www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 1 Sayı 1 - Şubat 2012 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com
ASRIN VAHŞETİ: HOCALI SOYKIRIMI / Fatma ORAKÇI AVRUPA’NIN GÖZÜ ÖNÜNDE BİR SOYKIRIM: SREBRENİTSA / Alperen KIZIKLI OĞUZ BELDESİ AHISKA / Ahmet Kürşat SOMUNCUOĞLU - Yasin ULUDERE ÇEÇENYA / Serhat ÇAKIR DOĞU TÜRKİSTAN SOYKIRIMI: ‘UYGUR TÜRKLERİNİN KIYIMI’ / Sertaç EKEMEN NEHRİN ÖTE YANI: BATI TRAKYA / Elif Kumru PAKSOY IRAK’TA TÜRKMEN OLMAK / Metehan ÇAĞRI RÖPORTAJ: SADİ SOMUNCUOĞLU ÜLKÜ AĞABEY’E MEKTUP / Recep BAYRAM ÜRETİM ve TÜKETİMDE MİLLÎ OLMAK / Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU KİTABİYAT / Aybike Gökçen ŞİMŞEK BİR TUTAM TÜRKÇE / Fatma ORAKÇI
Kapak T. : M. Bahattin DOĞANAY - Logo: Merve SUKAŞ - Redaksiyon: Taha DOĞANAY
GENCAY
ASRIN VAHŞETİ: HOCALI SOYKIRIMI Fatma ORAKÇI Ermenilerin kininin yıllar sonra dışa vurumun tablosudur.
Kanayan Yara: Hocalı Hocalı, stratejik olarak Karabağ dağ silsilesinde Ağdam - Şuşa, Eskeran Hankendi yollarının üzerindedir. Hankendi’den 10 km uzaklıkta, Hankendi’nin güneydoğusundadır. Yukarı (Dağlık) Karabağ Bölgesinin en önemli tepelerinden birinde olan Hocalı Köyü, stratejik olarak Ermenistan Silahlı Kuvvetleri için askeri bir hedef niteliğinde idi. Hankendi ile Ağdam’ı bağlayan güzergâhta bulunan köy, tek havaalanı için üs konumunda idi. 936 km karelik alana sahip olan Hocalı’da 2605 aile barınmakta ve 11365 kişi yaşamaktaydı.
1887’nin 18 Kasım’ında Fransa’da Aganbekyan’ın “Dağlık Karabağ Ermenilerindir ve bu topraklar Ermenistan’a ilhak edilmelidir” şeklindeki açık beyanatı Azerbaycan Türkleri ile Ermeniler arasında sürtünmeyi hızlandırır.
1988’de Dağlık Karabağ’da konuşlanan Ermeniler; mitinglerde Karabağ’ın Ermenistan’ın bir toprağı, bir uzvu olduğu yönünde bir söylem atarlar ortaya. “Karabağ Komitesi” adlı komitede cem eden Ermeniler, Dağlık Karabağ’ın Ermenistan’a bağlanması ve bunun resmen tanınması amacıyla bürokratik faaliyet başlatırlar. Bu komite tarafından oluşturulan silahlı gruplar Karabağ’a yerleştirilir ve 25 Temmuz 1990’da Gorbaçov, SSR Kanunları haricinde silahlı
Hocalı Soykırımının Zemini Asrın en acımasız soykırımını gerçekleştiren Ermeniler; iddia etikleri 1915’te yaşanılanların öcünü, Hocalı Türklerini katlederek alacaklardır. Ermenilerin kini, Karabağ’ın 7 Temmuz 1923’te Azerbaycan’a bağlanması ile başlamıştır. Problemler de bundan sonra zuhur eder. Sosyal hayata zuhur eden bu sorunların üstünün kapatılması da 1
GENCAY grupların kurulmasını yasaklayan ve silahların saklanması halinde silahlara el konulmasını hedefleyen bir kanun yayımlar. Bu kanun doğrultusunda Azerbaycan’ın bütün bölgelerinde av silahları da dâhil olmak üzere silahlar toplatılır. Dağlık Karabağ Bölgesinde ise bu uygulamada Rus askerleri görevlendirilir.
edilmiştir. 26 Şubat 1992’de asrın en vahşi, en kanlı, en acımasız soykırımı neticesinde Hocalı Köyü tamamen katledilmiştir. Maalesef ki katliam sürecinde Hocalı, Azerbaycan Silahlı Kuvvetlerinin korunmasında değildir. Savunmasız bir çocuğun anasız kalmış tablosunu hatırlatan bu çaresizlik içerisinde sadece 150 kişide hafif silahlar bulunmaktadır. Korunmasız Hocalıların cesetlerinin uzun süre alınamaması da durumun ne ölçüde vahim olduğunu göstermektedir.
Karabağ olayları başlayana dek Azerbaycan Türkleri 78 köyde yaşamakta iken olayların akabinde sadece 5-10 Azeri köyü kalır. 1990’ın Ağustos ve Eylül aylarında Ermenilerin saldırıları doğrudan Azerbaycan Türklerine yöneliktir. Yollar kesilir, otobüsler basılır, birçok köy enkaza dönüştürülür ve tamamen haritadan silinme noktasına getirilir. Bütün bu vakalar, katliamın sadece arifesidir aslında...
Ermenistan’ın silahlı kuvvetleri önce Hocalı’yı üç taraftan kuşatmıştır. Helikopter ve ağır silahlar vasıtası ile köyü bombardımana tutmuş ve bununla da yetinmeyip köye girerek katliama karadan devam etmişlerdir. Katliam Neticesindeki Zayiatlar Ermenistan Silahlı Kuvvetleri 1992’de 25 Şubat’ı 26 Şubat’a bağlayan gecede, açık denizlere inme ütopyası doğrultusunca Ermenileri kullanan Rusların motorize alayının iğvası ile Azerbaycan resmi rakamlarına göre Hocalı Türklerinden 613 kişi hunharca katledilmiştir. Maktullerin 63’ü çocuk, 106’sı kadın, 70’i ihtiyardır. 8 aile bütün fertleriyle katledilmiş ve 25 çocuk yetim bırakılmıştır. 130 çocuk ise ebeveynlerinden birisini kaybetmiş, 487 kişi yaralanmıştır. Yaralıların 76 tanesi çocuktur. 1275 kişi rehin alınmış, 150 kayıp insandan haber alınamamıştır.
Soykırıma Adım Adım 1991’in Ekim ayında Hocalı Köyü ablukada idi. 30 Ekim’de kara yolu ulaşıma kapatılmış ve tek ulaşım vasıtası olan helikopter de vurulup 40 kişi öldürülmüştür. 2 Ocak’tan itibaren elektrikler kesilmiş ve şubatın yarısından itibaren Hocalı; Ermenistan Silahlı Birliklerinin ablukasına alınmış ve her gün toplarla, ağır makineli silahlarla işgal
Ermeniler, katlettikleri Hocalı Türklerinin gözlerini oymuş; kafataslarının derisini soymuş; hamile olanların karınlarını yırtmış ve delmişlerdir. Şehitlerin birçoğunun cesedini yakan Ermeniler 2
GENCAY Hocalıların iç organlarını dışarı çıkarmakla yetinmeyerek birçok insanı diri diri toprağa gömmüşlerdir. Hocalı’nın da içerisinde bulunduğu bölgenin ormanları tahrip edilmiş; okullar, çocuk yuvaları, kütüphaneler, tarihi eser ve müzeler, hastaneler, poliklinik ve sağlık ocakları işgal edilmiştir.
against humanity) kapsamında da ele alınmalıdır. Soykırım Tanıkları “Moskovskie Novosti” (Moskova Haberleri) gazetesinin muhabiri, bu facia esnasında Hocalı’da bulunan gazeteci Yuri Pompeyev gördüklerini bir cümle ile şöyle özetler: “Hocalı’da, sadece cesetler kalmıştı.” Soykırım mağdurlarının anlattıkları tüyler ürperticidir. Esir alınmış mağdurlardan Seriyye Talibova başlarından geçenleri söyle anlatıyor: “Ermeniler bizi bir Ermeni mezarlığına getirdiler. Ahıska Türklerinden dört genci ve üç Azerbaycan Türk’ünü bir zamanlar Türkiye Türkleriyle savaşmış bir Ermeni’nin mezarı üstünde kurban kestiler. Ermeni askerleri ve eşkıyaları; çocukları, anne ve babalarının gözleri önünde işkence ile öldürdüler. Sonra cesetleri kepçe ile dereye döktüler. Bununla da yetinmeyen Ermeniler, iki genci getirdiler ve onların gözlerini tornavida ile deldiler.”
Hukuki Bazda Hocalı Soykırımı Hocalı katliamı 9 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen ve 12 Ocak 1951’de yürürlüğe giren BM’nin Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşmesi 2. maddesinde yer alan “milli, etnik, ırki veya dini bir grubu kısmen veya tamamen imha etme” biçiminde tanımlanan “Jenosit/Soykırım” kavramı ile tamamen örtüşmektedir.
Valeh Hüseynov adlı soykırım mağduru da şöyle söylemektedir: “Esir düştüm. Bütün esirlere işkenceler verdiler. Benim bütün tırnaklarımı çıkardılar, parmaklarımı kırdılar, dişlerimin hepsini kerpetenle çektiler. Amcamı, çocuklarını, bütün neslini öldürdüler, vahşicesine işkencelerle. Ermeniler, yakaladıkları insanların başını kesip ‘Türk’ diyerek alay ediyorlardı.’’
Ayrıca Hocalı soykırımı, uluslararası hukukta saygın bir yeri olan Nürnberg Mahkemesi kuruluş senedinde ve mahkeme kararında kabul edilen Uluslar Arası Hukuk İlkeleri metninin 6. ilkesinin 2. Bendinin C. fırkasında tanımlanmış insanlığa karşı işlenen suçlar (Crimes
Rusyalı savaş muhabiri Yuri Romanov; Hocalı’da gördüğü vahşet sahnelerini anlatan bir kitabında, Ermeniler tarafından altı yaşındaki bir kızın 3
GENCAY gözlerinde sigara söndürülerek kör edildiğini yazıyordu.
kamuoyunda hiçbir kazandırılamaz!”
şekilde
hak
Dönemin Ermenistan Savunma Bakanı olan Ermenistan Cumhurbaşkanı barbar zihniyetli, insan müsveddesi Serj Sarkisyan; bir gazetecinin sorusu üzerine Hocalı Soykırımı ile ilgili şu cevabı vermiştir: “Hocalı’ya kadar Azerbaycanlılar... Bizim sivillere saldıramayacağımızı düşünüyordu; fakat Hocalı’da biz bu kalıbı kırdık.”
Nie Gazetesi (Bulgaristan), Violeta Parvanova: “Hocalı, insanlığın faciasıdır.” Human Rights Watch: “Hocalı katliamını Karabağ’ın işgalinden bu yana cereyan eden en kapsamlı sivil kırımı olarak nitelendirilmiştir.”
Batı Basınında Hocalı Soykırımı Krua l’ Eveneman Dergisi (Paris), 25 Şubat 1992: Ermeniler, Hocalı’ya saldırmıştır. Bütün dünya, vahşice öldürülmüş cesetlere şahit oldu. Azeriler binlerin öldüğünden bahsediyor. Sunday Times Gazetesi (Londra), 1 Mart 1992: Ermeni askerleri binlerce aileyi yok etmiştir. Times Gazetesi (Londra), 4 Mart 1992: Birçok insan çirkin hale getirilmiş, masum kızın sadece kafası kalmış. Le Mond Gazetesi (Paris), 14 Mart 1992: Ağdam’da bulunan basın mensupları, Hocalı’da öldürülmüş kadın ve çocuklar arasında kafa derisi soyulmuş, tırnakları çıkarılmış üç kişi görmüşler. Bu, Azerilerin propagandası değil; bir gerçektir.
Hocalı katliamına tanık olan ve daha sonra Beyrut’a yerleşen Ermeni gazeteci, “Haçın Hatırı İçin” isimli kitabında (s.62-63) vahşeti şöyle anlatıyor: “…Gafan denen ve ölülerin yakılmasıyla görevli Ermeni grup, Hocalı’nın 1 km batısında bir yere 2 Mart günü yüz Azeri ölüsünü getirip yığdı. Son kamyonda on yaşında bir kız çocuğu gördüm. Başından ve elinden yaralıydı. Yüzü morarmıştı. Soğuğa, açlığa ve yaralarına rağmen hala yaşıyordu. Çok az nefes alabiliyordu. Gözlerini ölüm korkusu sarmıştı. O sırada bir asker onu tutuğu gibi öteki
İzvestiya Gazetesi (Moskova), 13 Mart 1992: Binbaşı Leonid Kravets: “Ben kendim tepede yüze yakın ceset gördüm. Bir erkek çocuğunun kafası yoktu. Her tarafa işkenceyle öldürülmüş bayan, çocuk ve yaşlılar vardı.” R. Patrik, İngiliz muhabiri (Olay yerinde bulunmuş): “Hocalı’daki vahşiliklere, dünya 4
GENCAY cesetlerin üstüne fırlattı. Sonra tüm cesetleri yaktılar. Bana sanki yanmakta olan ölü bedenler arasından bir çığlık
işitim gibi geldi. Yapabileceğim bir şey yoktu. Ben Şuşa’ya döndüm. Onlar ‘Haç’ın hatırı için savaşa devam etiler.”
5
GENCAY
AVRUPA’NIN GÖZÜ ÖNÜNDE BİR SOYKIRIM: SREBRENİTSA Alperen KIZIKLI “Ben Avrupa’ya giderken kafam önümde eğik gitmiyorum. Çünkü çocuk, kadın ve ihtiyar öldürmedik. Çünkü hiçbir kutsal yere saldırmadık. Oysa onlar bunların tamamını yaptılar. Hem de Batı’nın gözü önünde; Batı medeniyeti adına..” Aliya İzzetbegoviç
mimarı olan Sırpların yakın tarihini kısaca ele alalım. Sırpların Türklere ve Müslümanlara Karşı Olan Nefretinin Tarihi Kökenleri Sırbistan, Sultan I. Murat öncülüğündeki Osmanlı ordusu ile Sırp kumandan Lazar’ın ordusu arasında 28 Haziran 1389’da yapılan Kosova Savaşı ile Osmanlı hâkimiyetine girmiştir. Savaş sonunda bir Sırp, Müslüman olmak istediğini söylemiş ve I. Murat’ın elini öpmek istemiştir. I.Murat’ın elini öpmek için eğildiğinde padişahı hançerlemiş ve onu şehit etmiştir.
Batı’nın geçmişi; vahşet, katliam, soykırımlarla dolu ve neredeyse tüm insanlık suçlarının özet bir tarihçesidir. Bu tarih sürecinde sadece insanların canlarına, mallarına kastetmekle yetinilmemiş, maneviyatlarına, ahlâklarına, insanlıklarına da yönelmiş büyük bir tecavüz gerçekleştirilmiştir. Nitekim dünyaya en çok zarar veren büyük harplerin, soykırımların ve katliamların tamamına yakınında Batılı ülkelerin imzası vardır.
I. Kosova Muharebesi, Sırp milliyetçiliğinin miladı olarak tarihe geçmiştir ve Sırplar, bugün dahi bu savaşı oldukça önemsemektedirler. Yüzyıllar boyunca dinmeyen bir nefreti bu tarih ile beslemişlerdir. Sırp edebiyatında ‘Camileri yakın yıkın. Türkleşmiş olanları imha edin.’ ifadeleri sıklıkla işlenmiştir. 1683 Viyana bozgunu ile Sırpların bu nefreti eyleme dönüşmüştür. Istraga Poturica (Türkleşmiş olanların imhası) adını verdikleri eylemleri neticesinde 1702’de Karadağ’ın başkenti Çetine’de ilk Müslüman Boşnak kanı dökülmüştür. ‘Adriatik’ten İran’a kadar Müslüman kalmayacak.’ sloganı 1990’lı yıllarda popüler bir Sırp sloganı olarak sürekli halka işlenmiştir. Bu işlenen nefret,
İşte bu Batı kaynaklı soykırımlardan birisi de İkinci Dünya Harbi sonrasında yaşanan en büyük soykırım niteliğinde olan Srebrenitsa soykırımıdır. Srebrenitsa soykırımına değinmeden önce soykırımın 6
GENCAY Sırpların sistemli bir şekilde Müslüman Boşnakları katletmelerine neden olmuştur. Balkanlarda Bozulması
Osmanlı
Birinci Haçlı Orduları, 1099’da Kudüs’e girmiş ve kısa sürede yetmiş bin insanı katletmiştir.
Sükûnetinin
Haçlı zihniyeti yalnızca 11. yüzyılda kalmamış, çağlar aşarak günümüze kadar ulaşmıştır. Bu zihniyetin tezahürü olarak medeniyetin beşiği(!) olarak nitelendirilen Avrupa’nın tam ortasında, BosnaHersek’te 1 Mart 1992 tarihinden 14 Aralık 1995 tarihine kadar soykırım yapılmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamaya başladığı dönemlerde Avrupa’da bağımsızlık akımlarıyla birlikte Balkanlar’da isyanlar baş göstermiştir. Bu isyanlardan biri olan Sırp isyanı, 1878 Berlin Antlaşması ile meyvelerini toplamıştır. 93 Harbi’nden sonra imzalanan Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması Rusya’yı, Balkanlar da hâkim devlet haline getirmiştir. Ayastefanos’un ağır maddelerini geri çevirmek için uğraşan Osmanlı Devleti, Berlin’de Rusya, İngiltere, Almanya, Fransa, Avusturya-Macaristan ve İtalya’nın katıldığı kongrede imzalanan antlaşma sonucu kendisine bağlı olan Bulgaristan, Romanya, Karadağ ve Sırbistan’ın birer prenslik olmasını kabul etmiştir. Aynı zamanda Doğu Rumeli vilayeti kurulmuş, Bosna Hersek imtiyazlı bir yönetim haline getirilmiş, Kıbrıs Sancağı İngiltere’ye kiralanmış, Niş Sancağı Sırbistan’a verilmiş ve daha birçok Balkan toprağı masa başında kaybedilmiştir. Ayestefanos Antlaşması’ndan daha feci bir durum ortaya çıkmıştır. Müslümanlara Karşı Saldırılarının Tarihçesi
Bosna’da Sırp Mezalimi ve Srebrenitsa Soykırımı 1992 yılında Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin parçalanmasıyla birlikte Bosna–Hersek, AB tarafından egemen devlet olarak tanındı. Yugoslavya’nın parçalanmasını fırsat bilen ve Büyük Sırbistan hayalini gerçekleştirmek isteyen Sırplar, gözlerini Bosnalıların yaşadığı topraklara diktiler. Sırp mezalimi, 4-5 Nisan 1992’de Bosna’nın Sırplar tarafından kuşatılması ile başladı. Sırplar, tanklarla, toplarla, makineli silahlarla adeta çelikten bir halka oluşturdular. Amaçları 500 yıllık Türk hâkimiyetinin intikamını almaktı.
Haçlı
Hıristiyan dünyasının, İslam’ı yok etmek ve Müslümanların elinde bulunan zenginlikleri ele geçirmek amacıyla hazırladıkları ordular, 1095 – 1270 yılları arasında ona yakın saldırı gerçekleştirmiştir. 1095’te sefere başlayan
Savaşa engel olmak için BM tarafından bölgeye konulan silah ambargosu yalnızca Boşnaklara uygulandı. Direnen Bosna halkı silahsız, yiyeceksiz, susuz ve 7
GENCAY Avrupa’nın göbeğinde yalnızdılar. Soykırıma karşı savunmasızdılar.
sonra bu toprakta Türklerden intikam almamızın vakti geldi.” demiştir.
Ambargo yüzünden Boşnaklar 1993’te 800 metre uzunluğunda bir tünel inşa eti. Havaalanından Saraybosna’ya kadar uzanan bu tünelle silah, ilaç, yaralı ve yiyecek taşınıyordu.
Srebrenitsa’da 1995’in Temmuzunda boş fabrikalar, ormanlar, sokaklar ve caddeler kısacası akla gelen her yer cesetlerle doldu. Srebrenitsa’da 11 Temmuz’da insanlık yoktu, vicdan yoktu. Yaşlılara, hamile kadınlara, savunmasız bebeklere sıkılan kahpe kurşunlar vardı.
Bosna’daki dağların her birinde Sırpların ölüm makineleri vardı ve Srebrenitsa çocukları her gün ölüyordu. Sırplar, tek bir bomba atışıyla okul bahçesinde oyun oynayan 105 masum çocuğu yok edebiliyordu.
NATO ve BM’nin ihaneti ve olaylara göz yumması ile 11 Temmuz 1995’te Srebrenitsa’da Sırp güçler, her yaştan 8 bin Müslüman Boşnak’ı Hollandalı barış gücü askerlerine rağmen katletti. Savaş sırasında, öldürülen 8 bin Müslüman Birleşmiş Milletler Barış Gücü tarafından güvenli(!) ilan edilmiş olan bölgedeki toplu mezarlara Sırplar tarafından gömüldüler. Toplu mezarların üzerleri Sırplar tarafından hemen çimlerle yeşillendiriliyor, böylelikle toplu mezarların uydudan fark edilmesinin önüne geçiliyordu. Sağ kalan Bosnalılar sevdiklerinin mezarlarına ulaşamıyordu.
Srebrenitsa, Bosna Hersek’in içinde gerek askeri, gerek stratejik gerekse ekonomik açıdan önemli bir yerleşim yeriydi. Ayrıca silahsızlandırılmış Müslüman nüfusun en yoğun olduğu şehirdi. Bu nedenle Mladiç’in emriyle Srebrenitsa’ya doğru Tanjarz kırsal bölgesinden hareket eden Sırp ordusu, 11 Temmuz 1995’te 10.000 Bosnalıyı esir aldı.
Bosnalılar savaş sonrasında hep mavi kelebekleri takip etiler. Biliyorlardı ki; o kelebekler tek bir çiçeğin üzerine konuyordu ve o çiçek sadece Bosna’daki toplu mezarların üzerinde çıkıyordu. Bu çiçeklerin adına “Ölüm Çiçekleri” deniyordu. Bosna’da “Ölüm Çiçekleri” sayesinde 300 toplu mezar bulundu.* (Bu paragraf, TRT’nin yayınladığı “Mavi Kelebeğin İzinde” adlı belgeselden alınmıştır.)
Mladiç, katliamı başlatmadan hemen önce hayâsızca kameraların karşısına geçmiş: “İşte 11 Temmuz 1995’te Sırp şehri Srebrenitsa’dayız. Büyük bir Sırp bayramı arifesindeyken bu şehri Sırp milletine armağan ediyoruz. Nihayet, yeniçerilere karşı ayaklanmasından
Son Söz Bosna’da ve Srebrenitsa’da vahşetin doruk noktaya çıktığı soykırımlar bize Haçlı 8
GENCAY ruhunun ölmediğini ve tekrardan göstermiştir.
ölmeyeceğini
İzzetbegoviç’i rahmetle anıyorum ve yazımı onun şu sözleri ile bitirmek istiyorum.
Srebrenitsa Soykırımı’na neden olan her milleti lanetliyoruz ve ölenlere yüce Allah’tan rahmet diliyoruz. Türk milleti olarak Bosna halkının acısını paylaşıyoruz. Türk milleti Bosnalıların yanında olacaktır.
her
“Bize yapılan soykırımı unutursak bunu bir daha yaşamaya mecburuz, size asla intikam peşinden koşun demiyorum ama yapılanları da asla unutmayın!”
zaman
“Her şeye kadir olan Allah’a ant olsun ki köle olmayacağız.”
Saraybosna Hastanesi’nde 19 Ekim 2003 günü vefat eden, Bosna’nın Atatürk’ü Aliya
9
GENCAY
OĞUZ BELDESİ AHISKA Ahmet Kürşat SOMUNCUOĞLU - Yasin ULUDERE
Eski Oğuzlar beldesi Ahıska, Gürcüce “Yeni Kale” anlamına gelen “Ahal-Tsihen” in Türkçe şeklidir. Dede Korkut Kitabı’nda “Ak-Sıka” (Ak-Kale), 481 yılında “Akesga” adıyla anılır. Ahıska Türkleri, Anadolu Türklüğünün ayrılmaz bir parçasıdır. Bugünkü Gürcistan sınırları içerisinde bulunan ve bir Osmanlı toprağı olan Ahıska, Türkiye’nin kuzeydoğusunda bulunan Ardahan ilimizle sınır olup Türkiye sınırına 15 kilometre uzaklıktadır. Posof Çayı’nın iki yakasında yer alan şehir, karayolu ile Tiflis, Batum ve Türkiye’ye bağlıdır. Ayrıca batıda Türkiye sınırının çok yakınına kadar uzanan bir demiryolu, Ahıska’yı doğudan Tiflis’e bağlar. Ahıska’nın 200 kadar köyü vardır. Bugün sakinleri orada yaşamayan Ahıska ve çevresinde nüfus oldukça seyrektir. 1944 sürgünüyle boşaltılan köylere, zorla veya kendi isteğiyle gelenler dışında nüfus hareketi olmamıştır. Bölgeye iskân edilmek istenen Gürcüler gelmediği gibi, kasabalara da sadece Ermeniler
yerleşmiştir. Buralarda resmî kişilerden başka Gürcü varlığından söz edilemez. Eski Oğuz beldesi olan Ahıska, 1268 yılından başlayarak Ortodoks Kıpçak/Kuman Türklerinden Atabekler Hanedanı tarafından yönetildi. Çıldır Savaşı’nda Ahıska bölgesi, Osmanlı idaresine geçti ve burada Ahıska şehri merkez olmak üzere Çıldır (Ahıska) Beylerbeyliği (Eyaleti) kuruldu. Ahıska Eyaleti, 250 yıl boyunca Osmanlı idaresinde kaldı (1578-1829). Anadolu’nun bir parçasını oluşturan Ahıska; halkı, milli kimliği, manevi değerleri, tarihi ve kültürüyle Türkiye’ye bağlı kaldı. Evliya Çelebi, 17. yüzyılda Ahıska’ya gittiğinde bölgede taş bir kale, kale içinde bin tane ev, eski bir cami, pek çok han, hamam ve medrese bulunduğunu tespit etmiştir. Ama bu eserlerden hiçbiri, Kızıl Komünist yönetimin vahşi politikaları sebebiyle günümüze intikal etmemiştir.
10
GENCAY 1828 yılında Rusların idaresine girinceye dek tam 250 yıl Osmanlının serhat şehri olarak kalan Ahıska, Türkiye sınırlarından kopunca bu bölgede yaşayan Serhat Türklerinin kötü talihi de işlemeye başladı. 28 Ağustos’ta Ahıska’yı kuşatan ve toplarla saldıran Ruslar her yeri ateşe vererek evleri yakmaya başladı. Rusların eline geçmek istemeyen Ahıska kadınları, yanan binalara dalarak canlı canlı yanmayı tercih etiler. Ahıska Türklerinin bu kahramanca mücadelesini sindiremeyen Ruslar camide toplanan yüzlerce insanı diri diri yakarak çoluk çocuk, genç ihtiyar ele geçirdikleri Türkleri acımasızca öldürdüler. Yağmalanan Ahıska, 28 Ağustos 1828 sabahı Rusların eline geçti. Yağmalama ve katliamda Gürcü asıllı Rus kumandanı Çavçavadze, Ruslarla birlikte oldu ve Gürcüler bu kanlı saldırıda aktif olarak Rusların safında yer aldı.
15 yıl öncesinden planlanmaya başlanmıştır. 1921 yılından sonra komünist Sovyet yönetimi, Abhaz, Asetin ve Acarlara özerk cumhuriyet kurma hakkı tanırken Ahıska Türklerine bu hakkı tanımaması; 1930’lu yıllarda halkın lideri durumunda olan binlerce aydın ve din adamının çeşitli düzmece suçlarla tutuklanıp öldürülmesi veya sürülmesi, hapse atılması; masum insanlar için suçlar icat edilerek bu insanların Türkçülük, Kemalistlik ve Türkiye taraftarlığı ile suçlanması, birçok Türk’ün soyadının değiştirilmesi, 1940 yılına kadar diğer özerk cumhuriyetlerden orduya asker alındığı halde, Ahıskalılardan asker alınmayıp Rus-Alman Harbi’nde 40 bin civarında Ahıskalının Alman cephesine gönderilmesi ve geri kalan kadın ve ihtiyarlara da demiryolu yaptırılması gibi olay ve uygulamalar daha önceden hazırlanmış sürgün planının gerçekliğini göstermektedir.
14 Eylül 1829 tarihinde Ruslarla imzalanan Edirne Antlaşması gereğince savaş tazminatı yerine- Ahıska ve Ahılkelek Ruslara verilerek Kars ve Ardahan’dan itibaren diğer topraklar Osmanlılara bırakıldı. Böylece Ahıska’nın karanlık devri de başlamış oldu. Ahıska ve çevresinin Çarlık Rusyası işgalinde geçen doksan yıllık hayatı, zulümlerle doludur. Bu baskı ve zulümler 25 Şubat 1921’de Sovyetler Birliği’ne katılan Sovyet Gürcistan’ı döneminde de devam eti. Onlar hem Rus, hem de Gürcü mezâlimi ile karşı karşıya kaldı. Ahıska Türkleri, Türk ve Müslüman olarak yaşamanın bedelini ağır ödediler. Bu baskı, Stalin zamanında en yüksek noktaya çıkmıştır.
Yıllarca dünya kamuoyundan gizlenen sürgünün belgeleri bugün artık sır değildir. “Devlet Savunma Komitesi”nin 31 Temmuz 1944 tarihli gizli kaydıyla kaleme alınan kararının altında Gürcü diktatör Stalin’in imzası bulunmaktadır. Acımasız Stalin rejimi, Devlet Savunma Komitesi kararına dayanarak sınır güvenliği gerekçesiyle 110 bini aşkın Türk’ü, Ahıska’nın 209 köyünden alarak yük trenleriyle Orta Asya’ya sürmüştür. II. Dünya Savaşı yıllarına kadar askere alınmayan Ahıska Türklerinin 40 bini, savaş başlayınca askere alınarak Alman cephesine sevk edildi. 1944 yılında Borcom’dan Vale’ye döşenen 70 kilometrelik demiryolu yapımında
Ahıska Türklerinin sürgün edilme düşüncesi, Rus yöneticiler tarafından 1011
GENCAY çalıştırılan binlerce kadın, çocuk ve yaşlı Ahıskalı, kötü şartlar sebebiyle hayatını kaybetmiştir. 13 Kasım 1944 yılında “Komünist İmecesi” uygulamasıyla yollar, köprüler gibi tesisler, daha başlarına geleceklerden haberi olmayan halka tamir ettirilmiştir. 14 Kasım 1944 gecesi saat 12.00’de daha önce sınıra takviye amacıyla yerleştirilmiş olan on binlerce Rus askeri, silahlarıyla Türklerin evlerine girmişler, dört saat içerisinde kamyonlara doldurulan mazlum ve çaresiz Türk insanını demir yoluna getirmişlerdir. Diğer taraftan yüzlerce Ahıskalı aile ise, her türlü riski göze alarak Rus askerleriyle çarpışmış, onlarca şehit verme pahasına Türkiye’ye geçmeyi başarmıştır. Bu aileler halen Ağrı, Muş, Kırıkhan, İnegöl, Bursa, Ankara, İstanbul ve diğer yerleşim birimlerinde yaşamaktadırlar.
yaklaşmaya başlayınca bizi denize dökeceklerini sandık. Üç gün sonra vagonlar tekrar Urallar Bölgesi’ne hareket etmeye başladı. Ural Dağları’nın soğuk havası birçok insanımızın hayatına mâl oldu. Sibirya’nın bembeyaz karı onların kefeni ve mezarı oldu. Vagonlar hayvan vagonları olduğu için ısıtma sistemi yoktu. Tuvaletsiz, susuz, dışarıda -15, -20 derece soğukta, bir buçuk ay bir yolculuk yapıldı. Rus askerleri her istasyonda vagonları açarak açlıktan, soğuktan ve hastalıktan ölenleri trenlerden dışarı atıyorlardı. Tren kapıları günde bir kez açılıyordu. Utandıkları için erkeklerin gözleri önünde tuvalet ihtiyaçlarını yapamayan kadınlardan idrar keseleri patlayarak ölenler vardı. Bir buçuk ay süren yolculuk sonunda sağ kalanları Sibirya, Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’a dağıttılar. Bu ağır şartlarda, açlıktan ve soğuktan, 17 bini çocuk olmak üzere 50 binden fazla insan vefat etmiştir. Köylerine döndüklerinde ailelerini bulamayan savaştan dönen gaziler onların sürgüne gönderildiklerini öğrenince Orta Asya yollarına düştüler.”
Şu anda Türkiye’de yaşayan, ömrünün neredeyse tamamını sürgünde geçiren 74 yaşındaki Ahıska Türkü Mustafa Hacıoğlu hem Türkiye hem de hür dünya için ibretlik, bir o kadar da dramatik olan sürgünü kendi ifadeleriyle şöyle dile getirmektedir: “Gece Rus askerleri köyümüzün evlerini kontrol altına aldılar ve iki saat içinde toplanmamızı emrettiler. Küfür, tüfek ve dipçiklerle, silah zoruyla tren istasyonunda topladılar. Sayısı 220’ye yakın Türk ve Müslüman Ahıska köyünden, 100-120 bin civarındaki Ahıska Türkü kara kış gününde yük trenlerine bindirildi. Her vagona 8-10 aile yani yaklaşık 40-50 kişi koyunlar gibi dolduruluyor, kapılar kilitleniyordu. Yer gök Allah Allah haykırışlarıyla inliyor, ağlama, sızlama ve hıçkırık sesleri kulakları sağır ediyordu. Vagonlar Hazar Denizi’ne
14 Kasım 1944 tarihi, yalnız Türk tarihinin değil, insanlık tarihinin de kara sayfasıdır.1944 yılında Ahıska’dan sürülen Ahıska Türkleri Orta Asya ve Kazakistan Çölleri’ne yerleştirildi. Sovyet Rejimi’nde sürgün hayatı geçiren Ahıskalılar hep dışlandılar, üçüncü sınıf statüsünde yaşam mücadelesi verdiler. Bütün baskılara, haksızlıklara rağmen Ahıska Türkleri dil, din, kültür ve geleneklerini bırakmadılar. Nerede yaşarlarsa yaşasınlar asimile olmadılar ve Türklüklerini, örf-adetlerini ve 12
GENCAY geleneklerini korudular. Türk olduklarını her yerde duyurmak için pasaportlarında Millet yazıldığı yere “TÜRK” diye yazdırdılar. Ahıskalılar hariç eski SSCB’de Türk diye resmen kabul edilen başka millet yoktur.
Alman Der Spiegel dergisinde “Her yer yanıyor!” başlığı kullanılmıştır. O günleri 1944 sürgününde Özbekistan’a yerleşen Mustafa Hacıoğlu şöyle anlatmaktadır: “Özbekistan’da Fergana Olayları çıktı. 1990 yılında evlerimizi tek tek yakmaya başladılar. Ve yine sürgüne mecbur edildik. Canımızı zor kurtardık. Zorla Azerbaycan’a sığındık. Azerbaycan’da 17 yıl çiftçilik yaparak Türkiye’ye gelebilecek parayı biriktirdik. 2005 yılında Türkiye’ye gelip yerleştim. Yıllardır bugünleri bekliyordum. Türk bayrağının altında, Türk toprağına düştüm ya, ölsem de artık gam yemem. Ömrümün 70 yılı sürgün, baskı, zulüm ve ölüm korkusu ile geçti. Ben oralarda insanlık nedir görmedim. Türkiye’ye gelince insan olduğumuzu fark ettik. 74 yaşındayım. Türkiye’de geçmeyen 70 yılını saymıyorum. Ve onun için ben daha 4 yaşındayım. Herkesten bu ülkenin, bu bayrağın kıymetini bilmelerini istiyorum. Hainlik yapan bölücüleri gördükçe çok üzülüyorum. Yaşadıklarımızın binde birini yaşasalar bu ülkeye dört elle sarılırlar.”
KGB’nin gizli çalışmaları sonucu Özbekistan’a sürülen Ahıska Türkleri ile Özbekler arasında düşmanlık başlatıldı. Ahıskalılar tehdit edilmeye başlandı. İşten çıkarıldılar ve sevilmeyen bir toplum haline getirildiler. Halkın yoğun olduğu yerlerde “Türklere ölüm” pankartlarını asmaya başladılar. (KGB eğitimsiz, cahil Özbekleri Ahıska Türklerine karşı kışkırtıyordu.) 14-20 yaşındaki gençlere uyuşturucu ve bol miktarda alkol verildi. Ahıskalıların evlerine kırmızı işaretler konuldu ve bu evlerin yakılması, karşılık verenlerin öldürülmesi emri verildi. 1989 Nisanında Özbekistan’ın Kuvazay kasabasında başlayan bir pazar kavgası, günden güne büyüyerek Ahıska Türklerinin yeni bir felâketine sebep oldu. Özbeklerle Ahıska Türkleri arasında cereyan eden kardeş kavgasında maalesef çok kan döküldü. Binden fazla ev yakılıp yıkıldı. Binlerce kadına, çocuğa ve yaşlıya işkenceler yapıldı. Ahıska Türkleri, yeniden vatana dönme yahut yeni vatan arama yoluna koyuldular. 45 sene sürüldükleri Özbekistan’da kurdukları yaşantıları boşa gitti. Evleri yakılıp yağmalandı, mal, mülk, bağ, bahçe, her şeylerini kaybettiler. Canlarını kurtaran Ahıskalılar kendilerine bir yuva, bir ev edinmek için Özbekistan’ı da terk etmek zorunda kalmışlardır. Fergana olayları olarak adlandırılan bu zulüm ve sürgün dünya basınında geniş yankılar yapmıştır.
Komünist Parti´nin XX. Kongresinden sonra Stalin’in sürgün etiği Karaçay, Balkar, Çeçen, İnguş ve Kalmuk gibi Kafkasya halkları, ana yurtlarına dönme izni aldılar. Kırım Türkleri ile Ahıska Türklerine dönüş izni çıkmadığı gibi eski vatanlarını ziyaret etmeleri de yasaklandı. Ellerinden alınan malları da iade edilmedi. Bugün yarım milyon civarındaki Ahıska Türkü, Azerbaycan, Kazakistan, 13
GENCAY Kırgızistan, Rusya, Ukrayna, Sibirya ve Kuzey Kafkas ülkelerinde darmadağınık bir hâlde hayat mücadelesi vermektedir.1990’lardan itibaren Sovyetler Birliği çözüldü. Bugün, bağımsız bir devlet olan Gürcistan, sudan sebeplerle Ahıska Türklerinin vatana dönüşüne müsaade etmemektedir. Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti tarafından çıkarılan Ahıska Türklerinin Kabul ve İskânına Dair Kanun gereğince bir grup insan getirilerek Iğdır’a yerleştirilmiştir.
sorunlarının çözüme kavuşması için acilen siyasi ve ekonomik tedbirler alınmalıdır. 02.07.1992 tarihli ve 3835 sayılı ‘Ahıska Türklerinin Türkiye’ye Kabulü ve İskânına Dair Kanun’ TBMM’de tekrar gündeme getirilmeli, büyük sorumluluk duygusu ile kanun incelenmeli ve karara bağlanmalıdır. Devletimiz kardeşlik ödevini yapmak duygusu ile her türlü destek ve savunma girişimlerinde bulunmalıdır. Ülkemizin büyük bir dünya devleti olarak Ahıska Türklerine yapacağı destek, en az Rusların Ermenilere sahip çıktıkları kadar onlara sahip çıkmaktır. Eğer devletimiz bunları gerçekleştirirse Müslüman ve Türk oldukları için zulme ve haksızlığa uğrayan Ahıska Türklerinin çilesine son verilmiş olur.
Türk ve dünya kamuoyu, bu toplumu artık görmelidir. Ahıska kapılarının açılması için gereken diplomatik çabalar ısrarla sürdürülmeli, Gürcistan’la ciddî görüşmeler yapılmalı, Türk Milleti’nin bir parçası olan Ahıska Türklerinin
14
GENCAY
15
GENCAY
ÇEÇENYA Serhat ÇAKIR
Çeçenistan, yüzyıllardır hürriyetleri için savaşanların, esarettense ölmeyi tercih edenlerin kendilerinden kat kat fazla olan Ruslara karşı bir avuç insanla kahramanca savaşanların, “Hep ölecek kadar yaşlı, hep savaşarak kadar genciz” diyenlerin Şamiller’in, Dudayevler’in, Basayevlerin ülkesi. Coğrafyasındaki petroller ve bulunduğu stratejik konum itibariyle yüzyıllardır Rus zulmüne maruz kalmışlardır.
tarafından soykırım hareketine uğramışlardır. Stalin, 750 bin kişiyi Sibirya’ya ve Orta Asya steplerine sürgüne göndermiş ve bu sürgündekiler ancak 1956’da 400 bin kişi olarak dönebilmişlerdir. Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle bağımsızlık ümitleri artmış ve 1991 de bağımsızlıkla birlikte bir kez daha savaşı göze almışlardır. Rusya’nın sarhoş Devlet Başkanı Yeltsin, Çeçenistan’a savaş açmış ve Kafkasya’da yeni bir sayfa açılmış, kan ve gözyaşı ile yazılmaya başlanmıştır. Çeçenler bir kez daha ateşle imtihan edilmenin ıstırabı içerisinde
1817-1864 tarihleri arasında Çarlık,1920’de Kızıl Ordu, 1944’de Stalin 16
GENCAY mücadelelerini kısıtlı imkânlara rağmen sürdürmeye çalışmışlarıdır. 180 milyon Rusya’ya karşı, 1 milyonluk nüfuslarıyla kafa tutarak cesaretlerini bir kez daha kanıtlamışlardır. Ruslar, 300 bin kişilik orduları ile Çeçenleri vahşice katletmeye başlamışlar, savaş kurallarını ve ahlakını ihlal ederek kimyasal silah kullanıp, çocuk yuvalarını ve hastanelerini bombalamış, esir kamplarında insanları ölümle baş başa bırakmışlardır. Sözüm ona insan hakları gibi kullanılmaya başlandı.(Terimden öteye gidememiştir) Dünya Çeçenlere karşı yapılan zulme seyirci kalmış ve onları kaderleri ile baş başa bırakmıştır.
zulmü sürmekte ve insan haklarının savunucusu olan Avrupa yine “üç maymun”u oynamaktadır. İnsan hakları demişken şunları ifade etmeden geçmemiz gerekir: Çeçenya’da insanlar ölürken Türk yurtlarında ve Ortadoğu’da insanlar katledilirken “insan hakları” nerede? Müslüman olmayan birinin burnu dahi kanasa dünya kamuoyunu karıştıran, küstahça ondan bundan hesap soranlar, niçin bunlara sessiz kalıyor? Doğrusu anlayabilmek mümkün değil! Burada katledilen masumlar ya insan yerine konmuyor ya da gerçekten bunların hiçbir şeyden haberi yok. Ve yahut da haberleri var da Müslüman kanı dökülmesinden zevk mi alıyorlar? Anlayabilmek mümkün değil!
Çeçenler bir kez daha esaretin zincirlerini kırmış, hürriyetin bedelini bir kez daha ödeyerek Rusları 1996 yılında topraklarından kovmayı başarmışlardır. 300 bin kişilik Rus ordusu Çeçenistan’dan çekilirken arkasında 120 bin şehit yüzlerce yaralı ve harap olmuş bir ülke bırakmışlardır. Cevher Dudayev şehit edilmiş, yerine Şamil Basayev geçmiştir.
Bunların yanında bir de bize bunları (ABD, Rusya, AB) örnek alanlar var. Onlar gibi olmak isteyenler var! Bu kişiler ABD’nin, İngiltere’nin Irak’ta, Rusya’nın (Lenin, Stalin ve sonrasında gelenlerin) Orta Asya’da ve Çeçenya’da yaptıklarını görmüyorlar mı? AB ülkelerinin çoğunun PKK’ya ve Ermenilere karşı olan aşırı sempatilerini niye görmüyorlar? Yoksa görüp de anlamak mı istemiyorlar?
Daha sonra Putin, soykırım hareketlerini devam ettirmiştir. Ruslar tek bir Çeçen kalmayana kadar soykırımlarını devam ettireceklerini, Çeçenler ise, tek bir Çeçen kalmayana dek hürriyetlerini savunacaklarını bir kez daha göstermişlerdir. Günümüzde dahi Rus 17
GENCAY Biz ne kadar kendimize Avrupa Devleti sıfatını takarsak takalım onlar için her zaman diğeriyiz. Bunu beynimize nakşetmemiz gerekir.
“Yüz yıl köle olarak yaşamaktansa, bir gün şerefi ve başı dik gezmeyi tercih ederim.” Cevher Dudayev
Asıl konumuza geri dönersek Çeçenistan dedik ya gerçekten büyük bir milletin yurdu… 21. yy yalnız kurtların dağlarında bağımsızlık çığlıkları atığı “Ya istiklal, ya ölüm” naralarının yükseldiği kutlu ülke.
“Özgürlüğün nasıl elde edilebileceğini Kafkas Dağları’ndan ibretle öğrenin. Hür yaşamak isteyenlerin nelere muktedir olduğunu görün.
Dualarımız sizinle... Allah(c.c) yardımcıları olsun.
Onlardan ders alın!“
Ey milletler!
Karl Marx
18
GENCAY
DOĞU TÜRKİSTAN SOYKIRIMI: ‘UYGUR TÜRKLERİNİN KIYIMI’ Sertaç EKEMEN Öncelikle, tanımsal olarak doğru bir ifade kullanıldığımızı ifade etmemiz gerekir. Eğer bir ırka, etnik kökene, dini inanış veyahut mezhebe yönelik bir grubun, bir grup üzerindeki sonucu ölümle biten her türlü kaotik olaylara katliam denir. Ancak bu katliamlar devlet eliyle açıktan veya dolaylı olarak sistematik ve istikrarlı biçimde devam etmekteyse bu tanıma soykırım denir.
gerçekleşmiş, bu da istikrarlı olan topraklarda bir Anomie’nin doğmasına neden olmuştur. Milliyetçi-batılı bir demokrasi fikrini savunan Çan Kay Şek‘e karşı Stalin’in desteği ile mağlup eden Mao Ze-Dung kendi fikirleri çerçevesinde sanayisi olmayan bir devlete, bir işçi diktatörlüğü kurmaya çalışmıştır. Stalin’in ölümü ardından hem ideolojik hem de ekonomik kimi çıkmaza düşmüşledir. İşte Çin’in Doğu Türkistan Türklerine yaptığı eziyetler bu dönemden itibaren yoğunlaşmıştır.
Bölgenin adı her ne kadar Sincan-Uygur Özerk Bölgesi olarak geçse de bu 1950 den sonra Çin Totaliter rejiminin kullandığı bir isim olup bölgenin ismi tarihten beri gelen ve bölge insanın kullandığı şekli ile Doğu Türkistan ismidir.
1912 yılında Cumhuriyetin ilanından sonra 1930 yılında gelen bir dizi ayaklanmalarının sonunda 1. Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti kurulur. Fakat bu devlet, Çin ordusu tarafından yıkıldıysa da Sovyet müttefiklerinin diktesi ile 1944-1949 yılları arasında 2. Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti adıyla bir özerk cumhuriyet kurulmuştur. 1949 yılında Mao’nun nihai zaferiyle bu yönetim fes edilerek bölgede yoğun bir baskıcı
1912 yılında 5000 yıllık Çin monarşisinin, milliyetçiler tarafından yıkılıp hemen akabinde çıkan 2. Dünya Savaşının çıkması, savaş sonunda Japon hegemonyasından kurtulur kurtulmaz, çıkan iç savaşın ardından, 1949 yılındaki büyük yürüyüşün daha önce hiç denenmemiş, köylü-komünist devrimi 19
GENCAY rejim başlayacaktır. Bu tarihten itibaren Çin Komünist Partisi diktatörlüğü bölgede bir asimilasyon politikası gütmeye başlamıştır.
alınıp ibadet alanlarına Mao ve fikirlerini lanse edilen imgeler asılmış ve halktan bunlara saygı göstermelerini bir nevi ‘bu figürlerinin karşısında secde etmeleri istenmiştir’. Bölgedeki halka yönelik, birçok kişi halkı rejime karşı kışkırtmak buna bağlı olarak, Türkçü ya da İslamcı oldukları gerekçesiyle ya sürgün edilmekte ya da idam edilmekteydiler, toplu sürgünler ise asimilasyonun bir diğer yüzüydü. Yurtlarından çeşitli bahanelerle sürülen Türklerin bir kısmı, zorlu iklim şartları nedeni ile yolda hayatlarını kaybetti. 1949-1952 yılları arasında 2.800.000, 1952-1957 yılları arasında 3.509.000, 1958-1960 yılları arasında 6.700.000, 1961-1965 yılları arasında 13.300.000, Toplamda 26.309.000 Uygur Türkü soykırıma maruz kalarak hayatını kaybettiği, Uygur Türkleri ve Uygur Türklerinin, anası olarak kabul edilen Rabia Kader, bizlere ifade etmektedir.
Devrimden önce Çin’de yaşayan tüm ulusların kendi kaderini tayin hakkını kabul etiğini beyan eden Mao Zedung Ordusunun Pekinde kazanmış olduğu zafer neticesinde yapmış olduğu açıklamasında ‘Sincan iki bin yıldır Çin’in ayrılmaz bir parçasıdır, bu nedenle Sincan’a federal bir yönetim vermenin hiçbir manası yoktur. Bu talep tarihe ve sosyalist ideolojiye ihanet anlamına gelir’ diyerek 1944 de özerkliğini tanıdığı Doğu Türkistan’ı emperyalist politikalarına hedef göstermektedir.
‘Çinin jeopolitik konumunun ve yönetiminin içine kapalılığının yanı sıra yüksek ölçekli nüfusu bu kıyımlar karşısında dünyanın habersiz kalmasına ve Çin hükümetinin rakamlarla oynamasına kolaylık sağlamıştır.’ Bunun dışında bölgeyi Hanlaştırmak adına, Çin’in orta kısmından, Filistin’deki Yahudi yerleşimciler gibi, birçok Han ‘Çin de yaşayan ve nüfusun %92 sini kapsayan ve dünya literatüründe, Çinli diye geçen grup’ buraya yerleştirilmeye ve bu duruma bağlı olarak etnik çatışmalara sebebiyet vermiştir. Bu çatışmaları fırsat bilen Çin hükümeti, kolluk güçlerini bölgeye yollamış ve bölgedeki bağımsızlık
Yeni kurulan Çin Hükümeti ile siyasal gelecek hususunda toplantıya giden Özerk Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti önde gelen siyasetçilerinin uçakları esrarengiz bir biçimde düşmüştür. Mao’nun Doğu Türkistan topraklarını bir Çin kolonisi gibi görmesi bölge halkını istismar etmeye yönelik politikalara sebebiyet vermiş, özellikle Türk halkının kültürel değerlerine yoğun bir saldırı politikası başlamıştır. İlk olarak, dini eğitim veren kurumlar yasaklanmış, kimi din adamları gözaltına 20
GENCAY hareketlerini, etnik gerilimleri bahane ederek baskıcı bir yıldırma politikasını yasal zemine çekmeye çalışmıştır.
tüfeklerle ateş açtı. Olayların Sincan’ın öteki büyük kentleri Kaçgar ve Aksu’ya sıçradığı belirtilmişti. Bugün bile hâlihazırda, Çin Halk Cumhuriyeti birlikte Kaçgar ve Aksu gibi önemli bir merkezlerde teyakkuz halinde bir tavır takınıp şehir merkezlerinde zırhlı birlikleri aracılığıyla hem psikolojik bir baskı hem de bölge halkına bir gözdağı vermektedir.
Çin’in olimpiyat oyunlarını fırsat bilen ve mağduriyetini dünya kamuoyuna duyurmaya çalışan Uygur Türk’ü aktivistler, bu amaçları neticesinde tekrar bölgede gerilimin artmasına sebebiyet vermiş, tahammülsüz Çin yönetimi bölgede tekrar baskıcı politikalara girişmiştir. 3 Temmuz 2009 tarihinde 5 Temmuz 2009 da Urumçi’de başlayan ayaklanma Çin silahlı kuvvetlerinin müdahalesi ile kanlı bir şekilde bastırılmış 5 Temmuz ve akabinde ki günlerde binlerce Doğu Türkistanlı Uygur Türk’ü şehit olmuş veya tutuklanmıştır. Çin Halk Cumhuriyeti olayların ardından bu olayların sorumlularının mutlaka yakalanarak cezalandırılacağını açıkladı ve olaylardan sorumlu tuttuğu birçok Uygur Türk’ünü sözde mahkemelerle yargılayarak idama mahkûm eti.
1933 yılında Muhammet Ali Tevfik (Tohtu Hacı) tarafından yazılan, aynı yıl Doğu Türkistan İslâm Cumhuriyetinin kuruluşunda devlet töreni ile okunan ve Doğu Türkistanlılarca ulusal marş olarak kabul edilen Kurtuluş Marşı şöyledir:
Singapur Doğu Asya Enstitüsü’nden Çinli siyaset uzmanı Bo Zhiyue, “Çin, eninde sonunda güç kullanmak zorundaydı. Eğer bu olmazsa, olaylar kartopunun çığa dönüşmesi gibi artardı. Bunu her hükümet yapardı.” yorumunu yaparak bölgedeki katliamları doğrulayıp kendi görüşleri çerçevesinde zulmü legalleştirmeye çalışmıştı. 3 bin kişilik bir Uygur topluluğu üzerine makineli
21
GENCAY
NEHRİN ÖTE YANI: BATI TRAKYA Elif Kumru PAKSOY
Batı Trakya Bölgesi Yunanistan’ın kuzeydoğusundaki uç bölgesi olup; doğuda Meriç nehri batıda Karasu nehri kuzeyde Rodop dağları güneyde ise Ege denizi tarafından çevrelenen bölgedir. Bugün Batı Trakya’ da yaşayan Türk nüfusunun 140-150 bin civarında olduğu sanılmaktadır. Bu rakam 1923’de Lozan Antlaşması sırasında açıklanan rakam ile birlikte düşünüldüğünde (129.120) oldukça azdır.
olsa da Türk nüfusunun artmasını önlemiş, insanları göçlere zorlamış, haklarını ellerinden almıştır. Bölgedeki Türk nüfusunu “kabul edilebilir” düzeyde tutmak için birçok yola başvuran Yunanistan Vatandaşlık Kanunu’nun 19.maddesi ile insan haklarına temelden aykırı olan bir vatandaşlık anlayışı getirmiştir. Madde şöyledir: “Yunan olmayan kökenden bir kişi geri dönme niyeti olmaksızın Yunanistan’dan ayrılırsa, bu kişinin Yunan vatandaşlığını yitirdiğine
Yunanistan’ın bölge üzerinde yaptığı sistemli çalışmalar nüfus artış hızı %2,4 22
GENCAY hükmedilebilir. Bu hüküm, yurtdışında doğmuş ve oturmakta olan Yunan olmayan etnik kökenli kişilere de uygulanır. Ana-babasından ikisi birden veya hayata olanı vatandaşlığını yitirmiş olan reşit olmayan çocuklardan yurt dışında yaşayanlar da vatandaşlığını yitirmiş olarak ilan edilebilir. Vatandaşlık Konseyinin aynı yönde alacağı karara dayanarak bu konuda İçişleri Bakanı hüküm verir.” Bu şekilde 60.000 Türk vatandaşlıktan çıkarılmıştır. Madde 1955-1998 yılları arasında yürürlükte kalmıştır. Ancak 1998’de yürürlükten kalktığında ise artık geri dönüş yoktur.
birliğin tamamen dağılmasının önüne geçmiş, toplumun bütünleşmesinde büyük rol oynamıştır. Ancak bu derneklerin aleyhlerinde yapılan çalışmalar da sonuç vermiş; 1988 yılında Yunanistan yüksek mahkemesi “Batı Trakya’da Türk olmadığı” gerekçesiyle derneklerin adında “Türk” ibaresinin kullanılmasının yasaklanmasına ve daha sonra derneklerin” zararlı faaliyet gösterdikleri” gerekçesiyle kapatılmasına dair kararları onamıştır.
Uygulanan politikalar sadece bununla sınırlı kalmamıştır. Kendilerini Türk sayan Türkçe konuşan bu topluluğun milli kimliği yok sayılarak dini kimliği ön plana çıkarılmış “Müslümanca” konuştukları öne sürülmüştür. Bu şekilde Türkiye ile olan bağlar zayıflatılmak istenmiştir. Milli kimliğin göz ardı edilmesiyle birlikte azınlık grubunun Türkler, Pomaklar ve Çingenelerden oluşmuş homojen olmayan bir grup olduğu öne sürülmüştür.
Sadece derneklerdeki değil anadilde eğitim hakkı doğrultusunda açılmış olan, Türkçe eğitim veren, masrafları Batı Trakya Türklerinin kendilerince karşılanan Türk okullarının da adından Türk ibaresi çıkarılmış, Yunan kökenli öğretmenler bu okullara atanmıştır. Türk gençlerinin eğitim ve iş olanakları kısıtlanmış üniversite yolunun önüne aşılması zor engeller konuşmuştur.
Çoğunlukla Pomakların yaşadığı Gümülcine’nin kuzeyindeki Bulgaristan sınırında bulunan bölge “yasak bölge” ilan edilmiş, köylere giriş ve çıkış belgeye tabi tutulmuş, bölge neredeyse karantina altına alınmıştır. Yasak ’95 yılında kaldırıldığında 59 yıldır birbirinden habersiz yaşayan iki grup çoktan oluşmuştur bile.
Vatandaşlıktan çıkarılan, milli kimliği yok sayılan, yasak bölgede yaşamaya zorlanan batı Trakya Türklerinin karşılaştığı sıkıntılar sadece bunlardan ibaret değildir. 1920 yıllarda Batı Trakya’daki menkulgayrimenkul malların %86’sının Türklere
1927’de ortaya kurulan İskeçe Türk birliği, 1928’de kurulan Gümülcine Türk Gençler Birliği ve 1936’da kurulan Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği bu politikalara karşılık yürüttüğü çalışmalarla bölgedeki 23
GENCAY ait olduğu bilinmektedir. Bugün ise bu oran %20’lerdedir. Yunan kökenli Yunanistan vatandaşları bu bölgede mal alımına teşvik, kamulaştırma ve el koymalarla birlikte Türkler malvarlıklarını kaybetmiş ve göçe zorlanmışlardır.
Yunanistan uluslararası antlaşmalarla kabul etiği, İnsan Hakları Sözleşmesiyle varlığını tanıdığı birçok hakkı gasp etmiş, insanların insan gibi yaşama hakkını ellerinden almıştır. Bugün Batı Trakya Türkleri karşılaştıkları bu sorunlara yönelik hukuk mücadelesini sürdürmektedirler.
Dini kimliğiyle anılmasına rağmen Batı Trakya Türkleri dinlerini yaşayamamaktadırlar. Müftülerin seçimle iş başına gelmesi gerekirken Yunanistan seçimleri iptal ederek müftü atama yetkisini kendinde görmektedir. Müftülükler azınlık grubunun en önemli kurumları olmakla birlikte, Osmanlı’dan kalan vakıfların malvarlıklarının yönetimi konusu da üstlenmektedirler. Bu makamların azınlıkların isteği dışında, seçilen değil atanan kişilerin elinde olması büyük bir sorun teşkil etmektedir.
Türk-Yunan ilişkilerinin merkezi KıbrısAB-Adalar üçgeni olmaktan sıyrılıp, Batı Trakya meselesinin de çözüme ulaştırılması için çaba sarf edilmelidir. Kaynakça: M. Murat HATİPOĞLU- Batı Trakya Türk Azınlığının Sorunlarına Tarihsel ve Güncel Yaklaşımlar Prof. Dr. Ata ATUN- Batı Trakya’daki Planlı Türk Soykırımı
24
GENCAY
IRAK’TA TÜRKMEN OLMAK METEHAN ÇAĞRI Irak Türkmenleri, Türkmeneli diye adlandırılan Irak’ın kuzeybatısından güneydoğusuna doğru uzanan, Araplarla Kürtler arasındaki bölgededirler. “Türkmenler çizilen bu sınırda Musul şehrinin batısında Telafer ilçesi ve civarındaki köylerden başlayarak doğu ve güneydoğuya doğru, Musul, Erbil, Altunköprü, Kerkük, Tazehurmatu, Kifi, Karetepe, Kızılarbat, Hanakin, Mendeli, Bedre ve Şahraban bölgelerinde yaşamaktadırlar.” [1]
konuşmak yasaklanmış ve hata telefonda kendi ailesiyle konuşanları cezalandırmak gibi insan haklarına aykırı kararlar alınmış ve uygulanmıştır. Yüzlerce Türkmen köy ve kasabası çeşitli bahanelerle yıkılmış, Türkmen halkı başka bölgelere göç etmeye zorlanmış, Irak’ın güneyinde yüz binlerce Arap’ın Türkmen bölgelerine yerleşmesi için kendilerine karşılıksız arazi dağıtılmıştır.
Bin yılı aşkın bir süredir Irak’ta yaşayan Türkmenler, 900 yıla yakın bir süre bölgede yönetici konumundadır. İngilizlerin Irak’ı işgal etmesiyle birlikte siyaset arenasında ve devlet yönetiminde arka plana itilmişlerdir. İngiliz işgalinden sonra Türkmenler, Irak’taki yönetimlerce baskı görmüş ve bir tehdit olarak algılanmıştır. 1958 yılında Bağdat’ta yayınlanan “The Iraqi Revolution 14th July Celebrations Commitee” adlı kaynakta ve 1987’de Londra’da Inquiry Dergisi’nde yayınlanan “The Forgoten Minority: The Turkomans of Iraq” adlı makalede Irak’ ta 567.000 Türkmen’in yaşadığı belirtilmiştir. Günümüzde ise bu rakamın 2 milyon ile 3 milyon arasında olduğu belirtilmektedir.[2]
Saddam Hüseyin döneminde zirve noktaya ulaşan asimilasyon daha geriye gittiğimizde İngiliz işgali ile başladığı görülmektedir. 1920’de Telafer’de yaşanan Kaçakaç Katliamı, 1924’te yaşanan Levi katliamı İngiliz zulmünün açık örneğidir. İngiliz boyunduruğundan kurtulduktan sonra da Arap yönetiminde Türkmenler zulüm görmeye ve katledilmeye devam edilmiştir. 1946 yılında yaşanan Gavurbağı katliamı acı bir örnektir. Haklarını aramak isteyen Türkmen işçiler zalimce ezilmiş, dönemin güvenlik güçleri tarafından saldırıya uğrayıp katledilmişlerdir.
Irak genelinde 1920’lerden bu yana Türkmenleri asimile etmek ve yaşadıkları bölgeleri Araplaştırmak, kimi zaman da Kürtleştirmek amacıyla çeşitli yöntemlere başvurulmuştur. Açık yerlerde Türkçe 25
GENCAY 1959 yılı ise Irak Türkmenlerinin yüreğinde kanayan ayrı bir yara olmuştur. “Türkmenlere yönelik katliamlar, Molla Mustafa Barzani’nin Rusya’dan Irak’a döndüğünde Türkmenlerin çoğunlukta yaşadığı Kerkük bölgesini ziyaret etiği sırada meydana gelmiştir.”[3] Silahsız ve sadece cumhuriyetin ilanının birinci yıldönümünü kutlamaya çıkmış bulunan Türkmenler, otomatik silahlarla taranarak dağıtılmıştır. Kerkük katliamı tam 3 gün 3 gece sürmüştür. Evlerinden alınan bazı Türkmen ileri gelenleri, ailelerinin gözleri önünde makineli tüfeklerle şehit edilmiştir. Daha sonra ise ayaklarına ipler takılarak, motorlu araçlarla cesetleri sokak sokak sürüklenmiştir. Aynı zamanda komünist ve Kürt saldırganlar biryanda da Türkmenlere ait birçok mağaza ve dükkânı yağmalamış talan etmişlerdir.
Osman Hıdır/Kahve Sahibi Cihat Fahrettin/Öğrenci Zübeyir İzzet/Kahve Sahibi Şakir Zeynel/Kahve Sahibi Gani Nakip/Memur Kemal Abdussamet/Mühendis Fatih Yunus/Teknisyen Cuma Kanber/Teknisyen Enver Abbas/Öğrenci Kazım Bektaş/Öğrenci Hacı Necim/Serbest Meslek Hasip Ali/İşçi Nuretin Aziz/İşçi İbrahim Ramazan/Tamirci Adil Abdulmecit/İşçi Abdulhalik İsmail/Öğrenci Abdullah Beyatlı/Teknisyen Selahatin Kayacı/İşçi Abbas Kadir/Öğrenci İbrahim Hamza/Kasap Halil Türkmen/Serbest Meslek Salah Köprülü/Polis.
Altun Köprü Katliamı Kerkük Katliamı’nda kimlikleri tespit edilebilenler;
Hem peşmerge hem de Saddam zulmünün yaşandığı şehirdir Altunköprü. 1.Körfez savaşından dolayı yaşanan otorite boşluğundan faydalanan peşmergeler Kerkük’ü işgal etmiş ve ilk olarak nüfus müdürlüğü olmak üzere şehri yakıp yıkmış ve talan etmiştir. Bir hafa süren yağma ve talan olaylarından sonra Saddam’a bağlı askeri güçler yol üzerinde bulunan Türkmen beldelerini ateşe tutarak Kerkük’e girmiştir. Peşmerge güçlerinin kaçması ve şehri terk
Ata Hayrullah/Albay İhsan Hayrullah/Yarbay Tabib Selahatin Avcı/İş Adamı Mehmet Avcı/Memur Nihat Muhtar/Öğretmen Cihat Muhtar/Öğrenci Emel Muhtar/Öğrenci Kasım Nefçi/Çiflik Sahibi Ali Nefçi/Serbest Meslek 26
GENCAY etmesinden sonra Saddam kuvvetleri geçtiği her Türkmen beldesini top ateşine tutmuş ve yakıp yıkmıştır. Peşmerge kuvvetlerini yakalayamamanın acısını Türkmenlerden çıkaran birlikler Altunköprü’de Türkmen katliamını başlamış ve şehri yakıp yıkmıştır. İçlerinde çocuk ve yaşlılarında bulunduğu yüz’e yakın Türkmen evlerinden zorla çıkartılmış ve kurşuna dizilerek katledilmiştir.
şehrine girmekle kalmayıp, şehirdeki, başta tapu ve nüfus daireleri olmak üzere resmi daireleri, hastane, işyeri, evleri, özel araçları yağma ve talan etmişlerdir. İşgal öncesinde 830 bin olan Kerkük’ün nüfusu, bugün Irak’ın kuzeyinden, Türkiye, İran ve Suriye’den getirilip yerleştirilen Kürt unsurlar sayesinde 1,5 milyonu aşmıştır. Şehirde biryandan asimilasyon devam ederken bir yandan da yaşanan saldırılar sonucu binlerce Türkmen katledilmiştir. Önemli Türkmen şehirlerinden biride Telafer’dir. Şehir nüfusunun tamamı Türkmenlerden oluşmaktadır. Şehre sinema ve trafik lambası sistemi dahi Türkmenleri cezalandırmak için yıllarca kurulmamıştır. 400 bin Türkmen’in yaşadığı şehirde durum Saddam rejiminden sonrada değişmemiş hata ağırlaşmıştır. Telafer’de Terör, ABD ve Irak güçlerinin operasyonları nedeni ile hayatını kaybedenlerin sayısı 2800 civarındadır. Telafer’de kan gövdeyi götürürken Türk Dış İşleri Bakanlığı’nın yaptığı ‘masum Iraklıların öldürülmesinden üzüntü duyuyoruz’ açıklaması ise ayrı bir etkisizlik ürünü olarak tarihe geçmiştir. Irak’ta Türkmenlere yönelik katliamlar arterken Başbakan Erdoğan’ın gündeminde ise Türkmen katliamları değil, Talabani ile görüşme vardır.[4]
Amerikan Katliamlar
İşgali,
Asimilasyon
Musul’da da durum diğer Türkmen kentlerinden farksızdır. Türkmenler birçok baskı ve zulme maruz kalarak göç ettirilmek istenmiştir. Ayrıca birçok Türkmen liderde suikasta uğramıştır.
ve
Nisan 2003 tarihinde Irak askerlerinin şehri boşaltması üzerine Kürt peşmerge güçleri Kerkük’e saldırmıştır. Türkmen
Musul, Kerkük, Süleymaniye, Telafer ve adını sayamadığımız nice Türkmen şehri, 27
GENCAY beldesi ve köyünde ne yazık ki durum aynıdır. Peşmerge lideri Mesut Barzani başta olmak üzere Irak Devlet başkanı Celal Talabani’nin uyguladığı politikalar yüz yıl önce İngiliz işgali ile başlayan ve Saddam yönetiminde katlanarak artan Amerikan işgali ile zirve yapan baskı zulüm asimilasyon politikalarından farksızdır. Irak’ın Kuzey’inin asıl söz sahibi Türkmenler yok sayılmakta, asimile edilmekte ve her şeyden daha vahimi katliamlara tabi tutulmaktadır.
edilmesini izlemesi sizce de düşündürücü değil midir? Kaynaklar 1. Güçlü Demirci, “Irak Türklerinin Demografik Yapısı”, Türkler C. XX, Yeni Türkiye Yayınları, s-614 2. htp://www.minorityrights.org/5750 /iraq/turkomans.html 3. Hakkı Öznur, Cahşların Savaşı Kuzey Irak Hareket ve Musul ve Kerkük Meseleleri s-825 4. Ümit Özdağ – Telefar/Bir Türkmen Kenti’nin ABD Ordusu ve Peşmergelere Karşı Direnişi Fark Yayınları s.279
Yıllardır süren asimilasyon ve katliama karşı Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin sessiz kalması, soydaşlarının yok
28
GENCAY
29
GENCAY
RÖPORTAJ: SADİ SOMUNCUOĞLU M. Bahattin DOĞANAY - Serhat ÇAKIR - Metehan ÇAĞRI - Aybike Gökçen ŞİMŞEK
1940 yılında Aksaray'da doğdu. 1962 yılında Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi'nden mezun oldu. 1957-58’den itibaren Türk Ocakları'nın faaliyetlerine katıldı. Çeşitli devlet memuriyetlerinde bulundu. Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü'nde Organizasyon ve Metot ile İdarecilik kurs ve eğitimi gördü. 1967 yılında aktif siyasete atıldı. MHP Gençlik Kolları Genel Başkanlığı yaptı. 1969 yılında MHP Genel İdare Kurulu'na seçildi ve 12 Mart 1971'e kadar gençliğin eğitim ve teşkilatlanması işlerini yürüttü. 12 Eylül 1980 ihtilaline kadar MHP' Genel Başkan Yardımcılığı görevinde bulundu. Devlet, Töre ve Bozkurt dergilerinin yayınında görev aldı. 1977 yılında Niğde Milletvekili olarak TBMM’ye girdi. Demirel'in Başbakanlığında kurulan koalisyon hükümetinde Devlet Bakanı olarak görev yaptı.
1995 seçimlerinde ANAP Aksaray Milletvekili seçildi. 1.5 yıl sonra MHP'ye katıldı, Genel Başkan Yardımcılığı yaptı. 1999 seçimlerinde tekrar MHP' den Aksaray Milletvekili seçildi. 57. Hükümette Devlet Bakanlığı görevini üstlendi. Cumhurbaşkanlığına aday olduğu için Mayıs 2000'de bu görevinden azledildi.
1980 darbesi sonrasında tutuklandı. MHP davasında idamla yargılandı. 2 yıl tutuklu kaldıktan sonra beraat etti. 1980-1995 yıllarında siyasetten ayrıldı. Türk Ocakları Genel Merkez Heyeti üyeliği ve Genel Başkanlığı görevlerinde bulundu.
9 kitap yazdı. Aktif siyaseti bıraktıktan sonra Milli Düşünce Merkezi’nin kurdu ve halen başkanlığını yapmakta.
GENCAY DERGİSİ olarak Sadi Bey ile Türkiye’nin dış politikası, Avrupa Birliği, Ortadoğu ve Türk Dünyası üzerinde sohbet etik. Bize gösterdiği ilgi dolayısıyla kendisine en derin teşekkürlerimizi sunuyoruz.
30
GENCAY
Türkiye’nin yıllardır Avrupa Birliği’ne dahil olma çabası Türkiye’ye kazanç mı sağlamakta aksine Türkiye’ye zaman mı kaybettirmektedir?
gördü. “AB Bitmeyen Yol” kitabımda bu konu üzerinde durdum. Türkiye diye bir ülkeye orda yer yok. Çünkü o kendilerinin o havzada yaşayan medeniyeti temsil eden birleşme projesidir. Türkiye gözünü karartır her şeyiyle razı olacak gibi bir ısrarla devam ederse önüne Sevr’ den daha ağır şartlar konur. Türkiye de ki insanlar bu durumdan etkileniyor. Bu ikiyüzlülük olur mu?
Türkiye gibi bir ülke Avrupa Birliği projesinin santimetrekaresinde bile yeri olmayan bir ülkedir. Bu yüzden daha da geç olmadan Türkiye bunun farkına varmalıdır. Avrupa Birliği, HıristiyanAvrupa medeniyetini medyana getirmiş ülkelerin siyasi birliğini inşa için düşünülmüş bir projedir. Bir tarafa Rusya sahası nüfusu, gücü itibariyle öbür tarafa ABD arasında bir medeniyeti temsil eden ülkelerin ezilmemesi dünyadaki her gelişmeden daha büyük bir pay alabilmesi için birleşik devletlere gitme ihtiyacı duyuldu. Fakat Türkiye nedense gözü kara bir şekilde ne pahasına olursa olsun buraya girmeye çalıştı o yüzden çok zarar
Türkiye’ye yapılan haksızlıklar nedir, diye bir öfkelenme başlıyor Türkiye de. AB’de zaten bin yıldan beri meydana gelen üstü örtülü bir öfke vardır. Bu da bunu tetikler ve neticede düşman kamplar kurulur iki tarafa buradan zarar görür. Türkiye açısından bakacak olursak, AB’nin gelişmiş ülkeler topluluğu olmasının yanı sıra yaşlanan nüfusu itibariyle ve son zamanlarda üyelerinden Yunanistan’ın 31
GENCAY ekonomik krize girmesi bu durumda dahi AB’nin elinden herhangi bir şey gelmemesi gibi nedenler AB’nin gücünün azaldığını, AB’ye girmenin Türkiye açısından gelecek vaat etmediğini gösteriyor. Bu bakımdan Türkiye bu sevdadan vazgeçmeli. Batı da ciddi bilim ve eser sahibi devlet adamları Türkiye konusunda: “Türkiye gibi büyük bir geçmişi temsil eden bir ülke daha fazla aldatılmamalı, istismar edilmemeli, bunun sonucunda Avrupa da çok zarar görür” şeklinde bir açıklamada yapmışlardır. Onun için Türkiye’ye AB projesinde size yer yok diye açıkça bir şekilde belirtilmelidir.
kararı çerçevesinde Fransa bu kararı aldı. 2013’de diğer ülkeler ırkçılık ve soykırımla mücadele konusunda hem iç mevzuatlarını uygun hale getireceklerini hem de AB üye ülkeleri ortak mevzuatın içine alacağı yada çıkaracağını belirtiği için Fransa buna dayanarak karar aldığını iddia ediyor. Yani karşımızda böyle bir tehdit, tehlike vardır ama bu tabi ki bu kadar açık bir şekilde dile getirilmiyor. Bu durum da AB’ye karşı herhangi bir güven düşünülemez o yüzden AB ile ilişkilerimizde ticarete önem vermeliyiz. AB ve Türkiye taraf olarak tercihli ticaret anlaşması yaparlar. Tercihli ticaret anlaşması ise hangi mal ürün ve mamullerde, hizmet sektörü gibi ekonomik durumlarda tarafların avantajlı olduğu kısımlar belirlenir o alanda bir gümrük birliği kurulur. Bu durumda da Avrupa, Türklerin iç işlerine ve diğer ülkelerle ticaretine karışamaz. Türkiye menfaatleri doğrultusunda büyümesini, gelişmesini sağlayabilir. AB’de Türkiye pazarını kaybetmemiş olur. Balkanlar da ve Orta Doğu’da yüklenecekleri misyonu da Türkiye’nin dostluğuyla pekiştirebilir ve misyonunu yürütebilir. Devletler arası ilişkiler tarafların menfaatlerini gözetmiyorsa bir yerde tıkanıklık oluşur ve devletlerin zarar görmesi kaçınılmazdır.
Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkileri nasıl olmalı? Türkiye AB’ye güvenmeli midir? İlk olarak güven konusunu ele alırsak; Avrupa tarafından Türkiye’ye karşı büyük bir düşmanlık söz konusu özellikle 2001’den bu yana. Bu düşmanlık sadece siyasilerde değil, bizim Avrupa birlikçiler, ezberciler, şartlanmış olan aydın kemsin siyasetçilerinde mevcuttur. Onlar görmüyorlar ki yıllardır Batı ülkelerinde ki partiler seçimlerde Türkiye düşmanlığı yaparak oy topluyorlar. Türkiye’ye karşı olan bu husumet halka da yayılıyor. Demokratik ülkelerde siyaset, halkın eğilimleri ve taleplerinden etkilenir ve bu gidiş çok tehlikelidir. Fransa’nın Ermeni soykırımı kabulü kararı AB ülkelerine de yayılacak gibi görünüyor. Zaten AB’nin bir
Türkiye, AB’ye dahil olmak yerine Rusya tarafından başlatılan Avrasya Birliği’ne dahil olabilir mi? Avrasya Birliği, Rusya’nın eski Sovyetler Birliği sahasında yeniden hakimiyet sağlama projesidir. Türklerin böyle bir proje içinde yer almaları hiçbir yarar sağlamaz. Orta Asya’nın kuşatılmış 32
GENCAY olmasından dolayı, Ruslar çok avantajlıdır. Bu yüzden Türkiye Rusya’ya ve kısmen Çin’e yaklaşmaya başladı. O bakımdan Rusya ile olan ilişkilerde bizim günübirlik siyaset değil, istikrarlı, güven veren, hedefi tutarlı olan bir siyaset gütmeliyiz. Siyasetin özünde de biz sizinle iyi komşuyuz esasına dayanan, karşılıklı menfaat gözeten işbirliği gerekir. Bu mesaja dayalı olarak Rusya ile işbirliği yapmamız bizim için çok yararlı olur çünkü Türkiye’nin ekonomik bakımdan faaliyet göstereceği çok fazla alan vardır Rusya’da.
ki o hadiseler başladığında Türkiye de nerdeyse her gün gündemdeydi. Şimdi ise yetkililerimiz bu konuyu açmıyor bile. Libya’da ki kaynakları paylaştılar, orayı da bölecekler, Türkiye’yi de kullanmış oldular ve buda orda ki insanların vicdanların da izler bırakacaktır. Peki Türk Dünyası’nın Türk politikasında ki payı nedir?
dış
Türkiye’nin dış politikası Türk dünyasından uzaklaşmış durumdadır. Türk Cumhuriyetleri gelip bir ilişki kurmazlarsa herhangi bir atağa geçilmiyor, ortak nokta ile ilgili müzakere de yapılmıyor. Buna kardeş Azerbaycan da dahildir. Kültürel açıdan devletlerarası bir iletişim söz konusudur. Fakat taraflar arasında siyasi zemin üzerinde uygun bir ilişki söz konusu değildir. Türkiye bu konuda ki hedefleri belirlerken imkanlar dahilinde gerçekçilikten ayrılmadan, yapabilecekleri öncelikli hale getirmelidir. Bu hedefleri gerçekleştirmek kısa zamanda halledilecek türden değildir, bunu yarım asırlık bir hedef gibi görmekte yarar vardır.
Genel olarak değerlendirecek olursak Türkiye’nin dış politikasında nasıl bir yol izleniyor? Türkiye, yönünü Afrika’ya yönlendirmiş bulunmakta bu hedef Türkiye’nin imkanları dahilinde gerçekleştirebileceği bir şey dahi olsa bile yararına sonuç gösterecek bir proje değildir. Afrika’da siyasi bir istikrarın söz konusu olmadığı gibi ticari açıdan da Suriye’den de daha az bir ticari gelir elde edilir. Afrika’da ki yapılan girişimler gelecek vaat etmiyor aksine bunlar hem zamanımızı hem de kaynaklarımızı ziyan etmektedir. İyi ilişkiler farklı diplomatik yollar ile kurulabilir. Afrika’da ki kaynaklara ulaşma imkanımız nelerdir, diye bir göz atığımızda, önlem alınacak bir durum söz konusu değildir. Türkiye açısından Afrika stratejik bir öneme sahip olmaz. Zaten Çin, Afrika da büyük çapta hakimiyet sağlamıştır. ABD, AB sıkıntıya düşünce Libya’da gördüğümüz gibi vahşiyane usullerle petrollerine, doğal gazlarına hücum etmişlerdir. Türkiye’de artık Libya’dan bahseden de kalmadı. Libya’da
Zaman boyutu göz önüne alınmadan programsız bir girişimde bulunulursa istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilir. Eğer Türkler dünyada var olacaksa Batı Türk’ü ile Doğu Türk’ü ile mutlaka birleşeceği, yardımlaşacağı bir entegrasyonu hedeflemelidir. Türkiye’nin Orta Doğu’da ki gelişmelere yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz? Gündemden takip edecek olursak; Cezayir’in bağımsızlığında Fransa’yı destekledik, oylama da hala o bizim için 33
GENCAY baş kakıncıdır. Halbuki Türkiye orda orada haklıydı çünkü biz 1952’de NATO’ya girdik. NATO güvenlik paktıdır ve Fransa da NATO’nun üyesidir. NATO’nun birinci ilkesi üye ülkelerinin toprak bütünlüğünü savunma esasına dayanıyor. Cezayir aynen Paris gibi Fransa toprağı sayılıyordu bu yüzden hukuki açıdan sömürge ülkesi değildir. Türkiye mecburen NATO üyesi olduğu için çekimser oy kullandı ama Cezayir kurtuluş hareketi yürüten gruplara hem silah hem para yardımı yapıldı el altından.
Türkiye’nin aleyhine gelişmeler ama hiç kimse bunları dile getirmedi. Birleşmiş milletler de ne zaman Kıbrıs meselesi oylanmışsa Arap camiası bir defa olsun bizim lehimize oy kullanmadı. Bunlar Türkiye de hiç anlatılmıyor. Eğer anlatılmıyorsa kamuoyu baskısı onlara da yansır. Türkiye suçlandı her zaman tek tarafı olarak. Bildiğimiz gibi birinci dünya harbinde Arapların önemli bir kısmı İngiliz kuvvetlerinin yanında bize karşı savaş açtılar ama biz buna rağmen bunları mevzu etmedik zamanla unutmaya başladık yine de belli bir kırgınlık olsa da bunun dile getirmeden iyi ilişkiler içinde olduk. Atatürk zamanın da, Bağdat paktı gibi çeşitli paktlarla yine kardeşliği tesis etmeye çalıştık. Latin Amerika ülkelerine de Afrika’ya olan bakış açısıyla bakamayız. Ortadoğu devletleriyle ilişkilerimizde özel sektörden yararlanmalıyız.
Filistin-İsrail meselesinde de Türkiye dengeli bir siyaset gütmüştür. Ne İsrail ile bir çatışmaya girdi ne de Filistinlilerin haklarının, isteklerinin karşısına geçti. Filistin kurtuluş örgütü Türkiye’de ki 1980 öncesi komünist hareketlerin eğitim kampı olarak çalıştı daha sonra da PKK’nın eğitim kampı olarak çalıştı. Bunların hepsi
34
GENCAY
ÜLKÜ AĞABEY’E MEKTUP RECEP BAYRAM savunmaktadır. Her kuruluş ya siyasi bir hedef gütmekte ya da varlığını sürdürebilmek için siyasetin menfaatlerine uşak olmaktadır. Kendilerini davanın karargâhı gibi tanıtmakta, sosyal medya aracılığı ile birlerini bin gibi göstermektedirler.
Muhterem Ülkü Ağabeyim, İçinde bulunduğumuz zor şartlardan ve bunlara karşı da elimizden bir şey gelmemesinden dolayı size böyle bir sitem mektubunu yazma ihtiyacı duydum. Sizin de bu kısık ama haklı sesimize kulak vererek, bize Türk Milletine hizmet yolunda gerekli yönlendirmeyi yapacağınızı umarak şimdiden size olan bağlılığımı bildiriyor, saygılarımı sunuyorum.
Bu kuruluşların getirdiği rüzgârdan faydalanarak, kahraman edalarıyla, popüler ve insanların nefislerini okşayan söylemlerle birçok da kurtarıcı türedi içimizde. Bunlar, küskünleri barıştıracağım, halk beni istiyor, Türk Milliyetçileri iktidar olacak gibi sloganlarla seçim afişlerinde boy boy görüntü veren, diğer siyasetçileri çobanlık bile yapamaz diyerek hor gören ama geçmişlerine bakıldığında bir ekip çalışmasına dahi imza atamamış sadece akademik unvanlarının itibarına gizlenen veya aile büyüklerinin isimleri üzerinden prim yapmaya çalışan kişilerdi. Laf cambazlığı, alkışlar ve televizyon merakı ne yazık ki bu menfaatperestlerin gözlerine perde indirmiş ve sadece hayallerine odaklanmalarına sebep olmuştur. İşin bundan da kötü yanı şu ki bu kişiler olmadan sanki hiçbir şeyin olamayacağı kanısı, insanlarımız tarafından kabul edilmiş ve bu kişiler, gerekeni düşünüyor ve yapıyorlar rahatlığı camiamızı miskinlik atmosferine sokmuştur.
Saygıdeğer Ağabeyim, Türk Milliyetçileri, senin yolunun ciddiyetini ve sorumluluğunu unutmuş bir şekilde kendi elleriyle karanlığa düşmektedir. Dernek, vakıf, enstitü, siyasi parti gibi kuruluşlarla her geçen gün yeni yapılanmalar türemekte ve bunlarla yeni bir çıkış veya aydınlanmanın olabileceğini düşünen kişiler, aslında yeni bölünmelerin temelini atıklarının farkına varamamaktadırlar. Çünkü her teşebbüs kendinden öncekileri, ya inkâr etmekte ya da kendilerinin onlardan olmadığını 35
GENCAY işleyip insanlığa medeniyet getirmiştiniz. Oğuz Ata’yla nesilleri sürmüştünüz. Satuk Buğra Han’ı İslam’la tanıştırmıştınız. Uluğbey’le fezaya bakmıştınız. Hoca Ahmet Yesevi ile Ocak yakmıştınız. Dedem Korkut ile boy boylayıp, soy soylamıştınız. Sultan Alparslan ile Bizans’a yürümüş, Nizamülmülk ile ders vermiştiniz. Osman Bey Gazi ile rüyalar görmüştünüz. Sultan Mehmet’e Rasulullah’ın Nişanı’nı verip, Fatih yapmıştınız. Yavuz Selim Han ile Kutsal Topraklara yüz sürmüştünüz. Mevlana ile raks etmiş, Hacı Bektaş ile “Edep”, Yunus ile “Allah” demiştiniz. Çanakkale’de Kınalı Kuzu, Enver Paşam ile Çeğen Tepesi’nde Şehadet olmuştunuz. Başbuğ Atatürk’e yol gösterici, devletlerimizin kuruluş felsefesi olmuştunuz. Ağabey, siz hep vardınız ve her zaman da yaşananların baş aktörüydünüz.
Ağabeyim, Senin yolunda olanlara Ülkücü diyoruz ama senin ezeli ve ebedi bir gücün olduğunu unutanlar oldu ki Ülkücünün eskisi ya da farklıları ortaya çıktı. Ülkücülük, 1980 öncesi olayların içinde slogan atmış, gözaltına alınmışların fasa fisosu oldu. Röntgencilik yaparak, gizli kameralarla edepsizlikleri daha da ahlaksızca afişe etmek oldu. Sohbetler sırasında “biz bedel ödedik” diyerek aradan sıvışmak oldu. Mafya ve çete suçlamalarında külhanbeyi gibi avaz avaz bağırıp, meydan okuma oldu. Kavgadan uzak durmak bahanesiyle kuruluşları vasıfsızlaştırmak, sokakların hâkimiyetini kaybetmek oldu. Türkçülük Bayramı’nı Milliyetçilik Günü olarak kutlamak oldu. Senin yolunda yol gösterici büyüklere saygısızca yapılan muameleler oldu. Siyaset arenasına çıkanların para ve egoyla sınanması oldu. Kültürümüzü tanımadan lisanslı, cahil aydınlar oldu. Meclis televizyonunda günün anlam ve önemini belirten Salı Siyaseti oldu. Oldu! Oldu! Oldu!
Milliyetçi Hareketi de kurarken o vefalı kahramanları, siz Türk Ocakları’nda buluşturmamış mıydınız? Devletin fark edemediği düşmanı siz, kahraman Ülkücülerle def etmemiş miydiniz? Sovyet Rusya’ya çelme takıp, kardeş Türklere bağımsızlık mutluluğunu siz yaşatmamış mıydınız? Bütün bunlara rağmen, Ülkü Ağabeyim, şimdi neredesiniz? İş adamlarımız, yaptığımız faaliyetlere reklam vermiyorlar, destek olanlar kim olduklarının duyulmasını istemiyorlar. Üniversiteli arkadaşlar, KPSS için çalışmalarımıza katılmamayı daha doğru buluyorlar. Memurlar telefon numaralarını dahi listemize kaydettirmiyorlar. Anlayacağınız, iktidar sahipleri herkesi
Hakikaten Ülkücülük ne idi? Ağabey, siz Atila ile Roma’yı kuşatmıştınız. Kür Şad’ın kulağına ihtilal fikrini siz fısıldamıştınız Atı, cihan hâkimiyeti için ehil etmiştiniz. Demiri 36
GENCAY sindirmiş durumda ki bize de burada düşen rol Cüzzamlı Hastalar, gördüğümüz muamele açıkçası bu.
yılının Temmuz ayında yine bu kişiler iş başında olacaklar. M.Ö. 796 yılında oldukları gibi.
Bir etkinlik düzenlemek, artık büyük iş oldu. Toplantı salonlarını doldurmak için liste yazıp, alternatiflere göre birini yazıp diğerini silerek, önemsiz kişilere önceden haber vermeyip son anda meydana gelen boşluklara göre yedekten adam seçmek alenen işlenir oldu. Sorduğunuzda Anadolu’yu adım adım gezip milleti teşkilatlandıralım diyenler, Ankara’da bir otobüs tutmaktan aciz oldu. Aslında doğru olan herkesin arabasının olmasıymış. Kendileri saltanat kayığında dünyaya gelmişlerle dava yürütüyoruz, Ağabeyim.
Hakikaten Ağabey, ölümsüz olan siz değil miydiniz, bunlara ne oluyor? Kıymetli Ağabeyim, İzninizle bu mektubu, Gencay Dergisi’nde okuyuculara sunacağım. Gencay da nerden çıktı, diye, soracak olursanız, peşinen söyleyeyim. Bizim kurtuluş umudumuz ya da camiamızı bölecek bir başka kolumuz(!). Dediğim gibi biz de ne gördüysek onu yapıyoruz. Yeni bir şey olacak olsa, aman icat çıkarmayın mantığı ile yıldırılıyoruz ama inanın açık olup olmadığını bilmesek de umut kapısının varlığına inanıyoruz. Bu kapıyı bulmak ve senin yoluna gerçekten ulaştığımız gün için bize kapıları açmakta yönlendirici olmanızı umut ederek, kıyamete kadar Türk’ün ebedi varlığına ışık olacağınızı bilerek, sizi saygı ve hürmetlerimle selamlıyorum.
Toplantılarda liyakat kavramı varmış, yokmuş kimsenin umuruna değil. Tek layık olan kişi, kendince toplantıda kimlerin olup, kimlerin olmayacağına karar verdikten sonra ilk durumun aksi olsa ne olur? Anladığım kadarıyla bu tip kişiler ölümlü değil, her şey kendileri ve onların istedikleri kişilerle oluyor. Yeni yetişecek kişilere ihtiyaç yok. Çünkü 3597
37
GENCAY
ÜRETİM ve TÜKETİMDE MİLLÎ OLMAK Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU Millî demek; millet için, millete göre, millet tarafından demektir. Bu, bütün dünya milletleri için geçerli olan bir kavramdır. Bu sözün bizim milletimizin için uyarlanmış hali de şu şekildedir. Türk milleti için, Türk milletine göre, Türk milleti tarafından.
olduğumuz büyük devletleri bize karşı durdu. Hem bu harekât, hem de o zamanki haşhaş ekimi meselesi yüzünden Türkiye’ye ambargo uyguladılar. Kendileriyle pek de dost olarak ayrılmadığımız Kaddafi, o zaman yalnız kalan bize çeşitli yardımlarda bulundu.
Yurtdışından örnek vermek gerekirse, NSA (National Security Agency - Millî Güvenlik Ajansı), NQF (National Quality Forum Millî Kalite Forumu), NBA (National Basketball Association - Millî Basketbol Birliği), NSF (National Science Foundation - Millî Bilim Vakfı), NASA (National Aeronautics and Space Administration Millî Havacılık ve Uzay Dairesi)...
İlk zamanlar dönemin başbakanı Ecevit kahraman olarak karşılanırken, zaman ilerledikçe benzin, tüp gaz, şeker, yağ gibi temel tüketim maddeleri için sıraya giren insanlar fikir değiştirmeye başladılar. Çünkü Türkiye tam bir kuyruklar ülkesi olmuştu. Ancak bu ambargo ile Millî olmanın önemi bir kez daha ağır şartlar altında anlaşılmış, bu durum bazı müspet gelişmelere de sebep olmuştur. Kısa adı ASELSAN olan Askerî Elektronik Sanayii kuruluşumuz 1975 yılında, Türk Silahlı Kuvvetlerinin haberleşme cihaz ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla kurulmuştur. Daha sonra bu bağlamda 1976 yılında Petlas Lastik Sanayi A.Ş, lastik ihtiyacının karşılanması amacıyla kurulmuştur. 1978’de silah ambargosu sona erse de, bizde bu alandaki gelişmeler durmamış, eksik olduğumuz bazı alanlarda yeni kuruluşlarımız kurulmuştur. 1982 yılında kurulan kısa adı HAVELSAN olan Hava Elektronik Sanayii kuruluşumuz bunlardan biridir.
Bu örneklerin isimlerinden de belli olacağı üzere Amerika’ya ait olan kurum ve kuruluşlar. Neredeyse her şey için Millî ile başlayan bir kuruluşları var. İşin tılsımı da burada, bir şey ancak millî olursa bizim olur. Tıpkı onların millîsinin, onların olduğu gibi... MİLLÎ OLMANIN ÖNEMİ Tarih 20 Temmuz 1974... Türk ordusu, canice katledilen kardeşlerini kurtarmak üzere Kıbrıs’a gitti. Bir süre devam eden Kıbrıs Barış Harekâtı, başarılı bir şekilde tamamlandı. Yalnız, bu süre zarfında dünyanın sözde müttefik 38
GENCAY KIBRIS MESELESİNİN ÖNCESİ Biliyorsunuz artık satılan dayanıklı tüketim ürünlerinin neredeyse hepsinde enerji etiketleri var. Üzerinde ürünün belirli nitelikleri yer alıyor ve tükettiği enerji miktarı belirtiliyor. Bu verilere göre ürüne de bir enerji sınıfı veriliyor. B sınıfı, A sınıfı, A+ sınıfı, A++ sınıfı gibi. Bizim insanlarımız da kıvrak zekâlarıyla bu meseleyi hemen kavramış durumdadırlar. Bir ürün alırken insanlarımızın büyük bir oranı enerji yakış değerine oldukça dikkat etmektedir.
Kıbrıs’ta Türklere yapılan katliamlar 1963 yılı Aralık ayında oldukça fazlalaşınca, Türkiye, 1960 Garanti Antlaşması’na taraf devlet olarak sahip bulunduğu haklarını kullanarak 1964’te Kıbrıs’a çıkarma yaparak müdahalede bulunmaya karar verilmiştir. Bu amaçla Kıbrıs’a Türk askerinin çıkması için 7 Haziran tarihi planlanmıştır. Fakat 5 Haziran 1964’te ABD başkanı Johnson’dan zehir zemberek bir mektup gelir. Mektuptaki şu bölüme özellikle dikkatinizi çekmek istiyorum. “Türkiye ile ABD arasında mevcut 12 Temmuz 1947 tarihli yardım antlaşmasının 4. Maddesine göre, Türkiye, ABD’nin vermiş olduğu silahları Kıbrıs’a müdahalede kullanamaz. Çünkü bu silahlar Türkiye’ye savunma amacı ile verilmiştir.” Herhalde bu örneklerimiz millî olmanın önemini anlamak için yeterli olmuştur. MİLLÎ OLANI GELİŞTİRMEK İÇİN NE YAPMALI Teşvikler verilmeli, destekler verilmeli, bu amaçlı kararlar verilmeli vb... Bu tip, üretime yönelik önerilerde zaten bir sıkıntı yok. Ama ben farklı bir şeyden bahsedeceğim.
İşte, yukarıda anlattığımız enerji etiketleri gibi bir de menşei etiketleri olmalıdır. Bu menşei etiketlerinde, alacağınız o ürünün üretiminin ne kadar aşaması hangi ülkede gerçekleşti, kullanılan parçaların veya hammaddelerin ne kadarı hangi ülkeden
Bu mesele ile ilgili, ben ve arkadaşım kimya mühendisi Alper Göçmenoğlu, bir sistem geliştirilmesi konusunda biraz kafa yorduk. Menşei Etiketleri isimli bu sistem, özet olarak şu şekilde anlatılabilir. 39
GENCAY kullanılmakta, üretimde kullanılan enerjinin kaynağı neredendir, bunları görebileceksiniz.
PEKİ, ŞİRKET SAHİBİNİN TÜRK OLUP OLMAMASI AYNI BİLGİYİ SAĞLAMAZ MI? Hayır, sağlamaz. Örneğin, Mercedes-Benz bir Alman şirketidir. Bu marka kamyonlar ilimiz Aksaray’da üretilmektedir. Başka bir örnek, Unilever isimli Hollanda ve İngiltere kökenli çokuluslu bir şirket olabilir. Dondurmadan çaya, margarine, çamaşır deterjanından sabuna, diş macununa kadar birçok farklı ürün üreten bu şirketin ülkemizde, Çorlu, Çayırova, Gebze ve Rize’de olmak üzere toplam 7 tane fabrikası bulunmaktadır.
MENŞEİ ETİKETLERİ BİZE NE SAĞLAR? Eğer böyle bir sistem kurulursa, yerli üreticiye büyük bir destek olacak, bir millî kalkınma sağlanması için büyük bir adım atılmış olacaktır. İnsanlarımız tıpkı enerji etiketlerinde A+++ arar hale geldiği gibi, yerli üretim oranının en yüksek olduğu ürünleri arayacaktır. Böylece üretici firmalar hammaddelerini kendi ülkemizden kullanacak, fabrikalarını kendi ülkemizde kuracak, yatırımlarını kendi ülkemizde yapacaklardır. Bu sayede yerli fabrikalar daha çok çalışacak, daha çok işçi çalıştıracak, daha çok ar-ge yapacak, daha çok patent alacak, daha çok bilgi üretecek ve dışa bağımlılığımız bir hayli azalacaktır. Tıpkı A+ ürünlerin tüketiciler tarafından talep edilmesi sonucunda üreticilerin A+ ürünler üretme yarışına girdiği gibi, yerli üretim oranı yüksek olan ürünler talep gördükçe üreticiler yerli hammaddeye, işçiye ve enerjiye yönelecektir.
Bu durumun tam tersi de mevcuttur. Türk sahipli bir şirketin yurtdışında fabrikasının olması şeklinde. Yani, bir şirketin sahibinin Türk olup olmaması, bize yukarıda anlattığımız bilgileri sağlamaz. Ürünün hammaddesinin ne kadar yerli olduğu, üretimin nerede yapıldığı bilgileri bu sahiplik bilgisi ile elde edilemez. SONUÇ Yazımızın başında örnekleriyle ortaya koyduk ki, eğer üretimde ve teknolojide millî olamamışsanız, bu alanlarda başkalarının eline bakar durumda iseniz, onların istemediği şeyler yapamıyorsunuz. Yani hür değilsiniz. Bir süredir bir Millî Araba projesi konuşulmakta olduğunu ve biraz mesafe de kat edildiğini biliyoruz. Zaten öncesinde de Kuş Serisi ismi ile TOFAŞ, satın alınmış lisanslarla yerli üretim yapıyordu. Şimdi mesele, yerli malını, yabancı rakipleri ile her alanda yarışabilir hale getirmektir. Bu 40
GENCAY yapılabilirse olacaktır.
eğer
büyük
bir
başarı Anlattığımız bu menşei etiketleri sistemi bir gün gerçekleştirilebilirse eğer, yerli üretime, yerli hammaddeye, yerli fabrikaya ve yerli enerjiye büyük ölçüde yardımcı olunabilir. Böylece dış ticaret açığının da önüne geçebilmek için iyi bir fırsat yakalanabilir. Daha da önemlisi bilgi satın alan değil, daha çok bilgi satabilen bir ülke haline gelebiliriz.
Bu işin etiketlerle yapılmak istenmesinin sebebi ise, yerli malının takibinin millete emanet edilmesi gereğidir. Yani, insanlar eğer görebilirlerse yerliyi yabancıyı, kendi ürünlerine sahip çıkabilecektir. Ama hangi ürünün ne kadarı yerli ne kadarı yabancı bunu bilemezse, nasıl kendi ülkesinin ürününe sahip çıkabilir?
41
GENCAY
KİTABİYAT Aybike Gökçen ŞİMŞEK Mahrem ve Münzevi, adını muhteşem naatı Yağmur ile ölümsüzleştiren Nurullah Genç’in tüm şiirlerini topladığı kitaptır. Usta şairin kelimelerinden dünyanıza açılan pencereden kendinize göz kırpacağınız nadide bir eser. Bir güvercin kalbinden kevser ırmağı akar Her yalnızlık, zindanıdır
mahrem bir yıldızın
Geceye tutunanlar güneşe memnû bakar Mutluluk, bir seyyahın o münzevi ânıdır..
Yusuf Akçura bu kitapta, Türkçülük akımının gelişmesini, fikri oluşumuna etki eden faktörlerin tarihi gelişimi içinde değerlendirmektedir. Cemil Meriç’in “Kamus namustur” sözü ile dile getirdiği düşüncenin önemini, Türk dilinin yabancı kelimelerden arındırılarak bütün Türk diyarlarında rahatlıkla konuşulup anlaşılabilecek sade bir dil oluşturulabilmesi için, ortak bir lügat oluşturulmasının değerine vurgu yapılan eserde dil konusunda yapılan hizmetler dile getirilmektedir. Türkçülük, Yusuf Akçura’nın deyimi ile “Bütün Türklük” ülküsüne hizmet etmiş olan Türk dünyasının ilim ve fikir adamlarına ait bir panoramadır. 42
GENCAY
BİR TUTAM TÜRKÇE Fatma ORAKÇI “Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil bilinçle işlensin.”
-en: İsimden isim yapım eki (Pek işlek bir ek değildir.) 2- Saygı: Hürmet, ihtiram. Saygı > sa-y-gı sa- : Saymak, söylemek -y- : Fiilden fiil yapım eki -gı : Fiilden isim yapım eki
Mustafa Kemal Atatürk Etimoloji, bir dilin söz varlığındaki ögelerin köke kadar inilerek analiz edildiği bilimdir. Konuyu biraz açmak gerekirse bir kelime kökünün yahut ekinin ilk ortaya çıkışı, tarihi gelişimi ve hangi dillerde ne şekilde yayıldığı, geliştiği yönünde tahlil edilmesidir. Türkçe karşılığı ‘Köken Bilgisi’ olan bu bilime, Türk dili açısından değinmeye çalışacağım. Türk lehçelerinin ilk etimolojik sözlüğü olarak anabileceğimiz en önemli çalışma Marti Räsänen’in 1969 yılında yayımlanan “Türk Dillerinin Etimoloji Sözlüğü Üzerine Bir Deneme” başlıklı çalışmasıdır. Karşılaştırmalı olarak ise 1978 yılında yayımlanan Hermann Vambéry’nin “Türk-Tatar Dillerinin Etimolojik Sözlüğü”dür. S.Nişanyan, İsmet Zeki Eyuboğlu, Hasan Eren ve Tuncer Gülensoy da etimoloji sözlükleri hazırlamış ve yayımlamışlardır.
3- Nesne : Belli bir ağırlığı, hacmi, rengi olan madde; her türlü cansız varlık, şey. Nesne< ne i-se ne < ne er-se ne Ne : İsim tabanı (Zamir) er-/i- : fiil tabanı se: Şart kipi eki 4- Niçin: Bir olayın, durumun sebebini ya da amacını sormak için kullanılır. Niçin< ne için< ne üçün< ne uç-u-n Ne: İsim tabanı Uç : Sebep. uç : İsim tabanı -u-: Yardımcı ses -n : Vasıta hali eki 5- Gece< kiç+e / kiç-e • Kiç: Geç,zaman, uzun süre. kiç: İsim tabanı +e: ek edat (Enklitik) • Kiç-: Gitmek, uzaklaşmak, öteye dönmek vb. kiç- : Fiil tabanı -e : Zarfiil eki Anlaşılacağı üzere ‘’ Gece’’ kelimesi iki şekilde de tahlil edilebilir fakat kabul görülen ilk tahlil denemesidir.
Bu bölümde birkaç kelimenin kök ve kökenine değinmeye çalışacağım. Denememe ‘’Köken’’ kelimesinden başlamak istiyorum. 1- Köken: Kavun, karpuz, kabak gibi bitkilerin toprak üstünde yayılan dalları. Köken > kök-en Kök: Dip, esas, temel. Kök: İsim tabanı 43
GENCAY 6- Ölüm : Vefat, mevt. Ölüm> öl-ü-m Öl-: Yaşamaz olmak, can vermek. öl- : Fiil tabanı -ü- : Yardımcı ses -m : Fiilden isim yapım eki
-ma: İsimfiil eki 8- Eleştiri: Bir insanı, bir eseri, bir konuyu hatalarını ve doğrularını bulup gösterme maksadı ile inceleme, tenkit. Eleştiri> el-e-ş-tir-i El: Kolun bilekten parmak uçlarına kadar olan, tutmaya, iş yapmaya yarayan bölümü. el: İsim tabanı -e- : İsimden fiil yapım eki -ş- : Fiilden fiil yapım eki (İşteşlik) -tir- :Fiilden fiil yapım eki -i: Fiilden isim yapım eki
7- Bağlama: Bağ veya başka bir nesle ile tutturmak, düğümlemek. Bağlama> ba-ğ-la-ma Ba-: Bağlama işlemi. ba-: Fiil tabanı -ğ: Fiilden isim yapım eki -la-: İsimden fiil yapım eki
44
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABI “YENİ” ANAYASANIN ŞİFRELERİ’Nİ İNTERNET SİTESİNDEN İNDİREBİLİR VEYA MERKEZ’DEN BASILI OLARAK TEMİN EDEBİLİRSİNİZ. millidusunce.org 45