Peygamberlerinin İzindeki Gençlik

Page 1

Peygamberlerinin İzindeki Gençlik

9 771307 007009

ISSN 1307-007X

94

MEHMET AĞABEY’İN ARDINDAN

SABRIN SİMGESİ HZ. MUSA

ALLAH’IN ELÇİSİNDE KULLUK BİLİNCİ

İRAN GEZİ NOTLARI


EDİTÖR'DEN

Allahın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Sahibi PINAR YAYINLARI A.Ş. Adına Şemsittin ÖZDEMİR Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Furkan Gençoğlu Yayın Sorumlusu Mehmet Semih Özdemir Yayın Kurulu Ali Tarık Parlakışık Mehmet Semih Özdemir Furkan Gençoğlu Asım Ebrar Yıldız Uğur Demirel Betül Babacan Sümeyye Akgül Kübranur Yakupoğlu Nihal Açıkel Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Gamze Köker İlknur Külekçi Emin Sarıkaya Maide Özmen Nazmiye Yeniçeri Nesibe Nur Çallıoğlu Betül Kayalı Zeynep Doğan Ali Tarık Parlakışık Elif Oğuz M.Salih Demirtaş Ceylan Demir Mustafa Fatih Yavuz Furkan Gençoğlu Fatıma Rümeysa Demirel Uğur Demirel Tarık Parlak Zeynep Hafsa Günhan Adres İskenderpaşa Mah. Yeşiltekke Sok. No:4/1 Fatih / İSTANBUL genconculereyaziyorum@gmail.com Görsel Yönetmen Tekin Öztürk Grafik Tasarım Projesanat Tan. Org. Tel: 0212 640 20 90 www.projesanat.com.tr

Baskı Sanatkar Ofset Son. Tic. Ltd. Şti. Maltepe Mh. Litros Yolu 2. Matbaacılar Sit. 4NF/4-5 Topkapı / İST. Tel: (212) 567 39 40-41

Sevgili arkadaşlar enç Öncüler Dergimiz uzun soluklu yürüyüşüne devam ediyor. İnsanoğluna verilmiş ve sonunda hesaba çekilecekleri bildirilmiş güzel bir meyve tadında olan hayatın, en verimli, en heyecanlı devrinde, Allah rızası için çabalayan, yaşları 15-24 yaş arasında olan arkadaşlarımızın emek ve gayretleriyle çıkan dergimiz, bugüne kadar gariplerin derdiyle dertlenmiş, zalimlerin hasmı olmuş, sorumluluk sahibi müslümanlarla birlikte yürüyüşünü sürdürmeye devam etmektedir.

G

Doğru bildiği hakikati, en yalın, en duru, en anlaşılabilir şekilde ifade etmeye çalışan yazarlarımız bu sayımızda ağırlıklı olarak Peygamberler ve örnekleri üzerinde durdular. “Peygamberlerin İzindeki Gençlik” başlığı ile çıkan dergimizde İlknur Külekçi “Hz. İbrahim ve Tevhid Metodu Üzerine” yazısıyla tevhid bilincini işledi. Nesibe Nur Çallıoğlu “Sabrın Simgesi Hz. Musa” yazısı ile Hz. Musa’nın Allah’a verdiği söze sadakatini anlattı. Elif Oğuz “Postmodern Dünyanın Altın Çocuklarının Rol Model Açlığı Üzerine” yazısında Müslüman gençlerin örnek rol modellerini n ne olması gerektiğini irdeledi. Mustafa Fatih Yavuz “Masada Kan Var!” yazısı ile bölgemizde yaşanan son gelişmeleri değerlendirdi. Furkan Gençoğlu “Mehmet Selim Kiraz Ağabeyin Ardından” yazısı ile katledilen savcı ağabeyimizi rahmetle andı. Genç Öncülerin genç yazarları olarak temel gayemiz, toplumsal yaşamımızda karşılaştığımız iyilikleri,kötülükleri,kolaylıkları, sıkıntıları siz değerli okurlarımıza en anlaşılabilir şekilde aktarmaktır. Kadromuz adaletle şahitlik vazifesini unutmayarak, bu bilinçle yazılarını kaleme almaktadır. Çünkü bu bize inandığımız rabbimizin vahiyle sabit kıldığı bir görevdir. Çıkarttığımız bütün sayıları bu görev bilinci ile çıkartıyoruz. Bu çalışmamızın hayırlara vesile olmasını diliyor, keyifle okumanızı temenni ediyoruz. Allah’a emanet olun.

“Ey inananlar! Kendinizin, ana babanızın ve en yakınlarınızın aleyhine dahi olsa, adaleti titizlikle ayakta tutan ve sırf Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın)! Çünkü Allah her ikisine de (sizden) daha yakındır. Öyleyse, kendi boş arzu ve heveslerinize uymayın ki adaletten uzaklaşmayasınız. Eğer (gerçeği) çarpıtırsanız ya da (şahitlikten) kaçınırsanız, biliniz ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.“ Nisa/135

Nisan’15 • 1


RÖPORTAJ

HZ. PEYGAMBER (s.a.v) ve KUTLU DOĞUM HAFTASI SİZİN İÇİN NELER İFADE EDİYOR? Nisan 2015 • Sayı 94 • Yıl 12

18

07

36

Hazırlayan: Ceylan DEMİR

Gençleri Aydınlatmada Tedrici Metodun Önemi / Gamze KÖKER.......................................... 4

SABRIN SİMGESİ

Hz. MUSA Nesibe Nur ÇALLIOĞLU

Hz. İbrahim’in Tevhid Metodu Üzerine / İlknur KÜLEKÇİ ................................................... 7 Allah’ın Elçisinde Kulluk Bilinci / Emin SARIKAYA....................................................... 10 Tufan ve Tebliğ / Maide ÖZMEN............................................................................ 13 Hz. Muhammed (s.a.v) ve İletişim / Nazmiye YENİÇERİ........................................... 16 Sabrın Simgesi Hz. Musa / Nesibe Nur ÇALLIOĞLU................................................ 18 Tapınılan Nesne Olarak Toplum / İlknur KÜLEKÇİ................................................... 22 Derin Yâr / Betül KAYALI...................................................................................... 24

Hz. İbrahim’in Tevhid Metodu Üzerine

Nasıl İman Edelim? / Zeynep DOĞAN ................................................................... 25

İlknur KÜLEKÇİ

Postmodern Dünyanın “Altın Çocuklarının” Rol Model Açlığı Üzerine / Elif OĞUZ.... 32

Abdülhamid A. Ebu Süleyman’dan ‘Müslüman Aklın Krizi’ / Ali T. PARLAKIŞIK........ 28 Özgürlük Üzerine / M. Salih DEMİRTAŞ................................................................... 34 Röportaj / Hz. Peygamber (s) ve Kutlu Doğum Haftası Sizin İçin Neler İfade Ediyor? Ceylan DEMİR.................................................................................................................. 36

Özgürlük Üzerine

46

DARÜLFÜNUN’UN KAPATILMASI ve İSTANBUL ÜNİVERSİTESİNE GEÇİŞ

Masada Kan Var! / Mustafa Fatih YAVUZ.......................................................................... 40 Yüzlerimizi Güldüren, Umutlarımızı Yeşerten İdlib’in Fethi Dolayısıyla / Tarık PARLAK......... 42 Mehmet Selim Kiraz Ağabeyin Ardından / Furkan GENÇOĞLU............................................ 44 Darülfünun’un Kapatılması ve İstanbul Üniversitesine Geçiş / Muzaffer YARDIMCI.............. 46 İran Gezi Notları-2 / Furkan GENÇOĞLU........................................................................... 50 Basından Yansıyanlar....................................................................................................... 55 İslam Coğrafyasından Haberler.......................................................................................... 58 Etkinlik / Genç Öncüler Ankara ve Isparta’nın Ortak Çalışmasıyla “Gençlik ve Kuran” Çalıştayı............................................................................................. 60 Şiir / Çok mu Sıkıldınız? / Fatıma Rumeysa YÜKSEL........................................................... 61 Şiir / Uğur DEMİREL......................................................................................................... 62 Karikatür / Zeynep Hafsa GÜNHAN.................................................................................. 64

M. Salih DEMİRTAŞ

2 • Nisan’15

34 Nisan’15 • 3


Karantina

Karantina

GENÇLERİ AYDINLATMADA TEDRİCİ METODUN ÖNEMİ Gamze KÖKER

ği bir ortam oluşturmaktır. Karşı tarafın tezinin çürüklüğü üzerinde durmaktan ziyade kendi tezinin sağlamlığıyla yol açmaya çalışmalıdır. Nitekim Kur’an’ın geneline baktığımızda müşriklerin inanç sistemine eleştiriden önce her şeye gücü yeten Allah’ın tanıtıldığı görülecektir. Eğer muhatabı yargılama inanç sistemine direkt bir eleştiri yapılırsa muhatap kızacak, dinlemeyecektir. Yine Kur’an’daki surelerin Huruf-u Mukâtâ harfleriyle başlaması da kişide gerek psikolojik gerek zihinsel bir ortamın hazırlanması amacıyladır.”5

2. Muhatabın Tanınması ve Ferdi Farklılıkların Göz Önünde Bulundurulması

“Görüş, fikir ve inançların değiştirilmesinde zaman faktörü çok önemlidir. Hiçbir işin ve hiçbir amacın hemen acele, birdenbire gerçekleştirilmesi mümkün değildir.”1 Bir amaca ulaşmak için belli aşamalardan geçilmesi gerekir. Kur’an-ı Kerim’in de birdenbire değil de yirmi üç sene gibi bir zaman diliminde inmesi de bizlere tedrici metodun önemini göstermektedir. Kur’an’ın neden tedrici metot kullandığını şu ayetten anlamaktayız. “Bir de inkârda ısrar edenler dediler ki: ‘Kur’an ona topyekün olarak tek bir seferde indirilseydi ya!’ İşte biz bütünü yerleştirerek onunla senin iç dünyanı inşa edip pekiştirelim diye böyle yaptık”2 Nitekim Hz. Muhammed (sav) de aynı zamanda bir muallimdi. “Kur’an’ın öğretilerinin insanlara yerleştirilmesi için tedrici bir metot kullanılması gerekliydi. Hz. Muhammed (sav) dinin ahkâmını peyderpey öğretiyordu. Daha iyi alın4 • Nisan’15

ması ve zihinlere yerleşip ezberlenmesi için, öğretirken önem sıralamasında bulunuyor ve parça parça öğretiyordu.”3 Cundeb b. Abdullah radıyallahu anh diyor ki: “Hz. Peygamberle (sav) birlikteyken ergenlik çağında gençler idik. Kur’an’ı öğrenmeden önce imanı öğrendik. Kur’an’ı daha sonra öğrendik ve onun sayesinde imanımız arttı.”4 Hakikatlere ulaşma noktasında tedrici metodun ne kadar önemli olduğunu görmekteyiz. Şimdi de tedrici metodun hangi çerçevelerde uygulanacağını anlatalım;

1. Psikolojik Ortamın Hazırlanması “Tedrici metodun ilk aşaması, öncelikle muhatabın rahatlamasını sağlamaya çalışmak, onu yargılamaya gitmeden önce onun güvenebilece-

Bir insana bir şeyler öğretilmeden önce kişinin gerek fizyolojik gerek psikolojik ve zihinsel açıdan bilinmesi gerekmektedir. Bilginin ne kadarının, hangi düzeyde, ne yöntemle verileceği onun zihinsel ve fizyolojik yapısına göre ayarlanmalıdır. “Yüce Allah, Kur’an’ın hitap ettiği toplumun fikri, sosyal, dini vs. yapısını dikkate almış dolayısıyla Kur’an’ı Arapların ana dili üzere ve onların anlayabilecekleri bir açıklık ve sadelikle göndermiştir.”6 Hz. Peygamber (sav) der ki: “Ben insanlara akılları derecesinde hitap etmekle emrolundum.”7 Yani bunun anlamı; herkesin düzeyine göre ve anlayabilecekleri bir dil ve üslupla insanlara hitap etmek üzere gönderildim demektir.

3. Acele ile Değil Teenni ile Hareket İnsanın yapısı gereği düşüncelerinin hemen değiştirilmesi mümkün değildir. Zaman ve sürece yayılması gereken bir şeydir. Bu yüzden görüşlerden etkilenilmesi isteniyorsa acele ile değil teenni ile hareket edilmelidir.8 Kur’an’ı Kerim’de: “İnsanoğlu aceleci bir yapıya sahiptir. Zamanı gelince size mesajlarımın (gerçek olduğunu) göstereceğim; dolayısıyla acele etmenize hiç gerek yok.”9 ayetinden anlaşılacağı üzere insan aceleci-

Hz. Peygamber (sav) Muaz b. Cebel’i davetle ilgili olarak Yemen’e gönderdiği zaman ona şu talimatı vermişti: “Sen Kitap Ehli bir topluma gidiyorsun, bu itibarla Aziz ve Celil olan Allah’a ibadet etmek, onları çağıracağın ilk şey olsun. Allah’ı tanıdıkları zaman onlara şunu haber ver; Allah gece-gündüz içinde beş vakit namazı farz kılmıştır. Bunun yaptıkları takdirde, onlara şunu haber ver; Allah, zenginden alınıp fakirlere verilecek olan zekâtı farz kılmıştır. Buna da itaat ederlerse onlardan al, fakat malların en iyilerinden sakın.” dir, bazı şeylere çabuk sahip olmak ister. Bilgi de böyledir, ancak bilgiye giden yolda sabırla hareket etmek gerekmektedir.

4. Detaydan Değil Esastan İşe Başlanması “Önce inanç gönüllere yerleştirilmelidir, daha sonra yavaş yavaş ameli prensiplere geçilmelidir. İnsan fıtratına en uygun yöntem budur. Nitekim Kur’an’ın ilk önce iman meseleleri üzerinde durduğunu, bu prensiplerin kafa ve gönüllere iyice yerleştirilmesinden sonra pratik esaslara geçtiğini görmekteyiz.”10 Hz. Peygamber (sav) Muaz b. Cebel’i davetle ilgili olarak Yemen’e gönderdiği zaman ona şu talimatı vermişti: “Sen Kitap Ehli bir topluma gidiyorsun, bu itibarla Aziz ve Celil olan Allah’a ibadet etmek, onları çağıracağın ilk şey olsun. Allah’ı tanıdıkları zaman onlara şunu haber ver; Allah gece-gündüz içinde beş vakit namazı farz kılmıştır. Bunun yaptıkları takdirde, onlara şunu haber ver; Allah, zenginden alınıp fakirlere verilecek olan zekâtı farz kılmıştır. Buna da itaat ederlerse onlardan al, fakat malların en iyilerinden sakın.”11 Hz. Peygamber’in uygulamasından Nisan’15 • 5


Karantina

Karantina

Hz. İbrahim’in Tevhid Metodu Üzerine İlknur KÜLEKÇİ Ankara Üniversitesi – Sosyoloji Bölümü

da anlaşılacağı üzere doğru bilgiye ulaşabilmek için kendimize ana noktalar belirlemeli, işe buradan başlamalıyız. Daha sonra bu çerçeve etrafında bilgilerimizi çeşitlendirebiliriz. “Tedrici yöntemde en önemliden işe başlayıp önemli olana ve daha az önemli olana doğru adım adım gitmek, müspet bir neticeye ulaşabilmek için en isabetli yoldur.”12

5. Kolaydan Zora Doğru Gitmek İnsanları aydınlatmada en önemli yöntemlerden biri de kolaydan zora, somuttan soyuta, basitten karmaşığa doğru gidebilmektir. Muhatabın önüne ilk etapta zor şeyler konulduğunda, muhatap baştan öğrenme isteğini kaybedilebilir. Şüphesiz İslam da bir kolaylık dinidir, zorluk dini değildir. Kur’an da: “Biz bu ilahi kitabı sana zorluk çekip mutsuz olasın diye indirmedik.”13 ayeti bize Kur’an’ın kendisinin zorlaştırıcı bir hitap olmadığını söylemektedir. “Nitekim Hz. Peygamber (sav) de İslam dinini başkalarına öğretmek için gönderdiği kimselere şöyle tavsiyelerde bulunurdu: “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.”14

6. Güzel Söz, Yumuşak Üslup

Kişilere bilgi aktarılırken onların hoşuna gidebilecek yumuşak bir üslup kullanılmalıdır. İnsan yapısı gereği sıcak, samimi, cömert, lütufkâr davranışlardan etkilenmektedir. Şüphesiz Hz. Peygamber (sav) bize en güzel örnektir. Onun 6 • Nisan’15

yumuşak huylu olmasına dair şu ayet bizlere her şeyi anlatmaktadır: “Allah’ın rahmeti sayesinde yumuşak davrandın. Ama eğer onlara karşı katı yürekli davransaydın kesinlikle senden uzaklaşırlardı.”15 Yine şu hadis de bizlere güzel üslubun gerekliliği konusunda bilgi vermektedir. “Şüphesiz ki Yüce Allah latiftir, yumuşaklığı sever. Sertlikle vermediğini yumuşaklık üzerine verir.”16 Tedrici metodun eğitim açısından önemli bir metot olduğunu açıkladık. Geleceğin inşasında en etkili yöntemlerden birisi de tedrici metottur. İnsanın insan olması hasebiyle ona aktarılacak hakikatler bu metotla kolayca anlatılabilir. Akıllı bir Müslüman bu yöntemle nice insana ulaşabilir ve nice gönüller kazanabilir.

KAYNAKÇA 1. Şevki Saka, İnsanı Aydınlatmada Tedrici Metodun Önemi, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt XLII, s.59 2. Furkan, 25/32 3. Şevki Saka, a.g.e. ,s.60 4. İbn Mace, 1/23, Mukaddime, bâbun fi’l iman 5. Şevki Saka, a.g.e. s.60 6. Şevki Saka, a.g.e. s.62 7. İbnü’l-Esir, en-Nihaye fi Garibi’l-Hadis, 1,3 8. Şevki Saka, a.g.e. s.63 9. Enbiya, 79/37 10. Şevki Saka, a.g.e. s.65 11. Buhari, Sahih VIII. 164 ‘Kitabu’t- Tevhid’ 12. Şevki Saka a.g.e. s.67-8 13. Tâhâ, 20/2 14. Buhari, Sahih, I.27 “Kitabu’l-İlim”; Müslim, Sahih, III.1358 15. Al-i İmran, 3/159 16. Müslim, Sahih, IV.2004 “Kitabu’l- Birr”

Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla, emrut’un müthiş bir cahiliye fikriyatı üzerine kurduğu iktidarını kendine has metodolojisiyle yerle bir eden bilge Peygamber İbrahim’e selam olsun. Herhangi bir tarihi olayı veya tarihi şahsiyeti anlamaya çalışırken kanaatimce en etkili yöntemlerden bir tanesi dönemin tarihsel ve toplumsal şartlarını incelemek olacaktır. Haldun’un yolumuza tuttuğu ışıkla öncelikle İbrahim Peygamberin doğduğu, yaşadığı ve mücadele ettiği toprakların ve o toprakların öznelerinin niteliklerini kabaca hatırlayalım. Dönemin Babil Kralı Nemrut hakkında Kuran-ı Kerim’de Allah Bakara Suresi 258. ayette “Allah kendisine mülk (hükümdarlık ve zenginlik) verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrahim ile tartışmaya gireni (Nemrut’u) görmedin mi?” buyuruyor. Bu ayetten Nemrut’un iktidarını sağlamlaştırmadan önce halka iyi davrandığı ve daha sonra hakimiyeti bütünüyle ele alınca halka zulmettiği fikri meşruluk iddia edebilir; zira ayette “Allah ken-

N

disine mülk verdiği için…” ifadesi geçmektedir. Ne yazık ki Nemrut, nefsine zulmedenlerden olmuş, elindeki zenginliklerin kaynağını kendinden bilmiş ve zalimlerden olmuştur. İktidarını tesis ettikten sonra ikinci aşama olarak iktidarının devamını sağlamak üzere zaten tevhid inancı sağlam bulunmayan Babil halkını cahil bırakmış, onları bedenen ve zihnen köleliğe mecbur bırakıp düşünmelerini ve faaliyete geçmelerini engellemiş ve kendinin Tanrı olduğunu sorgu ve fikir kıtlığı çeken Babil halkına inandırmayı başarmıştır. Maddi açıdan tamamen parya haline gelen Babil halkı manevi açıdan da Nemrut’un paryası olmaktan kurtulamamıştı. Peki, Hz. İbrahim bu toprakların içinde mi doğmuştu yoksa doğduğundan bir müddet sonra mı bu toplumun pratikleriyle karşılaşmıştı? Kur’an’da bu konuyla ilgili bir bilgi yok. Bugün bizim ikincil kaynaklarımızda rastladığımız ve Tevrat’ta yer alan durum ise şöyle: Nemrut gördüğü bir rüyayı dönemin tabircilerine anlatır. Rüyadan Nemrut’un saltanatını yerle bir edecek bir erkek çocuğun doğacağı sonuNisan’15 • 7


Karantina

cu çıkar. İktidar telaşına düşen Nemrut emir verir ve doğacak bütün erkek çocukların öldürülmesini emreder. Hz. İbrahim’in annesi çocuğunun cinsiyetini bilmediği için durumun risklerini hesap eder ve çocuğunu şehre uzak bir mağarada doğurur. Çocuğun erkek olduğunu görünce onu orada saklar ve onu beslemek için sık sık mağaraya geri döner. Bu arada İbrahim’in refakatçisi Cebrail’dir. O’nda yeşerecek Hanifliğin temellerini Cebrail atar; ancak bunu keşfetmek ve iliklerine kadar Yaratıcı’yı hissetmek İbrahim Peygamberin tek başına kaldığında çıkacağı bir yolculuktur. Tehlike geçtiğinde annesi İbrahim’i geri götürmek için akşamdan mağaraya gelir. Annesi ile yola çıkan İbrahim’in aklında Tanrı vardır; önce yıldızları görür yukardadırlar, ışık saçmaktadırlar, yıldızları Tanrısı zanneder, yıldızlardan da büyük ve aydınlatıcı olan Ay’ı görünce onu Tanrısı olarak düşünür; ama sabah olduğunda Ay’dan ve yıldızlardan daha büyük ve kapsayıcı olan Güneş’i gördüğünde Güneşin battığını görene değin Tanrıyı Güneş olarak görmüştür. Ben şahsen bu hikayenin doğruluk payının kuvvetli olduğuna inanıyorum. Çünkü bir insan yaşadığı toplumun değerleriyle büyür ve onları benimsesin veya reddetsin kendini o değerlere tanıdık bulur. Bu çerçeveden baktığımızda eğer İbrahim Peygamber’in doğup büyüdüğü ortam tevhit mücadelesini geçirdiği ortam olsaydı eğer zannediyorum şu soruyu sormaya ilk etapta gerek duymayacaktı: “Heykelleri mi tanrı ediniyorsun? Seni ve halkını apaçık bir sapıklık içinde görüyorum.” (6:74). Hiç kimse maruz kaldığı şartların doğurduğu sonuçlara şaşırmaz. Bu ilk sorunun daha sonra putperestlerin akletmeleri için soracağı sorularla karıştırılmaması gerekir. 8 • Nisan’15

Karantina

Yukarıdaki hikayenin doğru olup olmaması akli metodun kullanılmaması anlamını doğurmaz zira Kuran’da da geçen sorgulama ve Tanrıyı bulma süreci bize akıl ile hemhal olmuş bir tevhide varış yolculuğunu anlatır. 6. surenin 74. ayetinde sorulan isabetli sorunun ardından 75. ayette Allah şöyle buyuruyor: “Kesin bir inanca sahip olması için İbrahim’e göklerin ve yerin yönetimini şöylece gösterdik.” Ve bu ayetten sonra mükemmel bir sorgulama başlıyor ve tevhid tesis ediyor. Ardı sıra gelen 76., 77. ve 78. ayetlerde sırasıyla yıldızları, ayı, güneşi Tanrı zanneden İbrahim peygamber onların acziyetlerini fark edip “Ben yüzümü tümüyle gökleri ve yeri yaratana çevirdim.” diyor. İbrahim’in HALİLULLAH olma serüveni işte böylece başlamıştır. İbrahim Peygamber Allah tarafından Kuran’da tanıtıldığı cümlelerden bazıları ise şunlarıdır: “Gerçekten O, inanmış kullarımızdandı.” (37:111) “İbrahim ne bir Yahudi, ne de bir Hristiyandı. Fakat Allah’ı bir tanıyan gerçek bir Müslümandı.” (3:67) “O şüphesiz dosdoğru bir peygamberdi.” (19:41) “Doğrusu İbrahim çok içli, yumuşak huylu ve kendini Allah’a vermiş bir kimse idi.” (11:75,9:114) “Dosdoğru mümin, vefakar.” (53:37) İbrahim Peygamberin tevhid anlayışı konusunda mertebesinin ne derece yüksek olduğunu, bizzat kendi yaşamında Allah’ın varlığı ve sevgisi hususunda oğlundan ve eşinden ayrılmasıyla, oğlunu kurban etmeyi kabul etmesiyle, ateşe atılırken o ateşi yakanların onda bıraktığı etki “serin ve zararsız” oluşuyla Halilullah ünvanını sonuna kadar taşıyabilen bir peygamber olmuştur.

O “batanları” sevmedi, Rabbi tüm eksiklerden münezzeh olmalıydı. İbrahim Peygamberin Yaratıcıyı keşfetme serüveni hem aklen hem de kalben mutmainliğin zirvesine varmıştı. Kuran’ı açıp İbrahim Peygamberin harikulade yaşamını ve mücadelesini okurken ıskalamamamız gereken noktalardan bir tanesi onun putperest bir halka karşı verdiği mücadelenin metodolojisidir. Bu mücadelede insanın psikolojik ve sosyolojik durumları hiçbir zaman atlanmamıştır ve buna göre bir yöntem oluşturulmuştur. Örneğin; “İbrahim babasına demişti ki: ‘Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir şey kazandırmayacak olan putlara niçin tapıyorsun. Babacığım, sana gelmeyen bir bilgi bana geldi; bana uy, seni dosdoğru yola ileteyim. Babacığım şeytana tapma, çünkü şeytan Rahman’a isyan etmişti. Babacığım, ben, Rahman’dan sana bir azabın dokunmasından korkuyorum. O zaman sen şeytanın dostu olursun.’” Burada İbrahim Peygamber insanların ölümden sonra hayatı merak etmeleri ve bunu bilemedikleri için korktuklarının farkındadır ve bunların üzerine açıklamalar yapar. Putperestliğe devam ederlerse eğer onları bekleyen korkunç sonu da anlatarak korku aracını kullanır ve bu şekilde insanların gönüllerine tevhid tohumunu atmayı dener. Burada salt akıl ile değil insanların korku duygularının harekete geçirilmesi ile ilgili olan bir yöntemdir. Diğer bir yandan eşyaya tapan bir halka akıl yoluyla eşyanın amaç değil basit bir araç olduğunu anlatmıştır. Görmeyen, işitmeyen ve bir faydası ve zararı da olmayan gayesiz taşlara, heykellere ibadetin mantıksızlığına ve anlamsızlığına dikkat çekmiştir. Bu durumu inananlara kavratmak da ancak akıl yürütmelerini sağlamak ile olur ki İbrahim Peygamber halka sorduğu sorularla onların yapageldikleri davranışların saçmalığını fark etmelerini sağlamıştır. Kırdığı putlardan en büyük olanın boynuna astığı balta halkını uyanışa geçiren belki de en önemli faktörlerden biriydi. Bu akıllıca oyun o kadar etkili olmuştu ki O bu yüzden ateşe atılacaktı. Sadece korku ve akıl değil aynı zamanda

“Rabbim’den sana mağfiret dileyeceğim. Çünkü o bana lütufkârdır.” şeklindeki ifadesinde Allah’ın Ğafur sıfatına dikkat çekmiş ve kalpleri tevhide sevgi yoluyla ısındırmayı da ihmal etmemiştir. “Ben sizin taptıklarınızdan uzağım, ben yalnız beni Yaratana taparım. Çünkü o bana doğru yolu gösterecektir.” derken İbrahim Peygamber akılcı bir metodu gözetmiştir. Yalnızca bir yaratıcı vardır, beni yaratan bir Yaratıcı varken başka ilahlara veya aracılara hiç lüzum yoktur ve ben yalnızca O’na taparım demek istemiş ve tevhidin esaslarını akılcı çizgi ile belirtmeye başlamıştır. Bu ifadeleri bir nebze olsa soyuttur ve halkın anlaması için onların taptıkları putların niteliksizliklerini sıralar, putları yıkar ve suçlunun en büyük put olduğunu söyleyerek halkın putların mahiyeti hakkında düşünmelerini sağlar. Nemrut kendini ilah olarak görürken zorbalıkları ve elinde bulundurduğu maddi güç onda güç zehirlenmesi yapmışken İbrahim ile Allah hakkında tartışmaya girer. Burada İbrahim Peygamber, Nemrut’un öldürüp diriltme iddiasına karşılık ona gücü yetebiliyorsa Güneş’i ve Ay’ı kendinin istediği gibi hareket ettirmesini söyleyince bu noktada beşerin Allah karşısında acziyetini ortaya çıkarmış olur. Doğru öncüllerle yapılan savunmayla saçma sapan soruların ve pratiklerin mantıklı birer tahlil ve izahıyla İbrahim Peygamber tevhid mücadelesini sürdürmüştür. İnandığı değerleri canı pahasına savunmuş ve bütün hayatını tek ve bir olan Allah’a adamıştır. Zihninde inşa ettiği tevhid inancını bizzat kendi yaşamına uygulamış ve bu uğurda Allah’ın karşısına çıkardığı tüm imtihanları başarı ile geçmiştir. Özetle İbrahim Peygamberin metodolojisi ışığında dinimizdeki teslimiyet anlayışını yeniden kavramsallaştırmamız, kendimizi aklın rehberliğinden mahrum bırakmamız gerekmektedir. Allah’ın “halifelerim” dediği bizler evvela bu sıfatı hak edip hak etmiyor oluşumuz üzerine dertlenip İslam adına insan için yeni bir medeniyet kurmak üzerine akletmeliyiz.

Nisan’15 • 9


Karantina

Karantina Müslüman toplumlardaki fertlerin birbirlerine karşı olan itimat eksikliği gerçeği ortadayken, rehberimiz Allah’ın elçisi için adil olma vasfı en bilindik vasıflarındandı. Adil ve emin bir kimse idi. Ki daha peygamberlik gelmezden evvel, Mekke halkı aralarındaki bir anlaşmazlıkta onu hakem kılmıştı. Peygamberliğini ilan ettiğinde kendisine inanmayanlar dahi değerli eşyalarını Resul’ün yanında emanet bırakırlardı.

Allah’ın Elçisinde Kulluk Bilinci Emin SARIKAYA

Ankara Üniversitesi – İlahiyat Fakültesi

Bismillahirrahmanirrahim “Bir kimsenin Müslüman olması için ilk şart nedir?” sorusu sorulduğunda cevabımız kelime-i şehadet olacaktır. Hz. Muhammed ilk Müslümanlara İslam’ı tebliğ ederken kendilerinden bu şahitliği talep etmiştir. Ve her Müslüman İslam dini ile şereflendiğinde bilâ-istisna Allah’tan başka bir ilah olamayacağına, Hz. Muhammed’in Allah’ın kulu ve Resulü/Elçisi olduğuna şehadet eder. İlk olarak Peygamberimiz kendi kulluğuna şehadet etmiştir. Akabinde Allah Teâlâ tüm kullarını, bu örnek kulluğa, elçisinin kul oluşuna şahit kılmıştır. Şimdi kendimize şu soruyu sormalıyız, acaba şehadet ettiğimiz bu örnek kulluğun mahiyetine ne kadar vakıfız; Allah’ın razı olduğu bu 10 • Nisan’15

ideal kulluk modelini, hangimiz kulluğuna yön verecek bir manevi reçete olarak özümsemekte? Yukarıda öncelikle kendi benliğimizi muhatap alarak sormuş olduğumuz, Resul’ün kulluk bilincinin mahiyeti ve bu ideal bilinçlilik hali yanında bizlerin kulluğunun ne durumda olduğunu anlamak için başvuracağımız en temel kaynak Kur’an-ı Kerim olacaktır. Hz. Peygamber’in sünneti ve yine toplumu ile olan ilişkisi de bu ideal bilinçlilik halinin tezahür ettiği yerlerdir. Peygamber’in kulluk boyutu, öncelikle bir insan oluşu gerçeği de atlanılmadan anlaşılması gerekir. Kur’an-ı Kerim’de bu gerçek Fussilet Suresi 6. ayette mealen “De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Fakat bana ilahınızın yalnızca tek bir

ilah olduğu vahyediliyor. Artık ona yönelin ve ondan bağışlanma dileyin” şeklinde açıklanmıştır. İnsanların en şereflisi Hz. Peygamber, Müslümanca yaşama idealinde bu açıdan örnek alabileceğimiz bir kulluk ile mesajını iletmiştir. Bir hadis-i şerifte şöyle anlatılmaktadır. “Bir adam Peygamber’e gelmiş. O’nun karşısında durunca adam korkudan titremeğe başlamıştı. Bunun üzerine Resulullah: ‘Korkma rahat ol. Ben kral değilim. Ben ancak Küreyş’ten kuru et yiyen bir kadının oğluyum.’ dedi.” Evet, Allah’ın Resul’ü aslında tüm müminlere de şu mesajı vermekteydi. Korkmayın! Allah’ın Resul’ü nasıl bir kulluk ifa etmişse siz de bu bilinci anlayıp yaşamaya çalışın. Çünkü Resul insanların içerisinde örnek bir insandı ve tapılmaya tek layık Varlığa bizler gibi kul idi. Yüce Allah Bakara Suresi 151. Ayette “Nitekim biz size, ayetlerimizi okuyacak, sizi kötülükten arıtacak, size kitabı ve hikmeti ve bilmediklerinizi bildirecek, aranızdan bir peygamber gönderdik.” buyurmuştur. Bu ayeti celile ışığında Peygamberimizin insanlar açısından anlaşılması gereken, şahitliğimizi anlamlı kılacak boyutunun; kulluk boyutu olduğunu söyleyebiliriz. Yine Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber’den bahsederken Tevbe Suresi 128. Ayette “Ant olsun ki size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün; müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” buyurulmuştur. Resulullah’ın mahlukata karşı merhameti, müminlere karşı düşkünlüğü Allah’ın kendisine tevdi ettiği Risâlet vazifesine olan bağlılığının ve kalbindeki şefkatin göstergesiydi. Nitekim Al-i

İmran 159. ayette bu gerçek “…Onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi… Onları affet, bağışlanmaları için dua et…” ifadeleri ile dile getirilmiştir. Resul, katı yürekli olmadı ve müminlere yumuşak davrandı. Onların yanlışlarına sabretti. Ahkaf Suresi 35. ayette “(Ey Muhammed) O halde yüksek azim sahibi peygamberlerin sabretmesi gibi sabret…” emrine, Rabbine olan yüksek kulluk bilinci ile bilâkaydüşart itaat etti. Hz. Peygamber’in kulluğunun tüm yönleri ile anlatılması bu yazının hacmini aşacağı mülahazası ile şu an öncelikle genç Müslüman fertleri ve tüm İslam âlemini ilgilendiren toplumsal bir veçheye sahip olan üç noktada, konuyla alakalı birkaç kelam etmenin faydalı olacağını düşünmekteyim. Müslüman toplumlardaki fertlerin birbirlerine karşı olan itimat eksikliği gerçeği ortadayken, rehberimiz Allah’ın elçisi için adil olma vasfı en bilindik vasıflarındandı. Adil ve emin bir kimse idi. Ki daha peygamberlik gelmezden evvel, Mekke halkı aralarındaki bir anlaşmazlıkta onu hakem kılmıştı. Peygamberliğini ilan ettiğinde kendisine inanmayanlar dahi değerli eşyalarını Resul’ün yanında emanet bırakırlardı. Maide Suresi 42. ayette temas edilen “…Eğer hükmedecek olursan aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah adil olanları sever.’’ emrini hâlihazırda Resulullah yaşamaktaydı. Böyle muazzam bir ahlaki kişilik ile karşılaşan, henüz iman etmemiş bir kimsenin söyleyeceği en hakiki kelam ise “Muhakkak ki sen Allah’ın Resulüsün!’’ olmaktaydı. Bu noktada konunun bize yansıyan yönüyle, Nisan’15 • 11


Karantina bizleri gören bir kimse “Sen kesinlikle Müslüman olmalısın!” diyebilmekte midir? Bu soruya verecek olduğumuz cevap tek başına kulluk bilincini açıklamakta yeterli olmayabilir. Ancak şu bir gerçektir ki hali pürmelalimizi anlamamızda bir ipucu mesabesinde olacaktır. Günümüzde etrafımızdaki birçok olgu anlamsızlaşıyor. Sahteciliğin hâkimiyetini ilan ettiği bir zaman diliminde yaşıyoruz. İnsanın ibadetleri de zamanın ruhundan nasibini alıyor. İşte bu çerçevede şu hadisin zikredilmesinin yerinde olacağını düşünüyorum. “Allah Resulü, bazı geceler ayakları şişinceye kadar namaz kılar, Allah’ı zikrederdi. Ashab’dan Muğîre b. Şu’be (r.a.): ‘Ey Allah’ın Elçisi! Allah senin gelmiş geçmiş bütün günahlarını bağışladığı hâlde, neden hâlâ kendini bu kadar zorluyorsun?’ diye sual edince: ‘Şükreden bir kul olmayayım mı?’ buyurmuştu.” Pozitivizmin bizleri tesiri altına alması, ibadetlerimizde dahi kâr-zarar hesabına girmemiz ve karşımızda yukarıdaki bahsi geçen hakikat, Hz. Peygamber ve ibadete olan düşkünlüğü. Şimdi kendimize sormalıyız, bizi biz olmaktan ve değerlerimizden bu kadar uzak kılan şey ne? Bu sorunun cevabı ciddi bir şekilde analiz edilmelidir. Rabbimiz Enam Suresi 162. ayetinde öncelikle Resulüne olmak üzere tüm Müslümanlara şöyle buyuruyor; “De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah’ındır.” Literatürümüzde de böyle bir kulluk bilinci, Allah’ın seni her an gördüğünü bilerek O’na yönelmek yani ihsan derecesinde ibadetle meşgul olmak şeklinde ifade bulmuştur. “İbadetlerin Allah’a en sevimli ve güzel geleni az da olsa devamlı olanıdır.” Hadisinde Resulullah’ın buyurduğu yukarda zikri geçen şekilde bir bilinç halinde ve devamlı olarak yapılan ibadet ancak kişiyi kulluk makamına ulaştırır. O vakit kendimize sormamız gereken, yirmi dört saatlik zaman diliminde Rabbimiz tarafından makamına kaç defa kabul edilme şerefine erişebildiğimizdir. Son olarak Resulullah’ın kulluk bilincinin bize ışık olacak ve yön gösterecek bir veçhesi de zamanın faydalı kullanımıdır. Bu konu üzerinde 12 • Nisan’15

Karantina durmak yerinde olacaktır diye düşünmekteyim. İnşirah Suresi 7. ayette “Öyleyse bir işi bitirince diğerine koyul…” buyrulmuştur. Resulullah’ın hayatına baktığımızda neredeyse boş geçirilmiş, heba edilmiş bir dönem bulunmamaktadır. Ve birçoğumuzun çokça işitmiş olduğu bir hadisi örnek verebiliriz; “Beş şey geçmeden beş şeyin kıymetini bil: İhtiyarlamadan önce gençliğinin; hastalanmadan önce sağlığının; fakirlik gelmeden önce zenginliğinin; meşgul olmadan önce

Tufan ve TeblIG

boş vaktinin; ölmeden önce yaşamın.” Bu ha-

Maide ÖZMEN

disi şerif bizlere bir hayat felsefesi çizmektedir.

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Allah’a kul olmak, öncelikle verdiği nimetlerin değerini bilip her nimetin şükrünü eda etmekle gerçekleşebilir. Mülk Suresi 23. ayette “De ki: Sizi yaratan sizin için kulaklar, gözler ve kalpler var eden O’dur. Ne az şükrediyorsunuz!’’ şeklinde buyrulduğu gibi ne kadar da az şükretmekteyiz. Sonuç olarak mevzubahis ettiğimiz meselemiz, Hz. Aişe’nin bir sahabînin sorusu üzerine “O’nun hayatı Kuran’dı.” dediği Hz. Peygamberin Allah’a elçi olması yanında, insanlara örnek olacak bir kul olması bahsiydi. Bu çerçevede bahsedilen ayet ve hadislerden çıkardığımız sonuç ise Allah’ın insanlara vermiş olduğu en büyük nimeti, kendi aralarından bir seçilmiş kulu onlara

“ And olsun, biz Nuh’u kavmine gönderdik.

uyarıcı olarak göndermesidir. Akl-ı selim sahibi

(Onlara:) “Ben sizin için ancak apaçık bir uyarıp-

bir Müslümanın yapması gereken kulluk bilinci-

korkutucuyum.”

ni inşa ederken Hz. Peygamberi tüm yönleri ile tahlil etmek olacaktır. Ömer Sevinçgül’ün dediği gibi “Kullukta, emeklilik yoktur.” Müslümanın sözü besmele ile başlar ve dua ile son bulur. Fatiha Suresi’nde Rabbimizin bizlere öğrettiği ayet-i kerimeler ile yazımı sonlandırmak istiyorum.

“Allah’tan başkasına kulluk etmeyin. Ben size (gelecek olan) acıklı bir günün azabından korkmaktayım” (dedi) . “Kavminden, ileri gelen inkarcılar: “Biz seni yalnızca bizim gibi bir beşerden başkası görmü-

“Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yar-

yoruz; sana, sığ görüşlü olan en aşağılıklarımız-

dım isteriz. Bizi doğru yola ilet. Kendilerine ni-

dan başkasının uyduğunu görmüyoruz ve sizin

met verdiklerinin yoluna. Gazaba uğrayanların

bize bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Aksine

ve doğruluktan sapmış olanlarınkine değil.”

biz sizi yalancılar sanıyoruz” dedi.

“Dedi ki: “Ey Kavmim, görüşünüz nedir-söyleyin? Eğer ben Rabbimden apaçık bir belge üzerinde isem ve Rabbim bana kendi katından bir rahmet vermiş de, sizin gözlerinizden saklı tutulmuşsa? Siz bunu istemiyorken biz sizi buna zorlayacak mıyız? “Ey kavmim, ben sizden buna karşılık bir mal istemiyorum. Benim ecrim, yalnızca Allah’a aittir. Ben iman edenleri kovacak değilim. Onlar gerçekten Rablerine kavuşacaklar. Ancak ben sizi, cahillik etmekte olan bir kavim görüyorum. “Ey kavmim, ben onları kovarsam, Allah’tan (gelecek azaba karşı) bana kim yardım edecek? Hiç düşünmez misiniz?” Nisan’15 • 13


Karantina

Karantina “ Dedi ki: (7) “Rabbim, gerçekten ben kavmimi gece ve gündüz davet edip-durdum.” “Fakat benim davet etmem, bir kaçıştan başkasını arttırmadı.” “Doğrusu ben, senin onları bağışlaman için her davet edişimde, onlar parmaklarını kulaklarına tıkadılar, örtülerini başlarına çektiler ve büyüklük tasladıkça büyüklük gösterip-direttiler.” “Sonra ben onları açıktan açığa da davet ettim.”

“Dediler ki: “Ey Nuh, bizimle çekişip-durdun, bu çekişmede ileri de gittin. Eğer doğru söylüyorsan bize va’d ettiğini getir (görelim.) “ “Nuh’a vahyedildi: “Gerçekten iman edenlerin dışında, kesin olarak kimse inanmayacak. Şu halde onların işlemekte olduklarından dolayı üzülme.” Vahyin devamında “Gemi inşa et!” emri geldi. Kaç asır sürmüş tebliğ çabasından sonra gelen emre itaat etti ve gemiyi inşa etti. Kendisi ile ailesinden ve kavminden iman eden bir topluluk;canlılığın devamı için de,yine Allah’ın emri ile,her yaratılanlar çiftler halinde gemiye bindi,ancak karısı ve oğlu onlardan olmadı. Nuh as onlar için de çabalamaya devam etti ancak hüküm verilmişti. Ekonomiye dayalı toplumsal sınıflar... Çıkar için kontrolsüz güç kullanımı... Yeryüzünü ifsad … Kadına, erkeğe, güce, hükümranlığa düşkünlük… İlk insandan henüz Nuh peygambere kadar yaşamış beşeriyet, evet, bu suçlardan hesaba çekildi, hükmü verildi. Şimdi son peygamberden bugüne 14 asır daha yaşamış beşeriyet, yine aynı suçlardan yargılanıyor. Allah, elçisinin serzenişini bize şöyle aktarıyor: 14 • Nisan’15

“Daha sonra (davamı) onlara açıkça ilan ettim ve kendilerine gizli gizli yollarla yanaşmak istedim.” “Bundan böyle” dedim. “Rabbinizden mağfiret isteyin çünkü gerçekten O, çok bağışlayandır. “(Öyle yapı ki,) Üzerinize gökten sağanak (bol miktarda yağmur) yağdırsın.” (71/5-9) O Elçi ki, gece gündüz, her yolu deneyerek insanları asırlarca davet etti. O kadar asra kaç reddediliş sığar dersiniz? Rabbi, Hz. Muhammed’e bu kıssadan sonra şöyle buyurur:“Öyleyse sen de artık sabırlı ol. Çünkü unutma ki gelecek mutlaka Allaha karşı sorumluluk bilincine sahip olanlardan yana olacaktır.” İnadında ısrar eden bir kavme karşı, tebliğde çığır açmış bir peygamberin sayıca küçük vasıfca büyük kavmi. O kavim ki Allah insanlığı onlarla yeniledi. Allah’ın hükmü ile dalga geçenleri ise tufan alıp götürdü.

tebliğin en güzelidir. Zira tebliğden kasıt evvela tatbiktir. Kaldı ki düzeltmediğimiz her türlü haksız durum; neslimizin de bu sıkıntıları yaşamasına sebep olur.

edenlerdir. Yani yalnızca iman edenler, yalnızca

“Oysa O, sizi gerçekten tavır tavır yaratmıştır.”

katlanarak hakkı söylemektir. Şayet niyetimiz

“Görmüyor musunuz; Allah, yedi göğü birbirleriyle bir uyum (mutabakat) içinde yaratmıştır?”

insanlığa etki etmek ise, tebliğ çabamızı sabırla

“Ve ayı bunlar içinde bir nur kılmış, güneşi de (aydınlatıcı ve yakıcı) bir kandil yapmıştır.”(71/14-16) Ayetlerde işaret edildiği üzere insanlar, tıpkı göklerin uyumlu yaratılmış olması gibi, uyum içinde yaratılmıştır. İnsanın insana üstünlüğü farklı mecralardadır. Kimi manevî meseleleri çözümleyebilirken; kimi de duygularından uzak, adil hükmedebilmektedir. Güneşin nurunu İslam’a, ayın nurunu tebliğ görevini üstlenenlere benzetebiliriz ki onlar İslam’dan beslenir, onu iyi anlar, yaşar ve yansıtırlar. Unutmayalım, asrımız, dünyanın kendisinden arındırıldığı azgın kavmi de, gemiye sığınmayı hak eden ve kendisiyle beşeriyetin ihdas edildiği topluluğu da barındırmaktadır. Bize düşen safımızı seçmek… Gemimiz ise İslam gemisidir. Takvası ile üstünlüğü kazananlar, yarışırcasına girmeli bu gemiye ve kibrini, tutuculuğunu, aşırılığını, vurdumduymazlığını, … denize dökmeli.

Çağımızda her şeyin ölçütü madde; çıkar peşinde koşmak birinci öğreti olmuştur. İnsanlık her şeyi elde etmeyi başarmış ancak huzuru elde edememiştir. İşte bu yarayı dindirecek olanlar, Allahın halifeleri olmayı başarabilenler olacaktır. Yapılacak şey, adalete davet etmek.

Yarışın iki büyük silahı, sabır ve marifet. Allah evvela elçilerine hakikati öğretti. Bununla beraber onlar zaten toplumlarında hakkı yaşayan ve söyleyenlerdendi. Allah onların eksiklerini giderdi ve onları davete memur kıldı. Bizler de kısa ömürlerimizde daveti talim ve terbiyenin beraberinde yürütmeliyiz. Zira başta söyledik, tebliğin makbulü tatbik ile olandır.

İslam, hayatın her alanını kapsayan, bilmeyen için hapis görünen bir özgürlük düzenidir. Okullarımızda eğitim sistemini, işyerlerimizde adil iş ve aş dağılımını teklif ve mümkünse inşa etmek;

Asr suresinde işaret edildiği gibi; insanlığın hüsranda olduğu zaman ve mekanlarda istisna edilenler ancak iman edip iyi işler yapanlar, birbirlerine hakkı/doğruyu ve sabrı tavsiye

iyi işler yapanlar değil; tüm bu vasıfları birbirinden ayrı görmeksizin taşıyanlardır. Bunlardan sabır, sadece susmak değil; bilakis sonuçlarına

desteklemeliyiz. İslam’a aykırı düzenlere boyun eğmeksizin hakkı savunmak, engellere rağmen İslam’ı yaşamak, sabrın en mükemmel derecesidir. Bununla birlikte Hz. Nuh, asırlar sonra kavmine beddua etmiş, helâkını istemiştir; o da ancak insan nesli hakkında endişelenmesindendir. Ayet-i kerime’de “Gerçekten Allah, kendi nefis (öz) lerinde olanı değiştirip bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip bozmaz.”(13/11) buyrulmaktadır. Hasılı toplumsal dönüşümü Allah’tan beklemek yerine, elimizi taşın altına koyup tebliğ için çaba sarf etmeli, sabredip gerekirse feda etmeliyiz ki Allah çabamızı desteklesin, toplumumuzda olanı değiştirsin. “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz.” (3/139)

Unutmayalım, asrımız, dünyanın kendisinden arındırıldığı azgın kavmi de, gemiye sığınmayı hak eden ve kendisiyle beşeriyetin ihdas edildiği topluluğu da barındırmaktadır. Bize düşen safımızı seçmek… Gemimiz ise İslam gemisidir. Takvası ile üstünlüğü kazananlar, yarışırcasına girmeli bu gemiye ve kibrini, tutuculuğunu, aşırılığını, vurdumduymazlığını, … denize dökmeli.

Nisan’15 • 15


Karantina

Karantina

Hz. Muhammed (s.a.v) ve İletişim Nazmiye YENİÇERİ Hz. Muhammed (s)… rnek alınabilecek en doğru insan. Hz. Muhammed’(s.a.v) in hayatından hayatımıza tatbik edebileceğimiz pek çok durum vardır. Günümüzde yaşadığımız problemlerin başında iletişimsizlik gelir. İnsanlar bir türlü karşısındaki kişinin anlayabileceği tarzda, kişinin seviyesine göre iletişime geçemez. Bu durum da gerginlik ve kaosa neden olur. İnsanlar birbirinden kaçar hale gelir ve bunun neticesinde de insanlık ölmüş palavraları atılır. Peki iletişimsizlik sorunuyla nasıl başa çıkılır? Huzurlu ortam nerede ve nasıl bulunur? Tüm bu soruların cevabını bize en iyi Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimiz verebilir. Kimi insanlar vardır ki; lafı uzattıkça uzatır, asıl anlatmak istediğini bir türlü söyleyemez. Hem insanı sıkar hem de insanın zamanını çalar. Hz. Muhammed’(s.a.v) i örnek alırsak O, az kelimeyle pek çok mana ifade eden sözcükler kullanarak iletişim kurardı. Örneğin; Allah her şeyde

Ö

16 • Nisan’15

iyiliği farz kılmıştır. Cennet hoşa gitmeyen şeylerle çevrilmiştir, cehennem de nefsani isteklerle çevrilmiştir. Şeytan Ademoğlunun damarlarında gezinir gibi. İletişim esnasında en cezbedici, kişiye keyif veren ve iletişimi daim kılan unsurlardan biri de gülümsemedir. Gülümseme karşıdaki kişiye olan muhabbeti arttırır. Asık suratlı, ekşi yüzlü kişiyle konuşurken konuşma isteğiniz azalır. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: ‘’Doğrusu güldüren de ağlatan da O’dur. Keza dirilten de öldüren de O’dur.(53 Necm 43-4) ‘’Allah Teala bu ayette gülmeyi dirilmenin karşısında, ağlamayı da ölmenin karşısında zikretmiştir. Demek ki, gülmek canlılığı, yaşamı; ağlamak ölümü, hüznü temsil eder. Size Hz. Muhammed’(s.a.v) in iletişim halindeyken bulunduğu davranışları anlatalım; Hz. Hasan radiyellahu anhuma diyor ki,

Babam Ali b. Ebi Talib’e Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin beraber oturduğu insanlara karşı olan davranışından sordum. Bana şöyle dedi: ‘’Rasulüllah sallallahu aleyhi ve sellem daima güler yüzlü, güzel ahlaklı, yanındakilere karşı nazik davranan bir insandı. Kaba ve sert konuşan, kötü davranan, bağırıp çağıran, kötü konuşan, insanları ayıplayıp duran, onları aşırı metheden biri değildi. Hoşuna gitmeyen şeyleri fark etmemişliğe verirdi. Kendisinden bir şey ümit edenin ümidini kırmazdı, O’ndan beklentisi olanı eli boş çevirmezdi.’’ (Tirmizi, Şemail, s. 221-4) Kur’an’ı Kerim’de de Allah Teala şöyle buyurmaktadır: ‘’ Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi.’’ (Al-i İmran 159) Gerçekten de çevremize baktığımızda kaba insanların yanı boştur, öyle değil mi? Peygamber efendimizi örnek alıp tatbik etmezsek iletişimsizlik başta olmak üzere bütün problemler bizimle olacaktır. İletişim bozukluğunu aşmadan kendimize ve karşımızdaki kişiye de saygı duymuş olmayız. Kişi diyalogda bulunurken karşısındakine itina göstermelidir. Onunla ilgilendiğini belli etmelidir. Hz. Muhammed(s.a.v) efendimiz bu konuda da çok hassas davranırdı. Konuştuğu kişiye yönünü tamamen döner karşısındakini can kulağıyla dinlerdi. Karşısındaki kişi çok sinirli, kaba konuşan, itidalden uzak olsa da ona karşı kendi saygısını korur ve sinirlenmezdi, hatta aksine daha yumuşak konuşurdu. Günümüze baktığımızda ise karşımızdaki kişi sinirli olmasa dahi illaki bir yerlerden kavga tohumlarını saçmak için elimizden geleni yapıyoruz. Hiçbir şekilde tolere edemiyoruz. Başkalarının yaptığı kötülükleri, eksiklikleri ortaya çıkarmak için, tabiri caizse sırf üstünlük için can atıyoruz. Oysa ki Peygamber Efendimiz öyle miydi? O bütün mesele O’nu örnek almaktır. Maalesef gençler kendilerine şimdilerde rol model olarak hiçbir iyilik meziyeti, yararı olmayan kişileri almaktadırlar. İyi bir iletişim kişiye gülümseyerek Allah’ın selamını vermekle başlar. Onun akabinde ise karşıdaki kişinin de gülümseyerek Allah’ın sela-

mını alması ile devam eder. Nitekim Peygamberimiz de böyle yapardı. Konuşmalar sırayla, birbirinin sözünü kesmeyerek gerçekleştiği ve saygı, hoşgörü, samimiyet olduğu sürece iletişimde aksaklık meydana gelmez. Kişi karşısındaki kişiye değer vermelidir ve alaycı tavır takınmamalıdır. Hz. Muhammed(s.a.v) Efendimiz ashabıyla konuşurken, bir konu hakkında bir şey öğretirken, öğrenenlerin ferdi farklılıklarına, akıl ve anlayış kapasitelerine göre anlatırdı. Öğretirken yine “ki O en iyi muallimdir” akli ölçülerle konuşarak, sorular sorarak, mukayese, teşbih, temsil yoluyla, şekiller vasıtasıyla, latifeyle, vurgu için üç kez tekrar ederek öğretirdi. Hz. Muhammed(s.a.v) her haliyle en iyi iletişim uzmanıydı. Dünyayı daha yaşanabilir bir hale getirmek aslında her insanın elindedir. İnsan mükemmel yaratılışını bir anlasa, fark etse, bir işin ucundan tutsa emin olun ideal toplum olurdu. Bir şeyin düzelmesini hep başkasından beklememeli ilk adımı İslam’ı temsil eden kişiler olaraktan kendimiz atmalıyız. Peygamber Efendimizi örnek alıp sünnetlerini tatbik etmeliyiz. Bu iletişim sorununu ve diğer tüm sorunları çözmenin en önemli yönüdür. Avazeyi bu aleme Davud gibi sal, Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş… BAKİ KAYNAKÇA 1. Abdulfettah Ebu Gudde, Bir Eğitimci Olarak Hz. MUHAMMED ve Öğretim Metotları, Yasin Yayınevi, İstanbul, 2012,s.29 2. Abdulfettah Ebu Gudde, a.g.e. s.30 3. Abdulfettah Ebu Gudde, a.g.e.s.31-2 4. Tirmizi, Şemail, s.221-4

Nisan’15 • 17


Karantina

Karantina

SABRIN SİMGESİ

Hz. MUSA Nesibe Nur ÇALLIOĞLU

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

K

ur’an’da, hayatımızın kontrolünü sağlayabileceğimiz ve yaşantımıza dair dersler çıkarabileceğimiz nitelikte olan bazı peygamberlerin hayatları anlatılır. Düşünüldüğünde çok da yabancı gelmeyen ve etkileyici yanı oldukça kuvvetli kıssalardan biri de Musa Aleyhisselam’ın başından geçenlerdir. Henüz anne karnındayken başlayan imtihanı, onun sabır eksenli bir hayatı olacağına işaretti. Macerası, erkek çocuklarının doğduğu gibi öldürüldüğü bir dönemde, bir sandık içinde Nil Nehrine salınmasıyla ve cariyeler tarafından bulunup Firavun’un karısının yanına götürülmesiyle başladı. Bunu duyan Firavun’un adamlarının, Firavun’un karısının yanına giderek,

18 • Nisan’15

Musa’yı keseceklerini söylemesi; Kız kardeşinin, annesini Musa’ya süt annesi olarak önermesi üzerine, Firavun’un adamlarının şüpheye düşmesi, Musa’nın yılar sonra Firavun’un karısının onu özlediğini söylemesi üzerine saraya getirilip Firavun’un sakalını çekmesiyle Allah düşmanlarının, onun Allah’ın İbrahim’e vadettiği kişi olduğunu anlamaları ve onun kesilmesini istemeleri Musa’nın imtihanının devam ettiğine işaretti, fakat o henüz içinde bulunduğu durumları kavrayamayacak küçüklükteydi. Hz. Musa kendisinden yardım istenebilecek ve bir yumrukla adam öldürebilecek yetişkinliğe gelmişti. Firavun ve adamlarının, istemeden ölümüne sebep olduğu adamın hesabını sormak

için onu aramaya çıktıklarını duyunca o da hemen şehirden kaçmaya kalkıştı. Musa yolu bilmiyor, sonunun ne olacağını kestiremiyordu. Yola çıktığında ne bineği vardı, ne azığı ne de kılavuzu. Mısır ile Medyen arasında sekiz günlük mesafe vardı. Bu olaydan önce hiçbir sıkıntı çekmeyen, yol hakkında hiçbir fikri olmayan, ancak ona doğru yolu gösterecek Rabbine inancı tam olan Hz. Musa, bir yetişkin olarak ilk imtihanıyla tanışmıştı. Musa yolunu bulup Medyen’e vardığında Rabbine, O’ndan gelecek her hayra ve rızka çok muhtaç olduğuyla ilgili dualarda bulunuyordu. Aslında buraya kadar olayı ele aldığımızda dahi, ibret almak isteyenler için yaşananlar büyük bir örnek teşkil etmektedir. Annesinin yeni doğmuş bebeğini nehre bırakmak zorunda kalması müthiş bir elem ve aynı zamanda teslimiyet örneğidir. AllahuTeala’nın teskin edici ilhamıyla bebeğine kavuşacağı günü sabırla bekleyen bu güçlü kadın, zorlu mücadelesinde kendine bir yol arayanlar için oldukça sağlam bir dayanaktır. Hz. Musa Mısır’a döndüğünde kendisini yeni mücadelelerin beklediğini biliyordu. Kendine olan özgüvenini yitirmiş durumdaydı, fakat bu durum onu caydırmamış, kardeşi Harun’un kendisine yardımcı olması için Allah’tan onun peygamberliğini dilemiş ve Allah da bu duasını kabul etmişti. Hz. Musa Firavun’a ilahi mesajını ispatlamak için mucizeler gösterdiyse de bu mucizeler Firavun’u ikna etmemiş, Musa’yı sihirbazlarla

düelloya girmeye mecbur bırakmıştı. Bu düelloda galip geldikten sonra, sihirbazların ona iman etmeleri üzerine İsrailoğulları’ndan altı bin kişi de Musa’ya tabi olmuştu. Bu durum Firavun’un onlara karşı daha sert bir tavır takınmasına sebep olmuş, Musa da taraftarlarından Allah’tan yardım dilemelerini ve sabretmelerini istemişti. Hz. Musa her mucize getirdiğinde Firavun ona İsrailoğulları’nı kendisiyle birlikte serbest bırakacağına dair yalan vaatlerde bulunmuş, sonradan vaadini bozmuştu. Öyle ki AllahuTealaFiravun’un kavmine tufan, çekirge, haşerat, kurbağa ve kan gibi felaketler göndermişti. Bunların her biri geldiğinde Firavun Musa’ya başvurmuş, bunların kaldırılmalarını istemiş ve karşılığında İsrailoğulları’nı serbest bırakacağını vadetmişti. Bu belalar başından kalkınca da sözünden dönmüş, vaadini bozmuştu. Hz. Musa kavmine Allah’a sığınmalarını, onun gücünün her gücün üzerinde olduğunu, O dilerse Firavun’u yok edip İsrailoğulları’ını onun yerine yerleştireceğini söylemiş ve onlara ümit kaynağı olmuştu. Hz. Musa’nın ise kalbini mutmain eden tek varlık Allah’tı. O Firavun’un zorbalıklarına ve caygınlıklarına sabır, kavmini rahatlatmak için de samimi bir çaba göstermişti. AllahuTeala nihayet Hz. Musa’ya kavmiyle birlikte Firavun’un diyarından çıkmayı emretmişti. Bunu duyan Firavun ve askerleri peşlerine düşmüşler; Yüce Allah’ın takdir ettiği mucizeyle deniz parçalara ayrılmış, Nisan’15 • 19


Karantina Musa ve taraftarları denizi geçip karşıya çıkmışlar ama Firavun ve askerleri Allah’ın emrettiği şekilde üzerlerine kapanıveren denizde boğulmuşlardı. Bu mucize karşısında dahi Firavun’un ölebileceğine ikna olmayan İsraioğulları’nın isteği üzerine Musa Rabbine dua etmiş, Rabbi de Firavun’un cesedini onların gözlerinin önüne çıkarmıştı.,İsrailoğulları her ne kadar Musa’ya tabi olduklarını söyleseler de kalplerinde yerini bulamamış bir iman taşımışlar ve bu durum Hz. Musa’yı kavmi için sık sık fedakarlık yapmak zorunda bırakmıştı. Firavun ve askerlerinin suda boğulmasının ardından Hz. Musa kavmiyle beraber güvenlik içinde yaşayacakları yere doğru yola çıkmıştı. Ancak bu yolculuk esnasında İsrailoğulları’nın çoğunun imani yönden zayıf ve sapkınlığa yatkın olduğunu gösteren alametler ortaya çıktı. İsrailoğulları yolda giderlerken putperest bir kavme rastlamışlar ve bazı Yahudiler bu kavme akılsızca özenerek Hz. Musa’dan kendilerine de put yapmasını istemişlerdi. Hz Musa’nın kavmi içindeki putperestlik düşüncesinin baş göstermesi şaşılacak bir durum değildi. Çünkü bu kavim içinde Allah’tan gerektiği gibi korkmayan ve kolaylıkla inkara düşmeye eğilimli insanlar vardı. Hz. Musa böyle imanı tam oturmamış bir kavme peygamberlik yapmakla görevliydi ve görevinin her anında sabır göstermesi onun için kaçınılmazdı. Hz. Musa yerine kardeşi Harun’u tayin ederek Rabbi ile kırk gece vaatleşmek için kavminden önce Tur Dağı’na koşmuştu. Bunun sebebi Rabbini razı etmek içindi. Kavminin Allah’ın gazabına uğramasını istemiyordu. İsrailoğulları içindeki münafıklar Hz. Musa’nın kavminden ayrılmasını bir fırsat bildi, bir kısmı Samiri adlı kişinin yaptığı buzağı heykeline tapmaya başladı ve buzağının sevgisi kalplerine işleyenler dini açıkça yalanlamaya kalktı. AllahuTeala onları, buzağıya taptıkları halde şükretsin-

20 • Nisan’15

Karantina ler diye affetmişti. Musa’ya, hak ile batılı ayırabilmeleri için insanların basiretini açacak, onlara tek doğru yolu gösterecek ve salih amel işlemeye irşad ederek onlara bir hidayet kaynağı olacak Tevrat’ı verdi. Musa buzağıya tapmalarından dolayı özür dilemeleri için İsrailoğulları’ndan yetmiş kişi seçip Tur Dağı’na götürdü, fakat onlar yine bozguncu tavırlarıyla “Rabbini görmedikçe iman etmeyiz.” dediler. İsrailoğulları Tevrat’ın içinde bulunan hükümlere amel edeceklerine dair Rablerine defalarca yeminle pekiştirilmiş kesin söz vermişler, fakat sonra da içlerinden bazıları birçok defa vermiş oldukları bu sözleri bozmuşlardı. Kudüs topraklarında zorba bir kavmin yaşadığını gördüklerinde Musa’ya Rabbiyle birlikte savaşmasını söylediler ve daha önce İsrailoğulları aleyhine herhangi bir bedduada bulunmayan Hz. Musa bu duruma çok öfkelenip onlara bedduada bulundu. Onlar kırk yıl çölde yaşamaya mahkum edildiler fakat Allah onlara bu kırk yıl içinde çeşitli nimetler ihsan etti. Hz. Musa fitne sebeplerini yok ettikten sonra da tüm kavmine ders vererek onları tövbeye ve Allah’a itaate davet etmiştir. Hz. Musa’nın dine karşı büyük bir hamiyet hissi, tutku derecesinde mutlak bir bağlılığı vardı. Hz. Musa insanları Allah’ı inkara yönelten etkenlere karşı keskin ve isabetli tedbirler almış, inkarın kökünü kazıyabilmek için kararlı davranmıştır. Bu tüm peygamberlerin ve onların yolunu izleyen hidayet önderlerinin ortak vasfıdır. Hz. Musa’nın bu kararlı müdahaleleri ve

sözleri kavminde etkili olmuştur. İsrailoğulları Hz. Musa’nın uyarılarına icabet ederek Rabblerine tövbe etmişlerdir. Ancak bu İsrailoğulları’nın tamamıyla düzeldiği anlamına gelmemiş, İsrailoğulları bundan sonra da her fırsatta Hz. Musa’ya karşı gelip ona manen eziyet etmeye çalışmışlardır. Unutmamak gerekir ki, insana taşıyabileceğinden daha ağır bir yük verilmemiştir. Sorumluluğuna girdiğimiz hiçbir planın hayata geçirilemeyecek güçlükte olmadığını, onu karşılayabilecek içsel bir gücün hepimizde mevcut olduğu bilgisini hatırdan çıkarmamak gerekir. Allah’tan gelen veya kontrolümüzün dışında gelişen olaylara karşı metanet göstermek özel bir yetenek ve çabayı gerektirmez; sağlam bir inanç bunun için yeterlidir. Negatif düşünceler şeytanın da rolüyle yoğunlaştığında insan üzerinde etkileşimde bulunur. Fakat bu etkileşimi bozma gücü de insanda mevcuttur. Şeytanın gücü sınırlı olmasına rağmen insan sahip olduğu kendi gücünü unuttuğunda şeytanın tesiri altına girer. Sabır göstermemiz gereken durumlarda şeytanın insana yolunu şaşırtması, ona isyanı cazip göstermesi, onu unutuşa sürüklemesi ve düştüğü gaflet anında kontrolü altına alması muhakkaktır. Bu taktiklere karşı bilincimizi ve inancımızı canlı tutmak için aklımızı kullanmamız ve sabır değneğine tutunmamız şarttır. Kur’an’da Musa’ya izafe edilen bilgi ve hikmet aslında düşünüldüğünde her zaman yeni, her zaman geçerlidir. Bu kıssa sabır ve tecrübenin son derece derin olduğunu simgeleyen temsili bir kişilik ile karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir ve fakat insan

için kavraması mümkün olmayan incelikte değildir. Aslında bir peygamberin bile Rabbine yalvarış ve yakarışı bırakmaması insanlara verilebilecek en önemli mesajlardan biridir. İnsanın sahip olduğu her ne ise, her zaman bir üstünün var olacağı Kur’an’da açıkça dile getirilmiştir.[Yusuf Suresi 12/ 76] Sabır bir dış baskıya karşı tevekkül diyebileceğimiz bir duruştur. Hz. Musa’nın basit bir teslim oluş ya da kadere razı oluştan öte şuurlu bir sabırla yürümesi gerekmiştir. Allah’ın onunla beraber olması bu yolda ruhsal yardımın yanında olacağını ifade etmektedir. Gündelik hayatın içinde sıklıkla kullanılan “Her şeyde bir hayır vardır.” sözü temel bir gerçeğin ifadesidir. Ne kadar karanlık bir tabloyla karşılaşsak da yaşantımızda ahenk ve dengenin bozulmasına imkan vermemek bizim elimizdedir. Hayat yolculuğunda her iz, bir sonrakine ışık tutmuş, yolunu kaybedenlere, yeniden başlamak isteyenlere bir adım olmuştur. Unutmamak gerekir ki; hayata aktarılmayan metin kısa sürede unutulup gider. Dualarımız ve düşüncelerimiz eyleme dönüştüğünde Rabbimizin bizleri Hz. Musa’nın sabrıyla ve mücadele azmiyle mükafatlandırdığını görmemiz kolaylaşacaktır. (Ey Mü’minler! İtaat edeni isyan edenden ayırt etmek için)andolsun ki, sizi hem biraz korku ve açlıkla hem de mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. 8Ey Rasulüm!) Sabredenlere (lütuf ve ihsanımı ) müjdele! Öyle ki onlar, kendilerine bir bela geldiği zaman ancak: “Biz Allah için (teslim olmuş kulları)z ve elbette biz, (yine) O’na döneceğiz.” derler. İşte Rablerinin mağfiret ve rahmeti, o (teslimiyette buluna)nların üzerinedir; işte doğru yolu bulanlar da ancak onlardır. [Bakara Suresi 2 / 155-156-157]

Nisan’15 • 21


Karantina

Karantina

TAPINILAN NESNE OLARAK TOPLUM İlknur KÜLEKÇİ Ankara Üniversitesi DTFC - Sosyoloji Bölümü

İ

nandığımız varlığın Allah olup olmadığı şüphesini benim için geçerli\gerekli kılan toplumun bizatihi kendi içinde uyguladığı pratiklerdir. Bu yazının amacı dünyanın tamamı hakkında büyük harflerle genel geçer ilkeler sıralamak olmasa da, toplumun belirleyici ve denetleyici fonksiyonunun -ilkel kabul edilen kabileler de dahil olmak üzere - var olan bütün topluluklarda kusursuz işleyişini kabul etmenin yerinde olacağını düşünüyorum. İnsanın toplumsal hayvan olması kabulünün ontolojik tartışmasına girmek ise bu metnin sınırlarını aşacaktır. Amacım bireylerin kutsadığı toplum ile inandıkları ilahın kutsallığını kabul edişlerinde gözlemlediğim çelişkileri kurcalamaktır. Bireyler içine doğdukları toplumla yaşamlarının ilk yıllarından itibaren karşı karşıya kalırlar. Öyle ki bu karşılaşmalarının bir ürünü olan örf, adet, gelenekler ölümden sonra dahi bireylerin peşini bırakmaz. Bu sosyal organizasyonda başat belirleyicilerden biri hiç kuşkusuz dindir. Özelde İslam dinini ele almak bir Müslüman olarak Müslüman bir coğrafya da kanaatimce daha isabetli olacaktır. Kutsal Kitabımızda sadece Allah ile olan ilişkilerimiz değil diğer bireylerle ve genel olarak toplumun kendisiy-

22 • Nisan’15

le hangi rabıtalarla nasıl ilişkileneceğimiz hakkında da bize bilgi verilmiştir. Tüm bu sosyal ve bireysel pratikler açığa çıkarken de asla unutmamız gereken şey ise Allah’ın bizi her an gördüğü yaptığımız her şeyden haberdar olduğu vurgusudur. Yaşadığımız topluma Müslüman coğrafya, kendimize Müslüman diyoruz. İşin bireysel boyutuna odaklanırsak acaba hangi kıstaslara göre Müslüman oluyoruz? Allah’ın belirlediği kıstasa göre mi yoksa toplumun belirlediği “makbul insan” rolüne göre mi? Sadece bir günümüzü dahi düşündüğümüzde, herhangi bir eylemde bulunmadan önce acaba kaç kere Allah’ın bizi gördüğünü düşünüp yaptığımız eylemden Allah’ın şahitliğini düşünüp mutlu oluyoruz ya da aksini düşünelim kaç kere Allah’ın bizi gördüğünü düşünüp eylemimizden vazgeçiyoruz yahut onun yönünü değiştiriyoruz. İnandığımız İlah’ı düşünebilmek için illa organize bir suç şebekesine dahil olup seri cinayetler ya da soygunlar işlememiz gerekmiyor. Metroda ihtiyarlar kullara ayrılan beyaz koltukları işgal edip kafamızı androide veya aydınlanmayı umduğumuz kitaplara gömdüğümüzde, toplumsalla olan ilişkilerimizi incitebileceğinden “ayar çektiğimiz” kıyafetlerimizde , not kaygısına hoca korkusuna yenik düşüp İslam’a “ayar vermeye

“ çalışanlara okullarımızda hiç Allah bizi görmüyormuşçasına sustuğumuzda , aman sicilime işlemesin kayıt vs. olmasın diye İslami hassasiyet mevzubahis olan bir konuda imza toplanıyorken imza atmaktan kaçındığımızda, maçlarda slogan atmaktan imtina etmezken Hak olanı söylemeye gelince toplumun kıskacına takıldığımızda , mescidi olmayan daha doğrusu oldurulmayan üniversitelerin varlığından haberdar olup da içimiz acımadığında ve dahi “ortalığı karıştırmayalım” deyip kılımızı kıpırdatmadığımızda, annelerimize babalarımıza bağırdığımızda, Kitapta “Adaletli olun” dendiği halde kişisel menfaatlerimiz ve toplumsal çıkarlarımız uğruna en yakınımızı bile harcarken sahi Allah görmüyor mu? Bir birey düşünün ki evde tek başına yaptığı istisnasız tüm eylemleri toplumun içinde de yapsın. Mümkün değil değil mi? Evinde mahreminde olan pek çok şeyi toplumla paylaşamaz. Toplumun belli normları vardır ayıplanmaktan, ayrıştırılmaktan, dışlanmaktan korkar ve çekinir bireyler ve davranışlarına çeki düzen verir. Veririz! Kimse görmüyorsa eğer burnunu karıştırmanın hiçbir tehlikesi yoktur tıpkı kimse görmeden bir malı cebe indirmek gibi. Hakkında konuştuğun daha doğrusu dedikodusunu yaptığın kişi ve onun arkadaşları yoksa kendi arkadaşlarınla zevkle gıybetin doruklarına ulaşabilirsin, eğer asistan görmüyorsa sıranın altına koyduğun kopya kağıtlarına bakabilirsin, ucu sana dokunmuyorsa üstelik sana menfaat sağlayacaksa bir yolsuzun yolsuzluklarını örtebilir hatta alkış tutabilirsin. Toplum seni ayıplamadığı kimse görmediği sürece rahatsındır “Müslüman.” Peki her başımız sıkıştığında kapısını çaldığımız, bilimum ihtiyaçlarımızın listesini arzına sunduğumuz, O’nun adı ve Kitab’ı adına edebiyat parçaladığımız Allah’ı bu görünebilir olma serüvenimizde nereye koyuyoruz? Nasıl bir tanrı bilgisine sahibiz ki genellikle en kolay biçimi ile ihtiyaç anında adı dilimizden dökülüyor. İlkokuldan üniversitenin son

sınıfına kadar kopya çekiyoruz hakka giriyoruz ama İlah’ın bizi görüyor olması sorun olmuyor ya da bu kopyalara Allah’tan korkup ses çıkaracağımıza toplumsal olandan korkup sessiz kalıyoruz. Bizim tanrımız Allah mı yoksa toplum ve toplumun yaptırımları mı ? Bizzat benim de mevcudiyetimin içinde bulunduğu, şekillendendiği ve naçizane benim onu şekillendirdiğim toplum ve onun sahip olduğu ruh ilahın ne’liğini belirleme cüretini ne yazık ki göstermiş, bununla birlikte belirlediği ilahı da kendi felsefesinin etik zeminine oturtmuştur. İnsanın kendi ürünü olan toplumsal normları Allah’ın ahlaki boyutuna yükseltmektense Allah’ı kendi makyavelist ahlakımıza indirgememiz; Allah’ın ahlakını toplumsal pratiklerden tümüyle uzaklaştırmıştır. Ali Şeriati toplumun belirleyici kıskacından kurtulamayan insanı “sosyolojizim” zindanında mahkum kabul eder. Kendi deyişiyle “Birey yoktur, bireyi toplum yaratmaktadır, diyen görüş sosyolojizmdir kuramıdır.” Bu kurama göre insanların kendiliklerinden söz etmek mümkün değildir. Maddi şartların ve toplumsal yapının başat belirleyiciliğinde insan yoğurulur. Seçimleri dahi seçililer üzerinedir ve bu seçme, düşünme ve karar verme aşamalarında kendi kararlarını uygulaması söz konusu değildir aksine toplumun makbul olan şartlarını tesis edebilir ancak. Elbette maddi şartlar bireylerin başta yapmakta oldukları işler üzerinde belirleyici rol oynar, iklimlerin yapısı tüm hayat şartlarını etkiler; ancak bu şartlar kişinin seçebilme ve karar verme aşamalarına nüfuz eden ve insanı maddi şartların kıskacında tutacak kadar etkili değildirler. Bu toplumsal kıskaç yok değildir; fakat mevzu Allah’ın insana bahşettiği irade ile seçebilme kabiliyetini kullanarak ve bu süreçte Allah’a kul olduğu, her şeyden evvel O’nun rızasını gözetmesi gerektiğini unutmayarak karar vermesi mevzudur.

Nisan’15 • 23


Karantina

Karantina

Derin Yâr Betül KAYALI

Gazi Üniversitesi – Eczacılık Fakültesi

B

ir Derin Yar meselesi bu satırlarım. Kitap’ta müjdelenen gül kokulu Yar. Ne desin ki bu satırlar, kainattaki hangi kelimeleri bir araya getirsin? Hangisi anlatmaya yeter ki seni, hangisi layık sana? Ama bir kelime var, bir sesleniş, bir hitap… Rabbim’den nasip “Habibim”… Mecaz değil, maraz değil, semavi bir afet bu. Tir tir titredin mi Efendim, yüreğin çıkacak gibi oldu da tuttun mu o mübarek ellerini kalbinin üstüne? En sevdiğimizin deryasında en çok damla sanaymış Efendim. Nasıl olmasın ki? Sen ki vefatında bile ümmetim dedin, davan uğruna senin için en sevimli şehirden hicret eyledin, sen ki Taif’ten dönerken onca eziyet içinde belki bir iman edecek çıkar diye oranın yerle bir olmasına razı gelmedin ama ben yerle yeksan oldum Efendim. Sana yakışmamanın, sana layık olmamanın yükü altında ezildim. Sanki düşen bir yaprağa bağlamışım da hayatımı, dünya meşgalesinin içinde ekleyip durmuşum sabahları akşama, fark etmeden… Sanki ben de birikmiş her şeyin tortusu da gözümü kısmış, kulaklarımı tıkamışım. Acıyan bir şey olmuşum, burada, buradan çok uzaklarda. Yıllanmışım… Sonra yürekten gelen bir dürtü, niçin geldin bu fani aleme diyen. Elest bezminde verdiğin sözü ne çabuk unuttun diyen. Utanıyorum Efendim. Sen bizi bir an olsun aklından, kalbinden çıkarmamışken ben ferasetsizliğimden utanıyorum. Kendimi koysam da ayağımın altına un ufak olsam diyorum. Kalbimi susturamıyorum. Sonra Kitap’tan bir müjde oluyor sanki, okuduğum. Rad Suresi 28. ayet. “Kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur”. İşte o zaman derin bir Besmele çekiyorum, Rabbim diyorum şükürler olsun. Feraha

24 • Nisan’15

çıkaran sana hamd olsun. Bir daha da ahde vefasızlık etmeyeyim diye, seni soruyorum Efendim. Mübarek Kitap’a soruyorum. “Biz senin yüzünün habire göğe doğru çevrildiğini elbette görüyoruz” diyor. Ne hissettin Efendim, insanlığın zelilliği miydi seni düşündüren? Himayesiz bırakmayacak olana sığınışın mıydı semaya baktıran? Bu, başka bir sesleniş sana Efendim: “Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” Rahmettin efendim, o mübarek kalbinle rahmettin. Yetimin başını okşayacak kadar yumuşak, davan uğruna Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te savaşacak kadar dirayetli. Ardından suale mahal bırakmayan bir kelamullah daha: “Allah’a ve Resulu’ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kafirleri sevmez.” İtaat ettim Efendim. Şeksiz, şüphesiz “La ilahe illallah Muhammed ün Resulullah” dedim. Rabbim yine sana sesleniyor: “Biz seni gerçekle birlikte bir müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik” diyor. Sen de faniydin Efendim ama bir an olsun Rabbim’in hak gösterdiği yoldan ayrılmadın, kapılar yüzüne her defasında kapansa da sen uyardın. Uyardıklarınla beraber müjde getirdin. Cennet var dedin. Ebedi alemde güzel mekanların en güzeli meskenimiz olsun istedin. Bütün bunların yanında en güzel ahlak da senindi Efendim. Sen nasıl müjdelediysen sen de öyle müjdelendin, “Sen büyük bir ahlak üzeresin” ayetiyle müjdelendin. Senin ahlakın Kur’an’dı. Bir genç kızın olması gerekenden daha hayalıydın. El-Emin’din, doğru sözlüydün. Resulullah, sendin fani alemin en güzel beşeri, sendin karanlıkları aydınlatan kandil, sendin buz dağlarını eriten güneş. Selam olsun Efendim, selamların en güzeli sana olsun…

NASIL İMAN EDELİM? Zeynep DOĞAN Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

A

İman nedir?

rapça kökenli olan iman sözlükte e-m-n kökünden gelir. İman sözlükte güven vermek, güven duymak, tasdik etmek gönülden benimsemek anlamlarına gelmektedir. Terim olarak ise iman Hz Muhammed’in Allah Teala’dan getirdiği kesin olarak bilinen hükümleri tasdik etmek , onun haber verdiği şeyleri tereddütsüz kabul ederek bunların gerçek ve doğru olduğuna gönülden inanmaktır. Kuranı Kerimde de “Peygamber ve müminler ona Rabbinden indirilene inandı.”(Bakara /285) buyrulmuştur.

İman ne ile gerçekleşir? Dinin temeli olan iman kalp işidir. Kalbin tasdiki imanın değişmeyen asli unsurudur. Bilgi ile iman arasında yakın bir ilişki söz konusudur. Her inanan kişi neye inandığı bilir. Fakat bilgi sahibi olup da inanma olmayabilir. Bu yüzden inanılacak esaslarla ilgili bilgiye iman diyebilmemiz için kişinin gönülden bağlanması ve hür iradeyle teslim olması gerekmektedir. Bir kimse, Peygam-

berimizin, Allah tarafından getirdiği kesin olarak bilinen her şeyde kalbi ile tasdik ediyor ve doğruluğuna inanıyorsa bunu her hangi bir sebeple dili ile ikrar etmese de Allah katında mü’mindir. Diliyle ikrar ettiği halde kalbi ile tasdik etmiyorsa, bu kimse her ne kadar insanlar arasında mümin ise de, Allah katında gerçekten inanmış değildir. Nitekim Kuranı kerimde şöyle buyrulmaktadır; ‘’ Ey Peygamber! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyla “iman ettik.” Diyenlerden Yahudilerden küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin… (Maide/41) Kalplerde neyin gizli olduğunu ancak Allah bilir. Fakat insanların böyle bir durumu anlama gücü olmadığı için bir kimsenin iman ettiğini dil ile zikrettiği zaman onun Müslüman olduğu anlaşılır. ‘’Sahâbîlerden Ammâr b. Yâsir, Kureyş müşriklerinin ağır baskılarına ve ölüm tehditlerine dayanamayarak kalben inanmakla birlikte, diliyle müslüman olmadığını, Hz. Muhammed’in dininden çıktığını söylemiş, bu olay hakkında âyet-i kerîme inerek, Ammâr’ın mümin bir kimse olduğu belirtilmiştir: “Kalbi imanla dolu olduğu halde Nisan’15 • 25


Karantina

Karantina 3-)’’ Mümin Allah’ın rahmetinden ne ümitsiz ne de emin olmalıdır. Korku ile ümit arasında bulunmalıdır. Müminin “Nasıl olsa imanım var, o halde muhakkak cennete giderim” düşüncesiyle kendinden emin olması veya “Çok günah işledim, ben muhakkak cehennemliğim” diye Allah’ın rahmetinden ümit kesmesi imanını kaybetmesine sebep olabilir. Bu konuda Kuran’da şöyle buyurulur: “Doğrusu kâfirlerden başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez” (Yûsuf /87)’’

(inkâra) zorlanan kimse hariç, kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse ve kim kalbini kâfirliğe açarsa, işte Allah’ın gazabı bunlaradır. Onlar için büyük bir azap vardır” (en-Nahl 16/106).’’1 Bu sebeple ikrar, yani kalpte bulunan inancın dil ile ifade edilmesi, imanın bir parçası değil, âdeta onun dünyevî şartıdır. İkrar eden kimsenin yaptığı ibadetler iman ettiğinin göstergesi olup kestiği hayvanın eti yenilir, cenaze namazı kılınır. Eğer Müslüman olduğunu dil ile ikrar etmezse Müslüman’a özgü hükümler ona uygulanmaz.

Taklidi ve tahkiki iman nedir? İslam coğrafyalarında meydana gelen sıkıntıların birçoğu Müslümanların ‘Neye, niçin inandıklarını, neyi savunduklarını’ tam olarak anlayamadıklarından kaynaklanmaktadır. İslam toplumunun içinde doğup büyüyen bireyin, dini hükümlerle örf ve adetleri birbirine karıştırabilmektedir. Örneğin; Bir kimsenin at nalının, muskanın veya nazar boncuğunun ve buna benzer şeylerin kendisini kötülüklerden koruyacağına inanması gibi. Hâlbuki gönülden Allaha iman etmiş bir kimsenin bu gibi nesnelerin değil, Allah’ın kötülüklerden koruyacağına emin olması gerekir.

İmanın geçerli olmasının şartları ‘’Delillere dayalı olmaksızın sadece çevrenin nelerdir? söylemi ile meydana gelen ve âdeta kişinin İslâm 1-) İmanın ümitsizlik halinde olmaması gerekir. Hayatı boyunca Allaha inanmamış olan bir insanın, yaşama ümidi kalmayıp can çekişme halinde iman etmesi geçerli değildir. Nitekim Kur’an-ı Kerim şöyle buyurur: “Günah işleyip de kendisine ölüm gelince “işte ben şimdi tövbe ettim” diyen kimsenin tövbesi kabul edilmez. Kâfir olarak ölenlerin de tövbesi kabul edilmez. İşte bunlara ahirette can yakıcı bir azap hazırlamışızdır.” (Nisa Suresi/18) 2-) İnanmış olan bir kimsenin, dinin kesin hükümlerinden, her hangi birini inkâr edici söz ve davranışlarda bulunmaması gerekir. Örneğin namazla ilgili inen ayetleri kabul edip zekâtla ilgili ayetlerin bir kısmını kabul etmemesi veya puta çeşitli objelere tapan bir kimseye mümin denmez. 26 • Nisan’15

toplumunda doğup büyümüş olmasının tabii sonucu olarak gözüken imana taklîdî iman denilir. Taklîdî iman, inkârcı ve sapık kimselerin ileri süreceği itirazlarla sarsıntıya uğrayabilir. Bunun için imanı, dinî ve aklî delillerle güçlendirmek gerekir. Çünkü deliller, ileri sürülecek şüphe ve itirazlara karşı imanı korur. Delillere, bilgiye, araştırma ve kavramaya dayalı imana ise tahkîkî iman denir. Aslı olan her müslümanın tahkîkî imana sahip olması, neye, niçin ve nasıl inandığının bilincini taşımasıdır.’’2

Amel imanın ayrılmaz bir parçası mıdır? Amel imanın ayrılmaz bir parçası değildir. Kur’ân-ı Kerîm’de “İman edenler ve sâlih amel işleyenler...” diye başlayan pek çok âyet vardır.

(Yûnus 10/9; Hûd 11/23). Bu âyetlerde iman edenlerle sâlih amel işleyenler ayrı ayrı zikredilmiştir. Amel imanın bir parçası olsaydı, “iman edenler” denildikten sonra bir de “sâlih amel işleyenler” denmesine gerek kalmazdı. Bir kimsenin Hz Muhammed’in Allah’tan getirmiş olduğu bütün hükümlere inanması ve kabul etmesi onun iman etmiş olduğunu gösterir. Bu kimsenin iman ettiği halde dinin buyruklarını yerine getirmemesi yani ameli ibadetleri umursamaması, yasakları çiğnemesi, o kimsenin zamanla Allaha ve peygambere olan bağlılığı azalır. Sadece kalpte olan iman meyvesiz bir ağaca benzer. Hem kalpte hem de eyleme dönüşmüş iman ise meyveli ağaca benzer. İman nurunun söndüğü bir gönül, insan için bir yük olmanın ötesinde bir anlam taşımaz. Büyük Şair merhum M. Akif ne güzel söylemiş: “İmandır o cevher ki, İlâhî ne büyüktür. İmansız olan paslı yürek sinede yüktür.”

Allaha iman insana ne kazandırır? İman beşeri insan olma şerefine ulaştırır. İnsan olma şerefine ulaşan ise mümin kimselerdir. Yüce Allah Müminun suresi ilk ayetinde “Gerçekten müminler kurtuluşa ermiştir” diyerek, bir müminde bulunması gereken özellikleri söylemiş bu kimselerin huzura ve kurtuluşa ereceğini bildirmiştir. Bir müminde olması gereken özellikler şunlardır; Allaha gerçek manada iman etmiş bir mümin namazlarında huşu içindedir. Allaha derinden saygı duyarak namazlarında devamlıdırlar. Yüce Allah ayeti kerimede ‘’Doğru kılınan namaz her türlü kötülükten alıkoyar. (Ankebut 45)’’buyurmuştur. Mümin kimse boş ve yararsız işlerden kendisini uzak tutmalı, vaktini en güzel şekilde değerlendirip daima çalışkan ve üretken olmalıdır. Mümin kimse dünya malına tamah etmeyen kişilerdir. Her şeyin sahibinin Allah olduğunu bilir. Kendilerine geçici olarak verilen bu malları gerektiği gibi harcarlar, israf etmezler. Bu kimse-

ler zekâtı severek isteyerek verirler ve mallarını Allah yolunda harcamaktan hoşnutluk duyarlar. Allaha gönülden iman etmiş kimse iffetini korur zinaya giden bütün yollardan kendisini alıkoyar. Her zaman verdiği sözde durur, kendilerine verilen emanete sahip çıkar. Peygamberler tarihine bakıldığında hepsinin Allaha tam bir teslimiyet içinde yaşadıkları görülmektedir. İman etmeyen kimseleri Allahın yoluna davet ettikleri zaman karşılaştığı zorluklarda pes etmeden tebliğ etmeye devam etmişlerdir. Onların zorluklar karşısındaki dimdik duruşları kalplerindeki sarsılmaz imanın gücünden başka bir şey değildir. İman güçtür, dayanaktır ve en önemlisi her şeyin yaratıcısı yüce Allaha inanmaktır. Allah bütün Müslüman kardeşlerimize tam bir teslimiyetle Allaha gönülden bağlanmayı ve Hz Peygamberin ahlakıyla ahlaklı olmayı nasib eylesin.

1 2

Dipnotlar İlmihal İman ve İbadetler(Ankara:Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,2014),69 İlmihal,A.g.e.72.

Nisan’15 • 27


Atölye

Atölye

ABDÜLHAMİD A. EBU SÜLEYMAN’DAN

‘MÜSLÜMAN AKLIN KRİZİ’ Ali Tarık PARLAKIŞIK

A

seleleri incelediği bir eserdir. Müellif, Fikrî sahada bir donukluğun var olduğunu vurguluyor; bu vurgunun ardından, bu donukluğun ivedi bir şekilde “ıslah”a muhatap olması üzerine kafa yoruyor. (Müvazi olarak) müellif, Müslüman Ümmetin nevî mesellerde Abdülhamid A. Ebu Süleyki bunalımlarına dair sebeplerini man, ‘Müslüman Aklın Krizi’nde inceliyor bu eserde. ‘Müslüman üzerine ısrarla titrediği mesele, Aklın Krizi’; hem İslami ilimleri Müslüman Ümmetin başta fikrî tahsil yoluna düşenler için, hem düzlemde olmak üzere, ‘ıslah’tır. meselelere dair bir nazar zâviyesi ‘Islah’ın; nereden, nasıl, ne şeedinebilmek için, hem de fikrî kilde başlayacağı ve nasıl bir yol Eserin en can alıcı duruşun gayelerine ve esaslarına izlemek gerektiğini işliyor. vurgularından biri dair ve ivediliğine dair bir methal olarak, MüslümanUsul olarak, geleneği birebir keyfiyeti taşır. Zaten ‘fikir’ dediğilarda ki bunalımların taklidin karşısında duruyor; lakin miz şümullü ve esrarlı kelime başçözümü için sağlam rahatlıkla müşahede edebiliyoruz lı başına bir ‘mesele’dir. En baş tahsil veren akadeki Modernizme de geçit vermi‘mesele’lerdendir. Çünkü ‘fikir’, mik kurumların kuyor. Bu meselede yapılan hata‘muhatap’lık durumunda olmazrulmasının, ehemmilara düşmemek için oldukça sağsa olmazdır bir ‘mesele’dir. Müyetine dair vurguları lam adımlar atarak, sıhhatli bir ellif bu durumun manasını hissetmüşahede ediyoruz. usul/“metodoloji” takip etmenin miş bir vaziyette; dolayısıyla, bu peşinde. durumu hissettirmeye cehd edi‘Müslüman Aklın Krizi’, Abdülhamid A. Ebu yor. Müellifin, ‘Müslüman Aklın Krizi’nde ‘fikir’in Süleyman’ın ‘çıkış yolları’nın fikrî düzlemde for- kendisini ‘mesele’ haline getirmeye cehd ettiğimüllerini verdiği, örgüleştirmenin yoluna ait me- ni, rahatlıkla müşahede edebiliyoruz.

bdülhamid A. Ebu Süleyman (m.) 1963’te, Mekke’de doğmuş bir ilim adamıdır. Mısır, Malezya, Amerika gibi ülkelerde birçok akademik çalışmalar yapmıştır. Birçok akademik kurumun, kuruluşuna öncülük etmiştir.

28 • Nisan’15

Şüphesiz ki eğitim, siyaset bilimi, iktisat, yönetim, iletişim ve bu bilimlerin her birinin felsefesi, aslında davranış kalıplarıyla ilgili geliştirdiği kavramlar üzerine kuruludur. Bu temellere alternatif olarak İslami temeller geliştirilmediği sürece sosyal bilimlerin ve bu bilimlere ait çeşitli disiplinlerin gerçekten İslamileştirilmesi mümkün olmayacaktır.

Eserin en can alıcı vurgularından biri olarak, Müslümanlarda ki bunalımların çözümü için sağlam tahsil veren akademik kurumların kurulmasının, ehemmiyetine dair vurguları müşahede ediyoruz. Müvazi olarak, siyasi ve entelektüel liderliğin ayrılmasının menfiliğine işaret ediliyor. Abdülhamid A. Ebu Süleyman’ın, bazı söylemleri Mehmet Akif Ersoy’un “Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı/Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı” beytini hatırlatıyor. Ve tahsil ile ilgili reyleri de, Muhammed Abduh’un tahsilin ıslahı ile ilgili reylerini hatırlatıyor. ‘Müslüman Aklın Krizi’nden bazı noktalara hususî olarak değinirsek hem eserin usulünü, ehemmiyetini, müellifin ileriye dönük tasarısını ve de dikkat çektiğimiz noktaların misallerine bir miktar vakıf olabiliriz. Müslüman Ümmetin yaşadığı bunalımla mücadele için başlangıç noktası olarak öne sürülen fikirleri (Taklitçi Tarihî Çözüm, Taklitçi Yabancı Çözüm, İslami Çözüm-Öze Dönüş) tanıttıktan sonra, ümmetin canlandırılması ve kurtarılmasında gereken mühim koşulları şöyle sıralar: - Sağlıklı ve sağlam bir yaklaşım, - Bu yaklaşıma tam bir bağlılık, - Hedeflere ulaşmak için gereken sorumlulukları uygulama kararlığı,

- Başarıyı garanti edecek tüm uygulanabilir şartların sağlanması ve ümmetin eğitilmesi. Ümmetin canlandırılması ve kurtarılması için müellifin sıraladığı bu koşullar, uzun bir tefekkürün sonunda ulaşılmış basit ve mühim meselelerde, samimiyetten cehde, tahsilden karalılığa bir dizi ‘fikir ve şuur’da başlayan fikrî ve amelî bir çalışmadan söz ediyor. ‘Entelektüel Mirasımız: Dün, Bugün, Yarın’ başlığı altında “… modern dünyanın çağdaş İslami düşünceye getirdiği, sayısı gittikçe artan sorunlar üzerine düşünmek durumundayız. Belki de en çok yanıt bekleyen soru, “Şu an içinde bulunduğumuz durumun suçlusu kim?” sorusudur. Ancak bu sorunun tek bir cevabı yoktur. Çünkü yersiz bir sorudur. Suçu herhangi birine ya da bir döneme atmanın anlamı yoktur. Böyle bir çaba, sorunu gerektiği gibi anlamımızı ve ümmetin yüzyıllar boyunca nasıl bir gelişme kaydettiğini yeterince kavramımızı engellemekten başka bir işe yaramayacaktır. Sorulması gereken sorular şunlardır: Ele almamız gereken konuları doğru şekilde anlayabilmemiz için nasıl bir çerçeveye ihtiyacımız vardır? Şu ana kadar aldığımız yolun ana hatlarını nasıl kavrayabiliriz ve böylece dikkatimizi tekrar doğru yöne nasıl çevirebiliriz?” derken fikrî, estetik, teknik ilh. buuddan tarihî düzlemde gelinen “modern dünya” ve berabeNisan’15 • 29


Atölye rinde getirdiği, Müslümanların üzerinde ki temel bir sorumluluktan söz eder. Müellif içtimaî ilimler bahsinde; Vahy ile içtimaî ilimlerin alanları ve ilişkilerini irdeler. İçtimaî ve beşerî ilimlerin hedeflerinin, üç ayrı alanda usulî araştırma yürütmek olduğunu belirtir. Mezkûr üç alanın birbiriyle ilişkileri aşikâr bir forma maliktir. Mezkûr üç alan şunlardır: - Evrenin doğası ve ilişkileri - Toplumun gerçeklikleri, potansiyeli ve karşı karşıya olduğu zorluklar - Toplum yaşamı için gerekli sistemler, kavramlar, politikalar ve alternatifler Bu ilişkinin kurulması için iki mesele karşımızda durmaktadır; a) İçtimaî ilimlerin esaslarının çerçevesinin çizilmesi. b) Çizilen bu çerçeveye tekabül eden İslami esasları sınıflandırmak. Umumi düzlemde Vahy’in hedefleri ile içtimaî ilimlerin alanları ve ilişkileri ve de çözümleri meselesinde; hususî düzlemde de, müellifin bahsini ettiği birçok mesele de (ki bu meselelerin yekûnunda istenilen, Müslümanlardaki -fikrî ilh.bunalımı yok etmek) “sınıflandırma” bir meselesi mühim yer tutar. Çünkü müellif birçok meselenin çözümünde analiz, tahlil, çözüm ile birlikte “sınıflandırma”ya da ayrı bir ehemmiyet verir. Farklı bir yöntem ile birlikte (mesela) hadisler ile ilgili olarak “indeks”i de vurgular. Kapsamlı bir ayet ve hadis indeksinin hazırlanmasının ehemmiyetine ve gerekliliğine işaret eder. İçtimaî ilimlerde, hakikatte ‘var olan’ı ‘yerine koyma’ manasında şöyle işaret eder müellif; Şüphesiz ki eğitim, siyaset bilimi, iktisat, yönetim, iletişim ve bu bilimlerin her birinin felsefesi, aslında davranış kalıplarıyla ilgili geliştirdiği kavramlar üzerine kuruludur. Bu temellere alternatif olarak İslami temeller geliştirilmediği sürece sosyal bilimlerin ve bu bilimlere ait çeşitli disiplinlerin gerçekten İslamileştirilmesi mümkün olmayacaktır. 30 • Nisan’15

Atölye Müellifin burada mevzubahis ettiği mesele; olması gerekenin, olması gerektiği yerde olmasıdır. Bu hakikati ortaya koymaktır. “Davranış Bilimleri”ne öncelik verilir burada. Yani esas meseleye, fertte ‘zemin’leşen meseleyi, cemiyet ölçeğinde müşahede edilebilmesi budundan; eğitim, siyaset, iktisat ilimlerinin olması gerektikleri yerlerde, olduktan sonra geçilir. İfrat halde mühim meselede şurada; “Bilginin çeşitli dallarının İslamileştirilmesine ilişkin tüm çabalar, tek bir önkoşula bağlıdır: insan ilişkilerinin fıtratını ve dinamiklerini doğru bir şekilde anlamak.” İnsanı çözümlemek... ‘Muhatap Olan-Muhatap Olunan’, ‘Özne-Nesne’de ‘Muhatap’tan başlamak… Gerekli her alanda ıslah; Müslümanlar kadar, insanlık için de mühimdir. Müslüman liderler, üç temel noktaya dikkat ve çabalarını yoğunlaştırmalılar: - Ümmetin geleceği eve Müslüman gençlik - İslamileştirme sürecinde ki bakış açısıyla birlikte İslam’ın bilgiye, medeniyete ve İslam’ın mesajını tüm insanlığa iletebilecek yeni kuşakların yetiştirilmesine dair bakış açısını netleştirme konusunda rol oynayacak akademik kurumlar - Ümmetin, insanlığın düşünce ve ilerlemesini ıslah etme sorumluluğunu yerine getirmesi konusunda, insan uygarlığının geleceğine rehberlik. Yine Müslüman Ümmetin geleceği hususunda şöyle işaretlenir: Ümmetin geleceği; kendi metodolojisini, düşüncesini, eğitim ve örgütlenmesini yenilenmesindeki ve yeni İslami sosyal bilimlerin temellerini kurma konusundaki başarı derecesine bağlıdır. Ne yapacağını bilemeyen ve tehdit altında bulunan tüm insanlığın geleceği ise Müslümanların, İslami öğretilerin yaşayan örneğini gösterebilme konusunda ki başarışlarına bağlıdır.

Ümmetin geleceği; kendi metodolojisini, düşüncesini, eğitim ve örgütlenmesini yenilenmesindeki ve yeni İslami sosyal bilimlerin temellerini kurma konusundaki başarı derecesine bağlıdır. Ne yapacağını bilemeyen ve tehdit altında bulunan tüm insanlığın geleceği ise Müslümanların, İslami öğretilerin yaşayan örneğini gösterebilme konusunda ki başarışlarına bağlıdır. İslam fikir geleneği buudundan şöyle işaretlenir; Fıkıh usulü bilimi, İslami düşüncenin tarihsel metodolojisidir. Bu bilim klasik İslami disiplinlerde kullanılan yöntemlerin en önemli unsurunu temsil eder. İlk kuşaklardan günümüze kadar fıkıh usulü ve bu bilimin dalları üzerine uzmanlaşmış kişilerin bakış açılarını göz önüne alırsak, fıkıh usulü için İslam’ın geleneksel metodolojisi diyebiliriz. Çünkü İslam’ın hâlihazırda ki bakış açısı körü körüne kabul etme olmasa bile genellikle pasif kalmıştır. İslam’ın ilk dönemlerinde bu metodolojinin kapsamlı ve evrensel ilkeleri; İslam düşüncesinin doğasını, dinle ve İslami misyonla bağlantısının yansıtıyordu. İslami fıkıh ruhunun ve yaratıcı uygulamasının en iyi örneğine halifeler zamanında rastlayabiliriz. Bu, Vahy’in rehberlik kaynağı olarak değerlendirildiği, aklın ve içtihadın Vahy’i anlama ve yorumlama konusunda, aynı zamanda olaylarla başa çıkma, onlara cevap verme ve stratejiler geliştirme de araç olarak kullandığı bir durumdu. Abdülhamid A. Ebu Süleyman, ‘Müslüman Aklın Krizi’nde değindiğimiz ve hususi düzlemde değinmediğimiz birçok meseleyi söz konusu eder. Evet; “söz konusu” etmesini hususiyetle vurgulamak gerekiyor. Değindiği meselelerin birçoğunu “söz konusu” ederek işliyor. Teknik manada ki bazı meselelerde bile, teknik bilgilerin haricinde herhangi bir meseleyi enine boyuna irdelemiyor. Meseleleri umumi manada, başlı başına bir ‘mesele’ haline getiriyor. Tabi bunları

yaparken ıslah çalışmaları, akademik kurumların kurulmasının ehemmiyeti, disiplinlerin esasları ve amaçları, kapsamlı indeks çalışmaları, fikrî bunalımların giderilmesi, siyasî ve entelektüel liderlik gibi geniş bir yelpazeyi de dikkatten kaçırmıyor. Geleneği sorgulayan ama Modernizme de taviz vermeyen bir usul/”metodoloji” benimsendiğine şahit oluyoruz. Yine meselenin ‘fikir’ ve icraat’ buudunu birbirinden ayırmayan bir telakkiye şahit oluyoruz. Ki, bu mühim bir noktadır; ıslahçı, inkılâpçı bir hareket için. Dolayısıyla tahlil, analiz, çözüm arayışları ve yolları da haliyle ‘fikir’, ‘usul’/”metodoloji”, ‘icraat’ düzlemleri de birbiri ile ilişkilidir. Biri (‘fikir’) temel/zemin sağlar, biri (‘usul’/”metodoloji”) temelden/zeminden membaını bulur, biri (‘icraat’) temelin/ zeminin membaılık ettiği çizgide eyleme dönüşür. Fiil-kuvve halini ve arayışına muhatap olur. Başında da temel/zemin olan ‘fikir’e de akide, adeta temeller temeli/zeminler zemini, ‘başlangıç noktası’ olur. ‘Fikir’, akideden sonra gelir ve akideden beslenir. Mamafih herhangi bir alanda ıslaha muhtaç olan bir ‘şey’ (müfekkiremizde el atılan her nevî mesele-mevzu) varsa, bir sonra ki aşamayı etkileyebilir. ‘Islah’ın ehemmiyeti de bu noktada biraz daha bir billurlaşıyor. İmdi… Bu nazar zaviyesinin ahenkleşmesi meselesinde, daha başka çalışmalara da ihtiyaç vardır. Çünkü bu nazarın ahenkleşmesi ve billurlaşması da oldukça mühim bir mesele olarak karşımızda durmaktadır. Mamafih dikkatlerin buraya celbetmesi, hem elzem hem de ivedilik barındıran bir meseledir.

Nisan’15 • 31


Atölye

Atölye

Postmodern Dünyanın “Altın Çocuklarının” Rol Model Açlığı Üzerine Elif OĞUZ Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

P

ostmodernist bir dünyanın akışına kaptırmışken kendimizi, soluk almak amaçlı yeni çabalar oluşturmaya çalışıyor, bu çabanın içinde boğulup gidiyoruz. Bilincimizin yok olduğu, sağduyumuzun sığlaştığı, vicdansızlığın popüler olduğu bir dünyada amaçsızca gezinen seyyahlarız her birimiz. Ne oldu da bu hale geldik? Hangi kabuk tutmuş yaramız etinden sökülmek isterken elimizde kaldı? Postmodernizm; modernizm sonrası ve ötesi anlamında bir tanımlama olarak kullanılmaktadır. Modern düşünceye ve kültüre ait temel kavram ve perspektiflerin sorunsallaştırılmasıyla ve hatta bunların yadsınmasıyla birlikte yürütülmektedir. Teori alanında modernist sanat biçimleri ve uygulamalarından koptuğu iddia edilen bir dizi kültürel yapıntıyı tanımlayan mimarlık, felsefe, edebiyat, güzel sanatlar gibi alanlarda yeni kültür biçimlerinin işareti olarak

32 • Nisan’15

başlamıştır. Oluşan yeni postmodern toplum; bölünmüş ve farklı bilgilerle donatılmış, sınıf, din ve etnik bağlantıların yerini bilgi ve iletişimle değiştirir. Kesinlik diye bir şeyin olmadığını, mutlak ve evrensel doğru diye bir şeyin hayal olduğunu savunurlar. Postmodern dünya yoktan varolmakla, arzularla ilgilidir daha çok. Postmodernizm yayılmaya, kendi zincirini oluşturmaya devam ederken Müslüman genç nesil ne mi yapıyor? Akıma uydurabildiği kadar ayak uyduruyor. Kendi farkındalığından, toplum içindeki konumundan habersiz, toplumun değişimine yetişmek için çabalıyor. Kastım, bu genç neslin postmodern akıma bilinçli bir şekilde ayak uydurması değil. Bozulan toplum yapısına, ahlaki çöküşe bilinçsizce yardım etmesi.. Geleceğimizin mirasçıları olan ahlaki zeminini yitirmiş b i r

genç nesille karşı karşıyayız. Ahlaki kavramlarımızın dahi bin bir renkte olduğu dönme dolabın içinde yuvarlanan, kafa karışıklığının, zihinsel sapmaların fırıl fırıl döndüğü bir hayat, yaşadığımız, soluklanmak istediğimiz dünya. Kelimelerimiz modernitenin içinde, en derin kuyularında yüzerken, ışığı fark edip ipe sarılmak isteyen kişilerin iplerini kesmek için yarıştığımız bir dünyadayız.

ses çıkarmayarak kendi günahlarının içinde nes-

Bu yazıyı kurgulamadan önce, otuz iki imam hatip lise birinci sınıf öğrencisine rol model olarak gördüğü kimseleri ve neden o kişi gibi olmak istediklerini sordum. Aldığım cevapların çoğunluğu, anne- babası, abisi-ablası gibi olmak istedikleri yönünde. Çok az bir kısmı ise Hz. Muhammed, Hz. Hatice, Hz. Ali gibi olmak istediklerini belirtmiş. Ben burada bilimsel bir tez sunma niyetinde değilim. Küçücük bir kesimden herkesin bu şekilde olduğu sonucu tabî ki çıkmaz. Ama 15-16 yaşındaki gençlerin zihin yapısını anlamamızda yardımcı olabileceği düşüncesindeyim. Toplumda zuhur etmiş olan’ kendini kutsallaştırma’ hızla yayılırken, annesi- babası, sanatçısı, futbolcusu, mankeni vs. gibi olma istediği de yıllardır devam eden ve toplumun çöküşünü hızlandıran, amaçsızlığın en derin açmazlarına sürükleyen bir furya haline geldi. Eskiden gençliğin bir davası, kavgası vardı, kendi ideolojisi için göğüs göğüse mücadele etmeye hazır bir gençlik vardı. Müslüman gençlik, çekirdekten yetişiyor, Mekke döneminden Medine dönemine geçiş için hicret saatini gözünü kırpmadan bekleyen bir gençlikti.. Ve bu gençliğin tek bir rol modeli vardı; Hz.Muhammed.. Allah’dan aldığı vahiyle yeni bir toplum inşa eden, ahlaki normların en güzeline sahip bir toplum..

kimliğinin bir şey ifade etmediğine, etmeyece-

Biz Müslümanlar kavramlarımızı, rol modellerimizi kaybederek gelecek inşa etmeye çalışıyoruz. Çölde susuz kalmayacağına inanarak yanına su almayan kimse gibi hayaller aleminden çıkamıyoruz. Geleceğimizin ‘altın çocuklarını’ modernizme terk ediyor, tutsaklıklarının tadına varmaları içinde elimizden gelen her şeyi yapıyoruz. Bozulan ahlaki değerlerden rahatsız olup,

rümeyi kendine amaç edinmiş, pastadaki oranı

lin boğulmasını sinema izler gibi izliyoruz. Kur’an ve sünneti, değişen toplum şartlarına göre öteleyerek, toplumun yeni kabullerini içimize sindiriyor, tanımsız bireyler haline geliyoruz. Postmodern dünyanın ‘altın çocukları’ rol model açlığını modern kavramlar üzerinden tanımlayarak kimlik oluşturmaya çalışıyor. Müslüman ğine inanan, dinin işlevsel olmadığını savunan, bilinç dünyası temelinden sarsılmış bir gençlik geliyor. . kendi ellerimizle Kur’an ve sünnetten mahrum bıraktığımız, neslin helvasını kendimizin kardığı bir gençlik geliyor. Zihinlerinde şimşekler çakan, tsunamiler olan, deprem enkazının altında kalmış bir gençlik. Peygamber tasavvurunun oluşamadığı, dinin işlevlerliğini gösteremediğimiz, vahiyden habersiz, vahiyle ilgisiz gençlik.. İlk cümlelerimde sormuştum ya; ne oldu da bu hale geldik? Hangi kabuk tutmuş yaramız etinden sökülmek isterken elimizde kaldı? Elimizde kalan; sırt çevirdiğimiz bir adet Kuran ve İslam Peygamberi oldu. Vahyin vermek istediği mesajı, vahyi bize yaşayarak öğreten Peygamberi anlamayı bıraktık.. Yeni dünyevi hedefler oluşturduk, virüs gibi yaydık zihinlere, sağduyudan, vicdandan, iyilik-kötülük kavramlarının anlamsal çerçevesinden yoksun, aç- susuz kalmış bir genç nesil yetiştirdik. Sahi Kur’an ve Peygamber tasavvurudan yoksun, ahlaki zeminin darmaduman olduğu yeni nesilden umutlu muyuz? .. Son olarak; Kur’an ve sünnetin ışığında yüdüşükte olsa çabalayan gençliğe selam olsun… Not: Bu yazı; karamsarlığını dışa vurmuş bir gencin zihinsel bunalımından oluşmuş bir yazıdır. Karamsarlığı virüs gibi yaymak amaçlı yazılmamış, idrak fenerlerinin açılması için, bir umut niteliğinde yazılmıştır. Nisan’15 • 33


Atölye

Atölye

Özgürlük Üzerine

M. Salih DEMİRTAŞ Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi

K

ullandığımız kavramlar hayatımızda çok önemli bir yere sahiptir.Yaşarken, olayları okurken ya da yargılarken... Fakat kavramlardan daha da önemli olan onları şekillendiren, tanımlayan, biçim veren zihinsel arka planlar, eğitimsel kodlar, kültürel kodlar ve tarihsel kodlardır. Bir kavram üzerine, iki farklı kişi aynı kavramı kullanarak farklı şeyler ifade edebilirler. Bu durum onların, o kavramı hangi bakış açısıyla ve tasavvurla değerlendirdiği ile ilgili bir sorundur. Hal böyle olunca böyle bir tartışmaya girmek sonuçsuz ve verimsiz olur. İstenilen sonuç alınamadığı gibi çok farklı yerlere de konu kayabilir.

34 • Nisan’15

Biraz daha somut bir örnekleme üzerinden gidecek olursak eğer, özgürlüğün “ne”liği üzerine düşünmemiz ve onu değerlendirirken hangi bakışaçısıyla ele aldığımızı irdeleyelim.Özgürlük kelimesi öz türkçe bir kelimedir ve özü-gür bileşkesinden oluşur. Özün gür olmasını; bir şeyin temel ve saf halinin (öz), fazla ve hacimli olmaktan farklı olarak kendisini belirgin bir şekilde hissettirerek(gür) güçlü bir izlenim ve etki oluşturması olarak okuyabiliriz. Yani kelimenin ağırlığı daha çok eylemin ve öznenin niteliksel boyutunu ifade eder. Özgürlük , o halde özün kişinin kendisini güçlü ve etkin bir şekilde ifade etme-

sidir. Fakat güçlü ve etkili bir şekilde özünü ifade etmek demek, her istediğini sınırsız yapmak anlamına gelmez. Çünkü bir insanın her istediğini yapabilme serbestliliği demek, insanın özüne yapılmış bir haksızlık olur. İnsanın tabiatı gereği iradesinde yani seçimlerinde davranışların beslendiği iki temel yapıtaşı vardır; Kuranî bir dille konuşacak olursak takva ve fücur.(91/8) Eğer iradeye her istediğini yapma serbestliğini özgürlük adına tanırsak, bu sefer davranışlarımızın(iradi) iki farklı kaynağının sınırlarını kaldırmış oluruz ve özgürlüğü basit bir kavrama dönüştürerek iradenin kaynağının nereden geldiğine bakılmaksızın istediğini yapma olarak okuruz. Bu konu üzerinde konuşulurken kaçırılan bir nokta daha var; insanın toplumsallığı. Aslında iyilik-kötülük olarak ahlakî şema içerisinde şekillenmiş bu yapı, kişinin topmusallığıyla ilgili bir durumdur.Bu yüzden iyi-kötü kavramları iradenin toplumsal bir yapı içerisindeki sınırlarıdır. Bu sınırlılığın olması özgürlülüğü kısıtlamamakla beraber, kişilerin birbirilerini alanlarına tecavüz etmesini engelleme ve açıkça yapılan bir fahşanın toplum içinde utanma duygusuna sebebiyet verdiği için bir tedbir görevi taşımaktadır. Aksi takdirde bu sınırların kalkması toplumsal alanda, kişilerin “özgürlüğünden”(!) doğan bir serbestlikle her yaptığı şeyi meşru görmesini ve bunun toplumda açmış olduğu yarayı fark etmeden özgürlüğünün bir ifadesi olduğunu sa-

vunması hem kendisine, hem de içinde yaşadığı topluma zarar verir. Bu durumun sebebi ise özgürlüğün merkezine insanın iradi serbestliğinin konmasıdır ve bu serbestlikten doğan pragmatik ahlak, adeta sekülerizmin üretmiş olduğu “kibirli” bir hümanizmin egemen olmasıyla, zihnimiz insanlık adına tarihin bir zamanında yaşanmış ve gelecek zamanda yaşanacak harika günlerin(!) özlemini masallar eşliğinde dinlerken, bugün dünyamızda yaşanan zulümleri ve sorunları görmememizi sağlayan bir afyonun eylemlerimizde şekiş bulmuş haline dönüştü. Özgürlük, özün irade üzerindeki dizginleri kendi eline alması ve onu etkin bir şekilde,kendi kontrolünde yönlendirmesidir veya frenlemesidir. İrade üzerinde bir hakimiyet kuran öz ona kendi şekil verir ve kendi yönlendirir yani eyleminin öznesi olur; aksi takdir de eyleminin nesnesi (edilgeni) konumuna düşebilir. bu ise varoluşsal bir süreçle beraber hareket eden bir durumdur. Bu da özün sahip olmuş olduğu konumun onda sabitlenmiş bir şey değil, sürekli kaygan bir zeminde değişkenliğin her an olabileceği dinamik bir süreci ifade eder. Özgürlük üzerinde yapılan hatalardan biri de özgürlük adına karşı gelinen kavramların tarihsel arka planından bağımsız değerlendirerek güya kendince onlara karşı yeni bir şeyler üretmiş olarak toplumsal anlamda gayri meşru ya da olumsuz sayılan eylemler ve sözlerdir.Böyle olduğunda herkes kafasına göre bir şeyler üreterek birşeyleri meşrulaştırmaya çalışır ve bunu yaparkende özgürlük adına yaptıklarını ifade ederler. Özgürlük pragmatik ahlakın şekillendirmiş olduğu çizgileri belirsiz bir alan mı, yoksa ruhun sonsuzluğa açılan kapısında irade üzerindeki denetimini kuvvetlendiren ve onu kendi yönlendiren bir benlik oluşturmak mı? Şimdi Şems suresini okuyalım ve anlamaya çalışalım. Nisan’15 • 35


Röportaj

Röportaj

HZ. PEYGAMBER (s.a.v) VE KUTLU DOĞUM HAFTASI SİZİN İÇİN NELER İFADE EDİYOR? Hazırlayan: Ceylan DEMİR Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Hüseyin Ali DEMİR Hacettepe Ünv. Tıp F. Kutlu doğum haftası denilince, Hz peygamberi anmak daha da önemlisi onu anlamak, onun temsil ettiği aşkın değerler bütününü tanımak ve hayatımıza ışık tutan bir meşale yapabilmek çabası aklımıza gelir. Kuran’ı-kerim’in evrensel mesajı, Hz. peygamberin örnek şahsiyeti ve ahlaki değerler bütününün temel öğesidir. Peygamber efendimiz bizler için kuranın adeta yaşayan bir örneğidir. Bizler onun sünneti etrafında toplanıp bilinç ve kimlik kazandık. Hoşgörü ve sevgiyi ondan öğrendik. Onun hayatında ve öğütlerinde bireysel ve toplumsal hayatımızı aydınlatacak güçlü bir ışık vardır. Kutlu doğum haftasında ilahiler, mevlitler, okunur, şiirler okunur. Bu tür etkinlikler peygamber efendimizin kainata rahmet olarak gönderildiğini hatırlatır bize, arkamızı dönüp nasıl bir hayat sürdürdüğümüzü sorgulatır.

Merve EREN Ankara / Lise Mezunu Hz. peygamber deyince çok fazla şey akla geliyor. Güzel ahlak sahibi, şefkat dolu insanı hatırlarım. Kutlu doğum haftası deyince onun mübarek doğum günü ve O’nun için müftülerin düzenlediği seminerler, yapacağımız ibadetler, çekeceğimiz salavatlar aklıma geliyor.

36 • Nisan’15

İlhan ÖZDEMİR Öğretmen / Erzincan Hz. peygamber deyince doğruluk, insan sevgisi, merhamet aklıma geliyor. Ona aslında bu ahir zamanda ihtiyacımız var. Ona sevgimizi göstermek, onun sünnetini yaşamakla olur. Rabbim şefaatlerine nail eylesin.

Paul CHANTALE / Ankara Ünv. İlahiyat Peygamberimiz dünya için bir yol, ışık, hediyedir. O’nun yolundan gidersek cennete girmemiz kolaylaşır. O’nu anarken iyi hissederiz ve o güzelliği başkalarıyla paylaşabiliriz. Bize umut mutluluk cesaret verir. O kadar vefasız ümmet olmamıza rağmen Allah bize kıymetli bir Peygamber vermiştir. Maalesef böyle bir peygamberin değerini bilemiyor ve şefaatine nail olabilmek için çabalamıyoruz. Böyle bir toplumda biz ilahiyatçılara çok iş düşüyor başta insan ve ümmeti olmamız sebebiyle...

Merve Yıldız / Ankara / Lise Hazreti peygamber deyince aklıma ilk gelen; O’nun bütün insanlığa gönderilmiş bir rahmet peygamberi olmasıdır. Kutlu doğum haftası denilince ise Hz. peygamberin dünyayı şereflendirişi ve onu her zamankinden daha da fazla anacağımız bir hafta aklıma geliyor.

Mehmet Ali YASAK Ankara Ünv. İlahiyat F. Bence Hz Peygamber (sav) in önemi şöyle açıklanabilir : Bir Ormanın içinde küfrün bataklığı insanları yutarken öyle bir kişi ortaya çıkıyor ki bu bataklığı bir gül bahçesine ve insanları da bahçıvana çeviriyor . Kutlu doğumun önemini de insanlığın bu kötü virajdan kurtuluşu olarak açıklayabiliriz.

Nusret ÖZDEMİR / Emekli Hz Muhammed ve Kutlu doğum bol bol salavat getirmeyi Peygamberimiz’in hürmetine Allahtan af dilememiz gerektiğini aklıma getiriyor.

Aydan ÖZDEMİR Öğretmen / İstanbul Hz. Muhammed’i anlatmaya cümleler yetmez. İlk aklıma gelen O’nun güzel ahlakıdır. Ahlakını Kur’an’dan alır. O ki hoşgörünün, sevginin, merhametin, adaletin, doğruluğun ve sayamadığımız birçok olumlu sıfatları kendinde toplayan buna rağmen son derece alçak gönüllü evrensel bir değerdir. Kutlu doğum ise mevlidi ifade eder ve alemlere rahmet olarak gönderilen peygamberimizin doğumudur. Kutlu doğum etkinlikleri ile özellikle çağımızın gençleri O’nu daha yakından tanıma imkanı bulmaktadır.

Hüseyin KARSU / Erzincan Peygamberimiz etrafına nur saçan, ümmeti için gözyaşı döken insanlığın tek örneği olan beşerdir. Dünya’ya cenneti müjdeleyen eşsiz insan olmasıyla birlikte bizlere güzel ahlak yönünden temsili örnek insandır. O’nun davranışları tamamen kuran ile çakışır. Kendisine yapılan zulümlere rağmen her zaman Allah yolunu göstermiştir. O, insanlığı o kadar sevmiş ve bizim için o kadar dua etmiş ki; biz ümmetine melekler bile gıpta etmiştir. Şefaatine mazhar olabilmemiz duasıyla, tüm müminlere selam olsun…

Nagihan Gül Diş Teknikeri / Sakarya Kutlu doğum deyince Rabbimin yeryüzünü Peygamber Efendimizin (s.a.v) yüzü suyu hürmetine yarattığı, O’nun varlığının bize huzur verdiği, sıkıntılı anlarımızda adını andığımızda rahatladığımız, varlığına her daim çok şükür dediğimiz Peygamberimiz olarak aklıma geliyor.

Hümeyra DİNÇ / Ankara Ünv İlahiyat Fak. Hz Peygamber’in adı anılınca aklıma ilk gelen şey ‘samimiyettir’. Kutlu doğum haftası ise onu mu’minlerle birlikte anmak için güzel bir etkinlik olabilir. Lakin kutlu doğumdan maksat Allah rasulünü anmayı belli günlere hasretmek olmamalıdır elbette. Mühim olan Allah rasulünün hayatımızın her anına model teşkil edebilmesidir. Zira O’nu anmak yaşantısını yaşantımıza yansıtmakla anlam kazanır. Nisan’15 • 37


Röportaj

Röportaj Nevin ÖZDEMİR / Ev Hanımı Hz Muhammed deyince; yaratılanlara ve özellikle insana verdiği değeri anımsıyorum. Kadınlara karşı hoşgörülü olması insana insanca değer vermesi aklıma geliyor.

Selim DİNÇ Atatürk Ünv. İlahiyat Fak. Peygamber efendimiz (s.a.v) için sevgi, şefkat, doğruluk, rahmet, güvenmek aklıma gelen ilk şeylerdir. Bu erdemli davranışlarıyla herkesi, kendini Allah’ın bir elçisi olduğuna ve onun emirlerine uymamız gerektiğini tüm inananlara ve hatta inanmayanlara da öğretmiştir.

Sinan DOĞAN / Öğretmen O’ndan bahsederken en çok Kainat Efendisi diye söze başlamak hoşuma gider. Kainat Efendisi’ni hangi sözle methiyeyle anlatmaya kalksak da yetersiz kalıyor. O; karanlığın aydınlık yüzü, O; gecenin gündüzü, O; kurtuluşun anahtarı, O; mutluluğun kaynağı, O; sabrın selameti, O; övülmeye değer Ahmed, O; zorluklara direnen Mahmud, O; Allah’ın Resul’u Muhammed Mustafa

Nurdan ÖZDEMİR GÜL / Öğretmen-İstanbul Hz. Muhammed ; insanların en iyisi, en yücesi, en adaletlisi, en dürüstü, yani güzel olan her şeyidir.İyi ki doğmuş, iyi ki O’nun ümmeti olarak doğduk. İki cihan O’nunla şereflendi. Keşke peygamberimizi bir de görebilseydik. Belki o zaman hayatlarımızı daha dolu dolu ve daha doğru yaşayabilirdik. Allah “Biz seni alemlere rahmet olarak gönderdik “ buyurdu. Bunun üzerine daha ne söyleyebiliriz ki !

Ufuk Özcan / Ankara Ünv. İlahiyat Fak. Hz. Peygamber (sav) deyince, intihar vakalarının büyük bir artış gösterdiği bu zamanlarda hayatın yaşanabilirliği aklıma geliyor. O (sav) ilahi hitaba tabi oldu ve dünyasını bu çerçevede düzenledi. O yürüyen Kur’an’dı. Bizler gibi başına gelen kötü şeylerden dolayı yılmadı, güzel şeylerden dolayı şımarmadı, her zaman orta yolu tuttu.Bizler başımıza gelen olayların zahirine aldanıp hakikatini anlamaya çalışmadan çok çabuk yılgınlık gösteriyor, hemen pes ediyoruz. O’nun hayatı bizimkinden kolay değildi ki ! O (sav) Allah’ın yardımıyla yılmadı maddenin arkasındaki hakikati görebildi ve mücadelesine devam etti. Kısaca; her şeye rağmen dünya O’nun örnekliğiyle yaşanabilir bir yer, yeter ki vahye tabi olalım, O’nun örnekliğini hayatımıza aktaralım ve işte o zaman yaşadığımız olayların zahirine takılıp kalmaz ve dünya mücadelemizi hakkıyla tamamlayabiliriz.

38 • Nisan’15

Burak Özdemir Sütçü İmam Ünv. Makine Müh. Kutlu doğum; Peygamberimizi daha yakından tanımak için en iyi fırsatın olduğu bir haftadır. Efendimizin hayatı, yaşayışı, kişiliği hakkında konuşulduğundan bunun sürekli olarak her yerde dile getirilmesi son derece önemlidir.

Şehi Dzenana MOSTARLİC Ankara Ünv. İlahiyat Fak. Hz. peygamber deyince 63 yıllık hayatını örnek teşkil edecek şekilde yaşamış olmasını, Kur’an’da Allah’ın övgüsünde olan her hareketini yine kuran’ın yansıması olarak anımsarım. Ümmetinin daima şefaatçisi olarak koruyucusu, insanlığa örnek bir rehber olmuştur. Nasıl müslüman olunacağını öğreten ve İslam’ın temsiliyetini en iyi öğrenebileceğimiz Allah’ın insanlığa rahmeti olan birinci tek kaynak olarak görüyorum.

Furkan Bülbül / Atatürk Ünv. İlahiyat Fak. Hoşgörü, sevgi, saygı, şefkat, merhamet denilince ilk aklımıza gelen kişidir peygamber efendimiz. Çünkü o alemlere rahmet olarak gönderildi. Nitekim Allahu Teala da kitabın da “ Ey Muhammed biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik” buyuruyor. Rahmet peygamberi olmasından dolayı da kalpleri katılaşmış birçok insanı hidayete erdirmiştir. Merhametle dolu olan kalbi hep iyilik için çarpmıştır. Onun ahlakı kuran ahlakıydı. Hz Aişe annemizin de dediği gibi; ‘’O’nun ahlakını merak eden Kur’anı-Kerime baksın’’ buyurmuştur. Peygamberimiz yine bütün insanlara en yakınından en uzağına herkese eşit davranmıştır. Kimsenin kalbini kırmamak için büyük özen göstermiştir. O kin dolu gönülleri hidayete kardeşliğe dönüştürmüştür. Her türlü kalabalığı nezakete, olumsuzlukları güzele çevirmiştir. İnsanlığa sevgiyi saygıyı hoşgörüyü merhameti öğrenmiştir. Aslında bu konuyu özetleyen çok güzel bir ayet vardır.Allahu Teala Tevbe suresinde buyuruyor ki; “Andolsun size öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. Çünkü o, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir.”

Nurefşan Gök Ankara Ünv. İlahiyat Fak. İnsan fıtratındaki en önemli olgunun insanlara karşı tavır olduğunu ve bu konuda da en iyi örneğin peygamberimiz olduğunu görüyoruz. Maalesef günümüzde her şeyi tüketerek yaşadığımız gibi ilmi de -ilim denilirse tabi- sadece tüketmek veya birilerine üstünlük taslamak için ezberliyoruz. Halbu ki peygamberimiz 23 sene boyunca harfiyyen fiile geçirmiştir. Kendisine inen vahiyleri -ki O bir peygamberken- bu kadar uzun sürede oturturken kendisine verilen ilmi biz bazen haddimizi aşıp elimizdekinden fazlasını isteyebiliyoruz. Peygamberimizin hayatını öğrenmek araç olup asıl amaç hayatımıza geçirebilmektir inşallah…

Remziye Temiz / Öğretmen Kutlu doğum haftası yani Peygamber Efendimizin doğumu dünyaya teşrifleri elbette ki sıradan bir doğum değildir. Allah yoluna rehber olunan hidayet güneşimizin İnsanlığın ufkuna seçkin ahlaki, kişiliği, davranışı, merhameti ile örnek olan nuru ile dünyamızı nurlandıran efendimizin doğuşudur. O hafta efendimizi çokça anmanın yanı sıra yaşam tarzını göz önüne alarak İslami yolda ilerlemenin gayreti ile yoğunlaşmamız gerektiğini düşünüyorum. Efendimizin doğum anını tasavvur etme maneviyatına sahip olamasak da ne mutlu bizlere ki O’nun ümmetiyiz ve O’nu çokça anarak şefaatine erişebilmenin ümidi içindeyiz. Allah’a şükür ki bu senede O’nu anmanın ve anabilecek ömre sahip olabilmenin hazzı içindeyiz...

Gülşah ÖZ / Marmara Ünv. Hukuk Fak. Kadınları Allah’ın emaneti olarak görmesi, onlara değer vermesi, affediciliği aklıma gelir. Gelecekteki insanlara yol göstermiş ve bunun için tüm acılara katlanmış, böyle durumlara karşı nasıl duruş sergileneceğini bizlere yaşayarak göstermiştir. Her zaman için biz ümmetini düşünerek kendi hayatını bir kenara bırakıp acılarına sabretmesi , buna rağmen toplumda kabul görmemesiyle isyan etmeden yine Rabbine sığınan bir insan oluşuyla tüm dünyaya nasıl eşsiz bir peygamber olduğunu gösteriyor ve örnek oluşunu bize hatırlatıyor. Hz peygamber yaratanın bütün yaratılanlardan en sevdiği kişidir. Ve bu güzel insanın bize getirdiği Kur’an’ı ve sünneti bıraktık. O ise hayatı boyunca biz ümmeti için zorluklara karşı mücadele etmiştir. Biz ise sadece Kur’an’ı duvarlarımıza asıyor raflarda bekletiyoruz. O’nun ahlakına sımsıkı bağlanmamız gerekirken cahilleşiyoruz.

Nisan’15 • 39


Atölye

Atölye

MASADA KAN VAR! Mustafa Fatih YAVUZ İstanbul Medeniyet Üniversitesi Yüksek Lisans

O

rtadoğu, İran, Amerika ve İsrail yanyana anıldıkları anda akla gelenlerin başında diplomatik teamüllerin aşılıp yerlerine tehditlerin savrulduğu, sözüm ona varlık yokluk mücadelesi veren ülke liderlerinin konuşmaları gelir. Bu konuşmalarının ana ekseni İran’ın sahip olduğu nükleer kapasitenin, Amerika ve bölgenin işgalci gücü İsrail’in tehdit algılamalarına takılması ve bunlar üzerine kurgulanan retorikler etrafında gelişir. Ancak Ortadoğu’nun yoğun gündemi içerisinde İran’ın sahip olduğu nükleer kapasite ve nükleer gücün kendisinin ne anlama geldiğini anlamak, Ortadoğu ve dünya siyasetini anlamanın bir gereği haline gelmiş ‘’Bir dakika’’ demekle başlar. Dünyanın nükleer tehdit hakkında oluşmuş bilgisi, ABD’nin 2. Dünya savaşını sonlandıran atom bombasını Hiroşima ve Nagazaki’ye atması sonrasında oluşmuştur. Atom bombasının oluşturduğu dehşet, sonralarında kıyamet günü senaryolarını kafalarda arttırmış, olası nükleer savaşın önlenmesinden çok, 2. Dünya savaşı sonrası ortaya çıkan 2 kutuplu dünyanın nükleer savaşa dönüşme korkusu oluşmuştur. Bu iki kutuplu nükleer korku ortaya başka dengeleri ve kavramları ortaya çıkarmış, nükleer bir gücün haricinde masada kazanmanın bir yolu olarak görülmüştür. Soğuk savaşın diğer kutbu olan Sovyetler Birliği, ABD ile aynı nükleer kapasiteye sahip olduğunu, kıtalararası balistik füzelere sahip olduğunu kanıtlamış ve dünya kamuoyu için, dünyanın nükleer savaş sonrası yok olma senaryoları farklı bir ivme kazanmıştır. Soğuk Savaş sırasında, Türkiye’nin de içinde olduğu olası nükleer savaş gerilimleri yaşanmış, ancak gerilimler diplomatik yollardan çözüme kavuşturulmuştur. Soğuk Savaş öncesinde yükselişe geçen uluslararasılaşma, yönetişim ve devletlerarası kuruluşlar,

40 • Nisan’15

çatışma çözümünde etkili hale gelmeye başlamış ve devletlerarasında arabuluculuğun ana sahnesi olmaya başlamıştır. Dünya gündemini yoğun olarak meşgul eden İran Nükleer Müzakerelerinin ana aktörlerinden biri olan P5+1 (Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi + Almanya) grubu ülkeleri ve İran arasındaki müzakereler ‘’Çevre Anlaşması’’ ile başka bir boyut kazanmıştır. Bu anlaşmaya göre, İran santrifüjlerini üçte iki oranında azaltacak, 15 yıl boyunca yeni nükleer tesis kurmayacak, uranyum stokunu azaltacak ve % 3,67’nin üzerine çıkarmayacak. Uluslararası Atom Enerjisi Kurulu (IAEA) gözlemcilerinin İran’ın tüm nükleer tesislerine erişim ve denetim yetkisi olacak. İran bu şartları ihlal ederse BM veya ABD anlaşmayı askıya alabilecek. Peki bunun karşılığında İran ne alacak? İran’ın belini büken ve ekonomik anlaşmalarının ve ekonomisinin yönünü değiştiren yaptırımların hafiflemesi, ön protokol niteliğindeki bu anlaşmanın en somut çıktılarından bir tanesi. Ancak uzun vadede ne olacak sorusu çok daha karmaşık?

Natenyahu retoriği Obama’nın bütün itirazlarına rağmen, işgal devleti İsrail seçimlerinden önce, Natenyahu’nun Amerikan Kongresi’nde yaptığı konuşma, belirli açılardan önem arzediyordu. Natenyahu’nun konuşmasını farklı açılardan veren yayın organlarını incelediğimizde destek aldıkları kurumların veyahut devletin bakış açısını yansıttığını görüyoruz. Bunlardan en neti FOX News. Amerika başkanlığına, Barack Obama’dan daha fazla yakışan Natenyahu’nun, o dönemde henüz bir sonuca varılmamış olan nükleer görüşmeler için, ‘’bad deal’’ şeklinde, şeytanlaştırıcı ifadelerini

çok net bir şekilde destekleyen uzmanlar konuşturan FOX News, Amerika ve Dünya kamuoyuna retoriğin ve algı şekillendirmenin Cumhuriyetçi şeklini gözler önüne serdi. Natenyahu’nun Ortadoğu’nun mevcut durumu için, anlamını alt metinde daha net bir şekilde bulabileceğimiz ifadelerine bakmak gerek. ‘’ Ortadoğu’da IŞİD (adı şu anda farklı kesimler tarafından farklı bir şekilde ifade ediliyor) ve İran İslam’ın tacı için çarpışıyorlar’’ ifadesi, anlamı yüzeysel biçimde düşünülmemesi gereken bir ifade. Natenyahu’nun bu ifadesi, hem ABD’nin, hem de işgal devleti İsrail’in sahada olan aktörleri kasıtlı bir şekilde –belki de güç konumları ile alakalı- seçip ön plana çıkarıyor. Ancak, Dünya kamuoyuna servis edilen bu karşılaşmanın altında ezilen aktörler, aslında Ortadoğu’ya etki eden büyük devletlerin görmek istemediği, aktörler. Bu ifade, İslam’ı 21. YY’da anlamaya çalışan bir birey için, İslam’ın geleceği ya IŞİD’in ya da İran’ın elinde demek. Tabii ki bütün bunların yanında Natenyahu’nun bu konuşmadan sonra İsrail’de bir seçime katılıp galip geldiğini de hatırlatalım.

Nükleer Çerçeve Anlaşmasının Bölgedeki Çatışmalara Etkisi Bölgede var olan çatışmalara ve taraflara baktığımızda, 1. Dünya savaşı ile kurgulanmış olan yapay devletlerin, tutmuş oldukları taraf bakımından, bölgeyi anlamaya çalışanlara adeta bir örümcek ağı sunduklarını görüyoruz. Mısır’da Sisi’nin askeri darbesinden önce ve sonra Mısır’da karşı karşıya olanlar, Yemen’de ki Husi darbesinde yan yana gelebiliyorlar. Bölgede var olan karışıklıklara, Şii jeopolitiğine etki edip yayılmacı görünüm çizen İran’ın tecrit edilmişliği, Şii eksenli politikalarına karşı olan ülkeler için masada önemli bir hamle niteliği taşıyordu. Ancak, IŞİD gibi terör saçan örgütlerin varlığı, Arap Haraketleri ile birlikte ortaya çıkan güç boşluğundan yararlanma isteği,11 Eylül sonrası, doğu ve batısında yer alan iki komşusunun da ABD işgaline maruz kalması ve yine ortaya çıkan güç boşluğu İran’ı dolaylı veyahut direkt olarak bölgede söz sahibi olabilmek için arenaya çekilmesine sebep oldu. Buradan, İran’ın edilgen bir şekilde,

bölgede var olduğu kastedilmemiş, ortaya çıkan dinamiklerin, İran yönetimi seçkinleri tarafından nasıl değerlendirildiği ortaya konmuştur. Uluslararası ilişkiler teorilerinde güvenlik ikilemi olarak bilinen olgu, İran’ın nükleer kapasitesini geliştirme konusunda karşımıza çıkıyor. Petrol ve doğalgaz ihraç eden bir ülke neden uranyum zenginleştirme kapasitesini arttırır sorusuna, niyetin muğlaklığı eklenip, niyetin bilinmezliği ve sonrasında olumsuz yargı (silah) seçilip İran’ın nükleer silah kapasitesine sahip olacağı yargısı tercih ediliyor. İşte burada diplomatik retorikler ve masada kimin kozu güçlü ise o kazanır şeklindeki acımasız diplomasi devreye giriyor. Uluslararası ilişkilerin dehşet dengesi kavramı, bugün nükleer silahların kullanılamazlığına işaret ediyor. Dehşet dengesi iki aktörün birbirlerini yıkımla tehdit edebilecekleri bir duruma işaret eder. Ve her iki tarafta da var olan eşitlik, ortaya mevcut potansiyelin kullanılmaması gerekliliğine işaret eden bir denge ortaya çıkarıyor. Bu açıdan bakıldığında, aslında nükleer anlaşma aslında nükleerin dışında bir anlamı olan, adeta hamle niteliği taşıyan diplomatik bir girişim. Bu açıdan bölgede mevcut, tecrübe edilen hamleler, ortaya 1. Dünya savaşında milli devletlerin ortaya çıkması ile kimlik sıkıntısı çekmeye başlayan halkların, Şii-Sunni ekseninde mobilize edilip, kontrollü çatışma halinin devamlılığına işaret ediyor. Saddam Hüseyin’in doğduğu kent olan Tikrit’in IŞİD’den temizlenmesi için Irak ordusu ve şii milisler tarafında –ki Kudüs Gücü komutanı Kasım Süleymani operasyon bölgesinde idi- yapılan operasyon ve Suudi Arabistan’ın öncülüğünde, İran destekli Husilerin darbe yaptığı Yemen’e yapılan operasyonlar, Tikrit’te Şii çıkışını, Yemen’de Sunni çıkışını temsil ediyor. Böyle bir dönemde, İran ve P5+1 ülkeleri arasında yapılan nükleer çerçeve anlaşması, bölgede akan kanın sorumlularından biri olan İran’ın bölgede yaptığı hamlelere hız kazandıracak ekonomik rahatlamasını sağlayacak. Artık, bölge analiz edilirken, bölge aktörlerinin uluslararası arenada boy göstermesini ve hamlelerini, bölgedeki çatışmalara ivme mi kazandırıyor yoksa durulmasına vesile mi oluyor çerçevesinden değerlendirmek zorundayız… Nisan’15 • 41


Atölye

Atölye

YÜZLERİMİZİ GÜLDÜREN, UMUTLARIMIZI YEŞERTEN İDLİB’İN FETHİ DOLAYISIYLA Tarık PARLAK

“Allah’ın yardımı ve fethi geldiği zaman, (ey Nebî) insanların fevc fevc Allah’ın dinine girdiklerini görürsün. Artık Rabbini hamd ile tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Şüphesiz O, tövbeleri çok kabul edendir.” (Nasr Suresi)

M

art 2011’den beri, Suriye Halkının Direnişine şahit oluyoruz. Suriye’de, yalnızlaştırılmaya çalışılan bir halkın direniş ahengine şahit oluyoruz. Allahuekber! Nasıl bir ahenk Ya Rabb! Asrın diş bileyen bütün kan emicileri, adeta Suriye’de ki tağutun muhitinde öbeklenmiş. Ve bütün küfür soyuna karşı diriliş ve direnişten zerre miskal dönmeyen bir halk!... Gözlediğimiz ve özlediğimiz bir direniş… Kâfiri, müşriği, münafığı ve her türlüsüne karşı Bilad-ı Şam’da sürdürülen bir direniş! Suriye Halkından güzel haberler duymayı bize nasip eden Allah’a hamd olsun… Mart Ayı’nın son günlerinde; Suriye’de ki muhalif zümrelerden Ahraru’ş-Şam, Cephetu’nNusra, Cundu’l-Aksa, Ceyşu’s-Sunne, Feyleku’ş-

42 • Nisan’15

Şam, Livau’l-Hak, Ecnadu’ş-Şam zümreleri İdlib’i fethetmek için Fetih Ordusu’nu kurdular. Ve 4 gün gibi kısa bir süre içinde İdlib’i fethettiler. Ne güzel bir fetihtir ki o; fetihten sonra ki günlerde, adeta Suriye Baası’nın yerli şebbihaları diyebileceğimiz tiplerin hüzün mesajlarına şahit olduk. Bir an olsun ararlarında ki ahengin bozulmasından ciğerimizden kan çekilircesine ürkek bir halde korktuğumuz Suriye Direnişinin, miski amber kokulu direniş zümreleri bize yekvücut olmanın misalini sundular. İdlib, Hatay’ın hudut komşusu… Fetihten sonra, Hatay’da ki Suriyeli muhacirlerin sevinç gösterileri… Öyle bir gün ki bu; uzun süredir beklediğimiz gün… Haberlerde her ne kadar “el-Kaide’nin Suriye kolu olan Nusret Cephesi İdlib’i aldı” mugalâtalarını duymuş olsak ta… Biliyoruz ki, Suriye Muhalefetinin farklı zümrelerinden tekevvün eden Fetih Ordusu’nun İdlib’i fethi; İrancı, Esedci, Ulusalcı, Solcu, Alevi, Kemalist, Atatürkçü muhitleri üzdü ise de İslam Ümmetinin uzun sü-

redir duymaya hasret kaldığı haberleri duymuş olduk biz İdlib’te… Geçtiğimiz aylarda Doğu Perinçek önderliğinde, içerisinde Abdüllatif Şener’inde bulunduğu bir ekip Beşar Esed’i ziyaret etmişti. Ziyaretlerinde Beşar Esed’e desteklerini sunmuşlardı. Doğu Perinçek geri dönüşünde ziyareti değerlendirirken, Beşar Esed’i “geleceğin iktidarı” olarak zikretmişti. Yine geçtiğimiz aylarda Hayri Kırbaşoğlu, katıldığı bir televizyon programında utanmadan, ahlaksızca Suriye Direnişine kin kusuyordu. Hayri Kırbaşoğlu, Müslümanların anti emperyalist olmadıklarından tutunda Suriye’de ki direniş zümrelerinden bazılarını terörist olarak zikretmeye kadar bir düzine laf etmişti. Biz bunları biliyoruz, bu tiplerin ciğerlerini biliriz; tarihte de çok misalleri var bunların. Zulümle, küfürle kolkola giripte onur duyan ne idüğü belirsiz siyasetçilerden tutun da tağutlara belamlık yapanlara kadar… Yukarıda andığımız ve bunların benzeri olan tıfıllar bayağı üzüldüler ama açıkça dillendirelim; rejim bayağı bir kayıp verdi, İdlib’te… Ve İdlib alındıktan sonra Fetih Ordusu erleri, İdlib’te ki sivilleri rejimin saldırı ihtimaline karşı şehrin güvenli yerlerine taşıdılar. İdlib’i; Suriye Direnişi fethettikten sonra, Beşar Esed rejimi İdlib’i gece gündüz bombalamaya başladı. Bu arada… İdlib’in fethi; Hataylı bir Türk olan, eski THKP-C Acilciler’in kurucularından, şu anda Mukaveme-i Suriye lideri Mihrac Ural’ın, ne kadar zoruna gittiyse eğer, Allah’a hakaret ihtiva eden tweetler bile attı. Özgür Suriye

Ordusu’ndan İslami Cephe’ye, Abdülhamid Han Tugayı’ndan Ahraru’ş-Şam’a kadar Suriye’de ki direniş zümrelerinin tavır ve tutumlarına nazar edince, Mihrac Ural’ın şu anda güzel günler geçirdiğini anlıyoruz… Ya Rabb! Suriye’den güzel haberleri en yakın zamanda ardı ardınca duymayı nasip et. Amin. “Allah, kendi yolunda sağlam bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sever.” (Saff Suresi/4) “Ey o bütün iman edenler! Size öyle bir ticaret göstereyim mi ki sizleri acıklı bir azaptan kurtarır. Allah ve Resul’üne iman edip mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda mücahede eylersizin, bu sizin için çok hayırlıdır, eğer bilirseniz. Günahlarınızı mağfiret buyurur ve sizi altından ırmaklar akar cennetlere ve Adn cennetlerinde hoş hoş meskenlere koyar. İşte büyük kurtuluş “fevzi azîm” odur. Diğer biri de ki onu seveceksiniz; Allah’tan yardım ve yakın bir fetih. Hem mü’minleri müjdele.” (Saff Suresi/10-13)

Nisan’15 • 43


Taziye

Taziye

Mehmet Selim Kiraz Ağabeyin Ardından

Mehmed’im, sevinin, başlar yüksekte! Ölsek de sevinin, eve dönsek de! Sanma bu tekerlek kalır tümsekte! Yarın elbet bizim, elbet bizimdir! Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir. N. Fazıl Kısakürek

Furkan GENÇOĞLU İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi

B

u topraklara ait bir insandı o. Bu millete ait hissediyordu kendini. Ve bu millete hizmet ederken hain kurşunların hedefi oldu. Anadolunun terbiyesini, İstanbul’da tahsil ettiği ilimle birleştirmiş güzel bir insan. Binlerce Anadolu çocuğu gibi aynı yurtların koridorlarında oturdu. Aynı pilava kaşık attı. Şehzadebaşında, Süleymaniyede sabah namazlarında, milyonlarca müslümanla birlikte aynı secdeye başını koydu. Son secdesini yapmıştı ihanetin namlusu başına dayanmadan. Her namazını son namazı gibi kılmıştır inşallah. Keşke hepimiz ölüme böyle hazırlıklı olabilsek diyorum hep. Tanımıyorum Mehmet Selim ağabeyi. Ama Eyüp Sultan’da arkasında saf tuttuğumuzda sanki öz abim gibi içimin yandığını hissettim. Yetimlerinin semaya açılan ufacık elleri gibi tertemiz bir miras bırakarak gitti. En nihai hedefimiz olan “arkasında hoş bir sada” bırakarak ayrıldı aramızdan. Şahitlik etti binler, milyonlar arkasından. Allah rızası için, hakkın adaleti için şahitlik ettiler. Şahidiz dediler biz şahidiz musallada yatan insan mazlumdur. Sıratı müstakim üzerinde ölmüştür. Çünkü biz şahidiz onu öldüren katiller, Allah’ın dinine savaş açmış kafirler topluluğuna mensuptular. Dört senedir binlerce bebeği öldüren, kadınlara tecavüz eden, köyleri yakan, milyonlarca insanı mülteci konumuna düşüren zalimlerin gemisindeydiler.

44 • Nisan’15

Katiller hiç bu topraklara ait hissetmediler kendilerini. Bu millete yüzlerce yıl kin biriktirdiler. Kinlerini örgütlediler ve o tetiği öyle başına dayadılar Mehmet Selim ağabeyin. O tetik aslında bu milletin geleneğinin, değerlerinin, birikiminin başına dayandı. Tıpkı evine ekmek parası götürmek isterken devrimci şiddetin kurbanı olan İbrahim Öksüz gibi. Sokak ortasında infaz edilen Burakcan kardeş gibi. Ölümü utandıran vahşilikle kafası taşla ezilen Yasin gibi öldürdüler Mehmet Selim Ağabeyi. Memleketin dört bir tarafı ateş altındayken içimizde sağladığımız barış ve uzlaşı ortamından rahatsız olan vampirler, aldıkları talimatları hiç tereddüt etmeden uyguladılar. Çünkü eğer bu memleketin öz evlatları, bu toprakların kadim mirasçıları barışırsa kendileri için hesap gününün geleceğinden korkuyorlar. O halkın gazetesi ayakları çeken cafcaflı medya imparatorlukları “terörist” dahi diyemediler devrimci kardeşlerine. Daha önce katlettikleri mazlumlara yönelen kurşunları da “devrimci şiddet” diye tevil etmemişlermiydi? Bu katillere ufacık bir meşruiyet alanı bırakırmıyız acaba düşüncesiyle özenle seçilen haber dili, savcının teslimiyetini gösteren, başına silah dayanmış fotoğrafların manşete çıkarılmasıyla, kof bir provakatörlüğe yerini bıraktı. Medya etiği iletişim fakültesi amfilerinde okutulan sıradan bir ders olarak kaldı. Çünkü onlar bu millete hizmet

eden, bu milletin yararı için çırpınan değil, yabancı lobilerden, vakıflardan fonlanan, enformasyon ajanı olarak konumlanan gazeteci kılıklı militanlardı. Etik, ahlak, değer gibi kaygılarının olması beklenemezdi. Çok acıdır ki bu ülkenin ana muhalefet partisinin lideri dahi bu eylemi lanetleyemedi. Terörist demeye dili varmadı belki cephe militanlarına. Nasıl bir aidiyet bağı kurdu militanlarla bilemiyoruz. Biliyoruz belki ama inşallah öyle değildir diyoruz. Ama milletvekillerini, yüzbinlerce masumu öldüren Beşşar Esadın yanına gönderen bir muhalefet liderinin, Beşşar ile aynı gemide olan, lazkiye dağlarında Müslümanlarla çatışan bu terör örgütünün militanlarını rahatça lanetyememesi, terör örgütü diyememesi, tenezzül edip cenaze namazına Eyüp Sultan Camiine gelmemesi, bu acı günde milletin huzurunu hedef alan çetelere karşı “birlikteyiz” mesajı vermemesi çok acı bir durumdur. Bu ülkenin içinde saldırıyı lanetleyemenler oldu belki fakat suni sınırları görmezden gelirsek gönül sınırlarımızın içinden bir çok taziye mesajı ulaştı bu topraklara. Ahraruş Şam, Mısır ihvanı ve bir çok kardeşlerden. Allah’ın bizi yeryüzünde kardeş ilan ettiği kardeşlerimizden, vahyin ışığında yürüyenlerden. Allah onlardan razı olsun, çünkü biz kendimizi bir “ümmet” olarak görüyoruz. Müslüman halklar olarak birlikte tek bir vucut olabileceğimize dair ümitlerimizi her geçen gün yeşertiyoruz. Bizim yüzlerimizi güldüren, umutlarımızı yeşerten gelişmeler ve

bağlılık, küfrün gemisinde sözde İslam bayrağını dalgalandığını iddaa edenlerin kalplerine korku veriyor. İşte bu yüzden ufak bir taziye mesajına bu kadar anlam yüklüyebiliyoruz. Ümit ediyorum bir gün hepimiz Mehmet Selim Kiraz’ız diyebileceğiz. Fakat Mehmet Selim Kiraz ölümsüzdür demeyeceğiz. Çünkü biz her canlı ölümü tadacaktır ayetine iman etmişiz. İyilerin ve kötülerin hesabının görüleceği hesap gününe iman etmişiz. Bu yüzden kalbimizde herhangi bir korku ve endişeye yer yok. Hak ile batılın iki farklı çizgi olduğunu biliyoruz. Hak ile batılın karışımının batıl olduğunu da biliyoruz. Başımızda bembayaz bir sarık var ve bu sarığa bir sineğin pislemesi bile bizim midemizi bulandırır. Allah bizleri hesap gününde Mehmet Selim Kiraz ağabeyin yanında saf tutanlardan eylesin. Mekanı cennet olsun. Nisan’15 • 45


Tarih

Tarih

DARÜLFÜNUN’UN KAPATILMASI ve İSTANBUL ÜNİVERSİTESİNE GEÇİŞ Muzaffer YARDIMCI

İstanbul Darülfünun’u yazısının kaldırılıp yerine İstanbul Üniversitesi yazısının asılması (1 Ağustos 1933)

B

ugünkü Türk Üniversitelerinin temelini oluşturan, Darülfünun, Darülfünun-u Şahane ismiyle 31 Ağustos 1900 tarihinde Edebiyat ve Hikmet (Felsefe) Şubesi, Ulum-ı Riyaziye (Matematik) ve Tabiye (Fen İlimleri) şubesi ve Ulum-ı Aliye-i Diniye (İlahiyat) fakültelerinden oluşarak kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti kuruluncaya kadar da Darülfünun bu hüviyetiyle eğitim ve öğretim faaliyetlerini sürdürmüştür. Lozan Barış Antlaşmasından hemen sonra İngilizlerin boşalttığı Harbiye Nezareti binası (bugünkü İstanbul Üniversitesi Merkez binası), Darülfünuna tahsis edilmiştir. 1923’te Ankara’da toplanan Birinci İlmi heyette (Bilim Kurulu) Darülfünun ve yüksek okullar ele alınmıştır. 3 Mart 1924 tarihinde yürürlüğe giren “Tevhidi Tedrisat” kanunuyla lağv edilen medreselerin yerine yeniden ilahiyat fakültesi kurulmuş ve 1 Nisan 1924’te Türkiye Büyük Millet Meclisi, Darülfünuna hükmi şahsiyet tanıyarak, katma bir bütçe ile idare edilmesine karar verilmiştir. Böylece Darülfünun ilmi, idari ve mali ba-

46 • Nisan’15

kımından özerk bir statü kazanmıştır. Bu kanuna dayanılarak bakanlar kurulunun 21 Nisan 1924 tarihinde kabul ettiği şekil ve esaslar, Darülfünun lağv edilip İstanbul Üniversitesi’nin kurulduğu 1933 üniversite reformuna kadar yürürlükte kalmıştır.

DARÜLFUNUN’DA YÖNETİM ŞEKLİ Darülfünun ’un “reisi” Maarif Vekilidir. Maarif Vekili Darülfünunu Emin (Rektör) vasıtasıyla idare ederdi. Emin, Darulfünun’da görevli müderris ve muallimler tarafından üç seneliğine seçilir ve seçim esnasında en çok oy alan iki aday Vekâlet’e bildirilirdi. Vekâlet de bunlardan birini tercih ederek Cumhurbaşkanı’nın onayına sunar ve Darülfünun Emin’inin tayini gerçekleşirdi. Darülfünun’ da en yüksek karar organı Darülfünun Divanıdır. Darülfünun divanı beş Fakülte Reisi ve müderrisler tarafından seçilmiş 10 üye olmak üzere toplam 16 kişiden meydana gelir. Bilimsel ve idari kararlar bu divan tarafından alınırdı.

Fakültelerin başına; müderrisler tarafından en çok oy alan iki kişi Divanda teke indirilir ve Maarif Vekâlet’ine bildirilir, Vekalet’in tercih ettiği şahıs Cumhurbaşkanının onayıyla Reis tayin edilirdi. Darülfünun’un öğretim kadrosu, müderris, muallim ve müderris muavinlerinden meydana gelirdi. Asistanlarda yardımcı öğretim elemanı olarak görev yaparlardı. Müderrisler, bilimsel olarak yeterli olan, önemli eserler meydana getiren ve en az 10 yıl başarılı bir şekilde hizmette bulunanlardan, Fakülte Reisinin teklifi, mensup olduğu şubenin, fakülte meclisinin ve Divan’ın uygun görmeleri, Maarif Vekaleti’nin tasvip ve Cumhur reisinin tasdiki ile tayin edilirdi. Muallimler; fakülte meclisinin tespit ettiği adaydan, Divanın tasvip, Maarif Vekaletinin kabulü ve Cumhur reisinin tasdikiyle atanırdı. Müderris muavinleri; Fakülte Meclisi’nce tespit edilen beş kişilik heyet tarafından imtihan edilir, başarılı olanlara batı dillerinden tercüme yaptırılarak heyetin ittifak ve ekseriyetine göre karar verilirdi. 1929 yılından itibaren, İstanbul Darülfünun’dan beklenilen verimin alınamadığı yolundaki eleştiriler yoğunlaşmaya başlamıştır. Bu eleştiriler; Darülfünunun hocalarının bilimsel olarak görevlerini yapmaması, yaşlı öğretim üyelerinin gençler için bir tıkaç olması, Darülfünun dışındaki bazı bilim adamlarına Darülfünun da ders verilmemesi, o dönem düzenlenen En Güzel Bacaklı Kadın Yarışması’na kaşı çıkan (Fuat Köprülü gibi) öğretim üyeleri dolayısıyla Darülfünun‘un gerici bir kurum gibi görünmesi, İlahiyat Fakültesi’nin, kapatılması gerektiği, Darülfünun‘un, devletçiliğe karşı ve “Liberalizm ve hukuk-ı esasiye softalığı” nedeniyle “mürteci” bir kurum olduğu, Darülfünun’un inkılaplar karşısında vazifelerini yapmadığı iddiaları olmuştur. Ayrıca , Latin harflerinin kabulü ve ileri sürülen dil ve tarih tezleri konusunda Darülfünun’un eleştirel yaklaşımlar göstermesi üzerine, kamuoyunda Darülfünun’un Cumhuriyet inkılaplarına yeterince sahip çıkıp desteklemediği tezi açık açık ifade edilmeye başlamıştır.

Darülfünuna yönetilen bu eleştiriler karşısında, Darülfünun öğretim üyelerinin tavrı genel olarak, Maarifin bütün olarak ele alınması gerektiği ve daha iyi bir başarı için Darülfünun’un bütün ihtiyaçlarının karşılanması istikametindedir. Darülfünun öğretim üyeleri, Darülfünun’a verilen imkanlar doğrultusunda Darülfünun’un başarılı olduğunu savunmaktayken, kurumda, Darülfünun’un daha iyi bir yapıya kavuşturulması için yapılacak yeniliklere karşı çıkan herhangi bir kimse de bulunmamaktadır. Tüm bunlardan sonra Darülfünun’da yeni bir düzenlemenin gerekli olduğu kararına varan Atatürk ve dönemin hükümeti, bunun nasıl yapılacağını belirlemek için yabancı bir uzmandan yararlanılmasının daha uygun olacağını düşünmüş, bu amaçla, Cenevre Üniversitesi Pedagoji Profesörü Albert Malche Türkiye’ye davet edilerek, kendisinden Darülfünun’la ilgili bir rapor hazırlaması istenmiştir. Albert Malche hazırladığı bu raporu 1 Haziran 1932’de Türk Hükümeti’ne sunmuştur. Malche’ın, Darülfünun’a yönelik eleştirilerinin başlıcaları şunlardır: - Darülfünun, kendisine tanınan bilimsel özerklik ve tüzel kişilik hakkındaki yasalara pek bağlı ve taraftar görünmemektedir. - Öğretim üyeleri bilimsel sayılabilecek nitelikte ciddi hiçbir araştırma yapmamaktadır. Seminer, laboratuar ve uygulama çalışmaları yetersizdir. Tıp öğretiminde klinik uygulamalara az yer verilmektedir. Öğretim üyeleri basit çevirileri bile tez olarak kabul edebilmektedir. Darülfünun’un fakülteleri arasında bilimsel işbirliği bulunmamaktadır. Fakültelerin bir kısmı kendini yalnızca öğretimden sorumlu tutmaktadır. Batı dillerine yeterince önem verilmemekte, öğrenciler yabancı dil bilmemektedirler. -Öğretim yöntemleri Ortaçağ’dan kalmadır. Darülfünun’da çok sayıda ve geniş derslikler bulunmasına rağmen, bunlar yeterince kullanılmamaktadır. Laboratuvar, seminer, klinik ve enstitülere ayrılan yerlerin bir kısmı eski ve ilkel kalmaktadır. - Eminin görevleri ağır ve çeşitlidir. Darülfünun’un izlediği pedagojik programın Nisan’15 • 47


Tarih üzerinde, yürütmeyi etkileyecek, bilinçli bir doğrultuda çalışma yoktur. Bazen kamuoyuna, bir profesör veya bir profesör grubu kendi fikirlerini kabul ettirmektedir. Öğretim üyesi kadrosu çok kalabalıktır. Profesörlerin birçoğu pek önemsiz bir maaş almakta ve Darülfünun üzerinde gerçek bir etki oluşturamayacakları kesin bulunmaktadır. Öğretim üyeleri dışarıdaki işlerini birinci, esas görevlerini ikinci planda tutmaktadırlar. Aralarındaki gruplaşma nedeniyle akademik yönetim grupların elinde bulunmaktadır. Öğretim üyeleri arasında fikir ve ideal birliği yoktur. - Profesörlerin seçilme şekilleri çok önemli bir meseledir. Hiçbir konu Darülfünun’un geleceği için bu kadar önemli değildir. Halen uygulanmakta olan sisteme göre hocayı, alâkadar diğer hocalar bulmaktadırlar... Alâkadarlar fena hakimlerdir. Onların görüşleri alınmalı, fakat karar başka makamlarca verilmelidir. -Darülfünun’da geleceğin profesörleri şimdiki yapıyla yetiştirilememektedir. Bunun için yurtdışına staj yapmaya gönderilmeleri gerekmektedir. - Türkçe kitaplar çok azdır. Darülfünun genel kütüphanesinin saat 16.00’da kapanması ve dışarıya kitap verilmemesi, öğrencilerin kişisel çalışmalarını engellemektedir. Kütüphaneler çıkan önemli dergileri hemen hiç almamaktadırlar. Kütüphaneler yeterli kitaba sahip değildir. Malche’nin raporu, İstanbul Darülfünununun kapatılmasına dair herhangi bir görüş ortaya koymadığı halde, getirdiği eleştiriler ve yeniden yapılanmayı öneren görüşleriyle, bu kurumun tarihe gömülmesine yeterli dayanak olmuştur Darülfünun sorunuyla yakından ilgilenen Hükümet, Sıhhiye Vekili Refik (Saydam) Bey’in başkanlığında, Maarif Vekili Esat (Sagay) ve Adliye Vekili Yusuf Kemal (Tehgirşek)’ten kurulu bir komisyona Malche’nin raporunu inceletir. Bu rapor göz önüne alınarak Hükümet tarafından hazırlanan kanun tasarısı, Meclisten süratle geçirilir. 31.5.1933 tarih ve 2252 sayılı bu kanun ile İstanbul Darülfünunu 31 Temmuz 1933 tarihinden itibaren ilga edilerek, yerine “İstanbul Üniversitesi” adlı yeni bir üniversite kurulması için Maarif Vekâleti görevlendirilmiştir. Bunun üzerine Maarif Vekâleti’nde Malche’ın başkanlığında 48 • Nisan’15

Tarih bir “Islahat Komitesi” oluşturulmuş, bu komitenin verdiği raporlar doğrultusunda, Üniversite yeniden kurulmuş ve hocalarının çok büyük bir kısmı kadro dışı bırakılmıştır. Bu şekilde İstanbul Üniversitesi, 18 Kasım 1933’te törenle açılmıştır Yapılan yenilikle üniversitede özerklik kaldırılmış, Eğitim bakanlığına bağlı olarak çalışmaya başlamıştır. Darülfünun hocalarından 155 kişiden yalnız 59’u üniversiteye alınmıştır. Kadro dışı kalanlardan, 30’u Tıp Fakültesi, 17’si Fen fakültesi, 5’i İlahiyat Fakültesi, 15’i Hukuk Fakültesi, 13’ü Edebiyat Fakültesi, 7’si Eczacılık Fakültesi, 5 Dişçilik Fakültesi olmak üzere 96 kişi kadro dışı bırakılmıştır. Darülfünun kapatılınca iki yüksek öğretim kurumu oluşturulmuştur. Bunlardan birisi Ankara’da Yüksek Ziraat Enstitüsü (YZE), diğeri İstanbul’da “İstanbul Üniversitesi ”dir. Bu iki kurumda ilki bilimsel ve yönetsel özelliğe, diğeri sadece bilimsel özelliğe sahip olarak kurulmuşlardır. İkisinin de örgütlenmeleri fakülteler şeklinde olmuş ve yöneticilerine “rektör” denmiştir. İstanbul Üniversitesi yapılan bu değişikliklerle Maarif Vekaletine bağlanmıştır. Üniversite’de Yerinden yönetim terk edilerek, merkezi yönetim ilkesi getirilmiştir. Rektörün tayini, doğrudan Maarif Vekaleti’nin teklifiyle, ortak kararname ve Reisicumhur’un onayıyla gerçekleşecekti. Üniversite Heyeti (yönetim kurulu) Rektörün başkanlığında, dekanlar ve katipten oluşuyordu. Kararlar çoğunluğa göre verilir ve çekimser oy kullanılmazdı. Muhalif oy sahiplerinin de bunun sebebini kararın altına yazmaları gerekirdi. Üniversite heyetinin bütün üyeleri de Maarif Vekaleti’nce doğrudan tayin edilmekteydi. Fakülte idaresinde Dekan rektör tarafından ilgili fakültenin ordinaryüs profesörleri arasından seçilir ve bu seçimin Maarif Vekaleti’nce onaylanmasıyla atanırdı. Her fakültede Dekan’a bağlı olarak İdari, Mali, Tedrisat programları ve Neşriyat ile Talebe İşleri İstişare komiteleri vardı. Her komite, iki ordinaryüs ve bir profesörden oluşurdu. İstişare komiteler Dekan’ın yardımcısı olarak görev yapardı.

Öğretim üyelerinin atanmasında, fakülte meclisleri aday gösterir. Üniversite heyeti ve rektör görüş bildirir. Maarif Vekaleti de uygun gördüğü birini tayin ederdi. Hocaların azlinde de asıl yetki, Maarif Vekaleti’ne aitti. Yüksek Ziraat Enstitüsünde ise rektör ve dekanlar öğretim üyelerince seçilmektedir. YZE’ deki seçimler de, her fakülteden 3 asistan temsilcisi oy kullanmaktadır. Tüm sağlanan bu gelişmelere karşın 1933 reformunu üniversitelerde bekleneni verememiştir. 1933-52 arasında Türkiye’de kalan ve ayrılırken bir rapor veren Ord. Prof. Dr. Philppe Schawartz 1933 reformunun bekleneni verememesini şöyle sıralamıştır. a) Birçok Türk aydınında ki yetersizlik duygusu ve bunun sonucu olarak böbürlenmek gerçekten çalışkan ve başarılı olanları çekememek b) Yine bu aydınlarda ki yetersizlik duygusu ve bunun sonucu olarak da bizzat bilimsel çalışmaya değil, mevki ve makamlara özel işlere önem vermeleri. Eğitimci ve yazar Cevat Dursunoğlu da Cumhuriyetten sonra kayırma yoluyla birçok gencin batıya öğrenim için gönderildiğini, bunların çoğunun başarılı olamadıkları halde dönüşte üniversiteye alındığını söylemiştir.

Osmanlı Devletinde, yüksek öğrenim için açılan Darülfünun’lar çeşitli olaylardan dolayı zaman içerisinde kapanıp tekrar açılmıştır. 1869 da açılan Darülfünun müdürü Tahsin efendi bu Darülfünun’un kapanması üzerine aşağıdaki beyti yazarak o günün havasını belirtmiştir; Cehalet Mültezem, kesb-i kemaldir cünhamız bildim, İlahi, Cürm-i tahsil-i ilmden tövbeler olsun! (Tek suçumuz kemal göstermekmiş, almadım ki; bize cehalet lazım, Mevla’m, bilim öğrenmekse günahım tövbeler olsun ) Bütün aksaklıklara rağmen Darülfünun isim ve mekan değiştirerek Cumhuriyet Dönemine kadar faaliyetlerini sürdürmüşse de Kurumları gelenekler yaşatır deyişinden ne Osmanlı döneminde ne Cumhuriyet döneminde ne de günümüzde üniversite geleneği oluşturulamamıştır. Yükseköğrenimde Şu an bile hala birçok değişikliğe ihtiyaç duyulmaktadır.

Nisan’15 • 49


Gezi

Gezi

İran Gezi Notları-2 Furkan GENÇOĞLU Twitter/hayatafurkanca İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi

K

Tahran- Kum

ompartmanda tanıştığımız muhafazakar olduğunu anladığımız azeri aile ile muhabbete başladık. Türkiye’den geldiğimizi ve dolayısıyla potansiyel sünni olduğumuzu anlayınca olay ister istemez onların deyimi ile “Türkiye’nin teröristleri beslemesine” geldi. Her ne kadar biz kabul etmesekte İran’da devlet eliyle yapılan medya operasyonlarıyla halk çok kuvvetli biçimde Türkiye’nin teröristleri beslediğine inandırılmış. Zaten farklı bir enformasyonunda halka ulaşması mümkün değil. Dücane; “Türkiye Işid’i beslemiyor, besliyorsa Özgür Suriye Ordusunu besliyordur.” dedi. Amcanın cevabı; “Oda Işid’in küçük kardeşi ne farkeder?” Olay zaten bu noktada çözülüyor bütün tartışmalarda. Meselenin IŞİD olmadığını, mezhepçi bir korku ve yaklaşımın beyinlere hakim olduğunu kavrıyoruz. Ailenin büyük oğlunun IŞİD lideri Ebubekir El Bağdadi’yi kastederek “İsmi Ebubekir zaten bu isimli birinden ne hayır

50 • Nisan’15

gelir.” ifadesi sinirlerimi geriyor ve namaz molası veren trenden iniyorum. Hoş bir istasyon mescidinde kılınan namazdan sonra molla kıyafetli bir genç ile selamlaşıyoruz. Bizi çay içmeye davet ediyor ve trenin restoranında epey uzun sürecek bir tartışmanın içinde kendimizi buluyoruz. İsminin Muhammed olduğunu öğrendiğimiz abimiz oldukça güleryüzlü ve yardımsever. Endüstri Mühendisliği okurken yaşamı sorgulamaya başlamış ve okulu bırakarak Kum medreselerinde kendisini İslami eğitime adamış. Altı yıllık bir eğitimin ardından kendilerine bir ihtisas alanı seçebildiklerini söylüyor. Kendisi “İslam Ekonomisi” alanında uzmanlaşmak istediğini ifade ediyor. Çünkü İran ekonomik anlamda çok sıkıntıları olan bir ülkeymiş. Bütün ticaretini dolar kuru üzerinden yapan İran’da İslami anlamda bankacılık sistemi halen geliştirilememiş. Muhammed abi bir a ze r i

(Azadi Anıtı)

Türkü ve çok güzel Türkçe konuşabiliyor. Dili neredeyse İstanbul Türkçesine yakın. Ona uzunca Türkiye’nin geçirdiği dönüşüm sürecini anlatıyorum. Kemalist vesayet, ordunun ehlileştirilmesi, yargıdaki militanlaşmanın çözülmesi. Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’de tedrici bir süreç içerisinde yaptığı reformları konuşuyoruz. Konu haliyle günümüze yani paralel yapı ile mücadeleye geliyor. Paralel yapının Recep Tayyip Erdoğan ve ekibini İran ajanı olarak suçladığını söylediğimde Muhammed abi kısa bir şok yaşadı. Gülerek bunun mümkün olmadığını Recep Tayyip Erdoğan’ın ortadoğu’ya dönük politikalarını çok sıkıntılı bulduklarını ve bir çok noktada çatışmalar yaşadıklarını söyledi. Oldukça aydın bir kişilik olan Muhammed abi bizlere mezhepçi bir perspektifle yaklaşmadı. Birbirimizi olgunlukla dinledik ve meselelere dair çözümlerimizi olgunlukla karşıladık. Fakat kompartmana döndüğümüzde medrese öğrencilerinin bizimle konuşmak istediğini söyledi ve bir medrese öğrencisi azerice “bunları şia yaptın mı” deyince ben kendimi tutamayıp güldüm. Binbir türlü soruyla muhatap olduk o daracık kompartmanda. Çocuklarımıza hangi isimleri verdiğimizden Hz. Ali’ye yaklaşımımıza, Suriye meselesindeki duruşumuzdan Küresel Cihad’a kadar bir çok konuyu birlikte tartıştık. Tevhid, adalet, vahdet, islam birliği, azabın gerekçeleri, dinde fırkalaşma, akletmek konularında görüşlerimizi paylaştık. Medrese öğrencilerinden biri benim çok iyi bir molla olabileceğimi söyledi. İçimden “Allah korusun” dedim. Diğerinin eleştirisi ise epey garip ve bir o kadar çarpıcıydı. “Çok güzel konuşuyorsun fakat neden şii değilsin?” sorusu karşısında derin bir sessizliğe büründüm. İşte o an “Tevhid olmadan Vahdet olmaz” düşüncesi bir kez daha beynimde yankılandı. Allah’ın vaadini bir kez daha hatırladım. 103. Hep birlikte Allah’ın ipine (İslam’a/ Kur’an’a) sımsıkı tutunun (hayatınızı ona göre düzenleyin) ve (İslam’la çelişen davranışlarınızla gruplara ayrılarak) birbirinizden kopmayın! Allah’ın üzerinizdeki (İslâm) nimetini düşünün ki, cahiliyet devrinde birbirinize düşmanlar iken o,

sizin kalpleriniz arasında ülfet (yakınlık) meydana getirdi de onun nimeti sayesinde din kardeşleri oldunuz. Hem siz ateşten bir çukurun tam kenarında bulunuyordunuz da oraya düşmekten sizi (İslam ile) O kurtardı. İşte Allah size âyetlerini böylece açıklıyor ki, doğru yola eresiniz. 104. İçinizden (herkesi), iyi ve yararlı olana davet eden, eğri ve yanlıştan alıkoyan bir topluluk bulunsun. Nihai kurtuluşa erişecek kimseler, işte bunlardır. 105. (Ey inananlar!) Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın! İşte bunlar için büyük bir azap vardır. /Ali İmran Suresi Sabahın ilk ışıkları İran’ın kurak topraklarının üstüne vurmaya başlamıştı. Trende ufak tefek hareketlenmeler başlamış, restoranda ilk çaylar yudumlanmaya başlamıştı. Tren sabah sekiz gibi Tahran İstasyonuna yaklaştı. Tahran İstasyonundan kalacağımız otelin bulunduğu Hasan Abad meydanına gidecektik. Molla Muhammed abi hemen bir taksici buldu ve bizlerle kucaklaştı. Taksiyle önce Hasan Abad meydanındaki Golestan otelimize gittik. Kahvaltımızı yaptıktan sonra Tahran denilince akla gelen ilk yapı olan Azadi Meydanına doğru yola koyulduk. Tahranda güzel bir metro ağı var ve hemen hemen gidilebilecek her yere metro ile gidilebiliyor. Yabancı bir şehirde metro,tramvay vb. Toplu taşıma araçlarını kullanırken, o şehir hakkında önemli ipuçları elde edebiliyorsunuz. İran’ın başkenti olan bu büyük Tahran şehrinin Tebriz’e göre daha seküler insanlardan teşekkül ettiğini ilk gözlemlerimde farkettim. Hanımların büyük çoğunluğu “zorla örtündüklerinin” göstergesi olarak kabul ettiğim yarı açık şekilde başlarını örtmüşler ve genellikle dar kıyafetler giymeyi tercih ediyorlardı. İran’da neden başörtüsünün zorunlu olduğunu daha iyi kavrayabiliyorsunuz. Çünkü eğer serbest olursa İran’ın dünyadaki İslami Rejim imajı yerle bir olacak. Kadınların büyük kısmı açılıp saçılacak. Muhtemelen mollaları korkutanda buydu. O yüzden kendilerince ufak tefek tavizler vererek günü kurtarmaya çalışıyorlardı. Velhasılı Azadi meydaNisan’15 • 51


Gezi

Gezi

nına bir şekilde ulaştık. Büyük bir meydan ve ortasında kocaman bir yapı var. Yapı Azadi Kulesi olarak isimlendiriliyor. Eski İran mimarisinin özelliklerini taşıyan bu yapı devrim öncesinin son şahı Muhammed Rıza Pehlevi tarafından yaptırılmış. Meydanda biraz vakit geçirdikten sonra bize Tahran’da yoldaşlık edecek dostumuz Farima ile buluştuk. Farima ile birlikte önce İmamzade Salih Türbesine gittik. İmamzade Salih İmam Rıza’nın kardeşiymiş. Türbeye gittiğimiz gün sıradan bir gün olmasına rağmen çok kalabalıktı. Çok ihtişamlı bir yapı olan Türbe çok güzel çinilerle bezenmişti ve oldukça etkileyiciydi. Türbenin içine girişim ile çıkışım neredeyse iki dakika sürmedi. Ortam adeta şirkten yıkılıyordu ve ben “yok artık” dedim. Çocuğunun kafasını türbe duvarına sürten mi dersiniz, türbeye secde eden mi dersiniz, ağlayıp sızlananlar mı dersiniz, yüzünü türbeye dönüp acayip acayip hareketler yapan mı dersiniz... Türbe bir kabir olmaktan çıkmış bir tapınma merkezine dönüşmüş. İran’da şirk katsayısı bizden yüksek çıkmıştı. Arkadaşlara burada ruhumun sıkıldığını biran önce buradan ayrılmamız gerektiğini söyledim. Onlarda büyük bir hayal kırıklığını uğramışlardı. İran din anlamında büyük bir hayal kırıklığıydı ve her geçen saat bu hayal kırıklığımız artıyordu. Artık aynı dine inanıp inanmadığımız noktasında kafamda derin şüpheler oluşmaya başlamıştı. (İmamzade Salih Türbesi)

52 • Nisan’15

Taksiye atlayıp sadabad milli parkına doğru yola koyulduk. Tahran trafiği Tebriz trafiğinden daha felaket. Herhangi bir kural, kaide vb. Yok. Varsa da pek kimse uygulamıyor. Karşıdan karşıya geçmek sabır ve dayanışma istiyor. Her tarafta her an her yerden çıkabilecek motosikletliler var. Bazen gerçekten ağlayasım geldi fakat insanlar bu kuralsızlığı o kadar kanıksamış ki sakin sakin yaşamlarını sürdürebiliyorlar. Sadabad Milli Parkı Kaçarlar ve Pehlevi hanedanlığı tarafından yaptırılmış ve Tahran’ın kuzeyinde yer alıyor. Üç bin dönüm üzerine kurulu parkın içinde onlarca saray bulunuyor. İçinde ırmakların aktığı her tarafın yemyeşil olduğu bu park Tahran’ın içinde kurgulanmış bir habitat resmen. Şah ve ailesinin ne kadar şatafata düşkün olduğunu bize anlatıyor park. Bizde “ecdad yapmış aga” sözdiziminin İran’daki versiyonu ile karşı karşıyayız. İranlı bir genç buraya geldiğinde eminim “ecdad yapmış aga” demiştir. Devrimden sonra parka sahip çıkılmış ve saraylar müzelere çevrilmiş. Çok güzel minyatür eserlerinin sergilendiği müzeleri gezdik. Park adeta bir kültür sanat gettosu haline gelmiş. Bu güzel park gezimizden sonra Tahran’ın kuzeyinde sırtını elbruz dağlarına vermiş eğlence ve piknik yeri olan Derbentte soluğu alıyoruz. Kebapçılar, galyancılar, aktarlarla dolu bu ferah mekanda sedirlerle döşenmiş tahtlarda yemeğimizi yemeye koyuluyoruz. (Daha önce belirttim mi bilmiyorum fakat İran’da yemek kültürü çok gelişmiş diyemesekte porsiyonlar oldukça büyük. Çello Kebab ve Abguş sipariş ediyoruz. Çello kebab bizim Adana kebabın tatsız tutsuz versiyonu. Abguşta kuzu etinden yapılan sulu bir patatesle harmanlanmış yemek.) Sokaklarda bitmeyen mazot kokusundan ve trafik keşmekeşinden uzaklaşmak isteyenler için ideal bir mekan Derbent. Derbentte Tahran’ın seküler ve zengin ruhunu bir kez daha gözlemleme fırsatı buldum. Ağır makyajlı genç bayanlar ve dar giyimli genç erkeklerin boy gösterdiği bir yer burasıda. Derbent’te biraz keyif yaptıktan sonra gece buluşmak sözüyle dinlenmek üzere otelimize geçtik. Gece ise adresimiz Tahran’ın en

yeni ve güzel parkı olan Abu Ataş yani Ateş ve Su parkı oldu. İçinde çiçek bahçeleri, seyir kuleleri, köprüler, restoranlar, bilim merkezleri, kayak pistlerinin bulunduğu park geceleri müthiş kalabalık oluyormuş. Biz gittiğimizde de müthiş bir kalabalık vardı. Ateş gösterileri altında paten kayan Tahran’lı genç kızlar ve tenis oynayan genç çiftleri görünce İran’da rejimin çizdiği sınırların epeyce zorlandığını düşündüm. Şunu belirtmeden geçmemek lazım. İran’da kadınlar hayatın her safhasında oldukça etkinler. Gerek resmi devlet daireleri olsun, gerek sosyal-ekonomik hayatta olsun, gerek kültür-spor faaliyetlerinde olsun İran’lı kadınlar her alanda görev alıyorlar. Herhalde trafikte araç kullanma oranı bakımından Dünyada epey öndedir İran’lı kadınlar. Bu güzel parkı Tahran halkına armağan idarecileri gerçekten kutlamak lazım. Ben Türkiye’de bu kadar işlevsel kullanılan bir parkın olduğunu bilmiyorum. Her açıdan bir sosyal yaşam alanı haline getirmeyi başarmışlar. Burada keyifli vakit geçirdikten sonra geceyi geçirmek üzere otelimize döndük. Güneşli bir Tahran sabahına Hasan Abad meydanındaki otelimizde uyandık. Otelde başörtüleriyle dolaşan alman, fransız, ingiliz yaşlı teyzeleri gördükçe bir yandan gülüyor, bir yandan rejimin bu aptalca yasağı turistlere dahi uygulamasının gülünçlüğü karşısında şaşırıyordum. Otelden ayrıldık ve İmam Humeyninin türbesini ziyaret etmek üzere metro ile yola koyulduk. İmam Humeyni türbesi, Tahran’ın güneyinde kentin banliyösü sayılabilecek bir yerde inşa edilmiş. Şia coğrafyasındaki büyük türbe mimari stilini yansıtan türbe, kare şeklindeki avlusu, altın sarısı kubbe ve minareleri, kabir kompleksinin dışında yine kare bir avlunun çevresinde sıralanan konaklama, sosyal tesisler ile adeta bir haremi andırıyor. Humeyni bu devasa yapının içerisinde camekanlı bir bölmede oğlu Ahmet Humeyni ile beraber yatıyor. Haremin her tarafı İran’daki her yer gibi İran bayraklarıyla ve Molla resimleriyle süslenmiş. Türbenin içinde dahi İran bayrakları ve Molla resimleri var. İmamzade Salih Türbesi

(Sadabad Parkı)

yoğunluğu yoktu burada. Fakat Türbeye girerken bizi kontrol eden askerlerin ısrarla şii mi sünni mi olduğumuzu sorması biraz havayı gerginleştirdi. Ben “I’am just Muslim. Okey?” (Ben sadece Müslümanım. Tamam mı?) diye tepki gösterince bizimle daha fazla uğraşmayıp içeri buyur ettiler. Haremi gezerken çok fazla yoruldum gerçekten. Çünkü gerçekten çok büyük yapmışlar etrafında bir tur atmaya kalkmayın sakın. Ya da gücünüz varsa ve kendinize güveniyorsanız atın. Harem ziyaretimizin ardından Tahran şehir merkezine tekrar döndük ve yoldaşımız Farima ile buluştuk. Farima bizim için özel bir yerde yemek rezervasyonu yaptırmış. Çok güzel bir müzenin bahçesinde bulunan bu restoranda İran’ın geleneksel yemekleri servis ediliyor. Müzenin bulunduğu mahalleye girer girmez “kesin burası gayrımüslim mahallesi” dedim. Ve içimden geçen doğru çıktı. Tahran’da bir ermeni mahallesindeymişiz. Çünkü gerçekten çok temiz ve sessizdi mahalle. Ortadoğu coğrafyasının diğer bölgelerinde de Hristiyan mahallelerini temiz olduğunu hep duyuyorduk, Tahran’da böylece görmüş olduk. Nisan’15 • 53


Gezi

Medya

Basından Yansıyanlar

İran yemekleri bence Türkiye halklarının or-

bir alışveriş merkezinde yoğun olarak Türk mar-

tak birikimi olan Anadolu yemekleri ile kıyas

kalarının çoğunlukta olduğunu fark ettiğimde sa-

edilemeyecek düzeyde sayıca az. Geleneksel

hibinin Türk olup olmadığını sordum. İzmirli bir

yemeklerin çoğunluğu da zaten İran’da yaşayan

müteşebbis açmış bu merkezi. Gecenin onbirin-

Azeri Türklerine ait. Mezeler noktasında fena sa-

de yemek katı dahil bütün katları tıklım tıklım do-

yılmaz. Patlıcanı iyi işlediklerini söyleyebilirim.

luydu. Halk özellikle yemek katında Türk yemek-

Fakat ana yemekleri oldukça az. Fast Food kül-

lerine muazzam ilgi gösteriyordu. Bizde gezimizin

türü de öyle tahmin ediyorum ki ambargodan

sonunda dönüş yolunda uğradığımız bu merkez-

dolayı gelişmemiş. Yani KFC, Burger King, Sbarro

de İran’da geçirdiğimiz on günün acısını çıkar-

gibi büyük markalar yok. Onların yerine açılan al-

tırcasına coğrafyamıza ait yemeklere saldırdık.

ternatif mekanlarda ise fast food ürünleri kaliteli

Her neyse Tahran seyahatimizi artık sonlandırma

bir biçimde sunulamıyor. Ne hamburgeri ham-

kararı aldık ve metro ile otogar’a geçip İsfahan’a

burger. Ne pizzası pizza. İran’da yatırım düşünen

giden VIP otobüslerden biletimizi kestirdik. Tak-

Türkiye’li işadamları varsa kesinlikle yemek sek-

ribi 6 saat süren bu yolculuğun bedeli 12 bin Tü-

törünü tavsiye ederim. Zaten Tebriz’de gittiğimiz

men yani 8.5 lira.

(Geleneksel İran Restoranı) 54 • Nisan’15

(İmam Humeyni Türbesi)

Hılfu’l-Fudûl ve Zulme Karşı Birlikte Mücadele

Abdullah Yıldız Yeni Akit - 31 Mart 2015 arihi Mekke’nin ilk dönemlerine uzanan ve Efendimizin bizzat katıldığı bu kadîm İsmailî geleneğin, çağımıza taşınması, Müslümanlar olarak omuzlarımıza yüklenen kutlu bir görevdir. Ancak, bu görevin elbirliği ile yapılması gerektiği açıktır. Bu konuda da Efendimizin Kâbe Hakemliği bize örnek oluşturur. Hz. İbrâhim ve oğlu İsmâil’in birlikte inşa ettikleri Kâbe, geçen yıllar içinde yıpranmış ve nihayet bir yangınla harap olmuştu. Kureyşliler Kâbe’yi yıkıp yeniden yapmaya karar verdiler. Tamir işine herkes katıldı. Duvar yükselip de sıra Hacer-i Esved’i yerine koymaya gelince bu konuda anlaşamadılar. Her kabile, bu şerefin kendilerine ait olmasını istiyordu. Aralarında kavga başladı. Abdüddâroğulları, bir çanak-

T

taki kana ellerini batırarak: “Kanımız dökülmedikçe, bu konuda kimse bizim önümüze geçemez” diye yemin ettiler. Kureyş’in en yaşlısı Ebû Ümeyye: “Harem kapısından ilk girecek zâtı hakem yapıp, onun vereceği karara uyalım” dedi. Teklif kabul edildi. Az sonra kapıdan Hz. Muhammed (s) girdi. Buna çok sevinerek: “Bu zât, güvenilir (emîn) bir kimsedir; onun hakemliğine razıyız” diye bağrıştılar. Efendimiz (s), yanlarına gelince, durumu ona anlattılar… O sıralar 35 yaşında olan Peygamberimiz (s), sırtındaki ridasını çıkarıp Hacer-i Esved’i üzerine koydu ve ridanın her bir ucunu kabile reislerine tutturdu; hep beraber konulacağı yere kadar taşıdılar. Efendimiz de taşı alıp yerine yerleştirdi. Bu olay, birbirleriyle “hayır yarışı” yaparken egolarına ve tarafgirliklerine yenilip kardeşlerine kin duyar hatta kan döker hale gelen İslami gruplar için anlamlı bir örneklik olarak bugüne taşınmalıdır. Haydi! Allah’ın birliğini sembolize eden Hacer-i Esved’in altına elimizi birlikte koyarak, zulme karşı ve en büyük zulüm olan şirke ve küfre karşı Tevhid mücadelemizi vahdet halinde zafere taşıyalım…

İLAHİ YASALAR DEĞİŞMEZ-8

İmanla Küfür Arasında Bir Yol: “Model Ortaklık”

Prof. Dr. Burhanettin Can Milli Gazete- 3 Nisan 2015 odel ülke ve model ortaklık sadece Türkiye’ye özgü olmayıp ABD menfaatlerine hizmet edebileceğine inandıkları tüm ülkeleri, örümcek sarmalına sokmak istemektedirler (8). Model Ortaklık kurduğu Türkiye ile Suriye, Kıbrıs, Mısır, Somali ve Rusya konularında anlaşamayan ABD’nin son zamanlarda İran’la olan yakınlaşmasına bu pencereden bakılmasında fayda vardır. ABD, bu coğrafyada, “İslam’ın İslam’la savaşı projesi” kapsamında, “Dengeleme ve vuruşturma politikasını” devreye sokmuş görünmektedir. Mısır, Filistin, Libya, Irak ve Suriye için kılını kıkırdatmayan Arap Birliği, Yemeni bombalama cesaretini nereden aldığının sorgulanması gerekmektedir.

M

Nisan’15 • 55


Medya Bu nedenle Obama dönemi, İslam coğrafyası için daha sancılı ve sıkıntılı olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Toplumun değişik kesimleri arasında fitne ve fesadın yaygınlaştırılması, kitleleri ABD menfaatleri istikametinde kullanmak, Model Ortaklık kapsamında yeni bir yol olarak seçilmiştir. Bu nedenle Türkiye 2009 yılında kabul ettiğini açıkladığı “Model Ortaklık”tan çekilmeli; ABD’nin, bu ülkede rahat faaliyet yapmasının tüm imkânları ortadan kaldırılmalı ve ABD’nin Türkiye’yi bir Truva Atı olarak kullanmasına fırsat verilmemelidir.

Türkiye’nin Bir Suriye Politikası Var Mı?

Levent Kemal www.timeturk.com 19 Mart 2015 onuç olarak Türkiye’nin Suriye konusundaki okuma eksiklikleri, geç kalmışlığı, Suriye’yi tanımaması ve her adımında ABD’den onay beklemesinin sonuçları yavaş ama ağır şekilde faturaya dönüşüyor. Atme, Salkin ve Deyr Zor saldırılarında tüm gözler Türkiye’ye döndü. ABD’nin sınırımıza neredeyse sıfır noktasında gerçekleştirdiği saldırıda Suriyeliler, ABD’den daha çok Türkiye’ye kızdı. Salkin’de de aynı şey oldu. Ancak Türkiye’nin

S

56 • Nisan’15

Medya hükümet politikalarına yakın medyası saldırıları Esed yaptı dedi ya da faili belli değil diyerek ‘kaçtı’. Angajman soruları cevapsız bırakıldı. Cebel-i Ekrad (Kürt Dağı) ve Cebel-i Türkmen’deki (Türkmen Dağı) çoğu Iraklı Şii milislerin yığınağı ve Esed ordusunun sınıra yüz metre mesafeye kazdığı mevzilerin adı bile geçmedi. İdlib’te geçtiğimiz gün gerçekleşen kimyasal saldırıdan önce Kefr Zita’ya yaklaşık 50 kimyasal saldırı yapıldı. Waer bölgesine de hemen hemen her hafta aynı şekilde saldırdı Suriye rejimi. Ama Türkiye bunları görmedi, ya da görmek istemedi. ABD de görmemişti. ABD Dışişleri Bakanı Kerry’nin Esed ile müzakere sözleri Beyaz Saray tarafından ‘rejim ile müzakere’ olarak düzeltildiğinde Türkiye’de Irak’ın devrik lideri Saddam Hüseyin’e ve Baas’ına lanet okuyan herkes Suriye’de ‘Baas kalsa da olur’ dedi. Bu inanılmaz kavramsallaştırma çalışması nihayetinde Marx’ın deyimi ile ‘yanlış bilinç’ kurma operasyonunun sonucuydu. Esed ile rejim birbirinden ayrıştırılırken militarist sistemlerin karizmatik lider özelliği terminoloji dışına itiliyordu adeta. Yani ABD Türkiye’deki ‘siyasal aklın kitabını’ çarpıtmalar ile yeniden kurguluyordu. Hala da öyle. Türkiye’nin bir Suriye politikasının olmadığının kısa özeti bu tablonun acısının bugün Suriyelilerden yarın ise bizlerden çıkacağı aşikâr. Türkiye bölgenin ilerleyen yıllarda en acılı ülkesi olma yolunda, ABD’nin arkasından gidiyor. Zira dış politikanız yoksa ‘düşmanın sızması’ kolay oluyor.

Bu bakımdan, Amerikan emperyalizminin, İran’ın güçlü bir konuma gelmesinin kendisi ve kendi dünyası aleyhine bir netice çıkmayacak şekilde olmasına özel bir dikkat gösterdiği / göstereceği de unutulmamalıdır.

yoruz: Bu şerefli davada herkese yer var.

İran ‘Lozan’ı... Denge Oyunları, Zafer ya da Hezimet...

Selahattin Eş Çakırgil www.haksozhaber.com 4 Nisan 2015 ran bugün gelinen noktada, İmam Khomeynî’nin söylediği o çerçeve içinde midir? Bunu herkes kendisine göre değerlendirebilir. Bu satırların sahibi, o çizginin korunamadığı düşüncesindedir. Bugün İran, maddî ve askerî güç gösterisiyle, Irak’da, Suriye’de, Yemen’de ve diğer yerlerde güçlü görüntüsü verebilir, ama, bundan İslam’ın emrinde bir İran’ı çıkarmak ne kadar mümkündür, üzerinde düşünülmelidir. İran’ın kazanımlarının, sadece İran’ın kazanımları olarak kalması halinde, bunun müslüman dünya müslümanlarına bir şey kazandırmayacağı açıktır. Bu bakımdan, aslolan, dünya müslümanlarının gücünü ve kazanımlarını arttıracak bir sonucun ortaya çıkmasıdır. Amerikan emperyalizmi ise, dünyadaki dengeleri yeniden kurmak ve hele de müslüman dünyasındaki çatışma odakları arasında, bu çatışmaları bertaraf edecek değil, uzun süre devam edecek şekilde, bütün tarafları birbiri karşısına konumlandıracak şekilde düzenlemek, dizayn etmek istiyor.

Laiklerin Demokrasiyle İmtihanı

İ

Türk Solu’nun Kürt’ü

Yasin Aktay 6 Nisan 2015- Yenişafak ürt Selahaddin’i bir Türk olan Nureddin yetiştirmiştir. İkisi de bir Arap olan Abbasi halifesine tabiydiler. Ama ne halifenin Araplığı ne Selahaddin’in Kürtlüğü, ne de Nureddin’in Türklüğü o gün kendi aralarında mevzu bahis bile değildi. Hepsi de kula kulluğu reddedip Haçlı emperyalizmine karşı Müslümanlar olarak birlikte hareket etmenin mücadelesini veriyorlardı. Onlar birer Kürt, Arap veya Türk olarak değil, bu misyonlarıyla nam ve şeref buldular. Bugün Kürtlere milliyetçilik aşılayanlar, onları özgürleştirmenin değil, diğer bütün ulusdevletçikler gibi emperyalizmin oyuncağı haline getirmenin peşinde. Bizimse mesajımız ve misyonumuz bir ve bütün olarak emperyalizmin karşısında da güçlü olmak, insan olarak da şereflenmekten ibaret. Türk Solu içinde hala söz dinleyebilecekleri de davet edi-

K

Yıldıray Oğur Türkiye- 1 Nisan 2015 e daha büyük bir laik kitle içinse AKP’ye karşı çare, “şuna bir şey desene” diye büyük ağabeyi olarak Batı’nın kapısını çalmak. Laikler, Ortadoğu’da bir İslam ülkesi içinde ezilen bir Batılı azınlık gibi davranarak AKP’yi, bileğini bükeceğini düşündükleri daha güçlü, büyük bir üst merciyle alt edebileceklerini düşünüyorlar. Bunu yaparak geri dönülmez bir şekilde bu topraklarla aralarındaki mesafeyi açıyorlar. Burada olan her kötü şeyi İngilizce yazmak, Batı’da her bulduğu mikrofonda kendi ülkesini şikayet etmek, ülkesine karşı nefretini kime edildiği belirsiz, “Batı’ya göç etme” blöfleriyle ifade etmek en yaygın belirtiler. Bazen Erbilli bir Kürt lidere, bazen Türkiye ile stratejik ilişkileri için laik azınlığı satan bir batılı liderin övgüsüne tosluyorlarsa da Batı’yı iç siyasetin içine müdahil etme gayretleri bitmiyor. Kolejden yeni mezun olmuş bir Amerikalı sözcüden her gün yalvar yakar Türkiye aleyhine demeç almaya çalışmaktan, “Batıda AKP iktidarının ipi çekildi” analizleri yazıp bir de

V

utanmadan New York Times’a liberal demokrat titriyle demeç vermeye kadar… Gezi’ye müdahale etmesi için NATO’yu göreve çağırmaya kadar gidenler bile oldu. Gönüllerine göre bir Sisi bulsalar, Batıcı bir askerî darbeye Mısırlı laikler kadar hazırlar. Yine de Hükümete karşı DHKP-C’den adalet bekleyenler, Esad’ın instagram fotolarının altına kalp işareti yapıp, zafer haberlerini coşkuyla alkışlayanlar kadar tehlike olmayabilirler. Dolar yükseldikçe mutlu olanlar, Türkiye olimpiyatı kaybedince sevinenler, vahşi bir cinayeti bile dindarlara fatura edenler… Bu büyük nefretin muhatabı bir iktidarın coolluğunu sürekli koruması da kolay değil. Koruyamıyor ve bu da nefreti daha da büyütüyor. Laikler, bizim laiklerimiz. Seçimlere üç aydan fazla var. Laikler gözlerimizin önünde kötü yollara düşüyor. Meşruiyet sınırlarından çıkıyor. Siyaset onları kesmemeye başlıyor. Laikler dindarların iktidarı altında yaşamaktansa politik intiharı tercih ediyor. Diyalog kurma, ilişki kurma yerine, üniversitelerine cami isteyen öğrencilere, “Biz de Budist tapınağı isteriz” (Budistlerle de dalga geçerek) diye karşı çıkan bir şımarıklıkta ısrar ediyorlar. Üzerine konferanslar düzenlenip, televizyonlarda tartışılması gereken önümüzdeki en kritik soru artık şu; Laikler demokrasiyi içine sindirebilecek mi? Laikler demokrasiyle bir arada yaşayabilecek mi?

Nisan’15 • 57


Medya

Medya

İslam Coğrafyasından Haberler Yermuk’taki Siviller Tahliye Ediliyor

B

irleşmiş Milletler Yardım ve Çalışmaları Ajansı Sözcüsü Chris Gunness, IŞİD saldırıları sonra büyük oranda ele geçirdiği mülteci kampında bulunan 94 sivilin tahliye edildiğini ve gerekli insani ihtiyaçlarının giderilidiğini söyledi. Gunness tahliye edilen siviller arasında 43 kadın ve 20 çocuk olduğunu belirtti. Gunness, “Bugün erken saatlerde kampı terk etmeyi başarabilenler oldu. Tüm taraflara isteyen diğer sivillerin de kampı terk edebilmeleri için maksimum çaba sarf etmeye çağırıyoruz” dedi. İngiltere merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi ,se son iki günde kamptan yüzlerce kişinin kaçtığını duyurdu. Gözlemevi’ne göre, Suriye rejimi pazar günü Yermuk’u varil bombasıyla vurdu. Herhangi bir can kaybı olup olmadığına dair bilgi yok. Al Jazeera

Husilerden Şartlı Müzakere Çağrısı uudi Arabistan liderliğindeki koalisyon güçlerinin ‘Kararlılık Fırtınası Operasyonu’ kap-

S

58 • Nisan’15

samında hava saldırılarını sürdürdüğü Yemen’de Şii Husiler koşullu olarak müzakere çağrısı yaptı. Husiler hava saldırılarının son bulması durumunda görüşmelere açık olduklarını duyurdu. Açıklamayı Devlet Başkanı Mansur Hadi’nin eski yardımcılarından da olan, Husilerin liderlerinden Salih Samed yaptı. Samed teklifleri kabul edilirse müzakerelerin “saldırgan olmayan” tarafların arabuluculuğunda gerçekleşmesi gerektiğini söyledi ve şu ifadeleri kullandı: “Diyalog yönündeki pozisyonumuzu koruyoruz ve yaşanan her şeye rağmen bu pozisyonumuzun değişmemesinden yanayız.” “Hadi’nin dönmesine karşıyız” “Müzakerelere başlamak için saldırıların durması dışında bir şartımız yok” diyen Samed, bu müzakerelerin belirli bir zaman çizelgesinde yürütülmesinden yana olduklarını belirtti. Samed, Devlet Başkanı Mansur Hadi’nin Yemen’e geri dönmesine ise karşı olduklarını belirtti. Al Jazeera

Günde İki Filistinli Çocuk Tutuklanıyor ilistin Esirler Cemiyeti, Pazar günü ‘Filistinli Çocuklar Günü’ dolayısıyla yaptığı açıklamada, gözaltındaki Filistinli çocukların Ramallah yakınlarındaki Ofer,

F

Mecdu ve İsrail’in kuzeyindeki Şaron hapishanelerinde tutulduğunu açıkladı. Cemiyet, açıklamasında Filistinli çocukların gözaltına alınması olaylarının 2014 yılının ikinci yarısından itibaren artış gösterdiğini belirtti. Esirler Cemiyeti’ne göre, gözaltı olaylarının en çok yaşandığı kent Kudüs. Cemiyet, Kudüslü çocukların bir bölümünün kefaletle serbest bırakıldığını, bir bölümünün ise, zorunlu ev hapsi ya da evinden uzaklaştırma cezasına çarptırıldığını söyledi. Açıklamaya göre, Kudüs’ün ardından Filistinli çocuk gözaltılarının en çok yaşandığı kent Batı Şeria’nın El Halil kenti. El Halil’de 2015 yılında 70’e yakın çocuk İsrail tarafından gözaltına alındı. Filistin Esirler Cemiyeti, İsrail yönetiminin Filistinli çocuklara yönelik insan hakları ihlâllerini şöyle sıraladı: Gece evlere baskın yaparak gözaltına alma, gözaltı merkezlerinde sorgulama, tutuklamalar esnasında polis köpeklerini kullanma, çocuk tutuklulara yönelik fiziki ve psikolojik işkence, anne ve babalarından biri olmadan sorgulama, zorla ifade alma ve itirafa zorlama, tutuklanmalarının ardından avukat desteği almalarına izin vermeme, çocuk mahkemeleri yerine normal mahkemeler ve askeri mahkemelerde yargılama ve hapishanelerde kötü koşullar altında tutma. Filistin’de 5 Nisan Filistinli Çocuklar Günü olarak kutlanıyor. AA

‘Şii Milisler Tikrit’i Yağmalıyor’ elahaddin vilayetinin Tikrit kentinde IŞİD denetiminden geri alınan bölgelerde sivillerin mallarının yağmalanması, çalınması ve yakılmasına ilişkin haber ve görüntülerin medyada yer alması üzerine Cumhurbaşkanı Yardımcısı Usame Nuceyfi yazılı bir açıklama yaptı. Nuceyfi söz konusu ihlallerin silahlı kuvvetlerin elde ettiği başarıyı gölgelediğini savunarak, “Silahlı grupların Tikritlilerin mallarını yağmaladığı, çaldığı yönünde haberler geliyor. Bunlar zaferi gölgeye düşüren olaylar” ifadesini kullandı. ‘Herkes ihlalleri kabul etti, suçlular yargılanacak’ Açıklamasında konuyla ilgili en üst düzeyde temaslarda bulunduğunu belirten Nuceyfi, “Cumhurbaşkanı Fuad Masum, Başbakan Haydar İbadi, Savunma Bakanı Halid Ubeydi ile bir dizi görüşme gerçekleştirdim. Onlar da Tikrit’te halka yönelik işlenen suçları kabul ederek, gerekli tedbirlerin alınacağı ve suçluların cezalandırılacağı taahhüdünde bulundu” ifadelerine yer verdi. AA

S

K

Pakistan’da İdam Cezaları Yeniden Uygulanacak ararın alınmasıyla Pakistan Cumhurbaşkanı Memnun

Hüseyin’in af talebini reddettiği yaklaşık bin kadar mahkumun gelecek haftalarda infaz edilebilmesinin de yolu açılmış oldu. Pakistan İçişleri Bakanlığı, ülkede idam cezalarının geçici olarak uygulanmamasını öngören moratoryum kararını tamamen yürürlükten kaldırıldığını eyaletlerin içişleri bakanlarına resmi bir yazı ile bildirdi. 2008 yılında moratoryumla idam cezalarının durdurulduğu Pakistan’da, geçen yıl 16 Aralıkta Pakistan Talibanı militanlarının bir okula düzenlediği kanlı saldırının ardından moratoryum sadece terör zanlıları için askıya alınarak 24 terör zanlısı infaz edilmişti. Pakistan’daki hapishanelerde farklı suçlardan idam cezasına çarptırılmış 8 binden fazla mahkum bulunuyor. AA

ması gereken reform gündemi, Kopenhag Kriterleri kapsamındaki reformlar ve AB koordinasyon mekanizması dahil üzerinde uzlaşılan işlerlik konularını kapsamalıdır. Büyüme ve İstihdam Sözleşmesi dahil reform gündeminin uygulanmasında sağlanacak anlamlı ilerleme, üyelik başvurusunun AB tarafından (olumlu) değerlendirilmesi için zorunludur” ifadesi kullanıldı. AA

Kenya’da Üniversite Baskını enya’da Eş Şebab militanları ülkenin kuzeydoğusundaki Garissa kasabasında bulunan üniversite kampüsünü bastı. Kenya İçişleri Bakanı Joseph Nkaiserry, en az 147 öğrencinin öldüğünü, 79’unun yaralandığını açıkladı. Saldırganlardan da 4’ü öldürüldü. Kenya polisi, saldırganların yurtlarda ayrım gözetmeksizin ateş açtığını söyledi. Yetkililer, kampüste 815 öğrencinin olduğunu tahmin ediyor. 500’den fazlası kurtarılmış durumda ve kuşatma ortadan kalktı. Somali merkezli Eş Şebab örgütü, kampüsteki Hıristiyanları rehin aldıklarını açıkladı. Saldırıya gerekçe olarak da Kenya’nın Somali’de askerlerinin bulunması gösterildi. Al Jazeera

K Bosna’nın AB Yolunun Önü Açıldı üyeleri, yedi yıl süren değerlendirmenin ardından Bosna Hersek’le imzalanan İstikrar ve Ortaklık Anlaşması’nın yürürlüğe girmesine onay verdi. Sırada Bosna’nın ‘aday ülke statüsü’ elde edip katılım müzakerelerine başlaması var. Siyasi ve ekonomik reformlarla ilgili taahhütlerin BosnaHersek parlamentosu tarafından onaylanmasının ardından Avrupa Birliği dışişleri bakanları, bu ülkeyle 2008 yılında imzalanan İstikrar ve Ortaklık Anlaşması’nın yürürlüğe girmesini kabul etti. Kararda, “Sivil topluma danışılarak geliştirilmesi ve uygulan-

AB

Nisan’15 • 59


Etkinlik

Şiir

Çok mu Sıkıldınız?

GENÇ ÖNCÜLER ANKARA VE ISPARTA’NIN ORTAK ÇALIŞMASIYLA “GENÇLİK VE KURAN” ÇALIŞTAYI

Fatıma Rumeysa YÜKSEL Ankara Üni. İlahiyat Fak.4.sınıf

Yükünüz, omuzlarınızın büyüklüğünden Daha mı büyük?

G

enç Öncüler Ankara ve Isparta olarak “Gençlik veKuran” konulu bir araştırma çalışması başlatmış bulunuyoruz. Bu bağlamda geçtiğimiz günlerde Ankara ve Isparta’da bir yol haritası çizmek adına buluştuk. Her türlü soyut değerin madde ve maddeci anlayış tarafından kıskaca alınarak önemsileştirildiği bir ortamda Kur’an ve onun şekillendirdiği anlam dünyasının gençliğin bünyesinde de yitikleştiği bir zaman yaşamaktayız. Hatta İslam’ın, insanın maddeperest yönlendirilişine dair insan fıtratını tanıyarak bir ölçü koyan konumda olmasından dolayı, bu maddeperest ve hazcı anlayış tarafından hedef gösterildiğini düşüyoruz. Bu zihniyetin vadettiği sınırsızlaştıkça, doyumsuzlaştıkça, bireyselleştikçe huzura kavuşulacağına dair telkin, insanlığın seyrinde onulmaz yaralar açmaktadır. Zor olan insan olmaktır. Herhangi şehevi-dünyevi arzunun zaman, mekan, meşru çerçeve gözetilmeksizin karşılanması malumdur ki bir hayvani niteliktir. “İnsandan” beklenen davranış ise bu arzuların terbiye edilerek mecrasına oturtularak, meşru bir çerçeve içerisinde karşılanmasıdır. Ancak modern zamanlar, bu arzuların hiçbir din-ahlak-kültür gibi değerler gözetilmeksizin karşılanmasını “yeni adamlık kriteri” olarak medyasıyla, internetiyle, “ortam”larıyla ve rolmodelleri vasıtasıyla allayıp pullayarak sunmaktadır. Ölçüleri ise insanın esareti olarak tanımlamak ve güya insanı özgürleşmeye çağırmaktadır.

60 • Nisan’15

İnsanı insan yapan değerlerin bu kadar kolay harcandığı bir dönemde insanı en iyi bilen yani onun Yaratıcısı olan Rabbimizin verdiği bilgiler, yaptığı uyarılar bu gidişin tek hak frenleyicisidir. Allah’ı görmezden gelerek atılacak olan her adım belki geçici bir çözüm olabilse de problemleri bir süreliğine makyajlamaktan başka bir işe yaramayacaktır. Lakin ortada böyle bir hakikat bulunmasından dolayı bu dünyevi çarkı elinden bulunduran yeryüzü ilahlarının Allah’ı ve İslamı tanıtacak kaynak olan Kuranı Kerim üzerindeki manipülasyon ve dezenformasyonları, gençliğin bu kaynağa olan akışında bir set oluşturmaktadır. Bizler Genç Öncüler olarak, · Kavramsal yıpratmanın gençlik düzleminde hangi boyutlara ulaştığını · Kur’an ve Sünnet’in insan hayatında nasıl tanımlandığı ve ne fonksiyon icra ettiğini · İslamın denetleyici ve terbiye edici fonksiyonunun ötelenmesiyle hangi problemlerin baş verdiğini · Bu problemlere dair çözüm önerilerini tespit etmek adına bir çalışma başlatmış bulunmaktayız. Bu bağlamda birebir görüşmeler ile zihin dünyamızın durumunu ortaya çıkarıp, bu sonuçları derleyerek ortaya genel bir tablo koyma derdindeyiz. Bu tabloyu ve buna dair önerileri panel, konferans, rapor vb. kitlesel araçlarla gençlerin gündemi haline getirebildiğimiz takdirde toplumsal arınma adına önemli bir yol katedeceğimiz kanısındayız. Tekbir bizden, takdir Allah’tan…

Çocuğuna bir yudum su bulmak için Oradan oraya say yapan Hacer olmalısınız mesela. Ya da

Taif taşlanmasından sonra peygamberin(sav) ‘Beni kimlerin eline bırakıyorsun?` Demesi kadar mı mesela?

Elindeki küçücük taşla, bir tanka Kafa tutan Filistinli çocuk gibi asil olmalı yükünüz!

Hz. Yakup`un Yusuf özlemi çekmesi Gibi mi derdiniz?

Afganistan`da kaç çocuğunu toprağa verdiğini Bilmeyen anne gibi mi içiniz yanıyor?

Yoksa Eyüp (a.s) ‘nın her şeyini kaybedip Yataklara düşüşü gibi mi?

Birazdan gözlerinizi kapayacaksınız ve leşinizi akbabalar mı didikleyecek?

Hz. Musa`nın inanıp inanmamakta kararsız Bir kabile ile denizin ikiye ayrılışını beklemek Gibi miydi yükünüz?

En çok dinlediğiniz şarkı, Gökyüzünü süsleyen(!) füze sesleri mi? Değişiklik mi istiyorsunuz?

Yoksa… Yoksa…

Peygamber (sav) gibi açlıktan Taş mı bağladınız midenize?

Yusuf gibi karanlık bir kuyuya mı düştünüz? Az bir dirheme köle olarak mı satıldığınız? Hayır mı? O zaman Nuh gibidir derdiniz! ‘Kurtulanlardan` olup ‘kurtulamayacak` Oğluna seslenmek gibidir üzüntünüz? Yahut Lut gibi sapık bir kavmi Uyarmak için mi eriyip bittiniz? Bunların hiç biri değilse eğer… Afrikalı bir anne gibidir sıkıntınız!

Hayır!… İbrahim(a. s) in atıldığı gibi Birileri sizi ateşe mi atmakta? Nedir? Nedir derdiniz? Birileri size soykırım mı yapıyor? Bunları annenizin kucağında mı gördünüz? Bunların hiç biri değil mi? Hala şükretmeyecek misiniz?

Nisan’15 • 61


Şiir

Tavsiye gözlerinin aksi şakaklarıma vuruyor çocuk. her nerdeyse zamanın dışında mahrem bakışların her nerdeyse dizginleyemediği bunca zaman aşina savaşların sen nerdeysen, öylece kalabalığın ortasında yalnız başına bilmesin kimseler, saklı kalsın içimde. kaç sene geçti, aşındırdın sokakları aradın, belki bulunabilir belki kalmıştır umut. bomboş sokakların manasız apartmanları arasında buharlaşıyor zihninden bildiğin ne varsa. hece. kelime. cümle. lugat ifade edemiyor artık efsunlu şiiri. kurşunlanmış cümleler kuramıyorsun artık. ertelenmiş şu zaman içinde, bir köşede kalp çarpıntılarıyla bekleyişler bile. akşamüstüler hep durduğu yerde çocuk. her bir sokağa bırakırken her bir ahvalini tanınmak içindir. bulsunlar aradığında dostların. ve biz . bunun yanında afakını saran şiir olması içindir. ... ... şimdi eziliyorsun, şatafatlı mahyalarıyla kendilerine amade insanların arasında. soluklanacak durak kalmadıysa madem yıllar yılı teptiğin buhranlı kaldırımlarda. vakit gelmiş çocuk, vakti gelmiş... bildim artık, neden kendini bulamayışın kendi içinde. Şehzadebaşında ölüm kokusu var, neden? ... Uğur Demirel

62 • Nisan’15

nların o a n a s Biz gerçek i n i r e l haber ıyoruz: t a l n a olarak onlar z i s e h p Şü nanmış i e n i r e Rabl ti. Biz t i ğ i y ç gen birkaç lerini t e y a d i rın h de onla ehf/13 K . k ı t ş artırmı Ebu Hureyre (ra) HzPeygamberin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir “yedi kişi vardır ki Allah sadece bunları kendi arşının gölgesinin bulunduğu günde gölgelendirir: Adaletli devlet başkanı, Rabbine kulluk üzere yetiştirilmiş bir genç, kalbi mescidlere bağlı kimse, Allah için birbirini seven, Allah için birleşen ve ayrılan iki kişi, güzel ve mevki sahibi bir kadının kendisini (zinaya) çağırıp da: “Ben Allah’tan korkarım” diyen kimse, Sağ elinin verdiğini sol elinin bilemeyeceği gizli sadaka veren kimse, yalnız başına tenhada Allah’ı zikredip hatırlayan ve bu nedenle gözleri dolan kimse.” (Buhari, Tirmizi, Müslim)

HAYATINI DÜZENLEMEK İSTEYEN HERKESE VE ÖZELLİKLERE GENÇLERE • Dinini öğren. • Dinî ve insanî sorumluluklarının bilincinde ol. • İbadetlerini gönülden yap ve ibadetlerinde titiz ol. • ALLAH’ı her daim hatırla, yaratıcıyı aklından çıkartma. • Dua et. Yaratıcıya boyun eğ • Duayı sadece kendin için değil tüm insanlar için et. • Tövbe et. • Hatalarından pişmanlık duy ki, günahların silinsin • Ahlaklı ol. Aklını işlet. • Samimi ol. • Güvenilir ol. • Fedakâr ol. • Çalışkan ol. • Öldürme. • Çalma. • Yalan ve hileden uzak dur. • Zarafet sahibi ol. • Dost ve arkadaş edin. • Zihninde ve yaşayışında oluşan kirlilikleri temizle ki, YÜZÜN HEP AYDIN OLSUN! Vahap YAMAN

Sonra, andolsun (dünyada iken kendileriyle böbürlendiğiniz gençlik dâhil, her türlü) nimetlerden o günde elbette (hesaba çekilip) sorulacaksınız. (Tekasür, 8) Nisan’15 • 63


Karikatür

Zeynep Hafsa GÜNHAN

Allah’a ve ahiret gününe iman eden müminlerin 21. asrın zalimlerine yapacakları en büyük meydan okuma:

“Sizin hükmünüz yalnızca bu dünya hayatında geçerlidir!”

64 • Nisan’15



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.