Genç Öncüler/Medya/65

Page 1

Gerçekliği Yanılsamaya Dönüştüren Bir Araç: Medya Sahibi Umran Yayıncılık Turizm San ve Tic. Ltd. Şti. Adına Abdullah Yıldız Sorumlu Yazı İşleri Müdürü İsmail Memiş Yayın Sorumlusu Abdullah Muhsin Yıldız Yayın Kurulu Alperen Gençosmanoğlu Betül Babacan Büşra Özkan Elyesa Koytak Enes Avar Muhammed Tutkun Nihal Açıkel Nihan Yıldız Usame Sarıyaşar Yusuf Elbaşı Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar A. Yakub Sipahioğlu Enes Günaslan Fatma Nihan Fatih Razi Hakan Yüksel İbrahim Kibar İbrahim Sarışın Melike Yurt Nesibe Kanuni Nezir Eren Rumeysa Temel Senanur Avcı Sinan Bayram Şeyma Nur Ekren Tahsin Ay Zeynep Aksu Zeynep Turan Adres Zeyrek Mah. Kıztaşı Cad. No: 30/1 Fatih-İstanbul Tel: (0212) 531 10 33 bilgigenconculer@gmail.com Grafik Tasarım Tekin Öztürk www.tekinozturk.com.tr

Baskı Şenyıldız Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. No:3 Kat:1 Topkapı-İstanbul Tel: (212) 483 47 91

Merhaba Değerli Okurlar, Tarihler bir ay daha öteye gitti... Geçen aydan bu yana değişen, Türkiye Haziran’daki genel seçimlere biraz daha yaklaştı ve dolayısıyla hem siyasi manevralar hem de psikolojik olarak seçim sürecine girildi. Başbakan Erdoğan da aylardır beklenen “çılgın projesini” açıkladı. Bu bizi gündelik sorunlarımızdan kurtarıp, toplumca hayal edebilme seviyemizi ve daha geniş düşünme kapasitemizi geliştirebilecek mi bunu zaman gösterecek elbette. Öte yandan Libya’da ise hala vahşet devam ediyor. İçeride ne olduğu hakkında çok fazla bilgiye sahip değiliz, fakat bir yanda Birleşmiş Milletler kuvvetleri, diğer yanda Kaddafi güçlerinin ateşi arasında kalan masum insanların durumu... Her ne kadar “küresel köy” içerisinde yaşıyorsak da kabul etmek gerekir ki hepimiz, yani bu köydekiler, aynı algı seviyesine sahip değiliz. Dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir insan için bir olay kendisine; ne ve nasıl aktarılıyorsa öyle bilebiliyor, tüm bu bildikleriyle ona inanıyor ve de bu inandıkları çerçevesinden bu olaya bakabiliyor. Bu yüzden bilgiyi aktarım sürecindeki araçların işlevi bu noktada ortaya çıkıyor. Bu araçlar biz insanlara ulaşan bilgiyi üretiyor ve onları kontrol eden mekanizmalar var, yani “iktidar” var. Bu yüzden bugün Amerika’da, dünya siyasetinin şekillendirildiği bir yer olan Manhattan’daki sıradan işiyle-gücüyle ilgilenen insanlar, Libya’da bombardıman altında kalan ve Manhattan’da olduğu gibi sıradan hayatlarını sürdürmeyi bekleyen mazlumları mı düşünüyor, yoksa bu sabah işlerine Ladin’in ölümüyle gülümseyerek mi gidiyorlar! Anlatmak istediğim bizler için Libya’da neler olup bittiği çok önemliyken, başka bir insan topluluğu için başka bir konu olabiliyor. Bunun sebebi ne diye sorduğumuzda, bu algıda vicdanı saymazsak, özellikle yukarıda verdiğim örnek kapsamında düşündüğümüzde kitle iletişim araçlarının önemi ortaya çıkıyor. Genç Öncüler’in bu sayısında da gerçekliği yanılsamalara dönüştürme aracı olan medya bir diğer deyişle kitle iletişim araçları dergimizin konusu oldu. Genç Öncülü bayan kardeşlerimizin hazırladığı “Gençliğin Gözünden Medya” panelini bu ay dergimizin karantina bölümüne taşıyarak konuşmacıların metinlerini tüm okurlarımızla paylaşmayı uygun gördük. Dergimizin kapağında yer alan kavramları da yazıların içeriklerinde bulacaksınız. Öte yandan Genç Öncüler Tiyatro Topluluğu’nun Mavi Marmara konulu oyunu da Üsküdar ve Başakşehir’den sonra bu kez de Bayrampaşa’da 16 Nisan tarihinde oynandı. Esenlikle kalın... May›s ‘11 • 1


Mayıs 2011 • Sayı 65 • Yıl 9

GENÇLİĞİN GÖZÜNDEN

MEDYA 04

24 26

Türkiye’de İslamiyet’in Yükselişi

32

MÜMİNLERİN ÖZELLİKLERİ:

2 • May›s ‘11

ÖFKEYİ YENMEK


32 Gençliğin Gözünden Medya Paneli / Nihal Açıkel .......................................4 Medya Kavramı ve Medya Araçlarının Tarihi / Senanur Avcı .....................5 Medyanın Toplum Üzerindeki Etkileri / Rumeysa Temel ..........................10 Sosyal Medya Araçlarının Toplumsal Hayata Etkisi / Betül Babacan ...16 Sonuç Yerine / Zeynep Aksu .........................................................23 Japonya’daki Afet Kapsamında İnsanın Acizliği / Nesibe Kanuni ....24 Türkiye’de İslamiyet’in Yükselişi / Fatma Nihan.............................26 Objektifime Takılanlar / Zeynep Turan ...........................................28 Frantz Fanon ile Röportaj / A. Yakub Sipahioğlu....................................30 Müminlerin Özellikleri: Öfkeyi Yenmek / Şeyma Nur Ekren......................32 İslam Coğrafyası - Cezayir / Betül Babacan ............................................35 Bir Balkan Seyahati Belgrat’tan Gevgeli’ye / Tahsin Ay ...........................38 Tarih Defteri - Genç Osman’ın Ölümü /Muhammed Tutkun .....................40 Kampüs Notları Beşiktaş Anadolu Lisesi / İbrahim Kibar ........................42 Okullardan Haberler / Alperen Gençosmanoğlu ...................................43 Dost ve Düşman / Fatih Razi ...................................................................44 Peygamberi Doğru Anlamak / Nezir Eren ................................................46 O’na (sav) Gönül Vermek / Sinan Bayram ................................................47 Edebiyatın En Uzun Yüzyılı Batılılılaşma / Enes Günaslan ........48 Modern Zamanlarda Bir Gencin Hikayesi / Hakan Yüksel .........50 Kültür Sanat / Melike Yurt - Yusuf Elbaşı ..................................54 Tahrir Çağrıları / İbrahim Sarışın ..................................................56

May›s ‘11 • 3


a

karantin

GENÇLİĞİN GÖZÜNDEN

MEDYA PANELİ Nihal AÇIKEL

Üniversiteli Genç Öncüler geçtiğimiz aylarda düzenlediği “İslamiyet’i Temsil Noktasında Gençliğe Bakış” panelinin ardından hız kesmeden yoluna devam etti ve 2. panelini de 19 Mart Cumartesi günü Araştırma ve Kültür Vakfı’nın Fatih’teki binasında gerçekleştirdi. Bu kez konu “Gençliğin Gözünden Medya”ydı.

P

anelistlerden Senanur AVCI’nın haberleşme ve medyanın tarihçesiyle ilgili bir giriş konuşması yapmasının ardından söz alan Rümeysa TEMEL medya araçlarının kullanımı hakkında bilgi verdi. Betül BABACAN medyanın olumlu ve olumsuz etkilerini anlattı ve Müslümanların bu mecrada nasıl bir yöntem izlemesi gerektiği üzerinde konuştu. Son olarak moderatör Zeynep AKSU sosyal medya üzerine zaman zaman gülümseten fakat oldukça uyarıcı bir konuşma yaparak bizleri bu konuda bir kez daha düşünmeye sevk etti. Geleneksel/yeni medya, 25. kare, diziler aracılığıyla gerçekleştirilen yozlaşmalar, reklamlardaki yönlendirmeler, sosyal medyadaki riyakarsızlıklar da panelde değinilen konular arasındaydı. Dinleyicilerin akıllarına takılan noktaları panelistlere sorduğu soru-cevap bölümünün ardından program sona erdi. 4 • May›s ‘11


GENÇLİĞİN GÖZÜNDEN

Medya Kavramı ve Medya Araçlarının Tarihi

MEDYA

Senanur AVCI

Ö

ncelikle medya nedir? Medyatik nedir? Kendimizi medyatik olarak tanımlar mıyız? Medyanın etimolojisine, yani kökenine baktığımızda İngilizce’de yer alan media kelimesinden geldiğini görürüz. Bu sözcük İngilizce’ye de Latince’den gelmiştir. Medius sözcüğünün çoğulu olan medium kelimesi media kelimesine kaynaklık eder. Yani günümüzde kullandığımız medium, orta kelimesinden gelmektedir. Ve media kelimesi İngilizce’de araç, orta, ortam manasına gelmektedir. Peki medyatik nedir? Bir facebook kullanıcısı, ortadadır ve ortamdadır. Dolayısıyla twitter, facebook, blog gibi sanal medya araçları bizi medyatik yapan araçlardır. İnsanlar arasında medya deyince akla gelen sadece televizyon ve gazeteler olsa da, medya insanların bilinçlenmesinde ve olan olayları takip etmelerine yarayan bir araçtır. Medya bireylerin siyasi tutum ve davranışlarını özellikle de oy verme davranışlarını çok ciddi boyutlarda etkileyebilecek bir güce sahiptir. Önemli bir araştırmacı Amerikan medyasını Second Government yani ikinci hükümet olarak nitelendirir. Haber medyası yalnızca bireylerin siyasi yönelimlerini etkilemekle kalmaz aynı zamanda siyasi karar verme mekanizması siyasi liderler ve hükümet üzerinde de çok etkin bir baskı gücü oluşturur. Ülkemizdeki 80 ve 90 olaylarını düşüne-

cek olursak bunlar çok daha net anlaşılacaktır. Özellikle 28 Şubat sürecine giden yolda Milliyet, Hürriyet gibi gazetelerin yaptıkları haberler toplumu müslüman kesime karşı fazlasıyla kışkırtmıştır. Onun dışında AKP’yi karalamak üzere yapılan haberler, Deniz Baykal’ın şu anda bir taciz davasıyla muhattab olması gibi. Medya her zaman birileri tarafından kontrol altında tutulmuştur veya tutulmaya çalışılmıştır. Çünkü medya dünyadaki en büyük güçlerden biri haline gelmiştir. İnsanları istediği gibi yönlendirebilen, iktidar sahiplerini koltuğundan edebilecek bir güce sahiptir. Kayıp trilyon davası – Necmettin Erbakan. Mass media denen kavramın ortaya çıkışı ise son yüzyıla tekabul eder. Peki nedir bu mass media? Media kelimesinin kökenine bakmıştık. Mass kelimesinin anlamına baktığımızda bir araya gelmiş insan kalabalığı yani kitle kelimesi karşımıza çıkıyor. Yani günümüz Türkçesi’nde kitle iletişim araçları olarak geçen kavram kitlenin dahil olduğu medya manasına gelmekte. Peki nedir bu kitle iletişim araçları? Her medya aracı günümüzde bir kitle iletişim aracı sayılır mı, bir aracın kitle iletişim aracı sayılması için var olan kıstaslar nedir? Kitle iletişim araçları kitle iletişimi iletimi için kullanılan herhangi bir ortam aracıdır. Son zamanlarda medya açıkça tanımlanmış sekiz kitle iletişim endüstrisinden oluşuyor; Kitaplar, Gazete-

Yeni bir iletişim teknolojisi olarak internet, gazeteciliği birçok bakımlardan etkilemiş ve 1990’lı yıllarda on-line gazetecilik kavramının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bugün mevcut gazetelerin on-line versiyonlarının yanı sıra sadece internette yayınlanan on-line gazeteler de bulunmaktadır.

May›s ‘11 • 5


a

karantin

ler, Dergi ve Kayıtlar, Radyo, Film, Televizyon, Internet. Fakat kitle iletişim araçlarını tanımlama artık kesin ya da basit değil, dijital iletişim teknolojisinin sürekli patlaması bu konuda fazlasıyla karışıklık üretiyor. Bir cep telefonu ya da herhangi bir telefon tipik bir kitle iletişim aracı olarak kabul edilmez. Telefon aynı anda sadece birkaç kişiye hizmet verebilen basit bir iki yönlü iletişim cihazıdır. Medyanın tanımına bakıldığında bir kitle iletişim aracının muhakkak büyük bir gruba, genellikle simültane olarak bir mesajı aktarması gerektiği açıktır. Ancak, modern cep telefonları, artık sadece bahsedilen cihazlar değil. Artık pek çok cep telefonu internet ile donatılmış gayet açık bir şekilde medya aracı kabul edilen webe bağlantı sağlayabilen araçlardır. Peki bu cep telefonlarını internete bağlanabilen basit bir cihaz mı yok kitle iletişim aracı mı yapar? Bilgisayar oyunları da aynı zamanda kitle iletişim aracına evriliyor olabilir. Bu oyunların kesin olarak barındırdıkları mesaj ve ideolojileri kullanıcılarına ilettiği gerçeğini göz önünde bulundurmak gerekir. Bilgisayar oyunları iki kişi aynı anda da oynanabilir. Burada iki kişinin de aynı mesajı alıp almadığına bakılabilir. Bu bir kitle iletişimi midir? Bu konuda uzmanlar henüz evet demiş değiller fakat zamanla reklamların bilgisayar oyunlarındaki yerleri arttıkça bu konudaki tartışmanın ortadan kalkacağı bekleniyor. Medya araçlarının tarihinden bahsedecek olursak kronolojik bir sırayla hepsini tek tek ele almanın uygun olacağını düşündüm. Gazete Gutenberg’in hareketli harfleri kullanan baskı makinesini 15. yüzyılın ortalarında icat etmesinden yaklaşık 150 yıl sonra ilk gazeteler ortaya çıkmaya başlamıştır. İlk gazete olarak kabul edilen Avisa’nın Strazburg’da1609 yılında yayınlanmasından bir yüzyıl sonra ilk günlük gazete İngiltere’de 1702 yılında The Daily Courant adıyla yayınlanmıştır. Bu yüz6 • May›s ‘11

yıl kapitalizmin dünyada başlıca üretim tarzı haline geldiği yüzyıldır aynı zamanda. Hegel kapitalizm ile gazetecilik arasındaki ilişkiyi şöyle özetliyor: ‘Gazete kapitalizmin sabah duasıdır’. İlk gazeteciler haberlerini genellikle yine 18. yüzyılda yeni bir toplumsal mekan olarak ortaya çıkan kahvehanelerdeki sohbetlerden derliyorlardı. Günlük gazeteler İngiltere’de ‘daily’, Fransa’da ise ‘journal’ diye adlandırılıyorlardı. Bugün gazeteciliğin İngilizce ve Fransızca’da ‘journalism’ diye adlandırılması bundandır. Türkçe’de ise gazete kelimesi, İtalyanca’da bu tür günlük yayınların teknolojik gelişmelere paralel olarak giderek ucuzlamasıyla satın alınırken kullanılan bozuk paralara verilen isimden gelmektedir. Başlangıçta gazete matbaaları basit tipografik makinelerdi ve zamanla daha hızlı baskıya olanak veren ve buhar gücünü kullanan aletler devreye girdi. Tipografi yöntemi çok uzun süreler devam etti ve hatta bugün bile bazı matbaalarda kullanılıyor. Sonraları geliştirilen ve daha kaliteli baskıya olanak veren sistem ise yerini kısa sürede offset yöntemine bıraktı. Offset yöntemi hem hızlı hem de kaliteli baskıya olanak veriyordu. Öte yandan harflerin teker teker elle dizilmesi yöntemi de yerini sonraları satır satır dizgiye olanak veren hızlı metotlara bıraktı. Haberciliğin gelişmesinde S. Morse’un 1837 yılında icat ettiği telgraf önemli bir rol oynamıştır. Telgraf kısa sürede Osmanlı İmparatorluğu’nda da kullanılmaya başlandı ve 1855 yılında Edirne Şumnu arasında ilk hat devreye girdi. Telgrafın haberlerin hızlı iletimindeki yararı, bu yararı daha verimli hale getirmek amacıyla haber ajanslarının kurulmasına yol açtı. Böylelikle gazetelerle haber ajansları arasındaki sıkı ve vazgeçilmez ilişki de başlamış oldu. Telgrafın gazeteciliğin tarihi açısından önemi bakımında İngiltere’de yayınlanan bir gazetenin adının Daily Telegraph olduğunu hatırlatmakta yarar var. Haber ajansları, kısa sürede bir haber tekeli oluşturacak şekilde gelişti ve ortaya Dört Büyükler diye de adlandırılan AP, UPI, Reuters ve AFP’nin egemenliğinde bir haber piyasası çıkmış oldu. Öte yandan fotoğrafçılıktaki gelişmeler, gazetelerde görsel malzeme kullanımını artırdı. Haberciliğin asli bir unsuru olarak fotoğraf kullanımı yaygınlaştı ve photojournalism diye adlandırılan bir çalışma alanı ortaya çıktı.


Sinema ise insanın fizyolojik bir zaafından yararlanır. Saniyenin yaklaşık 1/25’inden kısa sürelerdeki görüntüleri insan beyni algılamaz. Bu nedenle bir saniyede 25 değişik görüntü gösterilirse insan bu görüntüleri hareket ediyormuş gibi algılar. Bu insani zaaf üzerine sinema hareketli görüntü tekniği olarak ortaya çıktı. Bu zaaf reklamcılıkta ise eşik altı algı tekniği olarak istismar edici [ve yasal olarak yasaklanmış] bir reklam yöntemine yol açtı. Subliminal message olarak adlandırılan bu teknikle 25 film karesinden bir tanesine reklamını yaptığınız malın görüntüsünü yerleştirdiğinizde, algılanmayan görüntü sonradan bu mala bilinç dışı bir şekilde yönelmeyi sağlıyor. Yeni bir iletişim teknolojisi olarak internet, gazeteciliği birçok bakımlardan etkilemiş ve 1990’lı yıllarda on-line gazetecilik kavramının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bugün mevcut gazetelerin on-line versiyonlarının yanı sıra sadece internette yayınlanan on-line gazeteler de bulunmaktadır. Ancak gazetecilik, tıpkı televizyon gazeteciliği kavramının gösterdiği gibi, haber verme temel işlevi bağlamında bu yeni teknoloji ile de işbirliği içinde varlığını sürdürecektir. Fotoğraf ve Sinema Kronolojik olarak gazeteden sonra gelen fotoğraf ve sinema, birer sanat dalı olmalarının yanı sıra aynı zamanda birer kitle iletişim aracıdırlar. Gazetede fotoğraf, bazen haberin tamamlayıcı ögesi olmanın da ötesinde asli bir unsur haline gelebilmektedir. Fotoğrafın kitlesel özelliği sadece gazete ile sınırlı değildir. Sokak reklamlarında ve kartpostallarda fotoğraf, görsel anlatım gücüyle kitlelere mesaj ulaştırmada etki bir şekilde kullanılmıştır. Sinema ise başlangıcından beri salonların yaygınlaşmasına ve halka inmesine- paralel olarak bir kitle iletişim aracı halinde gelişmiştir. Fotoğraf, bir optik ve diğer yandan da kimya alanındaki gelişmelerin ürünüdür. Bir düzeye görüntünün düşürülerek elde edilmesi için ilk geliştirilen alet camera obscura diye adlandırılan ve tasarımı (Araplardan aktarılan bilgilere dayanarak gerçekleştiren) Leonardo da Vinci’ye ait delikli bir karanlık kutudur. Delik karşısındaki nesne, karanlık kutunun iç çeperinde ters olarak görüntülenir. Işığın foto-kimyasal etkileri konusundaki bilgiler 19. yüzyıl ortasında ger-

çek anlamda fotoğrafın icadına yol açacak düzeye erişir. Kağıda baskı fotoğraf ise 1840’da gerçekleştirildi. İlk renkli fotoğraf görüntüsü ise 1869’da elde edildi. Bugünküne yakın renkli filmler ise 1950 yılında Kodak-Eastmancolor tarafından geliştirildi. İlk dijital fotoğraf makinesi ise 1987’de Kodak tarafından piyasaya sürüldü. Sinema ise insanın fizyolojik bir zaafından yararlanır. Saniyenin yaklaşık 1/25’inden kısa sürelerdeki görüntüleri insan beyni algılamaz. Bu nedenle bir saniyede 25 değişik görüntü gösterilirse insan bu görüntüleri hareket ediyormuş gibi algılar. Bu insani zaaf üzerine sinema hareketli görüntü tekniği olarak ortaya çıktı. Bu zaaf reklamcılıkta ise eşik altı algı tekniği olarak istismar edici [ve yasal olarak yasaklanmış] bir reklam yöntemine yol açtı. Subliminal message olarak adlandırılan bu teknikle 25 film karesinden bir tanesine reklamını yaptığınız malın görüntüsünü yerleştirdiğinizde, algılanmayan görüntü sonradan bu mala bilinç dışı bir şekilde yönelmeyi sağlıyor. Louis Lumiere ilk sinema gösterisini 1895 yılında gerçekleştirdi. Charles Pathe’nin 1900 yılında kurduğu film üretim şirketi zamanla bir sinema tekeli haline geldi. 1902 yılında çekilen Aya Seyahat ilk ticari film olarak kabul ediliyor. Sinemanın sanat olarak kabul edilmesi ise Fransız Louis Delluc’un 1918’den itibaren çektiği filmlerle oldu. 1929’da sinemaya ses izi (sound track) eklendi ve sinema olgunluk dönemine girerek kitleselleşti. Amerikan sineması 1930’lardan itibaren Hollywood’da sinemayı bir sanayi olarak örgütledi ve bugün ortaya çıkan kültürel hegemonyayı olanaklı kılan tekel konumunu elde etti. Günümüzde örneğin Türkiye’de salonlarda gösterilen Hollywood filmlerin oranı yerli filmlerden kat kat fazladır.

May›s ‘11 • 7


a

karantin

Radyo Radyo günümüzde çok etkin bir araç olarak görülmese de yılbaşı akşamları radyo başında yayın bekleyen, darbeleri radyodan duyan nesil bize çok da uzak değil. Radyonun ilk olarak Macaristan’da 19. yüzyıl sonlarında Budapest Registar adıyla telefonlu (kablolu) radyo olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Kişisel iletişim aracı olarak tasarlanan telefon o zamanlar müzik ve haber yayını için kitle iletişim aracı gibi kullanılmıştı ve bir santrala bağlanan telefon sahipleri ortak yayını dinliyorlardı. Ama gerçek anlamda ilk radyo yayını 1920 yılında ABD’de Pittsburg’da yapıldı. Ancak telsiz iletişimi olarak daha önceleri radyo teknolojisi kullanılmaya başlanmıştı. Örneğin meşhur Titanic gemisi 1912 yılında batarken elektromanyetik dalgalar kullanan bir telsiz ile yardım istemişti. ABD donanmasının telsiz telgraf ve telsiz telefonla (dolayısıyla da radyo ile) ilgisi başlangıçtan itibaren oldukça sıkıdır. Radyo gerçek gücüne De Forest ile kavuştu. Seri üretim ile radyo alıcıları giderek ucuzladı ve kitleselleşti. Vericiler de daha güçlü imal edilerek daha geniş kapsama alanlarına kavuştular. 1930’lara gelindiğinde radyo önemli bir toplumsal etki gücü olarak siyasal alanda dikkati çekti ve Nazi deneyimi II. Dünya savaşının radyolar savaşı olarak anılması sonucunu doğurdu. Türkiye’de ilk radyo vericileri 1927 yılında Ankara ve İstanbul’da faaliyete geçti. 1938 yılında ise Ankara’da o yılların en güçlü vericilerinden biri (120 KW) devreye girdi. İyonosferin yansıtıcı etkisi üzerinde çalışmalar 1930’lu yıllarda meyvesini verdi ve kısa dalga radyo yayıncılığı uluslararası iletişime önemli bir boyut getirdi. BBC World Service, Amerika’nın Sesi (VOA) Radio Moscow gibi kısa dalga yayıncılar hızla gelişti. Türkiye ise II. Dünya Savaşı sonrasında katıldığı Kore savaşındaki askerlere yönelik 1948’de başlattığı yayınlarını bugün Türkiye’nin Sesi adıyla sürdürüyor. Kısa Dalga yayıncılığa artan talep bu dalgalardaki kıt frekansların tahsisinde tartışmaları gündeme getirdi. Uluslararası Telkomünikasyon Birliği (ITU) bünyesinde oluşturulan Dünya İdari Radyo Konferansı (WARC) ile bu tahsis işleminde gelişmiş ülkeler lehine bazı ilkeler getirildi. Kısa dalga yayınların sınırları aşma özelliği, ülkeleri istenmeyen yayınlara karşı bazı teknolojik tedbirler almaya itti. Bu yayınları bozma üzere geliştirilen jamming (aynı fre8 • May›s ‘11

kanstan gürültü yayınlayarak istenmeyen yayını bozma) uygulaması özellikle soğuk savaş yıllarında yaygınlaştı. 1933 yılında FM tekniğinin 1960’larda da stereo yayın tekniğinin bulunmasıyla radyo müzik endüstrisi ilişkisi başlamış oldu. Müzik kutusu haline gelen istasyonlar yaygınlaştı. Cep ve araba radyoları yaygınlaştı, radyo dinleme alışkanlıkları değişti. Radyo her yerde dinlenilebilir hale geldi. Ticarileşen radyo yayıncılığının karşısında yerel radyo, mikro radyo, underground radyo gibi alternatifler gündeme geldi. Türkiye’de de radyo hep siyaset gündeminin içinde oldu. Demokrat Parti döneminde ‘partizan radyo’ nitelemesi gündeme geldi. BBC’nin önderlik ettiği kamu yayıncılığı anlayışı 1964 yılında kurulan TRT için de benimsendi. Özerk bir kamu kuruluşu olarak örgütlenen TRT 1971 ve 1980 müdahaleleri sonucunda ‘tarafsız’ bir devlet yayın kuruluşuna dönüştürüldü. Televizyon Televizyonun babası olarak tanınan Paul Nipkow 1884 yılında resim tarama makinası yaparak bu taranmış resmin telgraf hatlarından iletilmesini tasarlamıştı. Bugünkü televizyon kamerasının ilk halini ise ionoscope adıyla 1923 yılında Vladimir Zworkin yapmıştı. Televizyon alıcı ve verici sitemleri 1930’larda geliştirilmiştir. İlk televizyon yayını 1936 da BBC tarfından yapıldı ve 1937 yılında elektromekanik sistemler yerine elektronik taramalı sistemler standart olarak kabul edildi. II. Dünya savaşı öncesinde ABD de yalnızca 6 TV istasyonu yayındaydı. Savaş sırasında TV araştırmaları durdu (radar hızlandı!). 1952 yılında ABD’de ilk kez siyasi parti kongrelerinin televizyondan verilmesiyle yeni bir dönem başlamış oldu. Televizyon olağanüstü önemli bir siyasi güç haline gelmişti. Yine ABD’de başkanlık seçimlerinde televizyonun güçlü bir şekilde kullanılması bugünkü anlamıyla siyasal iletişimin (medyada siyaset) doğuşunu getirdi ve televizyonun kültürel egemenliği yaygınlaştı. 1963 Kennedy öldürülmesi televizyonun haber vermedeki hızını kanıtlamıştı. 1990 yılında ise Körfez savaşı televizyonlardan ‘naklen’ yayınlandı. Türkiye’de 1958 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi tarafından deneme amaçlı başlatılan İstanbul’a yönelik televizyon yayınları düzenli olarak ilk kez 1968 yılında Ankara’da TRT tarafından


gerçekleştirildi. 1994 yılında RTÜK kanunu ile birlikte ‘özel’ televizyon yayıncılığı gündeme geldi. Uydu yayıncılığı ise kapsama alanı sorununun kökten çözen bir yaklaşım sağladı. 1957 yılında SSCB’nin ilk insan yapımı uydu olan Sputnik’i uzaya göndermesi soğuk savaşa paralel bir uzay savaşını başlattı. ABD Early Bird’ü fırlattı. Uyduların en belirgin sonucu CNN gibi global kanalların ortaya çıkması ve medya sektöründe tekelleşme eğilimini hızlandırması olmuştur. Uydularla artık global ve entegre bir iletişim ağı gerçekleşmiştir. Bu ağ üzerinden hem siyasi mesajlar hem de mali bilgiler hızla ve güvenli bir şekilde akmaktadır İnternet ve Yeni Medya Geleneksel medyanın dışında, CD, VCD, DVD, Interaktif CD, GSM-WAP-GPRS, Internet gibi tümüyle dijital teknolojiyle üretilen ve içeriği üretenle tüketen arasında yeni bir ilişki tanımlayan medyaya yeni medya diyoruz. Bilgisayar oyunlarından dev veri tabanlarına, sanal mağazalara kadar yeni bir kültürel alan yaratan bu medya türlerinden, tümünün tipik özelliklerini kapsayansa internet. ENIAC adındaki ilk bilgisayarın askeri amaçlarla 1946 yılında geliştirilmesiyle dijital çağ başlamış oldu. Bilgisayarların yine askeri amaçlar ile kendi aralarında iletişmelerini sağlamak için 1960’larda geliştirilen iletişim protokolü ARPANET adlı askeri proje ağının doğmasına neden oldu. Bunun ardında verilerin paketler halinde güvenli ve hızlı olarak ağlar üzerinden iletilmesini sağlandı ve Arpanet’e üniversitelerin de katılımıyla internet ortaya çıktı. Ağa bağlı her bilgisayarın numarası (IP number) üzerine dayanan adresleme sistemi ile insanların kolaylıkla kullanabileceği adresleme sistemine dönüştürüldü ve .com, .edu, .net gibi domain adları saptandı. Web en yaygın internet hizmeti olarak hızla gelişirken e-posta, irc (Chat), ftp gibi diğer hizmetler de gündeme geldi. 1990’ların sonuna gelindiğinde ‘ağların ağı’ tanımlamasına uygun devasa bir ağ iletişim ve bu ağ üzerinde yeni bir kültürel ortam ortaya çıktı. Türkiye ilk kez ODTÜTÜBİTAK işbirliği ile 1993 yılında ABD üzerinden internete erişti. Bugün kamusal omurgayı TTNET adıyla Türk Telekom işletiyor. Internet bir yandan ‘sansürsüz’ enformasyon erişimi ile iletişimi demokratikleştirirken bir yan-

GENÇLİĞİN GÖZÜNDEN

dan da var olan eşitsizlikleri sürdürmektedir. Dijital uçurum (digital divide) diye de adlandırılan internet kullanımındaki ülkelerarası ve ülke içi eşitsizlik, ekonomik eşitsizliklerin bir devamı olarak aynen sürmektedir. Ayrıca internet üzerinde yayınlanan içeriğin büyük bölümü mevcut (egemen) medyada dağıtılan içeriğin aynısıdır ve çoğunlukla İngilizce’dir. Bu durum masaüstü sömürgecilik kavramını gündeme getirmiş ve internetin ve eşitlikçi bir alternatif medya olma potansiyeli tartışılmaya başlanmıştır. Öte yandan bu medyaya ilişkin yasal düzenleme tüm ülkelerde girişimleri denetim-özgürlük ikilemine yeni boyutlar katmıştır. Son olarak internetin bir izleme-denetleme aracı olarak da kullanılabilir olması, gözetim toplumu, büyük hapishane ve big brother gibi kavramları yeniden günden taşımaktadır. Bütün bunlara baktığımızda görürüz ki kitle iletişimi tek taraflıdır. Yani birey gazete, dergi, televizyon, radyo karşısında hep alıcı konumundadır. Birey fotoğrafla, yazıyla, sesle yoğun bir propaganda altında kalır. Dinliyor, izliyor, okuyor, oynuyor. Her insanın doğumundan 18 yaşına gelene kadar hedef olduğu ortalama reklam sayısı 350.000. Yine ortalama bir batılı günde 4.000 ticari mesajla karşı karşıya kalıyor. Birey sadece bir algılayıcı ve kendisinden bir şey katmak zorunda değil, bir şeyleri değiştirmek ve dönüştürmek zorunda değil, en önemlisi birey ekran karşısında, sanal dünyada ya da bir gazeteye bakarken herhangi bir şeyden sorumlu değil. Bu psikoloji toplumsal yaşama da aynen yansıyor. Bireycilik ve narsisizm kültür haline geliyor. Bireyi sadece kendi başının çaresine bakmak zorunda olduğuna ikna ediyor. Bireysel kimliğin ve toplumsal statünün yetersiz olduğu ve istenilen başarıyı bulmadığı dönemde de propaganda sisteminin dayattığı normlara, medyatik davranışlara adapte olmak çok cazip geliyor. Birey medyada sunulan sanal dünyanın bir parçası olduğu gibi somut dünyada da sanal dünyadakine benzer bir yaklaşım sergiliyor. Yani çevresinde olan biten birçok olay karşısında tepkisizleşiyor. Sosyal-kültürel faaliyetlerin çoğunda tepkisiz kalıyor, izleyicisi oluyor.

MEDYA

May›s ‘11 • 9


Medyanın Toplum Üzerindeki Etkileri

a

karantin

Rumeysa Temel

B

en çağımızda öneminin ve yerinin yadsınamayacak boyutta olduğu medyanın; toplum ve bizler üzerindeki etkilerinden bahsedeceğim. Dönem itibari ile iletişim hayatımızın her alanını içermekte. Bu durum kaçınılmaz olarak gitgide bizi kitle iletişim araçlarına yönlendirmekte. Günlük olaylara, sosyal hayat ve dünya ile ilgili haberlere en kısa yoldan kitle iletişim araçları ile ulaşabilmek mümkün. Öncelikle birkaç soru ile başlamak istiyorum. Hayatımıza her alanda dahil olan medyanın bizi hangi boyutlarda etkilediğinin farkında mıyız? Ne kadar yönlendiriliyoruz ve yönetiliyoruz? Tercihlerimizde ne kadar bağımsızız? Medya toplumların anlayış ve kavrama özgürlüğünü ne kadar dejenere etmekte? Ya da bize sunulan medya organlarının masumiyetinden ve özgürlüğünden bahsedebilir miyiz? Modern medya, insanların özgürce kanaatlere ulaşmasını sağlayan bir aygıt olarak düşünülmekte fakat dikkatle incelendiğinde durumunun böyle olmadığı anlaşılmaktadır. Neyi, ne boyutta, nasıl seveceğimize kadar hayatlarımızı belirlemeye çalışan bir düzenekle karşı karşıyayız. Hayatımızı değişik biçimde kuşatan, kendi hayat biçimini sunan, politikadan, yaşamın baştan kurgulanmasına kadar çıkarlar için kullanılan, kişinin algısını değiştirerek olduğunun dışında bir kişiye dönüştürme gücüne sahip sistemli bir araç medya. Yönlendirilmemiz dinlediğimiz mü10 • May›s ‘11

zikten, giydiğimiz kıyafete, okuduğumuz kitaptan, gittiğimiz sinema filmine kadar uzanmakta. Bu yönlendirme ise daha çok, medyanın mülkiyetini ya da kontrolünü elinde bulunduran kişi ya da kesimlerin ihtiyaçları, ilgileri, istek ve beklentileri doğrultusunda gerçekleşmektedir. Medyanın hayat biçimi sunma tarzına şu şekilde bakabiliriz. Öncelikle medya araçları ile kendi düşünce sistemlerine göre bir dünya imajı çiziliyor. Ardından da çizilen bu imaj hakkında ne düşünülmesi gerektiği kitlelere empoze ediliyor. Dünya hakkında tüm bildiklerimiz veya bildiklerimizi sandıklarımız kitle iletişim araçlarından aktarılıyor. Benimsetiliyor. Hangi haberlerin bize ulaştırılması gerektiğine, hep bizim dışımızda yüzlerini bile görmediğimiz bu insanlar karar veriyorlar, bununla da yetinmeyip bize ulaştırdıkları bu haberleri ayrıca tahlil de ediyorlar. Böylece neyi nasıl düşüneceğimizi de bu insanlardan öğreniyoruz. Medya gerçekleri istismar etmek, olayları olduğundan farklı gösterip çarpıtmak gücüne sahip. Kimi zaman belirlenmiş konulara dikkat çekip amaçlanan doğrultuda tepkiler yaratabilmek için; kimi zamanda salt reyting uğruna düzmece olaylar uydurulmaktadır. Medyanın toplum üzerindeki etkilerine bakıldığında etki alanın genişliği ile toplumu geliştirmek ve iyiye yönlendirmek amaçlı kullanılabilecek iken daha çok ulusal kültürü yıpratıcı, bireylerin kişiliklerini ve ruh sağlıklarını bozucu rol oynadığı görülmektedir. özellikle çocukları ve gençlere okulda ve ailesinde öğretilen doğrulara tam zıt doğrular


Görsel medya eleştirme yeteneğini kişinin elinden almakta, bireyi pasifleştirmektedir. Doğrudan duyulara hitap eden yapısı, emeksiz bilgiyi sunması ve aktif eleştiri ortamının bulunmaması sonucunda kitle iletişim araçları karşısında özne edilgenleşmektedir.

sunarak çelişkiler içine sürükleyebilmektedir. Tüm bunların sonucunda ise toplumda sapkın davranışlar artmakta, toplumsal değerler ve kültür büyük tehlike altında kalmaktadır. Rol model sunulması: Medya bireylere “örnek rol modeller” sunmaktadır. Örnek modellerin etki alanı yalnızca çocuklarla ve gençlerle sınırlı kalmamakta tüm toplumu kapsamaktadır. Ehil olmayan ellerde, amaca uygun olmayan, etikten sapmış, insani ve toplumsal amaçlar dışında kullanılan medyanın dönüştüğü silah bir anda milyonları imha edebilecek konuma ulaşır. Medya genellikle görsel ve yazılı medya olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Öncelikle görsel medya üzerinden konuşmama devam etmek istiyorum. Medyanın görsel oluşu: Görsel medya adından da anlaşılacağı gibi, görsellik üzerine kurulu bir gerçekliktir. Görsellik ile tek tip bakış açısı sunmaktadır. Bu da rasyonel ve görsel algıya takılı insan tipi oluşmasına neden olmaktadır. Görselliği olmayan şeyleri idrak edemeyen, farklı duyum niteliklerinden uzaklaşmış bir insan tipi. Eleştirme yeteneğini yok etmesi, toplumun hissizleşmesi, algı azalması: Görsel medya eleştirme yeteneğini kişinin elinden almakta, bireyi pasifleştirmektedir. Doğrudan duyulara hitap eden yapısı, emeksiz bilgiyi sunması ve aktif eleştiri ortamının bulunmaması sonucunda kitle iletişim araçları karşısında özne edilgenleşmektedir. Kitle iletişim araçları geliştikçe bilgi aktarımı hızlanmakta, bir bakıma kişilerin bilgilendirilmesi kolaylaşmakta ama diğer taraftan da buna bağlı olarak gerçekliğin kavranabilirliği zayıflaşmaktadır. Artık gerçeği hissetsek bile bunu kanıtlayacak organlarımız köreltildiği için söylenene uyma dav-

GENÇLİĞİN GÖZÜNDEN

MEDYA

ranışı göstermekteyiz. Toplumun medyanın ‘uyuşturucu’ etkisinden kurtulabilmesi için eleştirel aklın geliştirilmesi önemlidir. Çünkü medya dünyayı algıladığımız ve kavradığımız duyularımızı fazla işgale uğratan, algılarımızı yönlendirme ve değiştirme kapasitesine sahip bir araçtır. Medya toplumu üretim yerine tüketime yönlendirmesi: Kitle iletişim araçları tüketim isteğini uyarmakta, kazanç artırma gerekliliğini empoze etmekte, satın almaya yöneltmekte, tüketmeye odaklı bir toplum oluşturmaktadır. Televizyonun kitle iletişim araçları arasındaki konumu: Kitle iletişim araçlarından en etkilisi televizyondur. Neden radyo, gazete veya internet değil de televizyon? Birincisi; toplumun her tabakasındaki ailelerin evinde neredeyse bir televizyon bulunmakta ve elde edilmesi çok kolay hale gelmiştir. İkincisi; radyo gibi sadece işitsel veya gazete gibi sadece yazıya dayalı bir iletişim aracı değildir. Televizyon, mesajını verirken hem sesin hem de hareketli görüntünün gücünden yararlanır ve etkileyiciliği çok yüksektir. (İnternet için belki ileride çok daha fazla söz söylemek mümkün olacaktır ama şu an için, kısıtlı bir kitlenin ulaşabildiği ve azda olsa uzmanlık isteyen bir araç olduğu için, televizyon kadar yaygın ve kullanılır durumda değildir. Fakat bir süre sonra televizyona alternatif olacağı göz ardı edilemez bir gerçektir) Bu yüzden düşüncemi genel olarak televizyon üzerinde kurmak istiyorum. Bunun yanında kitlesel iletişim araçların hepsi özünde ortak bir amaç güttüğünü belirtmek gerekmektedir. Televizyon ile ilgili olarak gerçekleştirilen araştırmalar; televizyon programlarının aile, eğitim, iş, yaş ve cinsiyet, doğum ve ölüm gibi bir çok toplumsal gerçeklikler konusunda deforme edici etkiMay›s ‘11 • 11


a

karantin

lerinin olduğunu ortaya koymuştur. Zamanın verimliliğini engellemesi: TV modern Türk toplumunun günlük yaşamının bir parçası haline gelmiş bulunmaktadır. Türk ailesi ortalama günde 5-7 saatini TV önünde beraberce geçirir. Televizyon izleyicinin bütün benliği ile olayın içinde yer almasını gerektiren bir olgudur. Yalnızca bir arka plan gibi işleyişi yoktur. Kişileri kendine hem fiziksel hem de zihinsel olarak bağlamaktadır. Bu da TV izlenen vakitlerde başka hiçbir sosyal aktivitenin yapılamamasına neden olmaktadır. Sosyalleşmeyi engellemesi: Televizyon ve görsel medya, bireylerin sosyal hayatını büyük oranda engellemektedir. Herkesi kendine odaklayan TV, merkezde insan olması gereken iletişimi merkeze kendini alarak yok etmektedir. Bir süre sonra da kişiler birbirlerinin problemleri yerine TV’deki sanal problemler üzerine konuşmayı tercih etmektedirler. Kişiliği bozuk, sosyallikten uzak, sanal dünyaya sıkışmış bir nesil, yozlaşmış toplum kültürü ve yaşam biçimi oluşmaktadır. Genellikle içerdiği konular: ABD’deki ana televizyon programlarına baktığımızda öç ve nefretin çok sık işlendiğini görürüz. Amerikan televizyonunda olduğu gibi Türk televizyonunda da şiddet sahnelerinin dozajı artırılmıştır. Ayrıca bu sahneler çarpıtılmış gerçek yaşamdaki şiddeti yansıtmak açısından son derece gerçek dışı kalmışlardır. Gerçek hayatta, Chicago’daki bir polis görevlisi yirmi yedi yıl boyunca silahını bir kez bile kullanmaz. Oysa Amerikan televizyonunda, bir polis memuru gerçektekinden 800 kat daha serttir. Her problemde, kötüleri vurmak, tehlikeli durumları çözümlemek için tabancasını kullandığını görürüz. Diğer bir nokta ise iyi insanlar tarafından yapıldığında, şiddetin olumlu ve iyi bir şey olduğunun işlenmesidir. Bu da bir nevi şiddetin toplumda meşrulaştırmasına neden olmakta, kişilerin zihninde kendi doğrularına göre istedikleri cezayı kendilerinin verebileceği algısı oluşmaktadır. Etkilediği kitle: Televizyonun etkilediği kitlenin büyüklüğüne baktığımızdaysa karşımıza çok büyük rakamlar çıkar. Yerel, ulusal, uluslararası televizyon kanalları ile dört bir yana yayın yapılmaktadır. CNN, BBC 12 • May›s ‘11

gibi uluslararası televizyon kanalları neredeyse dünyanın her noktasından izlenebilmektedir. Ve kendi iktidarlarının ideolojilerini, politikalarını, dillerini, yaşam biçimini zehirli bir iğne gibi tüm toplumlara enjekte etmekte çoğu zaman da hedefledikleri noktaya ulaşmaktadırlar. Medyanın etkilerinin toplumdaki yansıması ve örnekler: Yapılan bir çalışmada, Kanada’da filmlerin kadınlara karşı şiddet kullanma eğilimini nasıl etkilediği araştırıldı. Denek olarak kolej öğrencileri kullanıldı. Öğrenciler, sanki bir sinema okulunda ders yapacaklarmışçasına şiddet öğeleriyle ve tecavüz sahneleriyle dolu filmlere yollandılar. Sonra aynı kolejin psikoloji sınıfında çocuklara bir test yapıldı. Kendilerine kadınlara karşı şiddet kullanmak, tecavüz hakkındaki fikirleri soruldu. Söz konusu filmleri ve gösterileri izleyen öğrencilerin çoğunda, tecavüze meyil, istek ve düşüncesinin arttığı, buna karşılık bunları izlememiş olanların durumunda bir değişiklik olmadığı belirlendi. Diziler: “Kitle iletişim araçlarının ve özellikle de televizyonun ülkemizde de son derece etkili olduğunun önemli göstergelerinden biri, televizyon dizileridir. İzleyiciler televizyon dizilerinden öylesine etkilenmektedirler ki, yaşadıkları “gerçek dünya”dan daha çok, dizilerdeki “yapay dünya”da olup bitenlerle ilgilenmektedirler. Bunun sonucu olarak da, güncel sorunlar unutulmakta, kişilerin kendi sorunlarından daha çok, gerçek olmayan bir dünyanın ve o dünyadaki kişilerin sorunları önem kazanmaktadır. Çoğumuz dizideki kahramanlarımız için üzülüyor, onun için seviniyor, ona destek oluyor ve hatta dizideki kahramanımız öldüğünde yas tutup temsili cenaze töreni bile yapabiliyoruz. Randevularımızı dizi saatlerine göre ayarlıyor, hafta sonu planlarımızı televizyon yayın akışına göre düzenliyoruz. Bazı uzmanların kitlesel iletişim araçlarından 4. güç (Yasama, Yürütme, Yargı, KİA) diye bahsetmelerini daha iyi anlayabiliyoruz artık. Son dönemlerde diziler özellikle aldatma ve gayrimeşru ilişkiler üzerine kurulmaya başlanmıştır. Bu bilinçli bir zihniyetin dayatması ile çok tehlikeli sonuçlara ulaşmıştır. Reyting uğruna toplumun ahlak sistemi çökertilmektedir ki gelinen boyuta bakıldığında maalesef medya belli bir başarı-


Diğer bir nokta ise iyi insanlar tarafından yapıldığında, şiddetin olumlu ve iyi bir şey olduğunun işlenmesidir. Bu da bir nevi şiddetin toplumda meşrulaştırmasına neden olmakta, kişilerin zihninde kendi doğrularına göre istedikleri cezayı kendilerinin verebileceği algısı oluşmaktadır.

ya ulaşmıştır. Artık bir kesim ahlak kurallarını yerine getirmemek zafiyeti göstermenin de ötesinde ahlak teriminden nefret eder duruma gelmiştir. Bu durum da toplumun çöküşüne sebep olacak en önemli faktördür. Dizilerde sürekli izlenen bu seviyesiz ilişkiler normal hayatta da normallik seviyesine gelmiştir. Türk dizileri sadece kendi ülkemizi değil Arap ülkelerini de etkisi altına almış, hatta diziler yayınlandıktan sonra bu bölgelerdeki boşanma oranları artmıştır. Çocuklar üzerindeki etkileri: Televizyon kanalları üzerindeki denetimlerin zayıf olduğu ülkelerde en çok zarar görenler gelişim çağındaki çocuklardır. Anne-babaların çocuklarını beslemek için bile televizyondan yararlandığı görüyoruz. Gelecekte ortaya çıkabilecek ekran bağımlısı, anti-sosyal, gerçek yaşam ve doğadan uzak, okumaktan hoşlanmayan bireylerin yetişmesinin ana faktörü olarak televizyon evlerimizde baş köşede durmaktadır. Dinlenerek, ders çalışarak ya da uyuyarak değerlendirmesi gereken zamanı maalesef televizyon başında tüketen çocukların sayısı çok yüksek. Televizyonun sunduğu sanal dünya zamanla çocuğun en yakın arkadaşı ve oyuncağı haline gelmektedir, çocuğun arkadaşlarıyla daha az zaman geçirmesine ve daha az oyun oynamasına yol açmaktadır. Bu da çocuğun ileriki yaşlarda yaşayacağı iletişimsel sorunların kaynağı olmaktadır. Paylaşma, dostluk, güven duyma gibi önemli duyguları körelmektedir. Ayrıca televizyon çocukların saldırganlık eğilimlerini de arttırmaktadır. Ekranlarda çok sıklıkla sergilenen ve çoğunlukla da gerçeklerden kopuk kavga, şiddet, kan ve göz yaşı sahneleri çocuklarda saldırgan ve geçimsiz bir kişiliğin gelişmesine yol açmaktadır. Bütün bunların da ötesinde televizyonun çocuklar için en büyük olumsuzluğu; sundu-

GENÇLİĞİN GÖZÜNDEN

MEDYA

ğu rasyonel ve gerçekçi olmayan hayali modellerdir. Bu örnek alma eğilimi çocukların kişilik gelişimleri açısından hayati bir öneme sahiptir. Bilinçsizce ve rastgele seçilmiş yanlış modeller çocukların kişilik gelişimlerinin sağlıklı olmayan temeller üzerinde şekillenmesine yol açabilmektedir. Öte yandan çocuğun saatler boyunca ekran karşısında hareketsiz kalması da yine çocukların fizyolojik gelişimlerinin sağlıklı bir doğrultuda gerçekleşmesini engellemektedir. Televizyonun çocuklar üzerindeki etkileri hakkındaki yapılan araştırmalardan biri de şöyledir. Hiç televizyon kanalı olmayan yerleşim merkezlerindeki 2. sınıf çocukların okuma becerileri televizyonlu yerleşim merkezlerindeki çocuklarınkinden daha iyi idi. Bu yerleşim merkezlerine televizyonun girişinden sonra okuma becerisindeki farklar ortadan kalkmıştır. Benzer şekilde, televizyonsuz yerleşim merkezlerindeki çocukların bir yaratıcılık testinden aldıkları puanlar ortalama olarak daha yüksekti. Televizyonun gelmesinden sonra ise yaratıcılık düzeyi düştü ve televizyonlu çocuklar seviyesine indi. Televizyon öyle görülüyor ki çocukların hayal gücü yeteneklerini azaltmaktadır. Sonuç olarak; kitle iletişim araçlarının bireylerin siyasal olaylara ilişkin açıklamalarının karmaşıklık düzeyi üzerinde etkili olduğu görülmektedir. Reklamlar: Reklamların toplum üzerindeki etkilere yadsınamaz boyutlardadır. Rekabet ortamı artan şirketler ürünlerini pazarlayabilme adına etik kuralları da reddetme eğilimindedir. Bu da hiçbir sınır tanımayan ve insanları her yerden kuşatmış reklamların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Medyanın her bir organında reklam çok büyük oranda pay sahibidir. Yayın yapan şirketlere kazancın reklam üzerinden olması da bunun başlıca nedenidir. Reklamlarda başlıca istismar edilen konu kaMay›s ‘11 • 13


a

karantin

dınlardır. Ürünün çekiciliğini artırmak için her türlü reklamda kadının cinselliğine başvurulmaktadır. Hatta artık yalnızca kadın değil erkekler de çeşitli reklamlarda cinsel obje olarak kullanılmaya başlanmıştır. . Kadın ve erkek parfümlerinin ikisi için de, ayrı ayrı kadın vücudu sergilenirken, erkeklerin tıraş bıçağı reklâmında, yine kadın kullanılıyor. Kahvenin kokusuyla cinselliğe davetkâr bir ortam hazırlayan reklâm filmleri, kutuplarda kadını soyup şezlonga uzandırabiliyor. Bugüne dek çocukların, eğlenceli bir gıda olarak tanıdığı ve tükettiği dondurma, artık bikinili kadın görüntüleri sayesinde, çocuklar için eski masum lezzetini yitirmiş durumda. Reklâmlar, ister istemez izleyenlerini şöyle bir kadının varlığına inandırmaktadır: Kadın, genç (muhtemelen 35 yaşı geçmemiş), vücudu kusursuz ve daima bakımlı (hiç ter kokmayan), güzel (rüzgârda saçı bozulmayan), zayıf, makyajlı ve daima modaya uyumlu (pahalı markalı) şık giyinen ve daima cinsel çekiciliği ön planda olandır. Medyada kadın, erkek, çocuk tüm izleyenlerin bilinç altına dayatılan “kadın” tipi, erkeklerde, “o kadına sahip olma” arzusunu uyandırırken, kadınlarda da “öyle olma” mecburiyetini hissettirmektedir. Dayatılan “mükemmel kadın” tipi, aslında “imkansız kadın” tipi olduğundan, sonsuz bir arayışa giren erkeğin karşısında, yıpranmış, yetersiz kalmış ve bunalıma girmiş bir kadın ortaya çıkmaktadır. Bu da aile kurumunu temelden sarsacak durumları ortaya çıkarmaktadır. Reklamlardaki diğer bir nokta ise bilinçaltına kişinin izni olmadan belli bir fikri yerleştirme yöntemidir. Subliminal adı verilen yöntemle hazırlanan bu reklamlarda, bilinçaltına gizli mesaj ve resimler gönderilmekte, gözle görülmeyen bu mesaj ve resimler bilinçaltına ulaşmakta ve tüketici üzerinde normal bir reklamdan çok daha yüksek oranda etki bırakmaktadır. James Vicary adlı reklamcılık uzmanı, sinema salonlarında yaptığı bir deney sonucu patlamış mısır ve kola satışlarının arttığını iddia etmiştir. Bu deneyde film perdede oynarken, saliselik görüntüler halinde patlamış mısır ye ve kola iç sloganları çıkarılmış, seyirci bu sloganları bilinciyle algılayamadığı halde, bilinçaltına hitap eden bu sloganlar sayesinde kola satışlarının yüzde 18.1, patlamış mısır satışlarının ise yüzde 57.7

14 • May›s ‘11

arttığı görülmüştür. Siyaset ve medya: Günümüzde yönetimde bulunan güçler televizyonlara ve basın organlarına müdahale etme hakkını kendilerinde görmektedir. Bunu çeşitli yollarla yaparlar. Ya kendi televizyon kanallarını kurarlar ya da var olan kanallara uyguladıkları ceza ve yaptırımlarla içeriklerindeki muhalefeti ortadan kaldırmaya çalışırlar. Ve zamanla televizyonlar iktidar ile kol kola hayatlarını devam ettirirler. Bu da hangi görüşten olursa olsun devlet yöneticileri hakkında doğru ve tarafsız habercilik anlayışını yok etmektedir. Aynı zamanda doğru kullanım örneklerine bakıldığında televizyon sayesinde dünyadaki birçok haksızlıkların kitlelere duyurulduğu da bir gerçektir. Mavi Marmara olayında kesintisiz yayın yapan TvNet’ i ve Tunus, Mısır, Libya olaylarında bizi en doğru şekilde bilgilendiren El Cezire’yi örnek olarak gösterebiliriz. Ama maalesef bu kanallar şu anda çok sınırlı sayıda kalmıştır. Aslında genel olarak içerdiği sorunlar benzer olsa da yazılı basına da değinmek istiyorum. Kitle iletişim araçlarının içinde yazılı basının oldukça büyük bir yeri vardır. Okuyucuya mesajı istediği şekilde, istediği zamanda okuma, saklama, yorumlama eleştirme kabiliyetini sunmaktadır. Stockholm Üniversitesi’nde yapılan bir deney okumayı gazetelerin desteği ile öğrenen çocukların, geleneksel yöntemle okuma öğrenen çocuklara oranla iki kat daha çabuk ilerlediklerini ve ileride yaşıtlarına göre güncel konuları daha çok takip ettiklerini ortaya çıkarmıştır. Yazılı medya seçicilik göz önünde tutulduğunda da televizyondan daha geniş imkân vermektedir. Kişiler siyasi düşüncelerine göre istedikleri yayını seçerek alabilme özgürlüğüne sahiptir. Bu açılardan yazılı medyanın görsel medyaya göre daha verimli olduğu savunulabilir. Fakat televizyonun diğer bir etkisi olarak maalesef yazılı basına karşı ilgisizlik git gide artmaktadır. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yazılı basının satışlarının düşüklüğü dikkat çekicidir ve aşılması gereken bir sorundur. Fakat yazılı basının veriminin yanı sıra nitelikli kitap dergi, broşür, bildiri, bülten vb. yayınların çokluğundan bahsedemiyoruz. Bunun bir nedeni sansasyonel, kışkırtıcı, skandal haber yayını yapan basınların daha çok sa-


GENÇLİĞİN GÖZÜNDEN

Günümüzde yönetimde bulunan güçler televizyonlara ve basın organlarına müdahale etme hakkını kendilerinde görmektedir. Bunu çeşitli yollarla yaparlar. Ya kendi televizyon kanallarını kurarlar ya da var olan kanallara uyguladıkları ceza ve yaptırımlarla içeriklerindeki muhalefeti ortadan kaldırmaya çalışırlar. Ve zamanla televizyonlar iktidar ile kol kola hayatlarını devam ettirirler. Bu da hangi görüşten olursa olsun devlet yöneticileri hakkında doğru ve tarafsız habercilik anlayışını yok etmektedir.

tılmasıdır. Popüler olan kitap listelerine bakıldığında okunması daha kolay, kişiyi eğitmekten daha çok vakit geçirilmesi için yazılmış kitaplar olduğunu görürüz. Rekabet ve para kazanma hırsı yazılı basını da büyük oranda etkilemiştir. İnsanlar bir konu hakkındaki yargılarını büyük oranda okuduğu gazete ve dergilerden alır. Genç nesil için yazılı medya düşüncelerinin oluşmasında önemli bir yere sahiptir. Tarihten bu yana da her olayda yazılı basın önemli bir rol almıştır. Bunlar göz önünde bulundurulduğunda hala belli bir kesimin takip ettiği gazetelerin, kitapların dergilerin kaliteli yayın yapmasının önemi daha iyi anlaşılacaktır. Toplumun bilinçlenmesi, halkın haber alması, öğrenmesi, olaylar ve sorunlar üzerinde düşünülmesini sağlayacak araç yazılı basındır. Ne var ki çıkarın savunucusu halkın duygu ve düşüncesi olan yazılı basın şu veya bu şekilde siyasi iktidarların etkisinde kalmaktadır. Buna karşı gelen yazılı basın mensupları ise sansüre uğramakta ya da cezaya çarptırılmaktadır. Okunan şey insan üzerinde daha kalıcı, daha düşündürücü, daha sevk edici ve daha uyarıcı bir etki bırakır. Bunu iyi bilen propagandacılar basını ikna ve beyin yıkama aracı olarak kullanmakta sakınca görmemişler; kitap, gazete, dergi, broşür, duvar afişleri, prospektüs kart postal ve el ilanlarından hatta resim ve karikatürlersen sonuna kadar yararlanmışlardır. Propaganda yaparken amaç kişilerin yetiştirilip olgunlaştırılması değil istenilen doğrultuda derhal aksiyona geçirilmesidir. Bu bakımdan insan şahsiyetine saygısı yoktur. Buna en iyi örneği mimarlık dergisinde derginin konusu ile hiç alakalı olmayan bir karikatür

MEDYA

üzerinden verebilirim. Derginin ilk sayfalarında akış ile alakasız tesettürü öcü, insanlık dışı, çağdışı kalmışlık olarak gösteren karikatürleri gördüğümde dergilerin propaganda için ne kadar tehlikeli olarak kullanılabileceğini anlamış oldum. Bu olumsuzluklardan bahsederken amacımız basın özgürlüğünün kısıtlanması değildir. Basın özgürlüğü olmayan ülkelerde sağlıklı bir demokrasiden de bahsedilemez. Fakat kapitalist sistemde basın özgürlüğüne gelirsek, maalesef yayın organlarını elinde bulunduran zenginlerin istediği ölçüde bir özgürlükten bahsedebiliriz. Sorunun özü: Sorunun özü, nitelikli yetişmiş insan gücü eksikliği yanı sıra, “az emek, az zahmet ve az masrafla yüksek reyting, kolay ve çok kazanç anlayışı” şeklinde de tanımlanabilir.” Diğer tehlikeli durum ise yayıncıların gerekçe olarak toplumun bunu istediğini savunmasıdır. Artık alıştırılma yöntemleri ile zihni uyuşturulmuş halk, kendilerini aydınlatıcı yeni bir yayın sistemi yerine mevcut sistemi tercih etmektedirler. • • • • • • • •

Kaynaklar Norman Swallow, Televizyonun Gerçek Yüzü Adem Kandemir, Bir Siyasi İletişim Aracı Olarak Yazılı Basın (Yüksek Lisans Tezi) Alaaddin Şahbaz, “Ekranların Arkasında Kimler Var” İlim ve Sanat, Mayıs 1985 Doğan Cüceloğlu, Televizyonun Öğrenme Üzerindeki Etkisi Doğan Cüceloğlu, Medyanın Toplum Üzerindeki Etkisi Nedir? Medyanın Toplum Üzerindeki Etkisi Tanımı Faruk Yazar, Medyanın Etkileri Üzerine Bir Yorum -Sahiciliğin Dışına Kaçan Bir Anlam 20 Eylül 2007 Kitle İletişim Araçları ve Şiddet, 1986 (Hürriyet Vakfı Yayınları) Yrd. Doç. Dr. D. Ali Arslan, Medyanın Birey, Toplum Ve Kültür Üzerine Etkileri, Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi

May›s ‘11 • 15


a

karantin

Sosyal Medya Araçlarının Toplumsal Hayata Etkisi Betül Babacan

B

en medyanın bireyleri ittiği yalnızlık çağından söz etmek istiyorum. Ve önceki sunumların biriktirdiği bilgiler ışığında tüm bu düzenlere bizler müslüman bireyler olarak nasıl bakmalıyız. Nasıl bir değerlendirme yapmalıyız’ı kısmen de olsa konuşmak gerektiğini düşünüyorum. Tabi bir söz vardır ya hep yapılması gerekenlerden konuşulan bir yerde hiçbir şey olması gerektiği gibi yürümüyordur, diye tabii ki bizim konuşmamız çok da bu formatta olmayacak. Ama yine de öncelikle hepimizin özeleştiri de samimi olması gereken bir konu üzerinde söz söylemeye çalışıyoruz; zira her birimizin farklı yoğunluklar vesilesiyle öyle ya da böyle sürece müdahil olduğu ve genellikle kendimizi eylemin öznesi olarak da gördüğümüz fakat esasında tamamıyla edilgen bir yapı içerisinde rol oynadığımız bir düzlemdeyiz. Bu sebepten ötürü arada bir takım sorgulamalara gitmek gerek hepimiz biliriz ve Ali İmran suresi 103. ayette de ‘Allahın ipine sımsıkı sarılın..’ şeklinde ifade edilmiştir içinde olmamız gereken yol. Bizimse öncelikli konumuz hayatın tüm alanlarında Allahın yoluna ne derece sadık kaldığımız ve ya bunun için uğraş verdiğimiz, sonrasında ise, iş domino taşlarının birbiri ardınca devrilmesi gibi gelecek yaşamımızın merkezine oturup hayatımıza yön vermeye çalışan araçlara ve kurumlara... Ortaya çıkışından itibaren günümüze dek sosyal medya araçlarına, en başta Senanur’un da değindiği gibi egemen güçlerin kendi otoritelerini daha da kuvvetlendirmek için kullandıkları ve başarılı da oldukları çok ciddi bir alandan söz ediyoruz. Ve maalesef ki günümüz insanı, her gün görmeye alıştığı ve zararsız olduğuna inandığı şeylerden kuşkulanmak zahmetini göze alamayacak kadar duyarsızlaştırıldı. 16 • May›s ‘11

Biraz kuşkulanmalı, çünkü her gün görmeye alıştığı kitle iletişim araçlarının modern teknolojinin katkıları sonucu evrilmesine bağlı olarak; sistemin kitleleri etkisizleştirme yöntemleri de bu modernleşmeye bir anlamda ayak uydurmak zorunda kaldı. Artık insanlar kendilerine ait dünyalarında bile televizyon gibi güçlü bir medya aracılığıyla manipüle edilebiliyorlar. Televizyonun karşısına oturan her izleyici, televizyon muhabirlerinin müthiş girişkenlikleri ve gerçeği yansıtabilmek uğruna cansiperane çabaları sayesinde, dünyada olan biten her şeyi bütün gerçeklikleriyle izleyebildiğine inanıyor. Oysa iletişim bilimci Arthur Asa Berger’ın deyimiyle, kitle iletişim araçlarıyla yansıtılan gerçekler, her zaman gerçeği yansıtmayabilirler. Çünkü insanın kontrolündeki kamera, bir tek noktayı veya objektifin görüş alanına giren yerleri görüntüleyebilir sadece. Kamera, arkasında kalan diğer mekânlarda yaşanmakta olan belki de daha önemli olayları izleyicinin gözünden kaçırmış olur. Hatta kimi zaman, o görülmesi gereken gerçekleri görmezlikten gelip, izleyici kitlesini yanıltabilir de. Böylece televizyon, gerçekleri yansıtan bir araç olması gerekirken, gerçekleri “gerçeğimsiler” üreterek gizleyen bir kitle iletişim aracına dönüşmektedir. Ve bu değişim ve dönüşüm esnasında temeldeki amaç bizlerin yani hedef kitlenin zihinsel evrimidir. Yine maalesef ki bizler hem bireysel hem de toplumsal olarak, bu düzenin içinde yer alırken birtakım şeyleri çok bilinçli yaptığımız hissiyatına kapılabiliyoruz. Fakat bu noktada, geçenlerde bir yazıda rastladım ki isabet olmuş. Deniliyordu ki: ‘ne yaptığının farkında olduğu hissi, insana çoğu zaman bir yanılsamadır zira ve yanılsama aslında farkındalığın olmaması halidir.


GENÇLİĞİN GÖZÜNDEN

MEDYA

Bu konuda gerçekte farkındalığın olmaması hususundan başka değinmek gereken diğer bir nokta ise medya araçları üzerinden varlığımızı idame etmeye çalışmak daha doğrusu bu ancak bu yöntemlerle kendimizi var olabilir kılmak... İnsanoğlu garip bir varlık. Yalan kimliklerle gerçeği arayacak kadar garip. Kendisini avutmaya müthiş bir istek duyacak kadar; sevgiyi, fikri, dostluğu, hediyeleşmeyi, paylaşmayı körleştirecek kadar; hasılı, celladına aşık olacak kadar garip... Facebook, twitter, messenger derken, kendimize iyiden iyiye bir sanal cennet inşa ettik. Bu cennette her şeye ulaşabilecek, her istediğimizi bedel ödemeden elde edecek ve mutlu mutlu yaşayıp gidecektik. Arkadaş istediğimizde ona zaman ayırmaya gerek kalmadan sıkı kanka dostluklar kurabilecek, canımız her sıkıldığında geçip bilgisayarımızın başına, kendimizi bir anda çok kalabalık bir mecliste gibi hissedecektik. Ne hoş değil mi? Yani formülü bulduk, huzura erdik. Erip ermemek de önemli değil ki aslında, zamanımız nasılsa bir şekilde geçiyor, kendimizi nasılsa bir şekilde avutuyoruz. Sorun mu; sorun olup olmadığı da önemli değil. Bugünü nasıl yaşıyoruz; önemli olan bu. Yarın ya da dünü gündemde tutup da canımızı sıkmanın da bir anlamı yok. “Anı yaşa”, felsefen olsun; ötesini düşünmemeyi de öğren. Evet, farkında ol-

madan bize telkin edilen bu. Ve farkında olmadan kabullendiğimiz de bu. Bu ise, yukarıdaki satırlardaki boş ciddiyetsizlikten çok daha ciddiyet gerektirecek bir mesele. Herkesin kendisini şöyle bir sallayıp sarsmasına kapı açacak bir mevzu. Olay, aslına bakılırsa sanıldığı kadar ne masum ne de basit. Yeni dünyanın yeniliklerinden istifade olarak yorumlamak da, bize göre meseleyi anlamamış olmak ve hafife almak demek. Kendi dünyalarına çekilen insanlar, o dünyanın efendisi olmak gibi bir psikolojiyi, sayfalarında doyasıya yaşıyorlar. Duvarlara yazılan sloganlar devrinden, duvarların cicili bicili bezendiği devirlere uyandık. Eski duvarlardan da eser yok; eski korkulardan, eski heyecanlardan ve eski ateşli, şevkli insanlardan da. Feci bir facebook mücahitliği çağındayız ve cihadımız yine de mübarek olsun. İdeologluk mevzusuna ise hiç girmemeli; zira orası ayrı bir trajedi. Milliyetçiliğin de, Kemalizmin de, İslamcılığın da, solculuğun da, feminizmin de başına bundan daha kötüsü gelemezdi herhalde. Gerçek hayatlarında başka bir kimliği insanlara sunan yeni insan tipi, o kimliği kuşatan maskesini evine, ofisine; ya da korunaklı kalesine çekildiği zaman çıkarıyor, altından da bambaşka bir suret görünüyorsa hiç olmazsa kendinden utanmalı diye düşünürken tam; hiç de böyle olmadığını görmek, “yeni dünya işte canım” gibi saçmalıklara yem edilemeyecek kadar vahim aslında. Evet, eskiden de Mevlana’ya çok kulak verdiği söylenemezdi insanoğlunun; olduğu gibi görünmek de, göründüğü gibi olmak May›s ‘11 • 17


a

karantin

da zor bir şeydi zira. Fakat alenileştirme, bundan bir sıkıntı yaşamama, hatta bununla övünme gibi bir cephe gerisi cesaret de sahiden bu yeni dünya işi bir şey. Kavgaya girerdiniz, ağzınız burnunuz kırılabilirdi; fakat siz bu ihtimali bilerek girerdiniz; o yüzden de kırıldığı zaman bir delikanlılık hakkınız her daim saklıydı. Şimdi neyin delikanlılığından bahsedecek yeni dünyanın insanı? Yani aslında gerçek olmayan, gerçekliklerin değil sadece görüntülerin olduğu (ki bu görüntülerin kişiyi temsiliyet noktasında ne derece rasyonel olduğu konusunu da ayrıca açabiliriz) sanal bir düzlemde kendini var etmeye çalışan insan tipine nasıl bir yaklaşım sergilemeli. ‘Nereye bakıyorsun orası yok ki!’ Kabilinden bir durumla karşı karşıyayız. Ve sosyal medya dediğimiz alan bize önce bu kimlik kaymasını giydiriyor sonra da vermek istediği mesaj neyse en etkili ve en farkına varılması zor yolları seçip hedefe kilitleniyor. Bu konu bir çok iletişim uzmanı tarafından da incelenmiştir zira toplumu derinden etkileyen atılımlar ve gerilimler bu kanallarla insanlara enjekte edilmektedir. Örneğin Herbert Marshall Mcluhan “Araç Mesajdır” (The Medium is the Message) adlı kitabında, teknolojinin değerinin, geleneksel anlamda nasıl kullanıldığı ile biçimlendirilirken günümüzde aracın gerçek içeriğin kendisi olduğunu anlatmıştır. McLuhan’a göre araç, insanın uzantısıdır. Verilmek istenen mesaj araç ile şekillenir. Örneğin bir hikayenin sözle anlatılması, sahnede oynanması, bir radyodan aktarılması veya televizyonda sergilenmesi o hikayenin ilettiği mesajı alan kişi tarafından farklı anlamlar kazanır. Zaten kitlesel medya araçlarının günden güne evrilmesi de bu durumun temel nedenidir diyebiliriz ve fakat aslında sonucudur da. Ayrıca yine Mcluhan’ın ortaya attığı ‘global köy’ kavramı da kitle iletişim araçlarının kullanımının toplum tarafından hızla yayılacağını ve dünyayı küresel bir köye dönüştüreceğini açıklamak için üretilmişti. Marshall McLuhan, insanlık tarihini dört önemli döneme ayırmıştır: Kabile Çağı: Bu çağda yaşayan ilk insanlar için, 18 • May›s ‘11

duyma en önemli duyuydu. Fonetik alfabenin bulunmasıyla birlikte insanlık tarihi ikinci bir aşama olan Edebiyat Çağı’na geçmiştir. Edebiyat Çağı: İnsanlar bu dönemde Kabile Çağı’nda kullandıkları kulakları kadar gözlerini de kullanmaya adapte olmuşlardır. Fakat basım teknolojisinin ortaya çıkması ile bu çağ da kapanmıştır. Basım Çağı: Matbaanın keşfi ile birlikte insanlar, harfleri ve kitapları yazılı olarak görmüşlerdir ve bu kelimelerin anlamları onlar için değişmiştir. Taşınabilir kitapların yaygınlaşması insanların toplu halde, bir arada bulunmasını engellemiş ve bireysellik ön plana çıkmıştır. Toplum parçalanmış ve insanlar tek başına okuma fırsatı elde ederek toplumdan soyutlanmışlardır. Elektronik Çağ: Bu çağ, şu an içinde bulunduğumuz çağdır. Bu çağın en önemli özelliği, matbaanın icadı ile yazılı hale gelen sözel kültürün yeniden söze dönüştürülmesidir. Aynı zamanda bu çağda, gizlilik tamamen ortadan kalkmıştır. Bu sınıflandırmada elektronik çağ olarak geçen günümüz şartlarında gizliliğin ortadan kalkması yani ‘mahremiyet’ dediğimiz kavramın ortadan kaldırılması ve etkisi altındaki herkesi bireyselliğe itiyor olmasıdır temel sorun. Örneğin basit bir kronolojik sıra eşliğinde şu an akla gelen tüm sosyal medya araçlarının gelişimini ve etkilerini ele alalım. Telgrafın icadıyla insanlar elektronik çağa adım atmışlar ve teknoloji sayesinde iletişimle insanların yeniden dokunma ve duyma duyuları ön plana çıkmıştı. Matbaanın bulunmasıyla beraber kitap taşınabilir bir hale gelmiş, herkes kitap sahibi olabilmeye başlamış, tek başına okuma kültürü gelişmişti. Geleneksel toplum yapısında, elyazması kitapların toplu halde okunması bireyleri bir arada tutuyor iken kitapların taşınabilir ve çoğaltılabilir olması bireyselliği ön plana çıkarmıştır. İnsanlar birbirlerinden kopmuş ve birbirleri arasındaki iletişim zayıflamıştır. Elektronik çağda ise sanal gerçeklik denilen düzlemlerde yeni bir sözel gelenek ortaya çıkmıştır. Özellikle internet çağında ve sosyal ağların gelişimi ile birlikte herhangi bir şey aynı anda bir-


Mahremiyet kavramı üzerine kalem oynatan veya konuşan insanların büyük çoğunluğu bu kavramı kendi ideolojik pencerelerinden gördükleri kadarıyla değerlendirmeye çalışmışlardır. Ve çoğu yorumların liberal ve yahut komünist ahlak çerçevesinde yapılandırıldığını görüyoruz. İnsanlar elbette kavramları ve araçları ki bu araçların içerisinde sosyal medya araçlarının önemli bir yeri vardır, kendi propagandalarını yapmak için kullanırlar bu konuda bize düşen ise olaya sadece eleştirel bir gözle değil onun yanı sıra kendi safımızdan bakmayı öğrenebilmektir.

çok yerde birden olabilmektedir. Bir konu hakkında sosyal paylaşım sitelerinde yazılan herhangi bir cümlenin bütün dünyayı retweet ederek dolaşması örneğinde olduğu gibi. İnsanların aynı marka kıyafetleri giydiği, aynı marka içecekleri tükettiği çağımızda, McLuhan tarafından geliştirilen Global Köy kavramı internet ve web akışı ile yeniden ruh bulmaktadır. Dünya, insanların her şeyi aynı anda öğrendiği, büyük bir köy haline gelmektedir. Forward edilen e-maillar ve web sitesi linkleri, interaktif bloglar 20. yüzyıl geleneksel kitle iletişim araçları kaynaklarının yerine geçmiştir. Bilgi her ne kadar internet üzerinden yüz yüze iletişim olmadan yaratılıyorsa da komünel yani müşterek bir içerik oluşturulmaktadır. Elektronik çağda yeni medya ile birlikte insanoğlu, büyük bir hızla ve çok yaygın bir şekilde evrilmekte ve hiçbir gizin kalmamasına yol açacak olan bilgi sistemini dönüştürmektedir. Belki bu noktada bahsettiğimiz araçların mahremiyet kavramını yok etmesinden söz açabiliriz. Mahremiyet hakkına ve bireysel özgürlüklere yönelik saldırıların özellikle insan kişiliğinin maddi ve manevi bakımdan gelişmesine olan etkileri hiçbir şekilde gözden kaçırılmamalıdır. Sosyolojik, psikolojik, siyasi ve hukuki boyutları bulunan böyle bir meselenin, her şeyden önce felsefi açıdan ve özellikle siyaset felsefesi, ahlak ve hukuk felsefesi açısından ele alınması gerekir. Mahremiyet, bizim başkaları tarafından ne ölçüde tanınıp bilindiğimiz, başkalarının fiziksel olarak bize ne ölçüde ulaşabilir oldukları, bizim başkalarının ilgi ve dikkatinin ne ölçüde nesnesi olduğumuz hususlarıy-

GENÇLİĞİN GÖZÜNDEN

MEDYA

la yakından ilişkili bir kavramdır. Mahremiyet kavramı üzerine kalem oynatan veya konuşan insanların büyük çoğunluğu bu kavramı kendi ideolojik pencerelerinden gördükleri kadarıyla değerlendirmeye çalışmışlardır. Ve çoğu yorumların liberal ve yahut komünist ahlak çerçevesinde yapılandırıldığını görüyoruz. İnsanlar elbette kavramları ve araçları ki bu araçların içerisinde sosyal medya araçlarının önemli bir yeri vardır, kendi propagandalarını yapmak için kullanırlar bu konuda bize düşen ise olaya sadece eleştirel bir gözle değil onun yanı sıra kendi safımızdan bakmayı öğrenebilmektir. Zira Goethe’nin bir sözü vardır: ‘Samimi olmayı vaat edebilirim, tarafsız olmayı asla.’ Mahremiyet çok basit anlamıyla gizliliktir. Kendi dünyamızda yalnızca kendimize bıraktığımız daha doğrusu herkese göstermediğimiz, anlatmadığımız kendimize özel olan duygular, düşünceler, eylemler, söylemler, hal ve hareketler daha birçok şey. Bunun yanı sıra mahremiyet görünmezlik ve dokunmazlık anlamlarıyla aslında tesettürle aynı kökenden türemiştir. Ayrıca İslami gelenekte bizler, bayanlar, mahrem olanı, içte kalanı, gizli, herkese görünür ve ya dokunulabilir olmayanı temsil eden/ etmesi gereken insanlar olarak bu konuya bakınca görüyoruz ki önce TV’nin başlattığı akımlarla sonra internet ve organlarının etkisiyle hayatımızdan kalkan bir kavram artık mahremiyet. Çünkü en baştan beri söylendiği üzere sosyal medya araçlarının amacı günümüz modern zihinlerinin çektiği yere doğru götürmektir etkisindeki insanları. Kısaca değinmek gerekirse modern haMay›s ‘11 • 19


a

karantin

yat hiçbir şeyin gizli kalmasını istemez, buna izin vermez. Doğada bilinmeyen hiçbir şey kalmasın diye yapılan çalışmalar da eklenebilir belki bu anlayışın ürünü olarak fakat daha önemlisi bir kişinin öteki tarafından bilinmeyen bir yönü bir yaptığı kalmasın diye çalışır. Gizlenenleri açığa vurmaktır onun işi. Oysa Kur’an, İslam ahlakı tecessüsü yasaklar, ‘Birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın ve arkanızdan birbirinizi çekiştirmeye kalkışmayın.’ Hucurat 12 Fakat modern hayat bunun tersini telkin eder. Öncelikle televizyon dizilerinde ev içlerinde yaşananlar herkesin eline servis edilmeye başlandı. Gelenekte gizli ve özelde kalması öngörülen her şey ifşa edilmeye başlandı. Hepimizin bildiği gibi benim de annemin çok sık anlattığı bir olaydır bu önceleri yani televizyonun yeni çıktığı dönemde sadece yılda bir kere yılbaşı gecesinde bir dakikalığına dansöz çıkarmış. Bu durum ilk yaşandığında halktan tepki toplamış fakat sonraları durumu tahmin etmek zor olmuyor, şimdi geldiğimiz noktaya bakınca. Şimdilerde hemen herkesin evinde bulunan özellikle de küçük çocukların maruz kaldığı program ve dizilere bakıyorsunuz ahlaksızlıktan, çirkinlikten, insanları kötüye münkere ve fahşaya iletmekten başka işlevleri yok hemen hepsinin. Hiçbirimizin asla yapmayacağı görmeye tahammül etmeyeceği birçok ahlaksız sahne çok normalmiş gibi çok azı hariç tüm dizilerde boy gösteriyor ve işin korkunç tarafı bu sahneler internette en çok izlenen videolar arasına giriyor. Herkes yaptıkça, tüm kanallarda yayınlandıkça, üstünden zaman geçtikçe gözümüze normal görünmeye başlıyor yapılanlar. Neyse diyelim ki biz bir şekilde yırttık, bunlardan etkilenmediğimizi ahlaki gelişimimize hiç kötü etkide bulunmadığını falan söylüyoruz peki bu hızlıca evrilen süreci düşündüğümüzde eğer önünü almazsak, insanlar bir sele kapılmış sürükleniyor fakat bizler selin önünde set olmazsak arkamızdan gelenlere nasıl bir hayat biçimi önericeğiz? Bu süreci durdurmak için bir çabamız yoksa ahrette nasıl hesabını vereceğiz gördüklerimizin, gördük fakat umursamadık mantığıyla kardeşlerimizin hakkını nasıl ödeyeceğiz? Bunlar üzerine düşünmek lazım, sorular sor-

20 • May›s ‘11

mak lazım. Belki sistemin elemanlarını devre dışı bırakmak kısa vadede çok inandırıcı olmayabilir fakat Hz. İbrahim’e su taşıyan karınca misali, yolda oluruz, yolda ölürüz. ‘Her yürüyen varamaz, ama varanlar ancak yürüyenlerdir’ der Mevlana İdris Zengin. Yaşıyorsak eğer yolda olmakla, yürümekle yükümlüyüz bizler, elbette sonuç Allah’tandır. Dizilerin yanı sıra son dönemde hızla artan evlilik programları… İnsanların kendilerini afişe etmekten güzel, özel ve ya gülünç yanlarını teşhir etmekten zevk alıyor olması, başlı başına bir zihin kaymasına işaret ediyor. Yani tıpkı modern hayatın öngördüğü gibi mahremiyet diye bir şey yok. Gizlilik diye bir şey yok. Bu durumun çok benzeri facebook sayesinde tüm kullanıcıların hayatına giriyor. Örneğin bir arkadaşınız normalde görmeyeceğiniz, görmek de istemeyeceğiniz çok absürt bir fotoğrafıyla karşılaşabiliyorsunuz. Fakat kişi bu davranışından zevk alıyor, popüler oluyor, listesindeki arkadaşları tarafından en çok like*lanan fotoğraflardan birini paylaşmış oluyor vs. aslında çok basit bir ego tatmininden öteye gitmez bu hareket. İnsanların hayatlarını feysbukta sergilemekten zevk alıyor olması, şuradayım şunu yapıyorum bunu düşünüyorumlar vs. örneğin twitterda seni takip eden kaç kişi varsa tweetlerin kaç defa RT ediliyorsa o kadar büyük adam! oluyorsun. ‘Ben bilmem hangi kafenin tuvaletindeyim’ diye (fakat buranın çok şık ve pahalı bir yer olması şart) TW atmak veya feysbukta durum güncellemesi yapmak insanların kendilerini daha değerli daha önemli sanmalarını sağlarken, dediğimiz gibi aslında hepsi bir sanrıdır. Gerçek olmayan, gerçeklikle alakası olmayan görüntülerle örülmüş sanal ortamlarda var olabilme çabasıdır. Bu durum zamanla duyguların anlamını yitirmesine de yol açmaya başladı. Daha doğrusu kelimelerin içlerinin boşaltılmasına… Örneğin biri kalkıp diğerine ‘çok iyisin, hoşsun, anlayışlısın, sen cansın, can gibisin, canım gibisin. Demesi gerçek dünya aradan çekilince çok kolay hale geldi. Mesela ben Rumeysa’ya/ Zeynep’e ‘sen anlayışlı birisin/iyi birisin’ dediğim zaman bu iyiliğin yansımaları bizim ilişkimizin backgroundunda(arka planında) mevcuttur, bu söze dair bir yaşanmışlığımız


vardır ki ancak o şekilde anlamını kazanır. Fakat diğer türlü bu sözcükler sadece herkesin herkese söylediği alelade laflara dönüşür ve kıymetsizleşir. İnsanlar arası samimiyet kaybolur, duyduklarınıza bir değer atfedemezsiniz. Sosyal medya ağlarından bilhassa facebookun gündelik hayata etkilerinden bahsederken atlayamayacağımız bir nokta var ki; insanların (baybayan pek fark etmiyor) hayatlarına heyecan aramak* gibi bir çıkış noktasıyla zinaya meylettikleri bir ortamın hazırlanması. Bu konuda yapılan bir araştırma var bu konuyla ilgili onu sunmak istiyorum. İngiliz araştırma kuruluşu Social Issues Research Centre’ın 2004’te yayımladığı raporda flört, iki kişi arasında oluşan elektrik sonucu, cinsellik ya da tamamen eğlence amaçlı bir sosyalleşme metodu olarak tanımlanıyor. Aynı rapora göre, günümüzde flört için en uygun olan partiler, kafe ve restoranlar ya da iş ortamları, 2020 yılında yerini sanal aleme bırakacak. Yaptığımız sokak röportajları, yaşları 19-47 arasında değişen internet kullanıcılarının sanal âlemde flörte henüz sıcak yaklaşmadığını ortaya koydu. 50 kişiden 37’si, “İnternette flörte sıcak bakar mısınız?” sorusuna “Hayır” cevabı verdi. İlginç bir şekilde, katılımcıların 46’sı sosyal paylaşım sitelerine üye. Sorularımıza cevap veren 28 erkeğin 24’ü kendilerine atılan mesajlara olumlu yönde cevap vererek, internette flört etmeye sıcak bakıyor. Ancak 22 kadın katılımcıdan 19’u sadece arkadaşlarıyla konuştuğunu söylüyor ve tanımadığı kişilerden yollanan mesajlara cevap vermiyor. İngiliz SIRC’nin flört raporuna göre, sanal aleme olan güvensizlik, önümüzdeki yıllarda kırılacak. Siber flört romantizmi kurtaracak Flört her ne kadar alınan elektrikle ilgili olsa da, aşkını çevrimiçi arayanların sayısı her geçen gün artıyor. Günümüzde sosyalleşme yöntemi olarak kullanılan internet, gelecekte flört etmenin en etkin yöntemi olarak kullanılacak. Rapora göre internet flörtü, romantizmnin yeniden yükselmesine neden olacak; çiftler bu yöntemle gece kulüplerinde ya da restoranlarda tanışıp cinsel maceralar yaşamak yerine, birbirlerini eski usül aşk mektupları ( ya da yeni adıyla aşk e-mailleri) yazarak, tanışma sürecini uzun vadeye yayacaklar. Günümüzde teknolojik

GENÇLİĞİN GÖZÜNDEN

gelişmelere özellikle internete şüpheyle yaklaşan ve çocuklarının sanal âlemde uzun zaman geçirmesini sağlıklı bulmayan anne ve babalar da, sanal flörtü daha sağlıklı bularak, çocuklarını bu yönde destekleyecekler. Üyeleri her geçen gün artan çöpçatan siteleri, 2020 yılında daha fazla kabul görerek, uzun vadeli ilişki yaşamak ya da evlenmek isteyenlerin en çok kullandığı platformların başında gelecek. Yapılan öngörüye göre internet siteleri de evrim geçirerek, birbirlerine uygun buldukları adayların tanışarak yakınlaşması için etken rol oynayacak. Bu durum evliliklerin daha sağlıklı olmasını da sağlayacak; çiftler birbirlerine benzer sosyal çevrelerden geldikleri ve ortak zevkleri paylaştıkları için daha uyumlu olacaklar. Profilde verilen bilgilerin sağlıklı olup olmadığı daha etkili bir biçimde denetlenecek, böylece sanal ağlarda eş arayanları hayal kırıklığına uğraması da büyük ölçüde engellenecek.

MEDYA

Kadınlar daha aktif olacak SIRC’nin raporuna göre günümüzde hâlâ konu olan “Kadın erkeğe çıkma teklif edebilir mi?” sorusu, bundan 10 yıl sonra tarih olacak. Son 30 yıldır flört konusunda üzerlerindeki toplumsal baskıyı kırma konusunda kayda değer yol kat eden kadınlar, önümüzdeki 10 yılda verilen seminerler, yazılan kitap ve makaleler sayesinde daha ‘özgür’ hissedip, flörtün başlamasında etkin rol oynayacak. Kadınların erkeklere karşı olan ilgilerini belli etmeleri ya da onları yemeğe davet etmeleri, garip değil, doğal karşılanacak. Rapora göre erkeklerin karşı cinsten gelen talep yüzünden, zaman içerisinde pasifleşme eğilimine gitmeleri olası. Flört karşıtı hareketler artacak Kuzey Amerika’da yeni yeni başlayan ve İngiltere’ye sıçrayan muhafazakarlık anlaşıyı, önümüzdeki on yıl içerisinde biçim değiştirerek ‘flört fobisine’ dönüşecek. Yanlış anlaşılma ya da ‘hafifmeşrep’ damgası yeme korkusu insanları daha mesafeli davranmaya itecek. İşverenlerin ve akademik çevrelerin flört konusunda çalışanlara karşı uyguladığı kuralların sıkılaşması da durumu olumsuz yönde etkileyecek.

May›s ‘11 • 21


a

karantin

Ayrıca modern zihniyetin insanları aynılaştırma, farkı ve farkındalığı ortadan kaldırması husunda hemen hepimizin elinden geçmiş Barbie bebekler kocaman bir örnektir. Küçük çocuk bu bebekle evcilik oynuyor, oyundaki baba çocuk anne hepsi birbirine benzer ve üstelik kadın figürü bir manken fiziğine sahip 1.75 boylarında, sarı saçlı, mavi gözlü, kısa etekli, oyuncak olmasına rağmen yüzü makyajlı bir kadın. Hasılı bırakın Hatunsuyu Köyü şartlarını Türkiye de dahi az bulunur cinsten. Dönelim bizim kız çocuğumuza, o evcilik oynuyor, o esnada içerden annesi sesleniyor ve dönünce ne görsün bu anne hiç oyundaki anneye benzemiyor çalışmaktan elleri aşınmış, vücudunun bazı bölgeleri sarkmış belki fiziken cazip görünmeyen bir kadın haline gelmiş zamanla. O zaman çocuğumuz genç, güzel, her daim dişiliğini vurgulamaya meyyal duruşu; yani barbie bebek ekolünü benimsemeye başlıyor. İnternette flörtle ilgili 5 soru: 1 - Sanal âlemde tanışmaya/ flört etmeye sıcak bakıyor musunuz? 2 - Herhangi bir sosyal paylaşım ya da çöpçatanlık sitesine üye misiniz? 3 - Bu ağlarda profilini beğendiğiniz kişiyle tanışma girişiminiz oldu mu? 4 - Size flört amaçlı yollanan mesajlara karşılık verir misiniz? 5 - İnternet üzerinden yapılan flört size gerçekçi geliyor mu? Araştırma sonuçlarının işaret ettiği nokta çok üzücü. Fakat tüm bu olaylar ve belki daha fazlası etrafımızda yaşananlardır. Örneğin geçenlerde bir haber okudum b.şehir’de 17 yaşında bir genç kız facebooktan tanıştığı, Adana’da yaşayan 5 çocuklu bir adama kaçıyor. Durum gerçekten de çok vahim. Ayrıca modern zihniyetin insanları aynılaştırma, farkı ve farkındalığı ortadan kaldırması husunda hemen hepimizin elinden geçmiş Barbie bebekler kocaman bir örnektir. Başlarda bahsettiğimiz global köy kavramı ayrıca üretilen ürünlerin dünyanın her tarafına ulaştırılması herkesin bu ürünü elde etmesi durumunu da kapsıyor (reklam kültürüyle). Yani bahsini açtığımız barbie bebekler New York’ta, Berlin’de, Londra’da, Paris’te, İstanbul’da ve diyelim ki Malatya’nın Hatunsuyu Köyü’nde bir kız çocuğunun elinde. (bizzat tanık olduğum için üzerinde konuşması daha rahat) (bununla alaka22 • May›s ‘11

lı Metin Önal Mengüşoğlu’nun da güzel bir yazısı vardı) Küçük çocuk bu bebekle evcilik oynuyor, oyundaki baba çocuk anne hepsi birbirine benzer ve üstelik kadın figürü bir manken fiziğine sahip 1.75 boylarında, sarı saçlı, mavi gözlü, kısa etekli, oyuncak olmasına rağmen yüzü makyajlı bir kadın. Hasılı bırakın Hatunsuyu Köyü şartlarını Türkiye de dahi az bulunur cinsten. Dönelim bizim kız çocuğumuza, o evcilik oynuyor, o esnada içerden annesi sesleniyor ve dönünce ne görsün bu anne hiç oyundaki anneye benzemiyor çalışmaktan elleri aşınmış, vücudunun bazı bölgeleri sarkmış belki fiziken cazip görünmeyen bir kadın haline gelmiş zamanla. O zaman çocuğumuz genç, güzel, her daim dişiliğini vurgulamaya meyyal duruşu; yani barbie bebek ekolünü benimsemeye başlıyor. Ve karşımıza neyi niçin yaptığını bilmeyen nefsi arzuları ve popüler kültürün dayatmaları arasına gelenekten aldığı üç beş şeyi sıkıştırmaya çalışan bozuk bir zihin yapısı ortaya çıkıyor. Ve toplumun dejenere olması, yozlaşması, köklerden uzaklaşması dediğimiz olay aksamadan evlerimizin içine girip çarkları işletiyor.. Bu sistemin için de bize düşense, ne yapacağını bilen, ayaklarını yere sağlam basan, ilmi ve fikri gelişimini sürdüren (zira ben bu gelişimin sonu olacağını düşünmüyorum), Allahın kitabını elinden bırakmayan gençler olmaktır. Bu zordur, fakat söylendiği gibi ‘her yürüyen varamaz, ama varanlar yürüyenlerdir.’


Sonuç Yerine

GENÇLİĞİN GÖZÜNDEN

MEDYA

Zeynep Aksu

E

vet arkadaşlar, medyanın ne ifade ettiğinden, gençliğin terminolojisindeki yerinden bahsedildi. Bizler birer müslüman bireyler olarak dinimizin temel vasıflarından biri olan vasat ümmet olma özelliğini hayatın her alanında ve her anında ikame ettirmek durumundayız. Zira yüce Rabbimiz de Bakara Suresi 143. ayette müminlerin bu vasat ümmetlik vasfından bahseder: “Böylece biz sizi, insanlara şahid (ve örnek) olmanız için orta bir ümmet kıldık; Peygamber de üzerinizde bir şahid olsun. Senin üzerinde bulunduğun (yönü, Ka’be’yi) kıble yapmamız, elçiye uyanları, topukları üzerinde gerisin geri dönenlerden ayırdetmek içindir. Doğrusu (bu,) Allah’ın hidayete ilettiklerinin dışında kalanlar için büyük (bir yük)tür. Allah, imanınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz, Allah, insanlara şefkat edendir, esirgeyendir.” Rabbimizin de buyurduğu gibi bizler itidal üzere olmak durumundayız. Çünkü bu, sünnetullahın gereği. Yani Allah’ın yeryüzünde süregelen fıtrat üzere yaşama durumu.. Bu sistemi, dengeyi, itidali bozmamak bilakis ikame etmek hepimizin boynunun borcu. Medyadan buraya gelme nedenim, medyaya bakışımızın da bu çerçevede olması gerekliliği. Zira bizler Müslüman genç bireyler olarak değerlerimizi kaybetmeme, onlardan uzaklaşmama durumundayız. Ancak bunu yaparken çağın birtakım gerekliliklerine yine Müslümanca cevaplar vermek de aynı şekilde görevimiz. İlahiyatçı arkadaşlar varsa muhakkak benden iyi bilirler ki mesela eski fıkıh kitaplarında temiz-

lik bahsinde, suların temizliği anlatılırken kuyuya düşen hayvanın cinsi ve miktarıyla alakalı hükümlerde sayfalarca açıklamalar vardır. Ancak bunu bilmenin yanında, pratiğe dönüp baktığımızda bu asırda yeni soruların vâki olması durumunda yeni cevaplar da üretme durumundayız. İşte bunun gibi medya da hayatımıza daha çok müdahil oldukça onu daha iyi tanıma ve belki yer yer gardımızı alma, zaman zaman da ondan faydalanmamız gerekiyor. İtidalli, vasat ümmetin mümessili bir Müslümana yaraşan da budur. Medya’yı tüm sahalarıyla, tarihi gelişimi, ilkleri ve amaçlarıyla bilmek bu sistemdeki kendi mevzimizi konumlandırmada işimize yarayacaktır. Hani mesela bilirsiniz, öteden beri özellikle Türkiyeli Müslümanların çektiği sıkıntılardan sonra şöyle bir söylem gelişmiştir: “Müslüman zengin olmalıdır” eyvallah gerçekten de Müslüman evvela gönlüyle sonra cebiyle de zengin olmalıdır, ona yaraşan budur ki müslim olmanın bir vasfı olarak infak etsin. Ancak gelinen noktada zengin Müslümanların sayısının arttığını ve fakat amaca yönelik hizmet edenlerin sayısının da aynı ivmede artmadığını görüyoruz. İşte Müslüman bilmelidir, her şeyi öğrenmeli hatta gerekirse saha çalışması yapıp, işin özünü detayını kavramalıdır derken sisteme komple müdahil olmak, onun bir parçası olmak yerine bizden olmayan bir şeye bizce bir bakış getirmeli, böylece düşünmeliyiz. En nihayetinde de Senanur’un da Rumeyza ve Betül’ün de ifade ettikleri gibi işin bidayetinde çok da halis ve iyi niyetlerle girişilmediği aşikar. Hal böyleyken ondan yararlanmalı ancak tedbir ve itidali elden bırakmamalıyız.

May›s ‘11 • 23


değini

Nesibe Kanuni Kara haber tez yayılır, tez yayılmak ister! 11 Mart günü bu yılı tarihte özel yapacak bir haberle kanımız dondu. O sabah dünyaya bakışımızda büyük bir sapma yaşadık. Sevimli insanlar ülkesi Japonya’da 8.9 büyüklüğünde bir deprem, yetmezmiş gibi bir de tsunami yaşandı.

D

ünya uzun zamandır bu büyüklükte bir depremi görmemişti ama Japonya soğukkanlı davrandı, binalarımız 9 şiddetinde bir depreme kadar dayanıklı yapıldı dediler. Bu raylı sistemler içimize büyük bir güven aşıladı. Ama depremin kritiğini yapmaya fırsat bırakmayacak o dehşet gerçekleşti ve tsunami dev dalgalarla başta Fukushima’yı olmak üzere çevre bölgeleri büyük bir hızda istila etmeye başladı. Bizler yine ekran başında helikopterden çekilmiş görüntüleri izliyor ve beynimiz daha önce izlediğimiz Amerikan filmlerindeki New York’a benzetiyordu bu resmi. Kuma yazı yazıp elinizle üzerine bir silgi çekmek gibiydi her şey. Su, yani insana verilmiş en büyük armağan şimdi köyleri ve kentleri, hayvanları ve insanları acımasızca sürüklüyordu. Olaylar birbirini izledi bizler ekran başında endişe içinde beklerken. Marmara’da tsunami olur mu dedi birileri; “yok olmaz” dedi yetkililer, rahatladık. Japonlar kayıplarına çok üzüldüler ama işlerine hiç ara vermediler, “ülke tamamen yok olsa tekrar inşa edecek bütçemiz var” dedi yetki sahipleri. Ve son olarak bu zincirin son halkası da koptu ve nükleer santralde bir sızıntı olduğunun haberini aldık. Bir Çernobil vakası-

24 • May›s ‘11

nı daha görmek istemezdi kimse, hem Japonlar bir de atom bombası görmüştü. Önlemler son seviyeye çıkarıldı, nükleer reaktörlerin soğutulması için okyanus suyu bu sefer bu işe seferber edildi. Katil dalgalarını gönderen Pasifik şimdi insanların imdadına koşmuştu. Bazı insanlar karantinaya alındı, kanser riski yüzde 90’ın üstünde olduğu halde nükleer santralde çalışmaya devam edenler kahraman ilan edildi, radyasyon suya, toprağa, süte karıştı. Aslına bakarsak dünya böyle bir yerdi, haber diyorsak bunun mutlu bir içeriği olmasını bekleyemezdik. Geleneklerine bunca bağlı, aile bağlarının kuvvetli olduğundan dem vurulan bu ülkede çocuk kaçıranları, annesini öldürenleri, bankaları boşaltanları ve alenen pek çok ahlaksızlığı işlemekten zerre kadar çekinmeyenleri görmeye bile alıştık. Toplumun yüzde çoğunun izlediği, izlerken gizli bir keyif duyduğu gündüz kuşağı programlarında vahşet sahnelerinden haber veriliyor bize her gün. Kayıplar bulunuyor, cinayetler çözülüyor, sonra elle inşa edilmiş bu truman show sahnesinin başrolü olarak sunucu hanımı seçip ödüllere boğmamak için kendini zor tutuyor “yetmiş milyon”.


Peki Japonya’yı farklılaştıran neydi? Tüm bu üçüncü sayfa haberlerine konu olmaktan çıkarıp günlerce manşetlerden indirmeyen? Bir kere adından ürktük dünyalılar olarak: doğal afet! Hemen Marmara depremi geldi hatırımıza; 17 bin kişi göç etti bu dünyadan dile kolay. Sonra kasırgalar, yanardağ patlamaları, seller, vs. Biraz Hollywood diliyle “tabiatın intikamı” diyebiliriz bu sahnelere değil mi? Peki tabiat bu kadar kötü bir karakter midir? Neden bizden intikam almak istiyor, bahar gelince bizi çiçeklerle karşılayan, her kar tanesini farklı şekillerde indirerek mevsimleri birer mucizeye çeviren tabiat neden bir anda gazaplanıyor? Modern dünya insanları teknoloji aşığı bireyler dönüştürdü bunu inkar edemeyiz. Teknoloji bu kadar hayatı kolaylaştırıyorken, bu kadar kapsamlı bir haz vesilesi haline gelmişken, onsuz yaşıyamıyorken ona ve onu üretenlere karşı büyük bir sevgi de oluşuyor ister istemez. Bilim dünyası, yani bilenlerin, okuyanların, beyin kıvrımlarıyla, yazdıkları harf miktarıyla ölçü birimi oluşturabileceğiniz insanlar artık aklın öncülüğünde büyük hayaller vadediyolar. “Bir gün nasılsa kansere de çare bulunacak” diyoruz kendimizden çokça emin bir şekilde, “Neptün’e bile gideriz evelallah”! Bunları söylerken aslında insanoğlunun eksenin nereden nereye kaydırdığını görebiliyoruz rahatlıkla. Bizler övgüler yağdırdıkça bilim dünyası nefsini büyütüyor, her şeyin “nasıl” bir mekanizmaya sahip olduğunu, olayların nasıl başlayıp nasıl bitebileceğini çok rahatlıkla açıklayabiliyor, bundan sonra da açıklayabileceğinden çok emin bir şekilde devam ediyor çalışmaya. Peki insanların modern bir puta çevirdiği evrilmiş ve gelişmiş olan akıl “neden” sorusuna cevap aradığı halde niçin bir türlü bulamıyor? Fukushima elimize pek çok istatistiki veri tutuşturdu, örneğin son otuz yılda doğal afetlerde dört kat artış olduğunu öğrendik. Bizler “ahir zaman, kıyamet yaklaştı” diyen ninelerimiz gibi yaklaşmıyoruz olaylara, bir gün insanoğlunun dünyanın hakimi olacağına ilişkin gizli inancımız besliyor bilimsel sentezlerimizi. Büyük felaketlerden sonra kendinize gelin çağrısı yapanların modası geçti artık, komik şimdi bunları söylemek, antik bir o kadar da mistik bir peygamber tavrı bu!

Babil’i hatırlamak için çok geç değil oysa, Karun’un toprağa karışan hazinelerini ve piramitler inşa edip matematiğe altın çağlarını yaşatan firavunları. “Kendilerinden önce nice nesilleri helak ettiğimizi görmediler mi? Yeryüzünde size vermediğimiz imkanları onlara vermiştik. Onlara gökten bol bol yağmur indirmiş, altlarından ırmaklar akıtmıştık. Fakat onları günahlarından dolayı helak ettik. Ve kendilerinden sonra başka bir nesil yarattık.”(En’am 6) İnsanlar çoğu zaman sadece kendi yaptıkları şeyler yüzünden cezaya uğratılırlar ama öncelikle bu afetlerin birer ceza olabileceğini, olma ihtimalinin yüksekliğini hükmen kabul etmeliyiz. Pek çok yorum yapılabilir Japonya’da ahlaksızlık baş göstermişti, özgürlüğün sınırları zorlanıyordu denilebilir. Amerika’da olan kasırgaları müslümanlara yapılan zulümlere yorabileceğimiz gibi. Peki modern bilimin şişirdiği egoların tabiat(!)ın etkisi karşısında ne kadar acizleştiğini, acizleştiğinin farkına varmayıp hala felaketine sebep olacak haller içinde olduğu yorumunu getiriyor muyuz? Tabiatın altını üstüne getirirken aslında onun ufak bir silkinişi karşısında yerle bir olduğumuzun ve eninde sonunda çaresizliğe duçar olacağımızı hiç düşünüyor muyuz? Ve her şeyden önemlisi kavimler yok olurken sadece zorbaların, kibirlilerin, müşriklerin değil has müslümanların da helak olabileceğini ve buna sebebin yine kendisi olabileceğini. Nihayetinde tabiatın da teknolojinin de ve ikisine hükmettiğini düşünen insanın da tek bir sahibi vardır. Aslen üçü de onun kaderine göre hareket ederler. Fakat insanoğlu kainatın ufuksuzluğu karşısında kendi elde ettiği ufak başarıları kimin vesilesiyle, kimin yaratışıyla elde ettiğini unutur ve aciz halini ironik bir şekilde kibir ve büyüklenme olarak gösterir. Beşer yeryüzünü inşa etmek ve onu korumak için görevlendirilmiştir. Ve o sarsılmaya, dağılmaya başladığında kendi canını bile kurtaramayacak kadar büyük bir çaresizlik içindedir. “Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledi mi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları da yoktur.” (Rad 11)

May›s ‘11 • 25


değini

Türkiye’de İslamiyet’in Yükselişi Fatma Nihan

T

ürkiye’de cumhuriyet rejiminin kurulmasıyla modernleştirme ideolojisi devletin kurucu kadroları tarafından “halka, Anadolu insanına ve dindar kesime bir baskı aracı olarak kullanılmıştır. Kimilerini pasifleştirip bu ideolojiyi devletin çizdiği sınırlar ile benimsetip “ iyi vatandaş” kalıbına sokarken, kimilerini devlete, sisteme küs durumuna dönüştürmüştür. “Küs” müslümanların bazıları herhangi bir hak talebi ve mücadelesinde bulunmadan kendi gettolarını, yaşam alanlarını yaratmışlardı. Bu durum cemaatleşme, gruplaşmayı ve belli ekollere tabii olmayı yaygınlaştırarak devlet eliyle oluşturulmamış bir İslami kimlik üretme çabalarındandır. Yeni rejime her zaman bir tehdit olarak görülen İslami kimliğe karşı devlet siyasi ve hukuki kurumları ile gardını alıp bu alanları resmi ideolojinin kalıplarına uygun şekilde teşkilatlandırmıştır. Dönemin şartlarının herhangi bir hak mücadelesi için uygun olmaması ve böyle bir mücadeleye izin vermemesi, dindar kesimdeki bu suskunluğun bir sebebi olarak görülebilir. Bir yandan tek parti döneminin totaliter yapısı bir yandan savaş sonrası yeni hayata alışmaya çalışan insanların kendi meşgalelerine dönmesi sosyal, ekonomik, bilimsel ve siyasal alanda “müslümanların” görünmezliğine ve bu alanların elit bir zümre tarafından doldurulmasına yol açmıştı. Bu modernizm algısı ve dayatması ile “tek tip” vatandaş üretilip kontrol altında, devletin istediği kadar yaşanan bir İslam modeli oluşturulmak hedeflenmiştir. Gettolarında tek tipleşme-

26 • May›s ‘11

meye çalışarak kendi beslenme kaynaklarını arayan “müslümanlar”ın 80’li yıllarda başlayan “aktifleşme” süreci neo-liberal anlayışın ve dünya konjoktörünün de getirileri ile daha sesi duyulur bir hale dönüşmüştü. İslam coğrafyasındaki İslami mücadelelerin bu aktifleşme sürecine doğrudan katkıda bulunduğunu söyleyebiliriz. Bir Tunuslu simitçinin kendini yakmasıyla başlayan ve ardından Afrika ve Arap dünyasındaki taşları yerinden oynatan halk devrimleri gibi 80’li yıllarda mazlum İslam coğrafyasındaki halkların çığlığı da Türkiyeli Müslümanların kabuklarından çıkmalarını sağlamıştır. Bununla beraber İslam’ın sistem ve düzen vaat eden bir din olduğunu vurgulayan çeviri eserlerinde İslami uyanışın ve altyapının oluşumunda katkıları yadsınamaz. Özellikle Seyyid Kutub, Hasan el Benna ve Mevdudi gibi İslam davasının çilesini çekmiş, kendi rejimleri tarafından susturulmaya çalışılmış isimlerin kitaplarının Türkçe’ye çevrilmesi ile İslam’ın sadece bir “vicdan” işi olmadığı, sosyal hayatı tanzim eden yönü vurgulanarak Türkiyeli Müslümanlar kendilerini “arena”da bulmuşlardır. Ayrıca bu yıllar dünyada modernizm eleştirilerinin başladığı yıllardır. Kapitalist düzenin getirdiği sorunlar ve çıkmazlar modernizm üzerine daha fazla düşünülüp eleştirilmesini sağlamıştı. Artık yeni girilen döneme post-modernizm denilerek modernizmin getirdiği tüm tabular ve kimlikler üzerinde tekrar düşünme zamanı gelmişti. İşte bu yıllarda Türk modernleşmesi ve batılılaşma süreci “Müslümanlar” tarafından daha ra-


Seyyid Kutub, Hasan el Benna ve Mevdudi gibi İslam davasının çilesini çekmiş, kendi rejimleri tarafından susturulmaya çalışılmış isimlerin kitaplarının Türkçe’ye çevrilmesi ile İslam’ın sadece bir “vicdan” işi olmadığı, sosyal hayatı tanzim eden yönü vurgulanarak Türkiyeli Müslümanlar kendilerini “arena”da bulmuşlardır.

hat bir dille eleştirilmeye başlanarak, dünya jargonu ve “aktif” İslam’ı savunan kaynakların dili ile entelektüel düzeyde sistem eleştirileri ve hak arayışları başlamıştı. Rejim tarafından “radikalizm ve irtica” olarak tanımlanan bu uyanış, sistemin kendi eliyle Türk-İslam sentezine uygun ve devletin resmi ideolojisi ile çok ters düşmeyen cemaatleri, grupları desteklemesini sağlamıştır. Olumsuz yönleri olsa da bu destek Türkiye’deki İslami faaliyetlerin yaygınlaşmasına ve “kentli, okumuş” Müslümanların ortaya çıkmasına vesile olmuştur. İslami uyanış ile birlikte dindar aileler çocuklarını üniversiteye göndermeye başlamışlardı. Resmi ideolojiye eleştirel olsalar da sistemin içinde “biz de varız, burası bizim de ülkemiz” demenin bir farklı yoluydu belki de. Resmi ideolojiyle karşılaşmanın ve mücadeleye girmenin ilk adımı üniversitelerle oldu diyebiliriz. Üniversitelerde gençlerin daha örgütlü ve teşkilatlı şekilde yetişmesi, birbirlerini motive etmesi ve birlik olmanın getirdiği cesaretle ülke, sistem, rejim ve dünya üzerine söyleyecek sözü olan genç müslümanlar çoğalmıştır. Bu sıralarda ortaya çıkan başörtüsü yasağı da Türkiye’deki İslam davasını bireysellikten çıkarıp, tüm Müslümanların bilinçlenmesi ve uyanması gereken bir konu haline dönüştürmüştür. Başörtüsü yasağı rejimin İslam’a ve Müslümanlara karşı bakış açısının bir göstergesi olup, müslümanlar yasağa karşı koyarken aslında yasak ile birlikte tüm bu bakış açısının eleştirisini yapmaya başlamışlardı. İslami kimliklerin siyasal alana sıçramasıyla birlikte – buna başlangıç olarak Refah Partisi diyebiliriz- sisteme ve sorunlara karşı yapılan eleştiriler ve değerlendirmeler de daha çeşitli ve birbirinden farklı bir hal almıştır. Artık dünyadan daha fazla haberi olan “kentli ve okumuş” Müslüman camia eskiden olduğundan daha fazla farklı yorumlara sahiptir. Bu farklılaşma yanında birçok tartışmayı getirse de özeleştiri ve otokontrol gibi mekanizmaları çalıştırarak müslümanın “kemalati” için gereklidir.

May›s ‘11 • 27


Objektifime Takılanlar Zeynep Turan

Z.T.

Ali

28 • May›s ‘11


Özge Akyıldız ogan

Civan D

May›s ‘11 • 29


hayali röportaj

Frantz Fanon ile Röportaj

H

ayali röportajlarda bu ayki konuğumuz Frantz Fanon. Dünya Suriye, Libya, Yemen’deki olayların akıbetini görmek için bekliyor. Bu coğrafyalar ve insanları zulmün her türlüsüne şahit oldular ve elan da olmaya devam ediyorlar. Kuşkusuz bu halklar bu hadiseleri ilke kez yaşamıyorlar. Bundan çok değil 60-70 yıl öncesine kadar dedeleri sömürgecilikten kurtuluş mücadelesi veriyordu. İşte o dönemlerde tanıdı dünya Frantz Fanon’u. Afrika’dan Dominik Cumhuriyeti’ne sürülmüş bir Afrikalı ailenin oğlu olarak 1925 yılında dünyaya gelen Fanon, 1961 yılında mücadele ile geçmiş bir hayata gözlerini yumdu. Fanon Cezayir bağımsızlık savaşında bizzat yer almıştı. Afrika’nın sömürgecilik sonrasında yeniden ayağa kalkabilmesinin yollarını arayan uzun bir düşünsel süreci yürüttü. Ama onu ve dönemini özel kılan en önemli olgu devrimin ve kurtuluşun mutlaka şiddete başvurmak zorunda olacağı fikrini kabul ve ilan etmesiydi. En çok etkilendiği insan olarak gösterilen Jean Paul Sartre ve o sömürgeler altında ezilen halkaların şiddete başvurarak zincirlerini kırmak zorunda kalacaklarını ilan ettiler. Nitekim dünya genelinde ve özellikle Avrupa’da devrimci örgütlerin şiddet odaklı strateji ve eylemleri bu fikrin ne derece kabul gördüğünün işaretçisidir. Tabi bu anlamda şiddeti, devrimi ve kurtuluşu mutlaka çok daha geniş bir şekilde değerlendirmek gerekir. Biz Frantz Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri kitabından alıntıladığımız pasajlar ile sömürgecinin, sömürenin, şiddetin, kurtuluşun ve sonrasının halet-i ruhiyesini tanımaya çalıştık. Gördük ki sömürgecileri defeden halklar onlardan sonra çok da farklı bir hayat yaşamamışlar. İstifade ve takdirlerinize sunuyoruz… Öncelikle şunu sorarak başlayalım sömürgeci ile sömürülenin ilişkisi nasıldır? Ve nasıl bir sonuç doğurur? Sömürgeci ile sömürgeleştirilen insanlar arasındaki ilişki kitle ilişkisidir. Sömürgeci nicel olarak gücünü ortaya koyar. Teşhircidir. Güvenlik endişesi sömürgeciyi yüksek sesle ‘burada efendin benim’ diyerek sömürgeleştirilen insana hatırlatmada bulunmaya kadar götürür. Sömürgeci, sömürgeleştirilen insanda, ortaya çıkmaya başladığı anda önüne geçtiği bir öfke meydana getirir. Bu ilişkide sömürgecinin varlığı neyi ifade eder? Sömürgecinin ortaya çıkışı demek fertlerin duyarlılıklarını yitirmeli, kültürel donuklaşma ve yerli toplumun yok olması demektir. Sömürgeleştirilen insan için hayat ancak sömürgecinin kokuşan cesedi üzerinde var olacaktır. İşte bu ikisi arasındaki denge kelimesi kelimesine budur. 30 • May›s ‘11


Sömürülen insan bu denge içerisinde büyüyen öfkesiyle başlangıçta nasıl bir hal üzeredir? Sömürgeleştirilen insan parmağı tetikte, varlığını yadsıyan tüm güçlere, sömürgecilere meydan okur. Ateş ve esaret atmosferi içerisinde büyüyen sömürgeli genç kendisi ile alay eder. İki başlı atlardan, yeniden dirilen ölülerden, insanların bedenlerine girebilmek için esnemelerinden istifade eden cinlerden alayla söz edecektir. Sömürgeleştiren insan gerçeğin farkına varır ve bağımsızlık yolunda, şiddete başvurmada davranışlarını değiştirmeye çalışmaktadır bu yeni kuşağın. Sömürgecilikten kurtuluşun anatomisine bakacak olursak sömürülen için kurtuluşun ana dayanağı nedir? İster bilinen usullerle olsun ister de yeni birtakım yollarla gerçekleşmiş olsun ulusal bağımsızlık, ulusal kurtuluş ve sömürgecilikten kurtuluş her zaman şiddete dayalı olgular olmuşlardır. Yeni bir ulusun ortaya çıkışı, sömürgeci yapıların yıkılması, ister bağımsız bir halkın şiddete dayalı mücadelesinin sonucu olsun, isterde de sömürgeciliğin korktuğu bir eylemin, sonucu olsun, diğer halkların göze aldığı geniş kapsamlı bir şiddetin sonucudur. Sömürgeleştirilen halk yalnız değildir. Sömürgecinin çabalamalarına rağmen, haberleri, yankıların geçmesine müsaittir sömürgecinin sınırları. Şiddet teneffüs edilen hava gibidir. Şu ya da bu belde de şiddetin patlak verdiğinin ve sömürge sistemini alt ettiğinin haberleri derhal ulaşır. Başarılı olan şiddet haber olarak ulaşmakla kalmaz, sömürgeleştirilen insan için eylemci bir rol de taşır. Kurtuluşun eninde sonunda şiddete başvurmakta olduğunu söylüyorsunuz. Peki başarıyı getirecek olan şiddet midir? Doğrusunu söylemek gerekirse sömürgecilikten kurtuluş eyleminin başarı grafiği tamamıyla değişen toplumsal yapı içinde yer alır. Değişimin taşıdığı önem, istenmiş ve ısrarla üzerinde durulmuş olmasındadır. Değişimin gerekliliği düşüncesi, ana hatlarıyla, sömürgeleştirilen erkeğin ve kadının bilincinde ve hayatında, istesinler ya da istemesinler, yer eder. Değişimin meydana getireceği olaylar ve olgular bir başka tip erkek ve kadının (sömürgecilerin) şuurlarında ürküntü yaratacaktır.

Bu ürküntünün sebebi olan değişim nedir? Sömürgecilikten kurtuluş eyleminde tam bir yerini alma gerekliliği söz konusudur. Tam olarak ifade etmek gerekirse şu cümleyi verebiliriz: Sonuncular birinciler olacaklardır. Sömürgecilikten kurtuluş bu hükmü doğrulamıştır. Sonuncuların birinci olabilmesi için verilecek savaşta yığınları harekete geçirmek gerekir. Sömürgecilerin güç kullanmaktan çekinmeyeceği ve sömürülenlerin öfkeyle dolduğu bu ortamda sömürülen açısından bu kavga nasıl büyür ve nerede biter? Yığınların harekete geçmesi özgürlük savaşı içinde gerçekleştiği zaman her ferdin kafasına ortak bir dava, ulusal bir gelecek ve ortak bir tarih anlayışı sokar. İkince evre ulusun kuruluş evresidir. Ulusun kuruluş evresi kan ve intikam ile daha da kolaylaşır. Geri kalmış ülkelerde kullanılan sözcük dağarcığının özelliği daha bir anlaşılır hale gelir. Sömürgecilik evresince baskıyla savaşmaya çağrılıyordu. Ulusal özgürlükten sonra ise çağrı yoksulluk, cehalet ve geri kalmışlığa karşıdır. Savaşın devam ettiğini belirtelim. Halk yaşamın bitmeyen bir kavga olduğunu doğruluyor. Sömürgeciyi kovan insanları ülkelerini –kendilerine ait olarak- inşa edecekler zorlu bir süreç bekler. Bu zorlu sürecin ortaya çıkardığı meseleler nedir ve bunlara dair çözüm önerileri? Sömürgelerin

bağımsızlığına

kavuşmalarıy-

la birlikte, günümüzde, siyasal taktik ve tarih alanında çok önemli bir teorik sorun ortaya çıkmıştır. Ulusal özgürleşme hareketinin vaktinin ne zaman geldiğini bilebilir miyiz? Öncü kesim kim olacaktır? Sömürgecilikten kurtuluş değişik şekilde olacağından, insan, şu gerçek sömürgecilikten kurtuluştur, bu değildir diyemez. Öncü olacak insan için taktik ve kullanılacak araçlar, yani organizasyon ve hareket konusunda bir karar vermenin âciliyeti söz konusudur. Girişilen harekete dört elle sarılmaktan bakaca da çare yoktur. May›s ‘11 • 31


dini kavramlar

MÜMİNLERİN ÖZELLİKLERİ:

ÖFKEYİ YENMEK Şeyma Nur Ekren

G

enellikle insanın, istenmeyen olaylar veya hoşuna gitmeyen söz ve davranışlar karşısındaki kontrolsüz olarak ortaya koyduğu kızgınlık duygusuna öfke diyoruz. Böyle bir durumda, öfkeyi ifrat derecesine çıkmadan nasıl kontrol altına alabiliriz bu çok önemlidir. Kontrol altına alınamayan öfke büyük afetlere sebep olabilir. Çünkü insan sağlıklı düşünemediği gibi, sağduyuluda hareket edemez. Allah Teâlâ yüce kitabımızda, erdemli ve faziletli kulların özelliklerini Merhamet ve affediciliğin anlatırken: “Onlar öfen güzel misalleri Hazret-i kelerini yenerler”(Al-i İmran, 3/134) buyuruPeygamber(sav)’in haya- yor. Çünkü onlar öfketında mevcuttur. Öfkelen- nin, şeytanın dürtüklediği zaman yerinden kalk- mesi sonucu meydana geldiğini bilir ve kenmazdı. Hakk’a itiraz edildilerini kaybetmemek mesinin, hakkın çiğnen- için şeytanın şerrinden mesinin hâricinde öfke- Allah’a sığınırlar. Peygamberimiz lenmezdi. Kimsenin farkı(s.a.v) ise bir gün, ikinna varmadığı bir hak çiğ- di vaktinde insanlara nendiği zaman da öfkele- hitap ederken şöyle bunir, hak yerini buluncaya yurur “Şüphesiz insanlar kadar öfkesi devam ederfarklı farklı şekillerde di. Ancak hakkı tevzî et- yaratılmışlardır. Dikkat tikten sonra sükûnete bü- edin! Onlardan kimi yarünürdü. Aslâ kendisi için vaş öfkelenir ve öfkeden çabuk döner; kimi çaöfkelenmezdi. Kendisini de buk öfkelenir ve çabuk müdâfaa etmez, kimsey- döner. Kimi de yavaş öfle münâkaşaya girişmezdi. kelenir ve yavaş döner.

32 • May›s ‘11

Buna karşılık bu. Dikkat edin! Onlardan bir kısmı da vardır ki, öfkesi yavaş söner ve çabuk öfkelenir. Dikkat edin! Onlardan en hayırlısı, yavaş öfkelenen ve öfkesi çabuk sönendir. Onların en şerlisi de çabuk öfkelenen ve öfkesi yavaş sönendir. Dikkat edin! Öfke insanoğlunun kalbinde bir kordur. Gözlerinin kızarmasını ve şahdamarlarının şişmesini görmez misiniz?” (İslami Hayat, II, 162)

Öfkeyi Yenmek ve Yönetmek Öfke anında, öfkemizi yatıştırmak için bilinçli veya bilinçsiz bir takım sözlü veya fiili davranışlar sergileriz. Peygamberimiz, öfkelendiğimizde ayaktaysak oturmamızı, oturuyorsak kalkmamızı, bulunduğumuz yeri değiştirmemizi ve hala öfkemiz geçmediyse abdest almamızı tavsiye ediyor. Çünkü öfkelenmek şeytandan, şeytan ise ateştendir. Ateşi de ancak su söndürür buyurmaktadır. Öfkelenmemek için elimizden gelen çabayı sarf ettiğimiz halde öfkelenmemize engel olamadık. Bir kere kızmış olan kendimizi veya bir başkasını nasıl teskin etmemiz gerekir? İşte bunun cevabını şu hadisten öğreniyoruz. Süleyman İbni Surad (r.a) şöyle diyor: “Bir gün Nebi (s.a.v)’in yanında oturuyordum. İki kişi birbirine sövüp duruyordu. Bunlardan birinin yüzü öfkeden kıpkırmızı olmuş, boyun damarları şişmiş, dışarı fırlamıştı. Bunu gören Resulüllah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Ben bir söz biliyorum, eğer bu kişi onu söylerse, üzerindeki bu kızgınlık hali geçer. Eğer o, Euzü billâhi mine’ş-şeytânirracim = İlahi rahmetten kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım” derse, üzerindeki hal kaybolur.”” (Riyazü’s-Salihin, I, 264)


Öfkelendiğimizde bilinçli olarak ortaya koyabileceğimiz tepkilerden birisi bu hadisi şerifte ifade edilen istiâze (sığınma) dır. Bu sığınma, her öfkelendiğimizde bilinçle hatırlanacak ve samimiyetle söylenecektir. Öfkelenen insanlara ilahi öğüt ve tavsiyeleri hatırlatmak ve onların sakinleşmelerine yardımcı olmak biz Müslümanların görev ve sorumluluğudur. Peygamberler ve ulemâ, öfkeyi yenmeyi telkîn husûsunda dâimî bir gayret ve hassâsiyet içinde bulunmuşlar ve af yolunu tutmuşlardır. Hazret-i Yûsuf’un, kendisine zulmeden ve öldürmeye kasdeden kardeşlerini eline öc alma imkân ve kudreti geçtiği halde affetmesi karşısında onlar: “Yemîn ederiz ki, hakîkaten Allâh seni bizden üstün kılmıştır. Gerçekten biz hatâya düşmüşüz” (Yûsuf, 91) diyerek yaptıklarına pişman olmuşlar, istiğfâr etmişler ve kendisine teslîm olmuşlardır. Yûsuf

-aleyhisselâm- da, affına ilâveten büyük bir fazîlet olarak: “Bugün size karşı hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur. Allâh sizi affetsin; O, merhametlilerin en merhametlisidir.” (Yûsuf, 92) buyurmuştur. Merhamet ve affediciliğin en güzel misalleri Hazret-i Peygamber(sav)’in hayatında mevcuttur. Öfkelendiği zaman yerinden kalkmazdı. Hakk’a itiraz edilmesinin, hakkın çiğnenmesinin hâricinde öfkelenmezdi. Kimsenin farkına varmadığı bir hak çiğnendiği zaman da öfkelenir, hak yerini buluncaya kadar öfkesi devam ederdi. Ancak hakkı tevzî ettikten sonra sükûnete bürünürdü. Aslâ kendisi için öfkelenmezdi. Kendisini de müdâfaa etmez, kimseyle münâkaşaya girişmezdi. O’nun bu hâli Hakk katında tebcîl ve tekrîm edilmiş, risâlet vazîfesindeki muvaffakıyetinin temel sebeblerinden birinin de bu ol-

May›s ‘11 • 33


duğu Kur’ân-ı Kerîm’de beyân edilmiştir: Zulme Rıza Göstermemek “(Ey Rasûlüm!) O vakit Allâh’tan bir rahmet ile Müminler kendi aralarında son derece merhaonlara yumuşak davrandın! Şâyet Sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrâfından dağı- metli olsalar ve öfkeyi yenmek en önemli özelliklıp giderlerdi. Şu halde onları afvet; bağışlanma- lerinden biri olsa da, müminin öfkesinin gerektiği ları için duâ et; iş hakkında onlara danış!. Kara- yerler olduğunu da belirtmek gerekir. Müminler şarını verdiğin zaman da artık Allâh’a dayanıp gü- hit oldukları, duydukları, hatta dolaylı yoldan haven! Çünkü Allâh, kendisine dayanıp güvenen- berdar oldukları zulme yönelik hiçbir harekete karşı duyarsız kalmamalıdır. Çünkü, Kuran ahlakınleri sever.” (Âl-i İmrân, 159) Belirttiğimiz gibi Kur’an-ı Kerim’de mümin- dan kaynaklanan merhametleri onları her türlü zulme karşı tavır almaya, mazlumler, öfkelerini yenen insanlarların hakkını korumaya, onlar dır diye anlatılır. Peygamberiiçin mücadele etmeye yöneltir. miz de (s.a.v), öfkenin ilacının Öfkelenmek güç ve kuvCahiliye insanları ise özellikle Allah’a sığınmak olduğunu buvetin bir göstergesi değil, de tanımadıkları biri için böyle yurmuştur. İnsanın kendi kenaksine acizliğin, zayıfl ığın bir çaba içerisine girmenin kendine veya bir başkasının verecedi deyimleriyle “enayilik” oldubir alameti ve ifadesidir. ği telkinle kavuşacağı irade sağğunu düşünürler. Bu onların lamlığı, onu öfkelenmekten büÖfkeyi saldırganlıkla deyapılan iyiliklerin ve gösterilen yük ölçüde kurtaracaktır. ğil, bilinçli olarak Allah’a güzel ahlakın ahirette karşılarına çıkacağını unutmalarından sığınmakla teskin edebiliÖfkeyi Yenebilmenin kaynaklanır. Mükâfatı riz. Öfkeyi bu usulle sakinMümin ise tanımadığı bir inleştirmeye çalışmanın bizÖfkemizi akıl mantık plasana bile merhametle yaklaşıp nında yenmek, insan için güzel lere dünya ve ahiret büyük onu zulümden kurtarmaya çave faydalı bir meziyettir. Öfkelışır. En başta kendisi kimseye faydaları vardır. yi bastırıp yenmenin bu dünyakarşı zulmedici, haksızlık edici da faydası olduğu gibi, ahirette bir tavır göstermeyerek bu ahde büyük bir ödülü vardır. İbni lakın öncüsü olur. Başkalarında Abbas (r.a)’den rivayet edildiğine göre Nebi (s.a.v) şahit olduğunda ise bu durumu ortadan kaldırmak şöyle buyurdu: için elinden gelen en son noktaya kadar çaba sarf “Allah nezdinde kulun öfkesini yutmasından etmedikçe vicdanı rahat etmez. Çünkü gerçek merdaha sevimli hiçbir şey yoktur. Kul öfkesini yuttu- hamette zulmü görmezlikten gelme, unutma ya da ğu takdirde Allah onun kalbini iman ile doldurur.” aldırış etmeme gibi bir durum söz konusu olamaz. (Riyazü’s-Salihin, I, 266) Yani müminin öfkesi de Allah içindir. En çok da Öfkesini yenmeyi başaran kişilere bu hadisi şe- bu nedenle, yani İslam’a veya din kardeşine yapırifte büyük bir müjde verilmektedir. Kızgınlığı yen- lan bir haksızlık olduğunda ciddiye alınmak adına, mek Cenab-ı Hakkı memnun eder. Allah’ın (c.c) mümin bir kul, herşeye sinirlenmemeli veya böymemnun olduğu bir kulda dünya ve ahirette mah- le tanınmamalıdır. Yani öfkelendiği vakit öfkesinin rum bırakılmaz. Allah için olduğu anlaşılmalıdır. Sonuç olarak şunu söyleye biliriz: Öfkelenmek güç ve kuvvetin bir göstergesi değil, aksine acizli- KAYNAKÇA ğin, zayıflığın bir alameti ve ifadesidir. Öfkeyi sal- Camiu’s Sağir ve Tercümesi İzahlı 2000 Hadis-II, 2. Cilt, 2. Bölüm Öfkeyi Yenmek, Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, yıl:2000, dırganlıkla değil, bilinçli olarak Allah’a sığınmakEylül ayı, 175. Sayı la teskin edebiliriz. Öfkeyi bu usulle sakinleştirme- Öfkeyi Nasıl Yeneriz, Ahmet Altun, Ailem Dergisi http://www.frmtr.com/islam-ve-insan/2502451-kurandaye çalışmanın bizlere dünya ve ahiret büyük faydamuminlerin-ozellikleri.html http://www.kuranvehadis.com/hadislerle/ofkelendiginde-ofkeyiları vardır. yenme.html

34 • May›s ‘11


islam coğrafyasından

CEZAYİR Betül Babacan

‘‘Savaş devam ediyor. Ve daha, sömürgeciliğin, halkımızın sinesinde açtığı onulmaz yaralarını iyileştirmeye çalışacağımız uzun yıllar var önümüzde… İnsanların gerçekten özgürleşmelerine engel olmaya çalışan emperyalizm her yerde, beyinlerimizden ve topraklarımızdan atmak zorunda olduğumuz hastalık mikroplarını saçmaktadır… Sömürgecilik, sistemli olarak kendi dışındakileri yadsıdığı, reddettiği için yanılgı içine düşürülen insanı sürekli olarak kendi kendisine ben gerçekte kimim sorusunu sormaya zorlar… Avrupa’nın refah ve ilerlemesi zencilerin, Arapların, Hintlilerin ve sarı ırkların ölü vücutları ve akıttıkları ter üzerine inşa edilmiştir. Bunu artık görmezden gelmeye niyetimiz yok… Haydi arkadaşlar! Yolumuzu değiştirmenin zamanıdır. İçine gömüldüğümüz bu karanlığı yırtıp çıkmamız gerekiyor. Düşlerimizi, batıl inançlarımızı ve gençlikteki kan bağına dayalı yakınlıklarımızı terk etmek zorundayız. Karşılaştığı yerde, dünyanın dört bir yanında bulunduğu yerde öldürdüğü insanları anlata anlata bitiremeyen şu Avrupa’nın kuyruğunu bırakalım.’’ Frantz Fanon

C

ezayir alan bakımından Akdeniz’in en büyük, Afrika kıtasının ise Sudan’dan sonra ikinci büyük ülkesidir. Doğusunda Tunus ve Libya, güneydoğusunda Nijer, güneybatısında Mali ve Moritanya, kuzeybatısında Fas yer alır. Batı Sahra ile batıda dar bir sınırı vardır. Az sayıda doğal limanı olan Cezayir’in Akdeniz kıyılarındaki toprakları verimlidir. Hemen bu toprakların arkasında Atlas Dağları’nın bir kolu olan Tel Atlasları uzanır. Daha iç bölgelerde ise, göller ve bataklıklarla birbirinden ayrılan yüksek ovalar bulunur. Güneye doğru gittikçe Atlas Dağları’nın bir başka kolu olan Sahra Atlasları, Sahra Çölü’nün kuzey sınırını çizer. Cezayir topraklarının üçte ikisini Sahra Çölü kaplar. Güneydeki bu geniş çorak bölge, 1956’da büyük petrol yatakları bulununcaya kadar boş ve değersizdi. Gelişen petrol ve doğal gaz sanayisi Sahra’yla birlikte tüm ülkeyi büyük ölçüde değiştirdi. İslam Öncesi Dönem M.Ö. 1000 yıllarında Suriye sahillerinden gelen Fenikeli tüccarlar Cezayir’in Akdeniz kıyılarına yerleştiler ve burada Kartaca şehrini kurdular. Sonraları Kartaca’yı ele geçiren Romalılar M.Ö. 40 yılına doğru buradaki hakimiyetlerini güçlendirdiler. Bu dönemde kıyı bölgelerinde ‘romanizasyon’ adıyla bilinen yoğun bir sömürgecilik ve zulüm siyaseti Cezayir’in iç kesimleri bu yönetimden daha uzak kaldı ve kendilerini ‘emaziğ’(hür insan) olarak tanıtan halka son-

raları ‘berber’ adı verildi. Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra topraklara Vandallar ve Bizanslar egemen oldu. İslamiyetin Girişi ve Osmanlı Dönemi 7. yy.da müslüman Arapların gelişiyle halk İslamiyetten haberdar oldu. Cezayir toprakları Abdullah b. Sa’d b. Ebu Serh ile Abdullah b. Zubeyr’in emrindeki Mağribi fethetmeye gelen Müslüman Araplar tarafından fethedilmiştir. Halkı İslamiyeti kabul May›s ‘11 • 35


dünya seyahatnamesi

etmiş, İslam devletinin hâkim olduğu zamanlarda İslamiyet´in sayesinde ilerlemiş, benimsedikleri İslam kültür, medeniyet ve adetlerini ve Arapça lisanını günümüze kadar muhafaza etmişlerdir. Ege ve Akdeniz’de korsanlık faaliyetleri yapan İspanyollara karşı mücadeleye girişen Oruç ve Hızır(Barbaros Hayreddin Paşa) Reislerin Yavuz Sultan Selim’in himayesine girmesiyle Osmanlı bu topraklara ilk adımını atmış oldu. Kanuni Sultan Süleyman Barbaros Hayreddin Paşa’yı Osmanlı donanmasının başına getirince Cezayir doğrudan doğruya bir Osmanlı beylerbeyliği haline geldi. 1830’a kadar süren Osmanlı-Türk hakimiyeti idari bakımdan beylerbeyiler devri, paşalar devri, ağalar devri ve dayılar devri olmak üzere dört ana dönemden oluşuyordu. Fransız İşgali 1830 senesinde Fransızlar, çok büyük deniz ve kara kuvvetleri ile uzun savaşlardan sonra ülkeyi ele geçirdiler. Bir sömürge idaresi kuran Fransızları halk hiçbir zaman kabul etmedi, devamlı ayaklanma teşebbüsleri içerisinde bulundu. Fransa İkinci Dünya Savaşında (1942) Cezayir’i mukavemet merkezi olarak kullandı. Savaş bittikten sonra Cezayirliler gösterdikleri fedakârlığa karşılık bağımsızlık veya Fransızlarla aynı haklara sahip olmak istediler. Bu istek Fransızlar tarafından büyük bir tepki ile karşılandı ve halk katledilmeye başlandı. 1789 Fransız İhtilali ile her türlü hürriyetlerin yayıldığı ülke olduğu yıllarca söylenen Fransa, Cezayir’deki insanlara bu hürriyeti tanımıyordu. 1948’de Fransa buranın sömürge değil, Fransa toprakları olduğunu ilan etti. Dış dünyaya karşı yapılan bu ilana rağmen burayı bir sömürge olarak idare etmeye çalışmışlar ve asla Cezayir halkına Fransızlarla eşit haklar tanımamışlardır. Cezayir halkına karşı yapılan sömürgeleştirme faaliyetlerini garanti altına almak için halkın alışkanlıklarını ve anlayışlarını değiştirme yoluna gitmiştir. Örneğin sosyal hayatta kadının görünümü ve rolüne dair alışılmış algıyı ters yüz etmeye çalışmışlardır. 1950 senesinden sonra Fransa’ya karşı mücadelede teşkilatlanmaya başlayan halk, muntazam bir ordu kurmayı başardı. 1954 senesinde bilfiil başlayan silahlı mücadele, 1956 senesinde bağımsızlığa kavuşan Fas ve Tunus’un da desteğini sağladı. Mücadele 1962’de Cezayir Demokratik 36 • May›s ‘11

Halk Cumhuriyeti adıyla bağımsızlığını ilan etmesiyle neticelendi. Fransa’nın itirazlarına rağmen 10 devlet tarafından bağımsızlığını ilan etmesinin hemen ardından tanınan Cezayir, 1963 senesinde ilk anayasasını halkoyu ile kabul etmiştir. Bu anayasaya göre beş yıl için halk tarafından seçilen meclis yine beş yıl için Cumhurbaşkanını seçiyordu. Yürütme organı, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından meydana gelmektedir. Bu ilk anayasa mucibince seçilen ilk Cumhurbaşkanı Ahmed bin Bella 16 Haziran 1965’te Albay Bumedyen tarafından bir darbe ile devrildi. Kurulan ihtilal konseyi tarafından 1978’e kadar idare edilen ülke aynı sene kabul edilen yeni bir anayasa ile idare edilmeye başlanmıştır. 7 Şubat 1979’da Şadli bin Cedid devlet başkanı oldu. 1989’da Sosyalizme ilişkin bütün ifadelerden temizlenen, siyasal çoğunluk ilkesini kabul eden ve grev hakkı tanıyan yeni anayasa halk oylamasıyla kabul edildi. 26 Aralık 1991’de yapılan seçimlerin ilk turunda oyların %85 ini alan İslami Selamet Cephesi 288 milletvekili kazandı. Bunun üzerine seçimler iptal edildi. 16 Ocak 1992’de sürgünden dönen Budiyaf, Yüksek Devlet Konseyi Başkanı ve Devlet Başkanı oldu. 9 Şubat 1992’de 12 ay süreli sıkıyönetim ilan edildi. 4 Mart 1992’de İslami Selamet Cephesi yasa dışı ilan edildi. Siyasi faaliyetleri yasaklayan ve birçok kişiyi idam ettiren Budiyaf 29 Haziran 1992’de bir suikast neticesinde öldürüldü. Kaynakça: Frantz Fanon, Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nın Anatomisi. (Çev. K. Çileçöp), Pınar Yayınları, 1983, İstanbul. TDV İslam Ansiklopedisi, Cezayir, 7/483-495 Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri.(Çev. B.Doktor), Burhan Yayınları, 1984, İstanbul. Mémoires d’un combattant, l’esprit d’indépendance, 1942-1952 (Mémoires), Messinger, Paris, 1983. Robert Merle, Ahmed Ben Bella, Edició de Materials, 1965, p.59. Altınoluk Dergisi, 1992-Ağustos, Sayı: 78, Sayfa: 40. Bekir Dilekçi, Dünya Bülteni, Tarih Servisi (10.04.2011) http:// www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=134524. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, OSMANLı YÖNETİMi DöNEMiNDE TUNUS VE CEZAYİR’İN EGİTİM VE KüLTÜR TARİHiNE GENEL BİR BAKıŞ, Prof. Dr. Sabri HİzMETLİ, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/776/9921. pdf, (10.04.2011).


1956’da Fas’taki toplantıya giderken tutuklanan FLN ve direniş liderleri. (Soldan sağa) Muhammed Haydar, Mustafa Şerif, Hüseyin Ait Ahmed, Muhammed Budiyaf, Ahmed Bin Bella. Muhammed Haydar: FLN’nin önde gelen temsilcilerinden biridir. 1954-62 yılları arasında Cezayir Bağımsızlık Savaşı’na büyük hizmetleri olmuştur. Fransız uçaklarını kaçırma gibi eylemlerde de bulunmuştur. Bir süre Cezayir’den ayrılmak zorunda kalan Haydar 1962’de yeniden dönüyor. 1967’de İspanya’da ölüyor. Mustafa Şerif: 1917’de Cezayir’de Müslüman bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. 1939’da aktif olarak Cezayir Halk Partisi’ne katıldı ve 1946’da mecliste parti genel sekreteri oldu. İlerleyen dönemlerde FLN’ye katıldı. Sonraları Cezayir Devrimi Ulusal Konseyi(CNRA)’ne de katıldı. 2007’de vefat edene kadar birçok komisyonda çeşitli görevler aldı. Hüseyin Ait Ahmed: Ulusal Kurtuluş Cephesi(FLN) ve Sosyalist Güçler Cephesi(FFS) de yaptığı çalışmalar sonucu tutuklandı ve 1964 yılında ölüm cezasına çarptırılan Ahmed Ait kaçmak zorunda kaldı sonraları 1988’de ki ayaklanmalarda Cezayir’e geri döndü. Muhammed Budiyaf: 1919’da dünyaya gelen Budiyaf Cezayir Halk Partisi saflarında bağımsızlık mücadelesine katıldı. 1950’ de Fransız İhtilal Güçleri tarafından gıyabi olarak idama mahkum edildi. 1954 yılında Cezayir’in bağımsızlık harekâtını başlatmak ve devrim planları yapmak maksadıyla Kahire’ye giden Devrim liderleri arasında bulundu. 1958‘de kurulan Cezayir Geçici Devrim hükümetinde önce Devlet Başkanlığı, daha sonra hükümetin Başkan yardımcısı olarak görev alan Budiyaf, 1962 yılında bağımsızlığın kazanılmasından sonra, Bin Bella ve arkadaşları ile siyasi görüş ayrılığına düştü 1963 Haziran ayında devletin güvenliğine komplo kurmakla suçlanarak tutuklandı. İki ay sonra serbest bırakılınca kendi isteğiyle Fas’a sürgüne gitti. 29 yıl Fas’ta sürgün hayatı yaşayan Muhammed Budiyaf, Cezayir’de ikinci tur seçimlerin iptalinden sonra cunta yönetiminin başına getirildi. Cuntanın başında ise 6 aylık bir ömrü oldu Budiyaf’tan sonra cunta yönetimine Ali Khafi getirildi. Ölümüyle alakalı çeşitli yorumlar olmakla beraber yönetimde olduğu 6 aylık süreçte İslami Selamet Cephesi’ne hayli zararı olduğu biliniyor.

Ahmed bin Bella: 1918’de Cezayir’in Fas sınırında doğan Ahmed bin Bella 1944 yılında Fransız ordusundan üstün hizmet madalyası aldı. 8 Mayıs 1945 günü İkinci Dünya Savaşının bitişinin kutlandığı zafer törenlerinde Cezayir bayrağı taşınınca Fransız askerleri Cezayir halkının üzerine ateş açmış ve o gün yaklaşık 45 bin kişi katledilmişti. Cezayirli yurtseverler İkinci Dünya Savaşının sona ermesi ve Nazilerin yenilgisini, sömürgeciliğin biteceği şeklinde yorumlamışlardı; fakat 45 bin kişinin öldürüldüğü bu katliam ile sömürgecilikten kurtulmak için Fransızlara karşı kurtuluş savaşı vermeleri gerektiğini anlamışlardı. Setif katliamından sonra Ahmet bin Bella kendisine teklif edilen subaylık rütbesini reddederek Cezayir’e dönüp sömürgecilerle mücadele etmeye karar verdi. Artık ülkesinde yaşanan zulmü ve ırk ayrımcılığını daha iyi anlayabiliyordu. Ülkesine döndüğünde ilk olarak Cezayir’deki ulusal hareket olan Halk Partisi faaliyetlerinin içinde bulundu. Messali Hac’ın önderliğindeki Demokratik Özgürlüklerin Zaferi Hareketine (MTLD) katıldı. MTLD hareketinin desteği ile Ahmet bin Bella Fransız yönetimine karşı silahlı direniş başlatma amacı ile özel bir örgüt kurdu. Cezayir halkı Fransızlara karşı silahlı ayaklanmaya çağrıldı. Hapisten çıkarak Cezayir’e dönen Ahmet Bin Bella, Haziran 1962 yılında kurulan sosyalist hükümetin Başbakanı seçildi. 27 Eylül 1962’de Cezayir Demokratik Halk Cumhuriyeti ilan edildi. Ahmet Bin Bella Cezayir’in ilk Cumhurbaşkanı oldu. Temmuz 1964’de Biskra’da Albay Şâbanî’nin başını çektiği bir isyan çıktı. Bin Bella bu isyanı bastırdı. Daha sonra Albay Bumedyen’in yönettiği bir hükümet darbesi ile 1965 yılında sürpriz bir şekilde görevden alındı ve yargılanmaksızın hapsedildi. 1980 yılına kadar 15 yıl boyunca cezaevinde kaldı. Cezaevi hayatı boyunca sürekli kitap okuyan ve kendini yetiştiren Bin Bella daha önceden ılımlı sol çizgide iken cezaevinde uzun araştırmalar ve tetkikler sonunda İslami bir düşüncede karar kıldı. Cezaevi hayatı sonrası Fransa ve İsviçre’de ikamet ederek siyasal mücadelesini devam ettirdi. 1990’da ülkesine döndü.

May›s ‘11 • 37


dünya seyahatnamesi

Bir Balkan Seyahati: Belgrat’tan Gevgeli’ye

B

ir süredir genişçe bir ovanın kenarında hemen yanı başımızdan yükselen dağların uzantısına göre akan nehir hem de tren yolu kimi zaman sağa kimi zaman sola kıvrılarak devam ediyordu. Sırbistan’ı kuzey-güney doğrultusunda uzunca bir sürede aşmıştık. Fakat Makedonya bir türlü bitmek bilmiyor, Yunan sınırına varamıyorduk. Bir yandan böylesine kötü bir trenin Avrupa Birliği sınırları içerisine gireceğini de düşünemiyordum. Tren, Makedonya sınırına girdiğinden beri, beni bisikletim dolayısıyla sürekli rahatsız eden biletçinin bu kez de yardımcısı, içinde bulunduğum kompartımana girmişti. Özellikle bu seyahatimde Slovenya ve Hırvatistan ya da diğer Avrupa ülkelerinde gördüğüm biletçilere nazaran bunlar daha az profesyonel, fakat daha muhabbet sever, görünüş itibariyle biraz da Türk insanına benzeyen tiplerdi. Sırbistan’da da biletçilerle İngilizce anlaşamasak da şaşırtıcıdır ki Almanca diyalog kurmuştuk. Fakat bu iki Makedon biletçi ise yabancı dil bilmemelerinin yanı sıra, anlamayanı kızdırıncaya kadar ısrarla kendi dillerini konuşuyorlardı. Bu arada, kabine giren biletçi bana bir şeyler anlattıktan sonra anladım mı diye ima ediyor, ben de anladım işareti yapıyordum. Ne demek istediği ise biraz sonra ortaya çıkacaktı.

Sırbistan’da Trenyolunun kenarındaki kalelerden biri

38 • May›s ‘11

Tahsin Ay Tren iki durak sonra durdu ve başımı camdan dışarı çıkarıp bakmaya başladım. Tren istasyonundaki küçük mekanın içerisinde adamlar oturuyordu, ufak çocuklar tren garının arkasındaki sokakta koşturuyorlardı. Fakat anlam veremediğim, yolcuların neredeyse tamamı trenden inmişti. Makedonya’nın böylesine küçük bir kasabasında bu kadar insanın trenden inmesine anlam verememiştim. Peki nereye gidiyordu bu insanlar diye düşünüyor, arkadaşımla beraber anlamsızca dışarıya bakıyorduk, ta ki bir bayan bize laf atana kadar. Trenin niye gitmediğini sorunca, inmelisiniz, burası son durak, otobüsle devam edeceksiniz demişti. Trenden bin bir güçlükle bavulları indirdiğimizi gören kahvedeki adamlar, hemen kahveden çıkıp bize yardım ettiler ve Selanik’e hareket etmek üzere olan otobüse bizi yetiştirdiler. Otobüse yetiştiğimizi hissettiğimde bir oh çekip, bana yardım eden adamlara döndüm ve fakat onlar çoktan arkalarını dönmüş gidiyorlardı. Evet, sadece birine arkadan dokunup teşekkür edebilmiştim. Kimdi bu insanlar diye sordum kendime, dillerini, kökenlerini bilmediğim, ama benim için seferber olan, yardımıma koşan, bana sıcaklık hissettiren… Sabah Belgrat’da bize yardımcı olan Bulgar genci hatırladım. Yardım istememiştik, ama yar-

Niş Tren İstasyonu

Üsküp’e Bakan Tepedeki Haç


dımımıza koşmuştu, şükür ki İngilizce anlaşabilmiştik. Çünkü Balkanlar’da bulunup buradaki kimsenin dilini bilmemek bizi o kadar yabancı yapıyordu ki. Burada konuşulan Slav dillerinden birini bilsek hepsiyle öyle ya da böyle anlaşabilecektik. Ama hemen yanı başımızdaki Balkanlar’a o kadar uzak kalmışız maalesef. Sofya’ya doğru gidecek olan bu Bulgar genci neden bize yardım etmişti üstelik İstanbul’a gideceğimi öğrendiğinde hiçbir olumsuz tepki de göstermemişti, yüzünde hiçbir değişim olmamıştı, hatta bana karşı sıcaklığını korumaya devam etmişti. Aslında bir bakıma bu insan hayatımda karşılaştığım ilk Bulgar’dı. Peki, benim zihnimdeki Bulgar imajı neden bu kadar farklıydı? Ben Türkiyeli olduğumu hissettirdiğimde bana karşı muamelesinin değişeceğini düşünmüştüm, ama öyle olmadı. Bir daha hiç göremeyeceğim, ama zihnimde tavırlarıyla devrim yapan bu genç el sallayarak, biraz da istemeden bizden ayrılıyordu. Tabi bu arada bir trenin üzerindeki Türkçe yazıldığını fark etmeden yazıları düzgünce okumaya çalışırken, trenin görevlisi “hemşerim merhaba” diye bağırdı diğer taraftan. Evet, uzun zamandır ilk defa bir yerin üzerinde Türkçe yazı okumuştum. Son okuduğum Slovenya’nın Avrupa Birliği giriş sınır kapısında Türkçe olarak “Bulaşıcı hastalıklarınızı Avrupa Birliği’ne sokmayın” tarzı aşağılayıcı bir ifadeydi. “Merhaba” diyerek döndüm, “gel gel bizim tren bu” dedi. Balkan ekspresiyle doğrudan Türkiye’ye gitmek fena fikir değildi, ama Selanik’e gideceğimi, oradan İstanbul’a geçeceğimi söylemiştim. Tabi bilemezdim, şayet ona binseydim, Bulgar sınırından içeri alınmayacağımı, çünkü o ülke için de ayrı bir transit vize alınması gerektiğini. Bir Belgrat sabahı tren istasyonunda bunları yaşamıştım. Sırbistan üzerinden Türkiye’ye dönme macerası bilinmeyen çılgın bir yolculuktu. İkinci alternatif yol, Venedik’ten gemiye binip güvertede 24 saatlik bir Adriyatik yolculuğundan sonra Yunanistan’a varmaktı. Ama çılgın ve tehlikeli olanı tercih etmiştik. Tamamen bilinmezlerle dolu olan Sırbistan memleketinden geçmek korkutucuydu. Hele de Sırpların Türklere karşı olan düşüncelerini hatırladığımızda tam ne ile karşılaşacağımızı kestiremiyor, ama bir yandan da kötü düşünceler aklımıza geliyordu. Sırbistan’a girişimizde kimlik kontrolü için pasaportlarımız alındı. Geçici AB vatandaşı olduğumuz için 4 günlük bir transit geçiş hakkımız oldu-

ğunu biliyorduk, ama yine de tedirgindik. Sonra başka bir görevli geldi ve “Merhaba komşu” diyerek gülümsedi. Merhaba dedik ve bavulları göstererek “Temiz?” mi diye sordu ve temiz diyerek Gevgeli İstasyonu yanıtladık. Pasaportları verdi ve “iyi günler” diyerek bizi yolcu etti. Bize karşı özel bir muamele yapıldığının farkındaydık, anlaşılan burada çok fazla Türk görünmüyordu, ama bize karşı bir sempatileri olduğu belliydi. Ayrıca güvenerek bavullarımızı kontrol etme gereksinimi dahi duymamıştılar. Halbuki tahayyülümüzde bizi çok uğraştıracaklarına dair beklentiler vardı. Seyahat esnasında tepelerin üzerinde yıllardır uğrayanı olmayan Osmanlı’dan kalma kaleler göze çarpıyordu. Daha sonra Niş üzerinden geçerek, Makedonya sınırlarına girdiğimizde bizi hemen sınırın kenarında beliren camiler karşıladı. En son Hollanda’da bir cami gördüğümü hatırlamıştım. Üsküp’te nehrin üzerinden geçerken bir yandan şehirdeki camileri saymaya çalışıyor bir yandan da şehrin bitiminden itibaren yükselen tepenin üzerindeki haça bakıyordum. Yani anlayacağınız değişik gözlemler ve sorularla Makedonya’nın sınır kentindeki tren istasyonundan otobüse binip Selanik’e doğru yola çıkıyorduk. Özellikle Makedonya’da gördüğüm muamele üzerine o şehri veya kasabayı çok merak etmiş, ama bir türlü bulamamıştım. Nihayetinde bir gün tren yollarını gösteren bir haritada Yunanistan sınırındaki bu kasabayı bulmuştum. Hemen araştırmalara başladığımda bulduğum fotoğraflardan, orasının Gevgelija denen yer olduğunu saptadım. İnternet üzerinden bulduğum bulgularda kasabanın 1860larda Osmanlılı tüccarlar tarafından kurulduğu, Ege’den Selanik’e indirilen malların Avrupa’ya aktarıldığı güzergah üzerinde bulunduğu bir kasaba şeklinde bilgiler var. Henüz 1880lerde de demiryoluna sahip bir yermiş burası. Ama büyük ihtimalle bugün de trenler o günkünden çok daha hızlı gitmiyorlar. Haliyle kasaba gelişmişlik seviyesi olarak 130 sene öncesinden çok farklı değildi. Çünkü gelişimle beraber değişim en azından tren raylarına yansımalıydı diyorum. Bu tartışmayı fazla uzatmadan, Gevgelija’da, ki asıl adı Gevgeli’dir, yaşayan insanların büyük çoğunluğu 2002 nüfus sayılarına göre Makedon’dur. (Gelecek sayıda Gevgeli’ye dair ilginç bilgilerle devam edeceğiz)

May›s ‘11 • 39


tarih defteri

GENÇ OSMAN’IN ÖLÜMÜ Muhammed Tutkun

G

enç Osman 14 yaşında iken, amcası Sultan Birinci Mustafa’nın tahttan indirilmesi üzerine Osmanlı tahtına oturdu. Genç Osman iyi bir eğitim gördü. Arapça, Farşça, Latince, Yunanca ve İtalyanca gibi doğu ve batı dillerini klasiklerinden tercüme yapabilecek kadar güzel öğrendi. Genç Osman, Fatih Sultan Mehmed devrine kadar yapıldığı gibi saray dışından, Şeyhülislam Es’ad Efendi’nin ve Pertev Paşa’nın kızları ile evlendi. Yavuz Sultan Selim devrinden itibaren padişah saray dışından evlenmediği için bu davranış önemli bir değişiklik oldu. Kendisine planlarını uygulayacak bir sadrazam bulamadı. Tahta çıkar çıkmaz devlet erkanı içindeki üst düzey yetkilileri değiştiren, müderris ve kadıların atanma yetkilerini şeyhülislamdan alan Genç Osman çok yenilikçi bir padişahtı.

karar verdi. Bu arada Özi Beylerbeyi İskender Paşa komutasındaki birlikler, Purut kıyısında bulunan Yaş’ta, Lehlileri bozguna uğratmıştı (20 Eylül 1620). Sultan Genç Osman 1621 yılının Nisan ayında Lehistan Seferine çıktı. Lehler yeni ve daha büyük bir ordu meydana getirme çabasındaydılar. Avusturya’dan yardım alarak ordularını takviye ettiler. Osmanlı Ordusu 2 Eylül 1620’de Hotin önlerine geldi. Kale kuşatıldı ve Hotin kalesi önlerinde yapılan meydan savaşında, düşman siperlerinin ele geçirilememesi, askerlerin şevk ve heyecanını oldukça yıprattı. Yeniçerilerin de kendilerini tam olarak savaşa vermemeleri, bu savaşın kesin bir netice ile sonuçlanmamasına yol açtı. Lehistan elçilerinin savaşa kendilerinin neden olduklarını bildirmesi üzerine Hotin Antlaşması yapılarak sefere son verildi (29 Eylül 1621).

LEHİSTAN SEFERİ

YENİLİK HAREKETLERİ

Osmanlı Devleti ile Lehistan arasında bir dostluk mevcuttu. Dinyester Irmağı iki ülke arasında sınır oluşturuyordu. Osmanlı-Avusturya Savaşlarında Lehistan ilişkileri gerginleştiyse de barış bozulmamıştı. Fakat askeri birliklerin geçimini Lehistan’a yaptığı akınlarla sağlayan Kırım Hanı, barışa aykırı hareket ediyordu. Bunun yanı sıra Lehliler Boğdan işlerine müdahaleden geri kalmadıkları gibi, Boğdan’a ait Hotin kalesini işgal etmişlerdi (1617). Ayrıca Eflak ve Erdel’in iç işlerine müdahale etmeye devam ediyorlardı. Bu olaylar üzerine Sultan Genç Osman, kendisine yapılan muhalefetlere rağmen Lehistan seferine

Sultan Genç Osman, Lehistan seferindeki başarısızlığının sebebi olarak askerin gayretsizliğini görüyordu. Askeri alanda bazı yenilikler yapma düşüncesi böyle ortaya çıktı. İşe kapıkulu ocakları ile başladı. Yaptırdığı sayımda, asker sayısının maaş defterindeki kişi sayısından az olduğunu anlayınca fazladan para vermeyi kesti. Bu durum da, daha önce fazladan gelen paraları kendi ceplerine atan za-

40 • May›s ‘11


bitlerin, Sultan Genç Osman’a düşman olmalarına yol açtı. Sultan Genç Osman her şeyin farkındaydı, ancak tecrübesiz olması yüzünden istediği yenilikleri yapamıyordu. Anadolu, Mısır ve Suriye askerlerinden oluşacak yeni bir ordu kurmak istiyordu. Aynı zamanda saray, harem ve ilmiye teşkilatlarını yeniden kurmak, yeni kanunlar çıkarmak gibi yenilikçi düşünceleri de vardı. Kapıkulu Ocakları bu durumdan rahatsızdı ve bunu belli etmekten kaçınmıyorlardı. Şeyhülislam Es’ad Efendi’nin başında bulunduğu ilmiye sınıfı ise fikir belirtmiyordu. Sultan Genç Osman’ın Halep, Erzurum, Şam ve Mısır beylerbeylerine asker yazdırmak için gizli bir haber gönderdiğinin sarayda adamları olan yeniçeriler tarafından öğrenilmesi, bardağı taşıran son damla oldu. Sultan Genç Osman asker toplamak için Anadolu’ya bizzat kendisi gitmek istiyordu. Bu arada İstanbul’a, Lübnan’da bir isyan çıkardığı haberi geldi. Genç Osman bunu bir fırsat bilerek, isyanı bastırmak için Anadolu’ya gideceğini söyledi. Ancak Sadrazam Dilaver Paşa ve Şeyhülislam Es’ad Efendi, padişahın küçük bir isyan için Anadolu’ya gitmesine gerek olmadığını söyleyerek, Sultan Genç Osman’ın Anadolu’ya geçmesini engellemeye çalıştılar. Başka bir çaresi kalmayan Sultan Genç Osman, hacca gideceğini ilan etti. Daha önce hiçbir padişah hacca gitmemişti. Sadrazam Dilaver Paşa ve Şeyhülislam Es’ad Efendi çok uğraştılarsa da Sultan Genç Osman fikrinde kararlıydı. Padişahın geçeceği güzergah üzerindeki vilayetlerin beylerbeyleri haberdar edildi ve hazırlık yapmaları istendi. Sultan Genç Osman’ın yanında 500 yeniçeri ve sipahi olacak, geri kalan asker İstanbul’un korunması için İstanbul’da kalacaktı.

İsyancılar o an için Sultan Genç Osman’ın öldürülmesini düşünmüyorlardı. Ancak Sultan Genç Osman’ın ne kadar dirayetli bir padişah olduğunu bilen isyanın elebaşları padişahın Yedikule zindanlarına götürülüp orada öldürülmesini istediler. Sultan Genç Osman çok iyi bir şekilde direnmesine rağmen boğularak öldürüldü. Sultan Genç Osman’ın naaşı, ertesi gün Sultanahmed Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra Sultan Ahmed Camii’nde babasının türbesine defnedildi.

ÖLDÜRÜLMESİ Padişah otağının Üsküdar’a kurulacağı günden bir gün önce Yeniçeriler Süleymaniye’de toplandılar. Ayaklanan yeniçeriler saraya girip bazı devlet adamlarını öldürdüler. Yeniçeri ve sipahileri ikna etmek isteyen Sultan Genç Osman, yeniçeri ağalarını merhamete getirmeye çalıştı. Ancak bunda başarılı olamadı. Yerine kardeşi Sultan Birinci Mustafa ikinci kez tahta çıkarıldı.

May›s ‘11 • 41


kampüs notlar›

BEŞİKTAŞ ANADOLU LİSESİ İbrahim Kibar

Beşiktaş Anadolu Lisesi güzel mimarisi, büyük ve alımlı bahçesiyle öğrencilere hoş bir ortamda okuma imkânı sunuyor. Çırağan Sarayı’nın harem dairesi olarak inşa edilen binada eğitim görmek farklı bir tecrübe olmakta insan için. Çırağan Sarayı’nın hemen yanında olan Beşiktaş Anadolu Lisesi’nin en önemli özelliklerinden birisi de İstanbul Boğazına kıyısı bulunmasıdır. Öğrenciler teneffüslerini bu eşsiz boğaz manzarası karşısında geçirme şansına sahip oluyorlar. Hemen her sınıftan görülen boğaz bu okulu diğer okullardan bir adım öne taşıyor demek yanlış olmaz. Geniş, yüksek tavanlı ve havadar olan okulun bütün sınıfları öğrencilerin ve öğretmenlerin hiçbir zaman bunalmamasını sağlamaktadır. Bütün bu yapısal özelliklerinin yanında eğitim açısından da İstanbul’un

42 • May›s ‘11

ve Türkiye’nin önde gelen okullarından olan Beşiktaş Anadolu Lisesi birçok başarılı öğrenci tarafından hedeflenen bir okuldur. Yetenekli, bilgili ve anlayışlı öğretmen kadrosuyla öğrencilere yeni ufuklar açan okuldan mezun olanlar farklı tecrübeler kazanıyorlar, örneğin her sene sonunda düzenlenen festivali tamamen öğrenciler düzenlemektedir. Bir öğrenci organizasyonu olmasına rağmen profesyonel organizasyonlardan hiçbir farkı olmayan bunun gibi birçok organizasyon öğrencilerin başarısını ortaya koymaktadır. Toplumun her kesiminden öğrenciler barındıran okulda hiçbir zaman bu durum sorun teşkil etmez. Farklı görüşlere sahip öğrencilerin birbirlerine görüşleri yüzünden önyargılı yaklaşmasını bırakalım, çok samimi oldukları hiç de şaşırılacak bir şey değildir. Spor konusunda da oldukça başarılı olan Beşiktaş Anadolu Lisesi basketbol, futbol, masa tenisi gibi birçok spor dalında liselerarası müsabakalarda çokça derece yapmıştır. Ayrıca her sene düzenlenen sınıflar arası müsabakalarla öğrencilerin birbiriyle daha da kaynaşması ve biraz da eğlenmesi sağlanır. Okuldaki kulüplerin her biri kendine özgü etkinlikler düzenleyebilmekte adeta üniversite havasını lisede yaşayabilmektedir. Beşiktaş Anadolu Lisesi kesinlikle her öğrencisinin vizyonunu genişletmektedir, bilincini açmaktadır ve de yeteneklerini geliştirmektedir.


Okullardan Haberler Alperen Gençosmanoğlu

ŞİFRESİZLER KALEM FIRLATTI Yüksek Öğretime Geçiş sınavında ortaya çıkan şifre skandalına tepkiler devam ediyor. Sosyal paylaşım sitesi Facebook ve Twitter üzerinden bir araya gelen “şifresizler”, Sultanahmet Adliyesi önünde toplanarak Milli Eğitim Müdürlüğü önüne yürüdüler. “Eğitim sisteminiz batsın, ÖSYM altında kalsın” ve “İsyandayız” pankartları açarak yürüyüşe geçen öğrenciler, “Nimet abla sen gir sınava”, “YGS’ye inat yaşasın hayat”, “Şifreleri çözdük baş kaldırıyoruz”, “Kalemleri kırdık geri dönüş yok”, “Ali Demir istifa” sloganlarıyla yürüdüler. Eylemde, YGS şifre skandalından sonra intihar eden İsmail Paslanmaz’ın fotoğrafları taşındı, “İsmail için buradayız” sloganları atıldı. Eğitim Müdürlüğü önünde öğrenciler adına basın açıklamasını Selda Çobanbaş okudu. Çobanbaş Başbakan’ın açıklamalarına değinerek, provokatör olmadıklarını, haklarını aradıklarını ifade etti. Çobanbaş “Bir Başbakan olarak, bu ülkeyi yöneten biri olarak siz nasıl dersiniz ki 10.000 kişi bulurum, çıkartırım sizin karşınıza. Burada siz ve biz diye hitap edilen kimlerdir? Biz; haklarımızı savunan, taleplerimizin yerine getirilmesi için sokaklara düşen gençleriz, ya siz kimsiniz?” diye sordu. ÖSYM başkanı Ali Demir’e hitaben de, “Ali Demir, makine mühendisliği okumuş, orada işi gereği makinelerle çok uğraşmış

olmalı, bir makineyi bozup tekrar yapabilirler ama şunu unutmayalım ki, bizler makine değiliz. Biz sizin elinizde yap-boz değiliz, sürüye uyan koyun değiliz. Emeksiz kazanca, haksızlığa karşı, geleceğimizle oynanmasına izin vermiyoruz” dedi. Cuma günü okulları boykot eden liselilere soruşturma açıldığını ifade eden Çobanbaş, hükümetin liselilerden korktuğunu belirtti, “Taleplerimiz yerine gelene kadar mücadele etmeye devam edeceğiz” dedi. Öğrenciler, açıklamanın ardından heyet oluşturarak İstanbul İl Milli Eğitim Müdürü ile görüşmeye gittiler fakat müdürün olmaması ve yardımcılarında öğrenci-

İTÜ’DE GERGİNLİK İTÜ Maslak Kampüsünde geçtiğimiz haftalarda gergin olaylar yaşandı. Öğrenci Kolektifi’nden öğrencilerin Anadolu Gençlik Derneği’nin afişlerini yırtması üzerine başlayan tartışma kavgaya dönüştü. Kampüsteki Müslüman gruplar bir araya gelerek olaya müdahale etti. Kavga sonucu birkaç kişi yaralandı. Kavga sonrasında Kolektifler “ kampüste gerici istemiyoruz” sloganları atarken, Müslüman öğrencilerde tekbir getirdi. İstanbul, Ankara, Adana, Konya, Eskişehir, Siirt, Bingöl, Erzurum, Kahramanmaraş, Sivas, Bolu, Kayseri illerinden gelen üniversiteli gençlerin katılımıyla düzenlenen program, sıcak bir ortamda gerçekleştirilen tanışma ve yemek ikramı ile başladı. Yemeğin ardından öğrenciler ‘’Özgür Üniversiteli Buluşması -3’’ gecesi için Kaplan -2 düğün salonunda buluştular.

leri dinlememesi üzerine görüşme gerçekleşemedi. Müdürlükten çıkan öğrenci heyeti adına yapılan açıklamada “Bu ülkenin işçileri günde 12-14 saat çalışıyor. Fakat işçilerden kat ve kat yüksek maaş alan, 8 saat çalışması gereken müdür şu an makamında yok” diye tepki gösterildi. Öğrenciler, 1 saat boyunca yolu trafiğe kapatarak müdürlük önünde oturma eylemi gerçekleştirdi. Halaylar çekip ÖSYM’ye besteledikleri şarkıları söylediler. Eylem dağılmak üzereyken “Kalemleri kırdık geri dönüş yok” sloganı atarak kalemlerini eğitim müdürlüğüne fırlattılar.

“Üniversiteler ve Mücadele” Açılış programı Ertuğrul Delibaş’ın Kur’an’ı Kerim tilaveti ve Sedat Taşdemir’in Kürtçe ve Türkçe meal okuması ile başladı. Bu seyirde devam eden program, Bilgi ve Düşünce Derneği Başkanı Mustafa Yılmaz’ın “Üniversiteler Ve Mücadele” üzerine yaptığı konuşma ile devam etti. Yılmaz, Kehf süresindeki dört kıssaya değindi. Ashabı Kehf’in yaptığı tevhid mücadelesine atıfta bulunup bu gençlerin bizler için örneklik teşkil ettiğinin altını Yılmaz, ‘bahçe sahiplerine’ ve İslami mücadelenin birbiriyle kolektif çalışmayı gerektirdiğinden bir sabır işi olduğunu ve bu anlamda Hz Musa ve Hızır arasında geçen diyaloga değindi. Son olarak Zülkarneyn kıssasını da anlatıp, üniversitelilere İslami mücadelede bir takım tavsiyelerde bulunduktan sonra konuşmasına son verdi. Gecede Kürdistan’a özgün ‘’faki ve seyda’’ konulu bir piyes gösterimi ile coşku doruğa çıktı. Gecenin sonuna doğru gençler Grup Özgürlük Türküleri’nin kendi bestelemiş oldukları marş ve ezgilerle halay çektiler. Etkin haber ajansından(etha) ve haksozhaber’den yararlanılmıştır. May›s ‘11 • 43


atölye

DOST ve DÜŞMAN (Müslümanların kaybettİğİ İkİ kavram daha) Fatih Razi

H

amd Alemlerin rabbi rahman ve rahim din günün maliki olan yüce Allaha mahsustur. Salatü selam tüm peygamberlerin ve onların yolundan giden kulların üzerlerine olsun… Bu yazıda dost ve düşman kavramları üzerine duracağız, dostlukların sahte, düşmanların ise dost yüzlü olduğu bu imtihan dünyasında rabbim bizlere düşmanlarımızı iyi tanıyan kullarından eylesin… İnanan insanlar inanmayan insanlardan beri olmak durumundadır. Çünkü safını belli etmeyen kesim Kuranı Kerim’de münafık olarak adlandırılır. Hal böyle olunca attığımız her adım Kuran merkezli olmalı izlediğimiz her yol Kuran yoluna çıkarmalı bizleri, eğer yoldaki işaretlere takılırsak yolumuzu şaşırmamız kaçınılmaz olacaktır. Böyle olmamak için sıratı müstakimde olmak şarttır. Peki şaşırmamanın ilk şartı nedir? Öncelikle ret etmektir. Arınmaktır, beri olmaktır, kısacası ‘LA’ demektir. Kime mi LA? Tağutlara, diktatörlere, zalim yöneticilere, demokrasiye, putçuluğa, İslam dışı bütün beşeri sistemlere, yani kısacası en büyük düşmanımız olan şeytana ve şeytani düşüncelere. Sonra o şeytani düşüncelerden uzaklaşarak

44 • May›s ‘11

yegane dostuna(Allaha) yönelmektir. O Rahmana teslim olmaktır. O Rahmanın hudutları(sınırları) içinde yaşamaktır. O Rahmanın isyan et dediğine isyan, kabul et dediklerini ise kabul etmektir. Tabi bu şartlar bu ilkeler ben müslümanım diyen, yani inanan kesim için geçerlidir. Bu ayırımdan şu da çıkarılmamalıdır. İnananlar inanmayanlar diye ayrılacak sonra bu iki kesim istediği gibi yaşayacak, halk dilinde her koyun kendi bacağından asılır düsturuyla hareket edecek sonra ben inananlardanım deme cüretini gösterecek, böyle bir düşünce tam bir saçmalık olur, bu Allahın uluhiyetine terstir. Böyle bir düzen olması mümkün değildir. Eğer böyle olmuş olsaydı Allah bizleri yaratmazdı yaratmasındaki maksat imtihana çekiliyor olmamızdır. - Evet şimdi biraz dost kavramı üzerine duralım; Aynı davanın adamı, aynı yükü omuzlanan, aynı söylemi haykıran, aynı Allaha inanan kısacası birbirlerinin aynısı(aynası) olan kişilerdir. Dost dediğimiz kesim Ensar ve Muhacir, Musa ve Harun, İsa ve Havarileri, Hz. Muhammed ve sahabe, Hasan el Benna, Seyyid Kutup, Seyyid Ebul’ ala el-Mevdudi ve İhvanı Müslimin gibi adanmış dostluklar…


Evet davası olanın dostu olur davası olanın yolundan gidiyor gelin şimdi biraz bu konu üzeaynı zaman da düşmanı da çok olur. rinde yoğunlaşalım; Bakın Hz. Muhammed(a.s)’e risaletten önce Günümüzde Ortadoğuya baktığımızda germüşrikler Muhammed’ül emin diye hitap edi- çekten daha yeni yeni düşmanlarını tanımaya yorlardı. Ama ne zaman ki risaletle görevlendi- başladılar, var olan egemen yapının arka perdesirildi, ne zaman ki “la ilahe illallah’’ dedi işte o za- ni azda olsa gördüler ve görmekle kalmayıp, yaman düşmanları tek tek ortaya çıktı. Çünkü ar- pılan bu zulmü kendi başlarına haykırmaya çatık bir davası vardı, artık geri dönüş yoktu, ba- lıştılar ve bunu da başardılar şimdilik; Evet şimdilik diyorum; Çünkü baktığımız zatıla karşı hakkı söyleme göreviyle görevlendirildi ve o an’dan itibaren Muhammed-ül emin di- man diktalar düşmüş olabilir, ama bu zaferi biyenler; sen delisin, sen mecnunsun, sen sihirbaz- zim kazandığımız anlamına da gelmez, çünkü bir sın, diye dalga geçer cümleler kurmaya başlamış- dikta gider bir dikta gelir, birisi diktayım der, birisi ben demokrasiyim der, yani lardı. Bu değişimin nedeni ise dost yüzlü diktalar başa gelmiş artık Abdullah oğlu MuhamÇünkü bir yerde İslam olur. Bu olay tabiri caizse; yağmed değil peygamber olan Hz. varsa o yerde adalet var, murdan kaçanlar doluya, beMuhammed(a.s) vardı, karşıhukuk var, eşitlik var, densel zulümden kaçanlar zilarında! Artık peygamberin bir özgürlük var, kısacahinsel zulme yakalanıyorlar dedostu vardı, bir davası, bir gömektir. Kısmen de olsa Kuran revi ve böyle olunca düşmanları sı şeriat var. Selam olsun merkezli başlayan ayaklanmaçoğaldı çoğaldı çoğaldı… hüküm yalnızca Allahın lar netice itibariyle demokraİnanalar her zaman Kuran diyen kullara, selam olsiyle son buluyor ve bu da düşmerkezli olması durumundasun bu davayı dert edimanların artık dost yüzlü oldudır, böyle olursa mutlaka Allanen kullara ve selam olğunu gözler önüne bir kez daha hın rahmetine ulaşır. Eğer Kuseriyor. ran merkezli değil de şeytan sun canlarıyla, mallarıyla Gelinen şu noktada belki merkezli olursa bir insan, o zacihad eden bir avuç topbedenen bir zulüm söz konuman ise Allahın ebedi cehenneluluğa… su değil, belki şuan huzurlular mini arzulamış olur. ama bu huzur ne kadar sürer - Şimdi ise düşman kavramı orası meçhul… üzerin de biraz duralım; İslam böyle bir sesleniş, ayaklanma istemiyor. Düşman bir nevi sadece düştüğün zaman yardımına koşan, düştüğün yerden seni kaldıran İslam Mekke’de haykıranların Medine’sini kurama başka bir çukura düşüren kişi ve ya kuru- masını istiyor. Çünkü böyle devrimler böyle ayaklanmalar mun adıdır, arkadan vuran, seni çekemeyen, hep senin kötülüğünü isteyen, durmadan vesvese ve- sadece baskıları yıldırır, İslam ise baskıları yıldırren, tuzak üstüne tuzaklar kuran, istediği zaman makla kalmaz orada otoritesinin hakim olmasını ister. kaçıp giden şeytanlaşmış insanlardır ‘onlar’… Çünkü bir yerde İslam varsa o yerde adalet Tarih boyunca iki zıt kavramlar üzerinden imtihana çekilen insanlar, bazen doğruyu bazen var, hukuk var, eşitlik var, özgürlük var, kısacaise yanlışı, bazen hakkı bazen batılı, bazen tevhi- sı şeriat var. Selam olsun hüküm yalnızca Allahın di bazen şirki, bazen yegane dostu olan Allah’ı, diyen kullara, selam olsun bu davayı dert edinen bazen ise yegane düşmanı olan şeytanı seçmiş- kullara ve selam olsun canlarıyla, mallarıyla cihad eden bir avuç topluluğa… lerdir. Selam ve dua ile Rahmana emanet olun… -Sözgelimi bugün insanlar hangi kavramın

May›s ‘11 • 45


atölye

PEYGAMBERİ DOĞRU ANLAMAK Nezir Eren

B

izim yoksun olduğumuz şeyler sadece inanç ve inancın gücünden ibaret değildir; inandığımız meseleler hakkında doğru, mantıklı ve bilimsel bilgilerden yoksun bulunmaktayız. Tarihte ve toplumumuzda söz konusu olan en büyük meselelerden biri, pek çoğumuzun itikat beslediği Hz. Muhammet’tir. Fakat onu doğru dürüst tanımıyoruz. Hakkında doğru ve mantıklı bir bilgiye sahip olmadığımız bir peygambere inanıyoruz. Peygamberi (a.s) bir imam olarak, büyük bir insan olarak, gerçek bir büyük kahraman olarak görüyor, duygularımızı ve yüceltilerimizi kendisine yönelttiğimiz bir peygamber olarak inanıyoruz. Ne yazık ki onu tanımamız gerektiği şekilde tanımamışızdır. Çünkü onu tanımakla, anlamakla değil, daha çok övmekle meşgul olmuşuzdur. Sanki onun bizim övgümüze, ağlayışımıza ve duygularımızı açığa vurmamıza ve onun mucizelerini, gökteki derecelerini, Allah katındaki mertebesini melekler ve cinler arasındaki makamını sabah akşam tekrar etmemize ihtiyacı varmış gibi davranıyoruz. Bu övgüler ile onu razı ettiğimizi, onun sevgisini kazandığımızı ve onun da bu övgüleri dizenlere şefaat edeceğini sanıyoruz! Halbuki O’nu(a.s) takip eden insan; övgüler dizen insan değil, araştıran, sorumluluk bilincine sahip olan, hedefi olan, kendisine ve başkalarına düzen vermek isteyen bu nedenle de yol ve çare bulmak çabasında olan, neticede yüce bir örneğe, bir yol göstericiye ihtiyaç duyan, dolayısıyla, peygambere yani bütün insanlığa model olan Hz. Muhammed’e(a.s) muhtaç olan insandır. Müslüman kurtuluşa peygamberi överek değil, pey-

46 • May›s ‘11

gamberi bir yolunda yürüyerek ulaşır. Siz, tüm hayatıyla, inancıyla ve kanıyla, Hz. Muhammed(a.s) yolunda ve Hz. Muhammed(a.s) için mücadele eden bu peygamber aşığı halka Hz. Muhammed’i doğru tanıtmak için ne yaptınız? Bu zorlu ve ağır geçen asırlar boyunca bir milletin imanını ona vakfettiği, milletimizin uzun yıllar boyunca onun sevgisini zindanlar ve işkenceler pahasına kalplerinde sakladığı, nesilden nesle bu sevgiyi taşıdığı ve insanların onun için canlarından bile vazgeçtiği bu ÖRNEK İNSAN kim? Kalplerin kendisi için çarptığı bu kadar yüceltilen bu MODEL İNSAN kim? Bilmiyoruz! Bu bir derttir, problemdir, cehalettir. Hz. Muhammed(a.s) için yapılan her yüceltmeden, yazılan her şiir ve övgülerden önce çağımızın ihtiyacı olan Hz. Muhammed(a.s)’i sadece tanımak ve anlamakla yetinmeyip, onun verdiği mücadeleyi vermek onun yaşadıklarını yaşamaktır. Hz. Muhammed(a.s) eğer bir peygamberse, bir önderse, bir insansa ve bir toplumun ruhuysa onun öğretisini ve şahsiyetini tanımak ve anlamak gerekir; tanımadığımız bir kimseye karşı sevgi beslememizin hiçbir değeri yoktur. Bilgisiz sevginin bir faydası olsaydı mutlaka büyük neticelere varırdık. Zira Hz. Muhammed(a.s)’i tanıyıp doğru anlayan bir toplum olsaydık bugün, mahrumiyetler ve ıstıraplar içinde olmazdık. Muhammed(a.s)’in yolunda yürüyen, O’nun için gözyaşı döken ve kalbi peygamber sevgisiyle çarpan bir kimsenin ve toplumun yazgısı üzüntü vericiyse, görünürde ‘’muhammedi’’ olsa da belli ki o Muhammed(a.s)’i tanımıyor ve anlamıyordur. Bazıları peygamber sevgisinin ahrette şefaate sebep olacağını düşünebilir. Ama bana göre cahilce bir sevgi ahrette de işe yaramayacaktır. Zira ahiret, bu dünyanın makul ve mantıki konularıyla kurulmuştur. Nasıl burada cehaletten doğan bir sevginin herhangi bir faydası yoksa orada da olmayacaktır. Sonuç olarak; asıl olan peygamberi(a.s) övmek ve yüceltmek değil, tanımak ve anlamaktır. Onu sadece belli ay ve haftalara değil, hayatımızın her anında ve her alanında hatırlamak ve yaşamaktır. Rabbim bizlere onu tanımayı, anlamayı, kavramayı ve peygamberi bir hayatı yaşamayı nasip etsin…(Amin)


O’na (sav) Gönül Vermek

atölye

Sinan Bayram

E

ngin deryalar görünüyor ufukta. Haydin gidelim dostlar. Bir kulaç, iki kulaç, üç kulaç derken vardırır elbet Rahman. İçimizdeki mel’una bir sille vurup açalım gönlümüzün muallak olmuş tüm kapılarını ve ağırlayalım en sevgiliden gelen münadiyi yüreğimizin en muazzam sofralarının baş köşesinde. Onunla beraber yürüyelim Taif sokaklarında. Onu incitecek bir taş da bize isabet etsin ne çıkar. Bırakalım onu incitecek bir yılan da bizi incitsin Ebubekir Sıddık misali. En güzelinden bir şiir yazalım onun için. Bizim için çektiği onca eziyeti hatırlayıp usul usul ağlayalım amansız bir gecenin kuytu karanlığında. Onu anlatalım gördüğümüz, duyduğumuz hitap edebildiğimiz her zerreye. Ve her işi onun yaptığı gibi yapalım onun gibi oturalım onun gibi kalkalım ona özenelim beşeriyyet namına. Dini mubiin İslamı hakim kılmaya çalışalım cihana. Bir iki kötü söz de biz işitelim ne çıkar. Sonuçta O bizi sevecekse bize ahir zamandaki kardeşlerim diye hitap edecekse bırakalım Habbab bin Eret gibi kamçılansın vücudumuz Hz. Bilal gibi koca koca taşları yığsınlar üzerimize ahir zamandaki bir münadi de biz olalım ve Ali (ra) olalım ‘’Ey Ali! Bakışına bakış ekleme zira ilk bakış sana ikinci bakış aleyhinedir’’ kavlini hatırlayıp bunca şehvetin dalaletin ve şeytani tuzakların içinde ırzımızı koruyalım her bir zerre-i dalaletten... Usanmayalım hayatın can sıkıcı girdaplarından ona kulak verelim o her an yanımızdaymış gibi... Bir ninni dinleyelim ondan ve onca sıkıntı ve elemle hicret edelim

onunla Yesrib’e... Açlık susuzluk yorgunluk uykusuzluk yıldırmasın bizi dostlar! bu yolun sonu felahattır. Bu yolun sonu firdevsin en güzel köşkünde o kutlu nebinin sofrası da onunla beraber kevseri yudumlamaktır. Bu yolun sonu her şeyi öteye bırakıp Rahmanın cemalini müşahade etmektir... Sonu gelmeyen bir karanlık çöktü üzerimize... Yaktığımız bütün mumları söndürdüler. Gözlerimiz veda tepesinde nurlu davetin münadisinde kalakaldı ve amansız bir hastalık sardı bizi. Kalbimizle dilimiz arasındaki bir karış, bin karış oluverdi birden. Bir öldük dirilemedik binlerce... Bir vurulduk yıkıldık hemen, oysa ahdimiz bu deyildi ...Rahmana. Halimize bakıp kahkahalar attı siyonizmin bekçileri. ‘’Oluk oluk kan aksa kurtulacak el Aksa’’ dedik ve kendi haline bıraktık ilk kıblemizi. Ahdimize vefa gösteremedik. Tekrar başladık ‘nike, adidas’ giymeye. Bir film keyfinde, doğum günü partilerinde coco cola vazgeçilmezimiz oldu. uyanamadık... dirilemedik... Ahdimize sahip çıkamadık. Kur’anı raftan indirip hayatımıza müdahil edemedik. Dirilerimize hayat rehberliği için inen Kur’anı ölülerimize rahmet için okuduk sadece... ve güldük günlerce, aylarca, yıllarca ağlanacak halimize. Evet sadece bakakaldık veda tepesine gözlerimiz ufukta. Oysa o kutlu nebi aramızdaydı, içimizdeydi. Göremedik, duyamadık belki duyduk ama işitemedik o çılgınca müzik dinleyen kulaklarımızla onun davetini. Dilimiz lâl olmuş, kulaklarımız sağır, gözlerimiz ise bizden habersiz âma... May›s ‘11 • 47


Edebiyatın En Uzun Yüzyılı Batılılılaşma Enes Günaslan

B

atılılaşmanın ilk evreleri üzerinde edebiyat çevrelerinin etkisini ne açıdan görebiliyoruz? 19.yüzyıl vereceğimiz cevabın içini doldurabilecek nitelikte malzemelerle karşımızda duruyor. Edebiyat tarihlerinin en çok dikkatini çeken evre. Osmanlı tarihinde bir eşik 19. Yüzyıl. Osmanlı’nın en uzun yüzyılı. Farklı bir medeniyet dairesinin eşiğinde. Ciddi ikilemlerin yaşandığı dönem. Artık paradigmalar değişiyor. İlk olarak 19.yüzyıl düşünce çizgisini felsefeciler düşünürler ve ilim adamları değil de, edebiyatçıların belirlediği tespitine dikkat çekelim. O dönemde sosyal ve siyasi gelişmelerin yansıdığı ilk alanın edebiyat olmasını neye bağlayabiliriz. Osmanlı düşüncesi derken batılılaşma sürecindeki Osmanlı’yı kastediyorum. Yoksa kadim Osmanlı düşünce dünyası tasavvuf dairesinde değerlendirilen bir yapıdır. Şu soruyu sormamız gerekiyordu. Batılılaşmak zorunda mıydık? Şu bir gerçek ki bir gün batıyla karşı karşıya gelecektik ve batıdan bazı şeyleri almak zorunda kalacaktık. Tarihin seyri bunu mecbur kılıyordu. Ama asıl mesele Osmanlının batıyı ilk defa hangi yolla tanıdığıdır. Osmanlı savaş alanlarında kaybetmeye başladığı zaman batıyı tanıma ihtiyacı hissetti. Aksi halde batıya karşı bir tecessüsü bulunmuyordu. Aldığımız yenilgiler neticesinde batıyla ilgili sefaretnameler göze çarpmaya başladı. Sefaretnameler batıyla ilgili değerlendirme yapma olanağı sağlayabiliyordu. Bu sefaretnamelerin ilki Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin 1721 tarihli sefaretnamesi. Bu metinde Çelebi Avrupa’da ve Fransa’da gördüklerinden hayranlıkla bahseder. “Bunu üretmişler, şunu geliştirmişler, bizde bu makinalara şu görüntülere sahip olmalıyız fikri uyanmıştır.” Bu tekniğin arkasındaki ilim nedir, bu ilmi doğuran felsefe nedir, bunlar sorgulanmamıştır. Kazanmaya aşina bir medeniyet olan Osmanlı kaybetmeyi durdurmak için ilk adımlarını atmıştır. Mühendishane-i Berri Huma-

48 • May›s ‘11

yunlar, Mühendishane-i Bahri Humayunlar açılmıştır artık. Yeni kurulmuş bir sosyoloji, yeni bir tarih görüşü, yeni bir medeniyet telakkisi gibi meseleler söz konusu olmamıştır. Avrupa’ya gidenler ilk etapta batının tefekkürü ve felsefesi adına bir şey getirmiyorlar. Ama edebiyat sahası bu noktada istisna teşkil ediyor. Düşünsel bazda yenileşme hareketinin başını edebiyatçılar çekiyor. Önce ilklerin adamı olarak Şinasi*(1) çıkıyor karşımıza. Şinasi çok büyük bir yazar, şair, düşünce adamı değildir ama ilklerin adamı olmasıyla önem arz eder. Maliye tahsili için Avrupa’ya gitmiştir ve edebiyatçılarla birlikte olmuştur. Bu kanalla batıdan düşünce taşıyan ilk isimdir Şinasi. Sonrasında Ziya Paşa, Şinasi’nin arkadaşı. Sonrasında Namık Kemal. O da Şinasi’nin gazetesinde yetişmiştir. Ondan sonra gelenler; Ahmet Mithat, Abdülhak Hamit, R.Mahmut Ekrem de bu silsileyi takip ederler. Birbirlerine halkalarla bağlıdırlar. Osmanlı aydını kafasındaki ikilemlerle birlikte yenileşmeye çok hevesliydi. Ama olumlu ve yahut olumsuz etkileri olan istibdat (baskı) rejimi içerisinde vücut bulan bu yenileşmelerin bu eserlerin fikir boyutu hep ikinci planda kalmıştır. Batılılaşma konusunda en aktif isimlerden biri olan A.Mithat Efendi*(2) bile Felsefeye mesafeli kalmıştır. Arkasında iki yüz küsür eser bıraktığı halde. Osmanlı ürettiği tekniğin arkasını bu mesafeden dolayı dolduramamıştır. Şunu biliyoruz ki biz Avrupa’nın meyvelerini koparıp kendi ağacımıza asmaya kalktık. Bizde fikir, düşünce, felsefe ormanda uyuyan güzeldi. Biz şiir(nazım) medeniyetiydik. Düz yazı (nesir) geleneğimizin gelişmemesinin arkasında yatan neden de buydu. Cemil Meriç’in*(3) ifadesiyle “bir ülkede şair ne kadar çoksa, o ülke düşünce bakımından o kadar geridir. Düşüncesi henüz pozitifleşmemiş medeniyetlerde nesir(düzyazı) çok ağır ilerler. Mesela bir 18.asır


Fransa’sında şiir susar.” Yine bir başka örnekte Cemil Meriç, o dönemin edebi çevresini Tevfik Fikret özelinde şu şekilde eleştirir. “Aydın yanarak da aydınlanabilir. Tevfik Fikret bu memleketin acılarıyla uğraşmadı, Hugo’nun tercümanlığını yaptı. Heyecanlıydı o kadar. Fikret düşüncede köksüzdür.” O dönemde edebi çevre özellikle harbiye ve tıbbiye mekteplerinde yetişti. Bu yüksekokullarda yetişen nesil batılılaşma konusunda lokomotif oldular. Bu okullarda yabancı hocalar ders veriyorlardı. Buralara yabancı kitaplar sansürden uzak daha rahat girebiliyordu. Avrupa’nın materyalist felsefesini anlatan kitaplar bu okullarda rahatlıkla okutulabiliyordu. 2.Meşrutiyete yakın yıllarda bazı tabiplerin ve askerlerin dini inançlarının zaafa uğramasını nasıl açıklayacağız yoksa. Mesela intihar ederek hayatına son veren Beşir Fuat*(4) asker menşeilidir. Allah inancı olmadığını bildiğimiz Jöntürk Abdullah Cevdet hem asker hem tabiptir. 2.Meşrutiyetten sonra sayıları çoğalıyor. Batılılaşma ekseninde biraz da ilk çevirileri ele alalım. Mesela ilk edebi tercümelerin edebiyatçılardan ziyade bürokratlar tarafından yapılması dikkat çekicidir. Yusuf Kamil Paşa’nın Fransız Fenelon’dan çevirdiği “Telemak “ örneğinde olduğu gibi. Yenileşen devletin bürokratik mekanizmasını daha rahat işletebilmek için çevrilmiş bir eser olarak karşımıza çıkar. Siyasetname niteliğinde bir eserdir. Telemak devlet adamının nasıl yetiştirilmesi gerektiğini anlatan bir eğitim kitabıdır. Bir hikaye çevirisidir. Yusuf Has Hacip’in Kutadgu Bilig’i gibi. Tarhuncu’nun Koçi Bey Risalesi gibi. Batılılaşmanın, atını çok daha rahat koşturduğu bir alan olan Türk romanını da ele almak durumundayız. Romanda da estetik anlamda bir gelişme görülmüyor. Hikayeleme ve roman, pozitivist düşünce dünyasının ürünü olduğu için, şiir kadar muteber değildi edebiyatımızda. Daha ziyade nakil ve taklit. Mesela Hüseyin Fellah, Monte Kristo’nun taklididir. A.Mithat Efendi “onların yazdığına benzeterek yazdım” der. Emile Zola tarzında “Müşehedat” yazılır. Aşk-ı Memnu*(5) , Madam Bovary’nin tesiri altında yazılmıştır. Yani Bihter, Madam Bovarye’dir. Benzer tarafları yerli taraflarımızla harmanlayarak yazılan eserler genellikle.

Tüm bu taklide rağmen bu yazarlarımız, batılı yazarlar gibi toplumun yaralarına neşter atarak bakamıyorlardı. Bu toplumun yarası İstanbul konaklarında geçen gayri meşru aşk ilişkileri değildi. Batının kendi romanıyla kendine neşter vurması arkasında bir felsefe barındırıyordu. Biz de bu yoktu. Biz nasıl resim yapamıyorsak, heykel yapamıyorsak, roman da yazamazdık. Roman yazmak başka bir zihin kalıbını gerektiriyordu. Müslüman bir medeniyetin kafasında böyle bir zihniyet kalıbı yoktu. Aydınımız romanın arka planına ayak uyduramadığı için romanı kendisine uydurmaya çalışıyordu. Üstüne birde bu özgünlük eksikliğini kamüfle etmek için Sultan Abdülhamid’in sansür rejimini şikayet ediyorlardı. İstibdat olmasaydı daha farklı eserler meydana getirirdik diye yakınıyorlardı. Halbuki bu yazarların çoğu 2.Meşrutiyetten sonra da hayattalardı ama aynı tarzı devam ettirdiler. Bu temayülün dışına nispeten çıkan Tevfik Fikret’tir*(6). Fikret’te münzevilikten toplumsallığa geçiş görebiliriz. Yaşanılan süreç şunu gösteriyordu. Medeniyet algımızda ve düşünce kodlarımızda; dini geçmişten geleceğimize aktarırken göstermiş olduğumuz nakil ve taklit yönelimi, batılılaşma noktasında da zuhur etmiştir. Kendi medeniyetimizin enstrümanlarıyla bir özgünlük yakalayamadık ve kendi içeriğimizi üretemedik. Geçen geçmiştir. Biz kendi zamanımızın bilincine varmak zorundayız. Geçmişe yönelik sorumluluğumuz yoktur. Biz kendi zamanımıza kendi etki alanımıza müdahil olmak zorundayız. 19. yüzyılı geçtik ve tarihe gerektiği gibi tanıklık etmeliyiz. Asıl sorumuz şu olmalı. 21. Yüzyıl ne soruyor? Biz 21. Yüzyıla ne cevap vermeliyiz? KAYNAKÇA 1. Bedri Mermutlu, Sosyal Düşünce Tarihimizde Şinasi, Kaknüs Yay, İstanbul, 2004 2. Orhan Okay, Batı Medeniyeti Karşısında Ahmet Mithat Efendi, MEB, İstanbul, 1989 3. Cemil Meriç, Sosyoloji Notları, İletişim Yay, İstanbul, 2004 4. Prof. Dr. Orhan Okay, Batılılaşma Devri Türk Edebiyatı, Dergâh Yay, İstanbul, 2009 5. Berna Moran, Türk Romanına Eleşltirel Bir Bakış, İletişim Yay, İstanbul, 1983 6. A.Hamdi Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1976

May›s ‘11 • 49


öykü

Modern Zamanlarda Bir Gencin Hikayesi Hakan Yüksel

S

ağa sola bakarken aslında herkesin kendisine baktığını gördü. Bir iki saniye emin olmaya çalıştıktan sonra artık tam olarak kanaat getirmişti; herkes ona bakıyordu. Elindeki bavulu yere koyup sağ kulağından kulaklığı çıkardı. Dinlediği ilahi artık herkes tarafından duyuluyordu. Bu sefer kendisiydi insanların gözlerinin içine bakan. Kendisine dönen gözlerde bir mana aramaya çalıştı. Onun bu dikkatli bakışları insanlarda huzursuzluk uyandırmış olacak ki; teker teker hepsi başka yönlerine bakmaya başladı. Böylesi bir şey ilk kez başına gelmişti. Daha önce ufak tefek bakışlarla ve ifadelerle karşılaşmıştı. Bu seferki her zamankinden fazla olmuştu. Bavulu tekrar eline aldı tam sağ kulağına kulaklığı yerleştirecekti ki; metronun bir sonraki istasyonunu açıklayan anonsunu dinlemeye başladı. “İşte bu durak’’ diye fısıldayıp; kapıya doğru hareketlendi. Uzun yıllardır gelmemişti İstanbul’a son geldiğinde hızlı zamanlarını yaşayan bir gençti. Yılda bir iki sefer gelir akrabalarının yanında kalır ve İstanbul’un arka sokaklarının tadını çıkarırdı. Geceleri zar zor eve gider yaşlı olan dayı ve yengesini gece geç saatlerde ayağa dikerdi. Kulağında küpesi, düşük bel pantolonu ve sivri saçları ile modanın yakın takipçilerinden biriydi. Dayısı, yengesi, memleketteki ailesi kısacası bütün akrabaları onun rahat yaşaması için her şeyi yaparlardı. Genç bir adamın yapabileceği başka bir şey yoktu onlara göre. İşi gücü olmayan ailesine zarar veren ve her türlü kötü alışkanlıkları bünyesinde barındıran biriydi. O kadar çok içerdi ki eve sürünerek gelir. İnsanları rahatsız eder, hayatlarından bıktırırdı. Fakat yine de onun bu hallerini değiştirmek için uğraşmazlar cebine daha fazla para koyup daha çok batması için ellerinden geleni yaparlardı. Metroda ilerlerken kendisine takılan bakışları fark ediyor, adımlarını hızlandırıyordu. Olanlara tam olarak konsantre olmak için kulaklıklarını çıkartıyordu. Biraz ilerde mini etek giymiş bir kız, erkek arkadaşı olduğu anlaşılan gencin çaldığı gitar eşliğinde dans ediyordu. İlerdeki halk kitlesi grubun etrafını sarmış ağızları kulaklarında alkışları ile ritim tutuyorlardı. O kadar ilgi çekici mi diye merak etti; kalabalığı yararak daha iyi izleyebileceği bir nokta bulmaya ça-

50 • May›s ‘11

lıştı. En son karar verdiği noktadan insanlığın ulaşabildiği en zelil hallerden birini izlemeye başladı. Genç adam gitarı ile hareketli bir parça çalıyor, kız ise artık mini bile olmayan eteği ile beraber yüzlerce kişinin önünde dans ediyordu. Bu cesur hareketler izleyenlerin nefislerini kabartıyor, her hareketin sonunda tezahürat ediyorlardı. Bir teyze küçük kız torununu, ortada kendini paralayan ablasının yanına gönderiyordu. “Hadi kızım bak sende bu ablan gibi oyna’’ diye de öğüt ediyordu. Genç adam karşısındaki tablo karşısında adeta şok olmuştu. Bu tarz şeylerin kınanması gerekirken daha çok teşvik edilmesine bir anlam veremiyordu. Bunu daha fazla izlemeye dayanamayarak arkasını döndü ve metronun çıkış yönüne doğru ilerlemeye başladı. Nihayet gruptan gelen ses kesilmişti, metrodan çıktığında yıllardır görmediği İstanbul’a hasret dolu bakışlar atıyordu. İETT otobüslerinin bulunduğu yöne doğru giderken gördüğü beş altı gencin (içinde kızlarda vardı ) kaldırımda oturmuş kahkaha atmakta olduklarını gördü. Onların önünden geçerken bıraktığı İstanbul’un böyle olmadığını fısıldıyordu. Nerden bilecekti ki sesinin duyulacağını... “Nasıldı senin zamanında’’ diye yükselen sesin geldiği yere doğru kafasını çevirdi. Öğle yüksek gelmişti ki ses kulağındaki kulaklık bile önlememişti. Ne olduğunu anlamamıştı. Sesinin duyulabileceğine ihtimal vermemişti, şaşkındı. Kafasını çevirdiği yerde sıska bir gencin kendisine kızgınlıkla baktığını gördü, çok geçmemişti ki bütün gençlerin bakışları ona döndü. Belli olmuştu ki fısıltısını duyan sadece oydu. Oturduğu yerden kalkıp üstündeki tozları sirkeledi, gence doğru yaklaşırken karşısındakini acır bir tavır takındı. O ise hiç istifini bozmuyor. O yaklaşırken elindeki bavulu yere indiriyor, kulaklarındaki kulaklıkları çıkarıyordu. O an her şeye hazırdı. Karşısındaki genç ne amaçla geliyorsa ona karşılık verecekti. Şimdi burun buruna idiler. Sıska genç cüssesinden beklenmeyecek bir cesaret sergiliyordu. Bir süre bakıştıktan sonra nihayet konuştu; “o sözleri bizim için mi?” söyledin. Karşısında zelil bir insan olduğunu ve ona göre


muamele yapması gerektiğini biliyordu. Cevap vermedi bir karşısındakinin gözlerine bir de kendilerini şaşkınlık ve merakla izleyen diğer gençlere baktı. Onun cevap vermeyişi sinirleri biraz daha geriyordu. Sıska genç tekrar sordu bu sefer sorusunun ardından hakaretleri sıralıyordu. “şu sakala bak, şu kıyafetlere bak palyaçoya benziyorsun’’onun bu pek de gülünç olmayan sözleri diğer arkadaşlarına yeterince komik gelmiş olacak ki kahkahalarla gülmelerine sebep olmuştu. Kendisinin kıyafetlerine dil uzatan gencin ve kahkahalarla gülen diğerlerinin kıyafetlere baktı. Ve yüzüne istemsiz bir tebessüm yerleşti. Onun bu tebessümü karşı tarafta tam bir tahammülsüzlük uyandırdı. Daha da sinirlenerek sözlerini iyice çirkinleştirdi. “Şuna bak bir de gülüyor molla.’’ Daha sözünü yeni bitirmişti ağzını kapatmaya fırsat bulamadan müthiş bir baş ağrısı ile yere yuvarlandı. Gözünü açıp etrafa bakabildiğinde ise hiçbir şey hatırlamıyor, etrafına boş bakışları atıyordu. Başını eli ile ovalarken diğer arkadaşlarının yardımıyla ayağa kalkıyordu. Bana ne oldu dedi; artık tanımadığı arkadaşına. “Hey adamım şu giden molla seni fena benzetti iki seksen uzadın’’ diğer grup elemanları bu sefer onun için gülmeye başlamışlardı. “Kesin sesinizi diye bağırdığında, kendisine vurduğunu anladığı sarıklının köşeyi dönmekte olduğunu fark etti. Bunun burada kalmaması gerekti ona göre, bunun altında kalamazdı. Yavaş yavaş hatırlamaya başladığı arkadaşlarına “hadi gidiyoruz’’ dedi. Arkadaşları ona nereye gidiyoruz tarzında bir soru sormadılar. Zaten onlarda bunun intikamını istiyordu. İnsanlar hep kendileri gibi olanlarla arkadaşlık kuruyordu zaten. Yaptığı şeyin pişmanlığı bir kor gibi düşmüştü yüreğine yaptığı nefis muhakemesinde kendini haklı görüyor bir daha olsa bir daha yapacağını adı gibi biliyordu. Allah’tan kendisini affetmesini ve o gence hidayet vermesini niyaz ediyordu. Otobüs durağına biraz daha vardı az önce sorduğu adam ona öyle söylemişti, burada olmadığı sürede İstanbul çok değişmişti. Ara bir sokağa girerken burasının hayatı boyunca hatırlayacağı bir anıya ev sahipliği yapacağını hiç düşünmemişti. *** Eski lokantaların olduğu sokağa girdiğinde burnuna gelen pis kokudan rahatsız oldu, neyse ki az kalmıştı sokağın bitmesine. Her tarafta kediler ve çöp yığınları vardı, Çin mahallelerini andıran atmosferi onda pek de iyi bir etki bırakmamıştı. Bir an önce buradan çıkmak için adımlarını hızlandırdı. Hemen arkasında olduklarını fark ettiğinde artık çok geçti.

May›s ‘11 • 51


Yere düşerken kendisine vuranların gözlerine takılmıştı gözleri az önce canını sıkan gençlerden başkalarına ait değildi bu gözler. Beyaz gömleği temiz pantolonu ve başındaki tertemiz takke şimdi kir pas içindeydi. Elleri kan içinde kalmış kafasının arkasına gelen yumruk yüzünden bir ağrıda vardı artık. Kafasını kaldırıp karşısında pis pis sırıtmakta olan gençlere biraz acıma biraz da öfke ile baktı. Hz. Ali’nin olayını hatırladı bir an şimdi onlara karşılık verecek miydi? Karşılık verirse hangi duyguyla karşılık verecekti. Bunu düşünecek pek bir vakti yoktu. Çünkü karşısındakiler ona ikinci saldırıyı yapmak için harekete geçmişlerdi bile. Onların hareketlendiğini fark ettiğinde geriye doğru bir iki sürüklenip ayağa fırladı. Onlara burada ezilmemeye karar vermişti. Her şeye hazırdı şimdi haklı davasında kendini savunacaktı. Grup üyelerinden biri elinde getirdiği demir parçası ile beraber gence Doğru hareketlendi. Kendinden son derece emin ve kibirli bir halde ilerlerken elinde ki demirin bir faydası olmayacağını asla düşünmemişti. Demiri kaldırmış tam hedefe indirirken ani bir şekilde elindeki demirin yere düştüğünü kolunun geriye doğru büküldüğünü ve dizleri üstüne çöktüğünü fark etmişti. Bu nasıl olmuştu bütün avantaj onda iken nasıl da mağlup duruma düşmüştü. Genç adam geriye doğru kıvırdığı kolu biraz daha acıttıktan sonra acılar ve hayretler içinde kalan talihsizi ileri yani geldiği yere doğru fırlattı. Sanki karşılarında uzak doğulu bir adam vardı. Bu karateye benzeyen tekniklerle hayatları boyunca karşılaşmamışlar, kafasında takke olan birisinin böyle şeyler yapabileceğini asla düşünmemişlerdi. Kolunu ovalarken karşısındaki sarıklı ve takkeli gence bakıyor onu anlamaya çalışıyordu. Az önce aşağıladıkları hor gördükleri insanın kendilerinden daha aktif biri olduğu gerçeğini idrak ediyorlardı. Çantasını yerden alırken bir hareket daha yapmak isteyenlere eli ile yeter işareti yaptı. Üstünü silkeledikten sonra arkasını dönüp otobüs durağına doğru ilerlemeye başladı. Bir an önce eve gidip dinlenmek tek düşüncesi idi artık. İstanbul artık ona çok farklı hisler yaşatıyordu. Eminönü’ne, Haliç’e, Sultanahmet’e, Ayasofya’ya, Topkapı Sarayı’na bakarken eğlenecek yerler aklına gelmiyordu artık. Büyük bir tarihin içinde yaşadığını artık fark ediyordu. Ecdadının yaşadığı bu topraklar ona güç veriyor. İslam’ın nurunu bu topraklarda hissediyordu.

52 • May›s ‘11

Nihayet gelmişti otobüs durağına; otobüs şoförüne ne zaman hareket edileceğini sordu. Kendisine bakmadan cevap verdi şoför; “beş dakikaya kalkıyoruz.’’ Şoförün bu umursamaz tavrı onu sinirlendirmişti fakat hiçbir şey demeden arkaya doğru ilerlemeye başladı. Küçük bir kız çocuğu babasına bu ilginç kıyafetli genci gösteriyordu. Babası “sus kızım’’ diyerek onu susturdu. Yanından her geçtiği insanın dikkatini çekiyordu. Suriye ‘de böyle şeylerle karşılaşmamıştı. Orada herkesin kıyafeti bu şekildeydi. Kendini Avrupa ülkelerin birinde gibi hissetti. Fakat her tarafta Osmanlı ile ilgili afişler, dev eserler, saraylar vardı. Bu ikisinin nasıl olur da birbiri içine geçmiş olduğunu merak ediyordu. Otobüs kalkmış dayısının evine de çok az kalmıştı. Mahalleyi çok iyi hatırlıyordu. Evi bir görüşte tanıdı. Evin hemen karşısındaki otobüs durağında indi. Bavulunu sırtına yerleştirip derin bir nefes aldı. Caddeyi geçerken hiç olmadığı kadar heyecanlıydı. Heyecanın sebebini anlayamadı. Beklide onlardan alacağı tepkileri merak ediyordu. Yeni halinin onlar tarafından yadırganmasından yana tedirgindi. Besmele çekip dairenin ziline bastı. Megafondan “kim o?’’ sesi geldiğinde, heyecanlandı, yutkundu ilk önce. Benim “Melih’’dediğinde ilginç geldi kulağına; uzun süredir eski adını duymamıştı. Çünkü artık herkes ona Hamza diyordu. Kapı açıldığında burnuna gelen koku onu eski anılara götürdü. Hiçbir şey değişmemişti apartmanın kokusu bile aynıydı. Adımını eşikten içeri attığında elektrik saatlerini, merdivenleri ve duvarların boyası onu farklı duygulara sevk ediyordu. Bazı zamanlar bu merdivenlerden sürünerek çıktığını, bazı zamanlarda apartmanın içinde sızdığını hatırlıyordu artık. O günler çok geride kalmıştı artık ve bir daha o günlere geri dönmekten çok korkuyordu. Yukarıdan gelen “MELİH’’nidası onu kendine getirdi. Şimdiki halini aklına getirince tebessüm etti ve “ELHAMDÜLİLLAH” diyerek merdivenlerden çıkmaya başladı. İkinci katta yengesi onu karşılamak için bekliyordu. Yüzü gülüyordu ilk önce fakat onun kıyafetlerini görünce hafif yüzünü astı fakat hemen toparlanıp tekrar gülmeye, ona güzel sözcükler söylemeye başladı. Onu içeri alıp banyonun yerini gösterdi. Hamza banyodan çıktığında kolları ve ayakları sıvanmış, bir şekilde çıktı. Yengesine; “nerede namaz kılabilirim” diye sordu. Yengesi bir saniye diyerek evin içinde seccade aramaya başladı. Uzun süren aramanın sonucunda onu müsait bir yere serdi ve Hamza’yı çağırdı. Hamza tekbir verip namaza durduktan sonra


yengesi hemen arkasında onu izliyordu. Böyle bir şeyin nasıl olabileceğini merak ediyordu. Artık yemekler yenmiş ve çaylar içilmişti. Hamza yengesine; “dayım ne zaman gelir’’ diye sordu. “Birazdan burada olur” cevabını alınca çok sevindi. Çünkü onu çok özlemişti. Bu arada akşam namazını kılmaya karar verdi. Namaz için tekbir alıp, Fatiha’yı okumaya başladığında kapı çalındı, dayısı gelmişti. Yengesi ona kapı eşiğinde bir şeyler fısıldıyordu. Namaz kılarken bunları duyuyor fakat göremiyordu. Namazı bitirip dayısı ile bir an önce sarılmak için sureleri hızlı okuyordu. Ta ki dayısının bir hışımla yanına gelip kendisine tekme attığı ana kadar. Artık yerde ve çok sevdiği dayısına şaşkınlıkla bakıyordu. Ne olduğunu anlamadan yere yığılmıştı, toparlanmaya çalışırken gördüğü dayısının yüzünü o an ki mimikleriyle hafızasına kazıdı. Hayatının geri kalanında dayısını artık bu yüzle hatırlayacaktı. “Ne olur dayı’’ diyerek fırladı ayağa. Dayısı; “sus cevap verme” diyerek, ona ikinci bir darbe indirdi. Bu sefer düşmemişti; ayaktaydı. Yüzünü çevirdi ve elleri ile yanağını ovuyordu. Yumruğunu sıktı bir an fakat karşısındaki dayısı olduğu için bundan çok çabuk vazgeçti. “Senden utanıyorum” diye bağıran dayısının yüzüne bakıyordu artık. “Neden dayı’’ dedi hiç olmazsa sesini yükseltiyordu şimdi. “Sen benim yeğenim namaz kılıyorsun he, şu kıyafetlere bak birde. Hiç utanmıyor musun bu kılıkta insan içine çıkmaya?’’ “Neden utanayım dayı kıyafetimde ne var? Hem böyle giyinen binlerce insan var.’’ Dayısı daha da sinirlenmişti artık “sen herkes değilsin, sen benim yeğenimsin ve sen böyle giyinemezsin’’ dedi ve elini kaldırdı. Hamza yanağını ovuşturmayı bıraktı ve dayısının karşısında dimdik durdu. Gözünü bile kırpmıyor, dayısı ile burun buruna duruyordu. Elleri titremeye başladı ilk önce, kelimeler boğazından çıkamadı. Karşısında taviz vermeyen birini gördüğünde üstüne gidemiyor, öylece kalıyordu. Ellerini indirdi ve “canın cehenneme’’ diyerek odasına girdi. Onun odasına girmesinin ardından Hamza da bir hışımla bavullarını aldı yerden. Yengesinin pişkin bakışları altında ona hiçbir şey demeden çıktı ve gitti. Apartmandan inerken gözlerinden yaşların inmeye hazırlandıklarını fark etti, artık onları vazgeçirmekle uğraşıyordu. (Devam edecek)

May›s ‘11 • 53


Kültür Sanat

Melike YURT - Yusuf ELBAŞI Namaz ve Sanat Sergisi Klasik Türk Sanatları Vakfı ve Namaz Gönüllüleri Platformu’nun ortaklaşa hazırlamış oldukları Namaz ve Sanat konulu hat sergisi 21 Mart 2011 Pazartesi günü Üsküdar’daki Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde Halkın beğenisine sunuldu. Alanında bir ilk olan sergi içerik olarak namazla ilgili ayet, hadis-i şerif ve güzel sözleri konu alan hat, tezhib, ebru, minyatür, katı’ sanatlarımızdan oluşan ve 41 sanatkarımızın çalıştığı 35 eserden oluşmaktaydı. Serginin açıldığı gün aynı mekanda Abdullah Yıldız, Cemil Tokpınar ve Hattat Hasan Çelebi’nin katıldığı Namaz Bilinci adlı birde panel gerçekleştirildi.

Tüyap Bursa’daydı… Bu sene dokuzuncu kez yapılan Bursa Kitap Fuarı, 5-13 Mart 2011 tarihleri arasında Bursa Uluslararası Fuar ve Kongre Merkezi’nde gerçekleştirildi. Bursa’nın sessiz sakin ama derin kültür sanat camiası için önemli bir etkinlik olan kitap fuarına 200 yayın evi 450 yazar,80 üstünde etkinlikle bursa gündemine hareketlilik getirdi. Halkın yoğun ilgi gösterdiği fuarda çeşitli yazar, şair, akademisyen, bilim adamı adına düzenlenen imza günleri, paneller, söyleşiler, şiir dinletileri dikkat çeken etkinliklerin başında yer aldı. İstanbul’da her sene İstanbulluların İple çektiği Tüyap aynı etkiyi Bursa’da da oluşturdu.

54 • May›s ‘11

Bilsin Fest Türkiye’nin ev sahipliğinde Dışişleri Bakanlığı’nın İstanbul’da düzenlediği 4. Birleşmiş Milletler En Az Gelişmiş Ülkeler Konferansı kapsamında yapılıyor. Söz konusu ülkeler, Birleşmiş Milletler bünyesinde bulunan ve kişi başına düşen milli geliri 750 doların altında bulunan, öncelikle ekonomik azgelişmişlik kıstası gözetilerek sınıflandırılmış “En Az Gelişmiş Ülkeler” kategorisinde sayılmaktadır. Bu ülkelerin dünyadaki dağılımına baktığımızda, toplam 48 ülkenin 33’ü Afrika, 14’ü Asya, 1’i de Amerika’da bulunuyor: 36 filmin gösterileceği festivalde Toplumsal Hafıza, Güncelin İzinde, Belgesel Gözü, Panorama, Derin Bakış olmak üzere beş ana bölüm yer alıyor. Filmler, Beyoğlu Sineması, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi ve Kadıköy Moda Sineması’nda ücretsiz olarak gösterime sunuluyor. Sonunda insanlığa hizmet edecek çılgın projeler yapılmaya başlandı. Umarız bu aktivite kendini Müslüman olarak gören her yaş grubundan insanların ideallerini hatırlaması için bir vesile olur. .

İlk Cemre:Şule Yüksel Şenler’e Vefa Gecesi Birçok gencin hidayetine vesile olan kitapların yazan, konferansların aranan ismi olan, Huzur Sokağı’nı hayatımıza sokan Şule Yüksel Şenler’in 50 yıllık mücadelesi İhlsözlük’ün organize ettiği programda gözler önüne serildi. Neler yoktu ki programda. İhlsözlük’ün hazırladığı belgesel, konuşmalar, ezgiler…Herkesin hayatında izi olan Şenler eserleri ile bir neslin yetişmesine vesile olmuşken, zaman o neslin onu anlatmasına yetmedi. Dinleyiciler arasında tanınmış simaları yer aldığı programa konuşma ve ezgileri ile Alper, Mustafa Demirci, Ömer Çelik, Aykut Kuşkaya, Eşref Ziya ve Abdurrahman Dilipak katıldı.


Kültür Sanat Son Büyülü Günler – Cihan Aktaş Cihan Aktaş’ın son kitabı Son Büyülü Günler İz Yayıncılıktan çıktı. Gerçekçi ve gerçekli hikâye dünyasının öne çıkan isimlerinden olan yazar Son Büyülü Günler’de “kaybolmuş ışığı” arayan kahramanlarıyla karşımızda. Bireysellikle toplumsallığı harmanlayan bir duyarlılığı ile kadın erkek ilişkilerinden evlilik sorunlarına; ev yaşamındaki ince ayrıntılardan toplumsal ilişkilere varan geniş bir yelpazede kadının konumunu hikâyeleştirmekte kitap. Yazarın kullandığı, kişisel olan kaygının ve maceranın özünde toplumsal olduğunu düşündüğünü kanıtlayan iç içe anlatım tekniği, bir anlatım zenginliği olarak da karşımıza çıkıyor.

Dindar Bir Doktor Hanım Cumhuriyet’in ilk döneminde tıp eğitimi alıp doktor olan Ayşe Hümeyra Ökten’in günümüz gençlerine örnek niteliğindeki hayat hikayesinden oluşan kitapta, Ayşe Hümeyra Ökten’nin 85 yıllık yaşamının yarım asrını hastalarına adayışı ve tek başına bir vakıf gibi hizmet verişi, 1953’te Kızılay’ın teklifiyle Medine’ye görevli ilk kadın doktor olarak gidişi ve bir daha o kutsal topraklardan bağını koparamaması hatıra tadında anlatılmakta. Türkiye’de geleceğin başbakanlarının yetişeceği İmam Hatip Liseleri’nin kurulması için insanüstü gayretler gösteren Mahmud Celaleddin Ökten’in kızı olan Ayşe Hümeyra Ökten, kendisiyle yapılan bu söyleşide, babasını ve çevresini özel olarak anlatıyor, Mehmed Zahid Kotku, Babanzade Ahmed Naim, Yahirü’l-Mevlevi, Mehmed Ali Ayni, Mahir İz, Nurettin Topçu, Orhan Okay, İsmail Fenni Ertuğrul, Mustafa Şekip Tunç, Küçük Hüseyin Efendi ve Mehmed Akif Ersoy gibi bir döneme damgasını vurmuş ilim adamlarının hayatına dair şimdiye kadar hiç bilinmeyen birçok anekdot aktarıyor. Soluksuz okunacak bir eser ilgililerini bekliyor. Sufi’den Mesnevi Sufi Yayınlarından çıkan M.Fatih Çıtlak’ın şerhettiği mesnevi okuyucularla buluşmayı bekliyor.Seküler dünyanın dünyevi kelimelerinin arasında maddeden manaya geçiş yapmak isteyenler için derdi de devayı da içinde barındıran mesnevi, Fatih Çıtlak’ın kendine has üslubu ile kaleme alındı. Ruhtaki yaralara merhem olan kalbe hitap eden mesnevi için tüm insanlık için yazılmış bir seyr u sülûk rehberidir, dolayısıyla bir nev’î Kur’an-ı Kerîm’in tefsiri mahiyetindedir diye nitelendirilen mesnevinin, ruhumuza tuttuğu aynada aslımızı görünceye kadar sürecek yolculuk, tüm hayatımızın mânâ ve gayesidir. Bu gayeyi bulmak için bu eser ilk adım niteliğinde yolcularını beklemekte…

İslam ve Bilim Sempozyumu Uluslararası Kur’an Sünnet ve Modern Bilimler Sempozyumu, 15 İslam ülkesinden üç yüz akademisyen ve bilim adamını İstanbul’da buluşturdu. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi ile Muslim World League tarafından bu yıl onuncusu düzenlenen ‘Uluslararası Kur’an Sünnet ve Modern Bilimler Sempozyumu’nda 65 tebliğin sunuldu, akademisyenler tıp, biyoloji, jeoloji, fizik, astronomi ve insan bilimleri üzerinde yapılmış araştırmaları Kur’an ekseninde yorumladı. Sempozyumda, “karaciğer kanser hücresi üzerine bal ve çörekotunun etkisi, mikrobiyolojide ayrışma, balkabağı bitkisi özütünün antimikrobiyal özelliği, deprem ve volkanik hareketlilik, İslam ve insan hakları, etlerin sağlıklı depolanması, tam tahıllı ürünlerin faydaları, Kur’an ve modern bilim, zeytinyağı mucizesi, güneş nereye gidiyor, gece karanlığı ve gündüz ışığının bitkilere etkisi” gibi konuların Kur’an ışığında değerlendirmesi yapıldı. May›s ‘11 • 55


TAHRİR ÇAĞRILARI İbrahim Sarışın

Sebepler daha haşrolunca Hasıl olması gereken zamanda Şafak ile fecr ayrıldı Ebedi karanlığa koşan ufukta Ufuklar ki var imiş Olmak için ümidimize kelepçe Garp’dan Şark’a bir nida yükselir Biraz da Belkıs edasıyla: Esaret mührü basıldı yazgınıza Yaslayın benliğinizi Kavramlara, hülyalara, seraba Sizler de meşk eyleyin Rakamların buhurlu dünyasıyla Heyhat! Ne de çabuk unutulmuş son ulak Bir hırkası vardı bir de sırça kanaat Mesele: Bir kaktüsten aşkı bulmak Çöl zemherisinde Şarki bir gülümseme saçmak Ve bizler; Var olmaya kıyam etmiştik Onda boğulanda bizler idik Her gün Tuza bandırılmış Etiketi zihnimizde paslanmış ekmeğimizle

56 • May›s ‘11

Sessizce durulduk çarkların gövdesinde Şeceremiz kan ile örülmüş olsa bile Bilemedik bir kere Nedir elif nedir veçhe? Herkeslerde aynı seda ‘’hasbünallahi ve ni’mel vekil’’ Tamam, kabul, amenna! Ama peşi sıra gelmez mi Sorular şüpheler içre? Ne yaptık ki vuku bulsun Rabbime verilen bu dilekçe... Ey Adem bilinsin ki Beyaza bürünecek bizlere Haykıracak tek dil var ‘’Bilek-ce’’

İnanç; geceyi yaran zühre belki de Kalplerden örülmüş duvarlar Demirden berkitilmiş filizler Bizimle oluverdikçe Şark’tan Garb’e bir çağrı yükselir Çiçekleri aşkla yağmurlanan Sessiz şarkılar iklimimizde: ‘’Ölmek bahardır bizim için elbet Peki nedir Öldürmekten haz alışınızın arkasındaki GERÇEK’’


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.