Genç Öncüler-31 Mart Vakası

Page 1

31 Mart- II. Abdulhamid- İttihat Terakki

9 771307 007009

ISSN 1307-007X

93

TARİH TEKERRÜR ETMESİN!

ABDÜLHAMİD HAN’IN HİZMETLERİ

İSLAM DEVLETİ HALİFE MEVZUU

ÇIRAĞAN VAKASI


EDİTÖR'DEN

Sahibi PINAR YAYINLARI A.Ş. Adına İlhan Gündoğdu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Furkan Gençoğlu Yayın Sorumlusu Mehmet Semih Özdemir Yayın Kurulu Ali Tarık Parlakışık Mehmet Semih Özdemir Furkan Gençoğlu Asım Ebrar Yıldız Uğur Demirel Betül Babacan Sümeyye Akgül Kübranur Yakupoğlu Nihal Açıkel

Hakkın huzurunda hakka dair şahitliğimizi gerçekleştirmek ve sinelerinde iman etmiş olmanın ateşini taşıyan mazlum kardeşlerimize bir nebze olsun yardım etmek maksadıyla üçüncüsünü düzenlediğimiz “Elimden Gelen Elindedir” projesinin devam ediyor. Proje dahilinde üç kalem ürünün nakdi bedelini toplayıp, Suriye’deki kardeşlerimize yardımda bulunmak istiyoruz. Bu soğuk günlerde sıcak bir tas çorba, ekmek ve mont yardımlarında bulunabilmek adına çıktık yola. Sizler de bu hayra vesile olmak isterseniz, desteklerinizi bekleriz. Ürün bedelleri; çorba 3 tl, un 5 tl, mont 20 tl olarak belirlenmiştir. Ayrıca 5 tl’ye Genç Öncüler 2015 takvimlerinden alarak da kampanyaya destek olabilirsiniz. Bilgi için: 0537 986 49 48

Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Asım Ebrar Yıldız Mehmet Semih Özdemir Ali Tarık Parlakışık Furkan Gençoğlu Mehmed Kılıç Şükrü Kaba Merve Şahin Erdal Şahin Ziya Dede Seyyid Hamza Gündan Yusuf Talha Avcı Muhammed Salih Demirtaş Yusuf Mahitapoğlu Abdullah Mustafa Mirik Esmanur Yakupoğlu Pınar Topuz Adres İskenderpaşa Mah. Yeşiltekke Sok. No:4/1 Fatih / İSTANBUL genconculereyaziyorum@gmail.com Görsel Yönetmen Tekin Öztürk Grafik Tasarım Projesanat Tan. Org. Tel: 0212 640 20 90 www.projesanat.com.tr

Baskı Sistem Matbaacılık Davutpaşa Cad. Yılanlı Ayazma Sok. No:8 Topkapı Zeytinburnu / İstanbul Tel: 0 212 482 11 01 - 02

Allahın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Sevgili arkadaşlar enç Öncüler Dergisi olarak uzun soluklu yürüyüşümüze devam ediyoruz. Genç Öncüler Dergimizin genç yazarları büyük bir azim ve şevkle yazılarını sizlerle paylaşıyor. Genç Öncüler okulu her sayı yeni öğrencileri ile tanışıyor. Elinizde tuttuğunuz veya ekranlardan okuduğunuz bu çalışma tamamen 15-24 yaş arası gençlerin emek ve gayretleriyle çıkıyor. Bu ay 93. sayısını neşrettiğimiz dergimiz Türkiye’nin önde gelen gençlik dergilerinden biri haline gelmiş bulunuyor. “Tarih Tekerrür Etmesin” başlığı ile kapağa taşıdığımız mesele her ne kadar tarihin arka planında kalmış olsada günümüzdeki bir çok problemin ana kaynağını teşkil etmesi bakımından son derece mühim bir meseledir. Genç arkadaşlar olarak bu meseleyi irdeleyerek bugün Türkiye’de yaşanan bir çok olayın dinamiklerini çözümleme noktasında ufuk açıcı bilgilere erişeceğimizi düşündük. Bu minvalde bu sayımızdaki bazı yazılarımız şöyle; Dücane Demirtaş “31 Mart ve II. Abdulhamid” ilişkisini derinlemesine inceledi. Mehmet Semih Özdemir İstanbul Üniversitesi’nin değerli hocalarından Prof. Dr. Mehmet Ali Beyhan ile İttihat Terakki Partisi ve faaliyetlerini konuştu. Asım Ebrar Yıldız sürekli gündemimizde olan “Sansür” meselesini araştırdı. Ali Tarık Parlakışık “İslam Devleti ve Hilafet” konusunu irdeledi. Sultan II. Abdulhamid Han’ın yaşamının resimli kronolojisini ve hizmetlerini sizlerle paylaştık. Genç Öncülerin genç yazarları olarak temel gayemiz, toplumsal yaşamımızda karşılaştığımız iyilikleri, kötülükleri, kolaylıkları, sıkıntıları siz değerli okurlarımıza en anlaşılabilir şekilde aktarmaktır. Kadromuz adaletle şahitlik vazifesini unutmayarak, bu bilinçle yazılarını kaleme almaktadır. Çünkü bu bize inandığımız rabbimizin vahiyle sabit kıldığı bir görevdir. Çıkarttığımız bütün sayıları bu görev bilinci ile çıkartıyoruz. Bu çalışmamızın hayırlara vesile olmasını diliyor, keyifle okumanızı temenni ediyoruz. Allah’a emanet olun.

G

“Ey inananlar! Kendinizin, ana babanızın ve en yakınlarınızın aleyhine dahi olsa, adaleti titizlikle ayakta tutan ve sırf Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın)! Çünkü Allah her ikisine de (sizden) daha yakındır. Öyleyse, kendi boş arzu ve heveslerinize uymayın ki adaletten uzaklaşmayasınız. Eğer (gerçeği) çarpıtırsanız ya da (şahitlikten) kaçınırsanız, biliniz ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” Nisa/135 Mart’15 • 1


Mart 2015 • Sayı 93 • Yıl 12

32

10

30

Abdülhamid’in Projeleri II. Abdülhamit Dönemine Genel Bir Bakış / Dücane DEMİRTAŞ....................................... 4 Nedenleri ve Sonuçlarıyla 31 Mart Vakası / Asım Ebrar YILDIZ..................................... 10 Çırağan Vakası / Mehmed KILIÇ.................................................................................. 13 Prof. Dr. Mehmet Ali BEYHAN ile İttihat Terakki Üzerine Konuştuk Röp.: S. ÖZDEMİR.... 18 II. Abdulhamid ve Sansür Meselesi / Furkan YUSUF..................................................... 21 Kronolojİ.................................................................................................................... 24

Nedenleri ve Sonuçlarıyla

31 Mart Vakası

İSLAM DEVLETİ HİLAFET MEVZUU TARTIŞMA, TEORİ VE SONRASINA DAİR Ali Tarık PARLAKIŞIK

Asım Ebrar YILDIZ

Sultan Abdülhamid Han’ın Hizmetlerinden Bazıları....................................................... 26 II. Abdülhamid’in Tahttan İndirilmesinden Sonraki Hayatı / Ziya DEDE.......................... 28 Abdülhamid’in Projeleri.............................................................................................. 30 İslam Devleti-Hilafet Mevzuu / Ali Tarık PARLAKIŞIK................................................... 32 Kur’anı Kerim’in Mesajının Evrenselliği Bağlamında Ayetlere Yaklaşmak / Ş. KABA...... 38 Akıl mı Kalp mi? / Yusuf Talha AVCI........................................................................... 40 Buyruğa Verilen Rüzgâr / Muhammed Salih DEMİRTAŞ............................................... 42 Ahlak İlmi / Yusuf MAHİTAPOĞLU............................................................................. 44

64

Yazı Dizisi

İran Gezi Notları - 1 Furkan Gençoğlu

Sen ki.../ Abdullah Mustafa MİRİK.............................................................................. 46

Ölmemek mümkündür cano Seyyid Hamza Günhan

Yazı Dizisi / İran Gezi Notları - 1 / Furkan GENÇOĞLU................................................. 47 Etkinlik / Genç Öncüler İzmit Olarak Neler Yaptık?........................................................ 52 Etkinlik / Genç Öncüler Isparta,“Bin Yılın Sonu: 28 Şubat” Konferansı.......................... 54 Etkinlik / Genç Öncüler Isparta Kampı......................................................................... 55 Etkinlik / Hanımlar Komisyon Kampı........................................................................... 56 Etkinlik / Nakış Atölyesi............................................................................................. 57 Şiir / Adı Hayat / Esmanur YAKUPOĞLU..................................................................... 58 Sizden Gelenler / Merve ŞAHİN................................................................................... 59 Hikaye / Zindan / Erdal ŞAHİN.................................................................................... 60 Şiir / Sen ve Sen / Pınar TOPUZ.................................................................................... 63 Şiir / Ölmemek mümkündür cano / Seyyid Hamza GÜNHAN......................................... 64

47 2 • Mart’15

Karikatür / Zeynep HAFSA GÜNHAN.......................................................................... 65

Mart’15 • 3


Karantina

Karantina

II. Abdülhamid Dönemine Genel Bir Bakış Dücane DEMİRTAŞ

ABDÜLHAMİD ÖNCESİ 18.yy nihayete erdiğinde İslam’ın dünya üzerindeki en baskın siyasi gücü nüfuzu Afrika’nın derinliklerinden Malezya’ya kadar uzanan Osman Devleti, ilerleyen batı karşısında görmezden geldiği ekonomik, politik, teknik, ilmi ve askeri eksikliklerinin bedelini çok ağır bir şekilde ödedi. Bu talihsiz zaman Batı’da idealist felsefenin yerini materyalist felsefeye bıraktığı, sanayi devriminin teknik ve ekonomik rekabeti batılı devletler lehine imkansız hale getirdiği, Afrika ve Amerika’nın neredeyse tamamının Asya’nınsa yarısının batılı koloni ve mandalara dönüştürüldüğü, ulusalcılığın sömürge rekabetine katılan yeni süper güçler yarattığı, doğulu ve güneyli ülkeler tarafından bir asır önceden takip edilen “izm”lerin sömürgeci efendilerine hayran yeni jakoben, elit ve beyazlı bir kitleyi doğurduğu bir zamandı. Fas’tan Ortadoğu’ya kadar stratejik merkez ve doğal kaynakların topraklarını oluşturduğu geniş Osmanlı coğrafyası da doğal olarak bu

4 • Mart’15

hastalıkla en çok yüzleşen coğrafya oldu. Fakat dışardan gelen hastalığın ağırlığından daha çok, göze batmasa da Osmanlı’yı hasta adam yapan içerden gelen bir hastalıklar silsilesi de vardı. Moğol istilalarının özellikle İslam coğrafyasını yakıp kül ettiği bir dönemde yeryüzünde yaşanılabilir adil bir devlet rüyasını kuran Osman Gazi’nin temel misyonu bir vakit sonra tersine dönüp eski Türk asabiyetlerini ön plana çıkarmaya başladı, devlet millet için iken millet devlet için oluverdi, Osmanlı’nın ümmetçilik politikasını güttüğü en belirgin vakit devletin ölmek için gün saydığı 19.yy’lın son ve 20yy’lın ilk çeyreğinde II. Abdülhamid dönemi oldu.1 Hanefilik ve Maturidilik mezheplerini benimseyen beylerin devleti, imparatorluk doğal sınırlara ulaştığında resmi dini söylemini çoktan Şafiilik ve Eş’arilik üzerine temellendirmişti bile.1 Devlet, gücü ve büyüklüğüyle kıyas olamayacak kadar az ilmi ve teknik gelişme göstermiş bunda kuşkusuz daha önce söylediğimiz gibi Şafiilik ve Eş’arilik’ in resmi dini söylem olmasında önemli bir pay vardı.

Mevcut yapının devam etmesinin güçleştiğini gören padişahlar ve bürokratlar yerli reform çabalarına girişmiş fakat her reform paketi kişilerle özdeşleştiği için süreklilik olmamıştı. Bunun yanında saray içinde bürokratlar ve askerler tarafından oynanan oyunlarda bu gelişimi engelliyordu. Bu süreç Avrupa karşısında ağır askeri yenilgiler ve toprak kayıplarının hissedilir olmasıyla daha da ciddileşti ve ilk kez padişahlar Avrupa merkezlerine ıslahat programlarına öncülük etmeleri için öğrenciler göndermeye başladılar. Mısır hıdivi ve İran Şah’ının ardından II. Mahmut’ta böyle yaptı. Bu sırada Osmanlı’nın ilmi ve teknik eksikliğinin yanı sıra bürokratik yapıda, eğitim sisteminde, ekonomik kurumlarda da yetersizlik baş gösterdi. İlk defa II. Mahmut köklü değişikliklere yöneldi ve bürokrasiden eğitim sistemine sosyal hayattan uluslararası ilişkilere kadar tepeden inme bir reform paketi sundu. Doğal olarak tebaa tarafından büyük bir tepkiyle karşılaşan paket kendine uygulama alanı bulmakta zorlandı. Navarin’de Osmanlı donanması Avrupa donanması tarafından imha edildi ve Mısır hıdivi Kütahya’ya kadar ordularını sürdü ancak Avrupalı devletlerin müdahalesiyle durdurulabildi. Abdülmecid ile devam eden süreç batıya karşı imtiyazların artmasına sebep oldu. Abdülmecid’in reform hareketleri öylesine genişti ki yabancı bir elçi ıslahatları neticelendirmesi adına padişahın Hristiyan olmasını bile talep edebiliyordu. Abdülmecid’in Londra, Paris’te elçilik yapmış paşalarının desteğiyle Kırım Savaşı sonrası Osmanlı bir Avrupa devleti olarak tanındı ve toprak bütünlüğü Avrupalı devletlerin güvencesi altında olduğu ilan edildi. Diğer yandan Baltalimanı Ticaret Anlaşmasıyla ilk önce İngiltere’ye ardından 8 diğer Avrupa devletlerine Osmanlı ekonomisini sarsacak tavizler verildi. Bu taviz Osmanlı sanayisine büyük bir darbe vurdu. Kırım Savaşı nedeniyle devlet yıkılana kadar ödeyemeyeceği dış borç defterini İngiltere ve Fransa’ya Mısır vergileri karşılığında açmıştı. Reformlar tabanda karşılık bulmamış ve en bariz sonuçları özellikle yeni doğan aydın kesimin üzerinde etki yaratmıştı. Avrupa’ya gönderilen ilk nesil bürokratlar ilk meyvesini padişahı Tanzimat ve ardından Islahat fermanlarını ilana zor-

lanmasıyla verdi. Politik ve siyasi birçok sebebi olmasına karşın her iki fermanda Osmanlı’nın batı karşısında yenilgisini tescillemiş oldu. Avrupa’da gelişen “ilerleme” fikri işgallerin bilimsel meşru zemini hazırladı. Dönemin fikir çevrelerine hakim evrim ve ilerleme teorileri doğrudan sömürülen ülkeler için sosyal ve ekonomik köleliğin yolunu açtı.2 Osmanlı yerli sanayii bir yandan verilen kapitülasyonlarla tamamen çökertilmişken sosyal hayatta kendi halkına hor gözle bakıp Avrupa’ya hayranlık duyan “beyaz” “jakoben” bir kitle doğdu. Eğitimlerini Avrupa’nın başkentlerinde geçiren bu kitle ülkelerine ilim ve teknikle ile değil kılık kıyafet, saç sakal, dil ve mizaç kompleksleriyle döndüler ve sahici ıslahatlar yerine halklarının değerlerini hor gören temelsiz söylemleri dillerinden düşürmediler.2 Abdülmecid’in genç yaşta vefatından sonra kısa süre tahta kalıp ne olduğunu dahi anlayamadan bürokratlarının darbesiyle öldürülen Abdülaziz’den sonra V. Murat tahta geçirildi ancak akli dengesinin bozuk olmasından dolayı kısa zamanda II. Abdülhamit tahta oturdu. Sultan Abdülhamit tahta oturduğunda Osmanlı orduları Sırbistan’dan çekilmiş, Karadağ ve Girit’te isyanlar çıkmış ve Eflak ile Boğdan Birleşik Romanya olarak bağımsızlığını elde etme yolunda ilerliyordu. Mısır’ın özerlik hakları pekiştirilmiş daha sonra bağımsızlığının ve İngiliz işgalinin süreci hızlanıyordu. Diğer yandan Hersek ve Bulgar isyanları baş göstermişti. Saray bürokratları Avrupa’ya sadık yerli beyazlardı. Kendi içlerinde makam mevki yarışı içinde olan bu bürokratların savaşı Ali Paşa’nın ölümünden sonra açığa Mart’15 • 5


Karantina

Karantina

çıkmıştı. Diğer yandan yapılan art arda anlaşmalarla yerli esnaf ve sanayici ağır darbe almış ve ekonomi, açılan savaşların ağır maliyetleri altında çökmüştü. 1875 Muharrem Kararnamesiyle devlet maliyesinin çöktüğü ilan etmiş ve iktisadi faaliyetlerinin yönetimi yabancıların kontrolüne verilmişti. Bundan sonra Avrupalı devletler Tuz, İpek, Tütün, Alkollü içecek ve balık sektörlerinden gelecek olan vergilere el koymuştur.

ABDÜLHAMİD DÖNEMİ Abdülhamid Meşrutiyet ilanıyla başa geldiğinde böyle bir tabloyla karşı karşıyaydı. Tahtının ilk senelerinde kendisinin karşı olmasına rağmen, diplomatik çözüm var iken, mevcut hükümet Rusya ile savaşa girdi. Savaşın nihayetinde Ruslar batıdan Bulgaristan ve Trakya’nın tamamını alarak İstanbul Yeşilköy’e kadar, doğudansa Batum, Kars, Ardahan’ı alarak Erzurum’a kadar geldiler. Savaşı “Biz Anadolu’ya 400 atlıyla geldik gerekirse 400 atlıyla gideriz” diyerek çıkaran paşalar sürüldü ve meclis kapatıldı.3 93 Harbi diye anılan bu savaşın ağır neticesi olarak, 3 Mart 1878’de İstanbul surları dışındaki Ayastefanos’ta karargâh kuran Rus kuvvetlerinin dikte ettiği Ayastefanos Antlaşması yapılmış ve anlaşmaya göre; Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı, sınırları Tuna’dan Ege’ye, Trakya’dan Arnavutluk’a uzanacak bağımsız bir Bulgaristan Prensliği kurulacak, Bosna-Hersek’e iç işlerinde bağımsızlık verilecek, Sırbistan, Karadağ ve Romanya tam bağımsızlık kazanacak ve sınırları genişletilecek, Kars, Ardahan, Batum ve Doğubeyazıt Rusya’ya verilecek, Teselya Yunanistan’a bırakılacak, Girit ve Ermenistan’da ıslahat yapılacak, Osmanlı İmparatorluğu Rusya’ya 30 bin ruble savaş tazminatı ödeyecekti. Oldukça ağır şartlar içeren bu antlaşmaya, Rusya’nın aşırı derecede güçlenmesinden kaygı duyan diğer batılı emperyalist 6 • Mart’15

devletler karşı çıktılar. 13 Temmuz 1878’de Ayastefanos Antlaşması’nın yerine geçen Berlin Antlaşması imzalandı. Yeni antlaşmayla Rusya’nın toprak kazanımları geri alındıysa da, Romanya ve Karadağ’a bağımsızlık verilirken, Bulgaristan’da Almanya ve Avusturya-Macaristan himayesinde özerk bir prenslik oluşturuldu. Devletin mevcut imkân ve gücüyle hayati fonksiyonlarının sonuna geldiğini gören Sultan Abdülhamid II. Meşrutiyet’e kadar geçecek 30 yıllık süre zarfında iç politikada geleceğe odaklı hizmet faaliyetleri, dış politikadaysa dönemin emperyalist devletlerine karşı denge politikasıyla ayakta kalmak için bu ağır bedelin müsebbibi meclisi feshetti. Abdülhamid’in meclisi feshetmesi batıda yetişmiş bürokrat ve askerlerden olan Jön Türklerin düşmanlığını üzerine çekti. Kendisinin bizzat kurup yönettiği Yıldız İstihbarat Teşkilatıyla devlet kurumlarını an be an didik didik ederken basına da sebep olabileceği taşkınlık, ayrışma ve kaos nedeniyle sansür uygulandı. Bununla beraber uygulaya geldiği birçok politika bambaşka kesimlerden olan grupların “özgürlük” sloganı etrafında bir araya gelmesine sebep oldu. Batıcısından milliyetçisine ve İslamcısına kadar tüm kesimler Abdülhamid düşmanlığında birleşti ve 30 yıl boyunca özgürlük müdavimi kesildiler, kendilerinden olmayanlarsa “hamidi” olarak yaftalandı.3 Bu süre zarfında “katil, kan emici” denen padişah türlü türlü iftiralara maruz kaldı, en ağır olanıysa aynı inancı paylaştığı insanların dahi ona “şeytan” ve “melun” deme cesaretiydi. Halkın içinde sultan hakkında ağıza alınmayacak efsaneler türüyordu. Padişahın yapmış olduğu şey ne olursa olsun iptidai ve bağnazca kabul edildi. Yılların getirdiği bu kasvetli hava sultan hakkında yapılan propagandalarla daha da kötüleşmiş oldu.4 Sultan Balkanların karmakarışık etnik yapısı üzerinde Osmanlı egemenliğini devam ettire-

bilmek için balkan devletleri arasında sürekli kalacak bir mücadele ortamı yarattı. Karadağ prensiyle ilişkilerini geliştirdi. Bulgar ve Sırplar arasında kendisinden sonra gelecek İttihat ve Terakki dehaları(!) tarafından bitirilinceye kadar işe yarayacak Kilise sorununu çıkarttı. Bunun yanında Arap yarımadasında yerel hâkimiyet için mücadele eden iki kabileden biri olan İngilizlerle iş tuttuğunu düşündüğü Şerif Hüseyin’i İstanbul’a hapsetti ve bu sorun İttihat ve Terakki kadroları tarafından Şerif Hüseyin’i dönmesine izin verilmesine dek giderilmiş oldu.

İdadiler, Mülkiye Mektepleri, Sultaniler, Yüksek Askeri okullar, Aşiret mektepleri, Maarif-i Umumiye Nezareti ile Dar-ul Muallimin kurulmuştu. Yine Sanayi-i Nefise Mekteb-i, Hamidiye Ticaret Mektebi Alisi, Mekteb-i Hukuk, Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi, Darülmualliminler, Hendese-i Mülkiye Mektebi onun döneminin eğitim eserleridir.6

EĞİTİM Abdülhamid’e göre devletin yıkılışını ancak eğitim kurtarabilirdi. Bu yüzden ilk defa devlet hem yabancı okulların etkinliğini kırmak hem de otoritesini güçlendirmek ve bunların yanında Anadolu halkını eğitmek için taşrada eğitim faaliyetlerine hız verdi. İslamcılık politikası Sultan’ın eğitim öngörüsünü şekillendirdi ve Müslümanların içte ve dışta birliklerini koruyabilmeleri için okullardaki din ve ahlak derslerinin saatleri arttırıldı.5 İlköğretim mecbur hale getirildi, Maarif Nezareti bünyesinde, her öğretim derecesi için genel müdürlükler ve müfettişlikler meydana getirilip, her vilayet merkezinde birer maarif müdürlüğü ve meclisi oluşturuldu. Sancak ve kazalarda ise Maarif Meclisi şubeleri açılmış ve ayrıca vilayetlerde müfettiş kadroları arttırılmıştı. Yine Maarif Nezareti bünyesinde Rüştiye ve İdadi müdürlükleri tesis edilmiş, bu teşkilat sayesinde taşraya, ilk, ortaöğretim müesseseleri ve öğretmen okulları, bu dönemde götürülmüştür. Memur ve yeni okullara öğrenci yetiştirmek amacıyla

ULAŞIM 19 ve 20.yy’lın hem askeri hem de taşımacılık olarak en gözde ulaşım aracı demiryollarıydı. Fakat Abdülhamid öncesi demiryolları sınırlı ve devletin yeni projeleri kaldırabilecek bütçesi yoktu. Abdülhamid öncesi toplam demiryolları 1.145 km iken Abdülhamid sonrası bu oran iki katından daha fazla arttı ve 3.700 km’ye ulaştı. Selanik-Manastır, İstanbul-Selanik, HaydarpaşaAnkara, Eskişehir-Konya, Mudanya-Bursa, İzmirKasaba, Alaşehir-Afyonkarahisar, Konya-EreğliArabistan Körfezi, Mersin-Adana, Beyrut-Şam, Rayak-Halep, Şam-Medain, Yafa-Kudüs ve Hayra-Dera demiryolları Abdülhamid döneminde yapılmıştı.

MALİYE Batıcı oligarşinin “Pinti” diye alay ettikleri Sultan’a bıraktıkları dış borç 300 milyon iken, Abdülhamid iktidarı sırasında girdiği iki büyük harbe ve sayısız ayaklanmaya rağmen bu rakamı 30 milyona indirmeye başarmıştı.7 Hürriyetçi-batıcı kadrolarında bunu ondan sonraki sekiz yıl içinde 13 katına 400 milyona çıkarttığını görüyoruz. Bunun yanında Sultan’ın hal fetvasını veren Elmalılı Mart’15 • 7


Karantina

Karantina

Hamdi gibi fetvaya “devletin malını israf” maddesinin eklenmesi de ilgi çekicidir. �

ÜMMETÇİLİK POLİTİKASI Abdülhamid’in devletin kurtuluşu için sunduğu reçetelerin tamamı İslami misyona sahipti.8 Bu yüzden kendisi Güney Afrika’dan Japonya’ya, İngiltere ve ABD’ye kadar İslami kuruluşları bizzat devlet kasasından desteklemişti. Kaşgar’da kurulan Doğu Türkistan Devleti’nin yardım taleplerini kabul etmiş,� Cezayir’de Fransa’ya karşı isyanın büyümesinde, Sudan’da mehdi hareketinin çıkmasında ve Rusya’da doğan Basmacılık akımında destekleri etkili olmuştur.9 Çin’de Darul Ulumul Hamidiyye adlı bir üniversite kurmuş ve buraya hocalar tayin etmişti.� Güney Afrika Kimberley’de sanayi fuarını dahi İslami propaganda için kullanmıştı.10 Öyle ki bu demiryolunun tesiri Hindistan’da basit kulübelerde bile Sultan’ın resimlerinin asılmasına ve adının sınırlarının ötesinde anılmasına sebep olmuştur. O güne kadar gelen derin siyasal Sünni-Şii ayrımı Abdülhamid’in yaptığı en büyük projeyle bitme noktasına kadar gelmişti: Hicaz demiryolu projesi. Projenin prestiji bunun tamamen ümmetin parasıyla yapılmasıydı. İngiliz büyükelçisi bu olayı şöyle yorumladı: “Sultan son yılda takip ettiği kurnazca siyaset sayesinde, üç yüz milyon Müslümana kendisini İslam’ın ruhani lideri olarak kabul ettirdi. Müslümanlardaki dini hamaset ve şuuru uyandırdı. Demiryolu projesini gerçekleştirdi.”11 İslam birliğinin en görkemli meyvelerinden biri Hicaz demiryollarına İran Şahı’nın yaptığı 50.000 dinarlık yardım ve 1911’de Şia’nın en büyük iki mezhebinden biri olan Zeydiyye’nin lideri İmam Yahya’nın yüz bin kişilik bir güçle halifenin emrine amade olduğunu ilan etmesiydi. Daha da fazlası halifeliğin itibarı söz konusu olunca İran’da toplanan Reisül Ulema 1400 yıllık ihtilafı kenara iterek Osmanlı sultanına halife olarak biat ettiklerini açıkladılar. Yemenli ve Necidli kabile reisleri de yapılan işgallere karşı mücadele için İslam halifesinin emrine baktıklarını söylemişlerdir.12

31 MART Meşrutiyetin yeniden ilanı için Rumeli’de isyan eden birliklerin yarattığı çıkmaz ve taham8 • Mart’15

mül edilemez baskılara karşı zaten yorgun olan hükümdar Meşrutiyetin ilanını kabul etti. Padişahın yetkileri kısıtlandı ve meclis “özgürlük” nidalarıyla yeniden açıldı. Yıllarca batılı başkentlerde Padişah aleyhine kurumsallaşmış hatta ve hatta Abdülhamid’in devrilmesi için bizzat İngilizlerden yardım niyaz eden İttihat ve Terakki liderleri meclisteki çoğunluğu elde etmişlerdi. Fakat daha 4 gün geçmeden Sait Paşa hükümeti İttihaçı baskısına dayanamadan devrildi ve daha sonra kurulan Kamil Paşa hükümeti de İttihat ve Terakki derin devlet yapılanmasının ilk kez gün yüzüne çıkartmış oldu. Kamil Paşa çoğu zaman belli makam ve mevkilere İttihatçıların istediği isimleri atamadığı için tehdit ediliyordu. Kendisi İngiliz taraftarı olmasına karşın İttihat kadroları işlerini daha iyi yürütebilmek amacıyla hükümeti gensoruyla düşürdü. Kamil Paşa yerine gelen İttihatçı Hüseyin Hilmi Paşa’nın icraatları muhalefetin “devlet içinde devlet” oluşturulduğu söylemini arttırdı. Diğer yandan Kamil Paşa hükümeti de Abdülhamid yandaşı olan tüm bürokratları tasfiye etmişti bile. İttihatçı hükümetin yasadışı olduğu gerekçesiyle muhalif bir mitingi engellenmesi, en ateşli muhalif gazetecilerin ve bürokratların öldürülmesi durumu daha da kötüleştirdi. Orduda baş gösteren alaylı-mektepli kavgasının da tetiklemesiyle 31 Mart’ta Taşkışla’dan hareket eden asker, muhalif halkla birlikte Meclis’e yürüdü. Ayaklanma İttihat ve Terakki’nin daha meşrutiyetin ilk yılındaki despotluğuna karşı tüm kesimler tarafından desteklenmiş olmasına rağmen olay İttihad-ı Muhammidiye altında Müslümanlara yüklendi. Derviş Vahdeti’nin pa-

dişaha özel çektiği telgrafta isyanın asla meşrutiyete karşı olmadığını ve meşrutiyetin mutlaka korunması gerektiğini söylemesine rağmen yenilgiyi kendilerine yediremeyen İttihatçılar Padişahın ve “gerici yobazların” bu olayın arkasında olduğu propagandasını yaydılar13 ve emirleri altındaki tüm yerlerden İstanbul’a ağıza alınmayacak küfürlerle başlayan telgraflar çektiler.� Öyle ki bunlardan biri “Makamı sadarette bulunan alçağa” diye başlayıp padişahın görevlilerine “kerhaneci evlatlar”, padişaha da bizzat “ Allah’ın laneti, ananızın donu başınıza geçsin” diyerek şöyle bitirilmiştir : “Sizi açlıktan öldürmekte elimizde ateş, kurşun, bıçakla icray-ı mücazatınız da yedimizdedir ey namussuzlar”.14 Kısa zamanda toplanan Hareket ordusunu İstanbul’a yürümüş fakat Padişahın emrine sadık Hassa ordusu Abdülhamid’in “Müslümanı müslümana kırdırmam” emriyle müdahale etmemiştir. Şehre giren Harekât ordusu Dar-ul Harp mahkemelerini kurup muhaliflerini temizledikten sonra da Sultan’ı Selanik’te bir Yahudi köşkü olan Alatini köşküne yerleştirmişlerdir. Yıldız köşkü bizzat “bugün adı yasayla korunan zatında dahil olduğu hürriyetin şerefli komutanları” tarafından yağmalanmıştı.� Özgürlük ve hürriyet diye otuz küsür sene bağırıp çağıran kesim bir anda despot kesilmiş ve adeta halkına bu özgürlük çok görmüştür. Abdülhamid’in devrilmesiyle sonlanan içteki ihya ve dıştaki vahdet politikaları yüz yıl boyunca Tanzimat’tan beri nesli tükenmeyen “kurtarıcı jakoben beyazlı kitlenin torunları” tarafından sürekli engellenmişti ta ki 21yy’lın başında dedeleri gibi “ah” çekip pişman olmak istemeyen halkın bu mirasa yeniden sahip çıkmasına kadar. Kısa zamanda çıkan Balkan Harpleri ve Birinci Dünya Savaşından sonra devlet yanlış politikaların kurbanı olmuş ve İttihatçıların İslam dünyası üzerindeki paraşütle inme batıdan ihraç fikir eğilimleri bugün bile devam eden sorunların sebebi olmuştur. İlginç bir nokta da şudur ki Osmanlının çökmesine sebep olan fakat kendilerini o ülkenin en aydınları olarak gören bu İttihatçı kitle Cumhuriyet tarihinin başından beri fasulyeden bitme sosyolojik çıkarımlarla yüz binlerce kişinin öldürülmesine ve korkunç bir tahrifatın yapılmasına

sebep olan aynı kitleydi. Halkın 13 yıl boyunca oylarını arttırarak mevcut iktidarı desteklemesinin bir diğer sebebi de dedelerinin yaşadığı bu büyük pişmanlık olamaz mı? Bu pişmanlığı belki de en güzel Akif özetliyor; Giden semerciyi, derler, bulur muyuz şimdi? Ya böyle kalfa değil, basbayağı muallimdi. Nasıl da kadrini vaktiyle bilemedik, tuhaf iş; Semer değilmiş o rahmetlininki devletmiş!15

1 2 3

4 5 6 7 8 9 10 11 12 13

14 15

Dipnotlar Özellikle Yavuz’un mısır seferi sonrası Teolojinin Jeopolitiği sy.25 Ahmet Özcan Bu durum daha sonra fişlemelere dönüşmüş ve Abdülhamid’in düşmesiyle birlikte “hamidi” olarak yaftalanan tüm bürokrat ve askerler tasfiye edilmiştir. Özellikle Sultan’ın Harbiyeli bazı gençleri boyunlarına taş bağlayarak boğaza attırdığı yalanı. TANZİMAT VE II. ABDÜLHAMİD DÖNEMİ EGİTİM POLİTİKALARI sy.31 Yaşar Baytal A.g.e. sy.29,30 İslamoğlu, sy.226 Baytal sy.31 A.g.e. sy. 154 A.g.e. sy.190 İslamoğlu sy.179 İslamoğlu sy.156,160,161 Meclis’in açık olduğu ve çalışmaya devam ettiği sürekli olarak iletilmiş olmasına rağmen İttihatçıların darbeyi Abdülhamid’i devirmek için planladığı şuradan belli ki 31 Mart Vakasından sonra başa gelen Tevfik Paşa hükümetinin gayri meşru olduğu İttihatçılar tarafından ilan edilmesine rağmen harekattan sonra kurulan hükümet yine Tevfik Paşa hükümetidir. İ.Hami Danişmend 31 Mart Vakası sy.55 Safahat sy.387

Mart’15 • 9


Karantina

Karantina

Nedenleri ve Sonuçlarıyla

31 Mart Vakası Asım Ebrar YILDIZ*

17.

Yüzyıldan itibaren başlayan Osmanlı Devleti’ndeki gerileme, dönemin devlet adamlarının devletin kurtuluşunu Avrupa’daki meşrûtiyet yanlısı yönetimde aramalarına sebep olmuştur. Osmanlı tarihinin ilk modern askeri darbesi olarak gösterilen 1876 Darbesi, Osmanlı Devleti’nin meşrûti yönetime geçmesine siyasi bir zemin hazırlayan ilk olay olarak gösterilebilir. 1876 yılından önce meydana gelen isyanlar klasik askeri ve Osmanlı yönetim tarzından çok şahısları hedef alan darbeler iken 1876 darbesi yönetim biçiminde de etkisini göstermiştir.

10 • Mart’15

Bu meselede önem teşkil eden husus, sadece Osmanlı Devleti’nin mutlaki yönetimden meşrûti yönetime geçmesi değildir. Aynı zamanda bunu gerçekleştiren zümrelerin yönetimde etkin olmak istemeleri de önemli bir husustur. 1876’da I. Meşrûtiyet ile yönetimde söz sahibi olmaya başlayan kişilerin tecrübesi çok fazla sürmemiş, Rus Harbi’nin de sebep olduğu şartlar yüzünden Sultan Abdülhamid, Ayestefanos Antlaşması’nın imzalanmasından yaklaşık bir hafta önce Mebusan Meclisi üyelerini Dolmabahçe Sarayı’nda ağırladığı yemekten sonra Meclis-i Mebûsan-ı tatil etmiş ve Kanun-i Esâsi’yi de askıya almıştır.

Abdülhamid Han’ın mutlaki yönetimi tekrar getirmesi, belli bir zaman geçtikten sonra bu yönetim ve özelde Abdülhamid karşıtı yeni kuşak gençlik hareketlerinin çıkmasına neden olmuştur. Genç Osmanlılar ve Jön Türk Hareketi bundan dolayı oluşan ve bilhassa gelişen haretketler arasında gösterilebilir. Bu oluşumlardan özellikle Jön Türk Hareketi tipik bir aydın-bürokrat hareketi olması ile birlikte hareketin silahlı kanadını oluşturan subaylarında kendisine katılması ile istediklerini yaptıran bir hareket haline gelmiştir. Nitekim bu silahlı kanat 1908 yılında Resne’den harekete geçerek Jön Türk İhtilâli’nin başarılı bir şekilde gerçekleşmesini sağlamış ve böylece Sultan II. Abdülhamid bu ihtilâl karşısında bir kez daha, aradan 30 yıl geçtikten sonra meşrûti yönetime evet demek zorunda kalmıştır. Osmanlı Devleti’nde II. Meşrûtiyetin ilanı ile birlikte devletin kurtulacağı, herkesin her sıkıntısının halledileceği sanılmıştır. Tabiiki beklenenler olmamış birde bunlar yetmiyormuş gibi yeni yönetime geçilmesiyle ortaya çıkan bazı siyasi, iktisadi ve sosyal sıkıntılar da işin cabası haline gelmiştir. Bunlara bir çözüm üretmek gerekmiş, başarı sağlanamayıp çözüm üretilemeyince de gelinen noktanın toplumun bir çok kesimini rahatsız etmesi ile bu husus 31 Mart Vak’ası’nın patlak vermesindeki en önemli faktörlerden biri olmuştur. 31 Mart Vak’ası ihtilal öncesinde ortaya çıkan sosyo-psikolojik ve siyasi olmak üzere pek çok nedenin bir araya gelmesi ile gerçekleşmiştir. 31 Mart Vak’ası’nın patlak vermesinde etkili olan sosyo-psikolojik nedenlere bakıldığında genel olarak meşrûti yönetime affedilen abartılı önem; devlet ve toplum bazında var olan bütün sıkıntıların Meşrûtiyetle çözüleceğine inanılması; fakat bu beklentilerin hiçbirinin karşılanamaması en önemli yere sahiptir. Toplumda bu denli bir algının oluşmasının sebebi olarak Jön Türkler’in bu yönde yaptıkları propagandalar ve halkın bu konudaki tecrübesizliği gösterilebilir. Olayın siyasi nedenleri arasında dikkatleri çeken en önemli faktörün ise Osmanlı toplumundaki siyasileşme

ve mutlaki yönetimde toplumun siyasete aç bırakılması olduğunu düşünüyoruz. Bu konuda Abdülhamid Han’ın otoriter yönetiminin de etkisi olmuş ve toplumsal anlamda meşrûti yönetimle hızlı bir siyasallaşma başlamış; farklı gruplar örgütlenerek yeni faaliyetlere girişmişlerdir. Buna benzer şekilde 1908 ihtilalinin ardından Osmanlı Ordusu içinde de ciddi bir siyasallaşma yaşanmış. Jön Türk Hareketi’ne mensup olan subaylar Osmanlı Ordusu’nun bir mensubu olduklarını bir kenara bırakarak sanki İttihâd ve Terakki Cemiyeti’nin siyasi temsilcileri gibi davranmaya başlamışlardır. Böylece cereyan eden gelişmelerle nedenleri oluşan 31 Mart Vak’ası’nın ayak sesleri yaklaşık 3-4 ay öncesinden duyulmaya başlanmıştır. Bu isyanda dikkatleri çeken bir diğer nokta ise isyanın birinci gününün akşamından itibaren askerlerin sokakları terk etmeye başlaması, aynı şekilde Hareket Ordusu’nun da İstanbul’u ele geçirmesinin bir gün sürmesidir.1 İsyanın başlangıcından sonra Selanik’te yapılan propaganda her kesimde etkisini göstermiş ve isyanı bastırmak için Hareket Ordusu hazırlanmıştır. Hareket Ordusu, başta Osmanlı askeri birlikleri olmak üzere Osmanlı hakimiyetine karşı savaşan Bulgar, Yunan, Sırp çetelerinden ve sivil Yahudi gönüllü unsurlardan oluşmaktadır. Mart’15 • 11


Karantina Hareket Ordusu ile ilgili unutulmaması gereken bir önemli husus da bu ordunun İstanbul’a yürümesi için ne padişahın ne hükümetin ne de meclisin bir emrinin bulunmamasıdır. Bu sebeple Osmanlı hukukuna göre Hareket Ordusu’nun merkez üzerine yürümesi aslında askeri bir isyandan başka bir şey değildir. Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girip hakimiyeti eline almasının ardından sıra, padişahın tahttan indirilmesine gelmiştir. Bu aşamanın birinci kısmında, İttihâd ve Terakki Cemiyeti’nin ileri gelenleri 31 Mart Vak’ası gerçekleşirken Sultan Abdülhamid’in hakimiyetine son verilmesine karar vermiş, ikinci aşamada Hareket Ordusu’nun Yeşilköy’e yığınak yapmasının ardından 22 Nisan’da Meclis-i Milli’de yapılan toplantıda Abdülhamid Han’ın hal’ edilmesi kararlaştırılmış üçüncü ve son aşamada ise 27 Nisan’da Meclis-i Mebûsan’da Sultan Abdülhamid Han’ın hal’ edilmesine resmen karar verilmiştir. Öncelikle Meclis-i Mebûsan, Osmanlı hükümdârını indirme yetkisi olmadığı halde bu yetkiyi üzerine alarak hareket etmiştir. Kanun-i Esâsi böyle bir yetkiyi meclise vermemektedir. İkinci olarak ise Meclis-i Milli’nin gayr-i meşrû ilan ettiği Tevfik Paşa hükümetinin üyesi olan Şeyhülislâm’dan hal’ fetvasının almasının da hukûken sıkıntılı olduğunu düşünüyoruz.2 Meşrû olmayan yöntemler ile gerçekleştirilen bir meşrûyetin ne kadar meşrû olduğunu sizlere soruyoruz? ’’Yıldız sarayındaki yüzlerce saat, akıp geçen zamanı meşhur tik taklarıyla duyuruyordu ama nedense 27 Nisan 1909 sabahı, saray ahalisi için geçmek bilmemişti... Zaman sanki Sultan Abdülhamid ve yakınları için durmuş gibiydi. Bu sessiz bekleyiş saray başmabeyincisinin dört parlementerden oluşan heyetin dışarıda olduğunu haber vermesine kadar devam etti. Sultan Abdülhamid gelen bu haberle kaderinin belirlenmiş olduğunu anladı. Saltanat tahtından indirildiğini tebliğ için seçilen dört adamdan hiç biri Türk asıllı değildi. İçlerinde Yahudi ve Ermeniler vardı. Başkanları Esat Paşa hariç hepsi İttihat ve Terakkinin önde 12 • Mart’15

Karantina gelen üyeleriydi. Küçük mabeynin bahçeye açılan kabul odasında huzura kabulu bekliyorlardı. Sultan Abdülhamid yanında 17 yaşındaki oğlu Abdurrahman Efendi ile heyetin bulunduğu odaya girdi. Heyeti selamladı, ardından sebeb-i ziyaretlerini öğrenmek için Esat Paşa’ya söz verdi. Dört tafafı aynalarla kaplı küçük mabeynde Eset Paşa’nın verilmiş olan bir fetva uyarınca milllet sizi tahttan indirdi. Milli meclis sizin ve ailenizin güvenliğini üstleniyor, korkulacak bir şey söz konusu değil sözleri yankılandı. Buna karşılık padişahın cevabı, ’’kısmet’’ olarak tarihi belgelere geçti. Bu karar ardından devrik padişah bir gece yarısı ailesiyle birlikte üç sene sürgün hayatı yaşayacağı Selanik’e doğru yola çıktı.3 Artık her şey olup bitmişti. Âsi asker, Taksim’deki kışlalarına açılan top ateşi altında taraf taraf teslim alınmış, saray işgal edilmiş ve suyun öte tarafına ait Selanik hareketi muvaffak olmuştu. Halbuki, Selanik kuvvetlerinin Hassa ordusu tarafından durdurulması ve kontrol altına alınması işten bile değildi. Ve bunu Ulu Hakan’dan başka istemeyen yoktu. Yalnızca hassa askerini karşı çıkararak değil, Anadolu’ya geçip milletin başına geçmekle de davayı halledebilecek olan Sultan, kana girmemek düşüncesi yüzünden koca imparatorluğun kanına girilmesine müsait bir zemin açarken, sırf ’’Millet birbirini kırıp geçireceğine bırakın beni öldürsün’’ sözünden ve iyiliğinden ötürü milletine ne büyük bir fenalık ettiğinin her halde farkında değildi. Ne kadar tekrarlansa azdır ki, gerçek Türk tarihçisinin Sultan II. Abdülhamid Han’da bulduğu tek suç budur.’’4

ÇIRAĞAN VAKASI Mehmed KILIÇ*

Ç

ırağan Sarayı’nda ikamet eden Sultan V. Murad’ı tekrar tahta çıkarmak için düzenlenen kaçırma teşebbüsüdür. Sultan V. Murad, amcası Sultan Abdulaziz’in tahttan indirilmesi sonucu tahta çıkmış, akli dengesinin bozulması sonucu 31 Ağustos 1876 yılında tahttan indirilmiş ve Çırağan Sarayı’nda ikamet etmesine izin verilmiştir. Sultan V. Murad farklı zaman dilimlerinde saraydan kaçırılmak istenmiştir. Bahsini edeceğimiz kaçırılma girişimi ise kanlı bir şekilde bastırılmış, bu girişimde bulunan Ali Suavi öldürülmüştür. Bu olay tarih sayfalarına Çırağan Vakası olarak kayıt edilmiştir. (20 Mayıs 1878) Çırağan Sarayı’nda ikamet eden Sultan V. Murad’ın annesi Şevk-Efza Kadın Efendi, oğlu Sultan Murad’ın sağlığının iyi olduğunu ve kardeşi Sultan II. Abdülhamid’in tahtı haksız yere ele geçirdiği

hakkında güft ü gû (dedikodu) yaparak sarayı da etkisi altına almaya çalışıyordu. Sultan Abdülhamid ise bu güft u gûyu değerlendirmeye alarak saraya yerli ve yabancı doktorlar tahsis ederek Sultan Murad’ı tekrardan muayene ettiriyordu. Muayene sonucunda Sultan Murad’ın hasta olup olmadığına dair rapor aldı. Bu sürecin devamında, 3 ay sonra Sultan Murad’ı kaçırmak için kurulmuş gizli bir örgütün varlığı ortaya çıktı. (1 Kasım 1876) İngiliz elçiliği eski hizmetlilerinden Rum asıllı İstavridis ile Lehistan göçmenlerinden Jüli’nin dahil olduğu gizli örgütün ele başları kadın kılığında saraya girmeye çalışırlarken yakalandılar. Yakalanan ele başları mahkeme so-

Sultan V. Murad

Dipnotlar * Fatih Gelenbevi Anadolu Lisesi 1 Her ne kadar takvim olarak on iki gün devam etmiş görünsede. 2 Necmettin Alkan, Selanik İstanbul’a Karşı, İstanbul 2011, Timaş Yayınları, s. 354. 3 II. Abdülhamit TRT Belgeseli, birinci bölüm, ilk beş dakika. Bkz. www.youtube.com/watch?v=IuMcLw_4UT8 4 Necip Fazıl Kısakürek, Ulu Hakan, 21. Basım, İstanbul 2013, Büyük Doğu Yayınları, s. 556.

Mart’15 • 13


Karantina nucu ömür boyu sürgün cezasına çarptırıldıysalar saraya sokmuş ve bir hafta süre ile Murad’ı tedavi da Sultan II. Abdülhamid bunları affetti. (27 Nisan ettirmiştir. Skalyeri Sultan Murad’ı tekrardan tahta çıkarmak için devlet adamlarını da kendi safına 1877) Sultan Murad’ın teşkilatlarına mensup olduğu çekmeye çalışmıştır. Bunun için Nakşibend Kalfa ve Sultan Murad’ın sağlığı ve akıbeti ile yakından vasıtasıyla giriştiği teşebbüste başarısız olunca ilgilenen Masonlar ve Masonların güvenini kazan- İngiliz elçiliğinden yardım istemiştir. Elçilikten de mış olan İbrahim Edhem Paşa, paşanın sadrazam- istediği desteği alamayan Kleanti-Aziz Bey Komilıktan azlinden sonra, İstanbul’da V. Murad ile ilgili tesi II. Abdülhamid’i bir suikast ile öldürüp Sultan olarak gizli bir cemiyet (örgüt) kurdular. Bu örgütün Murad’ı tahta çıkarma kararı alır. Cemiyet üyesi kurucusu Prodos Mason Locası’nın üstad-ı âzamı Hacı Hüsnü Bey durumu bağlı olduğu Kaşgar elçisi olan Kleanti Skalyeri idi. V. Murad’ı veliaht iken 18. Yakub Han vasıtasıyla padişaha bildirir. II. AbdülhaDereceden Mason Locası’na kaydederek Sultan ile mid bu karardan sonra Hacı Hüsnü Bey’i cemiyet hakkında bilgi toplamak üzere görevlendirmiştir. sıkı bir dostluk bağı kurmuştu. Şehzade Murad’ın Kadıköy’de gerçekleştirilen Cemiyet Şubat 1878’de suikast planını uygulamak için birkaç defa harekete geçtiyse de hüMasonluk’a kabul töreni (Tekris) “Prodos” kümet tedbir alınca planları başarısız Loca’sı tarafından yapılmıştır. Tekriolmuştur. si gerçekleştiren Kleanti SkalyeSultan II. Abdülhamid’in ri, 1865’te Le Union d’Orient tahta çıkmasından sonra onun Locası’nda Louis Amiable’nin izniyle İstanbul’a dönen, 16 üstad-ı muhteremliği sıAralık 1877’de resmi görasında tekris edilmiştir. revlerine son verilen Ali Fransa’da doğmuş ve oraSuavi’nin İstanbul’a dönüda Mason olmuş olan Loşünden sonra ölümüne kauis Amiable hukuk doktodar olan sürede ne yaptığı ru olup avukatlık ve Bab-ı hakkında kesin bir malumat Âli’de hukuk müşavirliği yapyoktur. Batıdaki neşriyatı tamaktaydı. Hem Kleanti Skalkip ve tercüme etmek üzere yeri hem de Louis Amiable ProCemiyyet-i Mütercimin adıyla dos Locası’nın kurucularındandır. Ali Suavi kurulması düşünülen cemiyete paSultan Murad’ın Tekris merasimi 20 dişah Ali Suavi’yi de üye seçmişti. Fakat Ekim 1872 tarihimde Kadıköy’de Louis cemiyet ilk toplantısında dağılmıştı. Amiable’nin evinde yapılmıştır. Bu tarihten Ali Suavi Haziran 1877’de Midhat Paşa ve sonra 8 ay içerisinde 12 Müslüman Türk tekris edilmiştir. İlk tekris edilen Ali Şefkati Bey ardından Meşrutiyet rejimi aleyhine yazdığı birkaç makaNamık Kemal ve Seyid Bey’dir. Seyid Bey Sultan le ile sarayın güvenini kazandı. Mekteb-i Sultani Murad’ın Baş Mabeyncisi’dir. Bunların ardından müdürlüğüne getirildi. Okul idare ve disiplinin Sultan Murad’ın maiyetinde memur olan 53 yaşın- bozulması, İngiliz olan karısı ile okulda yatıp kalkdaki Mehmet Ragıb Efendi tekris edilmiştir. Sultan ması ve bundan dolayı çıkan dedikodular üzerine Murad’ın cariyelerinden Nakşibend Kalfa, Şura-yı bir yıl sonra tüm resmi görevlerine son verildi. Devlet Tanzimat Dairesi muavinlerinden Ali Şefkati 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı (93 harbi) ve Meclis-i Bey ve Evkaf Nezareti Senedat Odası Mukabelecisi Mebusan’ın kapatılması süreçlerinde Ali Suavi’nin Aziz Bey 1878’deki gizli cemiyetin belli başlı üyele- ne yaptığı bilinmemektedir. Bernard Lewis bu süre ridirler. Bu gizli komiteye Kleanti Skalyeri-Aziz Bey zarfında Ali Suavi’nin Üsküdar’da gizli bir komite kurduğunu ileri sürerken bazı araştırmacılar ise Komitesi denmiştir. Kleanti Skalyeri su yolunu kullanarak defalarca Masonlar ve İngilizlerle münasebette bulunduğuValide Sultan ve Sultan Murad ile görüşmek için nu iddia ederler. Ali Suavi 93 Harbi yenilgisinden sonra imzalanan Çırağan Sarayı’na girmiştir. Skalyeri Paris’ten getirttiği özel doktoru da yine su yolunu kullanarak Edirne Mütarekesi (31 Ocak 1878) ve Ayestefanos 14 • Mart’15

Karantina Antlaşmasının (3 Mart 1878) ağır şartlarından derinden etkilenmiştir. Cami, medreseler, çarşı ve pazarlarda taraftarlarına yoğun bir seslenme ve propaganda başlatmıştır. Bu esnada 93 Harbi yenilgisi sonucu Balkanlardan İstanbul’a yoğun bir muhacir nüfus akını meydana geldi. Ali Suavi muhacirlerin arasına girip Türkçülük görüşlerini ifade ediyor, hezimete sebep olanlar ve Abdülhamid aleyhinde propaganda yapıp V. Murad’ın lehine sözler sarf ediyordu. V. Murad’ın tahta çıkması halinde Ruslarla imzalanan Ayestefanos Antlaşması şartlarının iptal edileceği ve Rusların İstanbul önünde bozguna uğratılacağını ileri sürüyordu. Bu propagandaya destek olan bazı şahıslar olaydan dört gün evvel yakalanıp hapsedilmişti. Ali Suavi Sofya ve Filibe’de görev yaptığı için gayet iyi tanıdığı Filibeli muhacirler arasında epeyce taraftar topladı. Taraftarlarına Bulgarlara karşı bir direniş teşkilatı kurduğunu ve padişah tarafından kendilerine silah dağıtılıp ihsanda bulunulacağını söyleyerek muhacirlerin ve diğer insanların Çırağan Saray’ı önünde toplanmalarını istedi. Suavi 19 Mayıs 1878 günü Basiret gazetesinde bir mektup yayımladı. Mektupta “Müşkilât-ı hazıra pek büyüktür, lakin çaresi pek kolaydır.” diyerek ihtilali yapacağını ilan etti. Ertesi gün sabahın erken saatlerinden itibaren Rumeli Muhacirleri Çırağan civarındaki Mecidiye Camii’nde toplanmaya başladılar. Ali Suavi de Üsküdar’daki evinden Kuzguncuk’a geldi ve orada toplananlarla birlikte naralarla Çırağan yakınlarına geçti. Karadan ve denizden etrafı sarılan Saray Muhafızları etkisiz hale getirildikten sonra Ali Suavi yanına birkaç kişi alarak ikinci kattaki Sultan Murad’ın dairesine çıktı. Daha evvelden haberi olan Murad giyinmiş vaziyette bekliyordu. Murad’ın bir koluna Ali Suavi diğerine de Nişli Salih girerek onu saraydan çıkarmaya çalışırlarken Beşiktaş Karakolu Muhafızı Hasan Ağa (Yedi Sekiz Hasan Paşa) bir grup askerle sarayı kuşattı. Hasan Paşa baskını haber aldığı esnada Çırağan Saray’ı yakınlarında bulunan bir berberde tıraş olmaktaydı. Yanında silahı yoktu. Baskın haberi gelince hemen berberden kalkıp bir grup askerle sarayı kuşattı. Hasan ağa kapılara nöbetçi diktikten sonra adamlarıyla birlikte üst kata çıktı. Eline aldığı sopayı V. Murad’ın koluna giren ve ele başı olduğunu anladığı Ali Suavi’nin kafasına vurarak Ali Suavi’yi öldürdü. V. Murad bu durum karşısında

şaşkınlık ve heyecana kapılarak kendisini bir hışım ile hazine dairesine attı ve kapıyı arkadan kilitledi. Çıkan hengamede Nişli Salih, Arnavut Salih, Hacı Ahmed ve Molla Mustafa gibi ele başları ile birlikte 23 kişi öldü, otuzu yaralı olmak üzere pek çok kişi de yakalandı. Araştırmacıların bazılarına göre 250, bazılarına göre 500 kişilik bir muhacir grubuyla sarayı basan Ali Suavi’nin gerçek maksadı ve kendisini kimlerin desteklediği ortaya çıkarılamamıştır. Sultan II. Abdülhamid olaydan büyük ölçüde etkilenmiştir. Hadiseyi duyunca fena halde telaşlanmış, Cuma selamlığında giydiği üniformasını giyip silahını kuşanarak harekete geçmiş ve Sultan Murad ile çarpışmaya hazırlanmıştır. Olayın bastırıldığı haberi kendisine ulaşınca içi rahatlamıştır. Yapılan incelemelerde ölenlerin bir kısmının göçmen kılığına giren kimseler olduğu anlaşılmış ve kimlikleri tespit edilememiştir. Yakalanıp ifade verenler Ali Suavi’nin kendilerini Abdülhamid’in Rumeli’yi Ruslar’a verdiği ve sattığı, V.Murad’ın Rusları yenip ülkelerini tekrar alacağını ve birçok vükelanın onunla birlikte olduğunu söyleyerek ikna ettiğini söylemişlerdir. Hasan Paşa Ali Suavi’yi sopa darbesiyle (Hasan Paşa “mehdi” adını verdiği bu sopayı ömrünün sonuna kadar saklamıştır) yere serdiği zaman, Ali Suavi’nin cebinden cüzdanı fırlamış, Hasan Paşa bunu hemen alıp saklamış. Olaylar dindikten sonra cüzdanı inceleyen Hasan Paşa içerisinde sarı renkli, üzerinde bir şeyler yazılı mühürlü bir kağıt bulur. Hasan Paşa okuma yazama bilmediği için kağıttan bir şey anlamamıştır. İtimat ettiği adamlarından birine kağıdı göstermiştir. Mühür Damad Mahmut Paşa’ya aittir. Kağıdı geri alan paşa olayın tafsilatını anlatmak için tahkik heyetinin karşısına çıkar ve olan biteni anlatır. Mahmud Paşa, Hasan Paşa’nın bulmuş olduğu kağıdı görünce rengi sapsarı olur. Çünkü üzerindeki mühür kendisine aittir. Mahmud Paşa “Bu mühim bir şey, iyi ki bunu bana verdin. Hemen efendimize götürelim” diyerek kağıdı almış ve padişaha ulaşmasını engelleyerek kağıdı imha etmiştir. Olayın bastırılmasından sonra yakalananları bizzat sorguya çeken padişah, İstanbul’un belli bölgelerinde yoğunlaşan muhacirlerin İstanbul dışına çıkmalarını ister ve muhacirleri Anadolu vilayetlerine yerleştirir. Abisi V. Murad ve ailesini de Yıldız SaMart’15 • 15


Karantina rayı’ndaki Malta Köşkü’nde göz hapsine alır. Vükela heyeti padişahın isteği üzerine V. Murad’ın bundan sonraki durumunu görüşerek aldığı kararları 23 Mayıs 1878 tarihli bir tezkire ile bildirir. Kararda V. Murad’a ait elli sekiz kalem kıymetli silah, tabanca vs. ile Sultan Abdülaziz’e ait para ve doksan yedi parça mücevherin emanetten Mabeyn-i Hümayun’a konulması, Sultan Murad’ın Topkapı Sarayı’nda sıkı korunması ve Kütahya, Sivas veya Isparta vilayetlerinin birinde oturtulması, Şevk-Efza Kadın’ın Hicaz’a gönderilmesi tavsiye edildi. Hükümetin bu tavsiye kararı üzerine V. Murad’ın elinde bulunan silah, para ve mücevherler müsadere edildi. Sultan II. Abdülhamid olayın arkasında kimlerin olduğunu öğrenmek istiyordu. Bunun akabinde Nişli Mahmud imzalı bir jurnalde olayın vükela tarafından tertiplendiğinin bildirilmesi padişahın şüphelerini arttırdı. Olayın faillerini ortaya çıkarmak için Mabeyn Baş Katibi Said Bey (Küçük Said Paşa) kurduğu komisyon başkanlığında pek çok kişiyi sorguya çekti. Bu kişiler Ali Suavi’nin vükelanın desteğini aldığını ifade ettiğini söylediler. Ali Suavi öldüğü için ve yapılan aramalarda herhangi bir delil bulunamadığı için işbirliği yapan devlet adamları tespit edilemedi. Sultan Abdülhamid olayın akabinde gelen jurnaller ve Başvekil Mehmed Sadık Paşa’nın “artık Sultan Murad’ın çaresine bakılmalı” gibi sözler sarf etmesinden dolayı telaşlanarak olaydan yedi gün sonra Sadık Paşa’yı azl ederek yerine Mütercim Rüşdü Paşa’yı sadrazamlığa getirmiştir. Fakat aynı şekilde gelen jurnaller sonrası Rüşdü Paşa’dan da şüphelenerek onu da azl eder. Abdülhamid bu şüphelerinden ve jurnallerden dolayı devlet adamlarının birçoğunu çeşitli görevlerle İstanbul dışına çıkarmıştır. Tahkikat komisyonu Ali Suavi’nin Üsküdar’daki yalısında arkadaşı ve birlikte oturmuş olduğu Filibeli Ahmet Paşa’nın damadı Hafız Nuri Bey, Uzuncaâbad Hasköylü Hacı Mehmed ve Hafız Ali’nin ifadelerine dayanarak hazırladığı fezlekeyi 30 Mayıs 1878 günü İdare-i Örfiyye Divan-ı Harbine verdi. Alyanak Mustafa Paşa başkanlığındaki Divan-ı Harpte yapılan muhakeme kısa sürede tamamlandı. 2 Haziran 1878 günü açıklanan mahkeme kararına göre olayla birinci derecede ilgili bulunan Hafız Nuri Bey idam cezasına, Filibeli Ahmed Paşa, Hafız Ali ve Hacı Mehmed olaya katılmakla ve yardım edip, gizli cemiyete üye olmakla ömür boyu 16 • Mart’15

Karantina sürgün cezasına çarptırıldılar. Nuri Bey ile İzzet Paşa’nın oğlu Süleyman ve Bağdatlı Gürcü Süleyman (Hareket Ordusu kumandanı Mahmud Şevket Paşa’nın babası) Beylere üçer yıl sürgün cezası verildi. Basiret gazetesi sahibi Ali Bey’e yirmi beş lira para cezası verildi ve gazetesi kapatıldı. Filibeli Şevki ile Salih Beylere dörder, diğerlerine üçer yıl hapis cezası verildi. V. Murad’ın kilercibaşısı Çankırılı Ali, aşçıbaşısı Bolulu Hasan, şehzade Selahaddin’in lalası Ali Efendi ve Ahmed Ağa aileleriyle birlikte memleketlerine gönderildi. Çırağan Vakası ile gazetelere sansür konulduğu için ne olduğunu anlamayan ve hadiseyi farklı şekilde yorumlayan İstanbul halkı, esnaf ve muhacir temsilcileri bu olayın gerçeğini öğrenince belediyeler aracılığıyla dilekçeler vererek olaydan duydukları üzüntüleri, padişaha olan bağlılıklarını dile getirdiler. Ali Suavi vakasının tedkiki ve tahkikatı sonuçlandığı sırada Kleanti Skalyeri-Aziz Bey komitesinin yeni bir kaçırma teşebbüsü gerçekleşmeden engellendi. Bu sırada Malta Köşkü’nde sıkı bir koruma altında tutulan V. Murad, Kleanti Skalyeri’ye mektup yazarak “Eğer kurtarılmazsam Malta Köşkü bana mezar olacak” demiştir. Mektubu alan Kleanti Skalyeri II. Abdülhamid’e ithafen bir bildiri kaleme alır. Bildirinin altına da komitenin imzasını atarak, Eastern Express gazetesine gönderir. Gazete müdürüne de eğer yazı yayınlanmazsa öldürüleceği tehtidinde bulundu. Müdür Whitaker durumu Mabeyn Müşiri (Küçük) Said Paşa’ya bildirerek ne yapması gerektiğini sorar. Said Paşa ise bildirinin yayınlanabileceğini söyler. Bildiri gazetede yayınlanır yayınlanmaz ilk nüshasını Said Paşa’ya gönderir. Said Paşa’da bildiriyi padişaha takdim eder. Sultan Abdülhamid büyük bir telaşa kapılıp gazetenin müdürünü saraya çağırtıp sorguya çektikten sonra gazetesini kapattırıp, İstanbul’dan kovar. Sultan Abdülhamid Said Paşa’nın da bu olay içerisinde olduğundan şüphelenerek Said Paşa’yı anadoluya sürer. Said Paşa tekrardan padişaha arzını bildirerek kendisini Bursa’ya nakil ettirir. Bu hadiseden sonra Sultan Murad tekrar Çırağan Sarayı’na nakil edilir. Hacı Hüsnü Bey’den bilgi toplayan padişah yeni bir Çırağan Vakası’nın yaşanmasına izin vermemek için Skalyeri-Aziz Bey komitesi üyelerinin yakalanmasına karar verdi. 8 Temmuz 1878 günü zaptiye nazırı Mehmed Arif Paşa’ya gerekli talimatı verdi. Arif Paşa ise ertesi günün gecesi bir

grup askerle Aziz Bey’in Cerrahpaşa’daki evini bastı. Toplantı halinde bulunan komitenin pek çok üyesini yakalayıp gözaltına aldı. Elebaşı Kleanti Skalyeri, Nakşibend Kalfa ve Ali Şefkati Bey gizli yoldan kaçmayı başardılar. Mason loca ve komitelerin yardımıyla Kleanti ve Nakşibend Kalfa Yunanistan’a, Ali Şefkati Bey ise Fransa’ya kaçtı. Yakalananlar sorgulamaya alınıp, sorgulamadan sonra Serasker kapısının önünde kurulmuş olan Divan-ı Harpte Alyanak Mustafa Paşa başkanlığında muhakeme edildiler. Sorgulama ve muhakeme 13 Ekim 1878 tarihine kadar üç aydan fazla sürdü. Divan-ı Harp, gerçekleşen bu olayın Ali Suavi vakası ile bağlantılı ve benzer olduğu kanaatine vardı. Her iki olayda da iç güvenliğin ihlali noktasından yola çıkılarak cezalar verildi. Kleanti Skalyeri, Aziz Bey, Nakşibend Kalfa, Ali Şefkati Bey ve Doktor Agah Efendi birinci derecede suçlu bulunup idama mahkum edildiler. Padişah tarafından cezaları affedilip, on beşer yıl kalebentlik cezasına çevrildi. Üçüncü derecede suçlu bulunan sekiz şahsa altışar, dördüncü derecede suçlu bulunan iki şahsa üç yıl kalebentlik cezası verildi. Komite hakkında bilgi veren Hacı Hüsnü Bey hakkında özel bir karar verilerek, kalebentlik cezası altı yıl Antep’te sürgün cezasına çevrildi. Kleanti Skalyeri ve bu olaydan hüküm giyenler, özel memurların gözetiminde cezalarını çekmek üzere cezalarını çekecekleri yerlere sevk edildiler. Kleanti Skalyeri ve Nakşibend Kalfa Atina’daki evlerinde birlikte yaşıyorlardı. Padişahın hafiyeleri adım adım onları takip ediyorlardı. Skalyeri padişahın takibatından kurtulmak için Atina’daki Osmanlı konsolosluğuna giderek, Konsolos Ali Nuri Bey aracılığıyla padişahtan af diledi. Padişah Skalyeri’ye yirmi beş altın ve Medine’de oturmak şartıyla Nakşibend Kalfa’ya yedi altın bağladığını ve onları affettiğini Atina elçisi Feridun Bey ile bildirdi. Skalyeri bundan memnun olup, bağlanan maaşı reddederek Nakşibend Kalfa ile Atina’da yaşayacaklarını bildirdi. Bu süreçte padişah takibatı devam ettirtti. Sultanın hafiyeleri Skalyeri’nin yeğenini ele geçirerek, onun vasıtasıyla Maslak Mukavelesi’ni ele geçirmeye çalıştıysalar da başarılı olamadılar. Skalyeri Ali Nuri Bey’e Maslak Mukavelesi’nin kendisinde olmadığını, Midhat Paşa’nın İngiltere’ye giderken beraberinde götürdüğünü bildirdi. Bunun üzerine padişah Skalyeri’yi takip etmekten vazgeçti. Skalyeri Atina’da öldü. Ölümünden sonra Nakşibend

Kalfa Mısır’a gitti ve hayatının sonuna kadar orada yaşadı. Ali Şefkati Bey ise Avrupa’da çıkardığı İstikbal adlı gazetesinde Sultan Abdülhamid yönetimi aleyhine neşriyat yaptı. Ve yaptığı bu neşriyattan dolayı 16 Haziran 1881’de rütbe ve memuriyet haklarından mahrum bırakıldı. Ömür boyu sürgün cezasına çarptırıldı. Malları müsadere edildi. 1896’da Paris’te öldü. Bab-ı Âli’nin İngiltere’nin istediği antlaşmayı kabul etmesi tesadüfi değildi. II. Abdülhamid bu vakada İngiliz ve Rusların parmağı olduğu kanaatine varmıştı. İngiliz ve Rusların devletin içinde bulunan şahıs ve devlet adamlarını kullanarak, Mason localarının tesiriyle Sultan V. Murad üzerinden Sultan II. Abdülhamid’i hal etme planları suya düşmüştür. Ali Suavi vakası ile Kleanti Skalyeri-Aziz Bey vakasının Mason localarının etkisiyle gerçekleştirildikleri kuvvetle muhtemeldir. Bu iki olay Sultan Abdülhamid’in şüpheci yaklaşımını daha da arttırmasına sebep olmuş ve Mason locaları hakkında daha kesin kanaatlere varmıştır. Nev-i şahsına münhasır olan “İstibdad” devrinin yaşanmasında bu iki olayın etkisi son derece büyüktür. Tüm bu meselelerin sonunda Sultan II. Abdülhamid Han merhameti ve şefkatinden dolayı kendine karşı olan girişimlere verilen idam cezalarını affetmiş ve bu cezaları sürgün cezasına çevirmiştir. Hatta kimilerine geçimi için belli miktar maaş bile tahsis etmiştir. *İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü 4. Sınıf KAYNAKLAR 1. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Cilt 8. 2. Cevdet Küçük, Çırağan Vakası maddesi, DİA (Diyanet İslam Ansiklopedisi). 3. Abdullah Uçman, Ali Suavi maddesi, DİA. 4. İsmail Hami Danişment, İzahlı Osmanlı Tarih Kronolojisi. 5. Midhat Sertoğlu, İzahlı Osmanlı Tarihi. 6. Mahmud Celaleddin Paşa, Mirat-ı Hakikat. 7. Abdurrahman Şeref, Tarih Musahabeleri. 8. Ziya Şakir, V. Murad maddesi, DİA. 9. Haluk Y. Şehsuvaroğlu, Ali Suavi’nin Türkçülüğü. 10. Kemal Beydilli, Yeni Osmanlılar Cemiyeti maddesi, DİA. 11. Mithat Cemal Kuntay, Sarıklı İhtilalci Ali Suavi. 12. Falih Rıfkı Atay, Baş Veren İnkılapçı. 13. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Ali Suavi ve Çırağan Vakası, Belleten. 14. İbnül Emin Mahmud Kemal İnal, Abdülhamid-i Sani’nin Notları, Türk Tarih Osmani Encümeni. 15. Abdurrahman Adil, Ali Suavi’nin Hal Tercümesi. 16. Reşat Ekrem Koçu, Çırağan Vakası. 17. Süleyman Kani İrtem, Saray ve Bab-ı Âli’nin İç Yüzü. 18. Ethem Erkoç, Beşiktaş Muhafızı Yedi Sekiz Hasan Paşa ve Bir Devrin Hikayesi.

Mart’15 • 17


Röportaj

Röportaj

Prof. Dr. Mehmet Ali BEYHAN* ile

İttihat Terakki Üzerine Konuştuk Ropörtaj: Mehmet Semih ÖZDEMİR

Genç Öncüler: İttihad Terakki ne zaman, nerede ve kimler tarafından kurulmuştur? İttihat ve Terakki İstanbul’da kurulmuştur. AskerîTıbbiye Mektebi öğrencilerinden Arapgirli Abdullah Cevdet, Diyarbakırlı İshak Sükȗtî, Arnavutluk’tan İbrahim Temo ve Kafkasya’dan Mehmet Reşit, İttihat ve Teraki’nin kurucularıdır. 1889 yılında, Fransız İhtilali’nin yüzüncü yılında kurulduğu, konu üzerine yazılan araştırmalarda vurgulanır. Hürriyet, eşitlik, kardeşlik gibi kullandıkları kavramları da; bu kavramlara ihtiyaç hasıl edecek bir atmosferin olup olmadığına; Osmanlı toplumunda neye tekabül ettiğine bakılmaksızın, Fransız ihtilalinden devşirmişlerdir. Elbette bu cemiyetin öncesi de vardır. 1865’te ortaya çıkan Yeni Osmanlılar/ Genç Osmanlılar/Jön Türkler (Jeune Turc) hareketini/oluşumunu da unutmamak gerekir. Genç Öncüler: İttihad Terakki’nin kuruluş amacı nedir? Kuruluş amacı Sultan II. Abdülhamid yönetimine son vermek; bu olmadığı takdirde meşrȗtî bir yönetim tarzını getir18 • Mart’15

mektir. Yeni Osmanlılar hareketinin amacı da bu idi. Bunlara göre Sultan Abdülaziz ’in “istibdat” yönetimine son verilmeli ve yerine meşrȗtî/ meclise dayalı bir yönetim getirilmeli idi. Genç Öncüler: İttihad Terakki’ye Osmanlı ilim dünyasından mensup olan önemli isimler var mıdır? Varsa kimlerdir? İlmiye sınıfına mensup pek çok önemli isim vardır şüphesiz. Aslında İttihat -Terakki’ye mensup olmak, hele İttihat-Terakkki’nin iktidarı döneminde bir moda haline gelmiştir. Bu çerçevede Yüzelliklerden Osmanlı Şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi, Şeyhulislam Musa Kãzım Efendi isimlerini sayabiliriz. Mehmet Akif Ersoy’un bir zaman İttihat-Terakki’ye üye olduğunu anımsamak gerekir. Genç Öncüler: İttihad Terakki ilerleyen süreçte kuruluş amacında bir sapma yaşamış mıdır? İttihat ve Terakki’nin bir amacı vardı. Onlara göre bütün problemlerin kaynağı Sultan II. Abdülhamid’in yönetimi idi. Bu yönetime son verildiğinde her şey düzelecekti. Bu amaç doğrultusunda hareketlerini sür-

* İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Yakınçağ Tarihi Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi

dürdüler ve Abdülhamid yönetimine son vermek hususunda, eğer buna başarı denilecekse, başarılı oldular. Ancak bu başarı, dokuz yıl gibi kısa bir sürede Osmanlı Devleti’nin sonunu getirdi. Ermeni tedhiş örgütleriyle işbirliği yaptılar; 21 Temmuz 1905’te Osmanlı hükümdarına yapılan bombalı suikasti alkışladılar. Muhalif sesleri/gazetecileri katlederek susturdular. Karşı oldukları, dilinden düşürmedikleri II. Abdülhamid sansürünü mumla arattılar. Genç Öncüler: İttihad Terakki ne gibi faaliyetlerde bulunmuştur? Sultan II. Abdülhamid’i tahttan indirme girişimlerinin tamamı, saltanatının ilk yıllarında ismi İttihat ve Terakki olmasa da, bu zihniyetin faaliyetleridir. Zira İttihat ve Terakki, aynı zamanda bir zihniyetin adıdır. Bu girişimlerin tamamı başarısızlıkla sonuçlanmıştır. 1896’da, 1897’de; yani II. Abdülhamid iktidarının oturduğu/pekiştiği yıllarda dahi bu girişimlerde bulunmuşlardır. Genç Öncüler: İttihad Terakki varoluşunda ve faaliyetlerinde dış destek almış mıdır? Elbette, tarihin her döneminde; günümüzde, gelecekte olabileceği gibi II. Abdülhamid muhaliflerine, dolayısıyla İttihat ve Terakki’ye dışarıdan destek olmuştur. Unutmamak gerekir ki Osmanlı hükümdarları, 1517’den sonra sadece Osmanlı

Devleti’nin padişahları değil, halife olarak aynı zamanda bütün Müslümanların siyasi liderleri idi. Sultan II. Abdülhamit, şüphesiz halifeliğin siyasi gücünü en iyi kullanan padişahlardan biridir. Bu, başta İngiltere olmak üzere, sömürgeci devletleri rahatsız etmiştir. 93 harbinde, 1897 Osmanlı-Yunan savaşında, dünya Müslümanlarının, bilhassa Hindistan Müslümanlarının maddi desteği olmuş; bu destek daha sonra Trablusgarp, Balkan ve I. Dünya savaşlarında da sürmüştür. İstiklal savaşı sırasında Hindistan Müslümanlarının yardımları büyük olmuştur. Tabiatıyla dış güçler, II. Abdülhamid gibi uluslararası arenada güçlü bir hükümdarın iktidardan uzaklaştırılması için her çabayı göstermişlerdir. Genç Öncüler: Sultan 2. Abdülhamid Han İttihad Terakki’ye karşı nasıl bir tutum sergilemiştir? İttihatçıları sıkı sıkıya takip etmiştir. Denilebilir ki, II. Abdülhamid, kendine has yönetim tarzını, “istibdad devri” dedikleri idare şeklini tatbik etmesinin temel nedeni bu yıpratıcı, dış destekli muhalefettir. İki padişahı tahttan indiren, birini intihar süsüyle katleden, kendisine karşı defalarca darbe girişiminde bulunan; asker, sivil devlet adamlarıyla baş etmenin/saltanatını, iktidarını korumanın yolu “istibdat devri” dedikleri bu yönetim tarzıyla mümkündü. Başka türlü de Mart’15 • 19


Röportaj

Karantina İttihat-Terakki ruhu; maceracı, çapsız; yönetme kabiliyetinden yoksun insanların ikti-

fedakãrlık, dürüstlük, vatan ve millet aşkı

II. Abdulhamid ve Sansür Meselesi

gerektirir. Vatanperverlik, dürüstlük önem-

Furkan YUSUF

dar hırsıdır. Bu ruh her zaman vardır; kendini hissetirir. Devlet yönetmek; hükümet etmek kolay değildir. Yetenek, cesaret, basiret ve

lidir ama yönetmek için yeterli değildir.

S

olamazdı, ya da Sultan Mehmet Reşat devri gibi olurdu. Mehmet Reşat’ın dokuz yıllık saltanatında olup bitenleri, devletin nasıl tüketildiğini biliyoruz. Genç Öncüler: Günümüzde İttihad Terakki ruhu hala yaşamaktadır diyebilir miyiz? Günümüzde hangi girişimler İttihad Terakki ruhunun hala yaşamakta olduğuna örnek teşkil edebilir? İttihat-Terakki ruhu; maceracı, çapsız; yönetme kabiliyetinden yoksun insanların iktidar hırsıdır. Bu ruh her zaman vardır; kendini hissetirir. Devlet yönetmek; hükümet etmek kolay değildir. Yetenek, cesaret, basiret ve fedakãrlık, dürüstlük, vatan ve millet aşkı gerektirir. Vatanperverlik, dürüstlük önemlidir ama yönetmek için yeterli değildir. İttihat-Terakki mensuplarının pek çoğu elbette vatanperverdi. Ama yönetmek için yeterli olmadıkları, iktidarı ele aldıktan kısa bir süre sonra ortaya çıktı ve bunu da iktidarları döneminde gösterdiler.

yazdığınız/hikaye ettiğiniz tarih değildir. Tarih şuuru dediğimiz, aslında ülkenin/milletin geleceği endişesidir. Bu endişe zihinlerde yer ediyorsa, geçmişte yaşanan hataları tekrar etme; bilerek veya bilmeyerek riski ortadan kalkar. Yöneticiler, askerler, diplomatlar; bilim insanları; ülkenin dünya devletleri arasında olması gereken yerde olması için çalışmayı, gayreti yegãne hedef belir-

Genç Öncüler: Son olarak günümüzde İttihat Terakki ruhunun ürünü olan girişimler karşısında tarihteki tecrubemizle nasıl bir tavırda bulunmamız gerekmektedir? Tarihin doğru yazılması ve yetişen nesillere sağlıklı okutulması ile mümkündür. Eğer tarihi olayları, geçmişi doğru yazıp okutamıyorsanız; ideolojik yaklaşımlarınıza mahkum ediyorsanız 20 • Mart’15

lerler. Bu doğrultuda çalışırlar. Aslolan, geçmişte yaşananların toplamı olan tarihin, ki bu aynı zamanda tecrübedir, doğru aktarılmasıdır. Tarih şuuru da ancak böyle meydana gelir. Oluşturulan algılarla, ideolojik saplantılarla sakat bir tarihten tarih şuuru beklenmemelidir.

ultan II. Abdülhamid Han dönemi düşünüldüğünde basın ve yayın alanında akla ilk gelen husus şüphesiz ki sansürdür. Gazete, kitap ve dergi başta olmak üzere yazılı eserlerin ’’dine, devlete, âdâb-ı umûmiyeye ve kanunlara’’ uygun şekilde basılmasını sağlamak, yurt dışından ithal edilen neşriyatın ’’muzır’’ olup olmadığını tespit etmek için uygulanan, Abdülhamid’in hatıra defterinde; çeşitli çalkantılar içinde ayakta durmaya çalışan ülkeme, şifa yerine zehir sunmak isteyenlerin önüne geçmenin adı sansürdür diye ifade ettiği bu uygulama, özellikle saltanatının son yıllarından itibaren tartışmalara sebep olmuş, Cumhuriyet’in ilanından sonra da sayısı hızla artan hatıratlarda eleştiriye tâbi tutulmuştur. Bu hatıratlarda ve bunlara dayanarak yapılan çalışmalarda öncelikle dönem şartları düşünülmeden tek taraflı bir bakış açısıyla değerlendirme yapıldığını görüyoruz. Bunda Abdülhamid’in kişiliği, kendisini saraya kapatması ve dışarıyla ilişkilerini de görünmeden var olma prensibi ile devam ettirmesinin payı olduğu doğrudur. Bu

tutum dönemin devlet liderlerinin bir çoğu için geçerlidir. Aynı şekilde sansür meselesinde de fikir hürriyeti konusunda ön sırada gösterilen devletlere baktığımızda; Fransa’da İkinci İmparatorluk döneminde modern edebiyatın önemli örneklerinden olan Flaubert’in Madame Bovary (1856) adlı romanının ve buna benzer bir çok eserin yayınlandıktan sonra kamu ahlâkına aykırı görülerek yazarları hakkında dava açıldığı ve kitaplarının toplatıldığı düşünüldüğünde,1 19. Yüzyılda basın-yayın üzerindeki devlet kontrolünün derecesi anlaşılmaktadır. Nitekim Osmanlı Devleti’nde hazırlanan 1864 tarihli Matbuat Nizamnamesi de Avrupa Devletleri ve özellikle Fransa’da 1852 yılında çıkan basın kanunu esas alınarak hazırlanmış ve 1909 yılına dek yürürlükte kalmıştır. Abdülhamid döneminde günlük gazeteler Dahiliye Nezâreti’ne bağlı Matbuat İdaresi, kitap ve dergiler ise Maarif Nezâreti bünyesinde kurulmuş olan Encümen-i Teftiş ve Muayene olmak üzere iki farklı kurum tarafından kontrol edilmişMart’15 • 21


Karantina

Karantina Ahmet Midhat Efendi

tir. Biz ise bugün yazımızda Abdülhamid dönemi kitap ve dergi sansürü konusunu ele alacağız.2 Takvimler 24 Eylül 1883 tarihini gösterdiğinde dönemin önemli gazetelerinden Tercüman-ı Hakikat gazetesinin İcmâl-i Ahvâl bölümünde gazetenin başyazarı, dönemin en önemli edebiyat ve gazetecilerinden, aynı zamanda da Maarif Nezâret’ine bağlı Matbaa-i Amire’nin müdürü olan Ahmet Midhat Efendi, Encümen’in özellikle edebi neşriyat yapmak isteyenlere çıkardığı güçlüklerle ilgili şiddetli bir eleştiri yazısı ele alır. Yazara göre Adliye ve Zaptiye’de yapılması düşünülen ıslahat çalışmaları sadece bu kurumlarla sınırlı kalmamalıdır. Efendi tam bu noktada sözü Maarif Nezâreti’ne getirir. Maarif Nezâreti’nin gerek okul sayısını artırmak gerekse eğitim kalitesini yükseltmek anlamında gösterdiği gayretlerini övmekle beraber nezâret’in asli görevleri arasında sayılan kitap ve dergi basımını teşvik konusunda arzu edilen noktada olmadığını belirtir.3 Ahmet Midhat Efendi, basım-yayım hareketlerini koordine etme ve özellikle ’’neşriyat-ı muzırranın men’i’’ için böyle bir kontrol mekanizmasının yani Encümen’in varlığının bir zorunluk olduğundan bahseder ve dahi bunu tartışmaz. Onun asıl meselesi ise Encümen’in çalışma anlayışı ile ilgilidir. Encümen âzaları görevlerini suistimal etmekte, önlerine gelen her edebi eserin basımına engel olmakta ve bunu yaparken de büyük 22 • Mart’15

makamlardan aldıkları emirler üzerine böyle davrandıklarını söylemektedirler. Ahmet Midhat Efendi’ye göre bu denilenler tamamen uydurma bir mazarettir. Encümen, izlediği yolla mesuliyetini üzerinden atmaya çalışmakta ve herkese garip gelebilecek uygulamalarını saklamaya çalışmaktadır. Dolayasıyla Maarif Nezâretine bağlı bu kurum, Nezâretin asli görevini yani ülkede bigi ve kültür düzeyini arttırma misyonunu engelleyen bir kurum haline gelmiştir. Bu sebeple ıslâhat yapılacaksa bu projenin içine Encümen de dahil edilmelidir. Ahmet Midhat Efendi’nin yazısına dikkatle baktığımızda, Matbaa-i Amire müdürü olarak aynı nezârete bağlı başka bir kurumun başında olan yazarın, eleştirilerini Encümen’e yöneltirken asıl hedefinin kurumdan ziyade kişilere ve idare anlayışlarına olduğunu görürüz. Yazı hayatı boyunca Abdülhamid’e bağlı kalmış bir gazetecenin Encümen-i Teftiş gibi önemli bir müessese etrafında böyle bir çıkış yapması, içeriden bir eleştiri olarak oldukça önemlidir Ahmet Midhat Efendi’nin eleştiri yazısından dokuz gün sonra Encümen, yazının çıktığı Tercüman-ı Hakikat gazetesinde bir tekzip metni yayınlar. Yayınlanan yazının altında imza bulunmaması ve aradan dokuz gün geçtikten sonra yayınlanması gerçekten düşündürücüdür. Tekzip yayının ardından üç buçuk ay geçtikten sonra sular durulmuş sanılırken Encümen beklenmedik bir şekilde Ahmet Midhat Efendi’den yazdığı eleştiri yazısı yüzünden davacı olur. Encümen’in hemen dava açmayıp aradan bu kadar süre geçtikten sonra harekete geçmesinin sebebi belli değildir. Ohannes Efendi başkanlığında toplanan mahkemede özetle şunlar gerçekleşir: Encümen adına İlyas Matar Efendi ve Tercüman-ı Hakikat gazetesi adına Ahmet Midhat Efendi savunmalarını yaparlar. Davacı durumda bulunan Encümen, Ahmet Mithat Efendi’den yazdıklarını ispat etmesini ister.

Davalı durumda bulunan Ahmet Midhat Efendi’nin Encümen’e yönelik suçlamaları ana hatlarıyla şu şekildedir. ’’Encümen siyasetle ilgisi olmayan bir esere bile siyaset perspektifinden yaklaşmakta, her kelimede ayrı bir imâ aramaktadır. Encümen saçma sapan şeyler olarak gördüğü edebi nitelikteki kitap ve dergilerin neşrinde zorluk çıkarmakta ve bu tip neşriyâta izin verilmemesinin sebebi olarak muhataplarına büyük makamlardan aldıkları emirleri gerekçe göstermektedir. Eser neşri için gereken ruhsatın gecikme nedenini soran yazar ve yayıncılar, Encümen âzaları tarafından hakarete uğramaktadır. Herhangi bir Encümen âzasının ruhsat vermediği bir kitabı başka bir âza onaylayabilmekte ve bir neşriyatı yalnızca bir memurun kontrol etmesi sebebi ve buna benzer hadiselerden ötürü Encümen üyeleri arasında tutarsızlık son safhadadır.’’ Aralarında Mizancı Murad Bey ve Muallim Naci Efendi’nin de bulunduğu şahitler dinlenir Nihayet 28 Şubat 1884 tarihinde mahkemenin kararı açıklanır. Soruşturma sonucunda Encümen-i Teftiş oybirliği ile haksız bulunmuştur. Nitekim Encümen, davacı olarak geldiği mahkemeden haksız ve hatta davalı olarak döner. Her ne kadar karar sonucunda Encümen reisi ve üyelerinde büyük bir değişiklik yapılmamışsada dönem şartları içinde Encümen-i Teftiş’in başka bir devlet kurumu tarafından yaptığı icraatlar noktasında haksız bulunması tek başına önemli sayılmalıdır. Karar Ahmet Midhat Efendi cephesinde büyük bir sevinçle karşılanır. Çıkan sonucu Padişah’ın adaleti ve saltanatının bir tezahürü olarak gören Ahmet Midhat Efendi konu ile ilgili yazdığı başka bir yazıda Sultan Abdülhamid’e dua eder. Yukarıda bahsettiğimiz örnek hadiseden anlaşılacağı üzere Padişah kendi kurduğu bir kurumun, Encümen-i Teftiş ve Muayene’nin başka bir devlet kurumu tarafından soruşturulmasına izin vermiştir. Ayrıca Şurâ-yı Devlet bizzat padişahın çok önem verdiği bir kurumu haksız bulma cesaretini göstermiştir. Bütün bunlar ise adı ‘’istib-

dat’’ kelimesiyle birlikte düşünülen Sultan II. Abdülhamid Han dönemi hakkında karar vermenin ve bu konuda kesin bir fikre varmanın zorluğunu göstermektedir.4 Dipnotlar 1 Ali Şükrü Çoruk, Abdülhamid Döneminde Kitap ve Dergi Sansürü, İstanbul 2014, Kitabevi Yayınevi, Önsöz s. 4. 2

Günlük gazeteler ile ilgili sansür politikası ve Matbuat İdaresi’nin tutumu hakkında detaylı bilgi için bkz. Fatma Demirel, II. Abdülhamid Döneminde Sansür, İstanbul 2007.

3 ‘’Islâhât-ı cedideye muhtaç olan devâir meyanında Nezâret’i Celile-i Maarif dahi hariç kalamaz. Vâkı’a mekteb-i ibtidâiyye ve sâniye ve âliyemizin gerek teksirleri ve gerek terakki-i intizâmları cümleyi müteşekkir bırakacak bir surette ise de Maârif-i Umûmiyemizin en mühim şuabâtından olan telif ve tercüme maddesi hiçbir kimseyi memnun edecek teşvikâta nâiliyet şöyle dursun mâniiyyet-i kat’iyyeden henüz kendisini kurtaramadı. Bkz. Ali Şükrü Çoruk, Abdülhamid Döneminde Kitap ve Dergi Sansürü, İstanbul 2014, Kitabevi Yayınevi, s. 6. 4

Ali Şükrü Çoruk, Abdülhamid Döneminde Kitap ve Dergi Sansürü, İstanbul 2014, Kitabevi Yayınevi, s. 93.

Mart’15 • 23


Karantina

Karantina

Kronolojİ

• 31 Ağustos 1876 Sultan İkinci Abdulhamid Han 34.Osmanlı Padişahlı olarak tahta çıktı.

• 7 Eylül 1876 Abdulhamid Han’ın Kılıç alayı merasimi yapıldı • 29 Ekim 1876 Osmanlı ordusu Alezinaç zaferini kazandı. • 31 Ekim 1876 Ruslar Osmanlı Devleti’ne ultimatom verdi

• 19 Aralık 1876 Mütercim Rüştü Paşa istifa etti ve Mithat Paşa ikinci defa sadrazam oldu.

• 31 Aralık 1876 İstanbul’da Balkan krizini görüşmek üzere uluslar arası bir konferans (Tersane Konferansı) toplandı. • 18 Ocak 1877 Tersane konferansının teklifleri görüşülmek üzere Bab-ı Ali’de bir meclis-i umumi toplandı. • 5 Şubat 1877 Sadrazam Mithat paşa sürgüne gönderildi

• 24 Nisan 1877 Rusya Osmanlı Devleti’ne harp ilan etti. Balkanlar ve Doğu Anadolu Rus işgaline uğradı. • 31 Ocak 1878 Edirne mütarekesi imzalandı • 4 Şubat 1878 Ahmet Vefik Paşa sadrazam oldu • 3 Mart 1878 Ayestefanos anlaşması imzalandı.

• 23 Aralık 1876 Birinci Meşrutiyet ilan edildi. Kanun-i Esasi kabul edildi. 24 • Mart’15

• 13 Mart 1880 İstanbul’da kız idadisi açıldı

• 20 Mayıs 1878 Çırağan vakası denen baskın gerçekleştirildi. • 4 Haziran 1878 Osmanlı ile İngiltere arasında akdedilen bir anlaşmaya göre Kıbrıs, İngiltere’ye bırakıldı.

• 28 Şubat 1877 Sırp sulh protokolü imzalandı • 19 Mart 1877 Sultan İkinci Abdulhamid Han, Birinci Meclis-i Mebusanı açtı.

• 11-12 Temmuz 1882 Mısır meselesinin ortaya çıkması ve Mısır’ın İngilizler tarafından işgali.

• 13 Temmuz 1878 Ruslarla Berlin anlaşması yapıldı. • 1878 Sırbistan, Karadağ ve Romanya müstakil birer devlet oldular.

• 1878 Bulgaristan prensliği ortaya çıktı. Ermeni meselesi ortaya çıktı. • 1878 Bosna-Hersek, Avusturya Macaristan’ın işgal ve idaresine terk edildi. • 1878 Makedonya meselesi ortaya çıktı.

• 1880 Vergi reformu yapıldı. Yafa-Kudüs demiryolu hattı tamamlandı. • 12 Mayıs 1881 Tunus, Fransa tarafından işgal edildi.

• 27 Haziran 1881 Yıldız mahkemesi kurularak Abdulaziz Han’ı öldürten Mithat ve diğer paşalar Taif zindanına hapsedildi. • 2 Temmuz 1881 Teselya ve Narda Yunanistan’a katıldı

• 1886 Adana-Mersin demiryolu hattının tamamlanması. İttihad-i Osmani Cemiyeti’nin kurulması • 1891 Hereke fabrikasının halı kısmının açılması

• 17/18 Nisan 1897 Osmanlı Devleti Yunanistan’ın tecavüzüne fiilen karşılık verdiği gibi Yunanistan’a resmen savaş ilan etti.

• 2 Ocak 1882 Sanayi-i Nefise mektebi kuruldu. Osman Hamdi Bey Bu okulun müdürü oldu

• 5 Kasım 1901 Fransızlar Midilliye asker çıkardı

• 17 Aralık 1908 İkinci meşrutiyet devril ilk meclis-i mebusan’ın toplanması

• 18/19 Mayıs 1897 Yunanistan’a karşı Dömeke Zaferi kazanıldı • 4 Aralık 1897 Yunanistan’la anlaşma yapıldı

• 1901 1908 Hicaz demiryolu hattının yapımı

• 13 Nisan 1909 31 Mart hadisesi

• 1902 Yemen isyanlarının tekrar başlaması • 1892 Haydarpaşa –İzmit demiryolu hattının açılması • 1893-1896 İstanbul-Selanik demiryolu hattının yapımı • 25 Kasım 1893 Orhun kitabelerinin okunması

• 1897 Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl Siyonizm kongresinde İsrail Devleti’nin prensiplerini ortaya attı • 30 Aralık 1898 Gülhane Askeri Tıp Akademisi açıldı • 1899 Bağdat demiryolu imtiyazının Almanlara verilmesi

• 20 Aralık 1881 Duyun-ı umumiye idaresi kuruldu.

can’daki okullarda Türk dil yasağı kaldırıldı

• 1904 Haydarpaşa rıhtımının hizmete açılması • 21 Temmuz 1905 Ermenilerin Abdulhamit Han’a bombalı suikast girişimi • 1906 Akabe meselesi • 10 Haziran 1908 Reval mülakatı

• 10 Temmuz 1894 İstanbul’da büyük deprem • 1894 Sason’da ermeni olaylarının başlaması

• 31 Ağustos 1900 Darul fünun-ı Şahane’nin açılması

• 1895 Baruthane-i Amire’de dumansız barutun imal edilmesi

• 1900 Hicaz demiryolu inşasının başlaması

• 1896 Girit isyanının alevlenmesi

• 1900 Abdulhamit Han’ın gayretleriyle Azerbay-

• 23 Temmuz 1908 2.Meşrutiyetin ilanı, Bosna –Hersek’in Avusturya’nın eline geçmesi • 6 Ekim 1908 Girit Rumlarının adayı Yunanistan’a bağladıklarını ilan etmeleri

• 19 Nisan 1909 Hareket ordusunun yeşilköye varması • 1909 Adana’da Ermenilerin ayaklanması • 1909 Gayr-i Müslimlere bedel yerine askerlik hizmeti konulması • 27 Nisan 1909 2.Abdulhamit Han’ın tahttan indirilmesi, yerine beşinci Mehmet Reşad’ın tahta çıkarılması

• 10 Şubat 1918 Sultan Abdulhamit Han’ın vefatı.

Mart’15 • 25


Karantina

Karantina Kudüs-Yafa Ankara-İstanbul ve Hicaz demiryollarını yaptırdı.

Dünyanın ilk torpido atan denizaltısını tamamen kendi parası ile yaptırdı. Devrinde Osmanlı donanması dünyanın ikinci donanması idi.

Terkos’un sularını istanbul’a getirtti.

Daha sonra Çanakkale Savaşı’nı kazandıracak olan topları yaptırdı ve Çanakkale’yi tahkim ettirdi.

Osmanlı ülkesine ilk otomobili getirdi.

İlk modern eczanemizi açtırdı.

Sadece Anadolu’da 14 bin ilkokul açtı.

İlk defa elektriği ve gazı getirdi. Beş bin km karayolunu yaptırdı.

Yıldız Çini fabrikasını, Beykoz ve Kağıthane kağıt fabrikalarını kurdu.

Ziraat Bankası’nı kurdu.

Telefonu Avrupa ile aynı zamanda ülkemize getirtti.

Sultan Abdülhamid Han’ın

Hizmetlerinden Bazıları 26 • Mart’15

Yerli kumaş giydi, Hereke bez fabrikası ve Feshane’yi kurdu.

Hindistan, Cava, Afganistan, Çin, Malezya, Endo­nezya, Açe, Zengibar, Orta Asya ve Japonya’ya elçiler ve din adamları gönderdi.

İlk kuduz hastanesi (İstanbul Darü’l-Kelb Tedavihanesi)ni açtırdı.

Modern matbaa makinelerini Türkiye’ye getirtti, üc­retsiz kitap dağıttırdı, 6 bin kitabı tercüme ettirdi.

Kızlarımız için kız öğretmen ve kız meslek, kız sağlık meslek okullarını açtırdı.

Beyazıt kütüphanesini kurup -10 bini el yazması ol­mak üzere- tam 30 bin kitap bağışladı.

Osmanlı ülkesinde dünyanın ilk dişçilik okulunu kur­du

Dünyanın ilk metrolarından birini KaraköyTaksim arasına yaptırdı atlı ve elektrikli tramvaylar kurdu

Mart’15 • 27


Karantina

Karantina

II.ABDÜLHAMİD’İN TAHTTAN

Selanik’ten ayrılmak istemeyen Abdülhamid’e

İNDİRİLMESİNDEN SONRAKİ HAYATI

kerle birlikte memleketimi müfafaa ederim: ölür-

Ziya DEDE

düz çıkmak şartıyla Selanik’ten ayrılmayı kabul

tehlikeden bahsedilince, ‘’Bende bir silah alır, assem şehid olurum’’ cevabını verdi ve devleti bu duruma düşürenlere beddua etti. İstanbul’a güneden Abdülhamid, İstanbul’dan gönderilen Alman

M

eclisin hal kararının ardından padişaha tebliğ etmek üzere seçilen heyet, ayandan Ermeni Aram, Bahriye feriği Laz Arif Hikmet, Selanik mebusu Yahudi Karasu ve Draç mebusu Arnavut Esat Toptani’den oluşmaktaydı. Sultan Abdülhamid Meclis-i Milli’ye Çırağan Sarayı’nda oturmak istediğini bildirdiği halde, Hareket Ordusu’nun artık diktatörce davranan kumandanı Mahmud Şevket Paşa, el çabukluğuyla tahtından indirdiği gece onu Selanik’e gönderdi. Eşyasını dahi alamadan birkaç bavulla gece yarısı Yıldız Sarayı’ndan çıkarılan Abdülhamid, aile ve maiyet efradından oluşan otuz sekiz kişi ile Sirkeci’den özel bir trenle Selanik’e götürüldü. Binbaşı Fethi Bey, kırk Selanik jandarması ile muhafızlığına tayin edildi.

Selanik’te Alatini Köşkü’ne yerleştirilen Abdülhamid, orada vaktini marangozluk ve demircilikle geçirdi. Abdülhamid saltanatta iken, Bulgar Kilisesinin Rum Patrikhanesi’nden ayrılmasından beri Balkan devletleri arasında devam eden kilise mallarının aidiyeti konusundaki anlaşmazlıktan faydalanmış ve bunların osmanlılara karşı ittifak oluşturmalarına engel olmuştu. Fakat İttihatçıların, 3 Temmuz 1911 tarihli bir kanunla, kilise ve mekteplerin hangi unsura ait olduğunu nüfus nispetine göre tayin etmeleriyle aralarındaki ihtilaf kalktı ve Balkan milletleri, Osmanlı Devleti’ne karşı birleşerek Balkan savaşlarını başlattılar. Kendisine gazete verilmediği için bu gelişmelerden haberdar olamayan Abdülhamid’in, düşma-

Selanik, Alatini Köşkü

28 • Mart’15

sefaretine ait Loreley savaş gemisiyle 1 Kasım 1912’de getirilerek Beylerbeyi Sarayı’na yerleştirildi. Hayatının son yıllarını burada geçirdi. nın Selanik’e yaklaşması İstanbul’a nakledilmesine karar verildi. Durumu kendisini almaya gelen heyetten öğrenen Abdülhamid, Balkan ittifakına ve bu ittifaktan hükümetin haberdar olmamasına hayret etti. Dört Balkan devletinin ittifakını duyar duymaz kiliseler meselesinin halledilip edilmediğin sordu. Halledildiğini öğrenince de ittifakı buldu. Selanik’ten ayrılmak istemeyen Abdülhamid’e tehlikeden bahsedilince, ‘’Bende bir silah alır, askerle birlikte memleketimi müfafaa ederim: ölürsem şehid olurum’’ cevabını verdi ve devleti bu duruma düşürenlere beddua etti. İstanbul’a gündüz çıkmak şartıyla Selanik’ten ayrılmayı kabul eden Abdülhamid, İstanbul’dan gönderilen Alman sefaretine ait Loreley savaş gemisiyle 1 Kasım 1912’de getirilerek Beylerbeyi Sarayı’na yerleştirildi. Hayatının son yıllarını burada geçirdi. I. Dünya Savaşı’nın en buhranlı günlerinde hükümette en nüfuzlu kimseler olan Talat ve

Enver paşalar, İshak Paşa’yı Beylerbeyi Sarayı’na göndererek Abdülhamid’in tecrübelerinden faydalanmak istediler. Eski padişah artık verebileceği hiçbir fikir ve tavsiye edebileceği hiçbir tedbir kalmadığını, devletin daha savaşa girdiği gün yıkıldığını belirterek dünya denizlere hakim devletlere karşı, kara devleti Almanya ve Avusturya yanında savaşa girişilmiş olmasının çok büyük bir sorumsuzluk olduğunu söyledi. Abdülhamid’in kıymeti bu dönemde daha iyi anlaşıldı. Saltanatı döneminde aleyhinde bulunan pek çok aydın onun lehinde yazılar yazmaya başladı. 10 Şubat 1918 pazar günü hayata gözlerini yuman Abdülhamid’in cenazesi Topkapı Sarayı’na nakledilerek teçhiz ve tekfini orada yapıldı. Sultan Reşad’ın iradesiyle, ölümünün ertesi günü padişahlara mahsus muazzam bir törenle Divanyolu’ndaki II. Mahmud Türbesi’ne defnedildi. Mart’15 • 29


Karantina

Karantina

Abdülhamid’in Projeleri

1900 Hamidiye Köprüsü Bağdat - Musul Vilayetlerindeki Petrol Yataklarını Gösteren Harita

1891 Denizaltı Çelik Tünel Projesi 1902 Tüp Geçit (Tünel-i Bahri)

30 • Mart’15

Mart’15 • 31


Atölye

Atölye

İSLAM DEVLETİ-HİLAFET MEVZUU TARTIŞMA, TEORİ VE SONRASINA DAİR Ali Tarık PARLAKIŞIK

İ

A. İDAREYE/YÖNETİME DAİR

dare1/yönetim2 mühim bir iştir. Mühimdir; çünkü toplu halde hayat süren insanlar, bir toprak üzerinde hayatta iken, her nevi ilişki içinde bulunabilirler. Makrodan mikroya ruhî/psikolojik, ferdî, içtimaî her ilişki, insanlar arasında vuku bulurken, maddi bir tekevvünü doğurur/barındırır. Ve tabii ki de bu tekevvünlerin tezahürleri, meseleye dâhil olur. İdare ve(ya) yönetim dediğimiz meselenin içerisinde, her nevi idarî mekanizmalarda ve bu mekanizmaların işleyişlerinde, her nevi düzenlemeyi müşahede edebiliriz. Cezaî müeyyideler-işlemler de buna dâhildir, kanunî düzenlemeler de. Mamafih bu nazar ‘devlete bağlı, iktidara bağlı, otoriteye bağlı’ yahut ‘bir baskı aracına bağlı’ bir nazar değildir. Devletin varlığını söz konusu etmek, bir baskı mekanizmasından, tepeden insanların ve halkın sırtına indirilen bir tokmak manasına gelmez. Bunu yapan menfi bir devlettir. Yine aynı şekilde baskıyı veya zulmü veya küfrü nizamî manada ahenkleştiren, içselleştiren devlettir bu. İslam’da, zalim idarecilere karşı takınılacak tavır göz önüne aldığında, zaten İslam’ın müntesipleri için, mesele aşikâr olarak ortadadır. ‘İdare/yönetim mühim bir iştir’ dedik başta. Bu işaretlediğimiz nokta, esasen birçok meseleyi barındırıyor. Makrodan mikroya idareyi çepeçevre kuşatan; başka bir tabirle, idarenin altında bulunan her nevi meseleden söz açmış oluyoruz.

32 • Mart’15

Bundan mülhem, diyebiliriz ki; insan topak topak meselelere muhatap ve topak topak meseleler insana muhatap ise ‘insan ve idare’nin ehemmiyeti de belli oluyor. ‘İnsan ve Devlet’, ‘İnsan ve Hükümet’, ‘İnsan ve Hükmetme’, ‘İnsan ve Yönetim’ mevzularında/ mevzusunda; (en temelde) insandan, insana bir ilişki vardır. İslami bir devlette, bu ilişkinin boyutunu, kapsamını, şeklini, biçimini, gereğini, muhteviyatını, ihtiyacını, gerçekleşmesini, oluşmasını İslami naslar belirler. Kur’ân’da ve Sünnet’te, İslami bir yönetimin esasları mevcuttur. İslami umdeler, hayat vakıasının bütününe şamildir. İslam, fert ve toplum için umdeler koymuştur. İslami umdeler, bir ferdin her anına hükmeder. Kendisini yaratan Allah’a iman eden, Allah’ın kendisini her an gördüğünü bilen, sadece ve sadece Allah’ın rızasını kazanmaya cehd eden bir insan; yönetim ve mekanizmalarını, Allah’ın istediği şekilde gerçekleştirir, çalıştırır. B. İSLAM DEVLETİ-HİLAFET(’E DAİR) İslam’da; devlet ve devlet meseleleri, mühim meselelerdir. Müslümanlar, gayri Müslimler, yönetim ve yönetim mekanizmalarında bulunanlar gibi farklı buudlardan meselenin farklı veçheleri vardır. Mühim ve ciddi bir meseledir, İslam’da yönetim. İslam’ın; devlet ve devlet mekanizmalarının işleyişi, kontrol mekanizmaları ilh. meselelerinde

kendine has hususiyetleri vardır. İslam’ın ayırıcı hususiyetleri, kendini bu meselede de gösterir. (Not: İslam Devlet/Hilafet/İslami Yönetim’in (bazı) meselelerini izah etmeden önce belirtilmesi gereken iki nokta var; a)Yazının bu ‘İslam DevletiHilafet’e Dair’ isimli bölümünde bazı meselelerin açıklanması, yorumlanması ve bazı tespitlerin haricinde (ki, buralar kendini bir şekilde belli eden bölümlerdir); farklı, yeni ve tespit kelimelerinin manaları ile ifade edebileceğimiz bir bölüm değildir. Yazının bu ikinci bölümünde daha çok, Hilafet’e dair yapılan izahları ilh. sunduk. b) Bu bölümün gayesi, Hilafet’i tasvirî ve mana itibariyle sunmak olduğu için, buraya dâhil edilmeyen ama Hilafet mevzuunda mühim olan meseleler vardır (Ehl-i Hal ve’l-Akd, Şura meclisinin üyeleri gibi).) Hilafet’i mevzubahis ettiğimiz de, ilk anda iki mesele gözümüzün önünde ışıldar; a) Allah’ın indirdiği ile hükmetmek. b) İslam Ümmetinin vahdeti. “Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Tâğut’a inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, Tâğut’un önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Halbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.”3, “(Sana şu talîmatı verdik): Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır.”4, “Yoksa onlar (İslâm öncesi) cahiliye idaresini mi arıyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?”5; gibi ayetler aşikâr bir şekilde, Allah’ın bir hükmünün olduğunu ve uygulanması icap ettiğini bildirir. Öte yandan, vahdet burada mühim bir yer teşkil ediyor. İslam Ümmeti; kan bağını aşan, akide bağı ile birbirlerine bağlı fertlerden teşekkül etmiştir. Siyaseti de, bu şekildedir. B. 1. Hilafet, Halife, Biat, Şura Nedir? B. 1. 1. Hilafet ve Halife ‘Hilafet’ (yahut ‘İmamet’); İslami naslara, umdelere bağlı yönetim idare şeklidir. Başında ki devlet başkanına, ‘Halife’ denir (‘İmam’ dendiğinde de aynı manaya gelir). Hz. Muhammed’in vefatından sonra, devlet başkanlığı makamına Hz. Ebu Bekr geçti. ‘Halife’ unvanı ilk Hz. Ebu Bekr için kullanılmıştır. İbn Hazm gibi meşhur bazı âlimler; ‘halife’ kelimesinin ma-

nasından dolayı, mezkûr unvan kelimesini sadece Hz. Ebu Bekr’e tahsis etmişlerdir. Hz. Ömer’e ise “Peygamber’in Halifesi’nin Halifesi” denmiştir. Daha sonradan “Emir-ül Mü’minin” unvanı da kullanılmıştır. “Bir makama istihlaf6 olunmadan geçen bir kimseye o makamı evvelce işgal eden zata izafeten “halife” denilmesi lugaten doğrudur. Bu itibarla riyaset-i âmme makamına Hz. Ebu Bekr’den sonra geçenlere de “halife” denilmesi için hiçbir mani mevcud değildir.”7 İbn Hazm, şöyle der: “Kur’ân da, Sünnet de imamın varlığını gerektiren naslar ihtiva etmektedir. Yüce Allah’ın “Allah’a itaat edin, Rasûl’e de itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de…” buyruğu bunlardan biridir. Bununla birlikte pek çok sahih hadis de vardır ki, imamlara (İslam devlet başkanlarına) itaati ve imametin gereğini açıkça ortaya koymaktadır… Diğer taraftan insanların Allah tarafından yükümlü olduğu tutuldukları mali konulara, suçlara, cezalara, evlenme ve boşanmalara vb. tüm hükümlere itaat etmeleri, zalimin zulüm yapmaktan alıkonulması dair hükümlerin uygulanması, Müslümanların kendilerini yönetmek üzere başlarına bir imam geçirmelerini gerektirmektedir.”8 Hilafet bir rejimdir, nizamdır, sistemdir; halife ise mezkûr rejimin, nizamın, sistemin başkanıdır. Hilafet9’in, lügat manası; bir fertten sonra gelip, (onun) yerine geçmek ve temsil etmek. İslam hukukçuları; Hilafet’i, umumi düzlemde Hz. Muhammed’in yerine geçme manasında kullanmışlardır. Fehmi Şinnavi’den, muhtasar bir izah: “Hilafet ve İmamet: O, İslam’ın biricik ideolojisidir. Uygulama düzeyinde, Tevhid Risaleti’ni temsil eden odur. Namazda ve Cuma Namazı’nda, İmamet; her sene gerçekleşen Hacc, Hilafet’te somutlaşan, İslam ümmeti arasında ki Tevhid ilkesinin, mütekerrir ifadeleridir. Hilafet, sadece Peygamber’in naibliği değil -ki onun niyabetini sürdürmek farzdır- Şeriat’ın korumasında Şeriat sahibine vekâlet etmektir.”10 B. 1. 2. Biat Hilafet ve Halife, izah edildikten sonra birkaç meselenin izah edilmesi gerekir. Bey’at/Biat meselesi… Kabul etmek, bir akitten razı olmak ve tasdik etmek gibi manalara gelen biat; İslami ıstılahta şu manaya gelir: Bir mükellefin, ehil bir cemaat (Ehl-i Hal ve’l-Akd) tarafından tespit edilen halifeye itaat edeceğine dair söz vermesi. Mart’15 • 33


Atölye Halifeye biat etmek, meşru bir halifeye itaatten başka bir şey değildir. Buhari’de geçen bir hadiste şöyle geçer; “Müslümanlar, gerek hoşlarına giden, gerek hoşlarına gitmeyen her hususta kendilerinden olan emir sahiplerine itaat ederler. Bununla yükümlüdürler. Ancak günah işlemeleri emredilirse, itaat etmezler.” Burada halifenin; meşru şartlara haiz olması, istişare-şura, zalim yönetici meselelerine ters bir durum söz konusu değildir. Biat sonucu ortaya çıkan itaat, İslami hükümlerle hudutludur. Esas olan Şeriat’a ittibadır. Biat; biat verebilenlerin, boynunda, biatı verdikten sonra emanet halindedir ve de vazgeçilmesi helal olmaz. Biat verildikten sonra bağlılık gerektirir. B. 1. 3. Şura Şûra meselesi… Şura lügatte şöyle geçer: “1) Danışma, istişare. 2) Danışma Meclisi. 3) Meclis, konsey, Sovyet. 4) Danışma toplantısı.”11 Terim olarak şu manaya gelir: Doğru reyi ararken, bir kısım fertlerin başka bir kısmının reylerine başvurmasıdır. İslami yönetimde; Şûra, temel umdelerden biridir. Allah, Şûra, istişare ile ilgili şöyle buyurur: “Yine onlar, Rablerinin davetine icabet ederler ve namazı kılarlar. Onların işleri, aralarında danışma iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da harcarlar.”12 “O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.”13 B. 2. İslam Devleti-Hilafet’te ki Bazı Meselelerin Bazı Hususiyetleri Buraya kadar İslami bir devlette bulunan bazı ‘mesele’leri vuzuha kavuşturduk. Ehl-i Hal ve’l-Akd gibi bazı ‘mesele’ler burada zikredilmedi. Dolayısıyla, İslami bir devletin yönetim cihazları bu kadar demiyoruz; bilakis, umumî havayı bir nebze solumuş oluyoruz. Burada Hilafet’te ki yönetimde, yönetim mekanizmalarında ve yönetim cihazlarında ki bazı hususiyetlere değineceğiz. (Burada, belirteceğimiz hususlar nevi membalardan derleme olarak (da) görülebilir.) İslam Fıkhı’na göre; İslami devlette, halkın bütün fertleri için muhafaza edilmesi gereken beş husus vardır; 34 • Mart’15

Atölye a) Nefsi Korumak, b) Nesli Korumak c) Aklı korumak, d) Malı korumak e) Dini Korumak İslami devlette, yönetimin umdeleri şunlardır; a) Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek b) Eşitlik, c)Adalet, d) Şûra, e) İtaat Halife adayında aranan şartlar şunlardır; a) İslam, b) Erkeklik, c) Teklif14, d) İlim e) Adalet, f) Kifayet15 Şûra üyelerinin nitelikleri şunlardır; a) İslam, b) İlim, c) Adalet C) SALTANAT/USUL-Ü VERASET VE TEGALLÜB Saltanat, devlet başkanlığının babadan oğla geçtiği sistemdir. Hz. Osman döneminde Şam Valisi olan Muaviye, Hz. Ali’nin şehadetinden sonra ki dönemde devlet başkanı iken oğlu Yezid’in kendisinden sonra devlet başkanı olmasını sağlamıştır. Muaviye döneminde tekevvün etmeye başlayan saltanat, siyasi buudu olan bir bidattır. İslam’da ‘ehliyet’ esastır. Devlet başkanlığı gibi bir makamda ise birçok meseleye rağmen sadece ve sadece babadan miras alınan bir başkanlığın müspet olmayacağı aşikârdır. Devlet başkanının/ halifenin oğlu, halifenin akabinde gerekli şartlara haiz ise ve gerekli mercilerin reyi doğrultusunda seçilmesi durumu ise haliyle saltanat ile ifade edilemez. Saltanat meselesi; üzerinde uzun uzun durulacak bir mesele değildir. Mamafih sık sık işitilen Hilafet-Saltanat ilişkisi meselesinden ötürü birkaç izah gerekiyor. Buraya geçmeden önce tegallübe de değinmemiz gerekir. Tegallüb; zorla malik olmak, demektir. Hilafet makamının tegallüb/zorlama ile ele geçirilmesi ise de; aşikârdır ki müspet değildir. Halifenin şartları, Şura’nın şartları gibi meseleleri göz önüne aldığımızda saltanat da, tegallüb yolu ile halife makamını ele geçirme de müspet olmadığı aşikârdır. Çünkü bir takım şartlar vardır ortada ve saltanat ve tegallübde de, bu şartları askıya alma vardır/durumu oluyor. Peki; saltanat ve tegallüb yolu ile halife makamı elde edildiği takdirde, Hilafet iptal olur mu? Saltanat ve tegallüb yolu ile halife makamını elde etmenin menfi olduğu aşikâr. Peki, saltanat ve tegallüb yolu ile halife makamının elde edilmesi durumunda; Hilafet’in yapısı, umdeleri var olsa bile Hilafet yok diyebilir miyiz?

İfade etmemiz gereken bir nokta var ki; tarihi dönemlerin bir kısmında tek halife olmamıştır ve de Hilafet’in yapısına ve umdelerine uymayan durumlar olmuştur. İkinci nokta ise; tegallübü, zorlama yolu ile halife makamını elde etme olarak izah ettik. Burada aşikâr bir durum var; ‘zorlama’ dediğimiz anda, halife makamında bulunan ferde bir yerlerde itaatin olmadığını da belirtmiş oluyoruz. Öte yandan halife makamına biri malik iken, bir ikinci kişi nasıl ‘zorlama’ yolu ile talip oluyor? Velhasıl… Devlet başkanlığının/halife makamının babadan oğla geçmesi de, tegallüb-zorlama yolu ile elde edilmesi de menfi iken, Hilafet’in yokluğunu belirtmek ne kadar doğru olur? Hilafet’in makam vasfını tefekkür ettiğimizde, yaptırıcı gücünü müşahede ed(ebil)iyoruz. Tarihi dönemlerde, halifenin bu manada arka düzleme atıldığına şahit olsak dahi; teori, ilke, fikir buudundan dillendirdiğimizde tatbik düzlemini ne kadar dikkate almamız gerekir? Bir makam ve remz olarak Hilafet; ehemmiyeti, işlerliği kullanılarak ifade edilen iki manaya da dikkat çekelim. Bu vesileyle “Hilafet belli bir zaman sonra sembolikti/sembolikleşti” diyerek ifade edilen menfi manaya dair mugalâtalara da değinmiş olalım. Bizim işaret etiğimiz manada ki remz meselesi; yukarıda da değindiğimiz gibi bir takım cihazlar içinde dahi olsa, halife makamından gelen bir sözün, isteğin, deklarenin ilh. ehemmiyete haiz olmasıdır. “Hilafet belli bir zaman sonra sembolikti/sembolikleşti” şeklinde dillendirilen mugalatalar ise; Hilafet’in, saltanat gibi cihazlar sayesinde belli bir süre sonra, ‘sadece sembolik (ve belki de duygusal)’ bir makam haline geldiği ve böyle bir makam olarak kaldığı, şeklinde kastedilen bir manadır. Bir kere farkında olarak veya olmayarak burada ifade edilen bir mesele vardır? Belli bir süre sonra, Hilafet’in bazı menfi devlet cihazları aracılığıyla “sembolikleştiği” dillendiriliyor. İfadenin içerisinde şu dillendiriliyor; sonradan katılan menfi devlet cihazlarından önce, Hilafet müspettir. Öncesinde müspet ise yapılması gereken sonradan ortaya çıkan menfi meselelerle birlikte müspetleri de mi atmaktır; yoksa müspetleri menfilerden arındırıp ortaya mı çıkarmaktır? Öte yandan; belli bir zümrenin icraatı, bir mekanizmayı nasıl bağlar?

D) HİLAFET’İN KALDIRILMASI VE SONRASINA DAİR16 Cumhuriyet rejimi, Osmanlı Devleti’nin yıkıldığı topraklar üzerinde kurulurken birçok değişiklik/ inkılâp yapıldı. Hilafet’in kaldırılması de bu değişikliklerden/inkılâplardan birdir. Hilafet’in kaldırıldığı (m.) 3 Mart 1924 tarihinde üç değişiklik yapılıyor. Bu üç değişikliğin alanlarının birbirleri ile taallukunu hatırda tutarak, bu üç değişikliği zikredelim; Siyasi veçhe; Hilafet’in ilga edilmesi. İslami siyasi idarenin, otoritenin esasları ilh. kaldırıldı. İslami siyaset kaldırıldı. Dini veçhe; ‘Şer’iye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılıp, yerine ‘Diyanet İşleri Başkanlığı’ ve ‘Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün kurulması. Vakıf ve benzeri mekanizmaların dinden bağımsız hale gelmiş oldu. Din işleri, devletin dışında ve devlete bağlı bir hale getirildi. Eğitim veçhesi; ‘Tevhid-i Tedrisat’ın Kanunu’nun kabulü. Eğitim tek başlı hale getirildi ve (dolayısıyla da) İslami eğitimin kaldırıldı. (m.) 1924 yılının, 3 Mart muhitinde yapılan bazı icraatlara, yaptırımlara, değişikliklere de kısaca nazar edelim; 27 Şubat; Abdülmecid Efendi’nin, cübbe ve Fatih kavuğu ile Cuma Selamlığı17’na çıkma isteği reddedildi. 29 Şubat; İstanbul’da, Osmanoğulları’nın son Cuma Selamlığı töreni yapıldı. 8 Mart; Şer’i Mahkemeler kaldırıldı. Adli yargı başladı. 3 Nisan; Yargıçların kıyafetlerine ilişkin yasa kabul edildi. Hilafet’in ardından; Abdülmecid Efendi ve saltanat ailesi mensuplarıyla birlikte Osmanlı Hanedanı üyesi olmak üzere 155 kişi ülke dışına çıkarıldı. Avrupa ile aynı umdeler üzerinde ittifak yolunda adımların gelişmesi, laikliğe geçiş sürecinin Mart’15 • 35


Atölye hızlanması, ulus devlet inşa sürecinin hızlanması ve ulusal egemenlik telakkisinin güçlenmesi; Hilafet’in ardından devlette ki bazı değişiklikler arasında sayılabilir. Son olarak TBMM kanunlarından, 431 nolu “Hilafetin ilgasına ve Hanedanı Osmaninin Türkiye Cumhuriyeti memaliki haricine çıkarılmasına dair kanun”a nazar ederek bu bahsi noktalayalım; “Hilafetin ilgasına ve Hanedanı Osmaninin Türkiye Cumhuriyeti memaliki haricine çıkarılmasına dair kanun No. 481 BİRİNCİ MADDE — Halife haledilmiştir. Hilâfet, Hükümet ve Cumhuriyet mâna ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan hilâfet makamı mülgadır. İKİNCİ MADDE — Mahlû halife ve Osmanlı saltanatı münderisesi hanedanı­nın erkek, kadın bilcümle âzası ve damatlar, Türkiye Cumhuriyeti memaliki dahilinde ikamet etmek hakkından ebediyen memnudurlar. Bu hanedana mensup kadınlardan mütevellit kimseler de bu madde hükmüne tabidirler. ÜÇÜNCÜ MADDE — İkinci maddede mezkûr kimseler işbu kanunun ilânı tarihinden itibaren âzami on gün zarfında Türkiye Cumhuriyeti arazisini terke mecburdurlar. DÖRDÜNCÜ MADDE — İkinci maddede mezkûr kimselerin Türk vatandaşlık sıfatı ve hukuku merfudur. BEŞİNCİ MADDE — Bundan böyle ikinci maddede mezkûr kimseler Türkiye Cumhuriyeti dahilinde emvali gayrimenkuleye tasarruf edemezler. İlişiklerinin kat’ı için bir sene müddetle bilvekâle mehakimi Devlete müracaat edebilirler. Bu müddetin mürurundan sonra hiç bir mahkemeye hakkı müracaatları yoktur. ALTINCI MADDE — İkinci maddede mezkûr kimselere masarifi seferiyelerine mukabil bir defaya mahsus ve derecei servetlerine göre mütefavit olmak üzere Hükümetçe tensip edilecek mebaliğ ita olunacaktır. YEDİNCİ MADDE — İkinci maddede mezkûr kimseler Türkiye Cumhuriyeti arazisi dahilindeki bilcümle emvali gayrimenkulelerini bir sene zarfında Hükümetin malûmat ve muvafakatiyle tasfiyeye mecburdurlar. Mezkûr emvali gayrimenkuleyi tasfiye etmedikleri halde bunlar Hükümet marifetiyle tasfiye olunarak bedelleri kendilerine verilecektir. SEKİZİNCİ MADDE — Osmanlı İmparatorluğunda padişahlık etmiş kimselerin Türkiye Cumhuriyeti arazisi dahilindeki tapuya merbut emvali gayrimenkuleleri millete intikal etmiştir. 36 • Mart’15

Atölye DOKUZUNCU MADDE — Mülga padişahlık sarayları, kasırları ve emakini - sairesi dahilindeki mefruşat, takvmlar, tablolar, asarı nefise ve sair bilûmum emvali menkule millete intikal etmiştir. ONUNCU MADDE — Emlâki hakaniye namı altında olup evvelce millete devredilen emlâk ile beraber mülga padişahlığa ait bilcümle emlâk ve sabık Hazine i hümayun, muhteviyatlariyle birlikte saray ve kasırlar ve mebani ve arazi millete intikal etmiştir. ON BİRİNCİ MADDE — Millete intikal eden emvali menkule ve gayrimenkulenin tesbit ve muhafazası için bir nizamname tanzim edilecektir. ON İKİNCİ MADDE — İşbu kanun tarihi neşrinden itibaren meriyülicradır. ON ÜÇÜNCÜ MADDE — İşbu kanunun icrayi ahkâmına İcra Vekilleri Heyeti memurdur. 26 recep 1342 ve 3 mart 1340 Meclîs Heyeti Umumiyesince kabulü: ikinci içtimain ikinci celsesinde Cumhuriyet riyasetine tebliği : 3 . III. 1340 tarih ve 2/307 No. lu tezkere ile Berayi neşir ve ilân kanunun Başvekâlete tebliğ edildiğini milş’ir Cumhuriyet Riyasetinden mevrut tezkerenin tarih ve numarası : 3 . Ill. 1340 ve 6/247 Müzakeratı ihtiva eden zabıt ceridelerinin cilt ve Cilt Sayıfa say ifa numaraları; 7 19,29:78”18 On üç maddeden müteşekkil bu kanunda değinilen noktalara, muhtasaran nazar ettiğimzde şunları dillendirebiliriz; Halifenin indirildiği bildiriliyor. Ve ardından da Hilafet’in mana ve mefhum olarak, Hükümet ve Cumhuriyetin içinde olduğunu bildiriliyor. Ve bundan ötürü de Hilafet’in kaldırıldığı bildiriliyor. Peki, tefekkür ettiğimizde; Hilafet’in mana ve mefhum olarak, Hükümet ve Cumhuriyet ile bağlantısı nasıl kurulabiliyor? Hilafet’in ve de Hükümetin, Cumhuriyetin mana ve mefhum da esaslarda ve mekanizmalarda nasıl bir tutulabiliyor? Meseleleri sümen altı etmenin bir misalidir bu. Öte yandan, bu kısmı çok uzatmaya esasen gerek yoktur; Mehmet Emin Erişirgil’in ‘Neden Filozof Yok?’ suali, Kemalistler için hala cevaplanamayacak ve içinden çıkılamayacak bir sual olarak durduğu için, Hilafet’i ve diğer ismi geçen nizamları, mana ve mefhumda irdelemek de aslında bu sualin cevapları altındadır, diyebiliriz. Reddedilen halifenin ve silinmiş, kaldırılmış Osmanlı saltanatı hanedanının damatlarına kadar bütün üyelerinin Türkiye Cumhuriyeti topraklarının içinde bulunmaları, ebediyen yasaklandığı belirtiliyor. Hatta bununla da yetinilmiyor; hanedan üyesi kadınlardan doğan çocukların da bu şekilde muameleye muhatap olacakları belirtiliyor.

Kanunun isminden de anlaşılacağı üzere; Hilafet’in kaldırılması ile Osmanlı Hanedanının ülke haricine çıkarılması arasında bağlantı vardır. Bu kanunun yürürlüğe girmesinden en fazla on gün içinde ülke dışına çıkmalarının mecburluğu vurgulanıyor. Ve Türk vatandaşlık sıfatları ve hukukunun feshedildiği, iptal edildiği belirtiliyor. Her ne kadar ‘Türklüğe nispet’ mevzubahis edilse de; Hilafet’in kaldırılışında İngiliz etkisi, Lozan Anlaşması ilh. tefekkür edildiğinde, Osmanlı Hanedanından feshedilen “Türk vatandaşlığı” meselesi sırıtıyor burada. Kurucu kadroların kavmî değil bilakis sanal, yapay ve de ulus telakkisine dayan Türklük fikirleri burada da kendini aşikâr ediyor. Türkiye Cumhuriyeti içerisinde taşınamayan mal, mülk gibi varlıklarına tasarruf edemeyecekleri belirtiliyor. Ve ardından belirtilen şu şekilde; İlişkilerinin kesilmesi için bir sene müddetle vekâleten mahkemeler devlete müracaat edebilecekler, Bu bir senelik müddet bitince hiçbir mahkemeye müracaat hakları olmayacaktır, Kişilerin savaşta ki masraflarına denk bir defalığına mahsus ve servet derecelerine göre farklı olmak şartıyla hükümetin münasip göreceği meblağlar ödenecek. Türkiye Cumhuriyeti’nin arazisindeki bütün taşınamayan mal, mülk gibi varlıklarını bir sene içinde hükümetin bilgi ve uygun bulduğu ölçüde ellerinden uzaklaştırmaya mecbur edildikleri bildiriliyor. Osmanlı’da padişahlık yapanların Türkiye Cumhuriyeti arazilerinde ki tapuya bağlı taşınamayan mal, mülk gibi varlıklarının ve saray, kasır ve diğer mekânlarında ki bütün taşınabilen mal, mülk gibi varlıkların millete geçtiği bildiriliyor. Ardından onuncu maddede, hakanlığa ait olan mülkler namında olup ta önceden millete geçen mülklerle birlikte kaldırılan padişahlığa ait bütün mülkler ve önceki/geçmiş, hakana ait hazine, içerikleriyle beraber saray, kasırlar, binalar ve arazi millete intikal ettiği bildiriliyor. Millete geçen taşınabilen ve taşınamayan mal, mülk gibi varlıkların tespit ve muhafazası için bir ayrıntılı izahların olduğu, kararlaştırılan kaidelerin bulunduğu bir nizamnamenin düzenleneceği bildiriliyor. Bu noktada, Osmanlı dışından gelen Hilafet paraları ile (Türkiye) İş Bankası’nın kuruluşunu anabiliriz. Ülke haricinden gelen paralar dahi halka değil de, yeni Cumhuriyetin faydasına kullanılıyor; kaldı ki, ülke dâhilinde ki mülklerin halka verilmesi/kullanılması, enteresan ve belirsiz bir durum. Halkın halifesinin, ülke haricine çıkarılması mevzubahis olup da, mülklerin halka verilmesi de, kurucu kadronun/kadroların ve bu kadronun/kadroların ideolojileri buudundan garabet ve çelişkili bir mesele.

Kanun tarihinin yayınlanmasından itibaren, hükme göre yerine getirileceği ve de kanunun hükümlerinin yerine getirilmesinden İcra Vekilleri Heyeti’nin görevi olduğu bildiriliyor. Dipnotlar 1 İdare: 1) Devredilme. 2) Bir işi yürütme, çekip çevirme, devretme. 3) Memleket işlerinin çekip çevrilmesi, yürütülmesi; kamu işlerinin tamamı. 4) Bir kuruluşun işlerini yürüten topluluk. 5)Herhangi bir işin yürütüldüğü bina. 6) Daire, büro. 7) Kullanma, istimal, sevk. 8) tutum, tasarruf, ekonomi, iktisat. 9) Geçinme, geçim, taayyüş. 10) Siyaset. 2 Yönetim: 1) Yön verme, yönlendirme. 2) Yönetme. 3) Yönetenler. 3 Nisa Suresi/60 4 Maide Suresi/49 5 Maide/50 6 İstihlaf: Halef bırakma, yerine geçirme. 7 Geçmişi Ve Geleceği İle Hilafet; Kadir Mısıroğlu 8 El-Firak; İbn Hazm (Aktaran, Beşir Eryarsoy; İslam Devlet Yapısı) 9 İslami ıstılahta: “Hz. Peygamber’den sonra, O’na halef olarak, din ve dünya işlerinde müminlere emir olmak” şeklinde tarif edilmiştir. İslam uleması; “bey’at sonucu müminler adına tasarruf yetkisine haiz olan ve ahkamın tatbikini sağlayan kimseye halife denilir” tarifinde müttefiktir. Kur’an-ı Kerîm’de “Ey iman edenler!.. Allah’a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine (ulû’lemre) de itaat edin. Eğer bir şey hakkında ihtilafa düşerseniz, onu (ihtilaf konusunu)Allah’a ve Resûlüne döndürün. Eğer Allah’a ve ahret gününe inanıyorsanız (böyle yapın). Bu hem hayırlı, hem netice itibariyle daha güzeldir. Sana indirilen (Ku’ân-ı Kerîm)e de, senden evvel indirilmiş olan (kitap)lara da, her halde iman ettiklerini boş yere iddia edenlere bir bakmadın mı ki; onu inkâr etmeleriyle emrolundukları halde, yine tâğûtun huzurunda muhakeme edilmelerini arzu ediyorlar. Şeytan da onları (bir daha dönemiyecekleri kadar) uzak bir sapkınlıkla, büsbütün sapıtmak ister.” Hükmü beyan buyurulmuştur!.. Mü’minlerin; “kime, hangi şartlarda ve nasıl” itaat edecekleri, neyi kesinlikle reddedecekleri burada açıkça izah olunmuştur. Hz. Muhammed’in: “Her kim ulû’lemre itaatten bir el kadar ayrılırsa, kıyamet günüde Allah’a, fiili (ameli) hususunda lehinde hiçbir hücceti olmayarak ölürse, cahiliye ölümü ile ölür.” buyurduğu sabittir. İslami eserlerde halife, sultan, ulû’lemr ve imam kavramları, he aynı mahiyeti beyan için kullanılmıştır. İbni Hümam, ‘Kitabu’l-Müsayere’ isimli eserinde: “Mü’minlerin kendi içlerinden imam seçmelerinin sebebi, İslam’ın hükümlerini hakkı ile eda etmek içindir” diyereki önemli bir noktaya işaret etmektedir. İmam Ebu Muin en-Nesefi: “Üzerimizde İslam devlet başkanı olan imamı (ulû’lemri) görmeden bir günün geçmesi caiz değildir. İmam, devlet başkanı olan halifedir. İmametin hak olduğunu kabul etmeyen kimse kafir olur. Çünkü dini hükümlerden bir kısmının farz olması, imamın varlığına bağlıdır. Cum’a namazı, bayram namazı ve yetimleri evlendirmek gibi… İmamı inkar eden kimse, farzları inkar etmiş olur. Farzları inkar eden de kafir olur” hükmünü zikreder. Bazı kaynaklarda; Hz. Muhammed’in vefatından sonra sahabenin (Hz. Muhammed’i defnetmeden önce) halife seçme hususunda titiz davrandığı kayıtlıdır. Kafirlerin; Allah’ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere koydukları hükümlere reddetmek farzdır. Onların, mü’minler üzerinde velayet hakkının bulunmayacağı hususu kat’idir. Dolayısıyla mü’minler; kafirlerin veya mürtedlerin istilasına uğrarlarsa, kuvvetle başlarına geçen bu yönetimi kabul etmezler. Onlara karşı cihadın farz-ı ayn olduğunu bilirler. Hilafet sistemi ile Şia-İmamiye’nin “masum imam” anlayışı, siyasi rejim açısından farklı modelleri gündeme getirir. Ancak İslam fıkhına uygun bir devletin kurulması noktasında, itikadi farklılaşmayı ortaya çıkarmaz. (Yusuf Kerimoğlu’nun, ‘Kelimeler Kavramlar’ isimli eserinin “Hilafetİmamet” maddesinden, muhtasar olarak iktibas edilmiştir.) 10 Dr. Fehmi Şinnavi; Siyasal İslam’a Doğru 11 Doğan Büyük Türkçe Sözlük; D. Mehmet Doğan 12 Şura, 38 13 Ali İmra, 159 14 Çocuk yaşta olmayacak ve akıl sağlığı yerinde olacak. 15 Yeterlilik. 16 ‘Hilafet’in Kaldırılması ve Sonrasına Dair’ isimli bu bölümde, muhtasar bazı malumatlar verilmiştir. Türkiye ve dışında, Hilafet’in kaldırılmasının akisleri gibi ve birçok mesele bulunduğu halde burada işlenmemiştir. Sadece bazı siyasi meselelere değinilmiştir. 17 Cuma namazlarına, Osmanlı Devleti padişahlarının gidiş gelişlerinde yapılan etkinliktir. 18 http://www.tbmm. gov.tr/tutanaklar/KANUNLAR_KARARLAR/ kanuntbmmc002/kanuntbmmc002/kanuntbmmc00200431.pdf

Mart’15 • 37


Yazı Dizisi

Yazı Dizisi

YAZI DİZİSİ: 2 İSLAM DÜŞÜNCESİNE DAİR…

Kur’anı Kerim’in Mesajının Evrenselliği Bağlamında Ayetlere Yaklaşmak Şükrü KABA

İ

slam düşüncesinin temelini vahiyle olan ilişkilerimiz başlatmaktadır ve şekillendirmektedir. Başlangıcın yanlış olması sürecin ve elde edilecek sonucun da yanlış olmasına sebep olacaktır. Kur’an, mesajını emirleri, yasakları ve verdiği örneklerle idrakimize sunmaktadır. Asıl mesele ayetleri kendi anlam dünyalarında ifade ettiği anlam ile kendi hayatımıza ve dünyamıza doğru bir şekilde okuyabilmektir. Kur’anı Kerim’in inen ayetlerine öncellikle indiklerin dönem ve şartların özellikleri göz önünde bulunduran bir yaklaşımla okumaya ihtiyacımız vardır. Mekke dönemi ve Medine döneminde inen ayetler muhataplarının idrakini Kur’anın nasıl eğittiğini ortaya koymaktadır.

Mekke ve Medine Döneminin İlkeselliği

38 • Mart’15

Mekke dönemi ayetlerinin değindiği en önemli mesele tevhid akidesidir. İslam düşüncesinin ve Müslüman zihinlerin oluşturulması tevhid ilkesiyle başlamıştır. İslam davetinin tebliğ ile başlaması bizim için hem vahye dayanan bir bilgi, hem peygamberimizin tebliğ metodu, hem de davetin vazgeçilmez ilk parçasıdır. Peki, tevhid ilkesi gereği Allah’ı tek ilah kabul etmenin gerekliği nedendir? Putperest Arap toplumunun çok ilahlı hayat tarzının yanlış gidişatını ortaya koymak ve tek ilah olan Allaha iman etmeye davet etmektedir. Bu tasavvuru mekki ayetler inşa etmiştir. Medine dönemine baktığımızda Mekke’de temelleri atılan inanç esaslarının gereğinin yerine getirilmesi yönelik toplumsal ilişkileri ve ibadetle ilgili meseleleri düzenleyen ayetler geldi. Mekke bir temel, Medine bu temel üzerine oluşturulmuş İslam binası olarak algılanmalıdır. Bugün Kur’an tasavvurumuzu da aynen bu şekilde şekillendirmeliyiz. Kur’an ayetlerinin mekki ve medeni olarak ayrılması aşamalılık olarak anlaşılmalıdır. Kur’an nasıl ki yirmi üç yılda aşama aşama indi ise insanların hayatına ayetlerin inişi de elbette bir aşamalılığa tabidir. Yeter ki ayetleri bu bağlamda da okuyabilelim. Toplumda insanlarımızın vahiyle ilişkileri hakkında konuşurken bu hususların gözardı edilmemesi gerekmektedir. Mekke ve Medine’nin ilkeleri davetçinin davet metodunu şekillendirecek bir yaklaşım biçimi oluşturmalıdır. Bugün Mekke’yi içselleştiremeyenler Medine’yi arzu ve heveslerine göre

işlerine geldiği şekilde talep etmektedirler. İçinde bulunduğumuz süreçte yaşananlara bakalım; idam isteyenler, kısas isteyenler, evi soyulanın el kesme cezası istemesi vs… Medeniyetin ortaya koyacağı birtakım uygulamaları isteyenler neden düşmanlıklarını bir yana bırakıp Mekkesiz bir Medine talep etmektedirler? Temel sorunlu olursa binanın sağlam olması, sahih olması da mümkün değildir. Müslümanların iman ve tevhid tasavvuru Mekke’de şekillendi, Medine bu şeklin yüklediği sorumluluğun yani İslam medeniyetinin gereklerinin yerine getirildiği dönem olarak anlaşılmalıdır. Ayetlerin bu ilkeselliğine Kur’anı anlama noktasında dikkat ederek okumalıyız. Kendimizi potansiyel imanlı kabul edersek mekki ayetleri kendi hayatımıza eksik okumuş oluruz. Çünkü inen ayetleri üzerimize alınmayarak Kur’anın evrenselliğine gölge düşürmüş oluruz. İmanımızdan şüphe duymayalım ancak kendimizi sürekli hesaba çekmemiz gerektiğini de unutmayalım.

Hz Adem Kıssası Örneğinde Evrensel Mesajlar Kur’anda birtakım olaylar anlatılmaktadır. Anlatılan bu olayların genel anlamda ortak özelliği, peygamberlerin gönderildiği toplumla olan tevhid mücadeleleri ve bu mücadelede ortaya koydukları metotlar, yaşadıkları zorluklar ortaya konmuştur. Allah bu metotları (yani kıssaları) sadece peygamberin metodu olarak zikretmemiştir. Kuran’ın mesajının evrensel olması gereği peygamberler bağlamında bütün insanlığa birer davet metodu olarak onların idrakine sunulmuştur. Hz Adem kıssasını bir düşünelim… Yasak ağaç dediğimiz zaman akıllara nedense hangi meyve sorusu gelmektedir. Bize hangi meyve olduğu konusunda hiçbir bilgi verilmediği halde o meyvenin hangi meyve olduğu meselesi nedense

bizim için hayati önem arz eden bir meseleymiş gibi algılanmaktadır. Burada hangi meyveyi yediği değil, yasak olan meyveye meyledilmesi esas meseledir. Şeytanın vesvese vermesi esas meseledir. Bir an olsun Allah’ı unutuverdiğimiz zaman şeytanın vesveselerine açık hale geldiğimizin farkında olmamız açısından büyük önem arz etmektedir. Allah’ın sınır koyan olduğunu, haramlar ve helallerin bir arada olduğunu anlamamız ve şeytanın yasak olana meylettirdiği ve insanı saptırmak için elinden gelen gayreti göstermeye yemin ettiğini Hz Adem kıssası bağlamında anlamalıyız. Şeytan boşlukları çok iyi doldurmaktadır. Çünkü Allah’ın sınır koyucu olduğu hayatımızda sınırsızca(kendince özgürce) yaşamayı marifet kabul eden insanlar haline geldik. Bugün Türkiye’de kürtaj meselesi gündeme geldiğinde özgürlükler siper edilirken kadınlara yönelik cinayetler gündeme gelince kadın hakları savunucusu kadınlar ve etek giyen erkekler ortaya çıkmaktadır. Kürtajla cana kıymanın meşru görülüp kadın cinayetlerine karşı duruş gösterme çelişkisi hangi akla ve mantığa sığmaktadır? Hayatımızda şeytana hareket alanı oluşturacak boşluklar Allah ile olan ilişkilerde problem yaşanmasına sebep olacaktır. Kıssaların ifade ettiği evrensel mesajı tefekkür etmediğimiz zaman Hz Adem kıssası ilk insanın yaratılış hikayesi olmaktan öteye geçmez. Ancak Kur’anda geçen kıssalar tamamen insanların idrakine sunulmuştur ki ders alsınlar… Araf suresi(11-30)’nde geçen Hz Adem kıssasıyla ilgili bu bağlamda 26.ayet dikkat çekicidir.’…insanoğlu belki ders alır’.denilerek kuranda anlatılan akıbetlerin kendi akıbetleri olabilir düşüncesinde olup ders çıkarma gayretiyle kur’ana yaklaşılması gerekmektedir. Akıbetimiz hayır olması duasıyla… Mart’15 • 39


Atölye

Atölye

Akıl mı Kalp mi? Yusuf Talha AVCI

“Müslümanlar bilimselliği -yani aklı kullanmayı- beceremedikleri için geri kaldılar. Buluşları şeytan icadı diye reddettiler. Gerici bunlar. Hani hiç müslüman bilim adamı var mı? Hani hiç okumuş görmüş geçirmiş kendini yetirmiş kadın var mı? Çünkü kadını evlerine kapatıyorlar. Bakın müslüman ülkelerde hep kan var, savaş var, sefalet, yoksulluk, yıkım hepsi burada. Terör, hırsızlık, cahillik, geri kalmışlık... daha sayalım mı? Bakın batılılarda adamlar sanayileşmiş, harıl harıl çalışıyorlar, zenginler, sokakları tertemiz, kadın ve erkeklerin çok nezih partileri var. Bizim kıllı, atletli, bidon kafalılar gibi kaba saba da değil. İşte medeniyet. Aman tanrım.... Harikulade!” Evet daha da uzatılabilecek haliyle müslümanlara yöneltilen popüler ama basit bir eleştirinin cümleleri. “Sizler aklı, yani bilimi kullanmadığımız için haliniz bu” diyor batı ve batılılaşmışlar. Dünyayı salt akıl ile yani salt bilimle yani maddeci, pozitivist bakış açısıyla daha yaşanabilir kılabiliriz iddiasıdır bu. Yukarıdakilere cevap vermeyeceğim. Aliya İzzetbegoviç Doğu-Batı Arasında 40 • Mart’15

isimli kitabında Ruh ile Maddeyi kitabını üzerini kurduğu zıddiyetler cetvelinde karşı karşıya koymuş. Bu kutupların Hristiyanlık ve Yahudilik’de olgulaştığını, olması gereken denge-vasat halinin ise bunların ortasında bulunan İslam olduğunu belirtmiştir. Haliyle ikisini de toptan reddetmek yerine bunlara belirli sınırlar çizmek, düzeni sağlamanın ve fıtrata uygun olanı bulmanın yegane yolu. Burada kalbi yani ruhu yani maneviyatı yani soyut olan dünyayı toptan reddederek, salt akılcı yani maddeyi yani üretim-tüketimi yani somutu metalaştıran, yücelten, tekleştiren anlayışa yoğulaşacağız.. Bir insan, bir kıza tecavüz edilip öldürüldüğünde neden bundan tiksinir bunu canice olarak tanımlar, “insan mı bu” der? “İnsan” nasıl bir tanımlanıyorki de bundan tiksinir. “Hangi vicdana sığar bu?” diye salt akılcılığı, salt bilimselliği öneren, tüm batılılaşma sürecini başarıyla tamamlamış, ama venediğin kanallarında kanoyla bir tur atamamanın, aşkların şehri Paris’in sokaklarında Mart’15 • 40

Eros’un attığı okla işaretlenememenin verdiği hüzünle nereye gideceğini şaşırmış aydınlarımız ne diye sorar? Bu soruların sorulması ve bu tepkilerin verilmesi gayet doğaldır. Doğal olmayan, dünyaya salt akılcı, bilimsel, maddeci reçeteler sunanların bu soruları sormasıdır. Çünkü vicdan ve insanlık dediğimiz şeyler, reddedilen bu soyut dünyanın kavramlarıdır. Hiçbir kadavrayı açarken içerisinde vicdan diye bir organa yani somut bir madddeye rastlanmamıştır. O tamamen bizim görmediğimiz bir yerlerdedir. Halbuki salt akıl devredeyken erkek, o tiksinti verici işi yani tecavüzü yaparken dahi “zevk” alır. O “beden” tatmin olur. Yani erkek için; meşru olduğu kabul edilen yollarla ilişki gerçekleşirken tatmin olmayı, gayri meşru yollarla ilişki gerçekleşirken ise -örneğimizde bu tecavüzdü- bundan tiksinti duymak ve bunu lanetlemek için özelleşmiş bir sinirsel devre mekanizma yoktur. Sonuçta biz beynimizde bunu kötü görürüz evet, ama bize bunu kötü gösteren şey tamamen bizim soyut olan değerlerimizdir. Kalp, din, ahlak... Herkes kendi konumuna göre bu üç seçenekten veya benzer türevlerinden birini seçerek bunun cevabını verir. Geçtiğimiz günlerde Özgecan Arslan birilerini zevki adına hunharca katledildi. “Hadi abartma hangi insan başkasının bu şekilde öldürülmesini aklen isteyebilir? Nasıl bir akıldır bu?” diye sorabilirsiniz. Bize tavsiye, telkin ve hatta dayatılan salt akıl başka bir ölümden bu şekilde etkilenmez. Bu akıl, tamamen “kendi hayatını” sürdürme kabiliyeti sağlayan bir program kodlarına sahiptir. “Madde olan” insanın hayatı tehlikeye girdiğinde sempatik sistem yani vücudun yaşama refleksi devreye girer. Bu sistem, Ona “ya savaşmasını ya da kaçmasını” sağlayacak enerjiyi temin eder. Kan mideden, bağırsaklardan ciltten, hayati organlara -mesela kalp- yönlendirilir. Çünkü yaşamaya devam etmek için ya savaşmalıdır ya da kaçmalıdır. Bu sistem bizim hayata devam etmemizi sağlayacak önemli bir sigortadır. Ancak salt aklın bu sigortası sadece bizim için geçerlidir. Yani önümüzde bir insan katledildiğinde, dövül-

düğünde, tekmelendiğinde bu sistem devreye girmez. Çünkü bu olaylar bizim salt aklımız için birşey ifade etmez. Bizim salt aklımız bizim hayatımızın devamı için çalışır. Bize o olaya müdahele ettiren, o kişiye sahip çıkaran şey işte reddettiğimiz o soyut kavramlar olan din, ahlak, vicdan, kalptir. Veyahutta o kişiyle aramıza kurduğumuz yine soyut bağlardır. Bu değerler sayesinde artık sizin kendi hayatınızın sigortası olan bu sistem, başka birinin hayatını devam ettirmek için girdiğimiz kavgada bize enerji sağlıyor. İşte buna da “şahsiyet” deriz. Akıl mı kalp mi sorusu... İnsanlık tarihinin tüm savaşları, kıyımları, ölümleri, doğumları, sömürülenleri, ortaya koyduğu müzik edebiyat resim gibi sanatsal değerleri bu sorunun içerisinde. Bu insanlığın, varoluşunun başlangıcından sonuna kadar kıskacında kavrulduğu 2 cephe. Soru zor soru. Cevap ise bir çıkış yolu. Bu durumda aklı da kalbi de, zıtlarını düşünmeden toptan reddetmek büyük bir facia değil midir? İnsan için olduğu sürülen reçeteler insanı tanımıyor ve onun bir yönünü görmezden gelip silip atıyorsa bu ancak faciadır. Bu, insan neslinin soykırıma uğramasıdır. Bugün mücadele farkında olmasak da kavramlara yüklenen anlamlar üzerinden yürümektedir. Aslında savaşanlar ordular değil, kelimelere verdiğimiz tanımlardır. İnsan-hayvan-fert-şahsiyet, akıl-kalp, ruhmadde, Hristiyanlık, Yahudilik, İslam... Öyleyse başa dönmeliyiz. İnsan ne? İnsanı bir tanımlayalım. İnsan dediğin bunu yapar, insan dediğin bunu yapmaz diyoruz ya, neden? İnsanın bunu yapıp yapamayacağını kim dedi? Neye göre, neleri yapabiliyor? Neye göre neleri yapamıyor? Önce bir tanım, sonra yazılan reçetelerin bu tanımlara ne kadar uygun olduğunu tartışabiliriz. Nasıl tanımlayalım? Hadi biraz birlikte düşünelim.. Mart’15 • 41


Atölye

Atölye

Buyruğa Verilen Rüzgâr Muhammed Salih Demirtaş

V

ahiy nedir ve vahyin amacı nedir?Biz müslümanların sürekli üzerinde konuştuğu , anlamaya çalıştığı ve hayatımıza nasıl yansıtmayı düşündüğümüz bir arayışın en temel sorularından biridir.Bunun için zihinsel ve fikirsel eylemlerde bulunarak bir şeyler üretmeye ve hayatımıza oturtmaya çalışıyoruz. Tabiki ona, insanların durumuna göre bir çok yönden yaklaşımlar oluyor ve ona yaklaşırken samimi olan veya olmaya çalışanlar kendilerine göre bir çıkarım elde ediyorlar. Önemli olan ise bu çıkarımların vahyin amaçladığı bir şekilde hayatımızda ve düşüncelerimizde karşılığını bulmasıdır. Onun çizdiği tasavvurla zihnimizi inşa etmektir. Tarih anlamak da bu tasavvur üzerinden gelişirse bizim için için farklı bir bakış açısı sağlayabilir. Bir gün Braudel okuması yaparken dikkatimi çeken bir kısım oldu. M.ö 900’lü yılların Akdeniz havzasından bahsederken, akdeniz deniz yollarına hakim olan ve bir çok koloniye sahip iki gruptan Yunanlar ve Fenikelilerin (Doğu Akdeniz Kıyısındaki Halkları kapsayan bir ifade) deniz ulaşımında ve ticaretinde kullandıkları yöntemleri ve rotaları anlatıyordu.

42 • Mart’15

Özellikle Fenikilerin gemi yapımında gemilerin su sızmalarını minumum seviyeye çeken zifirİ ilk defa kullanmaları, orta akdeniz denizyolunun senelik rüzgar haritalarını çıkarmaları ve gece yön kaybetmeden yol alabilmek ve sahillerden daha uzak rotaları tercih ederek olası rakip engellemeleri en aza indirmek için yıldızlara bakarak yön tayini elde edebilme ilmini geliştirmeleri gemicilikte önemli adımlardı.

Böylece denizde daha güvenli, daha uzun soluklu ve daha hızlı yol alarak güçlü bir filo birliği oluşturdular. Daha sonra Braudel şöyle diyor Süleyman’ın devletinden yola çıkan bir fenike deniz filosu bilinen dünyanın en batısındaki Cadiz’e (ispanya) gidip gelmesi 3 yıldan daha az bir sürede gerçekleşiyordu. Bu o zaman için çok büyük bir hızdı. Dolayısıyla farklı ve uzak bölgelerle ticaret daha hızlı ve batıdaki bakir yeraltı nimetlerinden(gümüş ve altın) faydalanmak daha güvenli oluyordu. Tabi bunun olabilmesi için yıldızlardan yön tayini çıkarmak, akdenizin senellik rüzgar haritaları ve onlara uygun gemi seferleri yapmak ve denizin karaya uğramasını en aza indirecek zifirin gemi yapımında keşfetmek ve kullanmak gerekir. Bu bölümü okuduktan sonra aklıma ilk gelen şey Enbiya Suresinin 81. ayeti oldu: “Verimli ve bereketli kıldığımız bölgeye doğru akan fırtınayı Süleyman’nın buyruğuna verdik. Her şey bizim bilgimizin kapsamı içindedir.” Tabi her şeyi en iyi şekilde Allah bilir. Böyle bir okuma yaptığımda bunun karşılığını hayatın içinden rahatlıkla bulabilme ihtimalim artıyor ve daha dinamik bir tarih okuması sunuyor. Yine de bu ayetlerin indiği ortamı ve bağlamlarını dikkate alarak Allah resulu ve arkadaşlarının mücadelesinde nasıl bir etki yarattı ve nasıl şekil buldu prensibini göz ardı etmemeye çalışarak. Tarihin kendisi de öyle değil mi zaten? Kıssalar hayallerimizi süsleyen mitolojik anlatımlar değil, yaşadığımız anda konuşmaya çalışan zindandaki mahkumlar gibiler. Zindanların

kapıları açıldığında tarih canlı bir şekilde hayatımızda yaşamaya başlar. Bu toplumlar için büyük bir fırsat değil mi? Mesele bu zindanın anahtarıyla kapıları açmak ve kıssaların hayatımıza nüfus etmesini sağlamak. Allah yeryüzünde insanı (âdemi) seçti ve ona isimleri öğretti ve yeryüzü amaçlı bir mücadele alanına dönüştü. İnsanın kendisi mücadele alanına dönüştü. Mümin tarihsel bir süreçte sıkışmış kurumsal bir kimliğin mensubu değil, tarihin içinde yaşayan ama tarihe hapsolmayan, bugünde yaşayan ama bugünle sınırlı kalmayan, geleceğe dair hayalleri içerisinde avunan değil planları ve rüyaları olan, Allah’ı ‘hayal kırıklığına uğratmayan’ ve Onun yasalarını ve ayetlerini okuyarak bir zamanlar Adem’in(a.s) ,İbrahimi’n(a.s) ,Muhammed’in(a.s) ve diğer salih insanların gittiği yoldan giderek güçlü bir güven duygusuna sahip olan kişi değil midir?

Mart’15 • 43


Kitap Tanıtımı

Kitap Tanıtımı

A

Ahlak İlmi Yusuf MAHİTAPOĞLU

44 • Mart’15

hlak kavramı üzerine pek çok eser yazılmış, kaynağı ve din ile olan irtibat ve alakası çokça tartışılmış mühim bir kavramdır. Ahlak kavramının felsefe içerisindeki yeri ise pratik felsefededir. Arapça yazılan eserlerde ise ahlak kavramının felsefe içerisindeki yerini ‘Tedbiru’nnefs’ karşılar. Ele alacağımız Abdurrahman Şeref’in Ahlak İlmi adlı eseri Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde kaleme alınmış olması hasebiyle oldukça önemli bir konuma haizdir. Abdurrahman Şeref Bey 1269/1853’te İstanbul’da doğmuş, 1925’de yine İstanbul’da vefat etmiştir.1873 yılında Mekteb-i Sultani’yi bitiren Şeref Bey Mahrec-i Aklam, Mekteb-i Sultani ve Muallim Mektebi’nde genel tarih dersleri verdi. Hocalığının yanı sıra siyasette de önemli görevlerde yer aldı. 1923’te İstanbul milletvekilliği yapıp, Ankara’da Kızılay’a başkanlık yaptı. Milletvekilliği döneminde vefat etti. Mevlüt Uyanık ve Aygün Akyol tarafından günümüz Türkçesine aktarılan Ahlak İlmi adlı eser Osmanlıca metniyle beraber Elis Yayınları tarafından basılmıştır. Eser, üç makale ve on üç bölümden oluşmaktadır. Biz burada kitaptan bazı alıntılar yaparak kitabın okuyucunun dikkatini celb etmesine gayret edeceğiz. Giriş kısmında ahlak ilminin tanımına değinen müellif adetlerin toplumdan topluma değiştiğini, ahlak kurallarının ise bütün insanlık için aynı olduğunu bundan dolayı adetlerin ahlak içerisinde değerlendirilemeyeceğini belirtmiştir. Müellifin terbiye ile ilgili ele aldığı kısım ise oldukça önemli gözükmektedir. ‘‘ Güzel ahlakı sağlayan ve yok eden terbiyedir. Huy, canın altındadır. Can çıkmadıkça huy çıkmaz, sözü bu bağlamda tutarlı değildir. Zaten bu sözün bir kıymeti değeri yoktur. Terbiyenin mevsimi, beşikten mezara kadardır. Doğdumuz günden itibaren vücut, fikir ve ahlakımızı güçlendirmeye, aydınlatmaya, güzelleştirmeye başlasak, bütün ömrümüz boyunca gayretle ve sebatla çalışsak bile, yine ihtiyacımız olanları tamamen gideremeyiz.

Terbiye hakkı doğrudan doğruya çocuklarının menfaatine hizmet etmek ve çalışmak vazifesiyle mükellef olan babaya aittir. Lakin hükümet, umumi baba sıfatıyla terbiye hakkında ortak olmuştur. Hatta tahsilin gerekli gördüğü miktarını zorunlu kılmış ve ücretsi yapmıştır.’’1 Müellif düşünce tarihi içerisinde oldukça tartışmalı olan haz ve iyilik kavramlarını da ele almıştır. ‘‘ İyilik ile haz müteradif değildir. Duygularımızı okşayan zevkler, nefsimize haz verir. Nefsin, zevke eğilim göstermesi doğaldır. Hiç kimse hüznü aramaz. Şeker dururken biber yenmez. Güzel ses dururken avaz avaz bağıran kerih ses dinlenmez. Bu nedenle hazzın mahiyeti iyilik olamaz mı? Olamaz. Çünkü evvel zaman meslek ahlakı gayet sadeleşirdi. Her hoş nesnenin hoş olması, her acı nesnenin de şer olması lazım gelirdi. Hâlbuki hazların ortaya çıkışı bazen hüzün verebilir.’’2 Toplumumuzda en büyük yaralardan bir tanesi de insanların birbirine güvenini yok eden yalandır. Yalanın olmayan bir şeyi insanların zihninde yaratmak olduğunu düşünürsek aslında bunun bir nevi’ ilahlık taslamak olduğunu düşünenleri haklı görebiliriz. Bununla ilgili Kur’an-ı Kerim’in şu ayetini hatırlamakta fayda olduğunu düşünüyoruz. ‘‘ Son dinde de bunu bulmadık. Bu ancak bir uydurmadır.’’ ( Sad/7) Ayeti kerimedeki uydurma kelimesi ha-le-ka kökünden türemiştir. Bu kelime Kur’an-ı Kerim’de sıkça geçen yaratma fiilinin de türemiş olduğu kök ile aynıdır. O halde yalan aslında olmayan bir şeyi yaratma iddiasıdır. Müellifimizin de bu konu ile ilgili insanları aldatmanın bizi bağlayıcılığına değinmesi dikkate şayandır. ‘‘ Yalan nedir? Yalan, herhangi bir bireysel menfaat için diğerinin fikrini tahrif etmek mak-

sadıyla kendi düşündüğünün ve bildiğinin tersini söylemektir. Bile bile bir adamı yanlışa düşürme onu hata ve suç yoluna atmaktır ki neticesinde fenalık görüldüğü halde mesuliyetin bir kısmı aldatana ait olur. Yalanın ehemmiyeti bize itimat edenlerin emniyetini suistimal ettiğimizdendir; yoksa meşhur olmuş yalancının sözlerine kimse itimat etmeyeceğinden sözlerinin o kadar da ehemmiyeti yoktur.’’3 Kitabımızın on üçüncü bölümü olan dini vazifeler babı ise diğer kısımların sonucu gibidir. Ahlaki özellikler toplamda bir müslümanın sahip olması gereken olmazsa olmaz değerlerdir. Bu özelliklere sahip bir kul ise Rabbine olan bağlılığını daima hatırlar ve ona göre hareket etmesini bilir. ‘‘ İlahi emirlerinden ayrılmamak, adalet divanına ve merhameti subhaniyesine kalbi bağ ile sonsuz inayetlerinden ümit kesmemek ve ona tam bir tevekkül ile bağlanmak gerekir. Derunumuzu hikmetin başı olan Allah korkusundan uzak tutmamamız gerekir. Saadeti ahlaki faziletlerden beklemelidir. Ahlaki vazifeler Cenabı Hakk’ın insana özel bir lütfu olan aklın, hayır ve ve hüda yolunda tayin eylediği doğruluk kurallarından ibarettir.’’4 Çevirmen: Mevlüt Uyanık-Aygün Akyol Yayınevi: Elis Yayınları Yayın Tarihi: 2012 (1.Baskı) Dipnotlar 1

Syf.21-23

2

Syf. 47

3

S.120-121

4

S.140

Mart’15 • 45


Atölye

Gezi

Yazı Dizisi

Sen ki...

İran Gezi Notları - 1 Furkan GENÇOĞLU

Abdullah Mustafa MİRİK

D

ünyada her şey yalan ve sahte bize o kadar toz pembe geliyor ki hayat sanki her şey bizimmiş gibi sahipleniyoruz.

Senin değil bu tuşlara bastığın parmaklar,senin değil bu ekrana bakan gözler,senin değil bu nefes alan ciğerler, senin değil enfes kokuları duymaktan zevk aldı-

46 • Mart’15

ğın burnun,senin değil onca boşa giden zaman,senin değil bu yerlerde gezip dolaştığın ayaklar,senin değil etrafındaki nesneler,senin değil bakmaya doyamadığın uçsuz mavilik,senin değil yaşamaya doyamadığın bunca tatlı şey,senin değil sana en yakın olanlar,senin değil hiçbir şey. Sen ki sadece bu geçici geminin bir aciz yolcususun.Sen ki sadece işi düştüğü zaman alnı secdeye varan,sen ki hep kalacakmış gibi erzak çantasını doldurmadan yaşayan,sen ki buralarda ve buraların üzerindeki her şeyi sahiplenerek yaşayan,sen ki yaşamı boyunca en ufak dahi birini sevindirmeyen,sen ki bugünlerin yarınlarını düşünmeden yaşayan,sen ki ey nefsim ! sana sesleniyorum. Ey beni duymamazlıktan gelen beni bana bırakan nefsim. Ey zengin hayal dünyamın sahde işlerle oyalayıcısı. Sana ses-

leniyorum kimseyi duymayan hayalci. Sana sesleniyorum ses tellerimi yırtarcasına. Sana sesleniyorum bu üç günlük dünyanın zevk ve sefasına çağıran. Ey bunca yıl herkesi oyalayan sahtekar sana sesleniyorum. Ey işine geldiği gibi hareket eden yabancı. Ey bu geçici bedenin sahde işlerle oyalayıcısı. Sana seslenmek yetmez ki sana bağarmak haykırmak yetmez ki

Van-Yüksekova-Tebriz İki arkadaşımla birlikte 10 günlük bir İran Kültür Gezisi planladık ve 7 Ekim’de Türkiye’nin Kobane protestolarıyla çalkalandığı o günde Van’a doğru yola koyulduk. Planımız Van’dan trenle Tebriz’e geçmekti. Fakat 8 Ekim sabahı Van’a gittiğimizde Tebriz treninin ertesi gün gece Van’da olacağını öğrendik. Maalesef iranrail’in internette verdiği bilgilerle, TCDD amirliğinden öğrendiğimiz bilgiler uyuşmuyordu. Van’da bizi karşılayan Abdullah abiyle şehrin içinde dolaşır-

ken hala çatışmaların izi sokaklarda görülüyordu. Anlaşılan Van akşam yeni bir çatışmaya hazırlanıyordu. Çalışan tek bir trafik lambası bırakılmamış, yollar ateşe verilmiş, esnafın dükkanları tahrip edilmişti. Yani örgüt şehirde bir çatışma hali yaratarak huzur ve güvenliği bozmuş, manevi iktidarı ele geçirmişti. Öğrendiğimize göre örgüt barış sürecinin ortaya çıkarttığı durumdan faydalanarak şehirde haraç kesme, tehdit etme, dağa kaçırma gibi faaliyetlerine hız vermiş. Bu durum örgüte sempati ile bakmayan ve Van’da

sen yine bildiğini yaparsın ey alicengiz oyuncusu. Ey beni bana düşüren düşmanım. Ey korkusuzca hareket eden korsan. Ey ıssız yerlerde kimse yokmuş gibi davranan cahil. Ey oturulacak yerde koşan nefsim. Seni yenmek için var bu benliğim. Seni bu dünyaya bağlayıp gitmek için var bu kollarım. Seni bu dünyada yalnız bırakmak için var bu dostlarım. Seni bu dünyaya hapsetmek için var bu kilitlerim. Seni ebediyyen buraya gömmek için var bu dualar. Ve seni seninle yalnız bırakmak için var bu yalan dünya.

(Yüksekova Yolu)

Mart’15 • 47


çok ciddi bir karşılığı olan Ak Partiye yakın dindar Kürt toplumunda rahatsızlıklar yaratmış. Van şehir merkezinde durum böyleydi. En kısa sürede şehirden uzaklaşmayı planlıyorduk. Hasılı, tren alternatifini kullanamayacağımızı ve tren saatini beklemeyeceğimiz konusunda uzlaşınca otogara doğru yola koyulduk. Hedefimiz Van’a en yakın sınır kapısından İran’a geçiş yapmaktı. Otogardakiler tek geçiş yapabileceğimiz sınır kapısının Yüksekova’da bulunan Esendere sınır kapısı olduğunu söylediklerinde “yok artık” dedim. Hayatımda ilk defa ayak bastığım bu coğrafyada OHAL durumunda şehirlerarası yolculuğa çıkmam gerekiyordu. Otogardakiler eğer biraz daha geç kalırsak Van’dan çıkamayacağımız konusunda bizi uyarıyor biran önce Yüksekova minibüsüne binmemiz konusunda bizi ikna etmeye çalışıyorlardı. Sonuç olarak Yüksekova minibüsüne binmiştik ve ortam bizim için oldukça gergindi. Kürtçe bilmiyorduk ve yolda herhangi bir kimlik kontrolünde ne yapacağımızı tam olarak tahmin edemiyorduk. Şöförün canınızın önce Allah’a sonra bana emanet güvencesiyle minibüste yerimize kurulmuştuk. Minibüs o muhteşem ağıtlar ve türküler eşliğinde yol almaya başladı. Mezopotamyanın uçsuz bucaksız ovalarını izleyerek yol alıyorduk. Çok bir zaman geçmemişti ki örgütün yolu kestiği ve kapattığı haberi geldi. Fakat minibüste bulunan yolcuların geri dönmek istememesi üzerine yolumuza devam ettik. Biraz daha 48 • Mart’15

ilerledikten sonra kısa bir yemek molası verdik. Molada örgütün yolu açtığı haberi geldi ve tekrar yola koyulduk. Fakat kısa bir ilerlemeden sonra militanların yolumuzu kestiğini farkettik. Şöförle kısa bir konuşmadan sonra yolumuza devam etmemize izin verdiler. Yolda gördükleri militanlar karşısında minibüs ahalisi ayağa fırlıyor onları zafer işaretleriyle selamlıyordu. Arka fonda artık ağıtların ve türkülerin yerini artık örgüt marşlarına bıraktığını farkettim. Ses sonuna kadar açılmış “destane zape” çalıyordu. İçimden dedim “batıda ideolojik propaganda, doğuda ideolojik propaganda” eeee misafir umduğunu değil bulduğunu dinlermiş. Başkaleye vardığımızda yol tamamen kesilmişti. Dağların arasından kendi halinde süzülen minibüsümüz direksiyonunu tarla yoluna kırdı. Mahallelerin arasından geçerken tekrar durdurulduk. Militanlar şöförün kornaya basarak ilerlemesini istiyordu. Sanırım halkın motivasyonunu üst düzeyde tutmaya çalışıyorlar. Halkı olası bir serhildana hazırlıyorlardı. Bol yol kesmeli, bol zafer işaretli, bol marşlı, devletsiz beş saatlik bir yolculuğun ardından Yüksekova’ya ulaştık. Şehre ulaştığımızda fırtına öncesi sessizlik hakimdi. Birazdan fırtına kopacaktı çünkü havanın kararmasına bir saatten az vakit kalmıştı. Sokaklar bomboş, her tarafta dün gece yaşanan çatışmaların izleri vardı. Vakit kaybetmeden sınıra giden minibüse atlayıp ufak ufak başlayan çatışmaların arasından geçerek sınıra doğru adeta kaçtık. Derme çatma bir sınır kapısında işlemlerimizi yaptıktan sonra İran topraklarına varmıştık. Sınır Kapısının tepesinde Mustafa Kemal ve Humeyni birbirlerine doğru bakıyorlardı. Çok derin anlamlar taşıyan ironik bir görüntü olduğunu gezimizin sonunda daha iyi anlayacaktık. Hava kararmıştı bizde taksiyle Urmiye üzerinden Tebrize geçtik ve otelimize yerleştik. Urmiye’ye giden yol boyunca İran hakkında önemli bilgiler aldık Ahmet Abiden. Sınırda paramızı seyyar dövizcilere bozdurmamıza yardımcı olmuştu. Kendisi Urmiyeli bir azeri olan Ahmet abi bizimle beraber Yüksekova’ya gelen Tüccar Mustafa abiyi karşılamaya gelmişti. Ondan İran

(Tabriz Kapalıçarşı)

Gezi

(Kendovan)

(Mollalar Heryerdeler)

Gezi

Devletinin işleyişi hakkında ilk bilgileri aldık. Kızlarla çok fazla takılmamamızı ve aleni bir şekilde içki içmememizi söyledi. Fakat içki ve zinanın İran’da çok yaygın olduğunu ifade ediyordu. Zaten bu taraklarda bezimizin olmadığını ifade edip tavsiyeleri için teşekkür ettik. Tebriz’de ilk konakladığımız otel Cihad Meydanına çok yakın olan Otel Darya idi. Cihad Meydanının hemen yanında ayrıca Tabriz Tren İstasyonu bulunuyordu. Ertesi gün tahrana trenle geçmeyi düşündüğümüzden dolayı bu otelde kalmamız oldukça isabetli olmuştu. Gün aydınlandığında önce kendimize İrancell hattı aldık. Oldukça ucuz temin edilebilen bu hat sayesinde İran içi ve Uluslararası konuşmalarınızı cüzi bir bedel karşılığı yapabiliyorsunuz. Tabriz tren garında bize Tabriz’de yoldaşlık yapacak olan kardeşimiz Amin’i beklemeye başladık. İçimde anlamsız bir huzursuzluk vardı. Cihad meydanında yapılan yol çalışmasından dolayı zaten berbat olan şehir trafiği insanı çıldırtan bir duruma gelmişti. Köyden indim şehire filmini andıran hareketlerle oradan oraya koşturup duruyorduk. Her tarafta sakallı bir takım kişilerin resimleri vardı. Yollarda, kavşaklarda, binalarda, panolarda, kurumlarda, istasyonlarda, camilerde yani aklınıza gelebilecek her yerde. Bu durumda oldukça canımı sıkmıştı. Tabriz tren istasyonun önünde Humeyni ve Hamaney’e “büyük biraderler” lakabını taktım. Bu büyük biraderler İran’da geçireceğimiz on gün boyunca

adeta her hareketimizi inceleyecekti. Amin’in gelmesi ile birlikte İran’ın “kapadokyası” olan Kendovan’a doğru yola koyulduk. Kendovan Tabriz’e yaklaşık 65 km mesafede. Amin’in şahsi aracı olduğu için toplu taşıma kullanmadık. (Fakat Tabriz Tren garının önünden Osku minibüslerine binerek, Osku’dan da taksi tutarak Kendovan’a ulaşabilirsiniz. Ayrıca şunu belirtmeliyim ki İran’da asla taksi tutmaktan çekinmeyin. Benzin fiyatları çok ucuz olduğu için taksilerde epey ucuz. Sizden dört beş kat fazla para alsalar bile Türkiye parası ile oldukça cüzi bir ücrete istediğiniz yere ziyaret edebiliyorsunuz.) Kendovan İran’ın “kapadokyası” dedim fakat bu yerleşim yeri fazla turistik değil. Yaşam halen tüm doğallığı ile devam ediyor. İran Devleti buranın turistikleşmesi için çok fazla bir çaba sarfetmemiş. Köyün tepesine merdivenler aracılığı ile çıkıyorsunuz ve merdivenin bittiği yerde tırmanmanız gerekiyor. En tepeden muhteşem Kendovan manzarasını seyreyliyorsunuz. Kendovan’ın aşağısından ufak bir dere geçiyor. Derenin üstüne hasırların serili olduğu çardaklar kurulmuş. Gezimizin ardından orada soluklandık ve kısa bir Türkiye-İran karşılaştırması yaptık yoldaşımız Amin ile. Tabriz şehir merkezinde kısa bir turun ardından akşam altı buçuk treni ile yola çıktık. *Yazı dizisi 3 bölüm olarak yayınlanacaktır.

Mart’15 • 49


Medya

Medya

Basından Yansıyanlar Kabataş’ı Yazmak İsmail Kılıçarslan Yeni Şafak- 07.03.2015 ir süredir ‘Kabataş’ta saldırıya uğrayan kadın’ meselesi üzerinden olan biteni hayretle izliyorum. Tartışmayı sadece ‘olayın videosu var mı’ sersemliğine indirgemeyi de, ‘hazır elimize fırsat geçmişken şu Gezicilerin ne kötü insanlar olduklarını yüzlerine vuralım’ kolaycılığını da anlayamıyorum. Hele ‘yangını bulduk, şu körüğü verin bakayım’ diyen birilerinin varlığını artık tiksindirici buluyorum. Peki, şimdi o kritik soruyu sorun hadi bakalım bana. ‘Onu bunu bırak da sence bu Kabataş olayı gerçek mi değil mi, onu söyle’ deyin. Gezi’nin en hızlı günlerinde eşim ve çocuğumla taksideydim. Acıbadem’de bir grup yol kesmiş, eylem yapıyorlardı. Mustafa Kemal’in askerleriydiler. Gruptan birileri, bir başörtülü kadının arabasını sallamaya, ona hakaretler yağdırmaya başladı. Bir an taksiden inmeyi, olaya müdahale etmeyi düşündüm. Ardından gruptan birilerinin uyarısıyla kadıncağızın arabasını sallamayı bıraktılar. Yol açıldı ve evimize ulaşabildik. O günün akşamında Ankara’da yaşayan bir arkadaşıma olayı anlatınca o da bana anlattığım olayın aynısını o gün kız kardeşine de yaptıklarını, hatta

B

50 • Mart’15

arabasının camını kırdıklarını anlattı. 6 Temmuz 2013 gününün Hürriyet gazetesinde okuduğumuz Ayşe Arman imzalı söyleşiden de şunu öğrendik mesela: Maltepe’de Yeşim Sönmez isimli bir başörtülü kadının ve 9 yaşındaki kızının etrafı çevrilmiş ve kafalarına tavalarla vurulmuştu. Tava, kafa, 9 yaşında kız... Nasıl? Yan yana pek güzel durdular değil mi? Soru neydi bu arada? Hah. Kabataş olayına inanıyor muyum? Elbette orada bir kadının taciz edildiğine inanıyorum. Fakat o tacizin kadıncağızın anlattığı şekilde gerçekleşmiş olduğuna da ihtimal vermiyorum. Ancak tabii, psikiyatri ilmini kimselere bırakmayan pek sayın Gezici arkadaşlarımızın ‘büyük travmalar sonrası gerçeklik algısının yok olması’ benzeri bir bahisten habersizmiş gibi davranmalarını da ibretlik buluyorum. İbretlik bulduğum bir başka grup ise, Elif Çakır, Halime Kökçe, Balçiçek İlter gibi isimleri ‘elinde adli tıp raporu bulunan ve uğradığı tacizi anlatan’ bir kadını dinleyip haber yapmak suçundan yargılayan medya mensupları. Hele nerdeyse pornografik bir şehvetle ‘video var mı video’ demiyorlar mı, ‘pes artık’ diyorum. Kabataş olayının her iki taraf açısından da ‘siyaseten kullanmaya elverişli’ bir malzeme ha-

line getirilmesineyse kızgınlıktan başka hiçbir duygu beslemiyorum. Yeri geldi, söyleyeyim. Kabataş olayının, Özgecan olayının, Berkin olayının, Burak Can olayının ‘olabileceğini’ düşünmeyen neredeyse hiç kimse yaşamıyor artık Türkiye’de. Asıl büyük çaresizliğimiz bu.Ne diyordu Kazancakis: ‘Seni gidi Allah’ın garibi seni. Yine kimseye yaranamadın di mi? Öğrenemeyeceksin bu işleri. Kafanı yastığa değil ideolojiye gömsene evladım. Daha kolay olacak her şey.’ ***

Dinde İki Farklı Protestanlaşma Akif Emre Yeni Şafak- 03.03.2015 on derece yeni bir din anlayışı ile karşı karşıyayız. Bir yanda toplumsal çürüme, haksızlık, din adına ve dine rağmen yapılanlardan, İslami sorumluluğa ve bakış açısına sahip her Müslüman rahatsız olur, bunların düzeltilmesi için kendini sorumlu tutar. Bu anlamda kötülüğü düzeltmekle sorumlu her Müslümandan beklenen tavırdır. Diğer tarafta; kötülüğün tanımı ve bunun düzeltilmesi için Müslümanca sorumluluğun neyi yapıp neleri yapmamayı gerektirdiği hususunda, gerek geniş anlamda Ortadoğu’da ortaya çıkan örgütsel yapıların din anlayışı,

S

gerekse evini terk ederek tek başına dünyaya savaş açmaya hazır bireysel din anlayışı son derece modern bir olgu. Dinin protestanlaşması tam da bu duruma denk geliyor. Dini öğrenme, dini anlama, dinden hüküm çıkarma hususunda yaşanan anomi hali toplumsal bir kırılmaya, zihinsel bir çöküşe götürmesinin alametlerini, tezahürlerini yaşıyoruz. Dinin kaynaklarından anlaşılması, doğru hüküm çıkarılması hususunda usul/yöntem, ilmi birikimden mahrum olarak “kaynağına inme” iddiası her şeyden önce herkesin kendi kafasına göre bir din icadına götürür. ***

Şah-Fırat operasyonu ve Türkiye’nin Ortadoğu politikası Prof. Dr. Kemal İnat Star Açık Görüş – 28.02.2015 ah-Fırat Operasyonu’nun zamanlaması aslında Türkiye’nin IŞİD’e karşı artık daha etkin bir mücadele yürüteceğinin bir işareti olarak da okunabilir. Yabancı savaşçılar sorununun giderek Türkiye’yi daha fazla rahatsız etmesi ve IŞİD’in bölgedeki provokatif eylemlerinin her geçen gün artması bu örgütü Türkiye için daha tehlikeli hale getirmiştir. Amerika Birleşik Devletleri ile imzalanan “EğitDonat Anlaşması” da Ankara’nın IŞİD karşısında daha temkinli politika izlemesi gerektiğinin bir göstergesidir. Böyle bir ortamda Türkiye’nin Şah-Fırat Operasyonu ile Süleyman Şah Türbesi’ni ve onu korumakla görevli askerleri IŞİD tehdidinden ve IŞİD-YPG çatışmasının ortasından çıkarıp Tür-

Ş

kiye sınırına yakın Eşme köyüne nakletmesi önleyici bir müdahale olmuştur ve böylece bu örgütler karşısında Türkiye’nin rahat hareket etmesini engelleyecek muhtemel bir olumsuz gelişmeye müsaade edilmemiştir. ***

HDP’nin Baraj Meselesi Cengiz Alğan Serbesiyet.com- 13.02.2015 ani denklemi “Seçimlerde sonuç şöyle olursa Çözüm Süreci ne olur?” şeklinde değil,“Çözüm Süreci’nde şöyle olursa seçimlerde ne olur?” şeklinde tersten kurmak gerekir. Kazandırıcı etken Çözüm Süreci’nin kendisidir. Dolayısıyla öncelikle onun selametine çalışmayı düşünmek gerekir. Önümüzdeki birkaç ayda, sürecin önündeki tıkaçları kaldırmak konusunda tüm Türkiye toplumuna güven veren çalışmalar yürütecek bir HDP’nin barajı aşması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Buna, ancak “eski Türkiye” tarih ve anı kitaplarında, pek de hayırla anılmayacak olan muhalefetten bunalmış genç kuşakların “kendi yenileri”ni arayışını ve küçük de olsa bir miktar “Syriza etkisi”ni ekleyebiliriz. Üstelik HDP, Çözüm Süreci’ni yürütmüş ve başarıya ulaştırmış iki aktörden birinin siyasal temsilcisi olmanın saygınlığıyla, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Demirtaş’ın tek başına yaptığı şeyi, 81 şehirde 550 milletvekili adayıyla yaparak yaygın ve geniş kapsamlı bir propaganda fırsatı elde edecek. Elitist Cumhuriyet’in iki en kalabalık ötekisi, dindarlar ve Kürtlerin “tarihsel ittifak”ının meyvelerinden payına düşeni mutlaka toplayacak.

Y

***

Siz neden burada değilsiniz Ahmet Bey?

A

Yıldıray Oğur 04.03.2015- Türkiye

ma şunun için gerçekten çok üzgünüm ve kızgınım.

Türkiye’nin

demokratikleş-

mesine, barışa bu kadar katkı yapmış kıymetli bir adamın zihni ölümünü izlediğim için, kibirden düştüğü hali gördüğüm için, çok kızgın ve üzgünüm… “Daha yaşları kırka varmadan, alçaklıklarını itiraf etmemek için aptal olduklarını söylemek zorunda kaldılar” derken haklısınız. Alçaklık yerine aptallığı seçiyorum. Keşke 70 yaşını geçmiş bir insan olarak siz de öyle yapsaydınız. Bir

cemaatin

yalanlarına

inanmış bir aptal olarak uyanıp, herkesi uyandırsaydınız. Bir gün hükümetle cemaat çekiştiğinde hükümeti tutma sözünüze sadık kalsaydınız. Siyaseti savunurken hükümeti eleştirme pozisyonunu siz inşa etseydiniz. Barış için, Kürtlerin hakları için çok bedel ödemiş bir adam olarak, hükümet düşmanlığı için savaş kışkırtıcılığı yapan dostlarınızı uyaran yazılar yazsaydınız. Taraf okulundan yetişen onlarca gazetecinin Ahmet Bey’i olarak kalsaydınız. Onları paraya, güce tamah ettiklerinde uyarsaydınız. Ama kariyerinizi Kemalist Cumhuriyet

gazetesinde

yeni

derin devlet olan bir çetenin yalanlarını savunurken tamamlıyorsunuz. İşte bu yüzden çok üzgünüm ve size çok kızgınım Ahmet Bey… Mart’15 • 51


Etkinlik

Etkinlik

GENÇ ÖNCÜLER İZMİT OLARAK NELER YAPTIK? İSTANBUL’DAKİ KARDEŞLERİMİZİ MİSAFİR ETTİK

G

enç Öncüler İzmit ekibi olarak çıktığımız bu yolda hem bu yılın hem de Genç Öncüler İzmit’in ilk misafirleri, İstanbul’daki kardeşlerimiz oldu. 29 Kasım Cumartesi akşam üzeri gelen kardeşlerimizle Araştırma ve Kültür Vakfın’da akşam yemeği yedikten sonra İzmit’te hep birlikte küçük bir tura çıktık. İzmit’in çarşısını, sanat sokağını, saat kulesini gördükten sonra tekrar vakfa döndük. Tanışma ve istişare şeklinde gerçekleşen bir toplantı yaparak kardeşlerimizi daha yakından tanıma fırsatı yakaladık ve İstanbul’da yaptıkları faaliyetleri dinleyerek, tecrübe paylaşımında bulunduk. Kardeşlerimizin bizler için getirdiği hediyeler hem biraz mahcup etti hem de sevindirdi J Ertesi gün, misafirlerimizle tekrar vakıfta çok güzel bir kahvaltı ettik. Genç Öcüler İzmit olarak devam ettiğimiz kitap okumalarımızın aylık tahlil gününün o gün olması sebebiyle saat 12’de Rasim Özdenören’in ‘’Müslümanca Yaşamak Üzerine Denemeler’’ adlı kitabın tahlilini gerçekleştirdik. İstanbul ekibinin de güzel ve anlamlı katkılarıyla bereketli bir kitap tahlili olmuş oldu bizim için. Kitap tahlilinin ardından, herkesin birbirine hediye edebileceği ve o günün hatırası olarak kalacak olan keçeden kitap ayraçları yatığımız bir atölye çalışması yaptık. İtiraf edelim ki, İstanbul ekibi bizden daha becerikliydi J Son olarak, hep beraber akşam yemeğini yedikten sonra ilk göz ağrımız olan misafirlerimizi yolcu ettik. İzmit ekibi olarak, daha çok yeni ve küçük bir ekip olmamız hasebiyle, misafirlerimizi ne kadar iyi ağırladık bilemiyoruz ancak gelip heyecanlarını ve tecrübelerini bizlerle paylaşıp, kardeşliğimizi bizlere pekiştirme imkanı verdikleri için bizler çok mutlu olduk. İnşallah tekrar bir araya gelme ve diğer tüm şehirlerdeki kardeşlerimizi de ağırlayabilme dua ve temennisiyle..

52 • Mart’15

KİTAP TAHLİLLERİ Aylık gerçekleştirdiğimiz ve her ayın son günü tahlilini yaptığımız kitap okumalarımızda bu dönem 4 kitap okuma fırsatımız oldu. ÜÇ MUHAMMED – M.İslamoğlu: Bu dönem okuduğumuz ilk kitap olan Üç Muhammed’in tahlilini, kitap ve yazar hakkında daha detaylı şekilde sorularımıza yanıt alabileceğimiz bir yer olan Kur’an Akademisi’nde gerçekleştirme fırsatımız oldu. Müslümanca Yaşamak Üzerine DenemelerR.Özdenören: İstanbul ekibininde bizlere katılım sağlamasıyla birlikte, katılımın verimin yüksek olduğu bir tahlil gerçekleştirdik. Müslümanın zihin yapısı, Müslüman’ın bilime bakışının nasıl olması gerektiği, günümüzde insanların hangi putlara taptıkları gibi başlıkları tartışıp değerlendirdik. İnsanın Dört Zindanı- Ali Şeriati: Hukukçular kulübünden arkadaşlarımızın evinde gerçekleştirdik. İlk olarak yazarın kimliği ve yaşadığı zamanın şartları konuşuldu. Daha sonra kitapta insanı baskı altına alarak özgürlüğünü kısıtladığını söylediği 4 zindandan bahsettik. Yazar bu zindanları; 1. Natüralizm (Doğanın zorlayıcı gücü) 2. Historizm (Tarihin zorlayıcı gücü) 3. Sosyolojizm (Toplumun zorlayıcı gücü) 4. İnsanın kendisi olarak sıralamış. Kahvaltılar 8 Mart Üniversite komisyonu Kahvaltısı Genç Öncüler üniversite komisyonunun organize ettiği kahvaltı programının 2.sini 8 Mart ‘ta düzenledik. Tanışma ve kaynaşma niyetiyle düzenlediğimiz kahvaltıda bir araya gelen hanım kardeşlerimiz muhabbete doyamadı. Kahvaltının ardından Genç Öncüler olarak yaptığımız faaliyetler

hakkında arkadaşlarımızı bilgilendirdik. Ayrıca dergimizin son sayısında ele alınan Müslüman Tutsaklardan bahsedildi. Sonrasında ise Burhanettin Can hocamızla yeni dünya düzeni ve müminler olarak sorumluluklarımız hakkında konuştuk. 8 Şubat Üniversite komisyonu Kahvaltısı Üniversite komisyonumuz 8 Şubat Pazar günü

düzenlediği ve ilk kahvaltımız olması hasebiyle epey heyecanlı başladığımız günü, farklı ülkelerden gelmiş öğrenci kardeşlerimizin de sayesinde tamamladık. Lise Kahvaltısı

Kamp Organizasyonumuz ‘’Müminler ancak kardeştir’’ ayetiyle hareket ederek, kardeşlerimizle tanışmak, kaynaşmak, dertlerimizi paylaşıp güzel ve faydalı vakit geçirmek için düşündük taşındık ve bir kamp organize edelim dedik. Sabah namazlarından sonra doğa yürüyüşlerimiz, el emeği göz nuru takılarımızı yaptığımız atölye çalışmamız, film saatlerimiz, oyun saatlerimiz ve çeşitli aktivitelerle eğlendiğimiz; tefsir dersi, kitap okuma saatleri ve Ömer Miraç Yaman’ın konuk olduğu “Modern Dünyada Mümin Genç Kız “ adlı söyleşisi ile bilinçlendiğimiz dolu dolu bir kamp geçirdik. Birçok anıyla döndük. İzlediğimiz filmdeki bu cümle hatırımızda yer edecek inşallah... “Allah’a ulaşmanın insanların sayısı adedince yolu vardır.” İzmit şubesi üniversiteli genç kızlar olarak 23-2425 Ocak tarihleri arası düzenlediğimiz Karaaslan kampımızdan kareler ...

Genç Öncüler Lise grubu çalışmaları başladı! 8.sinif ve liseden kız öğrencilerimizin katılımıyla gerçekleşen tanışma kahvaltımızda öğrenciler ilk günden ortama ısınıp birbirleriyle kaynaştılar. Her hafta cumartesi günleri 16.00-18.00 arasında bir araya gelerek Kur’an-i Kerim, İslam Kültürü dersi ve ardından sürpriz bir çalışmayla kardeşliğimizi pekiştirmeye karar verdik. Her ay kitap tahlili ve film gösterimiyle programımızın içeriğini zenginleştirdik. Öğrencilerimize özel etüt çalışmamız da yoğun ilgi gördü. Bize katılmak isteyen herkesi Cumartesi günleri 16.00’da Araştırma ve Kültür Vakfı İzmit şubesine bekleriz. J Mart’15 • 53


Etkinlik

Etkinlik

GENÇ ÖNCÜLER ISPARTA, “BİN YILIN SONU: 28 ŞUBAT” KONFERANSI

G

azeteci Yazar Abdullah Yıldız ve Marmara Üniversitesi Araştırma Görevlisi Abdurrahman Babacan, 7 Mart Cumartesi Günü Isparta’da bir konferans verdi. Öğretmenevi konferans salonunu dolduran birçok davetliye ‘Bin Yılın Sonu 28 Şubat’ konulu konferansta o dönem yaşananları ve arka planını anlattılar. Konferansta ilk söz alan Babacan, 28 Şubat’ı şu şekilde tarif etti: “Türkiye’de kendilerine her zaman merkezde gören, kendilerini bu ülkenin sahibi görmeye alışkın bir grup var. Bu grup Cumhuriyet elitleri olarak adlandırılan bir grup. Bu grup azınlık olmasına rağmen toplumun çoğunluğuna tahakküm eden bir grup. Türkiye’de Necmettin Erbakan’ın iktidara gelmesi ve onu destekleyen kesimin ekonomik ve sosyolojik olarak güçlenmesi, çeşitli vakıf dernek ve STK’larla büyümeleri rejim için bir huzursuzluk halinin oluşmasına neden oldu. 28 Şubat’ı anlatan asıl hikaye 54. Hükümet’in çeşitli operasyonlarla alaşağı edilmesi. Bu dönemde STK’lar halka rağmen çalışmaya başladı. Medya brifingler aldı. O brifingler üzerinden topluma yüklendi ve ayarttı. Burada ortak düşman İslami hareketler idi. Bu

54 • Mart’15

darbenin diğer darbelerden ayıran özellik, yani bir hükümetin alaşağı edilmesi değildir. Tarihsel noktada belirgin kılan şey bu toplumun ana damarlarıyla, dışardan dayatılmış, ihraç edilmeye çalışılmış, bir takım farklı damarların çatıştığı en son nokta oldu 28 Şubat.” Abdullah Yıldız da, haklın tavırlarının bir daha 28 Şubat yaşamak istemediği şeklide olduğuna dikkat çeken Abdullah Yıldız, “Biz eğer Allah’a karşı sorumluluk bilincimizi yerine getirirsek, biz takva ile hareket edersek Allah bize çıkış kapılarını gösterecektir. Allah yeni 28 Şubat’ların veya benzerlerinin ihtimalini bile şer odaklarının akıllarından geçirmesine fırsat vermeyecek çabaları gayretleri organizasyonları bizlere nasip eylesin. Biz dik durmaya çaba göstermeye devam edersek bu süreçler yeniden hayal bile edilmez. Biz geldiğimiz yerin kıymetini bilmezsek, 28 Şubat’ları iyi anlamazsak, şuanki durduğumuz yerin halini, yerini, kıymetini idrak edemzsek, üzerimize düşen gerekli çabayı göstermezsek, Allah muhafaza başımıza bu da gelebilir” ifadelerine yer verdi.

GENÇ ÖNCÜLER ISPARTA, KAMPI

I

sparta Genç Öncüler, Umran Kültür Merkrezi’nde bir kamp organizasyonu gerçekleştirdi. Ortaokul ve lise öğrencilerinden oluşan 20 kişilik grubun bulunduğu kamp 6-8 Şubat tarihleri arasında yapıldı. Kamptaki gençler birbirleriyle tanışma ve kaynaşma imkanı buldular. Samimi bir ortamda yapılan kampta beraber namazlar kılındı, namaz sonraları hoş ve içi dolu muhabbetler yapıldı. Sabah namazlarının ardından bereketli bir ayet ezber çalışması yapıldı. Ramazan Tamer Büyükküpcü hocanın katıldığı bir hoş sohbet ortamında bir hasbihal yapıldı. Programda oyunlardan da geri kalmadık. Futbol, satranç, langırt, tabu, halat çekme ve çuval yarışı oyunlarla tatlı bir rekabet oluştu. Son gün de Isparta’nın doğa güzellikleri arasında yer alan Kovada Gölü’ne bir gezi düzenledik. Buradaki doğa gezisinde Rabbimizin yaratmadaki güzelliğini ve bize verdiği nice nimetleri görme imkanına sahip olduk. Oyunlardan birinde takımı için canla başla mücadele eden kardeşlerimizden Şahin, ufak bir

kaza geçirerek sakatlandı. Ona da geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz. Kampa katılan büyük-küçük herkesin memnun ayrıldığı bir program olmasından dolayı Rabbimize ne kadar şükretsek azdır. Bir başka kampta görüşmek dileğiyle…

Mart’15 • 55


Etkinlik

Etkinlik

HANIMLAR KOMİSYON KAMPI

G

enç Öncüler Gençlik Hareketi Hanımlar Komisyonu olarak 2014 -2015 yarıyıl eğitim ve değerlendirme kampımız 30 kişilik ekibimizle gerçekleşti. Genç Öncüler Kağıthane şubesinde gerçekleştirdiğimiz kampımız 23 Ocak Pazar akşamı yerleşme ve görev dağılımının ardından başladı. Pazartesi günü sabah namazını cemaatle kıldıktan sonra Fetih suresini ezberlemeye koyulduk. Ezber yarışmasının kazananları Esmanur Yakupoğlu, Derya Demirel, Kevser Akraa,Pınar Topuz ve Büşra Özdemir kardeşlerimizi tebrik ediyor bu adımın Hafızlık niyetlerimizi tazelemesini umut ediyoruz.

56 • Mart’15

Ezber saatlerinin ardından Selin Gümüş kardeşimizin başkanlığında spor saatlerimiz gerçekleşti. Kahvaltı ve temizlik saatlerinin ardından derslerimize başladık. Fetih suresinin tefsirini kamp boyunca gerçekleştirdik. Tüm arkadaşlarımızın ayrı tefsirlerden çalışarak gelmeleri derslerimizi bereketlendirdi. Kamp öncesi belirlenen kitapları okuyarak kampa katıldık. Betül Babacan, May Akraa ve Şeymanur Ekren ablalarımızla birlikte kitapların tahlillerini yaptık. Çeşitli yarışmalar gerçekleştirdiğimiz kampımızda küçük bir sakatlanma yaşayan Melis Özdemir kardeşimize selam ederiz. Şiir progra-

mına şiirleriyle katılan Şehadet Günhan, Büşra Kara,Büşra Akgül, Zeynep Kırbaşoğlu,Esmanur Yakupoğlu,Pınar Topuz ve Zeynep Günhan kardeşlerimize şükranlarımızı sunuyoruz. Sunum saatlerimiz de ilgilendiğimiz ve eğitim aldığımız konularla alakalı kısa sunumlar yapıldı. Selin Gümüş “İşaret Dili”, Zeynep Günhan “Fotoğrafçılık”, Büşra Akgül “Ebru Sanatı” ,Zeynep Kırbaşoğlu ” Şiir ve Şairler” , Derya Demirel “Renk Bilimi”, Sena Çataloğlu “Ben ötesi Psikoloji” sunumuyla bizleri bilgilendirdiler. “Sağlıklı Yaşam” sunumuna hazırlanıp zaman yetmemesinden ötürü sunumunu yapamayan Sümeyye Akgül’e de teşekkür ederiz. Ayrıca ebru saatinde yaptığımız ebruları ücretli hale getirerek Suriye yardım projesine destek olduk. Video izleme saatlerimizde Ramazan Kayan ve Nouman Ali Khan’dan videolar izlenildi. Yusuf Topuz, Ömer Miraç Yaman ve Sümeyye Güven konuşmacı olarak kampımıza katıldılar. Gençlere tavsiyeler, tebliğ ve Türk sinemasındaki müslüman tavsiri sunumlarıyla bizlerle oldular. Kampımız çeşitli yarışmaların ödül töreni ile sona erdi. Kamp sorumlularımız Zehra Yurdan ve Sena Dağ başta olmak üzere burada adını zikredemediğimiz emeği geçen tüm kardeşlerimize teşekkürlerimizi sunuyoruz. Bu çabalarımız bizi kurtuluşa yaklaştıran adımlarımızdır. Rabbimiz kabul etsin….

NAKIŞ ATÖLYESİ 1

Mart Pazar günü liseli hanım kardeşlerimizle beraber kasnak işleyip hayırda bulunduk. Rengarenk iplerimiz ve eğlenceli motiflerimizle fazlasıyla keyifli zaman geçirdik. Bu kasnakların bizim için önemi fazlaydı. Çünkü, işlediğimiz kasnakları satın alıp paralarını “Elimden Gelen Elindedir” projesine dahil ettik. Yani Suriyeli kardeşlerimiz için küçük de olsa elimizden geleni yapmaya çalıştık.

Mart’15 • 57


Şiir

Fotoğraf

[sizden gelenler] Adı Hayat Esmanur YAKUPOĞLU

58 • Mart’15

Fotoğraf: Merve Şahin

Hakikat budur, bilirim, Allah’ın emri ölüm Günler de geçer üstünden, Tekrar ve tekrar Vurulur gönül, parçalara bölünür. Ey gözleri dünyaya dalıp gitmiş gönlüm! Neylersin buralarda? Bilmez misin, Budur zulüm. İki adım sonrası kabir, El atsan tutacaksın toprak Gel, etme sen de; ömür bu, Malûmat. Kalplerimizi mezarlara gömmüş insanlarız biz Kulaklar tıkalı, eller bağlı; Hapsiz. Konuştukça, konuştukça iç sesimiz Yürekler dağlanır Bilirim gönlüm, bu hâle ağlanır. Eesi hayat bu, üç gün iki gece Ne kadar kaçarsan kaç, gelecek o zelzele. Sen beni de al, bulup bir köşe, Gidelim buralardan Ben burada ölürüm.

Mart’15 • 59


Hikaye

Hikaye

ZINDAN Işığı arıyorsanız içinizdeki karanlığa doğru yürüyün. Ey değerli lağım fareleri ve romanlardaki Jean Valjeanlar! Hayat sizleri doğurmak için iffetini kaybediyor. Ve siz, efendiler, sistemcil canlılar, şartlanmış robotlar! Işığı yormayın. Eğer ki ışık görünmenizi sağlasaydı Diyojen sizi bulurdu. O ışık ki İskender’i bile gölge etmeye yeten, filizi tohumdan çıkartan, Yusuf’a kuyuyu hayat kılan, Meriç’e geceyi gün eden kudrettir. .. ** “Ben bilirim.” dedi akıl, “Ben görürüm.” dedi göz, Kulak atıldı hemen: “Ben duyarım.” Ten terledi, dil sulandı, söz inledi, gök dinledi… Ve perdeler çekildi yeni bir günün önünden. Gözleri masanın üzerinde dağınık halde duran kâğıtları yokladı. Hepsinin üzerinde birkaç satır yazı, silinen yazılardan arda kalan birazcık silgi tozu… Boylu boyunca uzanmış, orda, incecik, odun kalem, kalemin kenarında yarım bir silgi, tam bin âlem… İnsanlığın yazgısı yaradılışından bugüne maddenin vücuduna sirayet eden bir mana olagelmiştir. Siz bir şeyi tüketerek var oluyorsanız o şeyi var edenin varlığına da muhtaçsınız. Su olmadan yaşayabilseydi insan, Ekmek olmadan yaşayabilseydi, Ve yaşayabilseydi muhtaç olmadan, Allah’ın adını zikreder miydi? Kalem olmadan yaşayabilseydi silgi, silgi olmadan yaşayabilseydi yazı ve yazı ince ince dokunmuş bir örümcek ağı gibi, bu ağdan geçebilen bir silgi olmasaydı… Eskimeseydi dünya ve fikir içinden çıkılmaz olsaydı, yeniyi arar mıydı insan? Yeniyi aramasaydı eğer, umudu kalır mıydı? Kim daha erken kırarsa kalıbını, onu kazandırır sistem. Bu yüzden kötüler iyileri ezerler aslında. Ve kötü diye bir şey yoktur gerçekte. Üzülenler üzenleri kötü diye tanırlar. Oysa mutlu olmak içindir herkesin savaşı. Kimileri mutluluğunu başkalarının mutsuzluğunda bulacak kadar leşçillerdir sadece. Aramak kaybetmektir elinde olanları. 60 • Mart’15

Erdal ŞAHİN

Bunu bilmez iyiler. Akıl ile duygu savaşır ve akıl der ki: “Sen bir yangın olmasaydın ben suyu arayamazdım.” Ve duygu dile gelmez, bilir ki: “Akıl suyu ararken esmeseydi, alevler harlanmazdı.” “İnsan duygu ve düşünceleriyle bir kompozisyon değil midir?”diye sordu Ziya sessizliğe. Raflara çevirdi kafasını. Odanın dört köşesine raflar dizilmişti. Ancak bu raflar kitapların hepsini barındırmaya yetmemişti. Masanın kenarında, yerde üst üste duran yüzlerce kitap vardı. “Her kitap bir insan mıdır?” Öyle ya kitaplar da duygu ve düşünceleri bir araya getiren kompozisyonlar değil midir? Eline kalemi aldı ve bir kağıdın boş kısmına: “İnsan” yazdı. Sonra bir çizgi çekti, çokluk ekini ekledi: “İnsan-lar” Yine olmadı, içindeki huzursuzluk gitmedi. Yerinde duramıyordu. Kalemi masanın üzerine fırlattı. Hızlı adımlarla odanın içerisinde volta atıyordu. Bir taraftan ellerini birleştiriyor, parmaklarını çekiyor, bazen ensesini kaşıyor, yüzünü iki elinin arasına alıp bastırıyordu. “Olmuyor! Nasıl bir insan, nasıl bir kelime?” Bir anda durdu: “Kelime” Kelimeler olmazsa cümleler olmaz, cümleler olmazsa yazılar olmaz, yazılar olmazsa kitaplar olmaz, kitaplar olmazsa insanlar…” “Tıpş”diye bir ses çıktı sağ elinin başparmağı ile işaret parmağı arasından. Geçip oturdu masanın başındaki sandalyeye. Kalemi bir kez daha aldı eline. “Kelime” yazdı. Onun altına da “İnsan” sonra devam etti: “Hayat” “Gerçek” “Sebep” “Kitap” “Yazı” “Işık” “Kalem”

“Silgi” “Cümle” “Silgi” Silgiye uzandı eli. “İki kere silgi yazmışım.” Sildi birini. “Peki, insanlar da kelimeler gibi silinir mi?” “Silinmez.” “O zaman kelime de olmadı.” “Bir gerçek var, bir hakikat var, silinemeyecek bir gerçek ki özü insan olsun, özünde hayat olsun. Bir sayfa yazı. Öyle bir yazı olmalı ki bir insan gibi olmalı. Ne diyordu Ahmet Cemil: “Bir lisan ki tamamıyla bir insan olsun.” “Evet!” “…” “Evet, evet!” “…” “Öyle bir yazı yazmak için öyle bir lisan gerekir.” “O lisanı, kitaplarla dolu bu odada bulmak mümkün mü?” “Kitaplar da insanları anlatmıyor mu?” “Benim aradığım insanı anlatmıyorlar.” Yine kendisiyle konuşuyordu. Yalnızlık kusursuz bir denge oyunuydu çünkü. “Evet, evet başa sarıyoruz. Silgi kelimeyi silebilir fakat silemediği kelimeler de vardır.” “Ne vardır mesela? “Hiç yazılmamış bir kelimeyi silemez.” “Laubali laubali cümlelerin sırası değil Ziya!” “Fena fikir değil aslında. Hiç yazılmamış bir kelime, hiç yaşamamış bir insan…” “Hayır, hayır bu böyle olmayacak. En iyisi insanların arasına çıkıp onları gözlemlemeli. Otobüs duraklarında oturup işten eve evden işe koşuşturanları seyretmeli. Bir okul bahçesinin kenarında oturup hayat oyunundan uzak o temiz oyunları, sahilde oturup bir şehrin suya düşen hikayelerini, gökyüzüne bakıp ışığı, bir hayvanat bahçesine gidip hayvanları, bu taş yığınının ardında yaşama gayreti veren ağaçları, çiçekleri… “ Kulak: “Hayatın seslerini dinlemeli. Kuşları, çocukları, gemi kornalarını, simitçileri, balıkçıları, ambulans sirenlerini, arabaları, köpekleri, bakırcıların çekiçlerinden çıkan sesleri, bir meyhaneden yükselen şarkı sesini, bir hocanın vaazını…” “Sahile inip o tuz kokusu genzini yakana kadar içine çekmeli. Bir hastaneye girip insana ölümü, acıyı, kaybetme korkusunu hatırlatan o ürkütücü

kokuyu çekmeli içine. Sokak aralarına girmeli bir akşam vakti. Evlerin açık pencerelerinden dışarıya çıkan yanık yağ kokusunu koklamalı. Pazar yerinden arda kalan sebzelerin, meyvelerin, peynirlerin kokusunu…” diye devam etti burun. “Güneşin sıcak ışıklarına, belki yolunu kaybetmiş bir bulutun sağanağına, eski bir caminin duvarlarına, koşarken düşüp dizini kanatan bir çocuğun kanına, oğlunun tabutu başında ağlayan bir annenin gözyaşlarına… Dokunmalı” dedi ten. Dil dinledi, dil dinmedi. “Bir hastanın suyundan yudumlamalı. Bir işçinin dinlenirken içtiği çaydan, iftar sofrasındaki bir bardak sudan… Bir mahkûmun yemeğinden, çöpten bulduğu ekmekle karnını doyurmaya çalışan depremzedenin ekmeğinden, bir kralın ziyafetinden…” “Bir ters bir düz, bir ters bir düz…” Ayaklarının ucuna bakıyordu bunu söylerken. Hafifçe kaldırdı sol ayağını üç-beş santim ileri uzattı ters bir şekilde, sonra sağ ayağını düz bir biçimde onun yanına getirdi. Bu kez de sol ayağını düz, sağ ayağını ters…” “Bir ters bir düz…” Odasından çıktı. Üzerini giydi. Geçti aynanın karşısına. Ayna olmazsa olmazdı onun hayatında. Aynadaki şu adamla kim bilir kaç yıllık muhabbeti vardı. Kırklı yaşlarında bir adam vardı aynada. Göz çukurları derin, gözleri sulu boyanın kağıt üzerinde bıraktığı parçalı kahverengi, temi dumanlanmış bir beyaz, sakalları yok denecek kadar az…Saçlarını geriye doğru taramıştı. Gürdü saçları. Gür ve siyah. Ensesinde beyazlar vardı. “ Ne! Beyaz mı çıkmış orda?” Uzandı ve alnının üzerindeki beyaz saç telini hışımla koparttı. Dimdik duruyordu aynanın karşısında, aynadaki adamdan emin bir şekilde, gülümsüyordu… “Hiç yazılmamış bir kelime, hiç yaşamamış bir insan…” Kilitledi kapıyı ve çıktı. Dışarıya daha ilk adımını atmıştı ki bir kedi hızla ayaklarına çarptı. Bir başka kediden kaçıyordu anlaşılan. Ağzında kocaman bir fare vardı. Ziya’nın ayaklarına çarpınca, diğer kedi dişlerini hemen onun ağzındaki fareye geçirdi. Pek yaman bir kapışma oluyordu. Ama olan Ziya’nın pantolonuna olmuştu. Boğuşma sırasında bir kedi dişlerini pantolonun paçalarına geçirmiş ve pantolonu aşağıya Mart’15 • 61


Hikaye eğik bir çizgi şeklinde iki-üç santim çizmişti. “Daha bismillah diyemedik” diye hayıflanıyordu. Sokağın sağ tarafına doğru yürümeye başladı. Okul, durak, bakkal, fırın… Hepsi o taraftaydı. “Bu saatlerde bu tarafa doğru akar hayat.” Diye düşündü. Anneler çocuklarının ellerinden tutmuş okula doğru yürüyorlardı. Sırtlarında kendilerinden büyük okul çantaları, ellerinde beslenme çantaları, ayaklarında renkli renkli ayakkabılar ve bir üniforma içinde, annelerine ayak uydurmaya çalışan çocuklar… Bahar geliyordu. Ağaçlar uyanmaya başlamış, rüzgâr ılık dudakları ile öpüyordu insanın suratını. Ağaçların dallarından kendini boşluğa bırakan kuşlar yarım çemberler çizip bir başka ağacın dalına konuyorlardı. Biraz daha yürüyünce okul bahçesinin kapısına varmıştı. Bahçenin siyah, demir kapısı hapishane parmaklıklarını andırıyordu. Ya da bu onun üzerinde çocukluk yıllarından kalan bir izlenimdi. “Hala değiştirmemişler bu kapıyı. Ben okula gelirken de buradaydı. Boyatmışlar sadece.” Okula çevirdi gözlerini. “Okulu da boyatmışlar. Daha canlı daha renkli görünüyor.” Bahçede zil çalmasını bekleyen çocuklar ikişerli, üçerli, beşerli guruplar halinde duruyor, kim bilir hangi bilgisayar oyununu konuşuyorlardı. “Her şey aynı…” Devam etti yürümeye. “Hiç yazılmamış bir kelime, hiç yaşamamış bir insan…” Hiç yazılmamış bir kelime nasıl olurdu? Ya da hiç yaşamamış bir insan. Romanlardaki insanlar bile bir kalemde hayat bulmuşlardı. Hiç yaşamamış bir insanı hiç yazılmamış bir kelime anlatırdı, hiç yazılmamış bir kelimeyi de ancak hiç yaşamamış bir insan zikrederdi. “Öyle bir kelime ki tamamıyla benim olmalı. Öyle bir insan ki benden başkası tanımamalı.” “Oysa bu duvarlar ardına kapatılmış insanlar” dedi. Hepsi de aynı şekilde yaşıyor, aynı şekilde konuşuyor, aynı şeyleri yiyor, içiyor, aynı şeylerle eğleniyor, aynı hayat, aynı koşuşturmaca, aynı hüzünler, aynı heyecanlar, aynı mutluluklar, aynı kayıplar, aynı geçmiş, aynı gelecek, aynı aynı aynı… 62 • Mart’15

Şiir Farklı olan şey bir nesil öncesi.” Biraz daha yürüdü. Okul bahçesinin yukarı doğru kıvrıldığı yerde otobüs durağı vardı. İşe gitmek için otobüs bekleyen insanlar ellerinde telefonlar ile zaman geçirmeye çalışıyorlardı. Bazıları ise gelip geçen arabaların markalarına bakarak oyalanıyordu.” Karşı tarafa geçince sahile inen bir cadde vardı. Caddenin solunda bir cami, caminin solunda ise sıra sıra bankalar… Sahile doğru yürümeye başladı. Körler için döşenmiş kaldırım taşlarını takip ediyordu özellikle. Çünkü onlar renkliydi. Renkli olandan, faklı olandan haz alıyordu Ziya. Caddenin solunda caminin arka tarafında büyük bir mezarlık vardı ve upuzun çam ağaçları. “Çamlar her zaman yeşil kalırlar, kuruyuncaya kadar…” Önünden yürüyen ihtiyarı geçip yoluna devam etti. Sahilde rüzgâr daha serindi. Az ilerideki simitçiden bir simit altı. Geçip boş bir banka oturdu. Çiçekçi teyze geldi, geçti arkasından. “Bir çiçek ister misin güzel abim?” diye sormadı bile… Martıları seyretmek istemiyordu. Herkes martılardan bahsediyordu çünkü. Nerde bir şiir okusa martılardan bahsediyordu, nerde bir kitap okusa martılardan, nerde bir şarkı dinlese martılardan… “Bir insan ki sadece benim tanıdığım, bir kelime ki sadece benim yazdığım…” Tüm gün beyhude beyhude gezmiş fakat aradığını bulamamıştı. Her şey aynıydı onun için. Aynı deniz, aynı gökyüzü, aynı hava, aynı şehir, aynı bunalımlar, aynı sıradanlık, aynı beklentiler, aynı yalnızlıklar, aynı kalabalıklar, aynı çokluklar, aynı yokluklar… Artık eve gitme vaktiydi. “Aramakla bulunmuyor” dedi. Evinin kapısına göre sol taraftan ağır ağır yürüyordu. İki kişi vardı önünde. Biri diğerinin koluna girmişti. “Her şey ne kadar da farklı geliyor” diyordu soldaki. Dikkat etti Ziya. Soldaki de Ziya gibi, engelliler için döşenen sarı taşların üzerinden yürüyordu. Ezan sesi dalgalanıyordu mahallenin üzerinde. Ezan da hep aynı ezandı aslında…

sen ve sen Pınar TOPUZ

Sessizce izlemek, Hayat akarken seni. Seni gizlemek; Bir çocuğun gözlerinde, Bir serçenin nidasında, Mesela düşünmek seni; Bombalar patlarken bilinmeyen Sonra aramak seni, Parçalanmış hayallerin mazisinde Geç kalmış gülüşlerin, Söylenmiş sözlerin, Dilenmemiş özürlerin heybesinde. Bulmak seni, Sımsıkı sarılmak sana. Duyduğum pişmanlığa, Gördüğüm acımasızlığa inat. Sevmekten öte bağlanmak sana Masum bebekler gibi. Gurbeti yanık yüreklerinde taşıyan, Sessizce göç eden kadınlar gibi, Duyduklarıyla büyüyen . Şimdi nerdesin? Hasretin yaprak döküyor bu diyarda, Sen neredesin? Kulağına hoş gelen bir ezgi mi seni çağıran? Yoksa hala benliğini aşamamış, İnsanlar zümresinde mi adın? Avare düşünmekten kendini alamayan, Küçük şeylerle tatmin olamayıp, Büyük denizlerde boğulan. Sonra bir kahkaha ile su yüzüne çıkan, Kanayan yarasına aldırmadan, Dünyayı inleten, Acımasız ve yalnız, Mutsuz ve kibirli.

Söyle! Bir dönüp baksın arkasına. Kendisinden ne kalmış geriye? Gözyaşlarını, bir tutam kahkahaya İradesini, lüzum görmediği zamana Aklını, bedenleri parçalama uğruna Nihayetinde yüreğini, Yüreğini zincirlemek adına özgürlükleri Geri verdi hayata. Haydi sor! Ben kimim şimdi? Bir denizde yolunu kaybetmiş bir dümen: Martılar sarmış etrafını, Zihni dağınık sorularla yalnız, Ben seni biliyorum. Hatta en çok seni. Mart’15 • 63


Karikatür Zeynep HAFSA GÜNHAN

Şiir

Ölmemek mümkündür cano Seyyid Hamza Günhan

kalk gidelim, şehrin teferruatlarından, 5 oda 2 salon evlerden, alafranga tuvaletlerden, gökdelenlerden, lüks otomobillerden, camilerdeki sandalyelerden, ilahiyatçılardan, cafelerdeki İslam kurtarıcılarından, hatta düdüklü tencerelerden, kaçalım; Filistin’e, Kürdistan’a, Afganistan’a Somali’ye, Moro’ya, Patani’ye, ve nice nicelere, mülteci kamplarına, damı akan evlere, kurşun izleriyle dolu duvarlara, kan kokan caddelere, açlıktan ölen insanlara, düdüklü tencerelerden gideceğiz. 34 teröristle tanıştıracağım seni, rütbeli katillerle, gözü yaşlı annelerle, 64 • Mart’15

eli sapanlı çocuklarla, yürekleriyle, emziği boynunda kurşunu anlında bebelerle, dağlarla, gel benimle. boyumuzdan büyük silahları yükleneceğiz sırtımıza, mermi taşıyacağız siperlere, helikopterlerini vuracağız, tanklarını zalimin. Mescid-i Aksa’nın altına kolon olacağız. kaçacağız Gazze’nin, Batı Şeria’nın ortasına, kaçacağız Şam’ın, Humus’un, Deyr Ezzor’un, Hama’nın, Diyarbakır’ın, Uludere’nin, Reyhanlı’nın, Srebrenitsa’nın, Halepçe’nin, Cezayir’in tam ortasına. üzerimize yağmur gibi bombalar yağacak. tecavüze uğrayacağız, bıçak saplayacaklar her yerimize, üzerimizden tanklarla geçecekler, diri diri gömecekler bizi topraklarımıza, kafamıza büyükçe taşlar atacakar, göğsümüzden, sırtımızdan, anlımızın ortasından vurulacağız, ama ölmeyeceğiz, ama ölmeyeceğiz. Mart’15 • 65



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.