Merhaba Değerli Okurlar, Sahibi PINAR YAYINLARI Tic. ve San. Ltd. Şti. Adına İlhan Gündoğdu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü İsmail Memiş Yayın Sorumlusu Nihal AÇIKEL Yayın Kurulu Ali Tarık PARLAKIŞIK Ayşe Nur AKSU Betül BABACAN Fatma Büşra ÖZKAN Fatma Nihan DOĞAN Firdevs Büşra KALUÇ Muhammed TUTKUN Sabahat BOYNUKALIN Şeymanur EKREN Usame SARIYAŞAR Yusuf ELBAŞI Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Ayşegül KOÇOĞLU Fatih RAZİ Hasene ER Melike YURT Meltem GÜLEÇ Nesibe KANUNİ Saliha CAN Sude KARAMANOĞLU Zeynep AKSU Adres Alay Köşkü Cad. Küçük Sk. Civan Han No:6/3 Cağaloğlu - Fatih / İSTANBUL bilgigenconculer@gmail.com Grafik Tasarım Tekin Öztürk www.tekinozturk.com.tr
Baskı Şenyıldız Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. No:3 Kat:1 Topkapı-İstanbul Tel: (212) 483 47 91
T
arihe kulak verdiğimizde, bambaşka coğrafyalardan yükselen, kimi zaman doğruyu kimi zaman yanlışı cesurca haykıran sesler duyarız. Dünyanın gidişatını değiştirir bu sesler... Güçlüdür, davasına sahip çıkar, güven kazanır. Ve bir de bakar ki sesine ses veren, duygusunu-ideolojisini paylaşan milyonlarca insan çıkar dünyanın dört bir yanından. Çoğu zaman bu cesur sesin sahibi bir gençtir! Bir slogan atar, tüm dinamikleri harekete geçirir. Ne söylediği kadar nasıl söylediği de önemlidir gencin, çevresini etkiler, bir sorumluluğun altına girer. Genç Öncüler Dergisi’nin 9 yıllık yayın hayatı boyunca amaçladığı da, siz gençlerin, İslam davasında bayrağı taşıyacak, sloganı atacak bir mümin/mümine olarak yetişmenize katkı sağlamaktır. Fakat Müslüman gençler olarak son dönemler de Müslüman gençlerden şikayetçi olur hale geldik. Hatta kendimizden bile… Bu sayımızın karantina bölümünde Müslüman Gençlerin yaşantılarını, ilgi alanlarını ve sorunlarını mercek altına alıyoruz. Kendimize bir ayna tutarak “Neymişiz, ne değilmişiz?” anlamaya çalışıyoruz. Ümmet Bizi Bekliyor, Bu Bir Özeleştiridir, İHL’li Olmak başlıklı yazılarda, Müslüman gençleri asıl mecrasından koparmaya çalışan sorunlara değinip, mecrasını bulma yolunda neler yapması gerektiği konu edinildi. Kontrollü kullanıldığı takdirde faydalı olduğu iddia edilen, çoğunlukla kontrolsüz kullanıldığı için vakit kaybına yol açan “sosyal medya” ağırlıklı bir röportaj da dergimizin ilerleyen sayfalarında sizleri beklemekte. Gündem bölümünde, uzun süredir gündemdeki yerini koruyan yeni anayasa hazırlıklarını ve tüm dünyada büyük yankı uyandıran Steve Jobs’un ölümünü konu edindik. İslam Coğrafyası’nda ise birçok açıdan Fas ele alındı. Tarih Defteri’nde etkinlik haberlerine paralel olarak Bosna Savaşı anlatıldı. Geçtiğimiz sayıda birinci bölümü yayınlanan öykümüzün ikinci bölümünü de bu sayıda bulabilirsiniz. Kültür-Sanat bölümü, sizleri, geçtiğimiz ay gerçekleşen ve önümüzdeki günlerde gerçekleşecek olan etkinliklerden haberdar etmeye devam ediyor. Karikatür Analizi, Cami Tanıtımı, Dini Kavramlar bölümleri ve genç arkadaşlarımızın yazdığı denemeler de Kasım sayımızda bulabileceğiniz diğer bölümler… Genç Öncüler Dergisi Yayın Kurulu olarak, dergimizi basıma yetiştirebilmek adına bu sayımızda konu edinemediğimiz Van Depremi’nde hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet, yakınlarına baş sağlığı diliyoruz.
Kas›m‘11 • 1
Kasım 2011 • Sayı 68 • Yıl 9
YENİ ANAYASA VE GENÇLERE OLABİLECEK ETKİLERİ
08
BİR STEVE ÖLMÜŞ DEDİLER!
ÜMMET BİZİ BEKLİYOR
10
NESİBE KANUNİ
FİRDEVS BÜŞRA KALUÇ
ABDULLAH ASLAN
30
İŞGALİN ADI İNŞA OLMUŞ! FATİH RAZİ
2 • Kas›m ‘11
BOSNA SAVAfiI MUHAMMED TUTKUN
42
El-Memleketü’l-Mağribiyye
32
FAS BETÜL BABACAN
Ümmet Bizi Bekliyor / Firdevs Büşra Kaluç............................................4 İHL’li Olmak... / Hasene Er ............................................................5 İmam Hatip’li Olmak / Ayşegül Koçoğlu........................................6 Yeni Anayasa ve Gençlere Olası Etkileri / Abdullah Aslan...............8 Bir Steve Ölmüş Dediler! / Nesibe Kanuni......................................10 Prof. Dr. Mücahit Öztürk ile Röportaj / B.Babacan - N.Açıkel - S.Can....13 Görenedir Görene, Köre Nedir Köre Ne? / Firdevs Büşra Kaluç....................23 Objektifime Takılanlar............................................................................24 Dini Kavramlar - Fısk , Fasık / Şeyma Nur Ekren . ..................................26 İşgalin Adı İnşa Olmuş / Fatih Razi...........................................................30 İslam Coğrafyası - FAS / Betül Babacan..................................................32 Benim Şehrim / Meltem Güleç................................................................38 Bu Bir Özeleştiridir!-2 / Zeynep Aksu.....................................................41 Tarih Defteri - Bosna Savaşı /Muhammed Tutkun.............................42 Gezi Etkinlik - Bosna’da Ramazan / Recai Kara .................................44 Gezi Etkinlik - Açılış Kahvaltısı / Leyla Çelik......................................44 Karikatür Analizi / Sûde Karamanoğlu ............................................45 Kültür Sanat / Melike Yurt .............................................................46 Sanki Yedim Camii / Sude Karamanoğlu..........................................48
Kas›m‘11 • 3
a
karantin
ÜMMET BİZİ BEKLİYOR FİRDEVS BÜŞRA KALUÇ
Konuşmalarımız, davranışlarımız, giyim tarzımız, hayallerimiz bize mi ait? Bizden değerler mi taşıyor? Yoksa başka diyarlardaki başka değerlere sahip olan insanların değerleri ile mi yaşıyoruz? Onlar gibi konuşmak, onlar gibi arkadaşlar edinmek, onlar gibi eğlenmek, onlar gibi yaşamak mı istiyoruz? Hayatımıza neleri soktuğumuzun farkında mıyız?
E
lbise seçimlerimiz neye göre mesela? Meçhul bir komuta merkezinden “Bu sezon mavi giyilecek” dendiği zaman, dolabımızdaki kırmızıları kaldırıyor muyuz? Ya da en azından kendimize mavi bir şeyler mi alıyoruz? Niçin mavi diye sormuyoruz. Uysal bir şekilde kabul ediyoruz. Değerlerimizin merkezi Allah’ın dininden Batı’ya doğru kayıyor. Bizzat şahit olduğum iki Müslüman genç kız arasındaki konuşma şöyleydi: Birinci kız arkadaşlarıyla dışarı çıktıktan sonra annesinin eve geç gelmesine izin vermediğini sinirle anlatıyor. İkinci kız “Benim annem hep izin verir” diyor. Birinci kız üzgün bir şekilde “Benim annem seninki kadar modern değil işte” diye cevap veriyor. Eve geç gelmeye izin veren anne ‘modern anne’, izin vermeyen anne ise modern olamamış henüz. Bu düşünce tarzı yıllardır televizyondan veriliyordu. Atılan tohumlar dikenli bir şekilde çıkıyor. Biz de ‘biz’e, dinimize yabancı olan düşünce biçimleriyle “kendimiz” olmaya çalışıyoruz. Asla olamayacağımızı bildiğimiz halde. Hâlbuki bu ümmetin inandığı gibi yaşayan, inancından taviz vermeyen, inandığı yolda diri duran, dik duran gençlere öyle çok ihtiyacı var ki! Çevrenin ve insanların beğenmesini umursamadan sadece Allah’ın beğenmesini önemseyen gençlere ihtiyacı var.
4 • Kas›m ‘11
Dr. Abdullah el-Hatır anlatıyor: “Size İslam’ı seçmiş bir İngiliz gencin hikâyesini anlatmak istiyorum. Bu gençle Londra’nın güneyinde tanıştım. Müslümanlığından üç hafta sonra başka bir beldede çalışmaya başladı. Onu tanıyan Müslüman gençler yeni patronuna, Müslüman olduğunu açıklamaması konusunda kendisini ikna etmeye çalışmışlardı. Zira patron onun Müslüman olduğunu öğrenirse kendisine bu işi vermekten vazgeçebilir, o da bundan olumsuz etkilenip dininden dönebilirdi. Bu konuda onu ikna edemediler. İşle ilgili mülakat sınavına gittiğinde içeride, aynı işe girebilmek için kendisi ile yarışan ve Müslüman olmayan birçok kişinin olduğunu gördü. İş mülakatında, Müslüman olduğunu, Ruud olan ismini Ömer ismi ile değiştirdiğini belirtip şunları söyledi: ‘Ben dinimi ve ismimi değiştirdim. Bu işe kabul edildiğim takdirde namaz kılabilmem için süre verilmesini isterim.’ Kendisini işe aldılar. Aslında ona söyledikleri şey çok daha ilginçti: ‘Biz bu iş için radikal kararlar alabilme gücüne sahip birini arıyorduk. Sende bu karar alabilme gücünün gerçekten var olduğunu gördük. Zira sen hem dinini hem de ismini değiştirmişsin.’” Ümmet, gençleri bekliyor. Aşağılık kompleksine kapılmayan, İslam’la yücelen, “Çağ değişti, modern olmalıyız” sözlerine kulak asmayan, Müslüman kimliğini en güzel şekilde taşıyan gençler! Bu ümmet bizi bekliyor!
İHL’Lİ OLMAK…
a
karantin
“Şu anda İmam Hatip Lise’sinde okumakta olan bir arkadaşımızın kaleminden ’İmam Hatip’li olmak…” HASENE ER
E
trafınızda ne kadar dostunuz ya da düşmanınız olursa olsun, size kendinizden daha sadık bir dost daha hain düşman olacak kimse yoktur. Ne kadar da uyuyor değil mi bu söz imam hatip in şu anki durumuna? Çevresinde önüne engeller koymak için pusuda bekleyen, her fırsatta yoluna taş koyan milyonlarca insan, imam hatibe ve imam hatip ahlakına uygun davranmayan imam hatipliler kadar zarar vermemiştir imam hatibe şüphesiz. İmam hatibi değiştiriyorlar. Yozlaştırıyorlar. İmam hatiplinin ağzına almaması gereken sözleri zikredip, imama hatipliye asla yakışmayacak davranışları sergilemekten çekinmiyorlar. Her şeyden önce İslam ahlakından uzaklaşıyorlar. Ve bütün bunların sonucunda imam hatibi yanlış tanıtıyorlar. İmam hatibin ahlaki yöndeki bu olumsuz değişimini gören bir anne/baba: ‘Madem imam hatibin diğer liselerden farkı yok öyle ise niçin çocuğumu imam hatibe göndereyim ki?’ diye düşünüyor. Öyle ya imam hatibin bir de katsayı problemi var. İmam hatip neslindeki bu değişim öyle çok uzun bir sürece dayanan köklü bir değişim değil. Çok değil bundan bir kaç yıl önce imam hatiplerde hocalar öğrencilerine fotokopisini çekmeleri için sınav kâğıtlarını veriyorlardı. Çünkü onlar imam hatipliydi ve değil imam hatipliye, hiçbir canlıya haksız kazanç elde etmek yakışmazdı. Bundan bir kaç yıl sonra gelinen durum şu ki; özellikle İstanbul’da birçok okulda sınavlar kelebek sistemiyle yapılıyor ve buna rağmen hala kopya çeken öğrenciler çıkıyor. Hepsinden
önemlisi kopya çekmek o kadar meşrulaştırıldı ki düzgün ve ahlaklı tabir edebileceğimiz insanlar bile kopya çekmeyi yanlış görmüyor. Değişim bununla sınırlı kalmıyor elbette. En basitinden kendi okulumdan örnek vermem îcab ederse, liseye yeni başladığım sene bizim okulda ablalık âbilik sistemi vardı. En büyükler en küçüklere birçok konuda yardımcı olurlardı. Yeni gelen öğrencilerin adaptasyon noktasındaki eksikliklerini giderirlerdi. İbadet konusunda bizleri uyarırlar ve derslerimizde de yardımcı olurlardı. Bize bir imam hatiplinin nasıl olması gerektiğini uygulamalı olarak gösterirlerdi. Ne yazık ki yeni nesil eskisi kadar istekli olamadığından bizim okulda o seneden sonra bir daha ablalık/ âbilik sistemi olmadı. Daha bunun gibi birçok olumsuz gelişme olmasına rağmen imam hatip bütün bunların üstesinden gelecek kadar sağlam bir temele sahip. Üstelik bünyesinde imam hatip ahlakını taşımayanlar kadar taşıyan öğrenciler de barındırıyor hala. Yani imam hatibi eski güzel durumuna getirebiliriz. Ama bunun için bir şeyler yapmak gerek. Bu noktada ailelere düşen, bir kaç yanlış gördü diye imam hatibin bütün doğrularını yok saymamak ve çocuklarının imam hatibi doğru anlamasını sağlamak. İmam hatibi yok olmaya terk edersek imam hatibe yıllardır zulmedenlerden ne farkımız kalır ki? Karanlığa küfredeceğimize kalkıp ışıkları yakalım, yakalım ki onlara şans verildiğinde neler başarabileceklerine şahit olalım... Kas›m‘11 • 5
a
karantin
“1990’lı yıllarda İmam Hatip Lisesi’nde okumuş bir ablamızın kaleminden, İmam Hatip’li olmak...” AYŞEGÜL KOÇOĞLU
Y
aşadığımız dönemin imam hatip ruhuna dair bir şeyler yazmam istendiğinde, gecenin sessizliğinde önce epeyce düşündüm o yılları, zihnimden geçirdim o günlerin ruhunu anlatmaya özelde o dönemdeki kendi haleti ruhiyemi anlatmaya uygun düşen hal “mücadele” olacak zannediyorum. İmam hatipli olmak, imam hatip gençliği olmak bir misyon ve vizyon sahibi olmaktı. O yıllar dediğim yani benim imam hatipli olduğum yıllar 90’ların başı idi. İmam hatiplerin tarihsel sürecine bakacak olursak kuruluşuna vesile olan sebeplerle düşünürsek bu milletin dinine susamışlığından, dinini diyanetini bilen gençlere susamışlığından ortaya çıkan Anadolu insanın gayretleridir imam hatip okulları. Milletin değerlerine bıçak gibi inen devrimler sonrasında manevi dünyasını yeniden inşa etmeye büyük bir azimle sarılan insanların gayretidir bu okullar. Öyle ki bir cenaze namazını kıldıracak imamın bulunamadığı dönemler oldu bu ülkede. Tepeden inmeci baskı ve dayatmalarla yerleştirilmeye çalışılan devrimler ile kendi milli manevi değerlerine yabancı bir nesil oluşturulması amaçlandı işte imam hatip okulları ile bu açık kapatılmak istendi.
6 • Kas›m ‘11
İmam hatip okulları her zaman her hükümetin her dönemin meselesi oldu, müfredatı, içeriği ile her kesimden insanın üzerinde görüş beyan ettiği kurumlar oldular. Fakat tüm yaşanan eleştiri ve bazı kısıtlamalara rağmen her zaman tercih edildiler. Çünkü bu okullar dini ve modern ilimlerin bir arada alındığı bir takım kirlenmelerden uzak okullardı. Bu seçim bazen de bizzat gençlerin bile isteye kendi tercihleri oldu. İşte benim hikâyem de kendi isteği ile ailesine rağmen imam hatipli olan bir öğrencinin hikâyesi oldu. 90’ların gençliği, kimliği İslam olan fakat bunu yeniden bir uyanışla keşfedip biricik hedefi dinini yaşamak olup hayatını buna göre şekillendirmek isteyen ama yaşadığı toplumda bunun için pek çok zorlukla karşılaşan bir nesil idi. Bizle imam hatipli olduk, çünkü çoğumuz okuduğumuz diğer okullarda örtünme kararı aldıktan sonra kalamazdık, “örtündük asla çıkarmayız örtümüzü ” deyip koştuk imam hatiplere, hem dinimi öğreneceğim hem eğitimimi alacağım deyip azimle sarıldık kitaplara. Dinimi öğrenmeliyim deyip okuduk okuduk, elimize geçen her harçlık bilirdik yeni alacağımız bir kitabın parası idi. Hocalarımızın peşin-
den koştuk onlara teneffüsü bile çok gördük sorduk sorduk dinledik. Her zaman bizlerle ilgilenen, dinleyen sorularımıza yetişmeye çalışan bizi sürekli “iyi yerlere gelmelisiniz” teşviki ile gayretlendiren fedakâr insanlardı hocalarımız. Kendi keşfettiklerimizi anlatmanın paylaşmanın önemine çok inanıyorduk “emr-i bil maruf nehyi anil münker”di ilkemiz bu yüzden her geçirilecek vakit dolu olmalı idi, anlatamıyorsak halimiz, tavrımız, doğru oluşumuz, ahlakımız örnek olmalı idi taşıdığımız kimliğe imam hatipli olmaya yakışan bu idi. Gerçekleri anlatmak için bir fırsattı bizim için. Biz bu toplumun beklediği, özlediği idik, biz bunu çok iyi bilirdik okulumuzun duvarına her yıl asılan üniversiteye girenler listesine gıpta ile bakar daha bir aşka gelir bizler milletimiz için bir yerlere gelmeliyiz der her ders arasını, her boş anı fırsat bilir üniversite sınavına çalışırdık. Henüz telefonlarımız yoktu ya da sosyal paylaşım siteleri yoktu, internet yoktu, ama biz birbirimizden hep haberdardık dualarımız müşterekti, birbirini kardeş bilen sanki savaş yolunda birbirine dayanan askerlerin ruhu ile ekmeğinden kitabına her eşyasını, sahip olduğunu paylaşan öğrenciler idik. Birbirine baktığında arkadaşım bana Rabbimi hatırlatmalı diyen her öğle arasını okul mescitlerinde tefsire siyere ayırıp daha fazla ne öğrenebilirim diye dinini öğrenmeye çabalayan bir imam hatip gençliği idik. Hassastık, içliydik kimimiz şiir, kimimiz hikâye yazar, kimimiz resme, bir müzik aletine döker-
di yüreğindekileri. Okul dergisinde birimizin bir yazısı şiiri çıksa nasıl heyecanlanırdık geleceğin yazarı şairi olarak düşlerdik onu. Bizim için bu millet için ümmet için “ Bir güneş doğuyordu “ dilimizden düşmeyen buydu yaşamaksa “Adı için yaşamaktı her nefes de onun adını solumaktı”, bizim ölümümüz dahi özel olmalıydı “Ya şehid ya gazi olmaktır gayemiz” diyorduk mırıldandıklarımız dinlediklerimiz bu ezgilerdi… Ümmet der, dünyayı, gelişmeleri takip ederdik haberleri dinlemek hep anlatılanların arka yüzünü anlama gayreti vardı aklımızda, bize her sunulanı almak değil onu kendi zihnimizin süzgecinden geçirme çabası. Uzun yıllar bu ruhla nice başarılara attı imam hatip gençliği işin temelinde ihlâs ve gayret vardı rabbimiz de karşılığını verdi bu gayretlerin. Önüne dönem dönem yasaklar çıksa da bu millet çocuklarını güvenle okutabileceği kurumlar olarak halen imam hatip okullarını görmektedir. Bazı değişim ve dönüşümler elbette olmuştur okullarda ve öğrencilerde, bazı eksiklik ve değişen durumlar için belki de sorgulamamız gereken, inananlar olarak geçirdiğimiz değişim ve dönüşümler sonucu dini yaşama gayretimizin önüne nelerin geçtiğine bakmak belki de. Fakat bu okulların temelinde dualar var, bu milletin yediğinden içtiğinden tasarruf ederek bir sınıf bir bina daha yapalım düşüncesi var, inşaAllah bu dualar hürmetine imam hatip okulları daim bu milletin umudu olacaktır nice başarılı gençlerin yetişmesine vesile olacaktır. Kas›m‘11 • 7
GÜNDEM
YENİ ANAYASA VE GENÇLERE OLASI ETKİLERİ ABDULLAH ASLAN
M
odern anayasanın günümüzde de halen geçerli kabul edilebilecek ilk tanımı Emer de Vattel tarafında yapılmıştır. Buna göre anayasa “Devlet iktidarının nasıl kullanılacağını, siyasal bir varlık olarak ulusun nasıl hareket edeceğini, kimler tarafından ve nasıl idare edilebileceğini, idare edilenlerin hak ve yükümlülüklerini gösteren temel sistemdir”. Anayasa, devletin hukuksal temel düzeni olarak, birlikte yaşamanın temel problemlerini çözümlemek, devletin önemli görevlerini düzenlemek fonksiyonunu üstlenmiştir.
8 • Kas›m ‘11
Ülkemizde de ilk anayasa hareketleri Osmanlı İmparatorluğu’nda birinci Meşrutiyet ve 1876 Anayasası ile görülmektedir. Bunu ikinci meşrutiyet ve 1909 Anayasası takip etmiştir. Cumhuriyet devrimi sonrası 1921 Anayasası hazırlanmış 3 yıl sonra bu anayasa yerini 1924 anayasasına bırakmıştır. 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra 1961 Anayasası kabul edilmiştir. Bugün halen yürürlükte olan anayasa ise yine bir askeri darbe sonucu var olan 1982 Anayasası’dır. Bugünlerde adeta yamalı bohça haline gelen 1982 Anayasasının yerine “yeni” bir anayasanın hazırlanması gündemde. Görünen o ki bütün siyasi partiler yeni bir anayasa yapılması konusunda hemfikir ancak içeriğiyle ilgili görüş ayrılıklarının bulunduğu herkesin malumu. Artan asker ölümlerinin de bu süreci yavaşlatıp, milliyetçi reflekslerin elini güçlendirerek görüş ayrılıklarını derinleştirdiği de bir gerçek olarak karşımıza çıkmakta. Bu nokta da kanaatimce, yaşanan bu olaylara prim vererek olması gereken yerine temel hak ve özgürlüklerde kısıtlama yoluna gitmek anayasanın “yeni” olma niteliğini ortadan kaldıracaktır. Tarih boyunca yeni diye tabir edilen anayasalara bakıldığında bu anayasaların ne denli köklü değişikler içerdiği görülecektir.1982’den bu yana 1982 Anayasası’nda17 defa anayasa değişikliği yapıldığı ve geçiçi hükümler dahil 177 maddelik anayasanın tam 119 maddesi
değiştirildiği gözönünde bulundurulursa köklü değişikGenç bir zihnin karşıtlık üzerine temellenmiş zihin ler getirmeyen “yeni” bir anayasanın hiç bir etkisi ve yapısının müsebbibi yine bu anayasal anlayıştır. Dile geanlamı olmayacaktır. tirmek istediğim husus etki tepki meselesinin ta kendiBuradaki köklü değişiklikten kastımız temel para- sidir. Bu noktada Necmettin Erbakan’ın “Okullarda çodigmanın kırılmasına işaret eder. 1982 Anayasasının cuklara Ne mutlu Türküm diyene diye bağırtıyorlar bu hazırlanma aşamasında asli amacın darbeyi meşrulaş- yanlış. Türk böyle derse kürdün de ne mutlu Kürdüm tırmak olduğunu düşünecek olursak en az hedeflenen deme hakkı doğar” sözü anlatılmak isteneni özetler nişeyin “hukuk” olduğu ortadadır. Bu anayasa özgürlük- teliktedir. Burada yapılması gereken, Allah’ın Hucurat leri genişletmek bir yana tek tip (resmi ideoloji üzerine suresinde “Ey insanlar, gerçekten, biz size bir erkek ve bina edilmiş bir yapıda) insan modeli bir dişiden yarattık ve birbirinizle taortaya çıkarmayı hedeflemiştir. 1961 nışmanız için size halklar ve kabileler Vicdanı ve irfanı hür Anayasasıyla ortaya çıkarılıp anaya(şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah kanesiller için gerçek bir sanın resmi ideolojisi haline getirilen tında sizin en üstün olanınız, (ırk ya “yeni” anayasayı oluş“kemalist” ve “ulus devlet” anlayışına da soyca değil) takvâca en ileride olaturacak tüm fonksiyonlar dayalı modeli aynen muhafaza etmişnınızdır.” (49/Hucurat, 13) ayetinde tir. harekete geçirilmelidir. belirttiği nizamdan hareketle tümüyOlması gereken diğer bir köklü Anayasanın hazırlık süle etnik ayrımcılıktan arındırılmış bir değişiklik de anayasaların her şeyi recinde her şeyi devletanayasa tanzim etmektir. Bu sayede belirlediği anlayışından vazgeçilip genç dimağların hak, adalet, özgürten ya da devletin siyasi anayasaların birer temel metin olduklük üçgeninde doğru yerde konumpartilerinden bekleyen ları gerçeğinin kavranmasıyla ilgili ollanabilmesine imkan sağlanacaktır. bakış açısı terk edilip malıdır. Örneğin bir hırsızlık suçunun Hz. Peygamber’in Veda Hutbesi’nde cezasını anayasa değil ceza kanunu toplumun tüm fertlerinin, söylediği rivayet edilen şu sözü de belirlerken yine bir alım satım sözleştüm kesimlerinin, sivil yine anlatılmak isteneni destekler mesini anayasa değil borçlar kanunu diye tabir edilen toplum niteliktedir “Arap’ın aceme (Arap olbelirlemektedir. Aslında görüldüğü örgütlerinin, özellikle mayanlara), acemin de Arap olanlara üzere hayatımızın işleyişini anayasalar bir üstünlüğü yoktur. Aynı zamanda önündeki uzun yılları ildeğil kanunlar belirlemektedir. Bu sesiyahın beyaza ve beyazın da siyaha bepledir ki anayasalar teferruatlı uzun gilendiren bu konuda tüm bir üstünlüğü yoktur, üstünlük sadece uzadıya yazılmış metinler şeklinde gençlik yapılanmalarının, takva iledir. Hepiniz Âdem’densiniz, değil, içerisinde hak, adalet, özgürlük bu sürece dahil edilmeyi Âdem de topraktandır.” gibi “evrensel sabiteleri” barındıran beklemeden çeşitli vaTüm bu çıkarsamalardan sonra kısa öz metinler şeklinde olmalıdır. sıtalarla bu sürece dahil fikri, vicdanı ve irfanı hür nesiller için Bu köklü değişiklerin en ciddi muolması, bu anayasada söz gerçek bir “yeni” anayasayı oluşturahatabı geleceğin asli unsurları olacak olan gençlerdir. Mevcut anayasal cak tüm fonksiyonlar harekete geçirilsahibi olması gerekmekanlayış içerisinde ilköğretim ve lisede melidir. Anayasanın hazırlık sürecinde tedir. eğitim alan gençlerin tek tipliliği aşiher şeyi devletten ya da devletin siyasi kardır. Bu belirginliği lisede okuyan ortalama bir öğren- partilerinden bekleyen bakış açısı terk edilip toplumun cide görmek rahatlıkla mümkündür. Hatta öyle ki biri tüm fertlerinin, tüm kesimlerinin, sivil diye tabir edilen çok dindar bir ailede yetişen diğeri de daha seküler bir toplum örgütlerinin, özellikle önündeki uzun yılları ilgiailede yetişmiş olan 2 ayrı öğrencinin benzer olaylara lendiren bu konuda tüm gençlik yapılanmalarının, bu aynı tepkiyi verdiklerini, çıkış noktalarının aynı oldu- sürece dahil edilmeyi beklemeden çeşitli vasıtalarla bu ğunu gözlemlemek hiç de zor olmayacaktır. Şüphesiz sürece dahil olması, bu anayasada söz sahibi olması bu iki öğrenci de milli güvenlik dersine giren hocaların gerekmektedir. Bunun olmaması hali, anayasada topluasker üniforması giyme zorunluluğu üzerinde mutabık mun ve onun değerlerinin vücut bulmamasıdır ki, bu da kalacaklardır. Bu noktada yapılması gereken çıkarsama, hazırlanacak yeni anayasanın özü itibariyle eskisinden gençlerin düşünen ve sorgulayan bir zihinsel biçime sabir farkının olmamasına yol açacaktır. hip olmadıkları şeklinde olmalıdır. Kas›m‘11 • 9
GÜNDEM
BİR STEVE ÖLMÜŞ DEDİLER! NESİBE KANUNİ
Y
ıllar oldu tabi, üniversiteye yeni başlamıştım. O zamanlar henüz arkadaşlarla bir araya gelip yolunu kaybetmiş derviş misali o videodan bu videoya geçmek, kahkahalar patlatmak moda değildi. Bir gün arkadaşlar çok güzel bir şey izleteceklerini söylediler. Hep beraber başına kurulduk… Üniversiteye yeni başlayanlar için hayat biraz kafası karışık bir şeydir. Demek istediğim sizin kafanız karışık değildir aslında. Yalnızca çok çalışıp azmedip kendinizi bir yerde bulursunuz, sonra hayalinizdeki dünyayla içine düştüğünüz dünyanın biraz farklı olduğunu anlamaya başlarsınız. Bu farklar gittikçe belirginleşir. Dersler yoğunlaştıkça kafa karışıklığının bir yönü ortaya çıkmaya başlar, ilginç insanlar tanımaya başladıkça başka bir yönü. Size yetişkin muamelesi yapılmasının ezikliğini daha atamamışken bir de kendine yabancılaşma duygusu tüm ağırlığıyla yorgun omuzlarınıza biner. Gururunuza yediremezsiniz ya, birine ağlamaklı soracak olsanız, “geçer yavrum, endişelenme”
10 • Kas›m ‘11
gibi teskin edici fakat sizin içinizdeki yangına bir bardak su mesabesinde yanıtlar alırsınız. Sonra arif olan hidayeti bulabilir malum, kendi kendinizi toparlamaya başlarsınız. Bu, bazen “akışa kapılıp kulaç atmakla kaslarımı incitmeyeyim” mantığına sahip biri olmanıza bazen de içinizde yeni bir ben bulmanıza vesile olur. İşte belki de o zaman büyümeye başladığınızı hissedersiniz. Ha bazen de hiç büyüyemezsiniz, hayat bu ya… Nerde kalmıştık. Arkadaşlarla oturduk kısa ama tam genç, deli dolu birinin bam teline değecek bir konuşma dinledik. Türkiye’de üniversiteye giden gençler arasında anket yapmışlar. Sadece yüzde onu istediği bölümde okuyormuş veya bölümünden memnunmuş. Bu durumda her sayısalcı için sosyal bilimci olma hayalleri başında gezinirken, her sözelci için de bilim adamı olma arzusu bir nevi ukde olarak içinin bir yerinde kalmıştır. “Bırakem şu okulu, dönem köyüme, annemin mis gibi yemekleri dururken ne bu sefalet…” diyenlerden tutun da “Ben var ya, sosyoloji okusaydım şunların hepsinden iyi olurdum, beceriksiz canım hepsi…” diye dudak bükenlere, “beni yanlış yönlendirdiler, kolej çocukları gibi şartlarımız olsaydı…” diye söylenip duranlara kadar her çeşidine rastlamak mümkündür. Mezkûr mevzu da bizim gibileri anlattığına göre benim de sayılabilecek gruplardan birine dâhil olduğum aşikâr. Video izledik izlemesine tabi ama bu sefer hayatın kafası değil bizim kafamız karışmaya başladı. Bahsettiğim görüntüler, Stanford Üniversitesi’nin 2005 mezuniyetinden alınmış, konuşmacı şahısla da ilk defa tanışıyorum. Benim henüz sadece grafikerlerin kullandığı çizim bilgisayarları olarak bildiğim Macintosh’un mucidi ve aynı zamanda şirketin kurucu ortaklarından olan Steve Jobs!
O konuşmayı henüz yeni üniversiteli olan benim için bu kadar etkileyici kılan onun hayat hikâyesiydi. Üniversiteye başlayıp bunun vakit ve para kaybı olacağını düşünerek bilinçli bir kararla bırakışını o kadar büyük bir gururla anlatıyordu ki hafızam hemen bana Bill Gates’in de Harvard’ı bıraktığını acımadan hatırlattı. Arkadaşlarla “acaba okulu bırakanlar mı dünyada lider oluyorlar” tartışmalarına, belki biraz da onların bu gayretine özenme durumuna geçtik. Steve Jobs konuşmasında sanki bizim kalbimizden geçenleri biliyormuşçasına cümleler sarf ediyordu: “Zamanınız kısıtlı. Bu yüzden başkalarının hayatını yaşarak onu harcamayın. Başkalarının düşüncelerinin sonuçlarını yaşama dogmasına takılıp kalmayın. Başka insanların fikirlerinin gürültüsünün kendi kalbinizin sesini duymanızı engellemesine izin vermeyin. Ve en önemlisi kalbinizin ve sezgilerinizin yolundan gidecek cesarete sahip olun. Kalbiniz ve sezgileriniz ne yapmak istediğinizi bilirler.” O meşhur video ününü kaybedeli uzun bir zaman oldu, Steve Jobs yine tanınan bir isim ancak onu Apple firmasının CEO’su (yönetim kurulu başkanı) ve Pixar, NeXT gibi şirketlerin kurucusu olarak biliyoruz. Ekranlarda sıkça gördüğümüz günlük hayatımıza sirayet etmiş bir isim değil. Değildi… Ekim ayının başlarında büyük bir haber düştü tüm yayın organlarına. Dünyanın en büyük adamlarından biri olan Steve Jobs ölmüştü. Uzun zamandır mücadele ettiği kansere yenik düşmüş, kısa bir süre önce devir teslimini gerçekleştirdiği görevlerini ardında bırakarak, evinde, ailesinin yanında vefat etmişti. Apple firmasını dünya devi yapmış ve “üç yenilik getireceğim, dünyayı sarsacak” dediği Mac, iphone, ipod veya ipad gibi icatları tüm dünyanın gündemine hatta cebine yerleştirmişti. Yüz kişiye sorsanız an az sekseni Steve Jobs olmak ister. Bir akım başlatmak, bir icat yapmak, hatta “Oyuncak Hikâyesi” gibi kült ani-
masyonlara imza atmak herkesin harcı değildir. Herkes içinde bir Steve Jobs taşıdığına inanır. Belki de bu yüzdendir ki onun vefatı hepimizin kalbinde ufak bir sızıya sebep olmuştur. Dünyaya mal olmuş adamların gençlere en büyük tavsiyesi ölmeden büyük işler başarmak için çaba göstermeleridir. Steve Jobs “Ölüm hayatın en güzel icatlarından biridir” derken aslında kaçınılmaz bir sona doğru sürüklendiğinin kendisi de farkındaydı. Bu farkındalığı biraz daha fazla olan kişilerden olduğu için bunu tüm gayretiyle yaymaya çalıştığını söyleyebiliriz. Aslında başka bir açıdan bakıl-
Kas›m‘11 • 11
dığında herkesin hayatının bir amacı olması gerektiğini, ardında faydalı bir Dünyaya mal olmuş şeyler bırakması gerektiğini, hiç deadamların gençlere en ğilse adını tarihe kazıması gerektiğini büyük tavsiyesi ölmeden söylemeye çalışır. büyük işler başarmak Steve Jobs’un çalışkanlığı, gayreti için çaba göstermeleridir. ve ait olduğu inanç sistemine bunca Steve Jobs “Ölüm hayabağlılığı her türden insan için örnek alınası hasletlerdir. Özellikle bir insan tın en güzel icatlarından icadı olduğuna inanamadığımız yeni biridir” derken aslında dönem Mac bilgisayarlar, telefonlar, kaçınılmaz bir sona doğru daha doğrusu sınır tanımayan ve bir sürüklendiğinin kendisi o kadar da estetikle yoğrulmuş tüm de farkındaydı. Bu farteknoloji dünyası bizi bunca cezp kındalığı biraz daha fazediyorken başındaki kişinin zekâsına la olan kişilerden olduğu hayran kalmamak elde değil. Dünyada olmuş tüm hadiseler için bunu tüm gayretiyle bizim için pay çıkarılması gereken yaymaya çalıştığını söyönemli durumlardır. Hayranlıkla izleleyebiliriz. Aslında başka diğimiz birinin aslında hangi yönüne bir açıdan bakıldığında bu denli özendiğimizi sorgulamazsak herkesin hayatının bir tam olarak aynı yaşam tarzına gıpta amacı olması gerektiğini, etme riskiyle karşı karşıya kalmış oluardında faydalı bir şeyler ruz. Tüm inancımız, söylemlerimiz, çöpe atılmış ya da yok sayılmış olur. bırakması gerektiğini, hiç Tüm niteliklerimizi ve kimliklerimizi değilse adını tarihe kabir yana bırakıp yalnızca Müslüman zıması gerektiğini söylebir genç olarak dünyayı sarıp sarmameye çalışır. layan ve gittikçe daha da etkisi altına alan bu yenilikler bize ne ifade ediyor, ardından gelen bu ölüm bize nasıl bir ders vermeli tartışmamız gerekir. Evet, klişe laflar çıkabilir hepimizin ağzından, “ibret almalı, herkes bir gün ölürmüş” gibi cümleler kurabiliriz. Fakat aldığımız dersle beraber yerimize oturup bu imrendiğimiz teknolojinin içinde boğulur, bir dahaki ders alışımıza kadar da başından kalkmazsak sadece güzel birkaç laf etmekten öteye geçmemiş oluruz. Dünyadaki çoğu kişiden bir yönümüzle farklıyız. O da kâinatın içindeki varoluş amacımızı biliyor oluşumuz. Pek çok kişi kısa ömrünü en faydalı şekilde nasıl geçirebileceğini tasarlayıp durur. Fakat bizim önümüzde kutsal bir rehber olan peygamberimiz(s.a.v.) ve pusulamız olan Kuran-ı Kerim duruyorken, yani vakit kaybına hiç gerek yokken hemen hareket geçmemiz gerektiği aşikârdır. Bir hareket ancak genç beyin ve bedenlerle ileriye taşınabilir, düşürül-
12 • Kas›m ‘11
düğü kötü durumdan ait olduğu yere çıkarılabilir. Bunun için de üzerimizde büyük bir vebal taşıyoruz. Yaptığımız işleri en iyi şekilde yapmanın, boşa vakit geçirmemenin ve çabalarımızın öncelikle bir Müslüman olduğumuzu ifade ediyor olması bizi varoluş amacımıza uygun yaşıyor kılacaktır. Dünyanın en zengini veya en başarılısı olmak değil, en onurlusu, en takva yaşayanı ve dünyada huzuru tesis etmeyi en canı gönülden isteyeni olmak nihai hedefimizdir. Başarı veya para zaten çabalayana verilecektir. Bunu hayatımızın merkezine koymak istikamet sapmasını da beraberinde getirecektir. Bizden beklenense bunun tam tersidir. Ölümden sonrası için ümitsiz olup da dünyada hiçbir vaktini boşa geçirmemeye and içmiş kişilerin handikabına düşmektense yarın ölecekmiş gibi bugününü ahirete odaklı yaşayabilen halis Müslümanlardan olmak duasıyla. Steve Jobs ölür, Babil’in asma bahçelerini, Firavunun piramitlerini inşa edenlerin öldüğü gibi… Not: Apple ve teknoloji dünyasından bahsetmek de başka yazıya kalsın kısmet olursa.
RÖPORTAJ
Röportaj BETÜL BABACAN - NİHAL AÇIKEL - SALİHA CAN Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Uzmanı Prof. Dr. Mücahit ÖZTÜRK ile gerçekleştirdiğimiz röportajda, annelerimizin düzenlediği çay günlerinden sosyal medyaya, ebeveyn-ergen ilişkisinden bireyselleşmeye, zorla bale yapan çocuklardan narsizme kadar birçok konuyu konuştuk. Bu faydalı sohbeti istifadenize sunuyoruz… Genç öncüler: Son dönemde gençler arasında yaygın bir biçimde kullanılan sosyal medya ağları, facebook, twitter, my space, tumblr, friend feed gibi her gün bir yenisi daha ekleniyor, günden güne daha fazla popüler hale geliyor. Ve zamanla sosyalleşmeden kasıt bu ağlarda ne kadar aktif olduğunuzla, ne kadar çok yayın yaptığınızla ilişkilendirilerek yorumlanıyor. Peki, bu sosyal medya araçları kullanıcılara hayatlarında hakiki bir sosyallik sağlıyor mu, yoksa tam tersi işlevde asosyal bir nesil mi oluşturuyor? Mücahit Öztürk: Tabi mutlaka her popüler hale gelen eylem, hareket insanların bir araçla ya da aletle birlikteliğinin altyapısında mutlaka bir şeyler olması gerekir. Bu kadar hızlı yükselme çok doğal değil. Bunu sadece teknoloji çok hızlı yükseldi, imkânlar fazlalaştı dolayısıyla insanlar bu süreç içerisinde böyle bir yönelişe girdiler demek, tek başına teknolojiyi suçlamak çok doğru bir şey değil. Burada yanlış giden bir şeylerin olduğu da belli insan ilişkilerinin çok sağlıklı gitmediği, modernleşmeyle beraber, şehirleşmeyle beraber, kalabalığın artması, şartların değişmesi, insanların yaşam endekslerinin daha çok çalışmaya yönelmesi gibi etkenler bireyselleşmeye götüren bir süreci getirir. Bu bireyselleşmeye karşı bir itirazın da gelmesi lazım, çünkü insan doğası gereği çok bireysel bir varlık değil. Bir şeyler de yapmak istiyor fakat bir cendere altında. Bir tarafta yapmak istediği bir şeyler var öbür tarafta onu engelleyen bir takım mekanizmalar
var. Bunu öyle ya da böyle aşmasını sağlayacak araçlar veriliyor eline. Bir klavyeyle birisine ulaşabilme lüksü, çok uzakta olan birisiyle sohbet edebilme lüksü, tanımadığı birisiyle muhabbet edebilme ve tanışma lüksü… İster istemez sanki bu yalnızlıktan kurtulup bir gruba dahil olma, grup oluşturma psikolojisini sağlamaya yönelik bir araçlar bütünü bu saydıklarımız. O zaman tabi şuna bakmak lazım: niye insan bu kadar yalnızlaştı, bu kadar bireysel hale geldi de böyle bir şeye fazlaca ihtiyaç duydu. Böyle bir şey dediğimiz aslında yetişkinlerde ilişkinin tam ortasında durması gereken sıcaklığın hissedilmediği, her ne kadar ekrandan birbirinize baksanız bile jest ve mimikleri ve beden dilini çok iyi anlayamadığınız bir ilişki modeli. Buna bu kadar ihtiyaç olması da gerçekten çok düşündürücü.
Prof. Dr. Mücahit ÖZTÜRK
Kas›m‘11 • 13
edecek bir sosyal altyapının oluşmuş olması tüm dünyada. O yüzden demek ki insan hayatında çok önemli ince bir nokta var ve oradan çok kolay etkilenebiliyorlar, oraya çok kolay girebiliyor birileri. İnsanlar arası bağları sıkılaştırmak gerek. Bu sıkılaştırma yalnızca insanların kendilerinin yapabilecekleri bir şey. Eğer bu yapılırsa ihtiyaç gibi görünen var olan durumun rahatsız edici olmaması mümkün değil aslında.
Herhalde şuna bakmak gerekiyor: bizler, bizim nesil, bizden bir küçükler, gençlerimiz ve bizim çocuklarımız diye bir bakacak olursak vahamet aşağıya doğru çok daha artıyor. Bu da toplumsal dinamiklerin değiştiğini, hangi kültür, hangi inanç, hangi etnik gruptan olursa olsun sosyal medya araçlarının insanların hayatına çok fazla girdiğinin göstergesi. Yani ilkokul 5. sınıfa giden bir çocuğun facebooku daha sonra twitterı daha sonra bir başkasına sahip olması gibi durumlar şunu gösteriyor: en azından biz başta yetişkinler olarak ya da çocuk sahibi insanlar olarak kötü gidişi görüp, müdahale etmeme gibi bir durumumuz var yani şu an ki gidişi görmemek mümkün değil ve müdahale etmekle ilgili olarak ta çaba göstermemiz gerekiyor çünkü dün akşam gene bir iftar yemeğinde şöyle bir olay oldu tam da bununla alakalı; çocuklar bir grupta oturuyorlar, anne babadan ayrı. Çocukların %80’inin elinde cep telefonuna benzer aletler var, hepsi onla bir şeyler yapıyor. Birlikte oldukları halde. Bu çok vahim bir durum. Buraya müdahale etme konusunda aktif bir rol almıyor yetişkinler. Ses çıkaracaklarına orda dursunlar, oynasınlar deniyor. Problem çıkarmasınlar, sıkıldık gidelim demesinler, efendi efendi oynasınlar o aletlerle… Ve bu durumu çok sık görüyoruz birlikte olduklarında da, birlikte olmadıklarında zaten böyle bir aracı kullanıp birbirleriye iletişim kurmaya çalışıyorlar. Özetle bu sürecin sorumlusu teknoloji değil, bu aletleri üretenler falan değil, bu sürecin sorumlusu bu aletlere bu kadar kişiyi muhtaç 14 • Kas›m ‘11
Genç Öncüler: Peki böyle bir çocukluk evresinden sonra ergenlik, gençlik gibi dönemlerde karşımıza ne tür sorunlar çıkıyor? Mücahit Öztürk: Şimdi aslında şöyle bir sıkıntı var insanoğlunun en büyük sorunlarından bir tanesi hatta belki dünyanın şu an en büyük sorunlarından bir tanesi bu kadar imkâna, hatta tahmin edilemeyecek kadar büyük iletişim gücüne rağmen, hala iletişimsizlik. İşte düğmeye bastığınızda dünyanın öbür ucuyla konuşuyorsunuz, ekrandan konuşuyorsunuz, her şey mümkün bir mektup için üç ay eklemiyorsunuz falan… Bu kadar iletişim gücü var, insanların birbirleriyle rahat her şeyi konuşabilecekleri bir dönemdeler ama hala iletişimsizlik hat safhada. Bir yerlerde insanlar açlıktan ölebiliyor kimse çok fazla gördüğü halde müdahale etmiyor. Başka bir yerde bir savaş çıkıyor, biri diğerini yanlış anlıyor öteki ona tepki veriyor. Böyle bir dünyada yaşıyoruz. Dolayısıyla kişilerin bu süreçte aslında modern yaşamın getirdiği yalnızlaşmaya karşı verdiği bir tepkiydi bu belki de. Mesela evden dışarı çıkamayan, bir çocuk düşünün şimdi günümüz sokağında yaşayan bir çocuğun evden dışarı çıkma hakkı yok annesi isterse ancak çıkabilir. Gençler çıkabilirler ama nereye ne kadar çıkabilirler? Ailelerin birçok ön şartları var. O şartlar yerine gelirse çıkabilirler büyük bir kısmında. Genç Öncüler: Ya da AVM’lere giderler çıktıkları zaman.
Mücahit Öztürk: Çıktıkları zaman da aile baskısından çok insanların biraz rahatı ve kolayı üyeleri ile birlikte giderler. Ya da çocuklar çıktığı seçmelerinden kaynaklanıyor. Çok basit örnekzaman AVM’lerdeki plastik oyuncak parklarına ler veriyorum ben genellikle toplantılarımda. giderler. Yani gayet sanal, üç dakikada biten, ba- Özellikle anneler ile olan toplantılarımda. Şimdi bizim annelerimizin hatta belki basının cebinde para kalmadığı hala vardır ama değişti sistem. için biten, kavga çıkan bir yerleKomşu toplantıları gündeliği re gidiyorlar. Yani gerçekten çok Özetle bu sürecin altın gündeliği falan. Bunun ne sıkıntı verici bir durum. Şimdi sorumlusu teknoloji anlamı var? Bunun iki boyutu burada bu yapılanmanın içine değil, bu aletleri ürevar. Bunun iki boyutu var. Bir girdiğiniz an çok kolay çıkamıtenler falan değil, bu tanesi işe gitmeyen işte bir işi yorsunuz. Ve bu yapılanma sizi sürecin sorumlusu bu olmayan bayanların toplanıp bir insan ilişkilerinde çok yetersiz aletlere bu kadar kişiyi şeyler yapması demek mahallekılmaya başlıyor bir süre sonmuhtaç edecek bir sosde. Çok sosyal bir aktivite. Canra. Bu yetersizlikten kastımız lı bir yaşama orada var. Konuşu: Hani ilişkiyi devam ettirmek yal altyapının oluşmuş şuluyor, sohbet ediliyor bazen dediğimiz şey, ilişkiye başlaolması tüm dünyada. O dedikodu da ediliyor. Bazen iyi mak çok zor değildir aslında. yüzden demek ki insan şeyler söyleniyor falan ama bir Çok özel bir sorunu yoksa kihayatında çok önemli ilişki modeli var. Yani yan soşinin bireysel anlamda bireysel ince bir nokta var ve kaktan birini tanıyorsunuz. Kim patoloji anlamında özel bir sooradan çok kolay etolduğunu biliyorsunuz. Sokakta runu yoksa ilişkiye başlar kişi. selam veriyorsunuz merhaba diİlişkiyi devam ettirmek dedikilenebiliyorlar, oraya yorsunuz. İste bir ihtiyacı varsa ğimiz şey çok zor günümüzde. çok kolay girebiliyor onun ihtiyacına gitmek zorunda Çünkü ilişkiyi devam ettirmek birileri. İnsanlar arası hissediyorsunuz. Hastalığı variçin fedakârlık yapmak zorunbağları sıkılaştırmak sa bir çorba götürüyorsunuz. dasınız. Bu her şey için geçerli, gerek. Bu sıkılaştırma Yani bir sosyal şey geliştiriyor yani arayacaksınız, soracaksınız yalnızca insanların bu. Yoksa başka türlü tanımıbirlikte olmak için zaman ayıyorsunuz. Yani apartmanınızracaksınız. Vakit çok büyük bir kendilerinin yapabidaki insanı tanımıyorsunuz. fedakârlık hele büyük şehirlerlecekleri bir şey. Eğer Şimdi böyle toplantılar bayande çok büyük bir sıkıntı. Vakit bu yapılırsa ihtiyaç lar açısından söyleyeyim devam ayıracaksınız. Belki paranızdan gibi görünen var olan ediyor azalarak da olsa devam olacaksınız biraz. Yani o başdurumun rahatsız edici ediyor anladığım kadarıyla ama ka yerlerden kısıp oraya vakit olmaması mümkün deo kadar çığırından çıkmış duayıracaksınız bu bir fedakârlık. rumdaki hani onun başlama Ama bu aslında temelde insanın ğil aslında. noktası aslında gayet iyi niyetli her zaman doğasında var olan tanışmak vesaire olması bazen yıllardır getirdiği ve işte toplumların kurduğu sosyal ortamların kurduğu şey küçük dini sohbetler yapmak filan olacakken o mantık bu kurulmuş bir düzen içerisinde aslında mecradan çıkıp artık birbirlerine hava atma işte büyük bir sistem içerisinde kendini yalnız his- gösteri yapma ve yarışma şeyine gelmiş. Buraya setmesi tamamen dediğim gibi dış dünyanın bas- asla çocuklar getirilmiyor. Asıl can alıcı noktada kısından çok yani dıştan gelen bir takım şeylerin bu. Kas›m‘11 • 15
Genç Öncüler: Rahatsız ettikleri için. Mücahit Öztürk: Çocuklar rahatsız ediyorlar. Çocuklar getirilmiyor bunun başında zaten çocuğu izole etmiş oluyorsunuz bir taraftan. Çocuk gelmeyecek oraya niye? Çocuk can sıkar orada çocuk bir şey yapar. Ya da bunlar evin dışına kahvelere, kafelere taşınmaya başlıyorlar. Lokantalara taşınmaya başlıyor. Kişilerin ekonomik durumuna göre. Niye? Ev batar. Evde problem olur. O kadar misafirle uğraşıp da pasta börek mi yapacağım? Bu mantıkla bir şey daha taşınıyor. Böyle böyle kafelere ve internet ortamına o daha kolay evinizden kalkmıyorsunuz. Açıyorsunuz üç kişi, beş kişi konuşabiliyorsunuz. İstediğiniz zaman yapıyorsunuz bu işi. İşte böyle on kişilik bir ortamda birisinin kulağına bir şey söylemek ayıp kaçar ama internette o da olmuyor. Msn de diğerlerini kapatıp ya da onlar yokken bir-iki dedikodu da yapıyorsunuz. Bu gerçekten tuhaf bir asosyalleşme getiriyor insanlara. Ve bunun içinde çocuğun olmaması zaten çocuğun gidebileceği yani üç-dört yaşındaki bir çocuğun gidebileceği tek sosyal ortam bu. Gelelim ev gezmelerine. Mesela özellikle bizim kültürümüzde çok yaygın bir şeydir. Komşu ziyaretleri, ev ziyaretleri…
16 • Kas›m ‘11
Genç Öncüler: Sıla-i rahim zaten sünnettir. Mücahit Öztürk: Sıla-i rahim bir de mahallede ziyaret var. Mahalle ziyaretleri, mahalledeki arkadaşlar. Şimdi dediğim gibi apartmanda kimse ne oturduğunu bilmiyor. Geçen bir arkadaş güzel bir şey yapmış. Taşındık apartmana diyor. Herkese şöyle bir şey küçük bir zarfın içinde bir davetiye. Biz falan ve falanız. Apartmanınıza yeni taşındık. Efendim şu tarihte tanışmak için çaya bekleriz buyurun gelin diye. Bir aile falan gelmiş apartmandan. Bu kadar kibar bir davete rağmen düşünün yok yani insanlar aman tanımayın gibi bir şey içerisindeler. Hızlı bir yabancılaşma toplumdan yabancılaşma kendini izole etme kendi ufak bir grubunu oluşturup o grupta yaşamak isteyen bir şey var. Akşam gezileri çocukların sosyalleşmesinde üst düzey etkisi olan bir şeydir. Niye üst düzey etkisi olan bir şeydir? Çünkü çocukların erişkinlerin ilişkilerini görmesi açısından çok önemlidir. Yani siz akşam sohbetleri ya da çay içme işte ben hep kendi küçüklüğümden hatırladığım ‘’Ahmet amca müsaitseniz babamlar yemekten sonra size çay içmeye gelecekler. Mesaj da veriliyor. Aman yemeğe gelmeyecekler hazırlık yapmayın yemekten sonra çay içmeye gelecekler. Bu o kadar masum bir şey ki. Yemek-
ten sonra çay içmeye gelecekler. Bize ekstra bir hazırlık yapmayın. Pastaydı börekti falan uğraşmayın yok ya böyle bir şey biz çay içmeye geleceğiz sadece kahve içmeye geleceğiz. Sohbet etmeye geleceğiz diye bir masum talep var ve bu masum talebi %90 sıkıntı yoksa insanlar karşılıyorlar. Ve buraya çocuklarda götürülüyor. Bu götürülen çocukların orada o konuşmayı dinlemeleri kendi aralarında oyun oynarken kulak kabartmaları mekânın içerisinde gelişen ilişki ağı işte bir hizmet, hürmet, ikram buna karşı olan reaksiyon, tepki, konuşulan konular bunların hepsi çocuk gelişiminde sosyal gelişimde inanılmaz hızlı adımlar atmasına neden olur çocuğun ya da babaların annelerin çocuklarını dış dünyaya açmaları annenin arkadaşlarına sohbete götürmesi pazara çarşıya götürmesi babanın alıp çocuğunu bir arkadaş toplantısına götürmesi. Bunların hiçbirisi şu anda olmuyor. Sen otur. Televizyon da var elinde, bilgisayarın var. Ne geleceksin kafamızı karıştırma. Zaten çocuk da talep etmiyor yani bu kadar alet varken o da istemiyor dışarı çıkmak. Arkadaşım yok diyor yoksa gitmek istemiyor. Bu nedenle aslında tekrar başa dönecek olursak teknolojik aletleri ve teknolojik ilerlemelerin kullanılmasındaki bu hoyratlığı ve insanların temeldeki yapılarını ve psikopatolojilerine bağlı. Genç Öncüler: Bunun arkasından çocuklar, gençler dünyanın öbür ucundaki tanıdıkları veya tanımadıkları diğer kişilerle iletişim
kurabiliyorlar veya kurabildiklerini zannediyorlar ama bunun yanında en yakınlarıyla yani anne babalarıyla iletişimde büyük sıkıntılar yaşıyorlar. Çocuk ve anne baba arasında ortalama yirmi, yirmi beş yaş olurdu ama şimdilerde bu eskinin sanki yüz yaşına tekabül ediyor. Bu da ciddi bir kuşak çatışmasını doğuruyor. Bunla bağlantı kurulabilir mi diye tereddüdüm vardı ama sizinle konuştuktan sonra da nerden nereye gittiği açıkça belli oluyor. Bu kuşak çatışmasının sonrasında ergenlik dönemi eskinden de var olan bir şeydi ama artık ailelerin çocukları bu kadar hayatın dışına itmesi var kendilerinin de dışına itmesi. Fakat sonrasında aileler en ufak bir uyku probleminde, sinir bozukluğunda yeme bozukluğunda, depresif bir eğilim gördüklerinde hemen doktorlara başvuruyorlar ama hal bu ki çocuk zaten doğduğundan beri bir umursamazlığın içerisinde. Sonrasında en ufak bir problemde aşırı bir talep. Niye böyle oldu tüh vah… Size gelen hastalarınızda nasıl oluyor bu tip durumlar? Mücahit Öztürk: Tüh vah diyenler de azınlıkta. Keşke tüh vah deseler. Çoğu bunun da farkında değil maalesef. Bu yüzden kuşak çatışmaları had safhaya geliyor. O zaman belki evden kaçan bir genç. İntihar girişimine giren, acayip ilişkileri giren bir genç olduğunda insanlar bu çocuk niye böyle diye geliyor ama tabii o zaman ipin ucu biraz kaçmış oluyor. Dediğiniz noktada yani şöyle bir şey var çocuğunuzu tanımanız için çocuğunuzla
İlişkiyi devam ettirmek dediğimiz şey çok zor günümüzde. Çünkü ilişkiyi devam ettirmek için fedakârlık yapmak zorundasınız. Bu her şey için geçerli, yani arayacaksınız, soracaksınız birlikte olmak için zaman ayıracaksınız. Vakit çok büyük bir fedakârlık hele büyük şehirlerde çok büyük bir sıkıntı. Vakit ayıracaksınız. Belki paranızdan olacaksınız biraz. Yani o başka yerlerden kısıp oraya vakit ayıracaksınız bu bir fedakârlık. Ama bu aslında temelde insanın her zaman doğasında var olan yıllardır getirdiği ve işte toplumların kurduğu sosyal ortamların kurduğu şey mantık bu kurulmuş bir düzen içerisinde aslında büyük bir sistem içerisinde kendini yalnız hissetmesi tamamen dediğim gibi dış dünyanın baskısından çok yani dıştan gelen bir takım şeylerin baskısından çok insanların biraz rahatı ve kolayı seçmelerinden kaynaklanıyor.
Kas›m‘11 • 17
vakit geçireceksiniz ikincisi de nötr tarafsız bir gözlemci olacaksınız. Nötr tarafsız bir gözlemci nasıl olunur, kafanızdaki şablonları yıkarak olunur. Anne babanın kendi narsizmi içerisinde benim çocuğum mükemmeldir. Biz her şeyi dört dörtlük veriyoruz. Niye olumsuz bir şey olsun ki mantığıyla yaklaşırsanız, çocuk yetiştirirsen hiçbir şey göremezsiniz. Bu da dönüp dolaşıp insanların aslında ailelerini ve kendilerini tanımada da ne kadar yetersiz olduklarını gösteriyor. Bizler bu işin profesyonelleri olarak böyle vakalarla karşılaştığımızda dediğiniz gibi bir durumda olanlar şanslı grup. En azından işin farkında olan grup. İşlerin ters gittiğin farkında olunduğunda. O terslikleri bir takım danışmanlıklarla değiştirebiliyorsunuz. Anne babanın hataları, gereksiz baskılar yahut gereksiz rahat bırakmalar anne baba arasındaki tutum farklılıklarının oluşturduğu yanlışlıklar bir yere kadar değiştirilebilecek durumlar ama asıl iş işten geçtikten sonra yaş büyüdükçe ve gencin kişiliği oturduktan sonra daha büyük problem çıkınca işimiz daha zor. O yüzden Türkiye’de insanların bu anlamda çocuklarını ve gençleri tanımaları da çok sağlıklı değil maalesef. Tanıyanlar bu yüzden şanslı bir grup. Bir grup tanımıyor tanımak istemiyor görmek istiyor çünkü problem gördüğünüz an baş etmek zorunda olduğunuz bir şey, efor 18 • Kas›m ‘11
Niye hiç tanımadığı insanla görüşür? İnsan insanla görüşmek istiyor. Bulamayınca da klavyeye basıp herhangi bir arkadaş sitesinden arkadaş buluyor. O kişi nedir, ne değildir, nasıl bir adamdır, ne amaçları vardır. Gençlerin, özellikle şöyle 10 yaşından itibaren 20 yaşına gelen süreç içersinde çok ciddî bir yanılgılarıdır. Yani işte, direk karşı cinse olan ilgilerini aktardığı dönemdir. Çok kolay kötülüğü kullanacak. Duygular çok kolay yıpranacak, duygusal açıdan her türlü istismara uğrayacak bir grup oluşuyor ister istemez, niye yine karşılıklı olmadığı için. İkincisi de grupla olmak için. İnsanlar grupla olan ilişkilerinde de daha usturuplu davranıyorlar, kendilerini frenliyorlar. O da olmadığı için böyle bir süreç yaşanıyor.
sarf edeceksiniz ve bu eforu sarf etmek zor ve çoğu kimse bunun niyetinde değil. Genç Öncüler: ilişkilerde ilişkinin devam etmesi için emek vermek gerek dediniz ya insanlar çocuklarına bile o emeği vermekten kaçınıyorlar bazen. Mücahit Öztürk: O hâle getirildi. Şundan dolayı o hâle getirildi. Birincisi tabi çok doğal olmayan sistemlerde artık yaşıyor insanlar. Doğal olmayan iş yükü var. İş yükleri çok ağır. Bir anne saat dokuzda eve geliyor altıda çıkıyor. Böyle bir anne nasıl çocukla birlikte olabilir. Çocuk anneden nasıl bir şey alabilir. Baba 11’de eve geliyor. Haftanın dört beş günü babayı görmüyor çocuk. Bunlar doğal şeyler değil. Genç Öncüler: Bir noktada patlak veriyor değil mi? çocuğa tüm imkânları sağlamış olmak, bir dediğini iki etmemek ama bunun yanında ilgi eksikliği çok normal sonuçlar doğurmaz her halde. Mücahit Öztürk: Patlak verme noktası gençlik zaten. Gençlikle beraber şöyle bir sürece başlıyoruz. Madem bu kadar sağlıksız, bağlantının sağlam olmadığı bir ilişki modeli varsa evde ben de bu taraftan çekerim diyor çocuk. Kendine bir dünya oluşturuyor. İyi ya da kötü. İlla kötü olacak anlamına gelmez.
Reaksiyon olarak iyi bir dünya da oluşturabiliyor eğer ede işler kötüyse ama genelde tabii daha özgür kendi karalarını verebileceği ve tabi yanlış olma ihtimali çok yüksek kararlar bunlar ve evde çıkan yoğun tartışmalar, her şeyden çıkan tartışmalar. Anne baba kendi zihin yapısına kafa yapısına göre, kendi tecrübelerine göre bir yola sevk etmeye çalışıyorlar ama o yola girmemek için direnç gösteren biri var karşılarında. Bunun da nedeni bu bağlantıyı sağlıklı kurmamak. İhtiyaçların giderilmesi noktasında biz her şeyi yaptık diyor aile. Ailelerin söylediği klasik bir laftır. Bu her şeyin içinde maddi imkânlar sıralanıyor. Mümkünse iyi okullarda okutulması cebine harçlık konulması gibi şeyler var. Her şeyin öbür tarafı yok duygusal boyutu, paylaşım boyutu, çocuğa alternatifler sunarak çocuğun hayatının renklendirilmesi boyutu yok. Çünkü şöyle bir şey, tabii çocukluk döneminden itibaren aslında aileler aktif yönlendiriciler olmalılardır. Çocuk daha beş altı yaşında düşünüp ben biraz futbol oynasam, benim herhalde müziğe yeteneğim var, ben folklor oynasam iyi olur, gelecekte benden bir şey çıkar bilim adamı olurum falan demez. Bu bir şeyi siz keşfedeceksiniz çocukta. Ve bu bir şey üzerine yoğunlaşmasını sevmesini sağlamak yine anne babanın çabasıyla olacak. Bunu sağlamadığınız müddetçe anne baba ya o hani çok klasik, o kadar monoton bir şeye yönlendirme var ki. İşte baleye gitsin piyano çalsın, rutin yani üç beşi geçmez. Yaşı gelince basketbol oynar tenis oynar. Çocuk bunların hepsinden nefret ediyor meselâ. Bu yani. Bununla aslında bunlar bir anlamda kendi iç dünyalarını rahatlatmış bir vazife addettikleri şeyi yapmış oluyorlar. Bu bir vazifeydi, yaptık. Sosyalleştirdik çocuğu. Baleye bile gitti. E adam baleye gitmek istemiyor, nefret ediyor baleden?! Erkek çocuğunu baleye gönderiyor meselâ. Çocuk nefret ediyor baleden, gitmek istemiyor. Fark etmiyor bir sürü böyle şeyler var. Ya da öbür taraftan yuvaya gönderdik, yuvada her şey halloldu. Yuvaya gönderdik, yuvada dînî eğitimi de aldı. Hiç fark etmiyor yani topu ya
Prof. Dr. Mücahit ÖZTÜRK
bale öğretmenine ya Kur’an öğretmenine atarak kurtulmaya çalışılıyor. İşin içinden sıyrılmak var mesela görevini yapmış olmak. Ama şu noktada sıkıntı var, ailelerin çocuklarıyla birlikte yaşama kültürü de çok değişti. Bu çok önemli bir eksik bence. Çocuklarıyla birlikte yaşama kültürü şu; anne baba çalışıyorsa özellikle, ya bizim kafamız şişiyor hafta sonu bir dışarı çıkalım, bir Boğaz’a gidelim, çocuklar kalsın. İşte, atlayıp uçağa biriki gün kaçalım. Güney’e inelim, yurtdışında bir yere gidelim, çocuklar kalsın. Ya da işte umreye gidelim çocuklar kalsın. İşte bu mantık hiç fark etmez aynı. Bu mantık aslında şunu gün yüzüne çıkarıyor; ya zaten az gördüğünüz bir çocuğu biraz daha dışlayarak, biraz daha kendi yaşamınızın dışına atarak, kendi yaşamınızı kurgulamaya çalışıyorsunuz. Ki bir yere çocuk götürmemek tam da bu konuştuğumuz şeyin en önemli noktasıdır. Çocuğu hayatın içine sokmamak. Bu kendi rahatımızdan kısmamak adına olabiliyor, gereksiz sosyal kaygılarımızdan olabiliyor. İşte “gidecek oraya bir şey yapacak, bizi rezil edecek, küçük durumuna düşürecek” olabiliyor. Yani çocuklar o kadar bu olaya yalnızlar ki hakikaten oraya gidince canları sıkılıyor. Atraksiyon yok bundan kaynaklanıyor. Bu nedenle çocuğu hayatın dışına atmanın yöntemlerini siz geliştirdiğiniz an, çocuk yaşamının dışında başka bir yaşam kurmak zorunda. O başka yaşamı da yani “Alicim bugün bize gel de sohbet edelim” tarzında olmayacağına Kas›m‘11 • 19
göre; önce telefonla başlayan, teknoloji geliştikçe bu telefonun işte msn’dir, bilgisayardaki görüntülü konuşmalardır, işte bir sürü iletişim araçları ismi neyse. Çoğunu yeni yeni duyuyoruz. Bu olur da, olsun. Ne olur kahvesini içerken karşıda birisiyle sohbet etsin ne mahsuru var? Birçok mahsuru var, sadece bir mahsuru yok. Bir kere insanın duygusunun hissedilmediği, jest ve mimiklerinin hissedilmediği ilişki, sağlıklı bir ilişki hiçbir zaman olmaz. Ekran, ilişkinin ancak haber kısmını halleder. Duygu kısmını halletmez. İlişkide olmazsa olmaz şey; duygudur. Duygu yüklülüğüdür. Yoksa açtığınızda çok kolay karşınızdakiyle konuşabiliyorsunuz. Ama sarılamıyorsunuz, elinden tutamıyorsunuz, o ağladığı zaman gözyaşını silemiyorsunuz, yanında oturamıyorsunuz. Bunlar çok değerli şeyler ilişkide. O zaman tam da adı gibi sanal bir arkadaşlık oluyor. Tamam, karşınızda birisi var ama o sanal. Sizin ulaşamadığınız birisi. Bir başka tehlike; bu kadar duygunun olmadığı bir yerde sözel sohbetin de çok tekdüze ve kaba olma ihtimali de var. Şöyle kaba olma ihtimali var mesela söylenmemesi gereken şeyi orada söylüyorsunuz, karşınızdakinin duygularını çok iyi tahmin edemiyorsunuz. Hakaretinden küfrüne her şey olabiliyor ve arkadaşım dediği kişilerle. E bunu yüz yüze yapamazsınız. Yani bunu yüz yüze yapmanızı engelleyen bir sürü duygusal faktörler vardır, bu işin bir boyutu. Diğer bir boyutu, insanın, hiç tanımadığı insanlarla böyle bir araç 20 • Kas›m ‘11
vasıtasıyla görüşme ihtimali var. Niye hiç tanımadığı insanla görüşür? İnsan insanla görüşmek istiyor. Bulamayınca da klavyeye basıp herhangi bir arkadaş sitesinden arkadaş buluyor. O kişi nedir, ne değildir, nasıl bir adamdır, ne amaçları vardır. Gençlerin, özellikle şöyle 10 yaşından itibaren 20 yaşına gelen süreç içersinde çok ciddî bir yanılgılarıdır. Yani işte, direk karşı cinse olan ilgilerini aktardığı dönemdir. Çok kolay kötülüğü kullanacak. Duygular çok kolay yıpranacak, duygusal açıdan her türlü istismara uğrayacak bir grup oluşuyor ister istemez, niye yine karşılıklı olmadığı için. İkincisi de grupla olmak için. İnsanlar grupla olan ilişkilerinde de daha usturuplu davranıyorlar, kendilerini frenliyorlar. O da olmadığı için böyle bir süreç yaşanıyor. Buradan şuraya geleceğim yani ailelerin aslında bu tür aletleri çocukların kullanmasını kolaylaştırıcı faktörlerinin de temelinde kendilerini rahat hissediyorlar. Yine rahat olma olayı var. Genç Öncüler: Ben “serbestliği tanımak ne kadar doğrudur”u düşünmüştüm. Baskı yapmamak lazım çocuğa çünkü aşırı baskı dediğiniz gibi ters tepebiliyor, ayrı bozukluklar getiriyor. Ama baskı yapmayalım düşüncesiyle, işte despot davranmayalım, biz eskiden çok sıkı büyütüldük, çocuklarımız o şekilde yetişmesin düşüncesiyle ultra bir rahatlık, gereğinden çok çok fazla bir rahatlık. Arkasından çocukta bir sürü eksiklik… Mesela çocuğun memlekete gittiğinde de-
Biz çocuğu kültürel olarak her yere götürmüşüz. Bu durum özelikle 1970lerden sonraki süreçte bozuldu. Yoksa çocuk hayatın içinde hep vardı, şehirleşmeyle beraber durum biraz bozuldu. O nedenle onu tekrar canlandırmak, çocuğu hayatın içine sokmak gerekir. Ben ailelerle konuştuğum zaman “E okulda arkadaşı var.” diyor. Okulda arkadaşla olmaz. Okuldaki arkadaşlık yeterli bir arkadaşlık değil. 5 dakika teneffüs, ne oynayacak çocuk o vakitte, ne paylaşacak? Derste konuşsa zaten suç. Teneffüste tuvalete mi gidecek, kantinden simit mi alacak, arkadaşıyla mı oynayacak? Dolayısıyla dışarıda birlikteliği sağlayacak atraksiyonlar yapamazsanız, sosyalleşme sağlıklı olmaz. Olmuyor da zaten.
desiyle nasıl konuşacağını bilememesi, dedesinin yanında nasıl davranacağını tartamaması gibi.
dışarıya da çocuklar gelmesin.” Hal böyle olunca iyice o kültürden kopmuş oluyor çocuklar.
Mücahit Öztürk: Tabi ki kesinlikle çünkü bunlar birbiriyle ilintili. Yani çocuğu hayatın içinden hayatın dışına attığınız zaman çocuk yarı hapishane gibi bir yerde yaşıyor; okul ve ev. Keşke bir araştırma yapılsa aslında çok güzel de bir araştırma çıkar bundan: İnsanların komşuluk ilişkilerini ve akşam gezmelerini araştıran bir araştırma. Mesela bir mahalleye girilecek bir form düzenlenecek; haftada kaç kere akşamları bir yere çay içmeye gidersiniz? Arkadaşlarınızla bir yemeğe ne kadar sıklıkla gidersiniz?. İnanın çok düşük rakamlar çıkacak. Ortalamadan bahsediyorum. Ya da mesela bu gittiğiniz yerlere çocuklarınızı götürür müsünüz, çocuklar evde mi kalır? Gelmek isterler de mi götürmezsiniz, gelmek istemezler mi? Yani bu şekilde birçok form düzenlenmeli. Tabi bu sosyologların işi aynı zamanda. İnsanların şu andaki aile yaşam geleneklerini de sorgulamak lazım. Buradan bence çok garip sonuçlar çıkacak. Yani klinik deneyinden görüyorum mesela; akraba dışında hiç bir yere gitmemiş çocuk çok fazla var. Hafta sonu babaannemlere gidiyoruz diyor mesela. Ya babanın annenin arkadaşı yok, ya başka yerde görüşüyorlar. Yani bu olacak şey değil.
Mücahit Öztürk: Bir de şey tabi, bizim kültürümüzün bir başka baskısı da aile bireyleri varsa aynı şehirde, mutlaka onlarla sürekli şekilde görüşülecek. Onlarla görüştüğün zaman da başka yere vakit kalmıyor zaten, iki tane amca, üç tane hala varsa bitti. Başka bir tarafla görüşme ihtimali kalmıyor. O nedenle, annelerin babaların kendi yaşam kalitelerini önce düzeltmeleri lazım. Çocuk endeksli yaşamak bazen eleştirilir ya her şeyi çocuğa göre ayarlamak… İşte her şeyi çocuğa endeksli ayarlamak bu anlamda gereklidir. Yani siz yemek yiyeceğiniz bir davete gidiyorsanız orda çocuk grubu olup olmadığına bakacaksınız. Ne yapacak çocuk? Paşa paşa oturup 2 saat sizi dinleyecek. Olmaz böyle bir şey. 10 dakika sizi dinler ama 10 dakika sonra kıpırdanmaya başlar zaten, bir şeyler ister. “Acaba onun o ortamda arkadaşlarıyla bir şeyler paylaşacağı bir alan var mı, oyun odası var mı?” diye sorgulayacaksınız. Ya da tatile giderken “Ben falan yere gitmeyi çok istiyorum!” denilebiliyor. Ee, sen istiyorsun da çocuğun orda hoşuna gidecek bir şey var mı? “O zaman çocuğu götürmeyelim.”, çocuğu götürmeyelim kavramı bizim kültürümüze çok aykırı bir kavram. Biz çocuğu kültürel olarak her yere götürmüşüz. Bu durum özelikle 1970lerden sonraki süreçte bozuldu. Yoksa çocuk hayatın içinde hep vardı, şehirleşmeyle beraber durum biraz bozuldu. O ne-
Genç Öncüler: Bir de artık dediğiniz gibi şu algı var: “Eve hapsolmayalım, dışarıda buluşalım,
Kas›m‘11 • 21
denle onu tekrar canlandırmak, çocuğu hayatın içine sokmak gerekir. Ben ailelerle konuştuğum zaman “E okulda arkadaşı var.” diyor. Okulda arkadaşla olmaz. Okuldaki arkadaşlık yeterli bir arkadaşlık değil. 5 dakika teneffüs, ne oynayacak çocuk o vakitte, ne paylaşacak? Derste konuşsa zaten suç. Teneffüste tuvalete mi gidecek, kantinden simit mi alacak, arkadaşıyla mı oynayacak? Dolayısıyla dışarıda birlikteliği sağlayacak atraksiyonlar yapamazsanız, sosyalleşme sağlıklı olmaz. Olmuyor da zaten. Genç Öncüler: Bunun sonucu olarak bir de şunu görüyoruz hocam. Yeterince sosyalleşemeyen ve toplumdan dışlanan çocuk, bireyselleşmeye başlıyor ve sürekli kendi odaklı yaşıyor. Gördüğümüz örneklerde, kendini beğenmişlik söz konusu ve kendi yaptıklarının doğru olduğuna inanan, eleştiriye, uyarıya kapalı gençlerin sayısı hızla artıyor. “Bu benim hayatım.”, “Ben böyle biriyim.” gibi söylemler yaygınlaşıyor, kişiler kendinde sınırsız özgürlük hakkı görüyor. Bu “kendini beğenmişliğin ve özgürlüğün” sınırları ne olmalıdır? Mücahit Öztürk: Aslında bu narsistik yapılanmayı tetikleyen yine aile dinamikleridir. Yani doğuştan gelen kişilik özelliklerini bir tarafa bırakacak olursak, bu yapılanmayı genelde aile oluşturuyor. Niye narsistik yapılanma oluşturuyor aile? İki tür sebepten oluşturuyor. Ya aile çocuğa çok fazla bir yük atfediyor, onun da nedeni kendi yetersizliklerini, yapamadıklarını çocuğa yaptırma adına, “Sen şunu da yaparsın, bunu da yaparsın” şeklinde sabah akşam bir bombardımanla çocuk uçurulmaya çalışılıyor. Çocuğun da kişilik yapısı buna müsaitse, bu narsizm olarak karşımıza çıkıyor. Ya da bunun tam tersi oluşan bir mekanizmada da, baskıya uğrayan, küçük düşürülmeye çalışılan, despot bir ailede sıkıştırılan bir çocuk, ergenlik dönemini atlattıktan sonra kendi içinde bir defans oluşturmak adına kendini değerli hissetmek zorunda kalıyor. Bu da başka 22 • Kas›m ‘11
bir patolojik narsizm oluşturan bir mekanizma. Orda da bu tür insanların iç görüleri de olmadığı için, çevreyle olan iletişimlerinde büyük bir sağlıksızlık söz konusu. Çünkü “herkes daha akılsız, herkes daha başarısız, ilişki kurmak için herkes daha değersiz.” Böyle bir yapılanmada çok seçici davranır kişiler ve bu seçicilikte de genellikle ilişkiler uzun süreli yürümez. Çünkü rahatsız eder bu yapılanma zaten insanları. Yarın öbür gün evlilik ortamına girdiklerinde de aynı şekilde rahatsız edici olur. Kişilik yapılanmasının 2 kolu vardır: birincisi genetik olarak taşıdığımız özellikler, diğeri yetiştirme tarzının getirdiği çocukluk dönemindeki ilişki modelleri. Bunların ikisi bir araya gelerek, kaynaşarak bir kişilik yapılanması oluşturuyorlar. Ailenin buradaki rol çok büyük. Patolojide var olan bir şeyi destekleyip problematik hale getirebilirken, var olan patolojiyi kaba bir tabirle yontup, daha problematik olmayan bir hale getirebilir. O yüzden “Ne yapalım yaradılışı buydu! (kişilik bağlamında söylüyorum) cümlesi doğru bir cümle değil. Bunlar üzerine çalışacak aile zaten. Yani şimdi çocuk yetiştirme dediğimiz zor bir şey değil. Bez almaya, mama almaya paranız varsa, uyutacak yeriniz varsa 15 tane çocuk yetişir. Yetişmiş zamanında zaten biliyorsunuz, 20 tane de yetişmiş zamanında. Ama bu çocukların ruhsal özellikleri, kimlikleri dediğiniz an iş değişiyor orda, çok ciddi bir çaba gerekebilir. Öyle zor bir çocuk karşınıza çıkar ki sizi 10 sene uğraştırır. Buna razıysanız anne-baba olacaksınız zaten. Yoksa “Çocuğum az narsistik olsun, zekâsı şöyle olsun.” diyemiyorsunuz ki. O nedenle anne-babalık gerçekten çok fedakârlık isteyen zor bir şey. İşin fiziksel fedakârlığından şikâyet eder daha çok anne-babalar, “Dün gece uykusuz kaldım, şunu yaptım bunu yaptım.”. İşin manevi fedakârlığından pek söz etmezler ki o çok daha önemli bir fedakârlıktır aslında. Genç Öncüler: Hocam vaktinizi ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.
DENEME
GÖRENEDİR GÖRENE, KÖRE NEDİR KÖRE NE? FİRDEVS BÜŞRA KALUÇ
Güneş her gün doğuyor. Her sonbahar ağaçlar yapraklarını döküyor. Yağmur hep yağıyor. Rüzgar devamlı esiyor. Olağanüstü olaylar etrafımızda devamlı döndüğü için mi onları değersizleştiriyoruz? Allah çevremizi güzelliklerle donattığı için mi nankörleşiyoruz?
H
ayatımızda bazen sıkıntılı dönemler olur. Olaylar istediğimiz gibi gitmez. İnsanlar anlayışsız ve çekilmez olurlar. İşte böyle zamanlarda dönüp durduğumuz kısır döngüden birazcık sıyrılabilirsek, etrafımızda bambaşka bir dünya görürüz. Sonbahar yaprakları dökülüyor olabilir mesela. Ya da gökyüzü bembeyaz bulutlarla kaplanmıştır. Geceyse dolunay parlıyor olabilir. İlkbaharsa çiçekler tomurcuklarını patlatıyor olabilir. Her ne ise gördüğümüz, bizim işlerimize inat, onların düzenli ve huzurludur işleri. Güneş her gün doğuyor. Her sonbahar ağaçlar yapraklarını döküyor. Yağmur hep
yağıyor. Rüzgar devamlı esiyor. Olağanüstü olaylar etrafımızda devamlı döndüğü için mi onları değersizleştiriyoruz? Allah çevremizi güzelliklerle donattığı için mi nankörleşiyoruz? Güneş her gün doğmak zorunda olduğu için doğmuyor. Rüzgar her gün esmek zorunda olduğu için esmiyor. Etrafımızdaki her şey “Bana bak Yaratanımı gör” diyor. Günlük hayatın hengamesinde bu sesleri duyuyor muyuz? Yağmurun yağdığı bir gün “Kötü hava şartları” mı etkindir? Allah’ın rahmetini hangi kelimelerle ifade ediyoruz? Her yağmur tanesinin jet hızıyla yere düşmesi gerekiyor. Ama olağanüstü yaratılışıyla bir çiçe-
ğin yaprağını bile incitmeden akıp gidiyor. Bunu bir- iki saniyeliğine de olsa düşünmek çok mu zor? Düşünmek ve şükretmek bu kadar mı zor? Etrafımızda son model bir telefonunu şaşkınlık ve hayranlıkla inceleyen pek çok insan var. Bakmaya doyamıyorlar. Ellerinden bırakamıyorlar. İçi ile işleri bitince dışına odaklanıyor, zihinlerine en ince ayrıntısını dahi kaydediyorlar. Bırakalım bu teknoloji yutmuş insanları. Siz en son ne zaman bir yaprağı elinize aldınız? Uzun uzun seyrine daldınız? Gönlünüze güzellikler saldınız? Allah’ın sanatını görmeye çalıştınız?
Kas›m‘11 • 23
Objektifime Takılanlar
Selvi BE Garip YPINAR çe kö yü
İN RTEKaki Ü G i Sezgpazarı’ndileri a Ad ındık işç f
24 • Kas›m ‘11
Betü Bir tr l ERDOĞ D en y olcul U uğun
dan…
K ÇBİLEre N U T e ka t Emr n bir Ahmeinglerinde n mit Filisti Kas›m‘11 • 25
DİNİ KAVRAMLAR
FISK - FASIK ŞEYMA NUR EKREN
F
u
ısk, Kur’an öncesi metinlerde, meyvenin filizlenmesi, kabuğundan çıkması, hayvanların, özellikle de farenin yuvasından çıkması anlamına gelir. Kur’an, bu kelimenin anlam çerçevesini genişleterek, insanların ve başka varlıkların emirden ve yoldan çıkması anlamında kullanmıştır. Doğru yoldan sapma, iyilik ve güzellikten çıkma, günaha batma, kötülüğe iyice dalma anlamlarına gelir. Büyük günahları işlemek veya küçük günahlarda devam etmek suretiyle Allah’a itaat etmekten çıkmaya fısk denir. Fısk işleyene, bu tür davranışları gerçekleştirene de fâsık denir. Fâsığın tanımı hakkında çeşitli tarifler bulunmakla birlikte, terim olarak ”haktan sapan, Allah’ın emirlerine itaatten ayrılan âsi mü’min veya kâfir”diye tanımlanabilir. Bazı ayetlerde yahudiler, hıristiyanlar, müşrikler ve münafıklardan söz edilirken çoğunun fâsık olduğu bildirilir (Meselâ, bkz. 2/Bakara, 99; 3/Âl-i İmran, 110; 5/ Mâide, 47, 59). Diğer bazı ayetlerde ise fısk ve füsuk mü’minlere nispet edilir (Bkz. 2/Bakara, 197, 282; 24/Nur, 4). Bu ayetlerde büyük günahların işlenmesinin, dinin emir ve yasaklarına aykırı davranılmasının kast edildiği görülür. Hadislerde ve sahabe sözlerinde de sıkça geçen fısk ve fâsık kelimeleri genelde bu son anlam-
26 • Kas›m ‘11
da kullanılmıştır.Yani genel kanı, fâsığın iman dairesi içinde olduğu merkezindedir. Yalnız, unutulmamalıdır ki fâsık olan mü’min, eksik imanlı, kâmil olmayan bir mü’mindir; böyle bir mü’mine dindar, müttakî, muhlis (ihlaslı) gibi sıfatlar verilemez. Fısk ile küfür arasında bir yakınlık vardır. Fıskı iki ana bölümde incelemek mümkündür: 1- İnançla İlgili Fısk Kur’an’da genişçe ele alınan fısk davranışlarının inançla, Allah ve peygamberlik kurumuyla ilgili olanı, Allah’a inançsızlık, Allah’ın ayetlerini yalanlama, Allah’ı unutma, nifak, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeme ve şeytanın Allah’ın emrinden çıkışı olarak sıralanabilir. 2- Dinî Emir ve Yasaklarda Gevşeklik ve İhmal Fıskın ikinci anlam alanı, yanlış tutum ve davranışlarda bulunmaktır. Fısk, ister az, isterse çok olsun, günah işlemek demektir. Ama genellikle, çok günah işlemek olarak bilinir. Fâsık kavramı, çoğunlukla dinî hükme bağlanan ve onu kabul eden ama bütün veya bir kısım hükümlerini ihlal eden kişi için kullanılır.
Fâsık, Kur’an’da iki yerde yalancı anlamında kullanılmıştır. Yalancının haberi, doğruluğu araştırılmadan kabul edilirse, olumsuz bazı sonuçlar doğurur: ”Ey iman edenler! Eğer fâsıklardan (yoldan çıkmışlardan) biri, size bir haber getirirse, onun iç yüzünü araştırın. Yoksa bilmeden (farkına varmadan) bir topluluğa fenalık edersiniz de sonar yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurât 6)
a) Yalan Haber Yaymak ve Yalancı Şahitlik: Fâsık, Kur’an’da iki yerde yalancı anlamında kullanılmıştır. Yalancının haberi, doğruluğu araştırılmadan kabul edilirse, olumsuz bazı sonuçlar doğurur: ”Ey iman edenler! Eğer fâsıklardan (yoldan çıkmışlardan) biri, size bir haber getirirse, onun iç yüzünü araştırın. Yoksa bilmeden (farkına varmadan) bir topluluğa fenalık edersiniz de sonar yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurât 6) Özellikle yazılı veya görüntülü medyanın haberleri bu ayetin gösterdiği doğrultuda değerlendirilmelidir. Özellikle İslam ve müslümanlar hakkındaki medyadaki haber ve ithamlara itibar edilmemeli, bu konularda medyanın ancak yanıldığı zaman yanlışlıkla doğru haber yaydıkları unutulmamalıdır. Müslümanların ellerinde olduğu medyanın çoğu haberlerinin de, ulusal ve uluslararası ajans kaynaklarından alındığı gerçeği göz ardı edilmemelidir. b) Allah Adı Anılmadan Kesilen Hayvanların Etini Yemek: Kur’an’da Allah adı anılmadan kesilen hayvanların etini yemek, fısk (günahkârca davranış) olarak nitelenir: ”Üzerine Allah’ın adı anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin. Bunu yapmak,
fısktır (Allah’ın yolundan çıkmaktır).” (6/En’âm, 121) c) Zulüm: İsrailoğulları, kendilerine bildirilen ilahî mesajı, başkasıyla değiştirdikleri için zulmetmişler ve böylece fısk işlemişler, yoldan çıkmışlardı: “.. Biz de zalimlere, fıskları / yoldan çıkmaları sebebiyle gökten azap indirdik.”(Bakara59) Yine, Cumartesi yasağına uymayan İsrailoğulları, Kur’an’da zâlim ve fâsık olarak adlandırılır (bkz. 7/A’râf, 165). d) Servetiyle Şımarma: Servet sahipleri (mütrefûn), ellerindeki güce güvenerek Allah’ın ermine karşı çıkabilir, sırt çevirerek günahkârca yaşamaya devam edebilir: “Bir ülkeyi helâk etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış elebaşılarına (iyilikleri) emrederiz; buna rağmen onlar orada kötülük işlerler. Böylece o ülke, helâke müstahak olur; biz de orayı darmadağın ederiz.”(17/İsrâ, 16) e) Çirkin Söz (Sebb): Müslümanların birbirleriyle konuşurken, birbirlerini ayıplamayıp, kötü lakaplarla çağırmayıp; birbirleriyle iyi hitap çerçevesinde geçinmeleri gerekir: “Ey iman edenler! Bir topluluk, ötekini
Kas›m‘11 • 27
alaya almasın, belki de onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kadınlar da başka kadınları alaya almasınlar, belki de onlar kendilerinden daha iyidirler. Birbirinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İman ettikten sonra yoldan çıkmış olmak/füsuk (çirkin söz ve davranış) ne kötü bir isimdir. Tevbe etmeyenler, işte onlar zâlimlerdir.”(49/Hucurât, 11)
Fısk DavranışlarınınSonucu a) Allah, Fâsıkları Hidayete Eriştirmez, Onlardan Râzı Olmaz: Fısk davranışlarından söz eden pek çok ayet, “Allah, fâsıkları hidayete (doğruya) eriştirmez” yargısıyla biter. “Allah’tan sakının, dinleyin. Allah fâsık kimseleri hidayete / doğruya eriştirmez.”(5/ Mâide, 108) Selef âlimleri: “İyiliğin sevabı, ondan sonra işlenen iyiliktir; kötülüğün cezası ise daha sonra işlenen kötülüktür” derler. İşleyene nisbetle günahlar, hastaya oranla hastalık gibidir. Direncini zayıflatır, bedeninde hastalık yapar ve mikropların girebileceği gedikleri açar veya zaten var olan hastalık ve mikrobu daha da güçlendirir. Taviz tavizi, günah da günahı doğurur. Şeytan, haramlara kapı açan birini buldu mu, o kapıdan kolay kolay ayrılmaz. Midenin doyması söz konusu olduğu halde, nefsin doyması söz konusu değildir; nefsin midesi yoktur. Nice kötü alışkanlık ve günahın başlangıçta küçük bir düşünce veya önemsiz bir eylemle başladığı durumlar hiç de az değildir. b) Dünyevî Azap ve Helâk Fısk ve fâsıktan söz eden ayetlere siyak - sibaklarıyla (önceki ve sonraki ifadeler) birlikte
28 • Kas›m ‘11
bakıldığında, fâsık toplumun nasıl çöküş sürecine girdiği ve neden çöküşü hak ettiği aydınlığa kavuşur. Bu ayetlerde fâsık toplumda, tüm sosyal değer ve dinamiklerin ayaklar altına alındığı özellikle belirtilmektedir. Toplum bireylerinin Allah’a ve birbirlerine karşı sorumluluk ahlakına sahip olmamaları, ilişkilerinde çıkarı esas almaları, yalancı ve iftiracı olmaları, hak-hukuk gözetmemeleri, dünya hayatına, para, mal ve mülke düşkün olmaları, toplumda karışıklık çıkarmaları, bozgunculuk yapmaları vb. bütün olumsuzlukların iyice yaygınlaşması ve baştan ayağa bütün bir toplumu kuşatması, fâsıklık adını almaktadır. Bütün bu sayılan olumsuzlukları ve dolayısıyla fâsık toplumu Kur’an, şöyle özetlemektedir: “Fâsıklar, Allah’la yapılan ahdi (sözleşmeyi) kabulden sonra bozarlar. Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi ayırırlar. Yeryüzünde fesad (bozgunculuk) çıkarırlar. Hüsrâna, zarara uğrayanlar, işte onlardır.” (2/Bakara, 27) Bu ayette, fâsığın tam tanımı görülebilir. Fâsık, Allah’la olan ilişkilerini kesip ayıran, insanların arasını bozan ve toplumda karışıklık çıkaran kimsedir. Böyle insanların çoğalması ise, toplumda çözüntü ve çöküşü hızlandırır. “Görmediler mi ki, onlardan önce yeryüzünde size vermediğimiz bütün imkânları kendilerine verdiğimiz, gökten üzerlerine bol bol yağmurlar indirip evlerinin altından ırmaklar akıttığımız nice nesilleri helâk ettik. Biz onları, günahları sebebiyle helâk ettik ve onların ardından başka nesiller yarattık.” (6/En’âm, 6) Bu ayetten açıkça anlaşılmaktadır ki, helak olanları, Allah işledikleri günahları sebebiyle helak etmiştir. Bu haberde, sabit bir gerçeğin ve sürekli bir kuralın ifadesi vardır. Günahlar, sahibini
helake sürükler. Bu, günahlar yayıldıkça, toplumların boyun eğmek zorunda kaldıkları değişmez bir kanundur. Geçmiş ümmetlerde olduğu gibi, toplumlar ya Allah tarafından gelen bir musibetle helak olurlar, ya da günahın uçsuz bucaksız çöllerine dalarken helak olmayacağını zanneden toplumun büyük bir bölümünde geçerli olan yavaş ve doğal bir değişim ve çözülmeyle yok olup giderler. c) Uhrevî Azap ve Cehennem Fısk davranışlarına bulaşanların varacağı yer cehennemdir.“İman eden kimse, fâsık (yoldan çıkmış) kimseye benzer mi? Bunlar bir olmazlar. İman edip salih amel işleyenlere, yaptıklarına karşılık, varacakları cennet konakları vardır. Ama fâsık olanların (yoldan çıkmışların) varacağı yer ateştir. Oradan çıkmak isteyişlerinin her defasında geri çevrilirler ve onlara ‘yalanlayıp durduğunuz ateşin azabını tadın’ denir.”(32/ Secde, 18-20) Sonuç olarak, Fısk ve fâsıklık, son derece kötü ve tehlikeli bir durum olunca, insanlara düşen bu durumdan mümkün olduğu ölçüde kaçınmak, gerek diliyle ve
Müslümanların birbirleriyle konuşurken, birbirlerini ayıplamayıp, kötü lakaplarla çağırmayıp; birbirleriyle iyi hitap çerçevesinde geçinmeleri gerekir: “Ey iman edenler! Bir topluluk, ötekini alaya almasın, belki de onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kadınlar da başka kadınları alaya almasınlar, belki de onlar
gerekse fiiliyle mümkün olduğu ölçüde fısktan uzak durmaktır. Günahın büyüğünden olduğu gibi, küçüğünden de kaçınmalı, “bu küçüktür zarar vermez” diyerek onu işlemekte ısrar edilmemelidir. Zira, küçük günahta ısrar etmek de fıskın derecelerinden birisidir. Şurası unutulmamalıdır: Hiçbir küçük günah yoktur ki, küçük ve önemsiz görülüp devam edildiği müddetçe büyük günaha dönüşmesin. O yüzden İslam’ın gönüllerde ve coğrafyalarda hakim olması için her çeşit fısktan kaçınmak ve fâsıklara İslamî tavır alıp salih amellerle iç içe ve salihlerle beraber olmak şarttır.
kendilerinden daha iyidirler. Birbirinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İman ettikten sonra yoldan çıkmış olmak/füsuk (çirkin söz ve davranış) ne kötü bir isimdir. Tevbe etmeyenler, işte onlar zâlimlerdir.” (49/Hucurât, 11)
KAYNAKÇA • AhmetKalkan, İslam Akaidi: 309-310. AhmetKalkan, Kur’anKavramTefsiri • SadıkKılıç, Kur’an’daGünahKavramı, s. 332 vedevamı • İslâmAnsiklopedisi, T. D. V. Y. 12/203-204 • Yusuf Kerimoğlu, KelimelerKavramlar II/38 • Ali Ünal, Kur’an’daTemelKavramlar, s. 332
Kas›m‘11 • 29
DENEME
F
as’tan Endonezya’ya, Yemen’den Kafkasya’ya kadar İslam dünyası ya esaret altında, ya işbirlikçi yöneticiler tarafından yönetiliyor ya da fiili bir işgal altında. Son 50 yılın en karmaşık sürecinden geçen İslam dünyası, özellikle Arap ülkelerindeki halk ayaklanmasıyla beraber puslu bir vadide kendine yol arıyor. Sömürü ve zulümlerden bıkmış olan halkların ayaklanmasıyla başlayan isyanlar hız kesmeden büyüyor. Yaşamlarının kalan zamanlarında özgür olmak isteyen halkların mücadelesi çok şiddetli ve acı sonlarla devan etmekte. Kendi devletlerinin yöneticilerini devirmek adına her türlü yola başvuruyorlar. Hatta bu süreçte farkında olmadan “öz” düşmanlarından bile yardım isteyebiliyorlar. Oysa yağmurdan kaçıp doluya tutulmuş bir insanın durumuna düşüyorlar da, bunun farkında bile değiller.
30 • Kas›m ‘11
Şimdi ise konumuzu daha iyi kavramak adına İsyancıların ve NATO’nun arasında geçen kısa bir konuşmayı sizlere sunmak istiyorum. -İsyancılar: İmdat zulüm var! -NATO: Nerede? -İsyancılar: Irak, Afganistan, Pakistan, Tunus, Mısır, Filistin, Yemen, Çeçenistan ve daha sayamadıklarımız. -NATO: Petrol var mı oralarda? -İsyancılar: Zulüm var, işkence var? -NATO: Tamam bekleyin hemen geliyoruz. (Siz asıl zulmü yakında göreceksiniz.) İzzetli ve şahsiyetli bir gelecek için ayaklanan kitleler kendi geleceklerini Batılı güçlere teslim ediyorlar. Oysa nasıl bir bataklığa doğru gittiklerinin farkında değiller. Umarız ki bu yanlış gidişatı en kısa zaman da fark ederler. Şimdi gelin sözde can kurtarıcı ve barış(savaş) abidesi olarak ortaya çıkan NATO bakalım nerelerinin canını kurtarmış. Nerelere barış(sömürü)götürmüş…
2003 IRAK 11 Eylül saldırıları ve kitle imha silahları bahane edilerek 2003’te ABD tarafından işgal edildi. 17 günlük bir savaşın ardından Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin devrildi. Bir yıl sonra ise idam edildi. Ancak yapılan tüm aramalara rağmen kitle imha silahlarına rastlanamadı. Daha sonra açıklanan belgelerle aslında ABD’nin Irak’ta kitle imha silahları bulunmadığını zaten bildiği ortaya çıktı. İşgalin üzerinden 8 yıldan fazla bir süre geçmiş olmasına rağmen ABD askerleri Irak’ta kalmaya devam ediyor. Irak’ın tüm petrolü ABD denetiminde. Irak bölünmenin eşiğinde ve mezhep savaşları yaşanıyor. Açıklanan rakamlara göre 1,5 milyon insan öldürüldü, 2 milyon sakat var. 4 milyon insanın ise göç etmek zorunda kaldığı ifade ediliyor. Irak’ın durumunu şu örnek açılayıcı nitelikte olsa gerek; Karanlık bir tünel düşünün. İlk önce zorla içerisine koyuluyorsunuz. Bir zaman sonra içeriden biri elindeki el fenerini yakıyor ve etraf aydınlanıyor. Siz hemen onun yanına sığınıyorsunuz. Buradan ancak bu ışık sayesinde çıkarız diyorsunuz kendi kendinize. Oysa kaçırdığınız bir nokta var. Sizi oraya zorla koyanda, o ışığı yakanda. Aynı kişinin olmasıdır.
2001 AFGANİSTAN 2001’de 11 Eylül saldırıları bahane edilerek ABD tarafından işgal edildi. İşgalin üzerinden 10 yıl geçmesine rağmen ABD ve NATO güçleri hala çekilmediler. Sayıları yüz binleri bulan insan öldürüldü. Ülkede, ABD öncülüğündeki NATO katliamlarının yanı sıra kanlı bir iç savaş hüküm sürüyor. Dahası, her gün ortalama 5 sivil sadece NATO’nun yanlışlıkla vurduğunu iddia ettiği saldırılar sonucu öldürülüyorlar. Ülkede savaş ve sefalet günlük hayatın olağan bir parçası haline gelmiş durumda.
2011 LİBYA NATO tarafından işgal edilen bir ülke daha 42 yıllık Kaddafi iktidarı devrildi ancak NATO burada kalıcı olmanın yollarını arıyor. ABD’li emlak kralı Donald Trump “Libya petrolü bizim savaş ganimetimiz” diyerek Libya’daki asıl niyetlerini açıkladı. Libya’nın doğal kaynakları Batılı ülkeler arasında paylaştırılmaya hazırlanıyor. Son 6 ay içinde 25 bin kişi öldürüldü. NATO bombardımanı birçok bölgede hala devam ederken, Libya’nın Libyalılara bırakılmayacağı iddia ediliyor. Suriye ve İran NATO’nun bir sonraki hedefleri olarak gösteriliyor. Yazımı 16 Temmuz Gençlik hareketinin sloganlarıyla sonlandırmak istiyorum; -Emperyalistlerin çizdiği sınırlara değil, Ümmetin sınırlarına inanıyorum. -NATO Nerede, Zulüm orada… Kas›m‘11 • 31
İSLAM COĞRAFYASINDAN
El-Memleketü’l-Mağribiyye
FAS i
slam dünyasında Mağrib ülkelerinden el-Mağribü’l Aksa ve ya Ceziretü’l Mağrib, batı dünyasında atlas ülkelerinde Maroc(Morocco) isimleriyle tanınır. Bu gün resmi adı el-memleketü’lmağribiyye’dir. Kuzey Afrika’nın en kalabalık devletidir. Başşehri Rabat olan ülke isminin kendi dilindeki anlamı “ElMağrip” yani en batıdaki yer anlamına gelmekle birlikte arapçada akşam demektir. İngilizce ‘Morocco’ Fransızca ‘Maroc’ Farsça ‘Mirakeş’ tamamı ülkenin ortasında bulunan Marrakech(Marakeş) şehrinin isminden türemiştir. Türkçeye Fas olarak geçmesinin nedeni ise ülkede bulunan Féz şehrinde eskiden Osmanlı fesleri üretilirmiş, bu isim zamanla kalıplaşıp Fas ismini almıştır. 1987’de Avrupa Topluluğu’na girmek için başvuran Fas Afrika’nın kuzey batısında, Atlas Okyanusu, Akdeniz, Atlas Dağları ve güneyinde Batı Sahra ile çevrili, Cebel-i Tarık boğazına hâkim stratejik bir konuma sahiptir. Fas, 1912–56 yılları arasında Fransız ve İspanyol himayesinde kalmış, 1956’da tekrar bağımsızlığına kavuşmuş, zamanla Anayasaya dayalı meşruti bir krallık hüviyetine bürünmüştür. Halen Kral’ın geniş yetkilerle donatıldığı meşruti ve iki meclisli (Temsilciler Meclisi ve Danışmanlar
32 • Kas›m ‘11
BETÜL BABACAN
Meclisi) parlamenter bir monarşi rejimiyle idare edilmektedir. Ayrıca Fas, Afrika kıtasında bulunup, Afrika Birliği’ne üye olmayan tek ülkedir. Afrika Birliğine üye olmamasının nedeni Batı Sahra sorunudur. Fas hükümeti, Batı Sahra’nın tümünün Fas’a ait olduğunu iddia etmekte, BM ve Afrika Birliği bunu kabul etmemektedir. Bulunduğu coğrafyanın yanı sıra, nüfus yapısının da etkisiyle Fas, dahil edilebileceği bütün ülke gruplarının diğer üyelerinden farklı bir kültür ve yaşam tarzına sahiptir. 29,8 milyon olan Fas nüfusunun % 59’unu Ortadoğu’dan gelmiş Araplar, % 40’ını ise bölgeye daha önce yerleşmiş Berberiler teşkil etmektedir. Faslılar hem diğer Afrikalılardan, hem de Arap’lardan ayrı bir ulusal benlik bilinci taşımaktadır. Ülkelerini hem bir Arap hem de bir Afrika ülkesi olarak algılayan Faslılar, kendilerini de “Arabo-Berber” olarak nitelemektedir. İslam’ın Sünni-Maliki mezhebinden olan Faslılarda diğer Araplarla ortak olan bir husus da şüphesiz dindir. Kendi kimlik tanımlarıyla birlikte bu etnik/ dini yapı, Fas’ın, Afrika kıtasının yanı sıra Arap dünyasıyla da yakın ilişkiler içine girmesi sonucunu doğurmuştur.
Bulunduğu coğrafyanın yanı sıra, nüfus yapısının da etkisiyle Fas, dahil edilebileceği bütün ülke gruplarının diğer üyelerinden farklı bir kültür ve yaşam tarzına sahiptir. 29,8 milyon olan Fas nüfusunun % 59’unu Ortadoğu’dan gelmiş Araplar, % 40’ını ise bölgeye daha önce yerleşmiş Berberiler teşkil etmektedir. Faslılar hem diğer Afrikalılardan, hem de Arap’lardan ayrı bir ulusal benlik bilinci taşımaktadır. Ülkelerini hem bir Arap hem de bir Afrika ülkesi olarak algılayan Faslılar, kendilerini de “Arabo-Berber” olarak nitelemektedir.
Tarih 1. İslâm Öncesi Dönem Fas’ın ilk sakinleri hakkında elde çok fazla bilgi bulunmamaktadır. Milattan önce 3. Binyılın sonlarında doğudan (muhtemelen Yemen, Mısır ve Kuzey Afrika’nın diğer yerlerinden) buraya bazı kabileler gelerek yerli halkla karışmışlardır. Fas’ta yaşayan Berberi topluluğu Masmude, Zenate ve Sanhace adlı üç büyük kabileden oluşmaktaydı. Bu insanlar avcılık ve ziraat yapmaktaydılar. İlerleyen dönemlerde Fenikelilerin Fas sahillerinde görünmesiyle yavaş yavaş ticari hayata da alıştılar. Fas sahillerinde önceleri iskele vazifesi gören, sonra bir ticaret merkezi haline gelen koloniler kurdular. Bu koloniler o dönemde önemli bir güç olan Kartacalıların eline geçti. Daha sonra Fas topraklarında üç Berberi Krallığı kuruldu ve bunlar da Kartacalılar ile dayanışma halindeydiler. Fakat Kartaca ve Roma arasında çıkan Pön Savaşlarının ikincisinde Berberi Krallıklar saf değiştirdi ve Kartacalıların yenilmesine sebep oldular. Bu tarihten sonra yaklaşık dört asır süren Roma hâkimiyeti başladı. 430 yılında Vizigotlar tarafından İspanya’dan çıkarılan Vandallar Romalı bir komutanla birlikte Fas’taki Roma hâkimiyetine
son verdiler fakat Vandalların kurduğu hâkimiyet de çok kısa sürdü ve Berberi toplulukları kendi hallerine bıraktılar. Bu süreçten İslami döneme girene dek geçen zamanda Fas’ın kuzeyi bir süre Bizans kontrolüne girdi. 100 yıl kadar bir süre sonra bu da sona erdi. Roma ve Bizans etkisine rağmen Fas’ta Hıristiyanlığın başarısı sınırlı kalmış ve Berberilerin çoğu İslâm’a girene kadar tabiat unsurlarına inanmışlardır. 2. İslâmi Dönem Bu topraklara ilk olarak 686 yılında Ukbe b. Nafi (r.a.) komutasındaki İslâm orduları gelmişlerdir. Ukbe b. Nafi (r.a.) Mağrib’in bir kısmını fethetti ve burada hilafete bağlı İfrikiyye eyaleti oluşturuldu. Mağrib’in kalan kısmı 688’de bölgeye gelen Hassan b. Nu’man ve 712’de bölgeye gelen Musa b. Nusayr zamanında fethedilmiştir. Musa b. Nusayr’in kumandanlarından olan Tarık b. Ziyad, Cebelitarık boğazını geçerek bugünkü İspanya topraklarına girmiş ve Endülüs İslâm devletinin temelleri bu şekilde atılmıştır. Cebelitarık (Tarık Dağı) Boğazı’na bu adın verilmesi de Tarık b. Ziyad’a nispetledir. Mağrib toprakları İslâm ordularınca fethedildikten sonra 770’lere kadar hilafete bağlı kal-
Kas›m‘11 • 33
dı. 770’lerVattasiler den sonra 1470 - 1550), yine önemli Sa’di Şerifbir kısmı hilaleri (1509 fete bağlı kal- 1660), Fimakla birliklali Şerifleri te bağımsız (1640’tan bazı küçük itibaren) MuMüslüman vahhidlerin devletleri de dağılmasınkurulmaya başlandı. Bunların dan sonra bölgede hâkimiyet Sultan IV. Muhammed başta gelenleri ve hüküm sürsürmüş olan yönetimlerdir. Bunde Fransızlara karşı tadükleri yıllar şöyledir: Rüstemilardan Meriniler, Muvahhidler ler (776 - 908), Midrariler (772 dağılmadan önce kurulmuştu ve vır alarak bağımsızlık - 977), İdrisiler (789 - 974), ZiFas’ın az bir bölümü üzerinde hümücadelesinin yanında riler (972 - 1148). Bunlardan küm sürüyorlardı. Merinilerle Muyer alma gereği duydu. bazılarının hâkimiyet alanları vahhidler arasında bir çekişme Bunun üzerine Fransızbugünkü Fas sınırlarının dışında de olmuştur. Ancak Muvvahhidlar, 20 Ağustos 1953’te kalan bazı toprakları da kapsılerin son zamanlarına doğru orIV. Muhammed’i sürgüne yordu. Tarihte Mağrib üzerinde taya çıkan iç kavgalar Merinilerin göndererek yerine amkurulmuş olan en önemli İslâm işine yaradı ve onların dağılmalacası Muhammed’i tahta devleti Murabıtlar devletidir. rından sonra da topraklarının bir geçirdiler. Ancak halk 1056’da kurulan Murabıtlar, zakısmını ele geçirdiler. Vattasilerin manla bütün Kuzey Afrika’yı ve hüküm sürdükleri dönemde PorFransızların tayin etEndülüs’ü içine alan 6 milyon tekizli ve İspanyalı sömürgeciler tiği kralı benimsemedi km2’lik geniş bir bölge üzerinde Fas topraklarına saldırılar düzenve Fransızlar 17 Kasım hâkimiyet kurmuş ve buralarlediler. Bu saldırılar sonunda Por1955’te IV. Muhammed’i daki dağınıklığa son vererek bir tekizliler Fas’ın Atlas Okyanusu Fas’a geri getirerek yebirlik ve merkezi otorite oluşturkıyılarını ele geçirdiler. Sa’di Şeniden tahta geçirdiler. muşlardır. Murabıtlar’ın merkezi rifleri Portekizli işgalcilere karşı Sonuçta 2 Mart 1956’da bugün Fas sınırları içinde kalan mücadele ettiler ve 1578’de gerFransız işgalciler Fas’tan Marakeş’ti. İslâm’ın Kuzeybatı çekleştirilen Vadiyyu’l-Mehazin çekilerek bu ülkenin bave Batı Afrika ülkelerine yayılsavaşı sonrasında işgal altındağımsızlığını tanımak zomasında Murabıtlar’ın önemli ki toprakları geri aldılar. Filali etkinliği olmuştur. Murabıtlar’ın Şerifleri yönetimi daha Sa’di runda kaldılar. ilk sultanları Ebu Bekr b. Ömer elŞerifleri’nin Fas’ın bir bölümü Lamtuni’dir. Ondan sonra ünlü cihangir Yusuf b. üzerindeki hâkimiyetleri devam ederken kurulTaşfin bu devletin başına geçmiştir. Devletin sınır- muştur. Filaliler’le Sa’diler arasındaki mücadeleyi larının genişlemesinde, Kuzey Afrika Müslümanları sonuçta Filaliler kazandılar ve 1660’ta Sa’dilerin arasında birliğin sağlanmasında Yusuf b. Taşfin’in hâkimiyetine tamamen son vererek bütün Fas önemli rolü olmuştur. Murabıtlar 1147 yılına ka- topraklarını ele geçirdiler. Bugün Fas’ta yönetimi dar ayakta kalabildiler. Bu tarihten sonra Muvah- elinde tutan kraliyet ailesi bu Filali sülalesinden hidlerin hâkimiyeti altına girdiler. Muvahhidlerin gelmektedir. 1830’da Cezayir’i işgal eden Fransız hâkimiyeti de 1269’a kadar sürdü. Muvahhidlerin sömürgeciler Fas topraklarını da işgal edebilmek dağılmasından sonra bölgeye yine küçük devlet- için çeşitli girişimlerde bulundular. Ancak bazı çıler, emirlikler hâkim oldu. Meriniler (1197 - 1550), karları dolayısıyla Alman sömürgeciler buna engel 34 • Kas›m ‘11
oldular. Buna rağmen Fransızlar 30 Mart 1912’de imzalanan Fas anlaşmasına dayanarak Fas topraklarını işgal ettiler. Öte yandan İspanya da Fas üzerinde hak iddia etti ve 27 Kasım 1912’de ülkenin kuzeyde Akdeniz kıyısındaki kesimini işgal etti. Fransız işgali sırasında Fas’ın kralı Filali sülalesinden Sultan Abdülhafız’dı. İşgalci Fransızlar 7 Ekim 1912 tarihinde onu krallıktan uzaklaştırarak yerine yine Filali sülalesinden Ebu’l-Mehasin Yusuf’u geçirdiler. Ancak asıl yönetim Fransızların tayin ettiği genel valinin elindeydi. Kral da ona bağlı olarak çalışmak zorundaydı. Fransızlar Fas Müslümanlarının birlik ve bütünlüğünü bozmak amacıyla bazı Berberi kabilelerini diğer Müslümanlardan ayırarak onlara kısmi özerklik verdiler. Bir yandan da Berberiler arasında propaganda yaparak onları İslâm öncesi geleneklerine döndürmeye ve bu yolla İslâm’dan uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. 27 Ocak 1927’de Ebu’l-Mehasin Yusuf’un vefatı üzerine yerine oğlu IV. Muhammed geçti. 1940’lardan sonra Fas’ta bağımsızlık hareketi güç kazanmaya başladı. Bağımsızlık mücadelesine öncülük etmek amacıyla kurulan İstiklal Partisi 1944’te işgalcilerden ülkelerini terk etmelerini ve Fas’a bağımsızlık vermelerini istediler. Fransız işgalcilerin bu isteğe cevabı İstiklal Partisi’nin ileri gelenlerini tutuklamak oldu. Ancak bu olaydan sonra halkın bağımsızlık mücadelesine desteği arttı. Sultan IV. Muhammed de Fransızlara karşı tavır alarak bağımsızlık mücadelesinin yanında yer alma gere-
ği duydu. Bunun üzerine Fransızlar, 20 Ağustos 1953’te IV. Muhammed’i sürgüne göndererek yerine amcası Muhammed’i tahta geçirdiler. Ancak halk Fransızların tayin ettiği kralı benimsemedi ve Fransızlar 17 Kasım 1955’te IV. Muhammed’i Fas’a geri getirerek yeniden tahta geçirdiler. Sonuçta 2 Mart 1956’da Fransız işgalciler Fas’tan çekilerek bu ülkenin bağımsızlığını tanımak zorunda kaldılar. 29 Ekim 1956’da İspanyollar kuzeyde işgal altında tuttukları bölgelerin bir bölümünden çekildiler. İspanyollar Fas’ın bazı şehirlerini hâlâ işgal altında tutmaktadırlar. Fransızların çekilmesinden sonra Sultan IV. Muhammed ülke yönetimiyle ilgili yetkileri ele aldı. Onun yönetimi 26 Şubat 1961’e kadar sürmüştür. Bu tarihte onun vefat etmesi üzerine yerine oğlu II. Hasan geçti. II. Hasan hem Batı’yla hem de İsrail işgal devletiyle yakın ilişki içinde olan biriydi. Kendisine yakıştırdığı “emiru’l-mü’minin” sıfatını değişik şekillerde istismar ediyordu. Örneğin birileri Fas’ta Allah’ın kanunlarının uygulanması için siyasi ve kültürel çalışma başlattığında: “Ben mü’minlerin emiriyim. Dolayısıyla Allah’ın kanunlarını uygulama yetki ve yükümlülüğü bendedir. Siz kim oluyorsunuz?” diyerek onları tasfiye etmeye çalışıyordu. Bunu diyordu ama: “Madem Allah’ın kanunlarını uygulama yetki ve yükümlülüğü sendedir, öyleyse bu yükümlülüğünü her türlü hileden ve nifaktan uzak bir şekilde yerine getir” diyenleri de hapislerde süründürüyordu. Örneğin Fas’ta hayli etkili
Kas›m‘11 • 35
dan Kral II. Hasan siyonist işgal devletini sadece insan potansiyeli yönünden desteklemekle kalmamış aynı zamanda dolaylı bir şekilde Filistinlilere zulmetmiştir. Kral II. Hasan’ın 22 Temmuz 1999’da vefat etmesi üzerine yerine oğlu Sidi Muhammed (VI. Muhammed) geçti.
olan Adalet ve İhsan Cemaati’nin lideri Abdüsselam Yasin’i “Ya İslâm ya da Tufan” başlıklı bir açık mektup yazdığından dolayı “delirmekle” itham ederek hapse attırmıştı. Oysa mektup krala sadece görevini yani kendisinin “bu benim görevimdir” derken kastettiği şeyi hatırlatıyordu. II. Hasan yönetimi altındaki yahudi azınlığa ve İsrail’e özel bir muhabbet duyarken İslam Konferansı Örgütü’nün Kudüs Komitesi’ne başkanlık ediyordu. İsrail’i insan gücü yönünden en çok besleyen ülke Fas’tır. Çünkü İsrail kurulduktan ve Filistinli Müslümanların toprakları siyonistler tarafından işgal edildikten sonra bu topraklara en fazla yahudi göçü Fas’tan oldu. Çeşitli kaynaklarda Fas’tan Filistin topraklarına 600 binden fazla yahudinin göç ettiği ifade edilmektedir. Bu konunun basite alınmaması gerekir. Çünkü İsrail’in kuruluş amacı zaten dünyanın değişik yörelerine dağılmış olan yani onların deyimleriyle diaspora hayatı yaşayan yahudileri belli bir bölge üzerinde toplamaktı. Hem bu amacın gerçekleşmesi hem de İsrail’in insan potansiyeli yönünden desteklenmesi için yahudi göçü büyük önem taşıyor. Yahudi göçü Filistinlilere ise tam tersi bir şekilde etki yapmaktadır. Çünkü göç eden her yeni yahudi için yerleşim birimi inşası, toprak temini, iş imkanı sağlanması ve müreffeh hayat imkanlarının bahşedilmesi gerekiyor. Bu ise Filistinli Müslümanların topraklarının gasp edilmesiyle, iş imkanlarının ve diğer dünyevi imkanlarının ellerinden alınmasıyla oluyor. Bu açı36 • Kas›m ‘11
3. İç ve Dış Sorunlar Fas’ın Sebte ve Melilla şehirleri sömürge döneminden beri İspanya işgali altında. İspanya bu iki şehri haksız bir şekilde ve bütün tarihi gerçekleri inkâr ederek işgal altında tutuyor. ABD yönetimi ise Sebte ve Melilla sorununda İspanya’nın politikasını desteklediğini ve bu şehirlerin İspanya’nın elinden alınmasına çalışılması halinde bu ülkenin yanında yer alacağını açıkladı. Fas’ın çok büyük bir sorunudur Sebte ve Melilla sorunu. Bu iki şehir halkının büyük çoğunluğu Müslüman’dır. Turistik olmaları ve ülke ekonomisine önemli oranda turizm girdisi sağlamalarından dolayı bu iki şehri işgal altında tutmakta ısrarcı İspanya, Sebte ve Melilla Müslümanlarına vatandaşlık hakkı bile vermiyor. Yani oralı Müslümanlar oy kullanma hakkına dahi sahip değiller. İspanya yönetimi bu şehirlerdeki Müslümanları azınlık durumuna düşürebilmek için buralara sürekli İspanyol vatandaşları yerleştirmeye çalışıyor. Melilla’da İspanyollar için özel bir yerleşim birimi inşa edildi ve Müslümanların buraya yerleşmeleri yasaklandı. Fas yönetimi haliyle İspanya’nın işgale son vererek buraları kendine bırakmasını talep ediyor. Ancak ekonomik endişeler bu konuda pek etkili bir politika da izlenmesini engelliyor. Bu iki şehrin işgaliyle ilgili olarak Fransa ile sürekli iyi ilişkilerini sürdürerek bu ülkeyle İspanya arasında ihtilaf mevzuu olan Bask meselesinden yararlanmaya çalışıyor Fas. Bu politika merhum Kral II. Hassan’dan beri süregelse de halen gelişme sağlanmış değil. Fas’ın en önemli iç sorunu Batı Sahra sorunu. Batı Sahra halkı, Sahravi diye adlandırılan Sahra Berberileri oluşur. Batı Sahra meselesi sömürgeci güçlerin mirasıdır ve bu güçler Batı Sahra’nın zengin fosfat rezervlerine sahip olması dolayısıyla bu bölgeye özel önem vermektedirler. İspanyolların ve Fransızların Batı Sahra’yı işgal altında tuttukları dö-
nemde bu güçlere karşı bağımkurulmasıyla sonuçlanacak “özel Fas’ın en önemli iç sosızlık savaşı vermek üzere kurubir ilişki kurmayı” önerdi. Sonuç runu Batı Sahra sorunu. lan Polisario Cephesi (Batı Sahra olarak fiili olarak kabul edilse Batı Sahra halkı, Sahravi Halk Kurtuluş Cephesi), Fas’ın ve de Batı Sahra resmen Fas’a ait. Moritanya’nın bağımsız olmasınFas’ın diğer bir iç sorunu ise diye adlandırılan Sahra dan sonra yön değiştirerek Batı Berberi (Yunanca: Arap olmaBerberileri oluşur. Batı Sahra’da bağımsız bir devlet kuryan)sorunudur. Fransa her söSahra meselesi sömürmak amacıyla bu iki ülkeye karşı mürgesinde yaptığı üzere etnik geci güçlerin mirasıdır ve gerilla savaşı başlattı. Batı Sahra milliyetçiliği işler ve Berberilerin bu güçler Batı Sahra’nın denen bölgenin bir yanı okyanus, Araplar tarafından sömürüldüğü zengin fosfat rezervlerine bir yanı kum. Sahravi’ler Arapça fikrini yayar. Fas’ı işgal ettikten sahip olması dolayısıyve İspanyolca konuşuyor, nüfussonra ülkenin halkını Araplar ve la bu bölgeye özel önem ları 200 bin civarı. Fas’a göre bu Berberiler olarak ayırdılar ve bu vermektedirler. İspançöl parçası kendi ülkelerinin doiki halkı birbirine düşman etmek yolların ve Fransızların ğal bir parçası. Cezayir ise kendi için uğraşmışlardır. Farklı iddialar toprağının bir uzantısı olarak göile halkları provoke etmişlerdir; Batı Sahra’yı işgal alrüyor bu bölgeyi ve Polisario’yu “berberiler tarih boyunca Araptında tuttukları dönemdestekliyor. Polisario esir alıyor, lar tarafından mağdur edildiler, de bu güçlere karşı baFas ise kaybediyor ya da doğrukendi kimliklerinden uzaklaştığımsızlık savaşı vermek dan öldürüyor, özellikle II. Hasrıldılar” ve bu iddia sonucu Berüzere kurulan Polisario san döneminde. Bugün Kral VI. berileri İslâm öncesi hayatlarına Cephesi (Batı Sahra Halk Muhammed babası zamanında geri döndürmeye çalıştılar. Aynı Kurtuluş Cephesi), Fas’ın kaybolan yüzlerce kişinin ailesidoğrultuda Berberi bölgelerini ve Moritanya’nın bane tazminat ödüyor, uluslararası diğer bölgelerden ayırdılar ve bu ğımsız olmasından sonmahkemelerde hesap veriyor. bölgelere kısmi özerklik verdiler. ra yön değiştirerek Batı Bugün Fransa ve İspanya basta Kendi ajanları ile Berberi kavmiolmak üzere bazı Batılı ülkeler yetçiliği akımı yarattılar. Aslına Sahra’da bağımsız bir tarafından desteklenen Polisabakınca Berberi halkın çoğunludevlet kurmak amacıyla rio Cephesi, Batı Sahra’nın bazı ğu Müslüman kimliklerine sahip bu iki ülkeye karşı gerilla bölgelerini hâkimiyetine almıştır. çıkar ve bu ithal akımı desteklesavaşı başlattı. Ancak 1993 yılında cephe gerilmez. Ancak Fransız kültürü allalarından ve komutanlarından mış, Fransız etkisinde bazı Berbazılarının hükümet tarafına geçmesi üzerine ele beriler hâlâ bu kavmiyetçilik akımını ayakta tutma geçirmiş olduğu toprakların önemli bir kısmını kay- çabasındadırlar. betti. Fas hükümeti, Batı Sahra için bir özerklik plaKaynaklar nı hazırladı ve bölgenin bağımsızlığı için mücadele • T.C. Dışişleri Bakanlığı Türkiye-Fas Siyasi İlişkileri(http://www. eden Polisario Cephesi ile müzakere etmek istiyor. mfa.gov.tr/turkiye-fas_siyasi-iliskileri.tr.mfa) Bu özerklik planı, Batı Sahra’da bir bölgesel hü- • TDV İslam Ansiklopedisi, Fas, 12/184-202 • Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, Mağrib kümet kurulmasını, ancak savunma, dış politika, Ülkeleri Üzerinde İslam’ın ve Türklerin İdari ve Hukuki Tesirleri, Prof. Dr. Halil CİN, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergigümrük ve ticaret gibi konuların merkezi devletin ler/19/834/10543.pdf, (21.09.2011) kontrolünde kalmasını öngörüyor. Plana göre Batı • Meydan Larousse Ansiklopedisi, Fas Sahra; Fas bayrağını, parasını ve pullarını kullan- • http://www.davetci.com/d_ulke/isl_ulke_fas.htm mayı sürdürecek ve Fas Kralı VI. Muhammed’i ül- • http://www.milligazete.com.tr/haber/bizim-yerimiz-onlarinyani-136584.htm, (21.09.2011) kenin en yüksek dini otoritesi olarak kabul edecek. • http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYaz ar&ArticleID=723553, (21.09.2011) Polisario ise bağımsızlık referandumunun yapılmasını istedi ve Fas ile bağımsız bir Sahravi devletinin Kas›m‘11 • 37
HİKAYE
BENİM ŞEHRİM MELTEM GÜLEÇ
……… Bu düşüncelerle oturduğum yerde kabuğuma çekilmek üzereyken, yanıma öncekinden farklı bir amcanın oturmasıyla dağılıveriyor düşüncelerim yeniden. 50lilerinde, kır saçlı, uzunca boylu, sivri burunlu ve mavi gözlü. En çok mavi gözlerini seviyorum ilk görüşte. —Selamünaleyküm delikanlı. —Aleykümselâm. —Buradan sonra sana ben yoldaşlık edeceğim, diyor gülümseyerek. “Öyle fazlaca bir yolumuz da kalmadı ya gerçi.” İnsanın içini ısıtan bir heyecan seziliyor sanki konuşmasında, mimiklerinde. Bakışlarıyla mutluluk saçmak ister gibi de bir hali var. Tekrar başlıyor: —En fazla iki saat bir şey kaldı İstanbul’a. İlk gidişin mi, bakalım? —Evet, ilk…
38 • Kas›m ‘11
Yarım bırakıyorum cümlemi. Evet, ilk defa gidiyorum İstanbul’a. Evimden ilk uzun süreli ayrılığım bu. Bu kadar düşünceli bir yolculuk dahi bir ilk ömrümde. Kendi başıma attığım ilk adımlar bunlar, ilk yalpalamalarım. Ne çok ilki saklıyor aslında bu yarım cümlem, sonundaki üç nokta mahiyetindeki sessizliğimde. Ama aldırmıyor amca buna, devam ediyor pür neşe: —Gezmeye mi? —Hayır, çalışmaya. —Uzun kalacaksın yani. Gurbetçisin. Amcanın neşeli sesinde bile bir burukluk mu seziliyor ‘gurbetçi’ derken? Yoksa bana mı öyle geldi? —Ben de senin yaşlarındaydım, bu koca şehre geldiğimde. Onun ne kadar büyük olduğunu anladıkça, ben içinde küçülüyormuşum gibi hissederdim. Şimdi bakma, memleketim oldu. Çabuk alışıyor insan be. Tasalanma sen de.
—Öyle mi?! diyorum şaşkınlıkla. Böyle bir ihtimale hayalimde bile yer vermemişim demek. —Ee, doğduğun yer değil, doyduğun yer diye boşuna söylememişler. Gülümsemeye zorluyorum kendimi. İhtimaller kafamı karıştırıyor, bulanıklık midemi bulandırıyor. Amca hissediyor bendeki bu hali belki de, neşeli sesi duyuluyor yine: —Gurbet diye gönderirler seni. Anan ardından ağlar, kardeşlerin gözünde tüter. Baban, emin ol, senden çok tasalanır. Ama sen adam olduktan sonra gerisi mesele değil, evlat. Telaşa hiç lüzum yok. “Evlat” diye seslenince bana, amcaya içim bir daha ısınıyor. Düşündüklerim, endişelerim dalgalandırıyor yine de denizimi. Ve ben, o denizdeki çaresiz gemi, sığınacak bir liman aramadan edemiyorum. —İstanbul’un iki yüzü var, oğlum. Adamına göre gösterir kendini. Sen iyi ol, pis tarafına bulaşma yeter ki. —Doğrudur amca. Ama kafa kurcalıyor yine de. Ne bileyim... Korkar gibi oluyor insan yani. Bütün yol boyunca aklımdan geçenleri, bir küçük itirafa sığdırmaya çalışırken buluyorum kendimi. İtiraf etmeyi kendime konduramadığım halde hem de, bulduğu ilk çatlaktan akıyor sanki tekrar tekrar düşünülmekten artık rengi solmuş cümlelerim. Cevap gecikmiyor tabi ki, lakin bu kez ciddileşmiş bir sesle dönüyor geri: —Neden korkacaksın ki? Gurbetten mi? İnsan, mütemadiyen gurbette değil mi evladım? Hep doğduğun yerde kalsan da bunun adı gurbet değil mi? Sen diretip gitmesen de hiçbir yere, ölüm alıp götürmez mi seni? Sılaya hem de. Sıla, sevdiklerinin yanı madem, biz tüm sevdiklerimizle orada buluşmayacak mıyız? Orada, bu dünyanın bittiği yerde… Hepimizin varacağı yer bir yani, yollarımız değişmiş, ne çıkar? Sonra tekrar değişiyor yüz ifadesi, bir gülümseme oturuyor dudaklarına yine, şen şakrak devam ediyor:
—Gençken düşünmez tabi insan bunları. Biz hiç genç olmadık mı sanki? Küçüklüğümden beri hep duyduğum sözleri söyledi aslında. Büyüklerimin, sohbet konusunun derinleştiği yerde meseleyi bağladıkları noktaydı bu. “Yalan Dünya’’. Ama şimdi farklı bakıyorum, yeni bir mana bulur gibi tekrar keşfediyorum bu cümleleri. Ve bunun büyüsüyle düşünceye dalıyorum, uykuya dalar gibi. Tatlı bir rüyadaymışım misali huzur kaplıyor bu sefer. Dakikalar geçiyor fark ettirmeden. Önümdeki annemin hayali, İstanbul’a gizlediğim sevinçlerim, mola yerindeki masama oturan kadın. Utku. O da yirmisine geldiğinde mi fark eder bunları? Ya annesi? Devamlı gurbetini hiç bu yönden düşünmüş müdür ki? İnsan ne garip şey aslında, düşündükçe açılan bir umman sanki. Zaman ne garip, bazen hiç bitmez gibi. Bazense hiç durmaz durduğu yerde, yaramaz bir çocuk misali. Dakikalar geçiyor fark ettirmeden. Sessizlik rahatsız etmekten uzak şimdi, hatta bozulmasıyla ancak ayırdımına varabiliyorum sükûnetin. Sükûneti dağıtan tabi ki yanımdaki amcanın meltem gibi yumuşak, şen sesi: —Kalk bakalım, evlat, geldik İstanbul’a. Geldik mi?! Otogara girmiş bile otobüsüm. Başlıyor demek ‘bundan sonraki hayatım’. Hem de hemen, şimdi! —Bana müsaade artık, diyor bey amca. Bekliyorlardır şimdi bizimkiler terminalin bir köşesinde. Hava da soğuk, torun torba üşümesin, acele edeyim ben. Haydi, Allah’a emanet olasın sen de. —Siz de, amcacığım, diyorum bu sefer içimden kopup gelen bir gülümsemeyle. ‘‘Teşekkür ederim, her şey için.’’ Bir şey söylemiyor bu kez, ama hareketlerinden okunuyor memleketine kavuşma coşkusu, çocuk sevinci var üzerinde. Ben de bir gün ‘memleketim’ der miyim ki bu şehre?
Kas›m‘11 • 39
HİKAYE Amcadan sonra, toparlanıp ben de yavaş yavaş iniyorum merdivenlerden. Sabahın ilk saatleri… Otobüsüme ‘elveda’ şimdi. Yeni şehrime dönüyor yüzüm. İçime çektiğim ilk nefes yakar gibi ciğerlerimi. Rüzgârda annemin kokusu mu var sanki? Özlem soluyorum belki de şimdiden. Eğer öyleyse bile, hiç garip olmaz bu. Ne de olsa içimi burkan ayrılığın meyvesi bu an. Sahi, hiç ayrılmasam, hiç gelemezdim, hiç kavuşamazdım İstanbul’a, değil mi? Oysa koca şehir bana kucak açmış gibi sanki, otogarı dolduran kalabalığın yüzlerce parçasından biri olsam da sadece. Nankörlük etmek istemem. Bavulumu alıp kalabalıktan sıyrıldığımda, otogarın çıkışında yine İstanbul’u bekler buluyo-
40 • Kas›m ‘11
rum. Dört bir yanımı sarmış gibi sevdiğim. Kalbimden geçenler mi daha karışık, aklımdan geçenler mi, kestiremeyecek kadar şaşkınım. Şöyle bir alıcı gözüyle bakıyorum, ilk defa. İstanbul’la göz göze geliyorum o anda. Yanılmışım. İstanbul, sadece mavi değil, İstanbul tıpkı bir gökkuşağı gibi… Söyleyecek çok fazla şey kalmıyor bana… Söyleyecek mecalim kalmıyor. Geceleri yıldızdan saçlarına karalar düştüğü söylenen şehrim, merhaba! *Bu sayımızda öykünün 2. kısmı yayınlanmıştır. 1. kısım Ekim sayısında yer almaktadır.
BU BİR ÖZELEŞTİRİDİR! -2 ZEYNEP AKSU
H
amdolsun bugünümüze. mak için batının ve bâtılın birebir Konuşabilmemize, yazakopyalanıp tesettüre bürünmüş bilmemize, okuyabilmehaliyle cevaplar veren piyasamız mize, istediğimiz yere gidebilmebile oluşmaya başladı hâlihazırda. mize, istediğimizi giyinmemize, Mesela moda-tesettür dergilerimiz yememize, içmemize... Hepsi için AVM’lerdeki meşhur kitap-müzik Âlemlerin Rabbi’ne hamdolsun. mağazalarının raflarında yerlerini Şurası bir gerçektir ki çok değil çoktan aldılar. Bu dergiler eteğiEvet, maalesef makam bundan 15-20 yıl önce lâl ettiğinin rengiyle, başını örteceği şalının ve maddi gücü sayesinde! miz dillerimiz artık rahatlıkla konutonunu tutturamayan genç kızlagirebildiği ortamları, ya şuyor. Ufak bir kelimeden sebep rımızın sorunlarını büyük ölçüde da giyindiği markaları aylarca ceza almıyor yazarlarımız, çözecek! olsa da esasında çok kendini tanımlamada âlimlerimiz. Girdiğimiz yerlerde radaha büyük sıkıntılar doğuruyorhatsız edici bakışlara da maruz kaldu. Bizden olan kavramların, bizbaşlık olarak gören bir mıyoruz artık. İstediğimiz gibi giyiden olmayan imgelerle doldurulan nesil olma tehlikesiyle nip okula girebiliyoruz mesela... içerikleri, salt yeni yetişen nesillere karşı karşıya kalmış Geçenlerde bir TV kanalındakötü örneklik olmakla da kalmıyordurumdayız. İsteklerimiz muhtemelen liberal görüşe sahip du. Farklı kesimlerden de maaleve bir kısmımıza göre bir araştırmacı-bundan 15 yıl önce sef haklı eleştirilere ve belki genelihtiyaçlarımız! öylesi başörtülülerin Teşvikiye’de küstah lemelere de sebebiyet veriyordu. bakışlardan mütevellit yürüyemeNasıl ki yiyeceğimiz gıdaların şekil değiştirdi ki, -kidiğinden bahsediyordu. Aynı bamidemizde sıkıntıya sebep olmamimizin- ihtiyaçlarını şörtülülerin dönem itibariyle aynı ması için hazmedemeyeceğimiz karşılamak için batının caddelerde rahatlıkla yürüyüp, alışşeyleri yemekten kaçınıyorsak, ve bâtılın birebir kopyaveriş yapıp, kahvelerini yudumlayaözümseyip hazmedemeyeceğimiz lanıp tesettüre bürünmüş bildiklerini anlatarak devam etti. davranışlardan da kaçınmalıyız. Böylece bakıldığında her şey yolunZira kırmızı çizgilerimizi belirgin haliyle cevaplar veren da gibiydi. Ama esas problemin de kalemlerle çizemediğimiz zaman, piyasamız bile oluşmaya tam olarak burada bir yerde vuku birileri onları ‘yeşil’ kılıflara bübaşladı hâlihazırda. bulduğunu birçoğumuz gözlemleründürüp, paketlenmiş bir şekilde yebiliyoruz. Çünkü varılan noktada sunup, hazmını kolaylaştırıyor. Ve birbirlerine küstahça bakabilen iki müslime kardeşin hal böyle olunca tabî olarak kendinin ve karşısındaböylesi bir davranışı, Nişantaşı’nda maruz kalınan kinin değerini telefonunun, çantasının fiyatıyla ölçen bakışlardan çok daha tehlikeli ve düşündürücü. gençlerin sayısı da her geçen gün artıyor. Evet, maalesef makam ve maddi gücü sayesinŞükür! Belki haftanın rüküşü “Mestûre” Hanım’ı de! girebildiği ortamları, ya da giyindiği markaları beyan eden bir “cemiyet” dergimiz hala yok. Ancak, kendini tanımlamada başlık olarak gören bir nesil değişmezlerimizi, dokunulamazlarımızı, mahremiolma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış durumdayız. mizi keskin bir şekilde belirleyip ona göre hareket İsteklerimiz ve bir kısmımıza göre ihtiyaçlarımız! öy- etmediğimiz takdirde ileride olacakların ağır yükü lesi şekil değiştirdi ki, -kimimizin- ihtiyaçlarını karşıla- hepimizin omzundadır, hepimizin omzunadır! Kas›m‘11 • 41
TARİH DEFTERİ
Muhammed Tutkun
Bosna Savaşı, Bosna Hersek’te 6 Nisan 1992 tarihinden 14 Eylül 1995 tarihine kadar sürmüş olan bir savaştır. Üç yıldan fazla süren bu savaş sırasında 200.000 kadar insan ölmüş (bazı verilere göre Bosna Hersek’te 312.000 kişi hayatını kaybetmiştir), 2 milyon kadar insan da yerini yurdunu terk etmek zorunda kalmıştır. Bu savaş sırasında ölenlerin 200.000 kadarı Boşnak halkına ait olup bu halk dünyanın gözleri önünde sistematik bir soykırıma tabi tutulmuştur.
BOSNA SAVAfiI Savaşın başlaması 1. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan Yugoslavya Devleti 3 değişik din (Ortodoksluk, Katoliklik ve İslam) ve çok sayıda etnik grubu (Sırp, Hırvat, Boşnak, Arnavut, Sloven, Makedonyalı) bir araya getiren bir ülkeydi. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyet bloğunda yerini alan bu devlet Tito’nun yönetimi altında uzun süre birliğini korudu. Tito’nun politikası zamanla Sovyetler Birliği’nden daha bağımsız bir hale geldi. 1980 yılında Tito’nun ölümü ve 1990 yılında da Sovyet bloğunun parçalanmaya başlamasıyla birbirinden farklı etnik grupları Yugoslavya içinde bir arada tutmak imkânsız hale geldi. 25 Haziran 1991’de Slovenya ve Hırvatistan bağımsızlıklarını ilan ettiler. Eylül 1991’de de Makedonya bağımsızlığını ilan etti. Şubat- Mart 1992’de Bosna-Hersek Devleti ülke çapında bağımsızlık ilan edilmesi konusunda bir referandum 42 • Kas›m ‘11
yaptı. Bosnalı Sırpların çoğunun boykot ettiği bu referandum bağımsızlığın kabul edilmesiyle sonuçlandı. 5 Nisan 1992’de Bosna-Hersek hükümeti bağımsızlığını ilan etti. Bu sonuçtan memnun olmayan Bosnalı Sırplar, Bosna Sırp Cumhuriyeti’ni kurduklarını ilan ederek Bosna-Hersek’ten ayrıldıklarını açıkladılar. Sonra da Bosnalı Sırplar kendilerine olabildiğince fazla miktarda toprak kazanmak için Yugoslavya Devlet Başkanı Slobodan Miloseviç ve Genelkurmay Başkanı Perisiç’in desteği ile Bosna-Hersek’te etnik arındırma çalışmalarına başladılar. Bosna Sırp Cumhuriyeti ve Sırp Demokrat Partisi (SDS) Başkanı olan eski bir psikiyatri doktoru Radovan Karadziç ve General Ratko Mladiç’in öncülüğündeki Sırplar, Bosna-Hersek’teki Boşnak ve Hırvat nüfusu acımasızca öldürerek ülkeyi Sırplaştırma amacındaydılar. Sırplar Eski Yugoslavya ordusunun asker
Müslümanların birçok cephede zafer kazandığı bir sırada öne çıkarılan Dayton Barış müzakereleriyle savaşın sona ereceğini gören Sırplar, avantaj elde etmek için iki stratejik kent olan Gorajde ve Srebrenica’yı ele geçirmek maksadıyla bütün güçleriyle bu iki kente saldırdılar ve tarihin gördüğü en büyük katliamlardan birisini tüm dünyanın gözleri önünde sergilediler. BM tarafından güvenli bölge olarak ilan edildikten iki yıl sonra Srebrenica, 1995 yılının yaz ayında 2. Dünya Savaşı’ndan sonra meydana gelen en büyük toplu katliamının kurbanı oldu.
ve teçhizatları devraldıkları için büyük bir avantaja sahiptiler. Ayrıca Yugoslavya Devlet Başkanı Miloseviç bütün dünyanın eleştirilerine rağmen savaş boyunca bir yandan gizli bir yandan da açık bir şekilde Bosnalı Sırplara stratejik ve askeri destek vermeye devam etti. Bosna Soykırımı Üç yıl boyunca Sırplar uluslar arası hiçbir konvansiyona kulak asmayarak insanlık dışı uygulamalarını sergilediler. Soykırım ise savaş başladığından beri Sırpların başvurduğu tek savaş yöntemiydi. Daha savaşın ilk evrelerinde Nisan 1992’de Srebrenica’nın hemen dışında bulunan Bratunac köyünde yaklaşık 350 Bosnalı Müslüman, Sırp paramiliterleri ve özel polis güçleri tarafından ölümcül işkenceye tabi tutulmuş ve katledilmişti. Miloseviç’in eski korumalarından Nasır Oriç’in kurduğu Müslüman direniş örgütü ilk yıllarda
Sırp Katiller
Srebrenica’yı var gücüyle savundu. Dünyanın en büyük ordularından biri olan Yugoslavya ordusunun tüm imkânlarını kullanan Sırplara karşı Müslümanlar bölgeye uygulanan ve en çok kendilerinin zarar gördüğü ambargodan ötürü hafif silahlarla ve az sayıda mermi ile karşı koymaya çalışıyordu. Bosna Savaşı’nın sonlarına doğru Müslümanların birçok cephede zafer kazandığı bir sırada öne çıkarılan Dayton Barış müzakereleriyle savaşın sona ereceğini gören Sırplar, avantaj elde etmek için iki stratejik kent olan Gorajde ve Srebrenica’yı ele geçirmek maksadıyla bütün güçleriyle bu iki kente saldırdılar ve tarihin gördüğü en büyük katliamlardan birisini tüm dünyanın gözleri önünde sergilediler. BM tarafından güvenli bölge olarak ilan edildikten iki yıl sonra Srebrenica, 1995 yılının yaz ayında 2. Dünya Savaşı’ndan sonra meydana gelen en büyük toplu katliamının kurbanı oldu. Kas›m‘11 • 43
GEZİ/ETKİNLİK
BOSNA’DA RAMAZAN RECAİ KARA
B
Katliamın yapıldığı pazar yerinin son hali
Aliya İzzet Begoviç’in mezarından bir görünüm
ayrampaşa belediyesinin bu sene 7. sini düzenlediği “Balkanlar’da Ramazan” adlı programa Genç Öncüleri temsil etmek adına ben ve 4 arkadaşım katıldık. Programın amacı balkanlardaki Müslüman kardeşlerimize iftar programları hazırlamak, ülkemizin halk oyunlarını, gelenek ve göreneklerini ve bazı sanatlarını tanıtmaktı. Bu vesile ile Balkanlar’da Ramazan programının ilk ayağı olan Bosna Hersek’te programa başladık... İlk 2 gün Saraybosna´da gezme şansımız vardı. Bosna hakkında bilgiler edindik... Osmanlıdan kalma medreseleri, tekkeleri ve evleri gezdik. Evlerde en çok ilgimi çeken detay kapılarda 2 tane tokmak bulunuyor; bir tanesi ince bir ses çıkarıyor diğeri ise daha sert bir ses çıkartıyor ve buna göre içerden misafiri karşılayacak kişi eğer ses inceyse bayan ses kalınsa erkek oluyor... İlk durağımız Mostar’dı. Yorucu bir gün geçirdik Mostar’da, sonraki durağımız Srebrenica’ydı. Katliamın yapıldığı fabrikanın yanında iftar alanını kurduk, fabrikayı gezme imkanımız oldu. Gerçekten oradaki durum içler acısıydı, duvarlarda hala kan lekeleri duruyordu. 8000 den fazla insanın vahşice katledildiği olaydan sonra ibret alınması için hiç temizlenmemişti. İftar alanı kurduğumuz yer oradaki yerleşim birimlerine yaklaşık 2 kilometre uzaklıktaydı, fakat alan tıka basa doluydu. İnsanların yemekten sonra 7 den 70 e kadınlı erkekli hepsinin saf düzeni alıp akşam namazını cemaat eşliğinde kılması beni hayli hüzünlendirdi. Dikkatimi çeken başka bir şey de kadın oranının erkeğe nazaran çok daha fazla olmasıydı. Kadınların çoğu duldu, neredeyse hiçbirinin erkek evladı yoktu. Çünkü katliam sırasında küçük büyük demeden demeden çoğu erkek olmak üzere halka kelimenin tam anlamıyla soykırım uygulamışlar. Son durağımız Gorajde’ydi. Orası da Srebrenica gibi katliama uğrayan bir bölge. Orada ise iftar alanını bir Türk camisinin avlusunda kurduk. Bu şehirdeki görüntü de Srebrenica’dan farksızdı. İnsanlar iftardan hemen sonra camiye koştular ve ardından da teravih namazını kıldılar. Ortamda bulunan biri çok ilgimi çekti gerçekten. Yapılı, uzun boylu biriydi, fakat akli dengesini yitirmişti. Orada bulunanlara sebebini sorduk. Hiç şaşırmadığımız bir cevap aldık… Bu kişi savaş zamanında orada komutanmış ve tüm ailesini gözlerinin önünde öldürmüşler… Şaşırmadık çünkü oradaki birçok insanın hali aynıydı. Aileleri gözlerinin önünde feci şekillerde can vermişlerdi. Programdan hemen sonra otobüsümüze binip Sırbistan’ın yolunu tuttuk ...
BAYAN GRUBU ÜNİVERSİTE AÇILIŞ KAHVALTISI
LEYLA ÇELİK
G
eride bıraktığımız uzun bir yazın ardından yeni döneme başlarken biz de üniversiteli genç bayanlar olarak 24 Eylül cumartesi günü bir araya gelerek açılışımızı yaptık. Bir süredir görmediğimiz arkadaşlarla görüşüp muhabbet etmenin keyfi elbette bir başkaydı. Program güzel bir kahvaltıyla başladı. Çaylarımızı yudumlarken aslında hiç de ayrı olmadığımızı fark ettik. Cumartesi günleri gerçekleştirdiğimiz üniversite faaliyetlerine ara vermiştik vermesine ama tüm yaz boyunca hız kesmeden yolumuza devam etmiştik. Lapseki kampı, yaz okulu, mukabele, iftarlar bizim için 2011 yazını özel kılan anılardan yalnızca birkaçıydı. Ardından Abdullah Yıldız hocamız ‘Allah yolunda canlarınız ve mallarınızla cihad ediniz.’ ayetinden de yola çıkarak hayatımıza cihad kavramını nasıl yerleştirebileceğimize ilişkin bir konuşma yaptı. Bu vesileyle başka bir haber daha verelim, her cumartesi saat 11 de yapılan üniversiteli genç bayanlara yönelik dersi Allah’tan bir mani çıkmazsa Abdullah Yıldız hocamızla yapacağız, kapımız ilme talib olan herkese açıktır. Görüşmek duasıyla… 44 • Kas›m ‘11
KARİKATÜR ANALİZİ SÛDE KARAMANOĞLU
B
ir toplulukta boykot denildiğinde şu günlerde mırın kırın eden sesler savunanlarınkini bastırıyor. Devam etmeden bu cümlelerin ikna amacı gütmediğini dile getirelim. Ancak umulur ki zihinlerde soru işaretleri bırakır. Muhakkak herkes kendi doğrusuna ulaşacaktır. Öncelikle boykotun mahiyeti birilerinin eline geçen parayı azaltmak gibi bir amaca indirgenmemeli diye düşünüyorum. Çünkü boykot vereceği ekonomik zararından öte bir tepkidir, bir duruştur. Mâide sûresinde* de bu tepkiyi yersiz bulanlar için mânası oldukça âşikar bir ayet-i kerîme mevcuttur. Veyahut peygamber efendimizin müşriklerden alışveriş yaptığına ancak savaş ve zulüm vakitleri alışverişi kestiğine dâir de hadîs-i şerîfler bize ulaşmıştır. Zaten islâm fikri, islâm yaşayışı bunu tavsiye etmekte-
22
Ekim dediler. Günün ağarmaya başladığı bir vakitte güneşten hemen sonra doğmuştum ya da dünyaya gelmiştim. O her ne demek idiyse. Şimdilerde daha iyi anladığımı söyleyebilirim. Saat 5 sularında doğduğumu söylemişlerdi. Ben o sırada ömrümün şu vakitlerinde atmaya muvaffak olamadığım bir çığlığı koparmakla meşguldüm. Anlamamıştım. 5 de neyin nesiydi. Güneş doğmuştu ya işte. Görmemişler miydi onu. Ne garip bir dildi. Çok güneşler doğdu o 22 ekimin ardından. Güneş her doğduğunda 24 saate bölünmüş yeni olduğunu söyledikleri bir güne başladığımızı öğrendim sonraları.
dir. Savaş hâlinde olmasak dahi müslümanlar için, islâm için müslüman kardeşimize yardımcı olmayı nasihat etmektedir. İşte bu noktada bir tepkiden duruşa geçişin ince ancak mühim çizgisi vardır. Bizler bu dünyada maddi bir yaşam sürüyoruz. Kalplerimizin iman etmesiyle birlikte islâmi çerçevede yaşayacağımıza söz vermiş oluyoruz. Dolayısıyla islâmi bir çerçeve dediğimizde mevcûdâtının da o öze aykırı olmaması gerektir. Olayların fikirlerin olmaması gerektiği gibi madde dediğimiz şeyler de islâm üzere olmalıdır. Başta da dediğimiz gibi maddiyatın içinde yaşıyoruz bu sebepten etrafımızdaki fikirlerin, olayların hâricinde maddelerin de islâm üzere olduğu derecede (neticede o maddelere mânâyı biz yüklemekteyiz) biz de tam mânâsıyla selâmete erebiliriz diye düşünüyorum.
Çünkü o maddeler de pek çok zaman bir kültürün, yabancı bir hayatın getirisidir. Çoğu zaman da islâm dışı bir hayatın getirisi ve bizler için de kabûlü olmaktadır. Neticede demek istediğim boykot bir anlamda da islâm dışı olanı reddir diye düşünmekteyim. Vesselam. *”Ey iman edenler... Düşmanlığa/ saldırganlığa yardımcı olmayın.” ( Mâide sûresi 5/2)
6 yaşıma kadar hep oyun oynadım. Öyle söylediler. Oyun yaşıymış. Sonra bir gün bir yere gittik annem ve babamla. Garip bir şeydi. Her gün gidip geldim. 12 sene sonra çıktım oradan. Herkesin benim gibi yürüdüğünü, herkesin benim bildiklerimi bildiğini, benim gibi konuştuğunu ve giyindiğini öğrendim orada. “Okul gibi bir şeydi, ama kimse okumadı.” denebilir belki. Sonra bir şeyler oldu işte. Sadece gidildi gelindi. Eğilindi, kalkıldı. Çok yoruldum gerçekten, az iş yapmadım. Ne için yaptım, kime yaptım, kimin fikrini yaşadım, kimin işini yaptım, bilmedim. Bir dönem sorguladım. Sonra devam ettim. Bu böyle de-
diler. Peki dedim. Ben kimin ipine sarıldım. Kim benim iplerimi tuttu bilmiyorum ama ben yine 5’te değil de güneşten hemen sonra doğduğumda ısrarcı oldum. Kas›m‘11 • 45
Kültür Sanat Melike YURT
Genç Akademi 2011
‘Bayrampaşa Konuşmaları’ Eğitim, kültür-sanat etkinlikleri ile dikkat çeken Bayrampaşa Belediyesi, birbirinden önemli konular ekseninde seminerler düzenliyor. 8 Ekim’de başlayan seminerler, haftalık ve aylık programlar halinde 13 Ocak 2012’ye kadar devam edecek. Konusunda uzman kişilerin katılacağı seminerlerin konusunu tüketim modeli, İslam’da estetik teorisi, Hz. Muhammed ve eğitim, paranın öteki yüzü, yoksulluk ve kentsel ayrışma, Osmanlı teşkilat tarihi, bir anlam geleneği olarak edep, moral değerler, bir güzel insan Yunus Emre gibi konular oluşturuyor. Seminer konuşmacıları arasında; Murat Menteş, Kemal Özer, Turan Koç, Zekeriya Güler, İlhan Eliaçık, Alev Erkilet, Mehmet İpşirli, Mustafa Taşçı, Ahmet Turan Alkan, Fatih Çıtlak gibi isimler yer alıyor. Kayıtlı katılımcı alan ve ücretsiz olan seminerlere sınırlı sayıda kayıt yapılmakla birlikte, katılımcılara konuyla alakalı kitap dağıtımları da yapılacaktır.
46 • Kas›m ‘11
Bu senede çok geniş bir yelpaze ile ve bir o kadar da yoğun ve dolu bir içerikle seminer, konferans, kurs ve atölye çalışmalarına başlayan genç akademi erkek ve bayan katılımcılarına ayrı ayrı hizmet vermenin yanı sıra Erenköy Şubesinde de hizmet verecek. Bayan katılımcılar Cihan Aktaş, Leyla İpekçi ve Hilal Kaplan’la gündeme dair söyleşecek bunun yanı sıra Çağdaş Dünya Etütleri’nde son dönemde dünyada yaşanan gelişmelere ışık tutacak bir persfektif kazandıracak. Şahsiyet İnşası Kulübü’nde hak dostlarının hayatlarından menkıbelerle şahsiyet inşası anlatılacak. Yazı alanında kendini geliştirmek isteyenlere Yazı Atölyesi, okumak ve anlamak isteyenlere de Okuma Günlüğü, Temel ve İhtisas olmak üzere iki ayrı kategoride yapılacak Osmanlıca eğitimleri, Temel Resim Atölyesi, Sinema Atölyesi de Genç Akademinin Güz Dönemi Programında yer alıyor. Erkek katılımcılara, uluslararası ilişkiler, iktisat ve tarih/coğrafya alanlarında farklı üniversitelerden önemli akademisyenler dersler verecek. Temel Osmanlıca ve İleri Seviye Osmanlıca dersleri verilmeye devam edilecek. Gelişen Dünyada Değişen Kariyer başlıklı seminer programında iş dünyasına ait ipuçları verilecek. İnsan Olmanın Psikolojisi programı kapsamında insan olarak var olmanın bireysel ve toplumsal dinamikleri üzerinde konuşulacak. Kuran’da Sünnet ve İnsan başlıklı derslerde ise Peygamberimizin İnsana Bakışı’ndan hareketle inşa edilen İslam insanının temel özelliklerine değinilecek. Kitap Kulübü’nde geleceğe dair bir perspektif sunacak kitaplar okunacak. Animasyon Kulübü’nde ise 3 boyutlu animasyon, efekt ve 2 boyutlu düzenleme programlarının uygulamaları yapılacak. 8 hafta sürecek olan güz döneminin kalan kısmı kaçırılınca üzünülecek cinsten gözüküyor…
Ankara’da Yazarlık Seminerleri Server Vakfı bünyesinde açılan ve Edebiyat Ortamı dergisinin işbirliği ile yürütülecek olan Yazarlık Seminerleri Ankaralı yazar adayları için kaçırılmaz fırsat. Son kayıt tarihi 1 Kasım 2011 olan Seminerler 20 kişilik bir gruba verilecek, kişi sayısı sınırlı olduğu için erken davranmakta fayda var. Sadık Yalsızuçanlar ve Mustafa Aydoğan’ın vereceği seminerlerin içeriği; Yazarlığa Giriş, Şiir, Öykü, Roman, Masal ve Senaryo Yazarlığı derslerinden oluşuyor. Seminerler Server Vakfının Kızılay’daki şubesinde verilecektir. İlgililerine duyurulur…
Kültür Sanat Gençlik Kültür Merkezi Güz Dönemi 18 Ekim 2011 itibariyle başlayan dersler Abdurrahman Arslan, Ramazan Kayan ve Şaban Karaköse tarafından yürütülecek. Sosyolog- yazar Abdurrahman Arslan, aile, cemaat, bilgi, akıl, şehir, mimari, birey, toplum, liberalizm gibi konulara dair konuşacak, araştırmacı- yazar Ramazan Kayan, Mu’minun, Hucurat ve Lokman sûrelerinden bazı ayetleri tefsir edecek ve Şaban Karaköse “Hz. Peygamber ve eğitim, Hz. Peygamber ve aile hayatı” gibi konularla, peygamberimizin hayatına belirli konuları baz alarak eğilecek. GKM’ye http://www.genclikkulturmerkezi.com/ adresinde ulaşılıp daha detaylı bilgi alınabilir.
Uluslararası Endülüs Sempozyumu İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB) 19 Kasım’da İstanbul’da Uluslararası Endülüs Medeniyeti Sempozyumu düzenliyor. Sempozyumda, Endülüs tarihi, Endülüs toplumunda dinî, ekonomik ve sosyal hayat, Endülüs Medeniyeti’nde sanat, estetik ve mimari, Endülüs âlimlerinin İslam düşüncesine katkıları gibi konular ele alınacak. Eyüp Bahariye Mevlevihanesi’nde gerçekleştirilecek sempozyumun yanı sıra “Geçmişten Günümüze Endülüs” başlıklı bir fotoğraf sergisi de düzenlenecek.
Kubbealtı Akademisi Kursları Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı’nın düzenlediği kültür ve sanat kursları 1 Ekim’de başladı. 41 yıldır aralıksız kurs hizmetine devam eden Akademi bu yılda Osmanlı Türkçesi, Hat sanatı, Tezhip, Türkçeyi doğru ve Güzel Konuşma (Diksiyon) ile Türk Mûsıkîsi olmak üzere beş kurs hizmet verecek. Osmanlı Türkçesi, Hat Sanatı ve Diksiyo kursu iki dönem halinde olacak, Diğer kurslar ise yaz dönemine kadar devam edecek.
Arif Ay, Şiirimin Şehirleri Genç neslin sayfamızdan daha önce tanıtımı yapılan Edep Dergisi ile tanıdığı Arif Ay İslam Medeniyetinin mihenk taşları olmuş Her biri başlı başına efsane olan İslam Şehirlerini anlattığı mısralarından oluşan kitabı eylül ayında Okur Kitaplığı’ndan çıktı. İstanbul, Semerkand, Buhara, Şam, Kudüs, Mekke, Kahire, Bağdat ve Bosna’dan ilhamla yazılan şiirler bu mekanların duygusunu, mekanın insana aslında mekansızlık kazandırdığını bu satırlardan öğrenebilirler. Kas›m‘11 • 47
CAMİ TANITIMI
SANKİ YEDİM CAMİİ SÛDE KARAMANOĞLU
S
anki Yedim Camii, İstanbul’un Fatih ilçesinde yer alan, Osmanlı döneminden kalma tarihî bir camidir. Zeyrek mahallesi, Kırbacı Sokağı’nda yer alan caminin yapılış tarihi ve kimin tarafından yaptırıldığı konusunda kesin bir bilgi yoktur. Rivayete göre Keçecizade Hayreddin adında orta hâlli bir esnaf, Osmanlı döneminde padişahların yaptırdığı Selâtin camilerini görüp imrenerek, kendisi de bir cami yaptırmayı diler ve bunun için para biriktirmeye başlar. Canı bir şey istediğinde, almayıp; sanki yedim (varsay ki yedim) diyerek parasını ayrı bir yere koyar. 20 yıl boyunca biriktirdiği paralarla küçük de olsa bir cami yaptırır ve caminin adı halk arasında Sanki Yedim Camii olarak anılmaya başlar. Resmî kayıtlarda camiyi yaptıran kişiyle ilgili bir bilgi bulunmadığı için, caminin bânisi konusundaki görüşler de çeşitlilik göstermektedir. Keçecizade Hayreddin ile birlikte, caminin yapımıyla ilişkilendirilen bir başka kişi de Adanalı Şakir Efendi’dir. Yapının 18. yüzyılda yaptırıldığı sanılmaktadır. Orijinal bina, Birinci Dünya Savaşı yıllarında, Unkapanı bölgesinde etkili olan büyük bir yangın sırasında büyük ölçüde zarar görmüştür. 1959 yılına değin metruk hâlde kalan bina, bir süre marangozhane olarak kullanılmış, ancak daha sonra mahalle halkının topladığı yardım paralarıyla büyük bir onarım geçirerek tekrar yapılmıştır. Caminin iç mekânı 100 metrekare büyüklüğünde olup, yaklaşık 200 kişi aynı anda ibadet edebilmektedir. Tek şerefeli, beyaz boyalı bir minaresi vardır. Bugün, cami çevresi ev ve apartmanlarla çevrilidir. 48 • Eylül ‘11