok net bir şekilde varsayılabilir. Türkiye’nin aldığı pozisyon ise Gezi Parkında aldığı pozisyon ile eş
değer. Gezi Parkı’nda iradesi sağlam bir hükümet mesajını veren Türkiye, Doğu-Batı dengesinde, bağımsız pozisyon aldığının ve alacağının mesajını da Ukrayna’dan verdi. Yeni hegemon güç Çin’in, yine kapitalist ekonominin bir mirasçısı olarak günümüz dünyasına giriş yapacağı açık ve net belli oldu. Bu tarihi açıdan, İngiltere’nin sanayi devriminden sonra hegemonyasını Almanya’ya kaptırmasıyla karşılaştırılabilir nitelikte. Yani sistemin içinde daha iyi ve güçlü bir aktör konumu. Bu olayların özünde ise ABD-Çin çekişmesinin “benden misin?, ondan mı?’’ ya da “sisteme dahil olacak mısın yoksa potansiyel oluşturma gibi bir delilik peşinde misin?’’ soruları mı yatıyor. Akla gelen açıklamalardan biri, potansiyel üretmeden ve bağımsız politikalara sahip olmadan, sistemin açmazlarının farkındalığına referansla,sisteme oluşacak isyanların bizzat sistem sahipleri tarafından, asıl ayaklanmalar oluşmadan önce, kendi lehlerine olan ama aleyhlerineymiş gibi görünen ayaklanmaları çıkarmasıyla sistemin savunma reflekslerini oluşturmaları. Son olarak, 17 Aralık süreci de Gezi Parkı’nın bir devamı niteliğindedir. Gezi Parkı’na katılan gençler, tarihin birer edilgeni haline geldiler. Bu gerçekler ışığında ise paralel yapı destekçileri de aynı edilgen halin birer parçaları. Paralel yapı, Türkiye’yi sistem içerisinde tutmak niteliğinde işler yapıyor mu demek oluyor? Görünen bu yönde işler yaptıkları. Ancak, ne olursa olsun, tarihin edilgeni olmak Müslüman’a hakarettir. Müslüman ise süreçlerin büyük resimleri önlerinde olan insanlardır. Partiler üstü, sistemler üstüdür. Anlayabilmişsek ne mutlu! Nisan’14 • 41
OKULLARDAN HABERLER
okullardan haberler
Boğaziçi Üniversitesi’nde İHH standına çirkin saldırı Daha önce Uludağ ve İstanbul üniversitelerinde Suriye’ye yardım kermeslerine yaptıkları tacizlerle isimlerini sıkça duyduğumuz Öğrenci Kollektifleri ve TKP bu kez Boğaziçi’nde gerginlik oluşturdu. Okul içerisinde Uganda’da yetimhaneye yardım toplamak için İHH gönüllüsü öğrencilerin kurduğu standın hemen yanı başına “İHH Ci-
hatçı Katilleri Besliyor”, “İHH’nın Yardım Ettiği El-Nusra Üniversiteleri Tehdit Ediyor”, “Paralar Yetimhanelere Değil Cihatçılara Gidiyor” yazılı afişler asarak tacizde bulundular. Müslüman öğrencilerin müdahale edip söz konusu çirkin afişleri indirmek istemeleri sonucu tansiyon yükseldi. Olay süresince “Şeriata geçit
yok”, “üniversiteler karanlığa teslim olmayacak” gibi islamofobik sloganlar atan saldırgan öğrencilerin okul dışından kişiler getirdiler ve akşam saatlerine doğru gerilim kavgaya dönüştü. Olayın ardından farklı çevrelerden toplanan kalabalık bir grup Boğaziçili Müslüman öğrenciler bir komisyon kurarak hazırladıkları bildiride özetle şunları söylediler: “Kendi siyasal pozisyonunu, sloganlaştırdıkları yüzeysel ifadelerle okulumuz öğrencilerine ve kamusuna dayatmak isteyen bu zihniyete karşı, Allah’ın izniyle 27 Şubat Perşembe günü olduğu gibi Müslüman öğrenciler olarak dik durmaya ve kampüs içerisinde kendi değerlerimizi korumaya devam edeceğiz. “Üniversiteler bizimdir” söylemiyle tahakküm kurmaya çalışan gruplara karşın bizler, üniversitemizde İslami değerlere saldırılmasına bundan sonra da kesinlikle müsaade etmeyeceğiz. Haktan ve adaletten yana olmayı her daim sürdüreceğiz!”
Eğitim İlke Sen MEB yasa değişikliğini protesto etti. EĞİTİM İLKE-SEN (İlkeli Eğitim ve Bilim Çalışanları Dayanışma Sendikası), Eminönü’nde gerçekleştirdiği bir basın açıklamasıyla TBMM’de kabul edilen MEB yasasını protesto etti.Basın açıklamasını okuyan Eğitim İlke Sen üyesi Yavuz Soysal özet olarak şunları söyledi: “MEB tasarısındaki yeni düzenlemede aday öğretmenlere yazılı ve sözlü sınav getirilmiş, bu da şarta bağlanmıştır. Şurası çok ilginçtir ki bu şart “disiplin ve performans” olarak ifade edilmiş, ekmeğinin peşindeki eğitim emekçilerinden iradelerini teslim etmeleri talep edilmiştir. Bu, insan onur ve haysiyetine yapılmış büyük bir saldırıdır. Aday öğretmenlere getirilen mülakat şartı açık ve aleni bir şekilde itaati dayatmaktadır. Lafı eveleyip gevelemeye gerek yok: Bunun halk dilindeki karşılığı torpil ve yandaşlıktır. Böyle bir düzenleme adalete, Allah’ın ve insanların rızasına muvafık mıdır, soruyoruz sizlere?”
42 • Nisan’14
İstanbul Üniversitesi’nde Suriye ve Mısır’da konuşuldu. Farklı üniversite ve kurumlardan öğrenci gruplarının bir araya gelerek düzenlediği “Gündönümü: Suriye ve Mısır’da Özgürlük Mücadelesi” sempozyumu İstanbul Üniversitesi Kongre Merkezi’nde gerçekleştirildi. Halk ayaklanmalarının yerel dinamiklerinin, hak ihlalleri boyutunun ve küresel sisteme etkilerinin konuşulduğu iki oturumlu programda öğrenci gruplarını temsilen Ceyda Atala giriş konuşmasını yaptı. Ceyda Atala, konuşmasında İslam coğrafyasındaki ayaklanmaları tarihin bir dönüm noktası olarak okuduklarını bundan dolayı sempozyumun ismini “Gündönümü” koyduklarını söyledi. Sempozyumda Ahmet Emin Dağ, Yasin Şamlı, Ramazan Yıldırım, Gülden Sönmez, Serdar Ataş, Berdar Aral ve Rıdvan Kaya birer konuşma yaptılar.
ETKİNLİK
GEÇ OLMADAN GENCİ ANLA!
15 Şubat Cumartesi akşamı Renk Düğün Salonu’nda düzenlenen “Geç Olmadan Genci Anla!” sempozyumunda, SEKAM’ın yapmış olduğu gençlik araştırmasına dair analizler yapıldı. Program Ahmet Yunus’un Kur’an-ı Kerim tilaveti ile başladı. Sonrasında Umran Kültür ve Medeniyet Hareketi’nin İstanbul temsilcisi Zeki Kırbaşoğlu gencin kavramsal olarak çeşitli tanımları, risalet döneminde gençlere verilen önem, Genç Öncüler’in misyonu ve SEKAM araştırması sonrası yapılması gerekenler üzerine bir konuşma yaptı.
Ardından sözü Prof. Dr. İbrahim Mete Doğruer aldı. Eğitim sistemi ile gençlerin sağlıklı yetişmesi arasındaki bağlantıyı vurgulayan Doğruer, sistemdeki istikrarsızlıklar giderilerek eğitim sistemi sağlamlaştırılırsa üzerine bir bina inşa edilebileceğini belirtti. Bunun yanı sıra 60’lardan bu yana farklı dönemlerde ortaya çıkan gençlik hareketlerinden de söz etti. Doğruer sözlerini, ebeveynlerin çocukları anlamasının gerekliliğine vurgu yaparak ve aileleri iyi dinleyiciler olmaya davet ederek sonlandırdı.
Son konuşmacı Prof. Dr. Burhanettin Can gençlikte yaşanılan kimlik bunalımına dikkat çekerek melez kimlik kavramı üzerinde durdu. Araştırma sonuçlarının “kararsızlar” hanesinde yer alanların gerekli tedbirlerle “olumlu”lar hanesine kazandırılabileceğini belirten Can, neme lazımcılığın sonuçlarının tüm toplumu bitirebileceğini belirtti. Gençlere ve topluma uygulanan olumsuz yönlü dönüştürme projesini “henüz vakit varken” engellemek için görev ve sorumluluk yükümlülüğü olan paydaşların; aileler, STKlar, millet, devlet, medya organları vb. olduğunu belirtti.
2.Dönem Üniversite Hanım Seminerlerimiz Başladı 8 Şubat Cumartesi günü üniversiteli hanım kardeşlerimizle bir araya gelerek samimi bir kahvaltıyla yeni döneme vira bismillah dedik. Derslerimize Prof. Dr. Yaşar Düzenli hocamızın “ Doğru bir başlangıç ama nasıl? “ başlıklı semineri ile başladık. Hocamız seminerde doğru bir başlangıç için en önemli ifadenin “Lailaheillallah” olduğunu bizlere tekrar hatırlatmış oldu. Seminerlerimiz Mart başı itibariyle de Yard. Doç.Dr. Ömer Miraç Yaman ile “Hayatı Anlamlandırma Okumaları” ile devam etti. Seminer sonunda katılımcılar çarpıcı başlıkları ve hocamızın üslubunu fazlasıyla beğendiklerini dile getirdiler. Üniversite hanım seminerlerimiz Mayıs sonuna kadar devam edecektir. 6 farklı hocanın katılımı ile gerçekleşecek olan seminerlerimiz her Cumartesi saat 11.30 ile 13.00 arasında olacaktır. Vakti müsait olan tüm hanım kardeşlerimizi aramızda görmek isteriz. Nisan’14 • 43
KİTAP
ZİNDANDAN ÇIKIŞ Zeynep KIRBAŞOĞLU
“Hoca teorik kısımlardan çok sormaz zaten, sen diğerlerine çalış.” Immanuel Kant
E
leştiri veya kritik denince eskiden salt yerin dibine sokmak anlaşılırdı. Bugünse ya yere göğe sığdıramamak ya da eskisi gibi yermek anlaşılıyor. Hâlbuki eleştiri denen şey, bu şeyin ne olduğu mühim değil, enine boyuna, iyisini kötüsünü, zaman ve mekân faktörleri göz önünde bulundurarak incelemek demektir. Bir yazı, yazar, kişi veya kurumu eleştiri esnasında övmek o şeye taraftar olunduğu anlamına gelmeyeceği gibi eksik, yanlış vs. söylemekte eleştiren kişinin kendisini üstün görmesi, eleştirilen kişini de aşağılanması demek değildir. Bu cümleleri tamamıyla beni kurtarsın diye yazdığımı da belirtmeliyim. Ali Şeriati hakkında kısaca birkaç cümle söyleyerek kitabın kritiğine başlamak kanaatindeyim. Bildiğimiz üzere Dr. Şeriati İran asıllı bir sosyologdur. İran İslam devriminin fikir babalığını yapan Şeriati asıl eğitimini Fransa’da tamamlamıştır ve İngiltere’de bulunduğu sıralarda Savak ajanları tarafından şehit edilmiştir. Bir şehit olmasına rağmen hak ettiği değeri tam manasıyla bulamamasının sebebi, bu şekilde tasniften haz etmesem de, Sünni Müslümanların onu “Ehli sünnetten” olmadığı için kabul etmemesi ve Şii Müslümanlarında onun Sünni propagandası yaptığı ve Şiiliği savunmadığını söylemesidir. Her iki kesimden de ciddi bir kitlenin sırtını dönmesi ve Şeriati’nin erken vefatı onun gereği kadar “popüler” olamamasına neden olmuştur. Fakat unutulmaması gerekir ki, Dr.Şeriati’nin her ne kadar baskın bir Şia taassubu olmasa da, yetiştiği ortam, kullandığı kaynaklar (ki kendileri eserlerinde Sünni kaynaklara daha çok yer vermiştir.) ve inanç esasları bakımından Şii olması kitapları değerlendirirken mutlaka göz önünde bulun-
44 • Nisan’14
durulması gereken bir faktördür. Bu bir dışlama veya kötüleme değildir sadece oluşabilecek fikir farklılıklarının daha rahat anlaşılması için dikkate alınması gereken bir durumdur. İnsanın Dört Zindanı kitabının aslında Dr.Şeriati tarafından bizatihi yazılmamıştır. Kitapta da bahsi geçtiği gibi bir konferansın metne çevrilmiş halidir. Bu durumun konuya şu şekilde bir açıklamayı bizde Dr. Şeriati gibi söyleyebiliriz; konu tam manasıyla açıklanamamış hatta yer yer Dr. Şeriati’nin sanki zihnindeki örnekleri tam manasıyla aktaramamış olmasından kaynaklanan kopukluklar vardır. Başka bir kanaatte şu yöndedir, şayet Şeriati şehit edilmemiş olsaydı ve uzun yıllar yaşasaydı bu bilgi birikimi üzerine nicelerini katabilir ve İslam düşüncesinde herkesin adını zikrettiği biri olarak yepyeni bir çağ açabilirdi. Bunun bir desteğini kitabın çevirisini yapan Hatemi’den anlayabiliriz. Hüseyin Hatemi kitabı çevirdiğinde sene 1984 idi ve kendisi bir profesör olmasına rağmen ciddi bir sorgulama ve duraksama yaşadığını biliyoruz. Peki, neydi bu kadar olay yaratan bu kitap? *** “Bu kısımdan çıkarmış asıl, Immanuel öyle dedi.” David Hume Dr.Şeriati o güne kadar pek az insanın ilgilendiği şeyle ilgilenerek başlamıştır konuşmaya, Şeriati diğer herkesin aksine meselenin özüyle ilgilenmiştir; insanla ilgilenmiştir yani. Konuyu kavramak için özüne inmek gerektiğini söylemiş ve insanın ne olduğu sorusunu sormuştur. Fakat bu soruyu soruşu ve kitabın iskeletini oluşturan diğer “insani” mevzuların neredeyse tamamını batı düşüncesi üzerinden açıklamıştır. Yani kitap aslen batının bu zindanlardan nasıl çıkacağı ile ilgilidir.
“Bulunmak” ve” var olmak” arasında ayrımla incelemeye başlayan Dr.Şeriati insanın oluşum sürecinden bahseder. Evvelinde aslında “beşer” olan bir ve bir hayvandan farksız beşerin irade ve yaratma yetenekleriyle insan oluşunun serüvenini anlatır. Descartes, André Gide ve Camus’un “… öyle ise varım!” tezlerinden insan olma vasfına en uygun ve yakın olanı seçer; Camus, “Başkaldırıyorum, öyleyse varım.” der. Dr. Şeriati’nin bu önemeyi seçmesi ise oldukça yerindedir. İnsanın irade ve seçme yeteneklerinden dolayı başkaldırmasının ontolojik bir ispat olduğunu söyler. Bahis geçtiği gibi insan düşünen bir hayvan olmaktan çok seçme ve yeni bir şey oluşturma gibi mucizelere sahiptir. Bu ispat sürecinde, yani varoluşçu ve insanın hiç durmadan akan, ilerleyen gelişen ontolojik ispat sürecinde onun üzerindeki en büyük kaynağı, hocası olan Sartre’dır. Ne yazık ki Sartre’ının bir ate olması ilerleyen süreçte Dr. Şeriati için bir çeşit ikileme sebebiyet verecektir. Yukarıda da bahsi geçtiği gibi şayet daha uzun yaşasaydı, soru olarak bıraktığı birçok konu tarafınca açıklanabilecekti. Zindanlara geldiğimiz de ise Dr. Şeriati Batı düşünce tarihinde 19.YY da başlayan Marksist, materyalist düşüncelerin üstüne artık değişen fakat gene de kümülatif olarak devam eden 20.YY akımlarının 3 zindan olarak değerlendirdiğini görüyoruz. Şeriati’nin aldığı bu 3 akım Naturalist/biyoloji zindanı, tarihselcilik/historisizm zindanı ve Sosyolojizm/Toplumsalcılık zindandır. Dr. Şeriati batının zamanla bu 3 zindandan kurtulduğunu fakat halen ciddi bir çıkmazın içinde bulunduğunu söyler bunun nedeni de 4. zindandan çıkamamış olmalarıdır. Biraz daha açmak gerekirse Batı natüralizm zindanından ilkel insanın doğayı yenip asıl efendinin kendisi olduğu fikrinin yayılması ve teknoloji ile artık doğanın caydırıcı, korkutucu(depremler, fırtınalar, kuraklık vs.) ve ilahi(güneşe, aya, yıldıza, ineğe tapma vs.) bir yaptırımı olmaktan çıkması ile aşmıştır. Kısaca, doğayı kendi lehine çevirmiştir. Historisizm zindanından çıkışı da benzer bir şekilde kendi tarihi prangalarından kurtulmalarıyla olmuştur. Batı’nın kiliseden ve onun skolastik düşüncesinden kurtulup sekülerleşmesi Tarih zindanından çıkışıdır. Son olarak Batı Toplum zindanından şu şekilde kurtulmuştur: Bireysellik. Toplum X yönüne hareket ettiğinde, bireyin buna karşı çıkıp Y yönüne hareket edebilmeyi seçmesi Toplum zindanından çıkışı temsil eder. Bu noktada, tam manasıyla zindanlar arası bir geçiş yoktur. Yani biri bitirilip bir diğerine cümleten geçilmemiştir. Tarihsel bir sürecin doğallığı ile ve fakat sürece girilmesiyle doğal olmayan şekilde gerçekleşen bir ilerleme vardır bu 3 zindanın çıkışında.
Son ve 4. zindana geldiğimizde ise Dr. Şeriati batı toplumunun sahip olmadığı bir özelliğinden dolayı bu zindanda hapsolduğunu söyler. 4. Zindan insanın kendisi olan “kendim/ben” zindanıdır. Buna mukabil Şeriati ben zindanından çıkış için önce “aşkı” önerir. Birkaç satır sonra bu aşkın “din” olduğunu söyler ve tekrardan birkaç satır sonra “İsar” olarak bu zindandan çıkılacağını söyler. Nitekim son zindanın çıkışında ironik bir çıkmaz vardır. Kur’an’ı Kerim’de aşk sözcüğüne yer verilmemesine karşın aşkı dinle eşleştirmesi bir soru işaretidir. Öte yandan tasavvufi bir aşkı kastetmediğini söyleyip dine bağlaması nasıl bir aşk sorusunu gündeme getirir ki söz konusu aşk olduğunda, aşık hiçbir zaman veren taraf olmaz, aşık mütemadiyen ister. Fakat bir zaman sonra Şeriati’nin aşkı İsar olmaya bağlaması yani sorgusuz sualsiz ve karşılıksız olarak vermeye bağlaması bir diğer soru işaretini oluşturmaktadır. Elbette bu kitabın aslında bir konferans olduğunu ve gayet basit bir zamanın yetmemesi durumunda son ve en önemli kısmı hızlıca geçilmiş olması ihtimali (veya böyle bir ihtimal hiç olmayabilir.) Dr. Şeriati’nin asıl zindandan çıkışı açık bir şekilde anlatamamasına neden olmuş olabilir. Mamafih, Dr. Şeriati’nin bugüne değin çok az mütefekkirin değindi bir konuda bu denli başarılı, ezber bozan ve kafa karıştıran, düşünmeye sevk eden bu tezi hazırlayıp sunması onun ne derece zeki ve toplum sorunlarına aktif çözümler üreten bir yapıda olduğunu ispat eder niteliktedir. Tüm bunlarla birlikte Dr. Ali Şeriati’nin İran İslam Devrimi’ne fikir babalığı yapmış olması onun başka bir ayırt edici ve etkin özelliğidir. Defaten söylediğimiz gibi şayet yaşasaydı durum çok daha farklı ve fevkalade bir seviyede olacaktı. Fakat 1977’de bildiğimiz gibi bir suikaste kurban gitti. Allah şehadetini kabul etsin, bizlerden de sözün hayırlısını alıp boşunu bırakan Dr. Şeriati gibi mütefekkir nesiller olmayı nasip etsin. Nisan’14 • 45
MÜZİK
Mecra Müzik Hareketi 2014 yılında “Uyan Kardeşim” adlı albümleriyle ilk adımı atan Mecra Müzik Hareketi kurucu üyesi Mehmet Semih Özdemir ile söyleştik. Genç Öncüler: Biraz doğuş hikayenizi anlatabilir misiniz müzik hareketi kurmaya nasıl karar verdiniz ? Mecra: Öncelikle Araştırma ve Kültür Vakfı’nda Mustafa abiyle birlikte bir müzik icra edebilir miyiz ortaya bir şey çıkabilir miyiz diye düşünmüştük. Gençlerin sanat alanında, müzik alanında birşeyler icra edebileceğini düşünerek yola çıkmıştık. Olayın başında arkadaşlar arasında enstrüman çalan arkadaşlar arasından birşeyler çıkarabilir miyiz düşünmeye başladık. Genellikle camianın içindeki en büyük sıkıntıdır bu, müzik yapan enstrüman çalan (bizim arkadaşlarımız arasından) hiç kimseyle karşılaşmadık maalesef. Dışardan bazı arkadaşlarla tanıştık eyledik öyle başladık müzik serüvenimize. Daha çok sanat müziği tasavvuf müziği falan yapıyorduk ilk başlarda. Kolay değildi Fatih Üniversitesi’nde okuyan arkadaş vardı bu arkadaşın buraya gelmesi gitmesi prova yapması zaman ayırması falan çok zor işlerdi. Bir iki program yapma fırsatı oldu yaptık onları Allah’ın izniyle. Arkadaşlar için de katılmak zordu, kendi hayat şartları içerisinde boş vakit bulmak zordu hepsinin farklı koşuşturması vardı. O zamanlar biz de yaklaşık 1 yıl baya sıkıntı çektik. Bu şekilde gitmeyeceğini düşündük ve arkadaşlarla konuşarak grubu sonlandırmaya karar verdik. Sonrasında Mustafa abimizin Allah vergisi bir yeteneği var. Söz yazma, beste yapma yeteneği var. Mısır olaylarından önce birkaç parça yazmıştı. Üstüne İslam coğrafyasındaki zulümler devam edince insanlar duygusal bir yoğunluk ile karşı karşıya kalmıştı. Saraçhane gecelerindeki duygusal yoğunlukta Mustafa abi yeni eserler yazdı. Ben de ‘’ey şehidim’’ şiirini saraçhanedeki bu duygusal yoğunluğu fazla bir ortamda yazdım. Spontane gelişen bir durumdu. Kendi parçalarımızı ortaya çıkarsakta onları dinlesek gibi bir düşüncemiz vardı. Fakat öyle bir albüm yapma gibi bir düşüncemiz yoktu. İslami camiada öz eleştiriler yapılır. Sanat noktasında eksikliklerimiz var. Sinemada, çizgi film sektöründe yokuz. Ezgi marş noktasında yirmi sene önce çıkan albümler hala dinleniyor. Ömer Karaoğlu, Eşref Ziya, Grup Genç gibi isimler yirmi sene önce çıkarttıkları parçalarla hala meydanlarda varolabiliyorlar. Üstüne yeni bir girişim çok fazla yapılmadı. Bu anlamda maalesef camiamızda bir kısırlık var. 46 • Nisan’14
Örneğin biz Araştırma ve Kültür Vakfı derken o ismin içinde bulunan kültür kısmı değil midir? Sen o kültür sözünün içine müziği de sokarsın sanatı da filmi de her şeyi sokabilirsin. Biz de dedik inşallah yaparız. Müzisyen arkadaşlarla bir araya geldik bu da onun bir yansımasıydı. Yine tabii soruyorduk etrafımıza bir albüm çıkarsak maliyeti ne olur. Arkadaş çevresine sorduruyorduk bu işler ne kadara yapılıyor acaba nedir merak ediyorduk. Hayal de olsa da niyetlenemiyorsun netice de sermayeye ihtiyacın var. Bir an vazgeçtik artık düşünmüyorduk. Tabii insan yazınca yazıyor bu ayrı bir durum. Yazmaya engel olamıyorsun duygularına ket vuramazsın. Ancak bunu somutlaştırmak oldukça güç. Bir parça oluşturmak stüdyoya girmek kayıt yapmak; bunlar aklımızın ucundan pek geçen şeyler değildi. Ardından vâkıfımızın bünyesinde bulunan Rehber Gençlik Platformu bu işe “sahip çıktı”. Destek sağladılar bize. Biz de Mecra Müzik Hareketi olarak Rehber Gençlik Platformu bünyesinde bu albümü gerçekleştirme fırsatı bulduk. Allah bize bunu nasip etti. Şu an mecra müzik hareketi olarak Rehber Gençlik Platformu ile “uyan ey kardeşim” adlı albümü icra ettik. Bir müzik grubu olduğumuzda çok söylenemez. Örneğin Ömer Karaoğlu benzeri Mustafa abi marş ve ezgiler yazıp seslendirdi ben de kendimce yazdığım şiirleri ve bir başka şiiri seslendirdim. Benim de icraatım bu idi. Genç öncüler: Yaptığınız müziği nasıl tanımlıyorsunuz peki? Daha çok mesaj içerikli mi yoksa sanat içerikli olmasına önem verdiniz? Mecra: Öncelikle sözler tamamıyla duygusal yoğunlukla ortaya çıkan sözler. Sadece bir mesaj vermek istendiğinde basitleşiyor zaten. Örneğin düzyazı da yazıyorsan sanat ağırlıklı olmasını hedeflersen metin süslü bir yapı halini alır. Aynı şekilde doğrudan mesaj vermek istersen bu da basit bir metin halini alır. Bu eserlerin tamamı duygusal yoğunlukla ortaya çıktı. Sonuçta hem duygu yüklü bir sanatı ve içerdiği mesajı da veren eserler ortaya çıktı. Mesela her parçanın bir hikâyesi var bizde. “uçan kuşlar“ parçası örneğin, mısır olaylarında Esma’nın şehadeti üzerine Mustafa abinin yaşadığı duygusal yoğunluk üzerine yazmış olduğu bir eser. Albümün ismini taşıyan “uyan kardeşim” adlı parça Mısır ve Suriye
başta olmak üzere İslam coğrafyalarındaki zulümleri dile getiren içinde sisi ve Esad isminin geçtiği hatta içinde “Allah’ın belası Beşar Esad” sözlerinin geçtiği parçadır. Tamamı sanatı, duygusallığı olan ve mesaj içeriğini de barındıran parçalardı. Besteleri Mustafa abi yapıyordu. Bununla beraber sürekli istişare halinde bulunuyorduk. Farklı beğenilerimiz olsa da ortak bir ürün çıkarabildik. Nihayette İslami camianın beğendiği marş ezgi dediğimiz bu tür duyguları barından bir müzik yaptık. İmkânlarımız dâhilince bunu becermeye çalıştık. Müzikal anlamda bazı farklılıklar yaratmaya çalıştık. Klasik çizginin dışında canlı enstrümanlar kullanarak müziğe farklı havalar kattık. Örneğin bağlama çokça kullandık. Baktığınızda bağlama Türk insanının yani bu coğrafyanın insanını ifade eden bir enstrüman. Aynı şekilde kemanın duygusallığından faydalandık. Ayrıca farklı enstrümanlardan da yararlandık. Hem sanatsallık hem de mesajını iletmesi bakımından orantılı ve tutarlı bir müzik olduğunu düşünüyoruz. Genç öncüler: İslami camianın özelde müzik genelde sanata bakışını nasıl buluyorsunuz? Mecra: Aslında bu konuya değindik. Mustafa abi bu konuda daha yetkin. Benim gördüğüm 15 yıl öncesine kadar müzik yapanları kâfir ilan eden İslami camiadan şimdi bahsi geçen müzikleri dinleyen bir topluluk haline geldikleridir. Bir değişim söz konusu. Bence en büyük hatamız şunu görmemek: bu dünyayı, hayatı ve düzeni yaratan Allah’ın olduğunu ve tüm düzene hakim olanın da O olduğunu. Ardından hayatı parçalayarak müziği ve sanatı Allah’ın düzeninin dışında algılıyoruz. Kesip atıyoruz. Öyle bir algı ki haram olarak nitelendiriyor. Bazıları bunla uğraşılmaz derken bazıları bunla uğraşılmalı diyor. Genel olarak menfi yaklaşılıyor. Geçmişten günümüze gelen Müslüman camianın yaklaşımına baktığımızda veya gereksiz görüp bir sürü sıkıntı var canım bununla mı uğraşacaksın deyip bu gibi alanları boş bıraktığımızı gördük sonucunda ne olduğunu gördük Müslümanların maalesef en büyük serzenişi nedir? Çocuklarımız diziler, filmler izliyor televizyonda saçma sapan örneklikler görüyor içkisidir,fuhuşudur,zinasıdır, kız erkek ilişkileridir veya hep yapılan bir eleştiri vardır ya rock müzikler dinliyorlar Mettalica dinliyorlar vs.. Müslümanlar olarak biz bu alanlara yöneldik de buraların bereketini kullanmaya çalıştık da bizim çocuklarımız beğenmedi mi diye sormamız lazım kendimize ? Örneğin çizgi filmler biz küçükken saçma sapan çizgi filmler izlerdik o zaman fark edemiyorsun ama şimdi dönüp baktığında cinsiyet ve kız-erkek ilişkileri konusunda çocukların bilinçaltına neler yerleştirildiğini görüyorsun. Bu bağlamda Müslümanların hem özel hem de genel olarak müzik ve sanat alanında büyük bir boşluk bıraktığı aşikâr. Şunu da unutuyoruz cihad dediğimiz şey sadece savaş alanında savaşmak değil cihad bugün öğretmenin okulda öğrencisine hayırlı bir Allah kelamı öğretmesi ya da senin arkadaşına bir muhabbet esnasında bak kardeşim yanlış yapıyorsun doğrusu şudur deyip iyiliği emredip kötülükten sakındırmandır. CiRöportajı yapan: Burak Kalpaklıoğlu
had dediğin başka bir yerde örneğin müzik alanında Allahın emir ve yasaklarına uygun olarak o müziğini icra etmektir ya da Allahın çizdiği sınırlar içerisinde filmini, dizini yapmaktır biz bu alanlarda cihadımızı yapmadıkça Allah düşmanları bu alanlara hakim oluyor ondan sonra maalesef Müslüman gençlerin zihinleri bunlarla kirlenmek zorunda kalıyor. Genç Öncüler: Albüm çıktığından bugüne kadar nasıl tepkiler aldınız ? Mecra: Allah’a şükür beklediğimizden daha iyi tepkiler aldık. Çünkü ben de Mustafa abi de profesyonel anlamda ilk defa stüdyoya girip böyle bir çalışma yapıyoruz. Daha 4-5 ay öncesine kadar bizim aklımızın ucunda böyle bir şey yoktu. Rabbim bunu nasip etti bize “yürü ya kulum, ben size bir yol açtım bakalım bunun hakkını verebilecek misiniz” dediğini yani tabiri caizse bir imtihanla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum bakalım bu imtihandan başarıyla çıkabilecek miyiz? Elhamdülillah şu güne kadar albümüzü alanlar dinleyenler çok güzel dönüşler yaptılar bizde mutlu oluyoruz bunun karşılığında ve hakikaten demek ki farklı insanların beğenebileceği bir çalışma ortaya koymuşuz diyebiliyoruz bu bizi sevindiren bir durumdur. Genç Öncüler: Son olarak ileriye dönük planlarınız nelerdir ? Mecra: Başta da söyledik devamında da söyledik tabir-i caizse değil direk tabirin gerçeği olarak biz şu an müzik alanında cihadımızı yapmaya çalışıyoruz. Biz istiyoruz ki genç arkadaşlar bizim yaptığımız müziği beğensinler, farklı müzik tarzlarına yönelmek zorunda kalmasınlar. Sonuçta siz niyetle yola çıkarsınız ve o yolda elinizden geleni yaptıktan sonra bereketini, mükafatını Allah’tan beklersiniz. Mesela farklı bir örnektir albümü alan 4-5 yaşında çocukları olan abilerimiz ablalarımız bize diyorlar ki “bizim çocuk sabah kalkıyor sizin albümü dinlemek istiyor” başka biri de “evde dinliyor kreşe giderken de arabada dinlemek istiyor” diyor. Bu çok güzel bir şey çünkü Müslüman bir ailenin ufak ferdi şu an bizim Allahın sınırları içerisinde yapmaya çalıştığımız müziği dinliyor beğenebiliyor küçücük bir zihin de olsa sonuçta onun kafasına bir şekilde Allah’ın kelamı giriyor. Gönül ister ki bu camia içerisinde eleştirisini yaptğımız meseleler hakkında önümüzdeki süreçte eleştirilecek durumda kalmayalım herhalde en önemli hedef bizim için bu olsa gerek yani eleştirisini yaptığımız meselelerde çözüm bulabilecek noktaya gelelim. Bu da tabi belki çok uzun süreçlerin getirebileceği bir şey belki çok kısa sürecin getirebileceği bir şey. Bunu Allah biliyor sonuçta bizim buradaki en büyük inancımız tamamen niyetimizle alakalı. Ne zaman niyetimizde ufak bir sapma olursa size bu bereketi, bu imkanı veren Allah bunu da elinizden alır, bir terslik olur bir şey olur o beğenilen parçanız daha sonra beğenilmez olur o yüzden önemli olan niyeti halis tutmak ve o niyet yolunda devam etmek ondan sonrası zaten tevekkül etmek. Genç Öncüler: Çok teşekkür ederiz, başarılar dileriz. Nisan’14 • 47
KARİKATÜR | ZEYNEP SUDE ÖZKAN
48 • Nisan’14
“Eğer siz (Uhud’da) bir acıya uğradınızsa, (Bedir’de de düşmanınız olan) o kavim de benzer bir acıya uğramıştır. O günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz (zaferi bazen bir topluma bazen öteki topluma nasip ederiz.) Ta ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şahitler edinsin. Allah zalimleri sevmez.” (3/140)
Affet Bizi Ya Rabb Görmüyor musun? Yanıyor bu dünya Her adımında battıkça batıyor Daha ne kadar kör olabileceksin, Yüreklere inen hançerlere Nasıl tıkayabileceksin kulağını? Ana kucağındaki bebeklerin çığlıklarına Sen Ey Yusuf yüzlü! Sen Ey Meryem yürekli genç! Çıtın çıkmayacak mı? Dolup taşmasına kuyuların Yusuflarla! Dur demeyecek misin? Oluk oluk kanın taşkın yaptığı derelerde İsaların boğuluşuna! Sen elinden asasını eksik etmeyen genç! Doymadın mı, kanamadın mı? Kardeşinin kanını içmeye! Ya sen Havva? Sen engel olmayacak mısın evlatlarına? Yetmiyor mu artık, yetmiyor mu? Bu yanan, bu kor halindeki yürekler, çekilen tüm bu çileler! Bu kadar mı çok sardı gecenin karanlığı kalpleri? Yok mu ufukta ağaracak bir tan yeri? Vakti gelmedi mi bu sancılı doğumun? Bu çöllere, bu kapkaranlık bataklıklara güneşin doğmasının vakti gelmedi mi? Bu kan ve gözyaşı tufanından kurtulmak için gemiye binme vakti gelmedi mi ey genç? Ya Bilal! Neredesin? Dardayız, zordayız, çıkmazdayız gel, gel artık çıkar bizleri aydınlığa! Ve yürüyelim hep birlikte Hakk’a Seslen nefislerimize, insin o tokat yüzümüze yüzümüze. Silkele ve titret, kavuşsun yüreklerimiz. Çıkalım yollara Muhammedler, Ayşeler, İbrahimler, Musalar ve Meryemler Denizleri aşalım Yunuslarla! Kurban olalım İsmaillerle! Ve Adem olalım, Havva olalım, yalvaralım hep birlikte alemlerin Rabb’ine! “Ey Rabbimiz biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen mutlaka ziyana uğrayanlardan olacağız!” Sen bizleri affet Ya Rabb! Feth edelim tekrardan Mekke’yi! Feth edelim tekrardan Kudüs’ü! Ve feth edelim tekrardan tüm gönülleri! Yağalım, akalım, düşelim gözlerden sinelere, gönüllere Filiz olalım, açalım, güller olalım cennet bahçelerinde Affet bizi Ya Rabb, Affet Affet ki gül olalım, güller olalım. Mehmet Semih ÖZDEMİR