“Ortadoğu Yanıyor, Yeni Liderlerini Arıyor” Sahibi Umran Yayıncılık Turizm San ve Tic. Ltd. Şti. Adına Abdullah Yıldız Sorumlu Yazı İşleri Müdürü İsmail Memiş Yayın Sorumlusu Abdulah Muhsin Yıldız Yayın Kurulu Alperen Gençosmanoğlu Betül Babacan Büşra Özkan Elyesa Koytak Enes Avar Muhammed Tutkun Nihal Açıkel Nihan Yıldız Usame Sarıyaşar Yusuf Elbaşı Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Abdullah Toker Abdülvahid Yakub Sipahioğlu Ali Tarık Parlakışık Enes Günaslan Fatih Razi Fatma Nihan Yıldız Hanife Alemdar Melike Yurt Şamil Tok Şeyma Nur Ekren Hatice İncekara Mahmut Erkam Şahin Tahsin Ay Zeynep Mahitapoğlu Zeynep Topuz Zeynep Turan Adres Zeyrek Mah. Kıztaşı Cad. No: 30/1 Fatih-İstanbul Tel: (0212) 531 10 33 bilgigenconculer@gmail.com Grafik Tasarım Tekin Öztürk www.tekinozturk.com.tr
Kapak Fotoğrafı REUTERS/Suhaib Salem Baskı Şenyıldız Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. No:3 Kat:1 Topkapı-İstanbul Tel: (212) 483 47 91
Merhaba Değerli Okurlar, İslam coğrafyası olarak tarihi dönemlerden birini yaşıyoruz. Ocak ayında Tunus’da başlayan gösteriler ülkenin 24 yıllık diktatörü olan Ben Ali’yi tahtından etti. Yıllardır iyi ilişkiler içerisinde olduğu Fransa hükümeti bile ülkesinde sığınacağı bir yer tahsis etmedi. Başkaban Erdoğan’ın “Hiçbir otorite halka rağmen iktidarda kalamaz. Hepimiz faniyiz, hiçbirimiz kalıcı değiliz. Mühim olan arkamızda hoş bir anı bırakmaktır” sözleri 31 yıldır Mısır Devlet Başkanı olan Hüsnü Mübarek için söylenebilecek en manidar sözdü. Nitekim başkent Kahire’deki Tahrir Meydanı’nda yapılan geniş katılımlı gösteriler sonuç verdi ve Mübarek iç ve dış baskılara dayanamayarak istifa etmek zorunda kaldı. Libya’da ise Sunusi liderinden 1967 yılında iktidarı darbeyle ele geçiren Albay Muammer Kaddafi ise ülkesindeki isyanlara çok sert bir yanıt verdi. Direnişçilerin ele geçirdiği şehirleri tek tek geri alan Kaddafi güçleri nihayetinde uluslararası kamuoyunun tepkisini çekerek Birleşmiş Milletler’in ülkeye askeri müdahale etmesine neden oldu. Kaddafi’nin sonunun da bu kez batılı ülkelerin elleriyle mi geleceğini şüphesiz zaman gösterecek. Ortadoğu’nun dört bir yanında diktatörlere karşı eylemler halen devam ediyor. Bu sayımızda, Tahsin Ay’ın kaleminden çıkan İsyanlar, Devrimler ve Fırsatlar isimli yazısının yanı sıra Enes Avar’a ait yakın tarihteki büyük devrimleri ve onlarla özdeşleşen meydanlara dair bir yazı bulunuyor. Erkam Şahin ise Araplar Devrimleri ‘Elleriyle’ Yapıyorlar isimli yazısında sığ ve dar kalıplı düşünceleri eleştiriyor. Usame Sarıyaşar’da olaylarla ilgili bir basın taraması hazırladı. Bu ay Hatice İncekara’nın hazırladığı İslam Coğrafyası’nda ise Libya tarihine dair hafızaları yenileyecek bir yazı bulunuyor. Bununla beraber, Genç Öncüler Tiyatro Topluluğu’nun düzenlediği Ölüyoruz Demek ki Yaşanılacak isimli oyunu 5 Şubat akşamı Üsküdar Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde geniş bir seyirci karşısında oynandı. Oyun daha sonra Gebze ve Başakşehir’de tekrar sahnelendi. Genç Öncüler de Tiyatro Topluluğu’yla yazılı ve görsel basında pek çok habere konu edindi. Genç Öncüler olarak, 27 Şubat günü vefat eden değerli hocamız Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ı saygıyla anıyor ve kendisine Allah’tan rahmet diliyoruz.
Mart - Nisan ‘11 • 1
Mart - Nisan 2011 • Sayı 64 • Yıl 9
12
04 NECMETTİN ERBAKAN HOCA’NIN ARDINDAN
08
16
2 • Mart - Nisan ‘11
32 Necmettin Erbakan Hoca’nın Ardından.......................................................4 Mavi Marmara Tiyatrosu..........................................................................7 Ayaklanmalar, Devrimler ve Fırsatlar/ Tahsin Ay.....................................8 Devrimler ve Meydanlar / Enes Avar...................................................12 Araplar ‘Elleriyle’ Devrim Yapıyorlar / Mahmut Erkam Şahin............14 Basından Yansıyanlar / Usame Sarıyaşar...........................................15 Libya/ Hatice İncekara......................................................................16 Ömer Muhtar’a Dair Bir Yazı / Hatice İncekara....................................19 Halepçe Katliamı’nın Kavramsal Boyutu / Ali Tarık Parlakışık...............20 Prof. Dr. Lothrop Stoddard ile Röportaj / A. Yakub Sipahioğlu..............24 Sıdk ( Doğru Sözlü Olmak) / Şeyma Nur Ekren......................................26 Diyanet’e Dair Bir Eleştiri Yazısı/ Yusuf Elbaşı.......................................28 Objektifime Takılanlar / Zeynep Turan..............................................30 On Günlük Bangladeş İzlenimleri / Zeynep Mahitapoğlu......................32 Tarih Defteri - Futbola Darbe /Muhammed Tutkun...............................35 Kurânî Söylem Karşısında Yeni Türk Edebiyatı / Enes Günaslan................36 Kampüs Notları İstanbul Şehir Üniversitesi / Şamil Tok .........................38 Öykü/ Zeynep Topuz..............................................................................39 Okullardan Haberler / Alperen Gençosmanoğlu ....................................40 Etkinlik / Nihal Açıkel............................................................................42 Kağıt Filmi Üzerine / Fatma Nihan Yıldız.................................................44 Kültür Sanat / Melike Yurt - Yusuf Elbaşı......................................45 Beyaz Eylem / Hatice Alemdar.................................................48
Mart - Nisan ‘11 • 3
NECMETTİN ERBAKAN HOCA’NIN ARDINDAN
B
ir hedefin peşinde hayat boyu koşabilmek bir ideal midir yoksa sadece belli mîzaçtaki insanların hayat boyu sürdürebileceği bir iş midir? Bu soruyu cevaplamak zordur. Kimi zaman mîzacı bu sebatı gösteren insanlarda görülebileceği gibi bunun bir insan tabiatı hâli olduğunu; kimi zaman da hayatını üzerine oturttuğu kaideler kendisini taşıyan insanların örnekliğinde görülebileceği gibi elde tutulabilir bir ideal olduğunu takdir edersiniz. Necmettin Erbakan Hoca sürdürdüğü mücadelesinde öyle anlaşılıyor ki bu iki örnekliği de göstermiştir. Çocukluğu bir şehirden başkasına göç etmekle ve yeniden düzen kurmakla geçmiş bir insanın kapatılan her partisinin, ket vurulan her projesinin ardından bir diğerine koşmasını onun çocukluğuna, küçük yaşlarda şekillenen mîzacına bağlayabilirsiniz. Ama her seferinde aynı hedefi, her seferinde aynı idealleri ve her seferinde aynı söylemi koruyarak işe atılmasını sadece bununla açıklamak herhâlde zordur. Onun bu hâlini açıklayabilmek için bir sabitesi olduğunu ve bu mîzacın bu sabiteyle buluşmasıyla ancak 40 yılı devirmiş bir gayretin kaynağı anlaşılabilir. Herhâlde kimse itiraz etmez ki Erbakan Hoca Kuran’ın her müslümana vazettiği şu düsturu benimsemiştir: ‘’Demek ki, gerçekten zorlukla beraber kolaylık da vardır, Gerçekten güçlükle beraber kolaylık da vardır. Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın yorulmaya-devam et. Ve yalnızca Rabbine rağbet et.’’(İnşirah 5-8) Her durduruluşun ardından tekrar ayağa kalkmak ve çelmeye yeni bir koşuyla karşılık vermek bir Müslüman için kendisine hayat kaynağı olacak yerden açıklanacaksa bu ayetler önemlidir. Ve bir müslümanın cihadında her işinde ona yol gösterirler. Nitekim Hoca için siyaset bir cihattı. Bizler onun ve onun şahsında İslam’ı dava edinmiş insanların post modern yöntemlerle sindirildiği, aşağılandığı bir döneme gözümüzü açtık. Ve o zaman bunun memleke4 • Mart - Nisan ‘11
tin geleceğini şekillendirecek bir dönem olduğunu anlayamazdık. Ama bugün yaşımız ve aklımız bâliğ olduğunda Erbakan Hoca’nın cenazesine katılan milyonların içinde bulduk kendimizi. Ve bir tabloya şahit olduk. Şunu sezmek için o atmosferi yaşamak yeterliydi: bu memleket tarihinin en mühim cenaze törenlerinden birini gerçekleştiriyordu. Ona düşmanlığıyla tanıdığımız ne kadar kurum, insan varsa bu cenazeye rağbet etmiş ve davasında onunla saf tutan insanların arasına katılmışlardı. Bu tarihe önemli bir kayıttı ve bize bir mesaj veriyordu. Bu mesajı iyi okumak ve bize vereceği dersleri iyi analiz etmek gerekiyor. Mesajın ne olduğuna gelince; tıpkı 28 Şubatın nelere gebe olduğunu görmek için yıllar geçmesi gerektiyse, bu mesajın ne olduğunu anlamak için de galiba biraz zamana ihtiyaç var. Belki 28 Şubatta olduğu kadar uzun sürmeyecek ama özetle: Sosyolojinin ‘çevre’ dediği insanların sindirilmiş, kenara kıyıya itilmiş hâldeyken özne olabileceklerini onlara gösteren bir adamı dâr-u bekaya uğurladığımızı bilmemiz gerekiyor. Cihat silâhlı mı olur yoksa başka türlü mü olur tartışmaları arasında ben siyaset değil cihat ediyorum diyen ve ilânihâye doğru olduğunu bildiği yolda ısrarla, hayır, sebatla yürüyen bir Müslüman’a helallik verdiğimizi bilmemiz gerekir. Yolu, yöntemi doğru bulunur ya da bulunmaz ama o yolu bir
hâyalden öteye bizzat yürüdüğü bir yola çeviren azme, projeye ve kararlılığa sahip bir ilim adamının namazını kıldığımızı bilmemiz gerekir. Hakkında aynı dini dava etmiş insanlar arasında bile çok çeşitli iddialar çıksa da dinin dogma olarak anıldığı, düşman edildiği kürsülerden; bu memleket özüne, İslam’a dönmeli ve rotasını İslam birliğine çevirmelidir diyebilen bir mücadele adamını yadettiğimizi bilmemiz gerekir. Teşrik-i mesaîde bulunduğu diğer siyasetçiler, parti liderleri adaletin anlamını unutmuşken adil bir düzenden bahseden bir fikir adamını mezarına teslim ettiğimizi bilmemiz gerekir. Fikirleri mezara sığmayacak; mücadelesi, kararlılığı davası olan bir müslümana şevk verecek; geride bıraktığı miras hâlâ bu memlekete şekil vermeye devam edecek. Bundan farklısını
Fikirleri mezara sığmayacak; mücadelesi, kararlılığı davası olan bir müslümana şevk verecek; geride bıraktığı miras hâlâ bu memlekete şekil vermeye devam edecek. Bundan farklısını görmek marifet midir bilinmez ama hatırasını hayırla yâd etmek vazifesiyle muvazzaf olduğumuz Necmettin Erbakan Hoca’ya Allah’tan rahmet diliyoruz.
görmek marifet midir bilinmez ama hatırasını hayırla yâd etmek vazifesiyle muvazzaf olduğumuz Necmettin Erbakan Hoca’ya Allah’tan rahmet diliyoruz. Genç Öncüler
Mart - Nisan ‘11 • 5
ÖLÜYORUZ, DEMEK Kİ YAŞANILACAK! Genç Öncüler Dergisi Yayın Yönetmeni Abdullah Muhsin Yıldız’ın Ölüyoruz Demek ki Yaşanılacak isimli tiyatronun öncesinde 5 Şubat’ta Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde yapmış olduğu konuşma:
28 Şubat sonrası dönemde Müslümanların kırılma noktası yaşadığı bir zaman diliminde kendilerini öncü olarak niteleyen bir grup genç büyük fedakârlıklarla genç öncüler hareketini sahiplendiler. Salıncak’tan Umran’a uzanan Umran Okulu projesinde Genç Öncüler ise liseli ve üniversiteli gençleri oluşturdular ve bu misyon içerisinde o zamandan bu yana pek çok genç öncü yetişti ve halen yetişmekteler. Bu gençler kitaba ve sünnete sımsıkı sarıldılar ve onların ışığında içinde bulundukları çağı yorumlamaya çalıştılar. Ayrıca zamanın Müslüman önderlerini kendileri için fikri bir zenginlik olarak kabul ettiler. Bu açıdan, Genç Öncüler Mehmet Akif’in Asımın Nesli idealine yakın bir gençlik olmak hedefine sahiptir. Asım, Akif’in çizdiği ideal bir gençlik prototipidir. Vatanını, milletini, değerlerini sevmektedir. Haksızlığa asla tahammülü yoktur. Haksızlığa karşı susmayan, haykıran bir gençtir Asım. Güçlüdür, ama gücünün temelini Allah ve Resulünün çizdiği 6 |Mart ‘11
yoldan alır. Kavgacıdır, ama onun kavgası bu yolun istikameti içindir. Bu bağlamda Genç Öncüler, meydanlarda hem ülkesinde hem dünyada Müslümanlara karşı yapılan zulümlere, haksızlıklara karşı çıktılar. Geceleri ise çıkıp sokakta kalan kardeşlerine kışın en soğuk gecelerinde çorba dağıttılar. Konferanslar düzenlediler, liseli ve üniversiteli gençleri fikir adamları ile buluşturdular, sorguladılar ve sorgulattılar. Gençlerin fikirlerini aktarabilmesi için kendilerini dile getirdiği, yetiştirdiği bir ortamda Genç Öncüler Dergisi’ni çıkardılar. Türkiye’de gençlerin çıkardığı ve halen çıkmakta olan en uzun soluklu gençlik dergisi olan genç öncüler Mart ayı itibariyle 9. yılına giriyor. Eğitimler, kamplar, şölenler, turnuvalar, sanatsal aktiviteler derken tiyatro. 2008 yılında kurulan Genç Öncüler Tiyatro Topluluğu toplum için sanat anlayışını benimsedi. Dolayısıyla tiyatroyu topluma mesaj vermede önemli bir araç olarak görüyorlar. Tiyatro ekibinin ilk oyunu olan Necip Fazıl’a ait Püf Noktası da mesaj kaygısı taşıyan bir gösteriydi. Bu oyun Bedir Afşin’in yönetmenliğinde 2009 ve 2010 yıllarında iki kez sergilendi. Bu gece ise topluluk ikinci oyunlarını sergileyecek. (Programla ilgili yazı etkinlik sayfasında)
G
enç Öncüler bulunduğu çağın içinde yaşanan zulümleri görmezden gelemez, onlara sessiz kalamaz. Tiyatro da işte gerçekleri hatırlatmanın, haykırmanın sanatsal bir aracıdır. Genç Öncüler, Mavi Marmara Tiyatrosuna da bu gözle baktı. Gazze’de yaşananlar bizlere uzak değildi ve gözlerimizin önünde ekranlardan yansıyordu. Ama gerek devletler ve gerekse halkları orada yaşanan zulümlere sessiz kalmışlardı. Dolayısıyla devletlerin bir şey yapamadığı, yapmadığı bir zamanda bir sivil toplum kuruluşu olan İHH öncülüğünde aktivistler gemilerle Gazze’ye doğru yol almıştı. Gece sabaha yaklaşırken insani yardım taşıyan bir gemiye bu kadar acımasızca saldıran bir ordunun devleti Gazze’de ne dehşetli kıyımlar yapmıştı. 9 Türk’ün şehit olduğu o gece aslında tarihin de akışını değiştirmişti. Dolmabahçe’de düzenlenen uluslararası bir konferansta bir Arap akademisyenin sözleri bu anlamda bizler için çok manidardır. “1949 Türkiye’nin Arap dünyasının kalbinden çıktığı bir tarihse, Mavi Marmara’da 9 Türk’ün canlarını verişi, Türkiye’nin tekrar Arap dünyasına muhteşem bir yolla dönüşünü simgelemektedir.” Çünkü 1949’da İsrail’i tanıyan ilk devletlerden olan Türkler, bu kez Arap kardeşleri için can vermişlerdi. Genç Öncüler olarak yaşanan olayın ardından ciddi bir şeylerin yapılması gerektiği görüşünde hem fikirdik. Bu amaçla Genç Öncüler Tiyatro Topluluğu, Mavi Marmara oyununu sahiplendiler ve desteklediler. Türk milleti
olarak geçmişte büyük acılar çektik, aynı şekilde diğer Müslüman kardeşlerimiz de öyle, çok büyük acılar çektiler. Ancak hafızalarımızı yeterince tazelemiyoruz. İsrail’in kurulduğundan beri yaptığı katliamları çok fazla hatırlamıyoruz. Ama İsrail’in Gazze’yi kuşatması ve masum sivilleri öldürmesi çok yeni bir olay ve halen utanç duvarının içindeki Gazze halkı dünyadan kopuk bir durumda yaşıyorlar. Üç kıtada adalet terazisini dolaştırmış bir milletin torunları olan bizler zalimin zulmünü seyredemedik ve yine bu misyonu üstlendik, bu uğurda dünyanın gözü önünde şehitler verdik. 2010’ların dünyasında bilgi ve enformasyon çağında yaşıyoruz. Dolayısıyla gözümüzün önünde yaşananları, kardeşlerimize yapılanları görmeme, duymama hakkına sahip değiliz. İşte Genç Öncüler Tiyatro Topluluğu aslında bir tarihi sorumluluğu üstlenmiş durumda. O yüzden hem topluluk, hem de birazdan sahnelenecek olan tiyatronun oyuncuları, yönetmeni ve senaristi en büyük övgüyü hak ediyorlar…
Mart ‘11 | 7
a
karantin
Tahsin Ay
O
nlarca yıllardır dikta rejimleriyle yönetilen Arap dünyası bugün iktidarlara karşı halk isyanlarına ve devrimlerine şahitlik etmektedir. Tunus’ta başlayan iktidara karşı isyan ve direniş zamanla Mısır, Libya, Yemen gibi aynı coğrafya ülkelerindeki uzun süren tek sesli, tek görüntülü rejimlere de yansıdı. Büyük güçler bölge ülkelerinde yıllardır yer altı zenginlikleri üzerinde veya stratejik önemleri dolayısıyla üstünlük mücadelesi veriyorlar. Fakat bundan sonraki süreçte pasif olan, bu mücadeleden haberdar olmayan, yalıtılmış, sindirilmiş, pastadan payını alamamış, yani nesne konumunda olan bölge halkları daha aktif olacaklardır. Yazımızda Arap dünyasındaki isyanlara, devrimlere ve geleceğe dair bir bakış açısı sunmaya çalışacağız. Öncelikle bugün Libya’da halen çatışmalar şeklinde süren, Tunus ve Mısır’da devrime dönüşen halk ayaklanmaları Ortadoğu coğrafyasına has olaylardır ve gerçekleşecek dönüşüm yine buraya has bir olgu olacaktır. Dolayısıyla Ortadoğu diye isimlendirilen coğrafyanın sınırlarını burada net bir şekilde belirtmek gerekiyor. Atlas Okyanusu’na kıyısı olan Fas’tan Akdeniz kıyısından itibaren İran’a kadar olan bölge ile Sudan, Anadolu ve Arabistan yarımadası literatürde Ortadoğu olarak tanımlanır. Bu yüzden sınırları çizilen bölge kendi içerisinde ortak tarihi birikimi olan ayrı bir dünyadır. Yani Fas’ta olan bir olay Suriye’nin dinamiklerini doğrudan etkiler. Bu bağlamda Tunus’ta meydana gelen halk hareketi aynı coğrafya içerisinde yer alan Yemen’e de, Suriye’ye de Fas’a da sıçramıştır. Eyleme kalkışan halklar tabii ki farklıdır, fakat bu devletlerde benzer bir siyasi şekillenme ve tarihi birikim vardır. Ama
8 • Mart - Nisan ‘11
altını çizmek gerekir ki, Türkiye ve İran güçlü devlet gelenekleriyle ve farklı tarihi birikimleriyle diğer devletlerden oldukça ayrılırlar. Bahsedilen ülkeler 1.Dünya Savaşı’na kadar Fas hariç bu bölgenin tamamına hakim olan iki büyük imparatorluğun, Osmanlı ve Kaçar, mirası üzerindedirler. Özellikle Türkiye emperyalist devletlere karşı ciddi bir savunma savaşı verip, kendi bağımsızlığını kazandığından iç siyaseti bölgedeki diğer devletlerden tamamen farklı şekillenmiştir. Demek istediğim Tunus’u müteakip başlayan hareketler bu iki ülkede karşılık bulmayacaktır. Bugün dikta rejimi olarak nitelendirilen iktidar şeklinin aslen Osmanlı ve Kaçar hanedanlıklarının yıkıldığı ve yerine ulus-devlet sisteminin inşa edildiği 1920li yıllarda verilmeye başlandığı görülür. Çünkü sadece iki imparatorluğun yöneti-
minde olan coğrafya irili ufaklı yeni ulus-devletçiklere bölündü, yani yeni merkezler kuruldu. Yüzyıllarca, daha fazla Anadolu ile etkileşim içersinde bulunmuş Halep yüzünü Şam’a, Fars coğrafyasıyla yakın ilişkileri olan Basra ise Bağdat’a çevirdi. Merkezden denetlenen bu devletler içerisinde yeni bürokrasi sınıfı da oluşturuldu ki bu da toplumdaki sınıf yapısını değiştirmiştir. Diğer bir değişen dinamik ise tarihi birikimlerdir. İmparatorluk mirasları, dolayısıyla İslam geçmişi, tarihi, siyaseti ve kültürüyle reddedilir. Bunun yerine İran’da Sasaniler, Mısır’da Firavun, Tunus’da ise Kartaca ve Hannibal dönemleri tarihi miras olarak alınır. Bu yüzden 1.Dünya Savaşı sonrası dönem Ortadoğu’nun siyasi olarak tamamen yeniden şekillendirildiği bir dönemdir. Ülkelerin birçoğu manda yönetimi altındadırlar ya da bir süre sonra bağımsızlıklarıMart - Nisan ‘11 • 9
Türkiye gibi dış politikada yaşamış olduğu kimlik krizini atlatan ve bölgede daha etkin hale gelen bir ülkenin gençleri kendini dünyanın her yerindeki Müslümanlardan sorumlu hissetmelidir. Üç yüzyılı aşkın bir süredir, batılı güçler İslam coğrafyasında planlar yapmaktalar, peki bizlerin de artık silkinip kendi coğrafyamızın geleceğini tayin edebilme zamanımız gelmedi mi!
10 • Mart - Nisan ‘11
nı kazansalar da, bu eğer söz konusu Mısır gibi stratejik bölgeyse limitli bir bağımsızlık olacak ya da tamamen olsa da bu kez de uluslararası sistemin büyük güçleri olan İngiltere ve Fransa’nın nüfuzu altında kalacaklardır. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ise bu iki devlet zamanla resimden çekilecek yerini ABD ve Sovyetler alacaktır. Bahsetmiş olduğumuz gibi 1.Dünya Savaşı’nın hemen ertesi Ortadoğu coğrafyası için büyük bir değişim demekti. Yeni düzende Fransa ve İngiltere bölge ülkelerinin neredeyse tamamı üzerinde doğrudan ya da dolaylı olarak nüfuz sahibiydiler. Fakat 1950’lerde askeri darbelerle önceki dönemin devamını simgeleyen hükümetler iktidardan indirildi. Bu da iktidar biçiminin değişimine ve bu yüzden uluslararası sistemin iki süper gücü ABD ve SSCB’nin farklı bir nüfuz kurguladığını simgeliyordu. Halkların elinde bir güç olmadığından yönetimde söz sahibi olamıyorlardı, yani bugün düşündüğümüz manada demokratik seçimler ya da sermayenin bir kısmını elinde tutan bir burjuva sınıfı gibi gruplar yoktu. Osmanlı döneminden kalan yönetici seçkin aileler veya yönetimde söz sahibi olabilecek yerel otoritelerin iktidarları da sonlandırıldı. Tek güç sahibi askerler oldu ve dış güçler tarafından da destekleniyorlardı. Mısır’ı ele alırsak, Cemal Abdül-Nasır 1952’de bir Hür Subaylar darbesine liderlik etmişti. Gençti, dinamikti ve ülkesinin geleceğine dair büyük sözler söylemeye başlamıştı. Nasır söylevleriyle Ortadoğu coğrafyasında Arap milliyetçiliğine yeni bir boyut kazandırdı. 1956’daki Süveyş Krizi’nden bir Arap kahramanı olarak çıktı. Bu krizin sonucunda ABD ve Sovyetler’in müdahalesiy-
le eski sömürgeci devletler Fransız ve İngilizlere karşı siyasi bir zafer kazanmıştı. Süveyş Kanalı’yla beraber pek çok kurumu devletleştirirken, diğer yandan da küçük bir burjuvazi sınıfını destekliyordu. Nasır’ın Suriye ve Irak ile Birleşik Arap Cumhuriyeti projesi suya düşmüş, 1967’de İsrail’e karşı utandırıcı bir mağlubiyet alınca Arap milliyetçiliği de kendisiyle beraber yok olmuştu. Mısır örneğinde görüldüğü üzere askerler dikta rejimleri kurarak, ülkenin kontrolünü tamamen ellerinde tutuyorlardı. Aynı dönemde Tunus’ta Habib Bourguiba 1956’da bağımsız Tunus’un ilk lideri oluyordu. O da tıpkı Nasır gibi milliyetçilik söylemlerinin yanı sıra, Fransa’da almış olduğu eğitimin de etkisiyle toplumu sekülerleştirecek projelere girişmiştir. Libya’da bölgeye özgü dini tarikatından olan ibn Sunusi iktidarının sona ermesi de yine bir genç subay olan Muammer el-Kaddafi tarafından 1967 yılında gerçekleşti. Mısır’da 1970’de Nasır’ın yerine gelen Enver Sedat ise tersine özelleştirmelere ağırlık vermiştir. 1973’te İsrail’e karşı alınan yenilginin şokuyla da barış yapma teşebbüsünde bulunmuştur. 1978’de Camp David’de barış anlaşmasını imzalayan Sedat, Mısır’a İsrail’le ilk barış yapan ülke namını kazandırmıştır. 1980’de bir suikaste kurban gitmesinin ardından Hüsnü Mübarek iktidara gelmiş ve batı ülkeleriyle iyi ilişkiler kurduğu bilinen Mübarek 2011’deki halk devrimine kadar 31 yıl iktidarda kalmıştır. Tunus’da ise Bourguiba ölene değin, yani 1987 yılına kadar iktidarda kalmıştır. Ardından gelen Zeynel bin el-Abidin de o tarihten 2011’deki halk devrimine kadar 24 yıl iktidar koltuğunda oturmuştur. Albay Muam-
mer Kaddafi ise büyük ayaklanmalara rağmen 44 yıllık saltanatına devam etmektedir. Bu yüzden bahsedilen ülkelerde yıllardır toplumun küçük bir sınıfı gelirin çok büyük payına sahiptir. Toplumsal gelir dağılımının son derece adaletsiz oluşuyla beraber yüksek işsizlik oranlarının isyanları tetiklediği iddia edilebilir. Bu ülkelerde yaşayan insanların 2010larda iletişim araçlarının daha yaygın ve gelişmiş olduğu bir zaman diliminde Akdeniz’in diğer kıyısındaki müreffeh hayatı biliyor ve görüyor olması en azından yeni kuşaklar için canlarını tehlikeye atmalarına yol açtığı söylenebilir. Ayaklanmalarda ABD’nin desteğinin olduğunu iddia edenler, Soros devrimlerinin bir devamı olduğunu söyleyenler ve ılımlı İslam’ın bölgede yer edineceğini konuşanlar olabilir. Fakat Müslümanlar açısından anlatılan rejimlerin bu zamana kadar neler yaptıklarını bilmek ve bundan sonraki süreçte neler olabileceğini kestirmek önemlidir. Demek istediğim, bu diktatoryal rejimler İslami hareketlerin gelişmesine izin vermediği gibi, onları bitirebilmek için elinden geleni yaptılar. Mısır’da Nasır’ın Müslüman Kardeşler hareketine vurduğu darbeyi, 1990larda Cezayir’de FIS’e yapılanları veya devrik lider Saddam’ın Irak’ta Şiilere, Kürtlere yaptıkları, Filistinlilere başta Ürdün olmak üzere diğer devletlerin yaptığı kıyımlar unutulmamalı. Bunlar ilk düşünüldüğünde akla gelen örnekler ve bunların hepsini batılı devletler de desteklediler, işin bu boyutu da göz ardı edilmemeli. Bu yüzden yeni düzen ne olacaksa olsun bu diktatörlüklerin yıkılması gerekiyordu. Özgür ortam her zaman, baskı or-
tamına nazaran daha iyidir, çünkü ancak bu ortamda özgür düşünce üretilebilir. İslam tarihinde de düşünce Mekke’nin çatışma ve baskı ortamında değil, Medine’de üretilmeye başlanmıştır. Bir diğer çarpıcı örneğe bakarsak, Soğuk Savaş döneminde sosyalizm şemsiyesi altında olan Bulgaristan Müslümanlarını ve liberal kuşaktaki Yunanistan Müslümanlarını örnek olarak aldığımızda yukarıdaki tespitim anlam kazanacaktır. Yunanistan’daki Müslümanlar kimliklerini ve değerlerini Bulgar Müslümanlara göre daha ziyadesiyle korumuşlardır. Arnavutluk gibi yüksek oranda Müslüman nüfusa sahip olan bir ülke 1960 yılında kendini dünyanın ilk ateist devleti ilan etmiştir. Çin ile yakın ilişkiler geliştiren Çin’in kültürel devrimini ülkesinde uygulamak isteyen Arnavut diktatör Enver Hoca’dan dersler çıkarılması gerekir. Bir de içeriye dönüp kendimize baktığımızda 28 Şubat döneminde mi daha özgür bir ortama sahiptik, yoksa bugün mü sahibiz? Özgür ortamda yolunu değiştirenler var ise de bu onların fıtratındandır diyebiliriz. Öte yandan, Bosna ve Kosova’ya ABD müdahale etmeseydi daha mı iyi olacaktı, devrimlerin ardında ABD’nin parmağı var diyenlere. Bu doğrultuda bazen bizim gücümüz yetmediğin-
de sistemin büyük güçlerinin müdahaleleri veya planları Müslümanların lehine olabilmektedir. Aksi taktirde Sırplar Bosna’da tek Müslüman bırakmayacaktı, Kosova’nın Arnavut halkı ise Sırpların boyunduruğu altında ezilmeye devam edecekti. Eğer iddia ediliyorsa olayların ardında başka güçler var diye, Amerikalıların veya Avrupalıların bu kadar önem verdiği, üzerinde planlar yaptığı bir coğrafyaya niye biz önem vermiyoruz diye sormak isterim. Yazımda Ortadoğu coğrafyasını tanımladım ve buranın tarihi mirasına dair bilgiler verdim. 1.Dünya Savaşı’nın hemen ardından kurulan yeni düzeni ve 1950lerde kurulan askeri diktatörlüklere değinerek dikta rejimlerinin ne zaman ve nasıl şartlarda kurulduğuna değinmeye çalıştım. Devamında ise devrimlerin ve ayaklanmaların Müslüman’lar için bundan sonraki dönemde ne getireceğine dair kısaca öngörümden bahsettim. Tüm bu anlatılanlar doğrultusunda Türkiye gibi dış politikada yaşamış olduğu kimlik krizini atlatan ve bölgede daha etkin hale gelen bir ülkenin gençleri kendini dünyanın her yerindeki Müslümanlardan sorumlu hissetmelidir. Üç yüzyılı aşkın bir süredir, batılı güçler İslam coğrafyasında planlar yapmaktalar, peki bizlerin de artık silkinip kendi coğrafyamızın geleceğini tayin edebilme zamanımız gelmedi mi! Devrimler ve ayaklanmalarla beraber Türkiye’nin ve Türk halkının ve özelikle gençlerinin kim ne derse desin sorumluluğu büyük oranda artmıştır. O yüzden bizim coğrafyamızda birileri plan kuruyorsa, biz de her şeyden haberdar olmalıyız.
Mart - Nisan ‘11 • 11
12 • Mart - Nisan ‘11
Mart - Nisan ‘11 • 13
A
çık konuşmak gerekirse çok yazıldı çizildi Or- tek veriyor da bizim hiç tedirginleşmememiz mi getadoğu ve Arap ülkeleri üzerine… O kadar re- rekiyor? Tabiî ki de tedirgin olacağız, ama iyi okuyazaletler döküldü ki ortaya, resmi güzel çizen- rak meseleyi. Gelin tedirgin olan arkadaşların ellerinden geldikleri kadar tedirgin olmaler bile “rezalet aşıkları’nın” gerçeklilarını biraz açayım size; diyorlar ki:. ğin üzerine döktükleri kara boyaları Önümüzü görelim lüt“Dünya yeni bir sömürü düzenine gine kadar fırça sallasa da tam anlamıyfen dünya değişti ve bu riyor. Önceden Müslüman halklar dikla kapayamadı. Bir hocaefendi misatayla yönetiliyordu. Bu bazı ülkelerlen ta yıllar önceden tilki ve aslan hideğişim sonucu bizler, de tek bir diktatörlükle bazı ülkelerkayesiyle attı büyük bir kara boya. Kuartık söz sahibi olmade de kurumlar diktatörlüğüyle yönedüs meselesi için az da olsa uğraş vermek isteyenlere tilkisin sen senin ne ya başlıyoruz. Yıllar yılı tiliyordu; Ordu, Danıştay, AYM, Yargıtay, sömürü kuklası siyasilerin partileri haddine dedi. Neyse çok kara lekelerdökülen kanların, veri- vs. Ama artık süper güçler bir değişikle boyandık biz Hakikatler. Gel gör ki en çok da bizden dememiz gereken len mücadelelerin, acı- lik yaptılar. Demokrasiyle veya halkı mutluluk ve rahatlık sarhoşluğuna soarkadaşlar atıyorlar üstümüze boya. ların, sabırların, saf ve karak rehavete kapılmalarını sağlayaYeni bir boya peydah etti şimdilerde cak sömürü değişimiydi bu. Bu Türkiöyle böyle değil hani, ne kazınabiliyor temiz öğretilerin, kenye de AKP yönetimiyle başladı ve tüm hakikatin üstünden ne üstüne boya dinden geçmelerin, Rab- ülkelere sıçrayabilir. Bu yüzden kuklakabul ediyor. Nasıl bir kimya bozukluğuyla kusulmuşsa? be adanmaların bir nihai larını ağabeyleri, tekmelemeleri gerekiyordu. Onun için Tunuslu bir genci Yok bu devrimler Amerika’nın mükafatı/fırsatı değil mi parayla tuttular ve kendini yaktırdılar ve İsrail’in oyunu, düğmeye basıldı türlü desteklerle devrimi yaptılar ve Tunus’ta başladı, Muhammed Bouabu gelişmeler? arkası da geliyor.” zizi CIA ajanı, ‘hem bak AB ve ABD Bu mu sizin tedirginliğinizin sodestek veriyor işte!’ Bu söylemlenucu! Bu lafların “Iyy Araplara bak re karşı bazı eleştiriler; “Vay arkadaş yemeklerini elleriyle yiyorlar” cahillineymiş bu Amerika neymiş bu İsrağinden ne farkı var. Sosyete cahilleil?”. Vietnam da gördük Amerika’nın ri gibi yaşamlarınız bari konuşmalarınıza, yadüştüğü halleri, Afganistan’da ve Irak’taki zılarınıza dökülmesin. Hüsnü Mübarek’e istehallerini de. İsrail’i daha yeni seyrettik; silahdiğini yaptıramıyor muydu babaları! Refah kasız bir gemiyi eline geçirme operasyonunu da pısını mı kapattıramıyordu yoksa ya da yardıki bu devlet teknolojide herkesi elinde tutuma gelen bir avuç Müslüman’ı mı taşlattıramıyoryordu ya, bir düğmeye bassa kendi uçakladu ya da ülkesinde ki tehdit unsurlarını mı öldürtemirımızla bizi vururdu ya… “Haşa Allah mı bu yordu? Zeynelabidin’e ülkesinde sokakta bile başörtüAmerika!”. Eleştirilere saygı duymakla birliklü dolaşan bayan olmasın sözünü mü dinlettiremite eleştirilerin yönünün yanlış tarafa veya yordu? Bu adamlar Müslümanların canına okutam manasıyla doğru tarafa olmadığı kanayordu işte kanlarını içiyordu 3 öğün günde. Yahu atindeyim. Bir gün Amerika yıkılsa hani yıbunlar adam akıllı adamlardı. Gayette iyi gidiyorkanlar da Müslümanlar olsa “abi vardır işin lardı hayrola! içinde bir iş, kesin bak bu Amerika’nın Önümüzü görelim lütfen dünya değişti bir oyunudur” diyen bir zihniyete Bave bu değişim sonucu bizler, artık söz satıyı bu kadar gözünde büyütmesihibi olmaya başlıyoruz. Yıllar yılı döküne değil de sadece, asıl kendini bu len kanların, verilen mücadelelerin, kadar alçaltmasına kızın/üzülün.. acıların, sabırların, saf ve temiz öğreBiz Müslümanlar hiçbir iş yapatilerin, kendinden geçmelerin, Rabbe maz da kalmıştık değil mi? Peki adanmaların bir nihai mükafatı/fırsatı söylüyorum size ABD ve AB değil mi bu gelişmeler? ülkeleri bu devrimlere des14 • Mart - Nisan ‘11
Basından Yansıyanlar Usame Sarıyaşar Mısırlı bir eylemci: Biz bu rejimden, Mübarek’ten herhangi bir düzenleme beklemiyoruz. Mübarek’in gitmesini istiyoruz. Bu rejim tamamen gitmelidir. Biz Ömer Süleyman’a da güvenmiyoruz. O da rejimin bir parçasıdır… Biz eğer buradan eve dönsek rejim bizden intikam alacak. Yaser El Zeatire: Bugün Mısırlılar kendilerini ve beraberlerinde bizleri kurtarmak için sokaklara dökülüyor. Bu da Allah’tan sonra kapıyı açan Tunus sayesinde. Fakat Mısır kapısı daha önemli. Bu kapı kanalıyla hepimiz özgürlük ve onura doğru yol alacağız. Mısırlılar rejimi değiştirmekte başarılı olursa başka domino taşları birbiri ardına düşmeye hazır olacak. Bu yaşandığında ümmet başta Siyonistler ve Amerikalılar olmak üzere düşmanlarıyla çekişmelerinde farklı bir konum alacak. İran bundan sonra Arap şartlarına siyasi ve mezhepçi temelde meydan okuyamayacak. Diyalog iki taraf arasındaki sorunların çözümünün yolu olacak.(Ürdün gazetesi El Düstur, 31 Ocak 2011) Ulusal Değişim Hareketi liderlerinden George İshak: Muhalefet, temel esaslarda ittifaka vardı. Bunlardan asla taviz verilmeyecek. Bu esaslar, Hüsnü Mübarek’in istifası, ülkedeki tüm siyasi güçlerin katılacağı ulusal birlik hükümeti kurulması, Meclis’in feshedilmesi. Bu isteklerimiz yerine geldikten sonra bizim de bir gö-
rüşümüz olacak. Esasında bu talepler, devrimi yapan gençlerin talepleri. Biz ise onları destekliyoruz. Biz, onları temsil etmiyoruz. Gençler ne isterse biz de onları yapacağız. Tayyip Erdoğan: Buradan Mısır Devlet Başkanı Sayın Hüsnü Mübarek’e çok samimi bir tavsiyede, çok içten bir uyarıda bulunmak istiyorum; bizler insanız, bizler faniyiz, kalıcı değiliz. Her birimiz ölecek ve geride bıraktıklarımızdan dolayı sorgulanacağız. Müslümanlar olarak hepimizin gideceği yer iki metreküp çukurdur. Hepimiz gelip geçiciyiz, baki olan gök kubbe altında hoş bir seda bırakmaktır, saygıyla anılmaktır, rahmetle yad edilmektir. Bizler halk için varız, halkımız için bu görevleri yapıyoruz. Onun için diyorum ki, yarın öldüğümüzde hoca efendi gelip şunu söylemeyecek: Cumhurbaşkanı niyetine demeyecek, devlet başkanı niyetine demeyecek, başbakan niyetine demeyecek, bakan niyetine demeyecek, trilyarderlere sesleniyorum, trilyarderler niyetine demeyecek. Ya? Er kişi niyetine diyecek, hatun kişi niyetine diyecek. Seninle beraber gelen sadece kefen olacak, başka bir şey gelmeyecek. Öyleyse, o kefenin kadrü kıymetini bilelim, hem vicdanımızın sesine, hem de halkımız sesine, onların ya hayır duasına veya bedduasına hazır olalım. Onun için diyorum ki, halkın haykırışına, son derece insani taleplerine kulak verin, kulak verelim. Halktan gelen deği-
şim arzusunu hiç tereddüt etmeden karşılayın. Ahmet Taşgetiren: Henüz her şey dört dörtlük gerçekleşmiş değil. Ama su yatağını arıyor, geç kalmış bir arayış bu, dileyelim su doğru mecralar bulsun ve sıhhatli doğumlar olsun….. Yoksulluk ve yolsuzlukta bıçak kemiğe dayandığı için, diktatörler bütün çirkinlikleriyle ortaya çıktıkları için, iletişim dünyası, gerçekleri, en sade insanın gözüne, kulağına, kalbine kadar ulaştırabildiği için ve dünyada halk hareketleri ile zorbaların çöküşünün örnekleri sade insanlara gücünü hatırlattığı için... İslam ülkeleri patlamaya başladı. Hakan Akbayrak: Tunus, Yemen, Mısır’daki ayaklanmaları sadece yoksullukla isyanla izah etmek yanlış. Sadece demokrasi talebiyle izah etmek de yanlış. İkisi de var. Ve bir şey daha: Kendi kendilerini ululayıp duran, düpedüz ilahlık taslayan, halkın kendilerine kulluk etmesini isteyen ve kula kullukta zafiyet gösterenleri itip kakan kibirli idarecilerin fiyakalarına tükürerek insanlık haysiyet ve şerefini kurtarma azmi... Devrim gündeminin hülasası Mısır sokaklarından yükselen şu sloganda: “Hürriyet, Ekmek, Haysiyet”. Çeşitli ülkelerden önde gelenler ne dedi İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi: Mısır, Mübarek gibi bir devlet başkanını bırakmadan daha demokratik bir sisteme doğru geçiş ya-
pabilir. O, Batı’da ve ABD’de tüm Ortadoğu için referans noktası ve en akil adam olarak değerlendiriliyor Suudi Arabistan Baş müftüsü Şeyh Abdülaziz El Şeyh: (Mısır’da Mübarek karşıtı gösterileri eleştirerek,) Bunlar İslam düşmanlarının istikrarsızlık yayma planıdır, bu kaosun nedeni İslam’ın düşmanları ve onların takipçileridir. İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres: Mübarek’e her zaman büyük saygı besledik ve bu devam edecek… Yaptığı her şey doğru değildi. Ancak yaptığı bir şeyden dolayı ona minnettarız. O Ortadoğu’daki barışın arabulucusu. İran Dışişleri Bakanı Ramin Mehmanparast: Bölgenin yeni bir şekle girdiği ve gelişmelerin yaşandığı günlerde, biz daha İslamcı, güçlü ve Siyonist işgalcilere karşı duran bir Ortadoğu görmeyi umuyoruz. Suudi Arabistan Kralı Abdullah: Hiçbir Arap veya Müslüman, ifade özgürlüğü adı altında Mısır’a sızanların, Arap dünyasının veya Mısır’ın güvenliği ve istikrarına müdahale etmesine göz yumamaz Ömer Süleyman: Rejim de sona ermeyecek, Mübarek de derhal görevini bırakmayacak.
Mart - Nisan ‘11 • 15
islam cografyas›ndan
LiBYA
“Yo, evlât, yo, bunun için artık çok geç. İngilizlere gelince, onlar Mısır halkına da ışık tutabilecek bir bağımsızlık kavgasının Libya’da zaferle bitmesine asla göz yummak istemezler..” diyordu şehîd Ömer Muhtar, cihad meydanında Muhammed Esed’in, kendisinin Mısır’daki Sireneykalı mültecileri toplayıp daha etkili bir kuvvet oluşturması önerisine, bundan seksen yıl önce. 1931 yılında Ömer Muhtar’la Muhammed Esed arasında geçen bu konuşmada Mısır halkının İngilizlere karşı bağımsızlığına ışık tutabilecek olan Libya, seksen yıl sonra bugün Mısır’dan gelen ışıkla ayakta. Geçmişte de birçok zorba güce karşı sabırla mücadele vermiş olan Libya, kıyamın, sabrın, sebatın tarihi aslında…
Hatice İNCEKARA
LİBYA TARİHİ Kuzeyden Akdeniz, doğudan Mısır, güneydoğudan Sudan, güneyden Çad ve Nijerya, batıdan Cezayir ve Tunus ile çevrili olan Kuzey Afrika ülkesi Libya, Hz. Osman döneminde fethedilerek İslâm devletinin topraklarına katıldı ve İfrikiyye eyaletine bağlandı. 800 yılına kadar hilafete bağlı olan Libya, bu tarihten sonra farklı hakimiyetler altına girdiyse de, 16. yüzyılda Bingazi ve Trablus’un fethedilmesiyle Osmanlıların eline geçti ve İtalyan işgaline kadar Osmanlıların verdiği eyalet statüsüyle devam etti.
İtalyan işgali Emperyalist güçlerin Tunus ve Mısır’ı işgalinden sonra Kuzey Afrika’da Osmanlı yönetimine bağlı bir tek ülke kalır: “Libya”. Kızıldeniz sahilleri dışında Kuzey Afrika’daki Osmanlı ülkelerinden birini eline geçirmeye büyük önem veren İtalya, Fransa’nın Tunus’u işgal etmesi (1881), İngiltere’nin de Mısır’a yerleşmesinden (1882) sonra Trablusgarp ve Bingazi üzerine çalışmalarını yoğunlaştırır. Dışarıdan İngiltere, Fransa ve Rusya ile imzaladığı anlaşmalarla Trablus’u işgal etmekte serbest olma hakkını elde ederken içerde de okullar açıp, yerlilerden toprak satın almaya çalışır. 28 Eylül 1911’de Babıâli’ye yirmi dört saat ültimatom vererek Trab16 • Mart - Nisan ‘11
lusgarp ve Bingazideki menfaatleri zarar gördüğü için buraları işgal edeceğini bildirir ve aradaki kuvvetlerin boşaltılmasını ister. Ertesi gün Osmanlı’dan beklediği cevap gelmeyince Libya’nın sahil şehirlerini bombalayarak savaşı başlatır ve 4 Ekim 1911’de Libya’yı işgal eder. İtalyan işgalciler kıyı bölgeleri ellerine geçirirlerse de, iç bölgelerde şiddetli bir direnişle karşılaştıklarından buralarda ilerleyemezler. Bu direnişte, o zamanlar Libya’da yaygın olan Senûsîlerin önemli etkinlikleri olur. Senûsî tarikatının mensupları, Osmanlı Paşası Fuad Paşa’yla işbirliği yaparak işgalci kuvvetlere karşı direnirler. İtalyanların Mağlup edemediği Fuad Paşa, Mondros Anlaşması gereğince 1919’da Bab-ı Ali’nin emriyle Libya’dan çekilmek zorunda kalır. Ancak Senûsîler müca-
KADDAFİ’DEN İNCİLER delelerini, on yılı adını tarihe altın harflerle yazdırmış, deha sayılabilecek bir askerî ve siyasî yeteneğe, üstün bir ahlâk ve sağlam bir iradeye sahip, Libya cihadının öncüsü ve sembolü Ömer Muhtar genel komutanlığında, 30 yıl boyunca, İtalyan güçlerine büyük kayıplar verdirerek, yılmadan sürdürürler. Libya’nın tamamı ancak Mussolini döneminde ve uzun süren askeri operasyonlar sonunda İtalya’ya bağlanabilir. II. Dünya Savaşı sırasında, Ocak 1943’te Libya Müttefik kuvvetler tarafından ele geçirilince, İtalyanlar Libya topraklarından çıkarılır. Bundan sonra Trablusgarp ve Bingazi bölgeleri İngilizlerin, Fizan Bölgesi de Fransızların idaresine geçer. Öte yandan Senûsî emirlerinden ve bir dönem cihad genel komutanı olan İdris es-Senûsî Libya Halkını yeniden bağımsızlık mücadelesine çağırır ve bu mücadeleyi organize etmeye başlar. 24 Aralık 1951’de de Libya’nın bağımsızlığını ilan eder. BM 1 Ocak 1952’den itibaren Libya’nın bağımsızlığını kabul eder. İdris es-Senûsî’nin idaresi 1 Eylül 1969’a kadar devam eder. Bu tarihte şimdiki devlet başkanı Muammer el-Kaddafi’nin öncülüğünde gerçekleştirilen askerî darbeyle Senûsîlerin idaresi sona erer.
KADDAFİ DÖNEMİ Arap dünyasındaki yöneticilerin çoğu koltuğa oturduklarında artık onu kendilerine tapuladıklarına inanıyorlar. Bu yüzden onları oradan ancak ya ölüm, ya başarılı bir darbe ya da halk isyanı ayırabiliyor. Birçok Arap ülkesi gibi siyasî hürriyetlerin tamamen rafa kaldırıldığı, yönetimin dayattığı siyasi düşünceye muhalefet edenlerin kendilerini zindanlarda buldukları ülkelerden biri olan Libya, kırk iki yıldır Muammer el-Kaddafi’nin demir yumruğuyla yönetiliyor. Asıl adı Muammer el-Kazzafi ( “kazzafi”, çok atanlara mensup, çok atanlar ailesinden gelme gibi anlamlara gelir) olan Libya lideri Kad-
dafi, dünya kamuoyunda kaçık kişiliğiyle ve dengesiz tavırlarıyla biliniyor. Dünyada kendinden en çok söz ettiren devlet başkanlarından olan Kaddafi’nin herkesi şaşırtan garip sözleri ve siyasi gelişmeler karşısında gösterdiği ilginç tavırlarından dolayı onu yakından tanıyanlar bile akıllı mı yoksa deli mi olduğu hakkında hüküm vermekte tereddüt ediyorlar. Geçtiğimiz günlerde Libya televizyonuna telefonla bağlanarak, göstericileri örgütleyenin ve Libya’da yaşananların tek sorumlusunun El Kaide olduğunu, Amerika’nın da bu insanların peşinde olduğunu söyledikten sonra yaşanan olayların ardında ABD var demesi Kaddafi’nin kişiliğine ve tutarsızlığına sadece bir örnek. Tunus’ta başlayıp, Mısır’a sıçrayan, oradan da Libya’ya ulaşan özgürlük ateşini uçaklardan sivillere yağdırdığı bombalarla söndürmeye çalışan, yaptığı açıklamalarda “erkek olan masumlara karşı silah kullanmaz” diyen Kaddafi 1 Eylül 1969’da darbeyle geldiği günden beri halka zulmediyor. Kaddafi’nin marifetleri Kaddafi, darbenin ilk yıllarında biraz arka planda kalarak hükümeti başkalarına kurdurmuştu. Ancak ihtilal sırasında yüzbaşı olan Kaddafi rütbesini hızla albaylığa yükselterek ön plana geçti ve yönetimin bütün dizginlerini eline aldı. İlk yıllarda kendisini Libya halkına kabul ettirebilmek için iyi bir İslâm savunucusu olarak göstermeye çalışıyor ve İslâm’ın kişisel gelişmesindeki rolünden sık sık söz ediyordu. Ancak çok geçmeden asıl kimliğini ortaya çıkardı. İşe önce Libyalılar arasında yaygın olan ve bir tasavvuf hareketinden ziyade bir ıslahat hareketi olarak görülebilecek Senûsî tarikatını din dışı ilan etmekle ve bu tarikatın ileri gelenlerini bir bir sahneden silmekle başladı. Libya’daki Müslüman Kardeşler Cemaati’nin mensuplarını karşı devrimcilikle suçlayarak dağıttı. İlim adamlarını gericilikle suçlayarak hepsini susturdu. İnsanın İslâm’ı doğrudan
Benden uzun süre iktidarda olanlar var. Meselâ, İngiltere Kraliçesi Elizabeth benden uzun süredir iktidarda ve başına bir şey gelmedi. Erkek olan masumlara karşı silah kullanmaz. Bu acıları yaşayan ve ölen dört sivillerin ailelerine başsağlığı diliyorum. Bin Ladin’in bunların ailelerine tazminat verip vermeyeceğini bilmiyorum. Benim ardımda kim var, halk var. Peki, onların ardında kim var, yabancılar var. Barış üzerinize olsun.
Mart - Nisan ‘11 • 17
Kur’an’dan öğrenmesi gerektiğini ileri sürerek hadisleri sıkı sıkıya takip etmenin insanı şirke bile götürebileceğini iddia etti. Geçmiş ilim adamlarının yazdığı eserlerin insanların İslâm’ı asıl kaynaktan öğrenmelerine engel teşkil ettiğini ileri sürerek büyük miktarda ilmî eseri imha etti. 1984’ün Ramazan ayında İslâmi Hareket mensubu pek çok kimseyi insanların gözleri önünde idam ettirdi. İdamlar tam iftar saatinde gerçekleştirildi ve televizyondan da canlı olarak gösterildi. 1986’da başlattığı bir kampanyayla çok sayıda dindar genci devrim karşıtı çalışmalar yürütmekle suçlayarak tutuklattı. Ülkede başörtülü hanımların sayısının arttığını görünce, kadın erkek eşitliği düşüncesinden yola çıkarak kadınlara da askerlik yapma mecburiyeti getirdi. Askere alınan hanımları da başlarını açmaya ve askeri üniforma giymeye zorladı. Siyasi hayatında zerre kadar istikrar olmayan Kaddafi, 1993 Haziranında kendisinin teçhiz ettiği bir grup hacıyı Kudüs’e gönderdi. Resmiyet kazandırdığı ve devlet adına organize ettiği bu ziyaretle İsrail zulmünün Kudüs üzerindeki işgalini zımnen kabullenirken, 1995 yılında Arafat’ın Siyonist işgal yönetimiyle anlaşma yapmasını protesto etmek amacıyla çok sayıda Filistinliyi sınır dışı ederek, zavallı insanlara soğukta, aç, muhtaç şekilde kan kusturdu. Bütün dünyanın kendisini yalnız bıraktığı ambargo döneminde kendisine yardımcı olan Sudan’la ilişkilerini, İslâmi Hareket mensuplarına yardımcı olduğu iddiasıyla bozdu. Tutumlarında inatçılığın, sertliğin ve sinirliliğin damgasını vurduğu bir şahsiyet olan Kaddafi, geçmişte uyguladığı zulümleri bugün de devam ettiriyor ama nüfusun yüzde 52 sini oluşturan 25 yaş altı gençler, babalarının 40 yıl boyunca maruz kaldığı aşağılanmayı artık kabullenmiyor. 18 • Mart - Nisan ‘11
LİBYA KIYAMI Tunus’ta bir gencin kendisini yakmasıyla başlayan, özgürlük, adalet ve irade kıyamı bölge ülkelerine yayılıp ağır bedellerle diktatörleri devirirken en ağır bedeli Libya ödüyor. Dünya Müslüman Alimler Birliği Başkanı Allame El Karadavi’nin hakkında ölüm fetvası verdiği Kaddafi kendi halkına soykırım uyguluyor. Halkın senelerdir bitmeyen zulme verdiği tepkiyi, gerek dikta rejiminin başat gücü “Devrim Komiteleri” gerek parayla tutulan profesyonel “ölüm mangaları”yla bastırmaya çalışan Kaddafi işi katliama dönüştürdü ve ayaklanmanın başladığı 17 Şubat’tan 26 Şubat’a kadar yaklaşık 5 bin masumun canına kıydı. Uçaklardan atılan bombalar, savaş alanına dönen sokaklar, kurşuna dizilmiş insanlar ve halka ateş açmayı reddettiği için diri diri yakılan askerlerle direnişi bitirebileceğini zanneden Kaddafi, bu cürümleri işlerken, kendisine yaraşır şekilde hiç utanmadan, Libya’da otoritenin sahibinin halk olduğunu ve halkın kendi sorunlarını istedikleri gibi çözebileceklerini söyleyebildi. Ülkenin doğusundaki Bingazi şehrinden başlayan ve tüm ülkeye yayılan Libya Kıyamı karşısında tehditler savuran Kaddafi ve ailesini ibretle izlerken, Ömer Muhtar’ın Libya’yı işgal eden faşist İtalyan devletinin zalim generali Graziani hakkında söylediği “Şayet Bingazi’den Cebeliahdar’a doğru gürleyen bir aslan sesi işitirseniz sakın korkmayın. Zira olaylar ve zafer dolu günler, size aslan kürkü içinde yatan bir eşeğin olduğunu göstermiştir” sözünü hatırlıyor ve Rabbimiz’den Libya Kıyamını muvaffak kılmasını diliyoruz. Kaynakça • Ömer Muhtar, Osman Arpaçukuru, İlke Yayıncılık • Ömer Muhtar, Prof. Dr. Ahmet Ağırakça, Beyan Yayınları • Mekke’ye giden Yol, Muhammed Esed,İnsan Yayınları • www.vahdet.com.tr (19 şubat 2011 ) • www.timeturk.com.tr (Libya’da neler oluyor?..Analiz,Süleyman Şahintürk / Libya isyanı batıdan neden destek göremedi?, Abdulbari Atwan,22 Şubat 2011) • www.haksozhaber.net (17 Şubat-2 Mart 2011)
ÖMER MUHTAR’A DAİR BİR YAZI Hatice İNCEKARA Libya’daki cihadın öncüsü ve sembolü Ömer Muhtar, 1882 yılında Barka sınırları içinde kalan Defne bölgesinde doğdu. Küçük yaşlardan itibaren Senûsî eğitim kurumlarında yetişti. Akıl, gönül ve davranış dünyası bu kurumlara yön veren Senûsî ekolün düşünce sistematiğiyle biçimlendi. Son derece istikrarlı, söz ve davranışlarında ciddi, bugünün işini yarına bırakmayan, üstlendiği görev ve sorumlulukları eksiksiz yerine getiren, dünya mal ve mülküne fazla önem vermeyen, servet elde etme gayesi ve uğraşısından uzak bir yaşam süren, cömertlik ve kanaati kendisine prensip edinen Ömer Muhtar, kendisine gelen misafire ikram etmekten zevk alır, bunun yanı sıra sahip olduğuyla yetinir, daha fazlasına tamah etmezdi. O şöyle derdi: “Biz, mevcut olanı kimseden esirgemez ve onda cimri davranmayız. Olmayan şeyler için de, ‘neden yoktur’ diye asla tasalanıp üzülmeyiz”. Ömer Muhtar’ın son derece köklü ve sağlam bir Allah inancı vardı. Hayatının bütünü İslâm inancının gereği olan düşünce ve pratikler üzerine otururdu. Allah’a karşı görev ve sorumluluklarında ihmal göstermez, O’nun emirlerini sadakatle yerine getirirken, yasaklarından son derece uzak dururdu. Kur’an’la arasında sıkı ve derin bir bağ kurmuştu. Onu yanından asla ayırmazdı. Hiçbir zaman bütün geceyi uyuyarak geçirmez, iki veya üç saat uyur, sonra kalkar, abdest alır, namaz kılar, uzun müddet Kur’an okurdu. Yaratılışından gelen bir liderlik yeteneğine sahipti. Mertlik ve yiğitliğiyle zulmün her çeşidine karşıydı. Zalim karşısında önce onu bulurdu. 1899 yılında Fransızların Sudan’ın doğusunu ve orta bölgesini işgal altında tutması sonucunda, Ömer Muhtar bölgede oldukça köklü ve ileriye dönük bir siyasi çalışma içine girdi. Cebeliahdar’dan Sudan ve Çad’a kadar uzanan bölgede güçlü bir siyasi ve askeri bölge kurdu.
Deha sayılabilecek bir askeri ve siyasi yeteneğe sahip Ömer Muhtar, bu yeteneği sayesindedir ki, beraberindeki çok az bir mücahid ve basit silahlarla, bir Avrupa devletinin modern donanımlı ordusuna karşı cihadı yirmi yıl sürdürebildi ve onları defalarca yenilgiye uğrattı. Ömer Muhtar ve yanındaki mücâhidîn, sahabeden Sîdî Rafi Hazretlerinin kabrini ziyaret etmeye karar verdikleri zaman İtalyanların tuttuğu bölgenin içerisine girdiler. İtalyan istihbaratı onların varlığını haber aldı ve etraflarını sardı. Mücahidler son nefeslerine kadar çarpıştı. Son anda Ömer Muhtar’ın atı vurulup yıkıldı ve onu yere düşürdü. Yetmişini geçmiş olan Ömer Muhtar asla yılmadı, kendini toplayıp tüfeğini ateşlemeye devam etti. Elinden yaralanınca tüfeği diğer eline aldı. Artık yapacak bir şey kalmayınca askerle üzerine çullandılar ve O’nu esir ettiler. Tarihler 15 Eylül 1931 gününü gösterdiğinde işgalci İtalyan yönetimi hızla Sıkıyönetim Mahkemesini toplayıp, Ömer Muhtar’ı göstermelik olarak yargılamaya başladı. Bir saat on beş dakika süren tek celseli ve tek yanlı bir mahkeme sonunda, “sömürge devlet sınırları içinde İtalya devletine karşı isyan başlatmak ve yönetmek, İtalyan askerî kuvvetlerine karşı pusular kurup saldırılar düzenlemek…” suçlarından idamına karar verildi. Ömer Muhtar’ın idam sehpası bugünkü Libya kıyamının merkezi Bingazi’deki toplama kamplarının birinde kuruldu. Yirmi bin kişilik büyük bir halk topluluğunun önünde, yanından hiç ayırmayıp, dilinden hiç düşürmediği Kur’an’ı Kerim’den Fecr Sûresi’nin “ Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl ve cennetime gir” ayetlerini okuyarak ilerledi… Rabbimiz şahadetini kabul etsin.
Mart - Nisan ‘11 • 19
HALEPÇE KATLİAMI’NIN KAVRAMSAL BOYUTU Ali Tarık Parlakışık İslâm:”Allah’ın peygamberleri ve son olarak Hz. Muhammed tarafından insanlara tebliğ edilen din, Allah’ın dini…”(1) İman:”Resûl-i Ekrem’i Allah Teâla’nın katından getirmiş olduğu haber ve hükümlerin hepsinde, kat’i olarak tasdik etmek ve bunu diliyle ikrar etmektir.”(2) Müslüman:”Teslim olan kimse, Allah’a teslim olan kimse, Allah’ın emirlerini yerine getiren kişi…”(3) Zalim:Burada kastettiğimiz zalim kavramı, toplumun ve kişilerin haklarına tecavüzdür. Her çeşit işkence vs.dir. Katliam:”Toptan öldürme, toplu öldürme…”(4) Şehid:”Allah Teâla’nın rızası için savaşan ve İslâm’ın temel hedeflerini gerçekleştirmek için hayatını feda eden mükelleftir.”(5) Kan:”İnsan ve hayvanların damarlarında dolaşan, böylece hücreleri besleyerek hayatın devamını sağlayan, plazma ve yuvarlardan meydana gelen kırmızı sıvı, dem, hûn…”(6)
HALEPÇE’NİN COĞRAFİ ÖZELLİKLERİ Halepçe, Süleymaniye İli’ne bağlıdır. Irak’ın kuzey doğusunda, İran Sınırı’na 40 km. uzaklıkta küçük bir kasabadır. 36 kuzey enlemi ve 46 doğu boylamı üzerinde bulunur.
20 • Mart - Nisan ‘11
Halepçe Katliamı‘nı anlamak için bu kelime ve kavramları bilmek gerekir. Bu kelime ve kavramlar Halepçe Katliamı’nı adeta özetlerler. Bu kelime ve kavramlar tarih boyunca Hak ve Batılın arasındaki birçok mücadelede var olmuştur, geçerli olmuştur. Tıpkı Kerbela’daki gibi. Tıpkı Bi’ri Mauna Faciası’ndaki gibi. Gazze ve Çanakkale’deki gibi. Bosna’daki gibi. İşte Halepçe’de de böyle olmuştur. Allah Taraftarları (Hizbullah)’nın bulunduğu yerde, “insan”a yakışır bir şekilde yaşamak istediklerinde, fıtratlarının sesine kulak verdiklerinde zalimler, tağutlar da hep Şeytan’ın sesine kulak vermişler ve Müslüman kıyımına girişmişlerdir. İşte Halepçe’de bu vakıaya bir misal teşkil eder. Bu yazının konusu da, Saddam’ın Halepçe Müslümanlarına yönelik yapmış olduğu zulüm ve Halepçe Müslümanları’nın şehadeti İnşaallah. Allah şehadetlerini kabul etsin.
HALEPÇE’NİN DEMOGRAFİK ÖZELLİKLERİ Katliamın yapıldığı zaman, yani 16-17 Mart 1988 tarihlerinde 70.000 nüfuslu bir şehirdi, Halepçe. Halkın tamamı Kürt’tür. Halkın tamamı mutlak gerçeği kavramış, mutlak hakikati bilmiş, kendilerinden daha büyük bir gücün yani Rahman ve Rahim olan Allah’ın varlığını kabul etmişler.
HALEPÇE KATLİAMINDA BAŞKA ÜLKELERİN ROLLERİ İbrahim Sediyani’nin, 16 Mart 2007’de www.haksozhaber.net sitesinde yayınlanan, “Halepçe” adlı yazısında Halepçe Katliamı’nda “Amerika, Rusya, İsrail, Almanya, Belçika, Türkiye” ‘nin rolünü şöyle anlatır: “17 Nisan 1988 tarihli Hürriyet Gazetesi’nin birinci sayfadan manşeti, “Katliama Alet Olduk” başlığını taşıyordu. Çetin Yetkin ve Şevket Okan imzalı haberde, Halepçe’de kullanılan kimyasal maddelerin Türkiye üzerinden Irak’a yollandığı kanıtlanıyordu. Gemiler dolusu kimyasal madde Mersin’e Avrupa ülkelerinden getiriliyor ve limana indiriliyordu. Bazen fıçılar, bazen de torbalar içinde getirilen bu maddeler, bir başka torbanın içine konuluyor, üzerine de bir Türk firmasına ait etiket yapıştırıldıktan sonra TIR’lara yüklenerek Irak’a gönderiliyordu. Hürriyet’in haberinde, bu maddelerin hangi Avrupa ülkelerinden nasıl geldiği de açıklığa kavuşturuluyordu. Buna göre, Irak’ın kimyasal yapımında kullandığı maddeler, başta İsviçre, Belçika ve Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerinde üretiliyor, deniz yoluyla Türkiye’ye, Mersin Limanı’na indiriliyordu. Ondan sonra Türk firmaları tarafından etiketlenerek Irak’a gönderiliyordu. Böylelikle de “döviz” kazanılmış oluyordu. İşin içinde de Yahudi desteği vardı. Hürriyet’in haberine göre, Irak’a bu tür kimyasal maddeleri satan şirketlerden “Tredecorp Sa”’nın imza yetkisine sahip ortaklarından Jack Levi, yahudi olduğu gibi, yine imza yetkisine sahip olan Tony Ezra Ventura da, Cenevre’de oturan Türkiyeli bir yahudi idi. Irak’a bu şekilde kimyasal maddeler satan Türk şirketlerinden biri ONAK, diğeri de PENTA idi. Merkezi İstanbul’un Gayrettepe semtinde bulunan ONAK, söz konusu satış işlemini “Turo - 87585” sayılı ve 25 Kasım 1987 günkü “İhracatı Teşvik Belgesi” kapsamında yapıyordu. Yani açıkça resmi bir onay hatta teşvik söz konusu idi. Merkezi İstanbul’un Elmadağ semtinde bulunan PENTA firmasının ortağı Faruk Erkoç, satışla ilgili olarak sorulan soruya verdiği cevapta, “siz bana Irak’tan gelseniz, bugün isteseniz, ben bu malları size satarım, bayılırım satışa” diyordu.” “Zulme rıza zulümdür” mantığından yola çıkarak diyebiliriz ki, Halepçe Katliamı, Müslüman Düşmanı Saddam’ın tek başına işlediği bir tağuti amel değil, Belçika, Türkiye, ve İsviçre’yle birlikte (en azından bu ülkeler, Irak’a silah sokulurken izin vermeleri nedeniyle) Halepçe’deki kardeşlerimize karşı gerçekleştirilen bir vakıadır, katliamdır.
HALEPÇE DEVRİMİ: SÜNNETULLAH (ALLAH’IN DEĞİŞMEYEN YASASI) HEP DEVREDE; KAZANANLAR YİNE MÜSLÜMANLAR: İMAN EDENLER HİÇBİR ZAMAN KAYBETMEZLER! İbrahim Sediyani, İran İslâm Devleti ve Irak arasındaki savaşta yani “iman ve küfür” taraflarının arasında gerçekleşen bu savaşta, Halepçe, İnab, Duceyde’deki Kürtler’in İslâmi İran tarafından yana olarak, Irak’taki Baasçı-laik-uşak rejime muhalefet ettiklerini ve Zalim Saddam’ın bu yüzden bu katliamı yaptığını anlatır. Allah’a verilecek hesabı düşünmeyip, hevasına uyan ve ağa babalarını tatmin etmeye kendisini adamış Saddam, 17-18 Mart 1988’de müslüman halkı çocuk, kadın, yaşlı demeden kimyasal bombardımana boğuyordu. Evet, bu bir gerçek. Irak’tan havalanan Mig-21 filosu Halepçe, Duceyde, İnab ve Sirva’da siyanit gazı, hardal gazı ve sinir gazı bombalarını tüm dünyanın gözü önünde “insan”ların üzerine yağdırıyordu. Tüm Dünya Müslümanlarının gözü önünde, çalışan babalar, sokakta oyun oynayan çocuklar, bebeğiyle ilgilenen analar, davar otlatan, koyun otlatan çobanlar vs. halkın verdiği bilgilere göre 22.000 kişi şehid edildi. Ne için? Suçları ne bu “insan”ların? Tüm Dünya’da ortak bir suç olan ama Allah’ın cenneti vaat ettiği, İslâmi Mücadele’ye bağlı olmak. Yani insanı Mart - Nisan ‘11 • 21
Saddam’ın kuzeni Kimyasal Ali diye ün salan, Hasan el Mecid el Tikriti, insanlığa yönelik işlediği suçlardan dolayı 25.01.2010 tarihinde idam edildi. insandan daha iyi bilen Allah’ın “(56)Ben, cinleri ve insanları yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zariyat, 56), ilâhi bildirisine uymak! Enfal Operasyonu diye anılan Saddam’ın bu katliamının ana hedefine dair, Hamza Türkmen, şunları söylüyor; “1987-88 yıllarındaki Enfal Operasyonu, cani Saddam Hüseyin rejiminin Müslüman Kürt Halkından 100.000’e yakın insanı bombalayarak ya da kimyasal silahlar kullanarak katlettiği vahşetin adıdır. Bu operasyonun ana hedefi, İran-Irak Savaşı’nda Şii ve Arap kökenli “Hizbu’d-Dava” hareketi ile Saddam rejimine karşı savaşan Kürt kökenli İslâmcı “Ensar el-İslâm”‘ın hakim olduğu Halepçe Şehri olmuştur.”(7) Katliam sadece Halepçe’de olmadı. İnab ve Duceyde’de de katliam yapıldı. İran sadece Halepçe’yi duyurabildi Dünya’ya. İlânihaye, sadece insanlar değil, hayvanlarda dahildi bu katliama. Çünkü “insan”a değer vermeyen bir “beşer”ler topluluğu kan dökerken, aman hayvanlara zarar gelmesin diye düşünemezdi tabii. Ama “zulüm ile abad olunmaz” diye bir söz vardır ya. Doğru. Saddam yönetiminde içişleri bakanı ve savunma bakanı görevlerinde bulunan ve Irak İstihbarat Servisi başkanlığı da yapan, zalim Saddam’ın kuzeni Kimyasal Ali diye ün salan, Hasan el Mecid el Tikriti, insanlığa yönelik işlediği suçlardan dolayı, 25.01.2010 tarihinde idam edildi. Halepçe Katliamı (1988), Güney Irak Katliamı (1991), Necef ve Sadr Bölgesi Katliamı (1999), el Tikriti’nin altına onur duyarak imza attığı katliamlardır. Bu katliamlar sırasında yüz binlerce kişiyi katlettiği bildiriliyor. Allah şöyle buyuruyor; “(257)Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçisi)dir. Onları karanlıklardan nura çıkarır; inkâr edenlerin velileri ise tağut’tur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, onda süresiz kalacaklardır.” (Bakara, 257) Bir tarafta Hamza, Mus’ab; bir tarafta egemen şirk-küfür düzenleri… Bir tarafta Cafer b. Ebû Talib; bir tarafta cahilî sistemler… Bir tarafta Yâsir, Sümeyye, Ammar; bir tarafta egemen zulüm düzenleri… Bir tarafta “insanlık için çıkarılmış en hayırlı ümmet”in üyeleri; bir tarafta “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen fasıklar, zalimler”… “(154)Ve sakın Allah yolunda öldürülenlere “ölü22 • Mart - Nisan ‘11
ler” demeyin; hayır onlar diridirler. Fakat siz bunun şuurunda değilsiniz.” (Bakara, 154) “(10)Gerçek şu ki, mü’min erkeklerle mü’min kadınlara işkence (fitne) uygulayanlar, sonra tevbe etmeyenler; işte onlar için, cehennem azabı vardır ve yakıcı azab onlaradır.(11)Şüphesiz iman edip salih amellerde bulunanlara gelince; onlar için altından ırmaklar akan cennetler vardır. İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk’ budur.” (Burûc, 10-11) Bugün nasıl Filistin meselesi konuşulduğunda yerine göre demokratik, özgürlükçü söylemlerle bir çeşit kurtuluştan bahsediliyor. Tevhid’siz bir Filistin’den, sadece özgür olan (ama özü gür olmayan) bir Filistin’den bahsediliyor. Ama yinede herkes Filistin için bir şeyler söyleyebiliyor. Halepçe için dünya sadece ama sadece sustu… Halepçe Katliamı karşısında, dünyanın bu suskunluğuyla ilgili olarak Murat Göçer şu tespitlerini belirtir; “emperyalist ABD, çıkarlarına denk düştüğünde Kürt sorununu gündeme sürebilmekte, Kürt hareketinin liderleriyle Beyaz Saray’ın arka bahçelerinde özel görüşmeler yapabilmektedir. Ama Halepçe olayında gözlendiği gibi, çıkarları elvermediği zaman, müttefikleriyle el birlik büyük kitle katliamları gerçekleştirebilmekte veya bu tür insanlık dışı katliamlar karşısında dilsiz şeytan kesilebilmektedir. Hatırlanacağı gibi Nagazaki ve Hiroşima’yı andıran bu katliam karşısında dünya müstekbirlerinin iletişim araçları kör ve sağır olmuştu. Sözde, ezilen halkların savunucusu olan sosyalist ülkeler, olayı dünya gündemine bile getirmediler. Batı’nın uygar insanları(!), insan hakları savunucuları … ölüm sessizliğine büründüler.” (8)
TEVHİDÎ FİKİRLERE DAYALI BİR SONSÖZ YAZIMI Halepçe’de şehid edilenlerin hepsi Kürt’tür. Suçları, bulundukları zamanda ve mekânda Allah’ın “insanlık için çıkardığı en hayırlı ümmet”in üyeleri olmak. Bulundukları zaman ve mekânda, Allah’ın adını anan ve bu yolda çalışan, devam eden bireyler ola-
rak bulunmak. Hani bir söz vardır ya, “vurulan kardeşin, ölen sensin” diye. Halepçe vakıası tam da böyle bir vakıa. İslâmi Şahitlikten ötürü şehadete eren o topluluk, Ümmet-i Muhammed’i temsilen oradaydı. Bundan dolayı, nasıl “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” cahili bir lafsa, cahili bir sözse, cahili bir fikirse, Halepçe’den yararlanmak isteyip, Temiz İslâm Ümmeti’nin içine milliyetçi-mukaddesatçı fikirleri yaymakta (ister saf bir tepki olarak olsun, ister dışarıdan kasıtlı bir emel olarak yapılsın) cahili bir tutumdur. Hele buna İslâm kılıfı giydirip yapmak, tam bir cahilliktir. Cahillik kavramı, İslâmi olmayan, İslâm dışı olan anlamındadır. Dolayısıyla, “Kürtler artık birleşmeli”, “Türkler artık birleşmeli” gibi İslâm dışı düşüncelere Müslümanlar cephe almalı, “Müslümanın Dostu Müslümandır” diyerek hareket etmelidirler. Bizler; Türk’üyle, Kürt’üyle, Laz’ıyla, Arap’ıyla, Çerkez’iyle velhasıl İslâm Devleti’nden mahrum tüm Müslüman halklar olarak problemimizin temel nedeni, basiretimizi yitirişimiz, “tarihi sürecimiz içinde tevhidi bilincimizi yitirişimiz ve emperyalizmin irademiz üzerindeki iğrenç baskılarına boyun eğişimizdir. Sorunlarımızın cevabı sömürgeci güçlerin ürettiği cahili, laik, kavmiyetçi yaklaşımlarda değil, Kur’an’ın mesajını yeniden daha diri bir şekilde keşfetmemizde ve her türlü şirke, zulme, haksızlığa karşı omuz omuza durmamız”(9) Önderimiz Hz. Muhammed’in yaşamını ve mücadelesini öğrenip, O’nun gibi davranmamızdadır/yaşamamızdadır. Bizler, seküler (din dışı) dünyada Müslümanlar olarak kalmak zorunda olan, tüm dünyaya adalet götürmek zorunda olan, enerjisini, dinamizmini İslâm Akide’sinden alan muvahhidler olmak, adaletin sağlayıcıları olmak zorundayız. Bizler, sadece ve sadece İslâm’ın bizi kurtaracağını bilmek-inanmak-bu yolda çalışmak; bunu tüm dünyaya yaymakla görevli onur sahibi bireyleriz İnşaallah. Kullukta, sosyal hayatta, iktisatta, siyasette tek çaremiz olan Allah şöyle buyurmuştur; “... Gerçekte, bir halk, kendindekileri değiştirmedikçe, Allah hiçbir şeyi değiştirmez. ...” (Ra’d, 11) Selâm olsun, onur sahibi şehidlere… Selâm olsun, seküler dünyada sorumluluk sahibi olanlara ve sorumluluk bilincinde olanlara… Selâm olsun, hakikat nedir bilenlere… Ve selâm olsun, Vahy’in şahitliğinin gerektirdiği gibi davrananlara ve Allah deyip gayrısına kulak
asmayanlara… Allah, doğru söylemiştir; “Allah barış yurduna(10) çağırır ...” (Yunus,25) “(62)Haberiniz olsun; Allah’ın velileri, onlar için korku yoktur, mahzun da olmayacaklardır.(63)Onlar iman edenler ve (Allah’tan) sakınanlardır.(64)Müjde, dünya hayatında ve ahrette onlarındır. Allah’ın sözleri için değişiklik yoktur. İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk’ budur.” (Yunus, 62-63-64) İşte tüm beşeriyetin ve insanlığın kurtuluş reçetesini sunan İlâhi Vahy’den, kurtuluşumuz ile ilgili bildirimler; “(1)Asra andolsun;(2)Gerçekten insan, ziyandadır.(3)Ancak iman edip salih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler başka.” (Asr Suresi) Dipnotlar: (1) D. Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük (2) Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar (3) D. Mehmet Doğan, a. g. e. (4) D. Mehmet Doğan, a. g. e. (5) Yusuf Kerimoğlu, a. g. e. (6) D. Mehmet Doğan, a. g. e. (7) Hamza Türkmen, Ulusçuluk Çıkmazı Kürtler Ve Çözüm Arayışı (8) Murat Göçer, “Halepçe’nin Düşündürdükleri”, Haksöz Dergisi, 1. Sayı (9) Murat Göçer, a. g. m. (10) Ayette geçen “barış yurdu” ifadesinin, ayaetteki hali “dâru’sselam”dır. “Dâru’s-selam”, “barış, esenlik, huzur, adalet, güvenlik yurdu” demektir. M. İslamoğlu’na göre bu ayetteki “dârus-selam” için şunları ifade eder, “sadece öte Dünya’da değil bu Dünya’da da insanın kendisiyle, çevresiyle ve Rabb’iyle barışık yaşadığı bir ortamın oluşturulması çağrısıdır.” Kaynaklar: Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe Anlamı (Meal ve Sözlük), Ali Bulaç, İstanbul, Girişim Yayınları Aziz Kur’ân (Çeviri ve Açıklama), Muhammed Hamidullah, İstanbul, Beyan Yayınları Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’ân Gerekçeli Meal-Tefsir, 11. Baskı, İstanbul, Düşün Yayıncılık İbn Teymiyye, Kalp Amelleri, 2. Baskı, İstanbul, Guraba Yayıncılık D. Mehmet Doğan, Doğan Büyük Türkçe Sözlük, 21. Baskı, İstanbul, Pınar Yayınları Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, 20. Baskı, İstanbul, İnkılab Basım Yayın Organizasyon ve Tic. Ltd. Şti. Ali Değirmenci, İslâm Tarihinden Portreler, 1. Baskı, İstanbul, Ekin Yayınları Hamza Türkmen, Ulusçuluk Çıkmazı, 2. Baskı, İstanbul, Ekin Yayınları Hazırlayan: Fevzi Zülaloğlu, Yolumuzu Aydınlatan Kur’ânî Kavramlar, 1. Baskı, İstanbul, Ekin Yayınları R. İhsan Eliaçık, Dâru’s-selam Evrensel Adalet Ve Barış Yurdu, 1.Baskı, İstanbul, İnşa Yayınları www.kudusyolu.com www.haksozhaber.net www.velfecr.com
Mart - Nisan ‘11 • 23
hayali röportaj
Prof. Dr. Lothrop Stoddard ile Röportaj Bu ay hayalî röportajlarda konuğumuz Prof. Dr. Lothrop Stoddard. Amerikalı yazarın Türkçeye Birinci Cihan Harbi Sonrası İslam Âlemi (Kaknüs Yayınları) tercüme edilen ‘The New World of Islam’ kitabından yine röportaj tadında iktibaslar yapacağız. Stoddard yaşadığı dönemde (1883-1950) özellik Cihan Harbi sonrası İslâm Âlemi üzerine yaptığı gözlemlerinde dünyanın geleceğini şekillendiren bir heyecan ve hareket dalgasının İslâm coğrafyasını sardığını belirtmiştir. Bu yönü itibariyle bugün bir değişim dalgasıyla sarsılan coğrafyamızın dününde bir kazı yapmak amacıyla bu metni elimize aldık. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki yazar Batı merkezli bir bakışı iliklerine kadar benimsemiş bir düşünce yapısına sahiptir. Batının geçmişte uyguladığı sömürge politikalarını doğu’nun ıslahı olarak algılayan yazar bu merkezden yaptığı gözlemlerle özelde İslam genelde ise Doğu’nun yaşadığı önemli hareketlenmelerle kendisini Batı vesayetinden kurtaracak gücü topladığını belirtiyor. Özellikle İslam’ın bir teceddüt döneminden geçtiğini; Vehhabîlik ve Selefiye gibi hareketlerin Müslümanları –kendisine göre- tasallut altında tutan ‘hantal’ dinî yapılardan kurtaracağını umduğunu söylüyor ki o dönemde Batı genel olarak kendi yapısına eklemlemek istediği İslam coğrafyasında geleneksel yapının kendisine mukavemet edecek tek yapı olduğunu vehmetmişti. Bunun yıkılması için de bu hareketleri desteklemiştir. Sonucun umdukları gibi olmaması onları başka çareler aramaya itmiştir. Bugün İslam coğrafyası son derece önemli bir değişim sürecini yaşıyor. Arap coğrafyası ‘özgürlük’ sancağını meydanlara taşıyıp kendi haklarına riayet eden bir yönetim ve dünya talebinde bulunuyorlar. Bugünü hazırlayan elbetteki tarihin bizzat kendisidir. Stoddard’ın işaret ettiği hareketlenmeler Müslümanların yüzyılı aşan sürede yaşadıkları geri çekilme tüm sahalarda karşılık verebilmeye hazırlandıkları bir dönemdir. O zamanlar İslam dünyasının yaşadığı heyecanı ve hareketi dikta ve katı ideolojilerle frenlenmişti. Bugün bu fren bu arabayı taşımaz oldu ve bir domino etkisi yaşanıyor. Bu mücadelelerin nelere gebe olduğunu şimdiden kestirebilmek çok güçtür. Fakat mesele bu değildir. Mesele Müslümanların kendi coğrafyalarında olan bitene müdahale edip vaziyetin ümmet aleyhine dönmesinin önüne geçebilecek her türlü tedbiri ve hazırlığı yapmalarıdır. Lothrop Stoddard yaşadığı dönemde bütün beşeriyeti etkisi altına alacak bir heyecanın yükseldiğini öngörmüştü. O zamandan bu yana İslam davasını taşıyan dev omuzlar onu haklı çıkardı. Bugünden sonra yeni nesil; eskiden daha güçlü ve donanımlı olarak sadece insanlığı etkisi altına alan değil insanlık kalbinde tevhidî inkılâbı gerçekleştirecek heyecan ve gayreti taşımalıdır. Devrimler kendisini en hazırlıklı karşılayanlara boyun eğer. Sünnetullah gereği iktidar Müslümanlara geçecekse bu ancak bu iktidarı devralabilecek ve dünyayı saplandığı heva batağından kurtarabilecek yeterliliğe sahip olmalarıyla mümkündür. Bu da ancak çalışarak olacaktır. Lothrop Stoddard sorularımıza verdiği cevaplarla kendisinin İslam coğrafyasında gördüğü değişimi anlattı. İstifadelerinize sunuyoruz.
24 • Mart - Nisan ‘11
Siz Şark’ın yaşadığı değişimde Batı tesirine önem veriyorsunuz. Batı nasıl bir kanalla Şark’a tesir etti? Batı medeniyetinin Şark âlemiyle temas ve tam tesadüm halini alması 19. asrın ortalarını bulmuştur. Ancak o zamandan beri bu temas büyük atılımlar ve ilerlemelerle gelişti. Yollar, şimendiferler, kitap ve gazeteler, posta ve telgraf, usûller ve fikirler Şark’ın her bucağına kadar nüfuz etti. Vapurlar en ücra memleketlere kadar işliyor ve Batı sanayisinin ürünlerini buralara kadar taşıyor. Daha yarım asır kadar önce otuz asır önceki hayatlarını yaşayan milletler bugün gazete okuyorlar ve işyerlerine elektrikli arabalara binerek gidiyorlar. Şarklıların hem fikir hayatı hem de alışkanlıkları değişti. Doğu yani Şark bu sarmalın içerisinde bir buz misalî eriyip gitti mi? Yoksa bu kadar yoğun fikrî tazyik altında başka tepkiler mi verdi? Hakikat şudur ki son asır zarfında (19. yy) batı düşünce ve usûlü Doğu’ya iyice nüfuz etmiş olmasına rağmen, Doğu’luların çoğunluğu eski perişan hâllerini sevmekte ve bu sıkıntıdan kendilerini kurtarmak için sarf olunan mesaîden nefret etmektedirler. Orta sınıfa mensup olan Şarklılar, bizim muntazam, tertipli hayat tarzımızı anlamamakla kalmayıp bu hayattan nefret bile ederler. Asırlardan beri lâkayt ve endişesiz bir hayata alışmış ve bu tarz hayatta çok adaletsizlik varsa da himaye ve iltimas da mevcut olduğundan, Şarklı, düzenlerden ve inzibatî kanun gibi kayıtlardan dolayı doğal olarak nefret eder. Bahsettiğiniz gibi Şark’ta hayat son yüzyıllarda biraz gevşemişti. Ancak biz biliyoruz ki hiçbir ev sahibi evine hücum edip her türlü hakkına tecavüz eden kimseleri hoş karşılayıp da onlarda olanı hüsn-ü kabul etmez. Sizin bir Şarklının dilinden bize aktarabileceğiniz bir tepki var mı? Cihan Harbinden biraz evvel nüfuz sahibi bir Müslüman şöyle yazıyor: ‘Bu son on senenin vakaları ve İslam âlemini ezen felaketler, İslam âleminin umumî sinesinde hiç bilinmedik, hiç görülmedik bir samimiyet ve bir sadakat uyandırmıştır. Ve kendilerini ezen, zedeleyen düşmana karşı umumî nefret ve kin bugün bütün Müslümanların yüreklerinde titremektedir’. Sizin incelediğiniz dönem içerisinde Müslümanlar kendi pozisyonlarını nasıl görüyorlardı? Bu konuda Mısırlı müellif Yakub Sıddık’a kulak verebiliriz: ‘’Hicri 14. asrın girişiyle bizim için yeni bir devir açılacaktır. Bu mesut asır bizim in-
tibah ve azmimizle temeyyüz edecektir. Her ırk ve millete mensub bütün Müslümanları yeni bir nefha canlandırıyor. Bütün Müslümanlar say ve sanat ve irfanın ehemmiyetini idrak etmişlerdir. Cümlemiz seyahat etmek, ticaret etmek, bir iş görmek, talihimizi tecrübe etmek istiyoruz. Şark’ta Müslümanlar arasında hayret verici bir faaliyet, bir cevvaliyet var ki, bu, yirmi beş sene evvel büsbütün bilinmiyordu bile. Bugün Şark’ta hakiki anlamda efkâr-ı umumiye (kamuoyu) vardır. Şimdi hepimiz işimizi sağlam tutalım, birbirimizi için çalışalım ve ümidimizi koruyalım. Bugün terakki yoluna girmiş bulunuyoruz. Bundan istifade edelim. Bizde bu inkılâbı hâsıl eden bizzat Batı’nın zulmüdür. Bu hâl tarihin tekerrüründen ibarettir. Bütün muhalefet ve mukavemetlere karşı ilâhi irade vuku buluyor. Avrupa’nın Asya ahâlisi üzerinde olan vesayet hâkimiyeti yavaş yavaş lafzî bir mahiyete giriyor, Asya kıtasının kapıları Avrupa’nın yüzüne kapılıyor. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz yani sizce de Yakub Sıddık’ın dediği gibi hayret verici bir faaliyet ve cevvaliyet var mıdır İslam dünyasında? Bugün bütün İslam âlemi derin bir hâl-i heyecan ve hareket hâlindedir. Merakeş’ten Çin iklimine ve Türkistan’dan Kongo’ya Hz Muhammed’in 250 milyon takipçisi, yeni fikirlerle, arzularla, yeni emel ve ümitlerle harekete geçmiştir. Öyle muazzam bir dönüşüm, bir inkılâb vukua gelmektedir ki bunun neticesi bütün insanlığı etkisi altına alacaktır. Bu dönüşüm ve inkılâb, 1. Dünya Savaşı sebebiyle hızlanmıştır. Ancak esasen bu hadise daha çok zaman evvel başlamıştı. Yüz seneden daha fazla bir müddet evvel tohumlar ekilmiştir ve o zamandan beri bu tohumlar gelişmekte idi. Bu gelişim evvela yavaş yavaş ve göze görünmez bir şekilde gerçekleşmiş sonradan sürat ve netlik kazanmıştır. Size göre bu hareket ve heyecan nereye doğru ilerliyor bir öngörünüz var mı? Nereye gidiyor? Biz bunu bilemiyoruz. Bu heyecan ve hareketin; siyasî, iktisadî, toplumsal, dinî ve daha birçok mâhiyetlerde kendini gösteren bu ilerleyişinin neticesini kestirebilecek kadar kim cesur olabilir? Yapabileceğimiz en akıllıca iş bu hareketi gözlemlemek ve tahlil etmektir. Bu heyecan ve hareketi oluşturan unsurları iyi anlamaya çalışmaktır. Mart - Nisan ‘11 • 25
MÜMİNLERİN ÖZELLİKLERİ:
SlDK (DOĞRU SÖZLÜ OLMAK) Şeyma Nur Ekren
Y
u
alan söylemenin zıddı olan sıdk kavramı sözlükte; doğru sözlü olmak, gerçeği söylemek, doğru haber vermek, sözünü yerine getirmek, öğüt ve sevgide samimi, iş ve işlemlerinde dürüst ve güvenilir olmak, hükmün olaya uygun olması anlamlarına gelir. Sıdk kelimesinin Arap dilindeki asıl anlamı, güç, sert, katılık ve şiddettir. Doğru sözlülüğe sıdk denmesi, yalanın za’fiyeti karşısında doğruluğun güçlü olması sebebiyledir. Din ıstılahında sıdk, kişinin inancında, amelinde, niyetinde, söz, fiil ve davranışlarında samimi ve dürüst olmasına, hile ve hud’ası bulunmamasına denir. Kur’an’da daha çok rasûller için kullanılan “sıddîk” ise sıdk’ı en fazla olan, yani asla yalan söylemeyen kimse demektir. Risalete ehil olabilmek için her peygamberin bu sıfatı üzerinde taşıması gerekir. Yine son nebi Hz. Muhammed (s.a.s)’in de sadık olduğu, yalancılardan olmadığı Kur’an-ı Kerim’in bir çok yerinde anlatılmakta, İslâm tarihine, özellikle risaletin Mekke dönemine bakıldığında Rasûlüllah (s.a.s) gerçeğin şehadeti, inananların ve düşmanların şehadetiyle “Sadıkul-Va’dul-Emin” olduğu ortaya çıkmaktadır. “Hz. Peygamber (sav) peygamberliğini ilan ettiği zaman O’na karşı çıkan-
26 • Mart - Nisan ‘11
lar sihirbaz, kâhin, şair demişler ve fakat hiç bir zaman yalancı diyememişlerdir. Çünkü, O’nun doğruluğu, müşrik, kâfir, mümin herkesçe bilinen bir gerçekti. Hattâ İslâmın ve Resûlullah (sav) ‘ın baş düşmanı Ebû Cehîl bile: - Muhammed! Ben sana “yalancısın!” demiyorum! demişti ve bunun üzerine: - “Onların söyledikleri sözün seni mahzun edeceğini biliyoruz. Gerçi onlar sana yalancı demiyorlar, fakat zâlimler Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar” âyet-i kerimesi nazil olmuştu.”
Sıdk, Sadakat Doğruluk (sıdk; sadakat) niyet, söz ve âmelde olur. Niyette doğruluk son derece azimli olmak ve Allah’a yönelmek için iradeyi kuvvetlendirmek ve engelleri aşmaktır. Bu ise Allah’ın farz kıldığı şeylere koşmakla elde edilir. Sözde sadakat, dilin hakkı ve doğruyu söylemesidir. Dil böyle alışınca, artık hiç bir bâtıl konuşmaz. Amelde sadakat, şer’î yollara uyarak Rasulullah (s.a.s)’e tabi olmak suretiyle olur. Müslüman sözde, niyette ve amelde sadakatı gerçekleştirince, sıddıkiyet derecesine ulaşır. Bu derece ise, Cenab-ı Hakkın mü’min kullarından istediği Rasûlüllah (s.a.s)’e hitap ile yönelttiği bir derecedir. “Ve şöyle de; Rabbim, beni sıdk (ve selamet) girdirişiyle girdir; sıdk (ve selamet) çıkarışıyla çıkar ve tarafından da hakkıyla yardım edici bir hüccet ver” (el-İsra, 17/80). “Sıdk girdirişi ve çıkarılışı” demek, müslümanın herhangi bir şeye ve herhangi bir işe girişip başlamasının, ondan çıkışı ve onu terkinin Allah için ve Allah ile olmasıdır. Yani yaptıkları ve yapmadıkları Allah’ın rızasına bağlıdır. Kul bunları eda ederken Allah’tan yardım dileyerek yapar. Maksadı da Allah’ın rızasıdır. Gayesi de yalnız Allah’dır. “De ki: Benim namazım da ibadetlerim de hayatım ve ölü-
müm de, hiç bir ortağı olmayan alemlerin Rabbı istememişler gibi baygın baygın bakakalmışlardı. Halbuki onlara düşen itaat etmekten ibâret idi. olan Allahındır” (el-En’am, 6/162-163). Beyan ettiğimiz manâda sadakat müslüman için Çünkü bunu kendileri istemişlerdi. Durum ve Allah’a davet eden herkes için zaruridir. Çünkü kesinleştikten sonra Allah’a karşı dürüst ve samimi imanın esası doğruluk; münafıklığın esası da ya- davranmak, herkesten önce kendileri için hayırlı ve landır. Peygamber (s.a.s)’in buyurdukları gibi, ya- iyi olacaktı. Dürüstlük özellikle önceden temenni edilen lan ahlâksızlığa sevkeder. Sıdk kavramı Kuran ve sahih sünnette ise şu şe- şeylerin bedeline katlanmakla isbat edilebilir. Faydasını da ancak bu bedeli ödemeye hazır kilde yer almaktadır: olanlar görür. 1. “Ey inananlar! Allah’a Müslümana özünde, sözünde karşı saygılı olun ve özü-sözü Doğruluk (sıdk; sadakat) ve işinde dürüst olmak yaraşır. doğru olanlarla beraber buluniyet, söz ve âmelde olur. 4. Abdullah İbni Mes’ud nun.” (Tevbe sûresi (9), 119) Âyet-i kerîme, Tebük Savaşı’na Niyette doğruluk son dere- radıyallahu anh’den rivâyet katılmayan fakat sonra tövbeleri ce azimli olmak ve Allah’a edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurkabul buyurulan üç sahâbî ile yönelmek için iradeyi kuvdu: “Şüphesiz ki sözde ve işte ilgili âyetlerden hemen sonra vetlendirmek ve engelleri doğruluk hayra ve üstün iyiliğe gelmektedir. Müslümanları, yöneltir. İyilik de cennete iletir. imanlarında, verdikleri sözlerinde aşmaktır. Bu ise Allah’ın Kişi doğru söyleye söyleye Allah ve dinlerinde, gerek niyet, gerek farz kıldığı şeylere koşkatında sıddîk (doğrucu) diye söz, gerekse davranış bakımından makla elde edilir. kaydedilir. Yalancılık, yoldan dürüst kimselerle birlikte olmaya Sözde sadakat, dilin hakkı çıkmaya (fücûr) sürükler. Fücûr çağırmaktadır. “Doğrularla beda cehenneme götürür. Kişi raber olmak”, netice itibâriyle ve doğruyu söylemesidir. yalancılığı meslek edinince Al“doğruya destek vermek” deDil böyle alışınca, artık hiç lah katında çok yalancı (kezmektir. Yani müslüman sadece bir bâtıl konuşmaz. zâb) diye yazılır.” (Buhâri, Edeb kendisi doğru olmakla değil, aynı 69; Müslim, Birr 103-105. Ayrıca zamanda doğru kimseleri dost bk. Ebû Dâvûd, Edeb 80; Tirmizi, seçmekle, doğrularla beraber olmakla da sorumludur. Hatta kendi doğruluğunun Birr 46; İbni Mâce, Mukaddime 7; Duâ 5) Dürüstlük, üstün iyilik demek olan birr’e; birr garantisi de doğru insanlarla beraber bulumasıdır 2. “Doğru sözlü, doğru özlü erkek ve kadınlara ise, cennet’e uzanan bir çizgidir. Sözünde Allah, bağışlanma ve büyük ecir hazırlamıştır.” ve işinde doğru olmaya gayret edenler, Nisâ sûresi’nin (Ahzâb sûresi (33), 35) âyetinde Âyet, özünde, sözünde ve işinde doğru olmanın 69. iki önemli neticesini açıklamaktadır: Geçmişteki b e l i r t i l d i ğ i hataların bağışlanması (mağfiret) .. Gelecekte ü z e r e , büyük ecir (mükâfat)... Bu, geçmişi ve geleceğiyle p e y en büyük güvenceye sahip olmak demektir. 3. “Allah’a karşı dürüst ve samimi davransalardı, elbette kendileri için çok daha iyi olurdu.” (Muhammed sûresi (47), 21) Hicretten sonra Medine’de müslümanlar güçlenmeye başlayınca içlerinden bir kısmı, “düşmanla harbetmeye izin verilse, bu konuda bir âyet gelse” diye temennide bulunmuşlardı. Savaşa izin verilince “kalplerinde hastalık bulunan” münâfıklar böyle bir durumu kendileri Mart - Nisan ‘11 • 27
gamberlikten sonraki en yüksek mertebeye (sıddîkıyet) ereceklerdir. Doğruluğu âdet edinmenin yolunu yüce Allah Tevbe sûresi’nin 119. âyetinde, “Ey iman edenler! Allah’a karşı saygılı bulunun ve sâdıklarla beraber olun” fermânıyla göstermektedir. 5. Bedir mücâhidlerinden olan Sehl İbni Huneyf (ra)den rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Bütün kalbiyle şehid olmayı isteyen kişiyi Allah, yatağında ölse bile, şehidler mertebesine ulaştırır.” (Müslim, İmâre 157. Ayrıca bk. İbni Mâce, Cihâd 15) Sıdk, sadece söz ve Doğruluğun, vahyi davranışlarda doğruluk temellerini kısaca ele değildir. Kalbin saaldıktan sonra sonra, mimiyeti de doğruluk anlamındadır. Allah’tan şunu da belirtmeliyiz bir şey dilerken samimi ki, düşüncenin eyle- olmak gerekir. Hadisme geçirilmesinde en imiz böylesine samimi bir dilekte bulunanların başta dile hakimiyet yataklarında ölseler bile, gelmektedir. Dil dü- sırf bu isteklerindeki şüncenin iletişim va- içtenlikleri sebebiyle Alsıtasıdır. Müminler ise lah Teâlâ’nın onları şehid sayacağını, onlara şehid söz söylerken doğruyu sevabı vereceğini açıkca söyler, gereksiz yere belirtmektedir. Bu demekonuşmaz, kötü söz ktir ki, dürüst bir niyet ve dilek kişiyi, fiilen olmasa söylemezler; ya hayır bile hükmen isteklerine konuşurlar yahut su- kavuşturur. 6. Ebû Hâlid sarlar. Bu da doğruluHakîm İbni Hizâm ğun başıdır. radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Satıcı ve alıcı (söz kesip) pazarlığı bitirdikten sonra birbirlerinden ayrılmadıkça alış-verişi bozup bozmamakta serbesttirler. Eğer onların her biri karşılıklı olarak doğru söyler (mal ile paranın durumunu olduğu gibi) açıklar ise, alış-verişleri bereketli olur. Yok eğer gizler ve yalan beyânda bulunurlarsa, alış-verişlerinin bereketi kalmaz.” (Buhârî, Büyû’ 19, 22, 44, 46; Müslim, Büyû’ 47. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Büyû’ 1; Tirmizî, Büyû’ 6, 26; Nesâî, Büyû’ 4, 8, 11) Hadis, kazanma ve kâr kavramına ahlâkî ve mânevî boyut getirmektedir. Demek ki kazanma 28 • Mart - Nisan ‘11
sadece rakamla ifâde edilecek bir konu değildir. Onda bir de “bereket ve hayırlılık yönü” yani “meşrûiyet” tarafı vardır. Bu da dürüstlük ile sağlanabilmektedir. Yalan söyleyerek veya malın ayıbını gizleyerek, daha doğrusu karşısındakini aldatarak para kazanmak mümkün ise de bu, müslümanca bir tavır değildir. Zira Hz. Peygamber bir başka hadîs-i şerîfinde “Bizi aldatan bizden değildir” buyurmuştur (bk. Müslim, Îmân 164). O halde müslümanın gerçek kazancı, bütün muame-lelerinde müslümanca yani dürüst davranmaktadır. Doğru sözlülük, özellikle kul haklarıyla ilgili konularda çok daha büyük önem arzetmektedir. Bu açıdan bakıldığı zaman ticârî reklâmların çığırtkanlığa varmaması, yalan ihtivâ etmemesi, malın vasıflarını dosdoğru aksettirmesi gerekmektedir. Aksi halde büyük ölçüde bir aldatma söz konusu olur. Yalana dayalı reklâmlarla elde edilen servetlerin, eninde-sonunda elden çıkacağı, kimseye hayretmeyeceği açıktır. Bu durum, sayısız misalleriyle ortadadır. Unutmayalım ki bereket dürüstlüktedir. Allah’ın bereket verdiği kazanç ise, asla küçük değildir.
Doğruluğa nasıl ulaşılır? Doğruluğun, vahyi temellerini kısaca ele aldıktan sonra sonra, şunu da belirtmeliyiz ki, düşüncenin eyleme geçirilmesinde en başta dile hakimiyet gelmektedir. Dil düşüncenin iletişim vasıtasıdır. Müminler ise söz söylerken doğruyu söyler, gereksiz yere konuşmaz, kötü söz söylemezler; ya hayır konuşurlar yahut susarlar. Bu da doğruluğun başıdır. KAYNAKLAR 1. Sait Kızılırmak, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 1/410-411 2. KUR’AN-I KERİM ve Meali(diyanet vakfı) 3. Riyazüs Salihin – Sıdk bölümü 4. Toshihiko İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, s. 141. 5. Can Muhammed (sav) – Doğru Sözlülüğü
DİYANET’E DAİR BİR ELEŞTİRİ YAZISI Yusuf Elbaşı -14 Şubat tarihi Sevgililer Günü ve aynı zamanda bu yıl Mevlit Kandili. Sizin bu konudaki yorumunuzu alabilir miyiz? Mehmet Görmez -Ne güzel bir tesadüf veya tevafuk. Çünkü biz kendi kültürümüzde ve medeniyetimizde sevgili peygamberimize ‘Sevgililer Sevgilisi’ adını veriyoruz…bu iki günün bu sene tesadüf etmesini bir güzellik olarak görüyorum. Biz hem hep birlikte ‘Sevgililer Sevgilisi’nin doğum gününü kutlarız, mevlidi çok daha canlı yaşarız hem de ‘Sevgililer Sevgilisi’nden aldığımız sevgiyi kendi sevgililerimize de en güzel şekilde ifade etmiş oluruz. Önceki senelerde dergimizin yayınladığı yazılarda genellikle 14 Şubatın neye hizmet ettiğinden, insanları neye sürüklediğinden ve 14 Şubatın kimler tarafından, niçin üretildiğinden bahsetmiştik. Demiştik ki; 14 Şubat gibi günler insanların maddi ve manevi varlıklarının piyasa dengeleri adına sömürülmesidir. Saatlerce çalışan insanların ruh sağlıklarını normal düzeyde tutmak, en azından onların bu sömürü düzenine isyanını engellemek için üretilen uyuşturuculardan biridir 14 Şubat. İlişkilerin yok olması, yalnızlık gibi modern insanın sıkıntılarına verilmiş bu ilaçlar faydasızdır. Anlık zevkler ve kısa süreli öze dönüşler tamamıyla sistemin sirkülasyonunu bozmamak için üretilmişlerdir. Maneviyatımız çalınmıştır, onun yerine konulan değerler tamamıyla sahtedir. Bizim bir ömür süren aile hayatımız yerini bir anneler gününe, bir babalar gününe bırakamaz. Biz bunları söylerken bazı insanlar Türkiye’ye Avrupa’nın ortaçağını yaşatmak istiyorlar. Din algımız ellerimizden alınıyor. Hem de en çok güvendiğimiz diyanetimiz bunda yer sahibi. Alimlerimiz bugün mevlit gibi adetlerin dine ne ölçüde ait olduğunu tartışırken Diyanet işleri başkanı çıkıyor sövdüğümüz, bize karşı birer tehdit unsuru olduğunu düşündüğümüz şeyleri hoş görüyor ve gerektiği yerde dini bir anlam da yükleyebiliyor. Bir de Arap dünyasında yaşanan olaylarla ilgili aynı kişi tarafından yapılan yoruma bir göz atalım; “Dünyada yaşanan bu olayların arkasında din boyutu en azdır. Ekonomik, siyasi, kültürel noktalar daha çoktur” Bir ülkede insanlar ayaklanacak, özgürlük isteyecek, diktatörleri yıkacak ve can verecekler, biz de bu Müslüman insanlar keyifleri için öldü diye mi bakacağız. Ekonomik, siyasi ve kültürel faktörlerden bağımsız biz din nasıl düşünülebilir. Bize hangi şartlarda nasıl davranılacağını öğreten kitap Kuran-ı Kerim değil mi! Yapılan her insani hareket, İslami bir hareket değil midir? Kardeşlerimizin katilleriyle işbir-
liği yapanlara, kendi hükmünü uygulayanlara karşı savaşmak bizim görevimiz değil midir? Yaptığımız hareketin “din boyutu” olabilmesi için ancak dini bir ayrımcılıkla mı alakalı olmalı… Cuma hutbelerinde bize anlatılanların birçoğunu eleştirmiştik. Hutbelerin devletin resmi yayın organı olarak kullanılmalarını istemiyoruz. Eskiden böyle açıklamalar yapılsaydı haklı görmez ama bahane kabul ederdik; kötü niyetli olunmadığını dengeler gereği böyle şeylerin yapılmak zorunda olduğunu söylerlerdi mesul olan kişiler. Ama statükoyu yıkan kurtarıcı imajını kazanan kimselerin böyle şeyler söylemelerine kimse inanmaz. Hiçbir mantıklı kişi bu sözleri destekleyemez, din algısı farklı olanlar müstesna. İşte burada eleştirimiz devreye giriyor. Yukarıdaki iki olay bağlantılıdır. İkisi de din hakkındaki fikirlerimizle alakalıdır ki bu fikirler bizim hayatımızı şekillendirir. “Dini” işlerimizden sorumlu kurumun bize yansıttığı din algısı Aliya’nın da dediği gibi religion’dur: Sosyal hayatta yer tutmaz, insanların ekonomik yaşamlarını, siyasi tercihlerini ve birbirleri arasındaki ilişkileri düzenlemez, insanın içindedir ve temel ahlak prensiplerini ele alır. İslam ise saydıklarımızın birleşimidir. Ahlaka ve imana verilen değer büyüktür ama bununla beraber borç hukukunu, miras hukukunu hatta boşanma hukukunu bile düzenler. Bugün zekattan bihaber insanlar her sene umreye gidiyorlar. Kitabımızda zekat kaç defa hatırlatılmış, umre kaç defa. Bu ve benzeri birçok çelişkinin kaynağı bizim hayatımızı nasıl şekillendireceğimizi bilmememizdir. Dinin bizim için ifade ettiği anlam eğer sevgililer gününden ibaretse bocalayışımız sürecektir. Mart - Nisan ‘11 • 29
Objektifime Takılanlar Zeynep Turan
Gamz
e Dem
irbilek
30 • Mart - Nisan ‘11
Mart - Nisan ‘11 • 31
dünya seyahatnamesi
On Günlük
Bangladesh İzlenimleri
Zeynep Mahitapoğlu
M
isafirperverlikleriyle dikkatleri çeken çok naif ve pek güleryüzlü insanların memleketi Bangladeş’e giderken; hayatın ve içindekilerin böylesine farklı yüzleriyle karşılaşacağımı tahmin etmemiştim. Zihnimden hiç silinmeyecek manzaralara şahit, unutamayacağım hatıralara da sahip oldum. Çıkmış bulunduğum bu on günlük seyahat boyunca, beraberimde üniversiteden arkadaşım –Bangladeşli bir Hindu olan- Raka vardı. Raka, Malezya ile Bangladeş arasındaki yaşam şartlarına dair farklılıkları bildiği için bana bir takım uyarılarda bulunmuş, halkın sosyal durumu hakkında malumat vermişti. İlk durağımız başkent Dhaka idi ve ilk iki gün arkadaşımın amcasının evinde misafir kalarak başkenti gezdik. Aile fertlerinin hepsi hoş insanlardı. İki gün boyunca hem yörelerine ait çeşitli lezzetleri tattırmak hem de beni evlerinde rahat ettirmek için büyük bir gayret gösterdiler ve benimle epeyce alakadar oldular. Yüzlerinden tebessüm hiç eksik olmadı. Çok sıcakkanlı idiler ve muhabbet doluydular. Misafirperverlikleri beni çok etkiledi. ‘‘İyi ki bu insanları görmeye gelmişim‘ ’dedirtti. Bangladeş, nüfusunun %85 ine yakını Müslüman olan, bunun yanında %14 civarında Hindu’nun, %0.7
32 • Mart - Nisan ‘11
dolaylarında Budist’in ve %0.3 kadar da Hırıstiyan’ın yaşadığı çok güzel bir ülke. Dinlediklerim ve gözlemlediklerimden şunu fark ettim ki; bu inanç farklılıkları hiçbir problem oluşturmuyor. Herkes Bangladeş vatandaşı olmayı ön planda tutup benimsiyor. İnsanlar iç içe yaşıyorlar. Bu birlikte yaşama dinlerine yönelik bazı noktalar dışında ortak bir kültürün şekillenmesini de temin etmiş. Yüz ölçümüyle karşılaştırdığımızda nüfusun ideal oranın çok üzerinde olduğunu fark etmemek de mümkün değil. Fakirlik de dikkate alınması gereken ayrı bir husus. İnsanlar, her çeşidiyle, hayatlarını kazanmaya çalışıyorlar. Kalabalık sokaklarda, fakirleştirilmiş bir toplumu seyrederken; servet dağılımındaki eşitsizliği aynı karede görmek mümkündür. Özel şoförleriyle dünyanın telaş ve koşuşturmasına kapılmış insanları görmek Türkiye’ye kıyasla çok daha kolaydır. Sokaklar kalabalık olmakla beraber kirli ve tozlu. Tespitlerimizin biri de Bangladeşlilerle Türkiye insaninin temizlik anlayışının hayli farklı oluşu. Gürültü kirliliği ise işin başka bir yönü. Özellikle başkent Dhaka‘da korna sesleri hiç dinmek bilmiyor. Bizde trafikte yeşil ışık yanınca kornaya basıldığı gibi Bangladeş’te de arabalar çalıştırılıp harekete geçtikleri andan itibaren kornaya basmaya başlanıyor. Bunun toplumsal bir hastalık olduğu kanaatindeyim. Ayrıca trafik meselesinin nüfus yoğunluğuyla paralellik arz ettiğini de belirtmekte fayda var. Dhaka’da akşam vakitleri, şehrin birçok yerleşim
yerinde sık sık su ve elektrik kesintileri oluyor. Devlet hala bu sorunu çözmeye çalışıyor. Ama insanlar buna alışmışlar ve alışkanlıklarının getirdiği bir refleksle bu hale hazırlıklılar. Gerek şehir içi gerek şehirlerarası için tahsis edilmiş otobüsler çok eski. Otobüsler haricinde şehir içi ulaşımını sağlamak için ayrılan 2-3 kişi kapasiteli, motorlu veya bisikletli ulaşım araçları da çok yaygın. Bangladeş nehirleriyle meşhur olan bir ülke. Çünkü komşusu olan ülkelerden gelen bir çok nehir Bangladeş’ten Bangal Denizine dökülüyor. Bu durumun neticesi olarak da ülkede köprüler hayli fazla. Güney Asyanın 5. en büyük köprüsü sayılan Bangabandhu Köprüsü de burada. İki günlük Dhaka seyahatinden sonraki durağımız arkadaşımın memleketi olan Shrazgonj’du. Dhaka’nın güneyinde yer alan bu küçük yerleşim bölgesi başkentin ardından bana fevkalade sevimli ve rahat gelmişti. Orada, yolda her an bir tanıdıkla karşılaşmak mümkün ve bir yerden bir yere gitmek gayet kolay idi. Dükkânlar genelde yatsı ezanıyla kapanıyordu. Dört gün geçirdiğim bu şehirde çarşıya çıkıp dolaşmaktan, arkadaşımın yakınları ve arkadaşlarını ziyaret etmekten çok zevk aldım. Ziyaret ettiğimiz ailelerin bazıları Müslüman bazıları Hindu’ydu; ama karşılaştığımız muamele ve hürmet hep aynıydı. Bu şehirde dikkatimi çeken bir husus ise sokaklarda sıkça karşılaştığım keçilerdi. Bangladeş halkının temel geçim kaynağının tarım ve hayvancılık olduğunu biliyordum. Ama, sokaklarda keçilerin arasında yürüyeceğimi açıkçası hiç ummuyordum. Bu, benim için hakikaten unutulmaz bir hatıra oldu. Arkadaşımın annesi avukattı. Bir gün annesinin iş yerine gittik. Binayı gördüğüm anda içimden ‘’nasıl bir şehrin adliye binası; bu kadar eski ve dökün-
tü olabilir? ’’ diye geçirdim. Hayretler içersinde kaldığımı belirtmeliyim. Daha sonraki günlerde; okulları, bazı iş merkezlerini ve dükkânları görme fırsatım oldu. Açıkçası, ben Türkiye’nin bundan elli sene evvelki zamanlarına sahit olmadim, acaba bizim ülkemiz de bu safhaları yaşamış mıdır? Bangladeş’in kendini toparlaması halkın bazı şeyleri öğrenip hayata geçirmesi çok uzun yıllar alacağa benziyor. Lakin nüfusun yoğunluğu, sosyal faktörler ve politik iç sorunlar ülkenin fiziki durumuyla ilgilenilmesine müsaade etmiyor veya dış güçler tarafından müsaade ettirilmiyor. Tabii bu benim şahsi kanaatim. İlmi bir veriye dayanarak ifade ettiğim bir şey değil. Bahsetme lüzumu gördüğüm bir diğer mevzuu da yabancı dil konusu. Ülke bu derece fakirlik ve sıkıntıların pençesinde olmasına rağmen yabancı dil noktasında kötü sayılmaz. Bu küçük şehirde, küçücük dükkânların tabelalarında bile Bangali isimlerinin yanında İngilizceleri de mevcut. Birçok dükkân Mart - Nisan ‘11 • 33
sahibinin benimle İngilizce iletişim kurabilmesi de bir vakıa. Bu aynı zamanda sömürgeleştirmenin bir neticesi de olabilir. Seyahatimizde Shirazgonj’a ayrılan süre doldu ve Bangladeş’in güneyine doğru yola çıktık. Önce Chittagong şehrine gittik. Bir sahil şehri olan Chittagong yolları ile meşhur; güzel ve ferah bir yerleşim yeri. Bu şehirde arkadaşımın amcasının misafiri olduk. O amcanın bana olan ilgi, hürmet ve sıcakkanlılığını hiç unutmayacağım. Kendisi çok renkli kişiliğe sahip bir insandı. Seyahatimiz boyunca hep sohbet ettik. Maalesef bu amca da Hindu’ydu. İçimden ‘’keşke Müslüman olsaydı’’ diye geçirdim, ama sonra ‘’Allah dilediğine hidayet eder ‘’ayet-i kerimesi aklıma geldi. Malezya gibi Bangladeş’te de halkın temel besin maddesi pirinçti. Bizim soframızda her öğün bulunan ekmeğin yerine onların sofrasında da pilav bulunuyor. Chittagong’a gelene kadar nerede misafir olduysam, sabahları kahvaltıda pilav ve diğer yemeklerin yanına benim için ekmek de hazırlamışlardı. Örnek bir kahvaltı olarak ekmek, tavuk, sebze yemeği ve tatlıyı sayabiliriz. Chittagong‘da bir sabah kahvaltısında benimle çokça ilgilenen o amca benim için ekmek reçel ve bir çeşit hindistan tatlısı aldırtmış. Ayrıca yumurta ve birkaç farklı şey de hazırlatmış. Sofraya otururken, ’’Zeynep, bu sabah senin için ingiliz kahvaltısı var.” dedi. O sabah herkes benim yüzümden ‘’İngiliz kahvaltısı’’ yapmak zorunda kaldı. Ertesi gün Chittagong’a yakın bir şehir olan Cox’s Bazar’a gittik. Dünyanın en uzun doğal sahili burada. Bangladeş için turistik olarak değerlendirilebilecek bir yer, ama orada da nadiren turistlerle karşılaştık. Zaten bütün bu seyahatim boyunca çok az turist gördüm. Bangladeş’teki turizm henüz ülke içinde bile yeterince gelişememiş. Aslında turistlerin gelmemelerine de fazla üzülmedim. Çünkü, bu sahillere gelen turistler davranış ve görüntü kirliliğiyle ahlaki dejenarasyona sebep olurlar. Bu şehirde bir gece kalıp görülmesi gereken yerleri gezdikten sonra Chittagong’a geri döndük. Ertesi gün de Dhaka’ ya devam ettik. Bangladeş’te her ne kadar bir camiiyi ziyaret etmek istemiş olsam da nasip olmadi. Arkadasim, memleketlerinde hanımların pek camiiye gitmediklerini söyledi. Dhaka‘da gideriz o zaman, dedik; ama 34 • Mart - Nisan ‘11
gidemedik. Bununla birlikte dikkatimden kaçmayan bir şey de; etrafıma baktığım zaman avlusu bulunan, geniş bir camii pek göremeyişimdi. Ne zaman ki ezan sesini duyup başımı yukarı kaldırdım; o zaman minareleri görüp cami olduğunu fark ettim. Anladığım kadarıyla, camiiler daha çok binaların üst katlarında ya da arasında bulunuyor. Türkiyedeki gibi yol üstünde geniş sahaya sahip bir camii bulmak çok kolay değil. Bangladeş, ekseriyeti Müslüman olan bir ülke. İslam’ın getirdiği birçok ortak paydamız var. Ortak değerlerimizi orada hissetmek, bütün bunlara şahit olmak insanin içini ısıtan, yüzünü gülümseten hoş bir duygu. Bizi, birbirimize bağlayan asil ve temel değerimiz İslam; yek vücut kılan ise ümmet olma bilincimizdir. Pek uzun boylu olmasa da arkadaşımın çok eski Müslüman bir komsusunu ziyaret etme fırsatı bulduk. Arkadaşım ona ‘’teyze’’ diye hitap ediyordu. Evine gittiğimiz zaman karşılama esnasında yüzündeki o tebessüm, beni içeri davet edişindeki nezaket ve letafet, ikramlıklarından yemem için ısrar edişi, gözlerimin içine muhabbetle bakışı yüreğinin derinliklerinden geliyordu. Bu içtenlik, kardeşlik anlayışının insanlar arasında ne derece kuvvetli bir irtibat sağladığı hakikatini bir kez daha idrak etmeme vesile oldu. Seyahatim boyunca aldığım hediyelerden bahsetmeden yazımı bitirmek istemem. Öylesine hediye vermeyi seviyorlar ki ne kadar görüştüğümüzü hiç önemsemeden -10 gün boyunca kimlere misafir olduysam hepsi- bana hatıra olarak bir hediye verdiler. 15 dakika görme fırsatı elde ettiğim arkadaşımın arkadaşı bile ertesi gün bir hediyeyle birlikte beni yolcu etmek için havaalanına geldi. Bangladeş’te 10 gün nasıl geçti hiç anlamadım. Malezya‘ya dönmek üzere Hajarat Shah Jalal Havalimanı’na geldiğimiz zaman Bangladeş’e epeyi alışmış olduğumu hissettim ve eminim ki bu hissimin kaynağı bana karşı olan alakalarıydı. Özellikle arkadaşımın annesiyle vedalaşmamız çok daha farklıydı. Elhamdülillah çok güzel hatıralar ve tecrübelerle ayrıldım Bangladeş’ten. Sizlere tavsiyem doğu insanının bu cömertlik ve yakınlığını yakinen gidip müşahede etmenizdir. Allah hepimize istikamet üzere yeni ufuklara açılmayı nasip etsin.
tarih defteri
FUTBOLA DARBE Muhammed Tutkun
T
ürkiye’yi birçok açıdan etkileyen son dönem en önemli olaylarından biride 12 Eylül 1980 darbesidir. 12 Eylül siyasetten ekonomiye, sosyal hayattan eğitime birçok alanda yapılan değişiklerle etkili olmuştur. Ancak bunların dışında 12 Eylül’cülerin karıştığı ve etkili olduğu ilginç bir alan daha vardır. O da spordur; daha doğrusu futboldur. 12 Eylül darbesinin lideri Kenan Evren’e göre başkent Ankara’nın birinci ligde temsilcisinin bulunmaması ciddi bir kusurdur ve bu kusurun bir an önce giderilmesi gerekir. O dönem ikinci ligde mücadele eden Ankaragücü, bir dizi şaibeli maçın ardından Türkiye Kupası’nı kazanır. Bu yolda ilk ve en önemli söylemi çeyrek finalde Beşiktaş’ı 0-2 ve 3-0 lık skorlarla eleyen Ankaragücü’nün başkanı Sabri Nermutlu yapar. Maçtan sonra sıcağı sıcağına “Atatürk’ün
yüzüncü doğum yılında Ankaragücü birinci lige alınmalı.” der. Yarı finalde Fenerbahçe’yi 1-0 ve 1-1 lik sonuçlarla eleyen Ankaragücü’nün finaldeki rakibi Boluspor’dur. Ankara’daki ilk maçı 2-1 kazanan Ankaragücü, deplasmanda aldığı 0-0 lık sonuçla kupayı kazanır. Tabii kutlamalar sırasında hiçbir medya kuruluşu Boluspor’un maçın son dakikalarında uzaktan attığı golün hakem Sadık Deda tarafından neden iptal edildiğini sorgulamaz. Ankaragücü, lig şampiyonu Trabzonspor’u yenerek Devlet Başkanlığı kupasını kazandığında, Kenan Evren dönemin federasyon başkanı emekli general Yılmaz Tokatlı için emir anlamına gelen bir cümle söyler” Ankaragücü’nün gerçek yeri birinci ligdir.” Sonuç olarak da Ankaragücü birinci lige çıkar. Mart - Nisan ‘11 • 35
KURANİ SÖYLEM KARŞISINDA
YENİ TÜRK EDEBİYATI Enes Günaslan
T
ürkiye’de yaşanmakta olan modernleşme sürecinde, edebiyat cephesinin sanatsal yönüne vurgu yapmadan, Kur’an’a dair tasavvurlarının nasıl’lığına dair genel bir okumanın gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Edebiyat dünyasına yoğunlaşan bu yazı tarihten günümüze uzanan kuşbakışı bir okumadır. Sistematik bir çözümleme belki. Düşünsel kodlarını hep seküler metinlerle aşmaya uğraşan yazar ve şairler Kur’an konusunda bilgilemeyi ihmal ediyorlar. Buna vurgu. İlk örnek olarak geleneğe bağlılığını kültürel anlamda sürdüren Murat Belge’nin Kur’an’ı “köylülüğün manifestosu” olarak aşağılayan yaklaşımıdır bu yazıyı tetikleyen. Aksi yönde bir kanaat ise edebiyat eleştirmeni Ömer Lekesiz’in sanat yorumu; Türkiye’deki Müslümanların İslami bir sanat tasavvuru oluşturamadıklarını vurgulayan yaklaşımıydı. Bu iki görüşün şekillendirici etkisiyle değerlendirme yapmalıyız. Modernizmin baskın bir proje olarak tasarlandığı zaman-
36 • Mart - Nisan ‘11
lar göz önünde tutulduğunda Türk şiirinde en göze batan ve söylemsel bir devrimi ilk olarak Kur’an’la temellendiren Mehmet Akif başlangıç bakımından önemli bir isimdir. Edebiyatı siyasal bir kavga unsuru saydığını açıkça söyleyen Akif’in: “Doğrudan doğruya Kuran’dan alıp ilhamı asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” dizelerini hatırlamalıyız. Ama Akif’in edebiyat dünyasında köklü bir devrime yol açamadığı da bir gerçektir. Bu yıllardan itibaren genel olarak edebiyat dünyasında Kur’an’la ilgili var olan tutumları şu şekilde kategorize edebiliriz: •Divan ve Tekke Edebiyatındaki şairlerin ayet ve hadisleri iktibas etmesi. Buna şiir düzleminde peygamber kıssalarına yapılan atıfları da ekleyebiliriz. •Yazarların dinî gün ve bayramlarla ilgili metinlerinde görebildiğimiz nostaljik bakış.(geçmişe özlem) Örneğin Cumhuriyet şairi Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Kur’an’a temas eden çocukluk yıllarıyla ilgili şu mısraları bu duruma örnek teşkil ediyor. “Kur’an okurdu babam bazen Galiba Kadir gecelerinde” (1)
• Muhafazakar çevrelerde çok dillendirilen Yusuf-Züleyha kıssası üzerinden kaleme alınan aşk edebiyatı. Bu kıssa sadece Kur’an’la temellendirilmemiştir. Örneğin Halide Edip’in “Kenan Çobanları” (2) ağırlıklı olarak İbrani kaynaklardan ve Kitab-ı Mukaddes’ten esinlenmiştir. İskender Pala ve Nazan Bekiroğlu da bu çerçevede analiz edilebilir. •Kur’an’ı aşağılayan metinler. Tevfik Fikret, Nazım Hikmet, Melih Cevdet Anday vb. yazarların eserlerinde yer alan şiir ve yazılar) •Kur’an merkezli bir sanat anlayışını oluşturmaya çalışan yaklaşımlar. (Mehmet Akif, M.Önal Mengüşoğlu, Cahit Zarifoğlu vb.) Kur’an-kerim edebiyat sahasında kimi fikirlerin açıklanması sürecinde müracaat edilen bir kaynak da olmuştur. Kur’an-ı Kerim’in edebiyata etkisi hakkında ciddi çalışmalar göze çarpmıyor. Servet-i Fünun Dönemi edebiyatçılarından Hüseyin Cahit, Kur’an’ın Hz. Muhammed’in eseri olduğunu iddia ediyor. Kur’ana, karşı bir dil geliştirenlerin ilk örneğini Tevfik Fikret oluşturur: “Yırtılır ey kitab-ı köhne, yarın Medfen-i fikr olan sahifelerin”(3) (Yırtılır ey köhne kitap, Yarın düşünce mezarı olan sayfaların.) Tevfik Fikret, modern dönem edebiyat dünyasında Kur’an’a küfreden şairlerin ilki olmakla birlikte yeni bir çığırdır da. Yakup Kadri Karaosmanoğlu da bu konudaki düşüncelerini daha hikayevari bir üslupla dile getiriyor. “Erenlerin Bağından” adlı yapıtında: “Âdem cennetten kovulduğu için değil. Havva’dan ayrıldım diye ağladı ve ilk kan yere sevda yüzünden düştü.”(4) der. Nazım Hikmet “Meşin Kaplı Kitap” şiirinde Kur’an-ı Kerim’i eleştirir:
“Ay battı güneş doğdu Kalbimde ateş doğdu Yaldızlı meşin kabı Parçalanmış kitabı Varsın gömülsün diye bir ebedi uykuya Attım bir kör kuyuya Yazık, yazık bize ki asırlarca aldandık!”(5) Edebiyat dünyasının bu temsilcilerinin öne çıkardıkları bu düşünceler, Kur’an’ın bütünlüğünden habersiz görüşlerdir. Vahyi anlaşılmaz, akıl ermez, bir bilgi yığını olarak görürler. Gerçeği çarpıtan Türk edebiyat dünyasının Kur’an’a bakışı, Tevfik Fikret’le başlayan bir gelenekle edebi inkarını nesilden nesile aktararak devam ettirmiştir. Şuara suresinin (224,225,226) şairlerle ilgili ayetlerinin muhataplarını bu pencereden daha rahat görebiliriz. Bu bakımdan Fikret’i ve onun söylemini sahiplenerek devam ettirenleri Kab bin Eşref gibi şairler arasında konumlandırabiliriz. Allah’a, kelamına teslim olanlar vahye sarıldıkça onların öfkeleri daha da artacaktır. Ellerindeki kalemlerden kin damlatarak saldırganlaşacaklardır. En güzel ve en edebi şeklide mücadele, müdahele bilinci ve söylem oluşturmalıyız. Hassan bin Sabit gibi Mehmet Akif gibi, karşı cephelerde kendimizi donanımlı ve dirençli kılmalıyız. KAYNAKÇA 1. Dağlarca, Fazıl Hüsnü (1998), Çocuk ve Allah, Milliyet Yayınları, İstanbul 2. Adıvar, Halide Edip (1991) Kenan Çobanları, Atlas Kitapevi, İstanbul 3. Köprülü, Mehmet Fuat (1995), Tevfik Fikret, YKY, İstanbul 4. Karaosmanoğlu, Yakup Kadri (1970) Erenlerin Bağından MEB, İstanbul 5. Hikmet, Nazım (1995) 835 Satır, Adam Yayınları, İstanbul.
Mart - Nisan ‘11 • 37
kampüs notlar›
Yeni Bir Üniversite, Yeni Bir Fikir, Yeni Bir İddia
İSTANBUL ŞEHİR ÜNİVERSİTESİ Şamil Tok 2008 yılında Bilim Sanat Vakfı çatısı altında kurulan üniversite 2 yıllık kurulma çalışması yaparak bu sene ilk öğrencilerini almaya başladı. Kurucularının arasında Ahmet Davutoğlu, Mustafa Özel gibi isimler var. Böyle olunca da öğrenciler ilk derslerini Ahmet Davutoğlu’ndan aldı. Açılışa Başbakan R. Tayyip Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de katıldı. Şehir para kazanma derdi olmadan kuruldu ve bunun ispatı olarak ise öğrencilerin yüzde ellisini tam burslu, yüzde otuzunu yarı burslu alması gösterilebilir. Şehir 4 fakülte 10 bölüm olarak açıldı. Gelecek yıl hukuk fakültesi de açılacak. Tüm bölümlerde dersler İngilizce olarak işlenecek. Tabi Edebiyat, Hukuk gibi bölümlerde Türkçe dersler ağırlıkta olacak. Dersler İngilizce işleneceğinden öğrenciler hazırlık okumak zorundalar. Tabi IELTS sınavından 5,5 puanı başarınca lisansa başlaya biliyorlar. Şehrin ilk senesi olduğundan dolayı okulun yüzde doksanından fazlası hazırlık sınıfında okuyorlar. Yerleşkeler Biraz da okulun yerleşkelerinde bahsedeyim. Şehir Üniversitesinin iki tane yerleşkesi var biri Altunizade diğeri ise Dragos. Bu sene öğrenciler Altunizade yerleşkesinde okuyorlar. Altunizade Yerleşkesi küçük ve mütevazı bir bina, mimarisi epey ilginç. Üst katlar boğaz manzaralı, ulaşımı çok rahat, fakat küçük olması nedeniyle öğrencilere üniversite tadı vermiyor. Dragos Yerleşkesi altmış futbol sahası büyüklüğünde Marmara denizi kıyısında adalar manzaralı, yeşillikler içinde, öğrenciler için her şeyin düşünüldüğü bit yaşam alanı olacak. Şu an inşaat halinde biz öğrenciler ise oraya geçmeyi dört gözle bekliyoruz. 38 • Mart - Nisan ‘11
Öğrenci Profili Biraz da öğrenci profilinden bahsedeyim. Bilim Sanat Vakfı’nın kurduğu bir üniversite olduğundan dolayıdır ki okulun geneli muhafazakâr. Tabi bunun yanında kendini daha farklı tanımlayan arkadaşlarda var. Okulda çok çeşitli bir profil yok, zaten öğrenci sayısı 300. Etkinlikler Etkinlikler, okulda hemen hemen her gün bir konferans, bir söyleşi bir etkinlik oluyor. Tabi bunda öğrencilerin de katkısı var. Okuldaki öğrenciler okulun ilk senesi ve ilk öğrencileri olduğundan dolayı çok heyecanlılar ve herkes bir şeyler yapmak istiyor. Mesela ilk kulüpleri biz kuralım, bu ünlü kişiyi okula çağıralım gibi. Kulüp demişken epey ilginç kulüpler açmak isteyen öğrenciler de mevcut. Eğitim Kalitesi Okulun öğretim kalitesi Türkiye’nin en seçkin hocalarıyla ders işleme imkânı sunuyor size Şehir Üniversitesi. Sadece lisans hocaları değil hazırlık sınıfındaki hocalarda oldukça kaliteli. Dersleri geçmeniz için veya İngilizce hazırlık okulunda kurları geçmeniz için sadece vizen veya finalin iyi olması yetmiyor. Bunun yanında proje ödevlerin İngilizce hazırlık okulunda hocanın sana verdiği notlardan da iyi alman gerekiyor. Eğitim kalitesinin yanında okulun kütüphanesi de oldukça büyük. Hatta Dragos yerleşkesine Türkiye’nin en büyük kütüphanesi açılacak. Ve son olarak bu sene açılmış olmasına rağmen birçok üniversitenin önüne geçmeyi başardı. İstanbul Şehir Üniversitesinin amacı rektörümüzün söylemiyle Türkiye’nin en iyi üniversitesi olmaktır. İşte tüm bu anlattıklarım yarım yıllık gözlemlerim doğrultusunda İstanbul Şehir Üniversitesi.
ÖYKÜ R
üzgar, başı dumanlı dumanlı ortalıkta sallanıyor, dudaklarından kara kızların uğultuları yükseliyor, gözlerinden şiddetli şimşeklerin bilmecesi okunuyor, arkasından gelecek fırtınalar şiir gibi yankılanıyor, elleri bir şey istercesine masum masum ufalıyor, bazen de ne isteyeceğini bilmeden amansızca süzülüyordu. Çok karanlık ve susan çığlıkların bir sabahıydı. Herşey kendi düzenini almış kusursuzca, pürüzsüzce… Fırınlardan taze ekmek kokuları sis kokan sokaklara yayılıyor, ilk göz açışlarda ardından onu takip ediyordu. Bacalardan ilk atılan çıraların sıcaklığı bürümüştü tüm sokağı… Kuşların uçuşunu, kedilerin miyavlamasını, insanların nefes almasını zorlayan bir hava mahkumdu. Sabahın ürperten soğuğuyla ayaklarını harekete geçirecekti ki teninde üşüme belirdi. Dona kaldı, yalnızlık kokan yatağından sabahın grisi ışıklarıyla kalkmak istemedi. Bıkmışçasına yastığına sarıldı, kalkmalıyım diyerek kendini silkti. Bir hışımla doğruldu, üzerine pembemsi hırkasını aldı. Hala daha bilmediği rüyalarda dolanıyordu. Taa ki merdivenin başına o narin parmaklarını çarpana kadar. Gülümsemeyle acı arasında kalarak mutfağa doğru yol aldı. Pencereden havanın nasıl olduğunu gözüyle kestirip, gerçektende içi sıkılmaya başladı, günün ilk saniyesinde. Biraz duraksadı, düşünceleriyle cebelleşmeye koyulup, uçsuz yollara göz dikti. Kimisinde takılıp kaldı, kimisinde har vurup harman savurdu. Telefonunun çalmasıyla irkildi, okulu aklına geldi. Bitkin vaziyette bir parça ekmek alıp, evinin kapısını çekti. Adımlarını kap-
ZEYNEP TOPUZ
lumbağa kadar yavaş atıyor, sessizce yolunu alıyordu. Ya da kara bulutlar onu bu hale getirmişti. Elini kolunu sallayarak, oflayarak otobüs durağına geldi. Artık yollar bile bomboştu, onca yıl ona acıları gösteren, ailesini kaybetmesine sebep olan, şimdi suskundu. İçinden anlamlıca güldü. Otobüs gelmişti sonunda, oturdu en ıssız koltuğa dayadı bin dertli başını puslu cama. Yol istikameti boyunca dalıp uzaklara gitti. Ailesinin yokluğu onu alt üst etmişti. Bir de başörtüsü problemi yaşıyor, sessizce, boynu bükük… Tek direkli bir ev misali yarı sağlam, yarı yıkık dökük çabalıyordu. Derinden nefes aldı, gözbebekleri doldu. Sonra ellerini bağlayıp kendine doğru esinlendi. Dilinin ucunda bazı şeylere karşın söyleyemediği, ufak ama anlamlı sözcükler vardı. Ne hacet ki, hepsi bir kafeste saklıydı. Hayat ona iki kez darbe yaşatmıştı, daha doğrusu bir tanesi hala içinde bangır bangır feryat ediyordu. Çok aptalca gelen bu başörtü yasağı, karma karışık etti ömrünü. Küçücük beyinli insanlardı, fakat yetkileri büyüktü, sadece robotlara karşın. Oysa ki Allah’ın emri daha yüceydi. “Rabbimin sözü” diyerek azimle iki sene boyunca, o komik şapkayla gidip geldi. Kapıdan okula girdiğinde her defasında cız ederdi, içi çizik çizik, yanakları al al olurdu. Haline ağlayarak gülerdi. Yine de hayata tutunmalıyım deyip bir canavar gibi dinlerdi dersi. Onca tasası olmasına rağmen yine de derslerinde başarılıydı, sanırım bu gücün sırrı olanlardı. Neyse ki okuluna gelmişti, vicdanı sızlayarak şapkasını taktı. Ve o komik, korkak görünümlü bekçi asabi şekilde ağaç olmuştu orada. O
ise sahte kimliğiyle, sık sık adımlarıyla yol aldı. Kendisine bir bahar yaşatacaktı, gözlerine güneşin ışıltıları batan, hafif hafif huzura yelken açan, her zerresinde Allah’ın izi olan. Öyle ya da böyle bugünde son bulmuştu. Eve hiç gitmek istemiyordu. Her türlü acıyı hatırlatan o acı müzesini görmek, ona umutsuzluk aksediyordu. Dert faslını açsa, daha çok maziler çıkacaktı ortaya. Duyguları, düşünceleri, yaşamak istedikleri, hep ukte olarak kaldı bir köşesinde. Yol süresince canlı, cansız herkesi pür dikkat izledi. Fakat gözü birden kol kola girmiş, bir anneyle kıza çarptı. İkisi de çok şirindiler. O ise buruk buruk bakakaldı. Ne fayda ki diyerek gözlerini çevirdi. Gelmişti mahallesine, gürültüsü, patırtısı eksik olmayan. Çocuklar hiçbir şey olmamışçasına güle, oynaya oynuyorlardı. Onların gülüşleri, masum hareketleri ona yaşama sevinci katıyordu. Bazen aralarına girip oyunlarına misafir olurdu, çocuk ruhuyla. Kapı eşiklerinde oturan mahalle kadınları da onlara alkışlarıyla eşlik ederlerdi. Hava kararınca ses kesilirdi, onlardan geriye kalan sadece oyunlarının izleriydi. Evinin kapısını açtı, içeri girdi. Çıt yoktu, sanki herşey onun kapıyı açmasını bekliyordu. Soğuk bakışlarla inceledi etrafı. Usulca odasına çıktı, gözüne ailesinin resmi ilişti. Uzunca, sevgiyle bakıp, sıkıca kucaklayıp, hıçkırıklara boğuldu, kanepenin köşesine yığılıp kaldı. Elinin ayağının dermanı tükenmişti, seke seke yatağına uzandı. Gözpınarlarını içindeki yoksullukla sildi. Derin derin nefes alarak yeni bir güne gözlerini kapadı. Mart - Nisan ‘11 • 39
Okullardan Haberler Alperen Gençosmanoğlu
REKTÖR, GÖBEK ATARAK UĞURLANDI Kastamonu Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Bahri Gökçebay, CHP’den milletvekilliği aday adaylığı için görevinden istifa etti. Üniversitenin Senato Toplantı Salonunda düzenlendiği basın toplantısında kararının kamuoyu ile paylaştığı sırada bir grup öğretim üyesi ve öğrenci davul çalıp göbek attı. Kastamonu Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nin Aktekke Mahallesi’nde bulunan eski kampüsünde toplanan bir grup öğretim üyesiyle öğrenci, rektörün istifasını davul- çalıp göbek atarak kutladı. Eğitim Fakültesi’nin eski öğretim üyelerinden merhum Yrd.Doç.Dr. Emin Baydil’in vasiyeti üzerine toplandıklarını belirten grup, yaptıkları açıklamada Rektör Prof. Dr. Bahri Gökçebay’ın siyasi görüşleri nedeniyle kendilerine baskılar yaptığını, sürgünlere gönderdiğini
öne sürdü. Eğitim Fakültesi’nin eski kampüs alanında toplanan grup, davul zurna eşliğinde uzun süre göbek atarak Rektör Prof.Dr. Gökçebay’ın istifasını kutladılar. Eğitim Fakültesi Sekreteri Serdar Safran da Gökçebay imzalı, ‘yetersiz ve bil-
gisiz’ yazılı sicil notunu yakasına asarak, davul-zurna eşliğinde arkadaşlarıyla göbek attı. Eğitim Fakültesi’nin eski kampüs alanında toplanan grup, davul zurna eşliğinde göbek atıp Rektör Prof.Dr. Gökçebay’ın istifasını kutladı.
ÖNCE KENDİ ÇOCUĞUNUZU PİYASAYA SÜRÜN! Üniversitelileri sokaklara çağıran Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Genel Başkanı Tansel Çölaşan’a kamuoyunun tepkisi büyüyor: “Önce kendi çocuğunuzu piyasaya sürün!” Muş Alparslan Üniversitesi (MŞÜ) Rektörü Prof. Dr. Nihat İnanç, Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde öğrencilere ‘gösterilere devam’ çağrısında bulunan ADD Genel Başkanı Tansel Çölaşan’a sert tepki gösterdi. İnanç, “Tansel Çölaşan ve benzerleri öncelikle kendi çocuklarını piyasaya sürsünler. Sonra başka çocukların gelecekleri ile oynasınlar.” dedi. Makamında gazetecilere açıklamalarda bulunan Muş Alparslan Üniversitesi (MŞÜ) Rektörü Prof. Dr. Nihat İnanç, Çölaşan’ın, ülkenin geleceği olan gençleri sokağa taşımaya çalıştığına dikkat çekti. Rektör şöyle konuştu: “İnsanların 40 • Mart - Nisan ‘11
geleceğini bir çırpıda yok etmeye çalışan birini açıkçası muhatap almak istemezdim. Kullandığı üslup Türkiye’de son üç-dört yıldır üzerine gidilen, sorgulanan bir sürecin ispatını ortaya koyuyor. Öğrencilere ‘Siz evli değilsiniz, çocuklarınız yok ve dolayısı ile kaybedecek bir şeyiniz yok. Çıkın sokaklara bağırın ve çağırın’ diyen Çölaşan’a şöyle sormak gerekiyor; siz bir siyaset kurumunun temsilcisi iseniz o zaman çıkın siyaset yapın. Siz bir provokatör müsünüz? Öğrencileri bu şekilde sokağa dökmek bir provokatörlüktür. Türkiye’de uzun süreden beri Ergenekon, Balyoz gibi soruşturmalar var. Bu soruşturmaları bu
tür atılımlarla mı sekteye uğratmaya çalışıyorsunuz? Acaba siz de bu oluşumların bir parçası mısınız?” Tansel Çölaşan ve onun gibi düşünenlerin Ergenekon gibi yapılanmaların parçası olduğu izlenimi verdiğini ifade eden Rektör İnanç, bütün öğrencilere her alanda kendi geleceklerini düşünmeleri için tavsiyelerde bulunduklarını anlattı. İnanç, “Biz öğrencilerimize, ailenizin size vermiş olduğu emekleri boşa çıkarmayın tavsiyesinde bulunuyoruz. Çünkü biz öğrencilerimizi kendi çocuklarımız olarak görüyoruz.” diye konuştu.
Boğaziçi’nde Faşizme Karşı Yumurtalı Direniş Boğaziçi Üniversitesi’nde 2010-2011 öğretim yılı açılışında Türkiye Gençlik Birliği üyelerinin okulda masa açmasını istemeyen öğrenciler hakkında soruşturma açılmış, bir öğrenciye bir dönem, bir öğrenciye ise 15 iş günü uzaklaştırma cezaları verilmişti. TGB bilindiği üzere Ergenekon süreçleriyle birlikte palazlanan bir gençlik hareketi, kendilerini Atatürkçü olarak tanımlayan ve yeri geldiğinde üniversitelerde satır kullanmaktan çekinmeyen grup Boğaziçi’nde öğrencilerin direnişiyle karşılaştı. Soruşturmalara karşı yürüyen öğrenciler, eylem boyunca, “Faşizme geçit vermeyeceğiz.”, “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiç birimiz”, “Rektör uyuma faşistine sahip çık!”, sloganlarını attı. Rektörlüğün düşünen, üreten ve harekete geçen öğrencilerin önünü kesip, onları sindirme girişimleri öğrenciler tarafından cevapsız bırakılmadı. Okulun çeşitli yerlerine satır ve yumurta çıkarması yapan öğrenciler, eli satırlı gruplara destek çıkan rektörlüğe yumurtalarıyla cevap verdi. Kuzey Kampüs’te “Faşizme, YÖK’e, Sermayeye, Baskılara, Soruşturmalara BAŞKALDIRIYORUZ!” yazılı bir pankart açan öğrenciler, Güney Kampüs’e yürüyüş düzenledi. Öğrenciler, Ana Giriş Kapısı’nda yaptıkları açıklamada “Başkaldırıyoruz! Çünkü biz üniversiteyi bir rant merkezine dönüştürmek isteyen koca şirketlerin koca göbekli patronlarını değil, sokakların, sokaklardakilerin sesine kulak verdiğimiz için soruşturuluyoruz. Savaş tamtamları halklar arasında kin ve nefreti körüklerken, kardeşlik istediğimiz için fişleniyoruz. Faşist, darbeci çetelerin uzantılarına karşı özgürlük ve adaleti savunduğumuz için okuldan uzaklaştırılıyoruz, eğitim hakkımız gasp ediliyor.” dedi.
Üniversitelilere Yeni Bir Soluk Edebiyat dünyasına acının başkenti Diyarbakır’dan ses veren Özgür Üniversiteli Dergisi, “zihin konforunuzu bozan bir dergi” sloganıyla aylık olarak yayımlanacak. Derginin ilk sayısının ön kapağında Malcolm X resmedilmekte ve Malcolm’un sloganlarla bezeli “bir taş at” isimli şiirinden alınan “sınırları aş” deyişi ön kapağı süslemekte. Ayrıca derginin ön kapağında şiir, öykü ve deneme türü eserleriyle dergiye katkı sunan yazarların isimleri yer almakta. Derginin ilk sayısının Mart ayına denk düşmesi nedeniyle bu ay içinde yaşanan Halepçe katliamı da unutulmamış. Arka kapakta Serdar Bülent Yılmaz’ın “ey Halepçe” isimli şiiri ile birlikte Halepçe katliamını hatırlatan bir resim bulunmakta. Biz de emeği geçen kardeşlerimizi kutluyor Özgür Üniversite dergisinin mücadelemize yeni bir soluk getirmesini diliyoruz. İletişim: 0 412 228 74 5 Haberlerde Haksözhaber ve Etha sitelerinden yararlanılmıştır. Teşekkürü borç biliriz.
Mart - Nisan ‘11 • 41
etkinlik
Anne - Kız Seminerlerinin 5.’sini Düzenledik!
Nihal Açıkel
Her ayın son pazartesi günü velilerimizle AKV çatısı altında buluşmaya devam ediyoruz. 28 Şubat Pazartesi günü düzenlediğimiz programla, anne-kız seminerleri serisine bir yenisini daha ekledik ve 5. buluşmamızı gerçekleştirmiş olduk. Çay ve yiyecek ikramıyla başlayan programımız, Psikolog Saliha Can’ın sunumu ile devam etti. Sunumda her ay farklı konulara temas edilerek lise gençliğini daha iyi anlamaya ve bunun neticesinde daha sağlıklı ilişkiler kurmayı hedeflemekteyiz. Bu ay ki sunumda “Çocuk Gelişiminde Aile Faktörü” başlığı altında genel olarak karşılaşılan “Anne-Baba Tutumları” üzerinde duruldu. Program, velilerimizin de interaktif katılımı ile sürdü. Velilerimizin sorularının cevaplanmasıyla sona erdi. Bir daha ki ay tüm liseli öğrencilerimizin velilerini bekleriz.
Kalbin Sessiz Niyazı: DUA 19 Şubat Cumartesi sabahı Araştırma ve Kültür Vakfı’nda tatlı bir koşuşturma hakimdi. Vakfımız bünyesindeki arkadaşlarımızın çıkardığı “Salıncak” ve “Genç Öncüler” dergilerinin satıldığı ve bayan arkadaşlarımızın hazırladığı 42 • Mart - Nisan ‘11
çeşitli yiyeceklerin sunulduğu bir yardım kermesi düzenlendi. Öğlen namazının ardından Büşra ÖZKAN ve Elif YAMAN’ın hazırladığı “Dua” konulu güzel slaytı izledik. Ve artık beklenen misafirleri ağırlama zamanı gelmişti. Münib Engin NOYAN
Genç Öncüler Toplanıp Dağılıyor
G
Fatih Razi
enç Öncüler olarak klasik bir faaliyet haline getirdiğimiz Şubat kampımızı yapmak bu senede nasip oldu. Çanakkale’ de gerçekleştirdiğimiz programımız bizi bir kez daha gürültülü caddelerden, egzoz kokusu ve hınca hınç bir kalabalıktan sükûtun emin ellerine hicret ettirdi. Şairin “ Besbelli ki leşler koruyor şehrin bedenlerini/göğsünün kafesinde yalnızca pasak” dediği yerden, biraz olsun o pasağı atmaya geldik bu diyara. Artık dışımızın çokluğu artırırken kendini ona inat büyüdü içimizin boşluğu demek bile bu durumu tek başına açıklayamaz. Ama biraz örtülere bürünmemiz lazımdı daha dik ayağa kalkmak, daha gür uyarmak için haykırmak için hakikati kendimize, gayrımıza. İşte budur anlamı bizim için yollara düşmenin, gidip durağanlığa geçip, kendi nefsimizi hesaba çekip, tekrar şehre gelmenin anlamı bu. Bizatihi insanın insan tarafından kuşatılması, demir kafeslere kapatılması
haline direnmek için bu kampı gerçekleştirdik. Amacımız bu, amacımız hep bu olacak. Bu faaliyete katılanlar/katılmayanlar için biz bir kez daha toplanacağız ve tekrar dağılıp tekrar toparlanacağız ta ki Allah’ ın hepimizi huzurunda topladığı güne kadar. Merak edenler için, sanki “orada ne yaptınız be kardeşim” diyenler için yine şairlere başvuracağız. Orada söylediğimiz şey şuydu: Biriniz bir kaç yıldız taksın gökyüzüne. Biriniz çay hazırlasın. Biriniz akşam olsun. İçinizde atların öldüğü müzik susunca. Biriniz çocukluğuna sarılıp kuyuya insin. Biriniz onun uzattığı şiiri okusun. Ağlamak gerekiyorsa biriniz ağlasın. Biriniz akşam olsun yeniden. Biriniz yağmuru dansa kaldırsın * *Mevlana İdris’ in Biriniz Akşam Olsun şiir.
ve Abdullah YILDIZ’ın iştirakleriyle birlikte “Kalbin Sessiz Niyazı: DUA” söyleşisi başladı. Kendilerine has üsluplarıyla hem güldüren hem de bolca düşündüren hocalarımız, kelimelerin ve duanın gerçek mahiyeti üzerine önemli açıklamalarda bulundular. Kulun yaratıcısına en yakın olduğu an olarak nitelendirilen duanın, sadece arzu ve isteklerimizin gerçekleştirilmesi adına yapılan bir eylem olarak değil, yaratılanın yüce Rabbi’ne içinde bulunduğu durumun arzı şeklinde yorumlanması gerektiğini vurgulayan ikili, Kur’an- ı Kerim’den naklettikleri ayetlerin ışığında duaya farkı bir perspektiften bakmamızı sağladılar. Konuşmala-
rının ardından değerli hocalarımıza plaketler ve hediye kitaplar takdim edildi. Programın sonunda kitaplarını imzalatma ve eserlerin yazarlarıyla sohbet etme imkanı bulan katılımcılar da programdan oldukça memnun kaldılar. Mart - Nisan ‘11 • 43
Film Elefltirisi
KAĞIT FİLMİ ÜZERİNE Fatma Nihan Yıldız
T
unus’taki özgürlük ayaklanışı, Mısır’da muhalif gruplar tarafından alternatif bir parlamento kurulması –ki bu gruba Müslüman Kardeşler de dahil- bugünlerde bizim özgürlük ve yasaklar üzerine daha çok “müslümanca” düşünmemizi gerektiriyor. İşte tam da bu sırada Fragmanları ve teaserları yaklaşık bir yıldır internet ortamında dolanan Sinan Çetin’in Kagıt filmi gösterime girdi. Yasaklar ve “kağıtlar” üzerine sistemsel eleştrilerle beraber insani boyutu da ele almış bir film Kağıt. Yasakların hayatları nasıl yok ettiğini, hayalleri nasıl söndürdüğünü anlatıyor. Ve biz Türkiye Cumhuriyeti’nin yasaklarını, magduriyetlerini iliklerine kadar hissettmiş gençler olarak, Filistin, Tunus, Patani, Dogu Türkistan’da oldugu gibi mazlum insanların devlet gücüyle katledildiği, gayri insani yaşamaya mahkum edildiği coğrafyaları bilen, hisseden, üzerine düşünen ve derdini çeken müslümanlar olarak “yasaklar ve hayatlar” üzerine daha çok okumalı, daha çok seyretmeliyiz. Adaletsizliğin, zulmün kime olursa
44 • Mart - Nisan ‘11
olsun, kimden gelirse gelsin karşısında durmak için Kağıt gibi hem gönül telimize hitap ederek aynı acıyı “farklımıza” da hissetmemizi sağlayacak hem de tüm özgürlük sorunlarının kaynağının temelde aynı olduğunu hatırlatacak sinema filmlerine ihtiyacımız var. Filmin fragmanı 12 eylül referandumunda da “daha fazla özgürlük” isteğinin bir dile gelişi olarak bolca kullanılmıştı. Dünyadaki ilginç yasaklardan bahsediliyor filmde, ilk duyulduğunda “film icabı” mı acaba dedirten hepsi birbirinden tuhaf yasaklardan. İngiltere’de kadınların toplu taşıma araçlarında çikolata yemesi, Fransa’da rayların üzerinde öpüşmek, İtalya’da erkeklerin etek giymesi, kamuya açık yerlerde yemin etmek... Türkiye’ye geliyor sonra bizim en saçma yasaklarımıza... Başımıza neyip takıp takmayacağımız, hangi dilde konuşup konuşmayacağımız... Hayat alan yasaklardan... Hrant Dink’lerden... Said Nursi’lerden... Devlet memuru metaforu kullanılarak gücün tüm erkleri ve yaptırımları
rejisor olmak isteyen gencin hayallerine ve gerçeklerine dokunmasıyla başlıyor ve bitiyor film. Her yasak kendi isyancısını doğurur diyor ama filmde isyanıyla kendi hayatını sonlandıran bir genci anlatıyor, “devlet memurunu” asamayan kendini yakan genci... Belki de zulme karşı merhametini yenemeyen, intikam almayan bir karakteri daha uygun buluyor Sinan Çetin. Sanatla uğraşan, sanatıyla birşey söylemeye çalışan bir genç onun istediği, her ne kadar “tek yol devrim” dese de devirmeden birşeyleri “devirmek” istiyor. Andımız çıkıyor filmde karşımıza, tek bir ağızdan tek bir tip olmak için haykırdığımız sözleri duyuyoruz ve belki de her şeyin temeli demek istiyor, tüm o saçma yasaklara yıllardır biat etmemizin sebebi, tek tipleşmemiz, “istenilen” gibi olmamız. Dalgalanan bayraklar var bir de, sözün bittiği yerlerde çıkıyor sahneye devletin betonarme yüzünde dalgalanan, düşman işgalinden yenice çıkmışçasına her yere kondurduğumuz bayraklar. Aile var Kağıt’ta, anne var, baba var… Bağlardan kopamamak var. Filmin sonuna doğru bir sahnede, başoyuncu gencin annesiyle olan telefon görüşmesinde yalan söyleyerek Amerika’da olduğunu, hayallerine ulaştığını söylediği sırada, ezan sesinin duyulması beni filmde en çok etkileyen sahneydi. “Buraya” ait bağlarımızın ne olduğunu istesek de istemesek de hatırlatıyordu bize. Ve filmin mottosu olabilecek en ironik repliği “aptal sarışın”a söyletiliyordu; “koskoca Türkiye Cumhuriyeti’ni bu film mi devirecek yani”. Dünyadaki tüm devletlerin bu paranoyakça korkularından kurtulması dileğiyle…
Kültür Sanat ETKİNLİK
Melike YURT - Yusuf ELBAŞI VAHŞETİN ÇOCUKLARI UNESCO tarafından izleyicilere önerilen, çarpıcı savaş sahnelerini de içinde barındıran bir film “vahşetin çocukları”. Afrika’da küçük yaşta asker olmaya zorlanmış bir çocuğun “gerçek” hikayesi anlatılıyor. Eleştirmenler filmi hem sinematografik boyutu hem de vermek istenilen mesajın ve duygu bütünlüğünün alıcıya net verebilmesi açısından çok övüyorlar. 1 saat 32 dakika olan Film 4 mart’ta vizyona giriyor. FİLMMOR GEZİCİ KADIN FİLMLERİ FESTİVALİ 23 ülkeden 88 kadın yönetmenin filmlerini içinde barındıran 9. Uluslararası gezici kadın filmleri festivali 12-20 mart tarihleri arasında istanbul’da gerçekleşecek. Filmler İstanbul modern, Fransız kültür merkezin ve Cezayir olmak üzere üç farklı mekanda gösterilecek.bu yılki festivalin teması eşitlik. Festival sırasında film gösterimlerinin yanı sıra çeşitli atölyeler de bulunacak. Umarız bu tip özgürlükçü hareketlerin düzenledikleri organizasyonlar kadınları metalaştıran tüketim kültürünün çarkına hizmet etmezler. Bu eleştiriyi yapmamın nedeni; dediğim yöne kaymaya çok meyilli oluşları … İRAN’DAN GELEN ÖDÜLE RET Geçen sene Berlinale film festivalinden altın ayıyla dönen Bal filminin yönetmeni Semih Kaplanoğlu Fecr film festivalinden gelen ödülü kabul etmedi, İranlı yönetmen Cafer panahi ve yapımcı Muhammed Resulov’a verilen hapis cezalarına karşı duruşunu ortaya koydu. Bu sene altın ayıyı kazanan İranlı yönetmen Asghar Farhadi ise iranda yaşanan bu gerginliklere karşı sessiz kalmıştı.
CAHİT ZARİFOĞLU FOTOĞRAF YARIŞMASI 7 ŞUBATTA BAŞLIYOR Mavera gençlik hareketinin öncülük ettiği yarışmanın konusu zarifoğlu’nun “işaret çocukları” isimli şiiri. Kelime ile görüntü arasındaki perdeyi kaldıran kişi birincilik ödülünü alacak. Yarışma sonunda ilk 25’e giren fotoğraflar Türkiye’nin bir çok yerinde gösterilecek. Jürideki isimler de yarışmanın ciddiyetini tekrar ortaya koyuyor. İleriki aylarda başka şairlerle aynı konsepte devam edilebilirmiş, inşallah hoş çalışmalar ortaya çıkar. Fotoğraflar zarifce@gmail.com mail adresinden kabul edilecek. Birinciye: 500 TL + Cahit Zarifoğlu Külliyatı + Tablo İkinciye: 300 TL + Cahit Zarifoğlu’nun 5 Kitabı + Tablo Üçüncüye: 200 TL Cahit Zarifoğlu’nun 4 Kitabı + Tablo Mansiyon: Yaşamak veya Şiirler Kitabı (İlk 25’e)
Mart - Nisan ‘11 • 45
Geçmiş Etkinlikler Şeyhülmuharrirîn Ahmet Kabaklı 8 Şubat, Yazar Ahmet Kabaklı’nın vefatının 10. yıl dönümü idi. Bu vesile ile çeşitli etkinlikler düzenlendi. Türk Edebiyatı dergisinin Şubat sayısı ‘Özel sayı’ olarak çıktı. Kabir basında öğrencileri ve vakıf mensupları kabir ziyareti ve Kur’an-ı Kerim okudular. Türk Edebiyatı Vakfı’nın Çarşamba sohbetlerini konusu yine vakfın kurucusu Ahmet Kabaklı hoca idi. CRR’de Nazlı Ilıcak’ın yönetimindeki anma oturumunda Sâbir Rüstemhanlı, Prof. Dr. Birol Emil, Hasan Celâl Güzel, Ali Coşkun ve Yavuz Bülent Bâkiler, Ahmet Kabaklı’yı bir çok yönü ile değerlendirdiler. Abdurrahim Karakoç’a saygı gecesi 18 Şubat akşamı Ali Emiri Kültür Merkezi’nde Abdurrahim Karakoç’a saygı gecesi düzenlendi. Gecede Abdurrahim Karakoç şiirleri konuşuldu, okundu, bir müzik grubu tarafından seslendirildi. Mihribanı edebiyatımıza kazandıran Karakoç’un dava adamlığı konuşuldu. Programa Fazlı Karaman, Halil Gökkaya, Mehmet Nuri Yardım, Şaban Kurt, Recep Aslan gibi isimler de konuşmaları ile katıldı.
46 • Mart - Nisan ‘11
!f İstanbul AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali bu sene on yaşını doldurdu. Yine sıra dışı filmlere ev sahipliği yapan festivalin yenilikçi sinema anlayışının tezahürü olan keşif bölümünde farklı ülkelerden yönetmenleri bir araya getirdi. 17 şubatta başlayan festival 27 şubatta sona erdi. Her zamanki gibi muhafazakar camianın (sadece insan değil şirketlerinin de) ilgisiz kalmasına şaşıran olmadı. Hasan Aycın/ Sayha/ İz Yayıncılık Karikatür, çizginin gücü ile en etkili anlatımlardan birisi. Bu anlatımda da en etkili isim süphesiz Hasan Aycin’dir. İslami çizginin, kuvveti durmak bilmez çizeri yıllarıdır çizgileri ile islama, müslümanlara hizmet etti. Hasan Aycin’in yıllardır farklı dergilerde, süreli yayın organlarında çıkan karikatürleri yeni bir kitapta toplandı. Sayha İz Yayıncılıktan 132 sayfa olarak çıktı. Görülesi ve kütüphanelerde kesinlikle bulunması gereken bir eser.
İMHAD’dan anlamlı yarışma Afganistan’da, elim bir uçak kazasıyla şehit olan Bahattin Yıldız adına İMHAD (İzmir İmam Hatipliler ve Mezunlar Derneği) tarafından “VEFA” konulu makale yarışması düzenleniyor. Yarışmaya başvuru tarihi, 10 Şubat 2011 - 15 Nisan 2011 tarihleridir. Kazananlara ödüller: Birinciye laptop, ikinciye fotoğraf makinesi, üçüncüye cep telefonu, mansiyon ödülleri ise Bahattin Yıldız’ın kitap serisi olarak belirlenmiştir. Başvuru ve İletişim: bizimcocuklar@hotmail.com
Genç Öncüler Mavi Marmara Tiyatrosu Sergileniyor Abdullah Toker 2008 yılında kurulan genç öncüler tiyatro topluluğu ’tek derdimiz derdimizi paylaşmak’ sloganıyla ilk kez Necip Fazıl Kısakürek’in Püf Noktası oyununu sahneledi. Topluluğun sahneye koyduğu performans büyük bir beğeni toplamıştır. Tiyatro topluluğunun bütün oyuncuları ilk defa oyunculuk deneyimini yaşayan öğrencilerden oluşuyordu. İlk oyunlarının ardından genç öncülerin Asım’ın Nesli gecesinde ‘Asım’ skecini ve yine genç öncülerin kutlu doğum gecesinde ‘Herakliyus’ skecini sahneye koydular. 28 Mayıs 2010 tarihinde İsrail ablukasındaki Gazze’ye insani yardım götürmek üzere yola çıkan ve içinde bebeklerin, yaşlıların ve kadınların bulunduğu Mavi Marmara gemisi, yola çıktıktan üç gün sonra 31 Mayıs 2010 tarihinde uluslararası sularda İsrail donanmasının hücum botları ve helikopterleri gemiye asker çıkardılar. Yanlarında silah taşımayan sadece insani yardım ulaştırmak üzere o gemi-
de bulunan gazeteci, aktivist, yardım gönüllüsü yüzlerce kişiyi rehin aldılar, dokuz kişiyi şehid ettiler ve onlarca kişiyi yaraladılar. Gemi Aşdod limanına demirlendi ve içindeki bütün insanlar İsrail hapishanelerine atıldı. Olaydan sonra dünyanın her yerinde insanlar sokaklara döküldü ve İsrail’i protesto ettiler. Bu olaylardan sonra Mavi Marmara ancak 7 Ağustos tarihinde bırakıldı. Geminin camlarının kırıldığı ve değişik yerlerinde iki yüz elli mermi deliği tespit edildi.
İşte bu vahim olayın tarihe mâlolması adına Genç Öncüler Tiyatro Topluluğu ‘Ölüyoruz demek ki yaşanılacak’ oyununu sahneye taşıdı. İlk olarak 5 Şubat’ta Bağlarbaşı Kültür Merkezinde sahnelenen oyun daha sonra; 20 Şubat’ta Gebze’de, 5 Mart’ta da Başakşehir’de sahnelendi. Her gösterimi yoğun ilgiyle karşılanan oyunu şu ana kadar üç bine yakın tiyatro gönüllüsü izledi. Ayrıca oyun önümüzdeki aylarda Anadolu’nun değişik kentlerinden gelen davetleri değerlendirecek.
Genç Öncüler Tiyatro Topluluğu’nun Mavi Marmara konulu oyunuyla alakalı 100ü aşkın haber yayımlanmıştır ve halen yayımlanmaya devam etmektedir. Oyunun senaristi Sedat Doğan ve yönetmeni Bedir Afşin çeşitli televizyon kanallarına konuk oldular, farklı dergilere röportaj verdiler. Basına yansıyan haberlerden bazıları:.
Milli Gazete-2.Şubat.2011
Yeni Şafak-4.Şubat.2011
Ortadoğu-8.Şubat.2011
Taraf-8.Şubat.2011
Mart - Nisan ‘11 • 47
Beyaz Eylem Hanife Alemdar
Hayata düştü direniş doğduğumuzda. Biz ağladığımızda direniş mendilimiz oldu. Biz direnişin çocuğuyduk, direniş bizim çocuğumuz. . Böyle alt üst ettik hayatı bir direniş o yana bir direniş bu yana. . Bir Beyaz ‘Eylem’di bizimkisi, ayrılırken birbirimizden Özgür Kudüs’te buluşacağımızı umar Gökyüzünü selamlardık.. Aramızda onca sokak vardı, yine de oradan ellerimizi özgürlük işareti ile kutlu sokaklarda bulurduk. . Uzaklardan gelirdi kokumuz, barışın kokusu. Bütün gücümüzü vermiştik direnişe, Cehennem gecelerinde bile Özgürlük türküleriyle el ele. Beyaz ‘Eylemdi bizimkisi’ Hévi (umut) kokan.... . 48 • Mart ‘11