Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

Page 1


www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22


GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 1 Sayı 4 - Mayıs 2012 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com

3 MAYIS 1944 / Hüseyin Nihal ATSIZ 19 MAYIS 1944, ÖNCESİ VE SONRASI / Metehan ÇAĞRI RAHMETLİ HÜSEYİN NİHAL ATSIZ ANISINA / Mehmet Oğuz ATABERK SELAM SİZE 3 MAYIS’IN EVLATLARI / Recep BAYRAM AÇIN KAPILARI OSMAN GELİYOR / Necip Fazıl KISAKÜREK HAK YOLUNDA BAĞRI YANIK YOLCU / Ahmet Kürşat SOMUNCUOĞLU URALLARDAN ANADOLU OVALARINA: ZEKİ VELİDİ TOGAN / Sertaç EKEMEN SÖYLEŞİ: NECDET ÖZKAYA UNUTULAN TÜRKLERDEN SEKELLER’İ HATIRLAMAK / Bülent ERDİL TÜRK DİLİ BAYRAMI ve ANADİLDE EĞİTİM / Alperen KIZIKLI ‘ROMANTİK’ OLMAYAN BİR FAALİYET: ENDÜSTRİYEL FUTBOL / Murat KARATAŞLI TÜRK-İSLAM BÜYÜKLERİ: HOCA AHMET YESEVİ / Vural Egemen SARIGÖZ KİTABİYAT / Aybike Gökçen ŞİMŞEK


GENCAY

3 MAYIS 1944 Hüseyin Nihal ATSIZ Bu kurtarışın kahramanları, büyük çoğunluğu yüksekokul ve üniversite öğrencisi olan birkaç bin gençtir. 3 Mayısın gerçek değerinin kavranmamış olması o zamanki idarenin, hepsi kendi elinde bulunan basın ve radyo ile yaptığı aralıksız propaganda yüzündendir. Sosyalist maskesi altındaki komünizm Türkiye’yi Rusya’ya katmak konusundaki niyetini memleket mukadderatına hâkim olanlar anlayamamışlardı. Yirminci yüzyılda, idare başında bulunanların mutlaka herkesten iyi ve doğru düşüneceği kabul etmeye imkân yoktur. Türkiye’de de ehemmiyetsiz görevlerde bulunan veya henüz okuma çağında olan bir takım gençlerin tehlikeyi baştakilerden daha çok isabetli görmüş olmasından hiçbir fevkalâdelik aranmamalıdır. Bu, bir dereceye kadar mizaç ve yaratılış meselesidir.

Bundan 29 yıl önce Ankara’da yapılan bir yürüyüş, bugün farkına varılmamış olmakla beraber, Türk tarihinin gidişi üzerine son derece tesirli olmuştur. Havadaki zehirli gazla boğulacak hale gelmiş bir insana oksijen verilmesi, aşırı hummâ içinde kıvranan hastaya bir antibiyotik şırıngası yapılmasının yaratacağı şifa gibi, dikta idaresi altında yaşayarak o diktanın hiç umursamadığı komünizm propagandasının çökertmeye çalıştığı bir toplumu 3 Mayıs 1944”te Ankara’da yapılan bir gençlik yürüyüşü uyarmış, tehlikeyi gördükleri halde ses çıkarmayanlara cesaret ve ümit vermiş, tek partili idare olduğu halde Millet Meclisi’nde de görülen heyecanla Türkiye’yi bir “içten vurulma” tehlikesinden kurtarmıştır.

Uzun süre devleti idare etmiş olan Halk Partisi’nde 1938”den sonra bir İnönü’yü yüceltme çağı başlamış, evvelce Atatürk için kullanılan “Milli Şef” deyimi ona mal edilmiş, pullardan ve paralardan Atatürk’ten üstün olduğu havası yaratılmak istenmiştir. Hâlbuki bu çok yanlış bir davranıştı. Çünkü Atatürk, Rusya’da ortaya çıktığı zaman, hakkında kimsenin ve tabiî kendisinin de bilmediği komünizm ve onun Türkiye için tehlikesini anlamış, tedbirlerini almış olduğu halde İnönü komünizmin nasıl bir bela olduğunu bir türlü idrak edememiş, “Sağcılar” dediği Nurcu vesaire makulesini gözünde büyüttüğü halde bugün toplu olarak anarşist adı altında anılanların gayesini bir 1


GENCAY türlü kavrayamamıştır. Anarşistler üniversiteyi işgal ettiği zaman boykotla işgalin aynı şey olduğunu söyleyecek kadar vahim bir hata yapmış, bu da yetmiyormuş gibi Türkiye’yi mahvetmek istedikleri için idama mahkûm edilen üç komünistin idamını durdurmak teşebbüsü ile ilerde tarihin çok olumsuz hüküm vereceği bir harekette bulunmuştur.

Japonlar savaşın sözünü dahi etmez, kardeş Müslümanlar birbirinin canına kastetmezdi. Bu sebeple yabancı klâsiklerin tercüme edilerek Türk gençliğine okutulması onlarda bir aşağılık duygusu yaratmaktan başka sonuç vermemiştir. 20-25 yaşındaki gençlerin şaheser diye hep Yunan, Lâtin, Batı, Acem, Arap, Rus eserlerini okursa “demek benim milletimin şaheseri yokmuş” düşüncesine kapılmasından tabiî ne olabilir?

Kafa ve gönül yapısı bu olan İnönü’nün 3 Mayıs 1944 yürüyüşüne iyi gözle bakmasına şüphesiz imkân yoktur. Bu sebepledir ki “Türkçü” kelimesinden ömrü boyunca ürkmüş, bu ürkmede çevresinin de büyük ölçüde tesirinde kalmıştır. Onda batıya karşı garip bir kompleks vardır. Türkiye’nin manevi kalkınmasını klâsiklerin Türkçeye çevrilmesinde görmesi bunun delilidir. Hâlbuki artık roman ve piyeslerle yahut eski Yunan felsefesiyle milletlerin kalkınma imkânının olduğu çağda değiliz. Bugün her zamankinden çok milliyetçilik çağıdır. Beynelmilelci olduklarını iddia eden komünist devletler bile aşırı bir milliyetçiliğin içindedir. Bu, sosyal bir kanundur: Toplumlar yayılmak ve büyümek için çatışır, çarpışır; bunun için her vasıtadan faydalanır. Böyle bir sosyal kanun olmasaydı barışçı İsa’nın dinindeki milletler asırlarca savaşmaz, Budist

İşte Türkçüler, Türk milletinin manevî kalkınmasını önce komünizmin yok edilmesinde, sonra millî kültürün diriltilmesinde anladıkları için İnönü ile bağdaşamamışlar, onun tarafından Türkiye’yi bütün dünya ile düşman etmek için uğraşan kişiler diye ilân edilmişlerdir. Türkçüler şu memlekette hiçbir zaman iktidara geçmedi. İnönü ve partisi uzun yıllar iktidarda kaldı ve istediği icraatı, propagandayı yaptı. Acaba zaman kime hak verdi? Tecrübesiz, çoluk çocuk sayılan 1944’ün gençlerine mi?, yoksa tecrübeli kaptan olduğu ilan edilen İnönü’ye mi? Onun tecrübeli kaptan olduğu hakkındaki sözü, İkinci Cihan Savaşı’nda Türkiye’nin 2


GENCAY harbe girmesi ve bunun İnönü’ye mal edilen bir başarı olarak kabul edilmesinden doğmuştur. Acaba gerçek böyle midir?

Boğazlarda üs istemenin başka mânâsı var mıydı? 3 Mayıs’ı yapan Türkçülerin şuurla ve inançla bildikleri gerçek: Komünizmin Türklüğe kasteden bir tehlike olduğu idi. Son iki yılın olayları, sürüp giden Sıkıyönetim mahkemeleri, bu mahkemelerde ortaya dökülen hakikatler Türkçülere hak vermiştir.

Türkiye, bilfarz Yugoslavya’nın topraklarında kurulmuş bir devlet olsaydı veya İngilizler vadettikleri savaş malzemesini bize verebilselerdi tecrübeli kaptan onu yine savaşın dışında tutabilir miydi. Bunlardan başka Türkiye’nin savaşa girmeyişinde Von Papen”in büyük rolünü asla unutmamak lazım. 3 Mayıs yürüyüşü milletin gözünü komünizme karşı açan bir millî harekettir. O tarihten başlayarak okullarda hakikî milli tarih okutulsaydı, millî eğitimin bazı kilit noktalarına komünistlerin sızmasına meydan verilmeseydi 12 Mart muhtırasına sebep olan anarşi doğmayacak, bir takım gençler Türk milletinden zorla koparılmayacak, ahlâk değerleri çökmeyecekti. Anarşi hareketleri dediğimiz kargaşalıklar, dikkatle mütalâa olunursa gayet korkunç bir ruh halinden doğmakta, âdeta bir milletin intihar etmek istemesi gibi bir manzara göstermektedir.

3 Mayıs birçok Türkçünün büyük sıkıntı ve ıstırabı ile kapanmıştır. Fakat 3 Mayıs devam etmektedir: Ötüken’in Yazı İşleri Müdürü Kayabek, aşağı yukarı 6 yıl önce başlayan bir davanın sonucu olarak mahkûm edildiği 15 aylık hapis etmek üzere, eşini ve birisi bebek olan dört çocuğunu İstanbul’da bırakarak, doğum yeri olan Eğin’e hareket etmiştir.

Komünizm, sosyal bir isteriden başka bir şey değildir. Onun hâkim olduğu hiçbir ülkede sosyal adalet ve iktisadi refah sağlanamadığı halde faşist veya kapitalist denilen demokrat ülkelerin pek çoğunda bu iş başarılmıştır.

Önümüzdeki yüzyılın tarafsız tarihçileri 3 Mayıs’ın bir dönüm noktası olduğunu elbette tespit edeceklerdir. 3 Mayıs’a selâm olsun!… 3 Mayıs ruhu ebediyen yaşasın!…

Komünizmin iktidara geçtiği günden beri Rusya’nın Türkiye hakkındaki kötü niyetleri Çarlık Rusya’sının kötü niyetlerinden bir parça bile sapmamıştır.

Ötüken, 11 Nisan 1973, Sayı: 5

3


GENCAY

19 MAYIS 1944, ÖNCESİ VE SONRASI Metehan ÇAĞRI “Irkçılara, Milletin mukadderatını kaptırmamak için Cumhuriyetin bütün tedbirlerini alacağız”

yaptığı güne gelmeden önce 1944 yılına genel bir bakış yapalım. 1944 yılı Türkçüler için, Türk Milliyetçileri için bir mücadele yılı bir uyanış yılı olmuştur. Öyle ki 3 Mayıs 1944’te yaşanan olaylar cumhuriyet tarihinde sisteme karşı yapılan ilk itiraz, ilk başkaldırı niteliği taşımaktadır. Her türlü baskının yaşandığı, iktidardan izinsiz nefes dahi alınamadığı o günlerde gençliği sokağa döken o güç baskıya, zulme, haksızlığa, adaletsizliğe karşı Türk’ün Türkçülüğün kutlu haykırışıdır, kutlu gücü olmuştur. Dönemi iyi anlamak adına Türkçülük, Türk Milliyetçiliği yoluna ömürlerini vermiş insanların fikirlerine başvuralım.

“Türkiye'nin ırkçı ve Turancı olması lâzım geldiğini iddia edenler, hangi millete faydalı, kimlerin maksadına yararlıdırlar? Türk milletine yalnız belâ ve felâket getirecek olan bu fikirleri yürütmek isteyenlerin Türk milletine hiçbir hizmetleri olamayacağı muhakkaktır.” İsmet İnönü - 19 Mayıs 1944

Sadi Somuncuoğlu şöyle der 1944 yılı için; “1944’de iki ayrı olay yaşanır. Birincisi 26 Nisan’da başlayıp 3 Mayıs 1944’de sona eren Atsız-Sabahattin Ali davası. İkincisi 7 Eylül 1944’te başlayıp 29 Mart 1945’te sona eren “Irkçılık-Turancılık” davasıdır. Bilindiği gibi, Atsız Bey devrin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na yazdığı açık mektupta, “vatan haini” dediği için Sabahattin Ali’nin açtığı davaya Ankara Adliyesinde bakılır. Duruşmalara katılmak üzere Ankara’ya gelen Atsız’a, Yükseköğrenim gençliği büyük sevgi gösterilerinde bulunur. Adliye binasını kuşatan, Anafartalar ve Denizciler caddelerini dolduran, Milli marşlar söyleyerek Ulus ve Samanpazarı’na doğru yürüyüşe geçen, sloganlarla komünizmi telin eden gençlere, karşı polis çok sert davranır.”(1)

Türk Milliyetçilerini, Türkçüleri, ırkçılık ile suçlayan İnönü’nün, bu konuşmasını

4


GENCAY Evet, 3 Mayıs 1944 günü bir gençlik hareketi olmuştur. 3 Mayıs 1944 cumhuriyet tarihinin ilk büyük nümayişidir. 3 Mayıs 1944 sistemin kontrolünde olmayan ilk harekettir. 3 Mayıs 1944 zulme, baskıya, karşı, diktatörlüğünü ilan edenlere karşı Türklüğün, Türkçüğün ilk haykırışı olmuş.

“Irkçılık-Turancılık” davası açılır. Birçok genç işkence görür. Gösterilerin ardından tutuklanan onlarca gencin ailesi yaklaşan 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı'ndan umutludur. Gençlik Bayramı'nda bir yığın masum gencin, bayramı zindanlarda geçirmesine milli şefin gönlü razı olmayacağını sananlar çoktur. Öyle umulur ki İnönü, 19 Mayıs'ın neşesini bozmak istemeyerek ve bir emirle zindanların kapılarını açtıracak, manasız bir sebeple tutuklanmış aydın gençleri hürriyete iade edecektir. Milli Şef, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, gençleri ve ailelerini sevindirmek şöyle dursun, bilakis Ankara Stadyumu'nda, 19 Mayıs günü Gençlik ve Spor Bayramı nutkunda Irkçılık ve Turancılık iddiaları hakkındaki görüşünü bütün açıklığı ile ortaya koyarak, milliyetçileri hayal kırıklığına uğratan bir konuşma yapar. Milli şef, henüz tahkikat safhasında bulunan olay ile Türkçüler ve milliyetçiler aleyhine çok ağır ithamlarda bulunur.(3)

Şimdi 3 Mayıs 1944’ü Alparslan Türkeş’in ağzından dinleyelim; “3 Mayıs günü heyecanla sokağa fırlayan gençler kıyasıya dövüldüler. Kafaları yarıldı, gözleri patladı. Bazılarının kolları, kaburgaları kırıldı. O zamana kadar Milli Şef’in müsaade etmediği hiçbir gösteri yapılamazdı. Demokrasi, Eşitlik, Hürriyet, Gençlik... Bütün bunlar Türkiye’nin 1944 iktidarında hep palavradır. Halkın alkışları, gençlikten çıkacak “yaşa” naraları kayıtsız şartsız İnönü’nün tekelinde kalmalıdır.”(2)

İşte, Devlet üzerinde diktotarya’nın kurulduğu o dönemde Milli Şef’in, rejimin kurucu unsuru olan, devleti fikirleri ile yeşerten Türkçüleri hedef göstererek yaptığı konuşmadan alıntı; “ Turancılar, Türk milletini bütün komşularıyla onulmaz bir surette derhal düşman yapmak için birebir tılsımı bulmuşlardır. Bu kadar şuursuz ve vicdansız fesatçıların tezvirlerine Türk milletinin mukadderatını kaptırmamak için elbette Cumhuriyetin, bütün tedbirlerini kullanacağız. Fesatçılar, genç çocukları ve saf vatandaşları aldatan fikirlerini millet karşısında açıktan açığa münakaşa edemeyeceğimizi sanmışlardır. Aldanmışlardır ve daha çok

Nefes almanın bile milli şef’in iznine tabi tutulduğu o günlerde Türk Gençliği’nin yaptığı bu yürüyüş sistemi çok korkutmuş olacak ki hemen ardın tutuklamalar başlar,

5


GENCAY aldanacaklardır. Şimdi vatandaşlarımdan iki suale zihinlerinde cevap bulmalarını isteyeceğim: Irkçılar ve Turancılar gizli tertipler ve teşkillere başvurmuşlardır. Niçin? Kandaşları arasında gizli fesat tertipleriyle fikirleri memlekette yürür mü? Hele doğudan, batıdan ülkeler gizli Turan cemiyetiyle zapt olunur mu? Bunlar o şeylerdir ki, ancak devletin kanunları ve esas teşkilatı ayakaltına alındıktan sonra başlanabilir. Şu halde yaldızlı fikirler perdesi altında doğrudan doğruya Cumhuriyet'in, Büyük Millet Meclisinin mevcudiyeti aleyhinde teşebbüsler karşısındayız. Tertipçiler, on yaşında çocuklarımızdan bize kadar derece derece, perde perde hepimizi aldatmak iddiasındadırlar.”

milliyetçilerin davası, İstanbul 1 numaralı Örfi İdare mahkemesinde görüşülmeye başlanmıştır. Davada toplam 23 sanık yargılanmıştır. 1 No’lu Sıkıyönetim Mahkemesinde, 7 Eylül 1944 ile 29 Mart 1945 tarihleri arasında 65 oturum devam eden yargılama sonunda milliyetçiler muhtelif hapis ve sürgün cezalarına mahkûm olmuşlardır. Davada on üç sanık beraat etti. On sanık ise on yıla kadar çeşitli hapis cezaları aldılar. Verilen bu karar temyiz edilmiş ve askeri temyiz mahkemesi bu mahkûmiyet kararlarını esastan ve usulden bozarak 23 milliyetçinin telgraf ile 26 Ekim 1945 tarihinde tahliye edilmelerini sağlamıştır. Ardından davaya 2 no’lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nde devam edilmiş ve neticede milliyetçilerin hepsi 31 Mart 1947 tarihinde beraat etmişlerdir. Fakat bu dava sürecinde birçok Türk Milliyetçisi işkence ve zulüm altında kalmıştır.

Bu konuşmanın ardından basın yayın organları kendilerine vazife çıkartmış ve Türkçüleri ve Turancılığı suçlayıcı birçok delil arama telaşına kapılmışlardır. Aynı şekilde, Milliyetçilik aleyhine yapılan yayınlar artmış, Orhun dergisine abone olanlar, bu dergide bir tek yazıları çıkmış olanlar, Nihal Atsız'a sokakta bir defa selam vermiş olanlar dahi basının da etkisiyle tutuklanmışlardır. Tutuklamalar sonucunda ise amansız işkenceler başlamıştır.

3 Mayıs'ın ilk yıl dönümü 1945 yılında cezaevinde tutuklu bulunan Türkçüler tarafından masa etrafında yapılan bir toplantı ile anılmış, daha sonraki yıllarda ise çeşitli törenlerle “3 Mayıs Türkçüler Günü” olarak anılmaya devam etmiştir. (1) http://www.yg.yenicaggazetesi.co m.tr/yazargoster.php?haber=1810 0 (2) 1944 Milliyetçilik Olayı / Alparslan Türkeş (3) Gündem Gazetesi / 19 Mayıs 1944 Nutku ve Sonrası

Yaşananlar göstermiştir ki; ülke baskı ile yönetilmektedir. Devletin kurucu ideolojisi, sistem tarafından devlet için bir tehlike olarak görülmektedir. Cumhuriyet sözde kalmış ve yönetim şeklinin diktatörlüğe dönüştüğü görülmüştür. 3 Mayıs tarihli gösterilerin ve 19 Mayıs Nutku'nun ardından toplanan

6


GENCAY

RAHMETLİ HÜSEYİN NİHAL ATSIZ ANISINA Mehmet Oğuz ATABERK 12 Ocak 1905’te başlayıp 11 Aralık 1975’te biten; dolu dolu yaşanmış, 70 yıllık dünya misafirliğini birkaç sayfalık yazıya sığdırabilmek elbette imkânsızdır. Lakin maksadım Türkçülere uzun yıllar önderlik etmiş büyük fikir adamı Atsız Ata’mızı kısaca tanıtmak ve fikirlerinin genel çerçevesini, genç bir gönüldaşının gözünden nakletmeye çalışmaktır.

hem de saf, temiz Türkçülüğünden kesitler bulmak mümkündür. Türk tarihi, Türk edebiyatı üzerine incelemelerini de kitaplaştıran Atsız, Türkçülüğe yol göstermesi açısından faydalı olan, insanların düşünce dünyasını genişletecek nitelikte eserler kaleme almıştır. Sağlığında Orhun, Orkun, Ötüken, Kopuz, Çınaraltı v.b. dergilerde yazdığı makaleler de 4 ayrı ciltle kitaplaştırılmıştır. Adına açılmış olan internet sitelerinden hayatı hakkında detaylı bilgiye ulaşılıp, bazı makaleleri, şiirleri okunabilir ve elektronik ortama pdf formatında yüklenmiş birçok kitabına ulaşılabilir. Yani Atsız’a ulaşmak bu kadar kolaylaştırılmışken ve bizlere maddi külfeti bile neredeyse yokken, onun eserlerini okumamak, fikirlerini düşünmemek, üzerinde tartışmalar yapmamak, kanımca bizim ayıbımız olur. Ruh Adam’daki Selim Pusat’la kendini alegorik bir şekilde karakterize eden Atsız, hem diğer romanlarının kahramanlarıyla, hem de başta Milliyetçilik-Turancılık hakkında olmak üzere birçok alandaki görüşlerini ve çalışmalarını aktardığı makaleleriyle milli şuura sahip olan/olmak isteyenlerin fikriyatında azımsanmayacak derecede olumlu etkide bulunmuştur.

Atsız Ata’yı merak edenlerin ve tanımaya yeltenenlerin yapacağı en akıllıca iş bence en mükemmel romanı olan “Ruh Adam” ı okuyarak işe başlamaktır. “Bozkurtların Ölümü”,” Bozkurtlar Diriliyor” ve “Delikurt" romanları da hem kaliteli edebiyatçılık yapıp, okuru kendine bağlayan eserler verip hem de Türkçülüğün çok duru bir biçimde işlenebileceğinin somut örneklerindendir. Şiirlerinin bir araya toplandığı “ Yolların Sonu” eserinde de hem derin kişiliğinden,

Bilindiği üzere; Türk Milliyetçileri resmi tarihten en çok muzdarip olan gruplardandır. Yani bizlere öyle bir tarih öğretilip, ezberletilmeye çalışılıyor ki, 7


GENCAY Türklük kavramının, Türk tarihinin jeopolitiğinin, Türkçülüğün, Turancılığın neredeyse hiç üzerinde durulmuyor. Türklerin tarihteki yeri de insanlara çok dar pencerelerden sunuluyor. Hüseyin Nihal Atsız, Türk milleti açısından zor bir geçiş dönemi olan ve düşünce özgürlüğünden neredeyse söz edilemeyecek “Milli Şef” döneminde yaşamış, bu dönemlerde eserler vermiş, insanların düşüncelerini travmadan kurtarıp okurlarında ve öğrencilerinde Türkçü bir tarih şuuru oturtabilmek için elinden ve kaleminden geldiğince mücadele etmiş bir dava adamıdır.

geçirilmişlerdir. 2. Dünya Savaşı sonlanıp, Sovyetlerden uzak ve demokrasi yanlısı uygulamaların başlamasıyla Türkçüler kısa zaman içinde serbest bırakılmış ve Atsız da ülküsü uğruna çalışmaya kaldığı yerden devam etmiştir.

Bu cesaretinin bedelini de fazlasıyla ödemiştir. Düşüncelere pranga vurulmaya çalışılan devrin yumruğu Türkçülerin ensesinde diğer gruplara olduğundan daha katmerli olmuştur.2. Dünya Savaşı’nın gidişatına göre Sovyetlerin gücünün artması sonucu, onlara yaranabilmek adına ve daha basit günlük siyasi kaygılarla 1944 yılında Türkçüler yargılanmaya başlanmıştır. Cezaevlerine tabutluklara doldurulmuş ve Türkçü, Turancı düşünceye sahip, ağırlıklı olarak öğrenci, öğretmen, edebiyatçılardan oluşan dava adamları türlü işkencelerden

Çıkardığı dergiler ya alakasız ve yersiz sebepler gösterilerek kapatılmış ya da maddi imkânsızlıkların kurbanı olmuştur. O yüzden makalelerini yayınladığı dergi isimleri ömrü boyunca değişkenlik göstermiştir. Değişmeyen şey; Atsız ve onun Türkçü- Turancı düşünceleridir. Ömrü boyunca çizgisinden hiç sapmamış, yoldaşları ondan ayrı düştüyse de, maddi manevi birçok zorlukla karşılaştıysa da, o takdire şayan bir karaktere sahip olduğunu duruşuyla göstermiştir. Tarihini 1923’ten, 1071’den ya da 571’den 8


GENCAY başlatanlara inat, Türk’ün var olduğu günden beri tarih sahnesindeki rolü üzerinde durmuş, olması gereken bilinci oluşturmaya çalışmıştır. Tarihte 16 Büyük Türk Devleti olduğu görüşünün yanlışlığını vurgulamış ve bu konuyu “16 Devlet Masalı ve Uydurma Bayraklar” isimli yazısında şu şekilde açıklığa kavuşturmuştur:

kovalayan Türk hanedanları olduğu, aslında bir tek devlet olup fetret zamanlarında ikiye üçe bölündüğü ve bunun Tanrıkut’a kadar gerilere uzandığı ortaya çıkar….”

“…16 veya 50 devlet kurulmuş değildir. Gerçekte anayurtta bir, nihayet iki devlet kurulmuş, anayurt dışında da buna üç beş devlet daha eklenmiştir. O kadar. Bizi asıl ilgilendiren anayurdumuzdaki devlet olduğuna göre de konu bir veya iki devletin tarihinden ibaret kalmaktadır. Bu iki devlet Türkistan ve onun uzantıları olan doğu Avrupada kurulan devletle bugün Türkiye dediğimiz devletin kurulduğu Önasya bölgesindeki devletten ibarettir ve ikincisi birkaç defa birincisine tâbi olmak suretiyle tarihteki Tek Türk Devleti prensibini devam ettirmiştir…”

Milli benlik, milli değerler ve milli ruh üzerinde çokça duran Atsız yazılarında bu konulara fazlaca değinmiş, Turancılığa ve Türkçülüğe gelen acımasız eleştirilere göğüs germiş, aynı zamanda okurlarına ve yolundan giden dava arkadaşlarına da Turancılığın romantik bir hayal olmadığını, “Turan”ın gerçekleşmesinin bir hayal mahsulü olarak görülmemesi gerektiğini anlatmaya çalışmıştır. Çünkü ülkemizde etki sahibi olan yabancı güçlerin pompaladığı korku ve aşağılık kompleksiyle insanlarımız sünepeleşme, uyuşma yoluna düşürülmeye çalışılmıştır. Atsız da Türklerin tarihten beri güçlü bir millet olduğunu, şu an birbirinden ayrı düşürülmüş olan Türklerin eğer birleşirlerse dünyanın “süper güçlerine” kök söktüreceğini milletimize anlatmayı kendine görev addetmiştir. Batı Türkistan’da Sovyetlerin, Doğu Türkistan’da Kızıl Çin’in boyunduruğunda yaşayan soydaşlarımız ve Ortadoğu, balkanlarda dağınık yaşayan Türkler bir araya gelirlerse tilki hükmü yerini “Kurt

Ötüken, 65. sayı, 1969 “Turancılık” isimli makalesinde de yine Türk’ün tarihteki rolünün küçümsenmesini eleştirirken 16 devlet hikâyesi anlatanlara da göndermede bulunmuştur. “ …Tarihimizi Malazgird’le veya İznik’in alınmasıyla başlatanlara sormalı: İznik’i başkent yapanlar veya Malazgird Savaşı’nı kazananlar daha önce ne idiler? Nerede idiler? On Birinci Yüzyıl tarihin ışıldakları altındaki bir asırdır. O adamların nerede olduklarını gözler önüne derhal serer. Böylece de Türk devletleri denen nesnenin birbirini 9


GENCAY Töresi”ne bırakacak, emperyalistlerin zulmü payidar olamayacaktı. Süper Güçlerin(!) Türklerin birliğinden ne kadar korktuğunu görmek için Anadolu coğrafyasına hapsedilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti üzerinde oynadıkları oyunlara bakmak fazlasıyla yetecektir. Sovyetlerin ve Çin’in kışkırttığı komünistler insanları örgütleyerek birbirine düşürüp ülkeyi gerileme ve bölünme yoluna itmeye çalışırken batı dünyası ve ABD tarafından korunup kollanan mandacı kapitalistler de bir yandan hazine küplerini ağzına kadar doldurup, diğer yandan ülkeyi batıya bağımlı hale getirecek ihanet hamlelerini devam ettirmişlerdir. Her iki taraf da Türkçü- Turancı düşünceye sahip insanları maceracı zümre olarak görüp, küçümsemişler ve maceraya atılmanın sonunun kötü olacağını ve Turan’ın sadece hayalî bir düşünce olduğunu dillerine pelesenk etmişlerdir. Bu acımasız ve yanlış eleştirilere Atsız sessiz kalmamış, Türkçüleri ve Turan’ı Türk düşmanlarının ağzına sakız etmemek, onların sesini kesebilmek için mücadele etmiştir. Bu konudaki görüşlerini de çok güzel ve akıllıca dile getirmiştir:

hizmet aşkını ömrünün sonuna kadar kalbinde taşımıştır. İçinde bulunduğu zor şartlara ve milletini sevdiği için kendisine reva görülen zulme direnmesi için, miktarı ve niteliği ne olursa olsun maddi sebepler yetersiz kalırdı. Ona ölene kadar Türkçülük bayrağını taşıtan güç, azmi ve içindeki “Türk” sevgisi idi.

Bugün Türk milliyetçilerinin geçmişe nazaran kendilerini daha rahat ifade etmelerinde 1944’te yargılanan Bozkurtların, Atsız Ata’nın ve Türkçülük sancağını daha yükseklere çekebilmek için mücadele etmiş yiğitlerin katkılarını da küçümsememek gerekir. Bugün elimizde Türkçülük, Turancılık, milli değerler, milli benlik, tarih şuuru, cihan hâkimiyeti mefkûresi üzerine yazılmış yüzlerce makale, kitap ve yapılmış sayısız araştırma dururken altı boş, kısır tartışmalara girmemiz yerimizde saymamıza hatta gerilememize sebep olur. Oysa milli bilince sahip olmaya çalışan biz gençlere düşen; birbirimizi yıpratacak, bölecek tartışmalardan kaçınıp, radikallik uğruna ve yüksek ego yüzünden ayrı düşmemek, birbirimize her geçen gün daha sıkı sarılmaktır. Birbirimizden başka kimsemizin olmadığını fark etmeli, tenkitlerimizi aşağılamak için değil de

“… Her maceracılık hata olmadığı gibi her ihtiyat da tedbirli davranış değildir. İnsanlık tarihi siyaset, askerlik ve ilim alanındaki maceralarla doludur. Kristof Kolomb’un batıya giderek Hindistan’ varmak istemesi macera idi…. Yavuz’un 30.00 kişiyle çölü aşarak Mısır’a girmesi bir macera değil miydi?...” Söylenecek söz çok, yapılacak iş fazla iken, Atsız da hiç durmamış, araştırmış, okumuş, yazmış, anlatmış ve milletine 10


GENCAY karakterleri onarabilmek için yapmalıyız. Ülküdaşını beğenmemezlik yapmak bize yakışmaz. Bilmeliyiz ki bizden olanlar geri kaldıysa, eksik kaldıysa suçun büyüğü onlara yardım eli uzatamayan, faydalı olamayan bizlerdedir. Her gönüldaşımızın entelektüel olması gibi bir zorunluluğun olmadığı gibi tüm entelektüeller de dostumuz değildir. Atsız, Yakarış şiirinin girişinde bu konuya şöyle değinmiştir:

KAHRAMANLIK Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir, Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmemektir. Ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir; Kahramanlık: saldırıp bir daha dönmemektir. Sızlasa da gönüller düşenlerin yasından Koşar adım gitmeli onların arkasından. Kahramanlık: İçerek acı ölüm tasından İleriye atılmak ve sonra dönmemektir.

“Anlamayız hayatı felsefeyle, ilimle; Hayat çelik ellerle atılan zar olmalı. Rahat yatakta ölmek acep olmaz mı çile?

Yırtıcılar az yaşar... Uzun sürmez doğanlık... Her ışığın ardında gizlidir bir kahramanlık; Adsız sansız olsa da, en büyük kahramanlık: Göz kırpmadan saldırıp bir daha dönmemektir.

Kanlı sınır boyları bize mezar olmalı…” Bizlerle ortak değerlere ve hassasiyetlere sahip olan, aynı kıbleye yönelip secde eden, aynı dünya görüşüne göre hareket eden ve en önemlisi aynı ülküye gönül vermiş kardeşlerimize şartlar ne olursa olsun hak ettikleri değeri vermeli, onlara sırt dönmemeliyiz. Gereksiz tartışmaları bırakıp; “Yüzde yüz Türk olduğun gün cihan senindir.” düsturuyla yola koyulmamız ve bir an önce mesafe kat etmeye başlamamız gerekmektedir.

Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir. Ne de güneşler gibi parlayıp sönmemektir. Bunun için ölüme bir atılış gerektir. Atıldıktan sonra da bir daha dönmemektir...

Gerçek bir Türk gibi olabilmek ve TÜRK’çe yaşayabilmek duasıyla…

Hüseyin Nihal ATSIZ

11


GENCAY

SELAM SİZE 3 MAYIS’IN EVLATLARI SELAM EY TÜRKÇÜLERİN GÜNÜ Recep BAYRAM mahkeme süreci başlıyordu. Sabahattin Ali, ATSIZ hakkında suç duyurusunda bulunmuş ve davanın ilk celsesi 26 Nisan 1944’te Ankara’da görülmüştü. ATSIZ’ın yargılandığını duyan Türkçü gençler, Ulus’tan, Denizciler Caddesi’nden, Samanpazarı’ndan Adalet Binası’na kadar her yeri tıklım tıklım doldurmuş, mahkeme salonunda iğne ucu kadar yer bırakmamıştı. İşte o tarih, mahkemenin ertelendiği 3 Mayıs 1944’tü.

İçtiğiniz ızdıraplar, size kımızdır. Bu acılar, mazimize selamımızdır. ... Hüseyin Nihal ATSIZ Türkiye’nin çok partili hayata geçiş ve ikinci dünya savaşından kaçış dönemiydi. Ata’nın ilke ve inkılapları, anlaşılmadan siyasi menfaatler uğruna değiştiriliyordu. Devlet, algılayamayacağı cinsten bir düşman ile burun burunaydı. İsmet Paşa’nın evlatları Halkevleri ve CHP teşkilatları aracılığı ile ülkede popüler bir rüzgâr yakalayacak olan Komünizm bayrağını çoktan dalgalandırmaya başlamıştı. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in Sabahattin Ali’ye Bakanlıkta yer vermesi, Türk Milliyetçilerinin keskin kalemlerinden Nihal ATSIZ’ın bu duruma artık seyirci kalamayacağını gösterdi ve ATSIZ’ın Başbakan Şükrü SARAÇOĞLU’na bu konu hakkında art arda yazdığı iki mektup ORKUN Dergisi’nde yayınlanınca ortalık büsbütün karıştı. Türk Milliyetçiliği’ni savunan ATSIZ, Sabahattin Ali’nin hain olduğunu vurguluyor hatta Sabahattin Ali izin verir ise bunu ispatlayacağını ifade ediyordu. Hasan Ali Yücel, Sabahattin Ali’yi iyice öne sürüyor ve nihayetinde ideolojilerin karşılaştığı ama görünürde insanların yüzleştiği bir hadise olarak tarih kayıtlarına geçen

Bu tarihte hiçbir etki veya grup adı altında olmaksızın Türkçü gençler, kendi sorumluluklarının gereği olarak ATSIZ’ın ve Türkçülüğün sahipsiz olmadığını gösterdiler. Gençlerin bu dik duruşuna hükümet polis ile zor kullanarak müdahale etti. Hatta Başbuğ Türkeş "3 Mayıs günü heyecanla sokağa fırlayan gençler kıyasıya dövüldüler. Kafaları yarıldı, gözleri patladı. Bazılarının kolları, kaburgaları kırıldı." açıklamasıyla bu durumun vahametini dile getiriyordu. Büyük Uyanış, Diriliş diyebileceğimiz bu görüntü, arkasında Türkiye’nin köklü 12


GENCAY değişikliklere gideceği bir takım siyasi kararlara gebeydi.

Oysa bu ruhu en iyi bilmesi gereken kişi İsmet Paşa’ydı. Milli Mücadele’nin her anında bulunmuş biri olarak, her şeyi önceden organize etmeksizin Türk Milletinin nasıl bir kahramanca tutum sergilediğini ve 3 Mayıs 1944’te gençlerin bu heyecanının da altında bu sırrın yattığını en iyi anlayacak beyin, İsmet İnönü’ydü. İktidar kendisindeydi ve siyasi gidişat hiç de iç açıcı değildi. Rusya’nın artan baskısı ve giderek popülerleşen Komünizm, Türkiye’ye iyiden iyiye kök salıyordu. İşte bu 19 Mayıs 1944’te Türklüğün beline en büyük darbeyi 19 Mayıs 1919’da Türklüğe en büyük hizmeti veren Ulu Önder Atatürk’ün silah arkadaşı İsmet İnönü veriyordu.

... Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir, Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmemektir. Bunun için ölüme bir atılış gerektir. Atıldıktan sonra bir daha dönmemektir. Bu davadan para cezasına çarptırılarak beraat eden Atsız, Türkçü arkadaşları ile esas bundan sonraki süreçte önemli saldırıları göğüsleyeceklerdi. Davanın bitimi ile Atsız, takip edilmeye başlanmış ve diyalog içerisinde olduğu isimler de bu senaryonun içerisine dahil edilmişti. Türk Milletine mensup ve milletine hizmeti bir prensip haline getirmiş insanların devlet tarafından bu denli düşmanca algılandığı gerekçe acaba ne olabilirdi? 1944’tün 19 Mayıs’ında İsmet İnönü’nün yaptığı konuşma bu sorumuzu cevaplıyordu.

Irkçılık-Turancılık Davası, 7 Eylül 1944’te görülmeye başlanmış ve her biri bu davanın onurlu birer sanığı olarak 23 Türkçü bir araya getirilmişti. Bu isimler, Hasan Ferit Cansever, Fethi Tevetoğlu, Alparslan Türkeş, Nurullah Barıman, Zeki Özgür Sofuoğlu, Fazıl Hisarcıklı, Hüseyin Nihal Atsız, Hüseyin Namık Orkun, Nejdet Sançar, Saim Bayrak, İsmet Rasin Tümtürk, Cihat Savaş Fer, Muzaffer Eriş, Fehiman Altan, Yusuf Kadıgil, Cebbar Şenel, Zeki Velidi Togan, Orhan Şaik Gökyay, Hikmet Tanyu, Reha Oğuz Türkkan, Hamza Sadi

3 Mayıs günü meydanlarda yürüyen gençlerden İsmet Paşa çok korkmuştu. 19 Mayıs 1944 hitabı, bir örgütün olduğunu ve bunların ihtilal yapabileceklerini, böyle bir grup ya da düşüncenin bu şekilde nasıl organize olduğunu anlayamadıklarını ve Cumhuriyetin bütün imkânları ile bunlarla mücadele edileceğini belirten bir konuşmaydı. Evet, o günden sonra tüm Türkiye’de devlet, köşe bucak IrkçıTurancı ifadeleriyle Türkçüleri arıyor ve bunları imha edercesine defter defter kayıt tutuyordu. 13


GENCAY Özbek, Cemal Oğuz Öcal ve en sonuncusu da 22 Nisan 2012 tarihinde Hakk’a yürüyen Said Bilgiç’ti. 65 oturum süren mahkeme Türk Siyasi hayatına damgasını vurmuş ve bundan sonra milliyetçilerin daha sivri isimleri olacak kişilerin gözlerindeki ışığı daha da parlatmaya başlamıştı.

O ilk kutlama ve o kutlamayı yaptırmaya vesile olan Diriliş her 3 Mayıs’ta kutlanır hale gelmiştir. Türkçülerin bu anlamlı gününün 19 Mayıs gibi Türk Milletinin dönemeç noktası diyebileceği bir günün bayramında baltalanması, hiçbir Türkçüyü üzmemiş aksine bundan ders çıkartarak, iktidar sahipleri milli mücadele kahramanı da olsalar Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nde belirttiği gibi “Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler.” vasiyetini daha iyi anlamalarını sağlamıştır.

Dava, 26 Mart 1945’e kadar sürmüş, 13 sanık beraat etmiş ve Zeki Velidi Togan, Alparslan Türkeş, Hüseyin Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan, Cihat Savaş Fer, Nurullah Barıman, Fethi Tevetoğlu, Nejdet Sançar, Cebbar Şenel ve Cemal Oğuz Öcal gibi isimler de cezaya çarptırılarak, 26 Ekim 1945’e kadar tutuklu kalmışlardı.

Yazımıza bu konunun başkahramanının yazmış olduğu bilgiler ve şiiri ile son verelim.

1945’in ilk 3 Mayıs’ında tutuklu bulunan kişiler aralarında para toplayarak, meyve almışlar ve 3 Mayıs 1944’te Türkçü gençlerin yaptığı özverili duruşu kutlamışlardır. Ardından temyizle beraat etmişler ve yargılama değil, hükümetin emrini yerine getiren sözde savcı ve hâkimler cezaevine girmekten 1950 Demokrat Parti iktidarının affı ile kurtulmuşlardır.

“Bundan sonra 3 Mayıs Türkçülerin günüdür. Ona bir bayram diyemeyeceğiz. Çünkü ıstırabımız o gün başlamıştır. Ona bir matem demek de kabil değildir. Çünkü bunca sıkıntıların arasında bize büyük bir imtihan vermek, yürekliyle yüreksizi er meydanında denemek, yahşi ile yamanı ayırmak fırsatını vermiştir. O güne kadar tehlikelerden gafil bir çocuk toyluğu ile yürüyen Türkçülük, 3 Mayıs’ta gafletten ayrılmış, maskelerin arkasındaki iğrenç yüzleri görmüş, can düşmanlarını tanımış, dost sandığı hainleri ayırt etmiş, hayalin yumuşak bulutlarından gerçeğin sert topraklarına düşmüştür. Böyle sağlam bir sonuca varmak için çekilen bunca sıkıntılar boşa gitmiş sayılmaz. Bundan dolayı biz 3 Mayıs’a Türkçülerin günü deyip çıkıyoruz. Hoşlanmayanlar onu benimsemesin. 14


GENCAY Yalnız kendilerine benzeyenler, yani Türk’e benzemeyenler onu yadırgasın. Biz 3 Mayıs’ı sevmekte devam edeceğiz.

... Türk duygusu her Türkçüye en tatlı kımızdır;

Türkçülük, tek sandığı düşmanına karşı 3 Mayıs hareketini onun çift olduğunu acı bir deneme ile öğrendi. Bu milli hareketin zaferinden korkan Türkçülük düşmanları, Türkçüler ortaçağı andıran vahşetlerle hapse atılır ve aleyhlerinde türlü yayınlar yapılırken, onları tartışmaya çağırmak garabetini de gösterdiler. Tarih bunu bağışlamayacak ve Türkçülerin günü olan 3 Mayıs, bir gün Türklerin günü olunca onlar tarihin büyük mahkemesinde layık oldukları akıbete uğrayacaklardır.

Türk ülküsü bayrağımızdır.

candan

... Hüseyin Nihal ATSIZ

Türkçüler! Toplu veya yalnız, her yerde 3 Mayıs’ı analım. Analım ve Kür Şad’ın hatırasını yüceltelim.” Hüseyin Nihal ATSIZ Kür Şad, 1946, Sayı:2, Orkun, 1962, Sayı:3-4

15

da

aziz


GENCAY

16


GENCAY

AÇIN KAPILARI OSMAN GELİYOR Necip Fazıl KISAKÜREK Müjde ey Müslüman, Osman geliyor!

Ey genç, ismin Mehmed Âkif yazılsın,

Zalime, zulme düşman geliyor!

Sen, şiir sultanı Necip Fazıl’sın!

Bilirim, senin de koşman geliyor,

Yüreğine Serdengeçti kazılsın;

Koş ona, ardından cihan geliyor;

Sana Yaradan’dan derman geliyor!

Açın kapıları, Osman geliyor!

Açın kapıları, Osman geliyor!

Sen, yurduna hasret; yurdunda esir!

Bırak nöbet tutsun pusuda karga,

Sen, günaha batmış; günaha vezir!

Onunda ateşi çıkacak kırka!

Sen, güneşten mahzur, geceye nezir!

Resul’den emanet bu kutsal hırka;

Geliniz… Kahraman sultan geliyor!

Kaab’den, Üveys’den aman geliyor!

Açın kapıları, Osman geliyor!

Açın kapıları, Osman geliyor!

Saç-sakal karışık; tarak mı işler?

Sökülsün nâmeler, şarkımız çalsın,

Biçare tarakta kırılır dişler!

Şanımızı rüzgâr, dünyaya salsın;

İlk ve son değil ki onda gelişler;

Ağlayıp, dövünmek şeytana kalsın;

Pençesi imanlı aslan geliyor!

Dertlerine deva Lokman geliyor!

Açın kapıları, Osman geliyor!

Açın kapıları, Osman geliyor!

Yaradan’a kulluk en güzel sanat,

Ey Rabbim, Resul’üm, aşkım, Kur’an’ım,

O, Allah’a dua, Resul’e naat;

Enbiyam, evliyam, mürşidim, canım,

Şeytanın dilinde tek beyanat:

Yavuz’um, Fatih’im, Ulu Hakan’ım,

“Beni çıldırtan o yaman geliyor!”

Yolunuza bin kez kurban geliyor!

Açın kapıları, Osman geliyor!

Açın kapıları, Osman geliyor!

Yanında çilenin kahramanıyla,

Bilmem buna küfrü kovuş mu dersin?

Kırdı zincirleri tüm imanıyla;

Soysuzun fikrini boğuş mu dersin?

Vuslat gemisiyle, aşk limanıyla

Batmayan güneşle doğuş mu dersin?

Hergün yazılacak destan geliyor!

Ne dersen de, büyük zaman geliyor!

Açın kapıları, Osman geliyor!

Açın kapıları, Osman geliyor

17


GENCAY

HAK YOLUNDA BAĞRI YANIK YOLCU: OSMAN ZEKİ YÜKSEL SERDENGEÇTİ Ahmet Kürşat SOMUNCUOĞLU “Ey meclis-i mebusan bu kervan böyle gitmez!” Osman Zeki Yüksel 1917 tarihinde Antalya’nın Akseki ilçesinde dünyaya gelmiştir. Yayımladığı Serdengeçti dergisinden ve bu dergide Serdengeçti imzasıyla kaleme aldığı yazılarından dolayı Serdengeçti olarak tanınmıştır. Babası Hoca Ahmet Salim, annesi Emine Hanımdır. Babası müftü olan Osman Zeki Yüksel’in Esat ve Hasan Selami isminde iki abisi ve Müstecabi isminde kardeşi vardır. Ailesi büyük bir geçmişe sahiptir ve çoğunluğu yüksek tahsil yapmıştır. Kurtuluş Savaşı’nda Akseki Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin kurucuları arasında babası Hoca Ahmet Salim Efendi de yer almıştır. Osman Zeki Yüksel’in çocukluğu babasının okuduğu Muhiddin-i Arabî, İmam-ı Gazali, Hasan-ı Basri, Beyazıd-ı Bestami gibi İslam âlimlerinin eserlerini dinleyerek geçmiştir. Büyük abisi Esat Yüksel Diyanet İşleri Başkanlığı’nda, diğer abisi hukukçu, küçük kardeşi Müstecabi doktor olarak devletine hizmet etmiştir.

Türk-İslam ülküsüne ömrünü adayan, inandığı ülkü ve davadan hiçbir taviz vermeyen ve her fedakârlığa katlanan fikirleri, mücadelesi ve kişiliğiyle Türk milliyetçilerine ışık olan, bayrak olan Osman Yüksel her türlü baskı ve zulümlere karşı direnmiş bir dava adamıdır. Tek parti döneminin Müslüman Türkler üzerinde uygulamış oldukları baskılara karşı, kalemini kılıç yapıp Atsız ve Necip Fazıl ile birlikte mücadele etmiş, zulüm gören Müslüman Türklerin sesi ve sözcüsü olmuştur. “İster beni hoş görün, ister vurun öldürün, “İster bir süründürün, “Yeter artık söndürün,

cani

gibi

illallah!

Osman Zeki Yüksel’in eğitim hayatı Milli Mücadele zamanına rastlamaktadır. Bu zamana ait yaşadıklarını ve duygularını şu sözlerle ifade etmektedir. “İlk mektepte okuduğumuz kıraat kitapları, zorla gasp edilmiş, alçakça çiğnenmiş bir vatanın yakılmış, yıkılmış bir yurdun hatıralarıyla dopdoluydu. Zafer neşidelerinin yanında, sönmüş ocaklar,

zindanda Şu

yangını

“Amerikan doları bu yangına kâr etmez. 18


GENCAY yıkık mabedler, malul gaziler gördük. Okuduklarımız gördüklerimize uyuyordu. Milli Mücadele heyecanı Kuvayi Milliye ruhu körpe dimağlarımızda silinmez akisler, derin izler bıraktı. Sonradan bu ruh yavaş yavaş gevşedi. Yerini sert, kaba bir materyalizme, kör bir putperestliğe bıraktı. Milli Mücadele heyecanı söndürüldü. Kuvayi Milliye ruhu öldürüldü” (Serdengeçti, 2000, 6-7).

hürriyeti, Akif’te istiklal oldu, bayraklaştı” (Serdengeçti, 2000, 7). Yabancı yazarların eserlerini de okumayı ihmal etmeyen Osman Yüksel, dünyayı tanımaya çalışmış, bilgi dağarcığını sürekli geliştirmiştir. Lise yıllarında ‘Fikretçi’lere karşı giriştiği ‘Akifçi’lik tartışmaları ile fikirlerini duyurmaya başlamıştır. 1940 yılında Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Felsefe bölümüne kaydolmuştur. Bu bölümü okumayı çok istediğini şu şekilde anlatmıştır. ”Burada ruhiyat okuyacaktım. İnsanları harekete geçirecek psikolojik amilleri, ruhi tezahürleri öğrenecektim. İçtimaiyat okuyacaktım. Cemiyetlerin yükseliş ve çöküş sebeplerini, sosyal cereyanları takip edip araştıracaktım. Nihayet felsefe tahsil ederek büyük filozofların sistemleri üzerinde duracak, onlardan aldığım ilhamla, ışıkla kültür hayatımızın geçirmekte olduğu buhranları anlayacak, karanlıkları aydınlatacaktım. Milletime, vatanıma bu yolda gücümün yettiği kadar faydalı olmaya çalışacaktım” (Serdengeçti, 3. Sayı, 3). Osman Yüksel bu konuda hayal kırıklığına uğramıştır. Bu okulda öğrencilerin okul hocaları tarafından materyalist bir şekilde yetiştirildiğini, halkın inancıyla alay edildiğini, tarihinden ve kültüründen uzaklaştırıldığını şöyle ifade etmektedir. “Her şeyi ben bilirim iddiasında bulunan bu zavallılar, Karl Marx’ı Marka, Engels’i Engel olarak yazacak ve okuyacak kadar kendi ideolojilerinin bile yabancısıdır. Bu zavallılar, bu solda sıfırlara göre Çanakkale tahtakale, Atatürk sarhoşun biri, Namık Kemal şişirilmiş bir adam, İstiklal Marşı şairi yobaz ve İstiklal

Ortaokul ve lisenin 1 ve 2. sınıfını Antalya’da, son sınıfı da Ankara Atatürk Lisesi’nde okumuştur. Okul dönemlerinde hayranı olduğu Mehmet Akif, Yunus Emre ve Mevlana’nın kitaplarını okuyarak kendini yetiştirmiş, bu kitaplar sayesinde milliyetçi, muhafazakâr ve hümanist düşünceler kazandıracak fikirlere sahip olmuştur. Hatta bu konuda kendisi şöyle demektedir. “Beni günlük gelici geçici şeylerden, ferdiyetin dar çerçevesinden kurtaran: bana mücadele heyecanı, cemiyet ve cemaat şuuru veren Mehmet Akif olmuştur… Eğer karşımıza öldüremedikleri, saklayamadıkları bir Namık Kemal bir Mehmet Akif çıkmasaydı biz de sapanlar, sapıtanlar güruhuna katılacaktık. Biz Namık Kemal’den vatan ve hürriyet sevgisini öğrendik. Fakat bu vatan mücerretti, nazari idi. Akif bu mücerret vatanı müşahhaslaştırdı. Bu sihirli fakat boş kalıba ruh verdi. Ses verdi. Onu realitenin haşin yüzüyle, başsız ümmetlerin, mazlum milletlerin feryatlarıyla doldurdu. Halkın dertlerini, arka sokakların sefaletini, camilerin, secdelerin heyecanını, cephelerin kan ve kıyametini dile getirdi. Akif’te memleket, millet haline geldi. Namık Kemal’in 19


GENCAY Harbi kahramanları, şehitler budala idi. Bunlar ceplerinde para olunca kapitalist sistemleri kabul eder, parası bitince yaman birer proleter olurlar ve aç midelerin türküsünü çağırırlar. Şehvetleri gıcıklanınca ise serbest çiftleşme taraftarı olurlar. Ellerine beşon kuruş geçti mi doğru meyhaneye giderler yahut bir yerde toplanarak bu iffetsizler, şerefsizler güruhu Stalin’in şerefine kadeh kaldırırlar” (Serdengeçti, 3. Sayı, 4).

bu olmadı. Daima bir yanım açıkta kaldı. Aradığımı yine kendimde, kendimizde, şarkta buldum. Mevlana ve Yunus imdadıma yetişti. Bu iki büyük ustanın sesi, felsefesi bana kalbimin atışı kadar canlı, benden bana yakın göründü. Beni ayrılık gayrılık tanımayan vahdetçi bir dünya görüşüne götürdü. ‘İzm’lerin elinden kurtardı. Kalp yollarından geçen her fikir nur oldu: Tanrıyı, mutlak hakikati buldu. Sanat ve fikir, kalp ve akıl, garbın hiçbir feylesofunda, bu iki büyük insanda olduğu kadar birleşemedi. Nifaksız, tezatsız bir görüş! En büyük insanlık, en büyük ahlak… Hakikat!..” Evet, cemiyet karşısında ben hep Akif gibi düşündüm. Beni bu mücadeleye, bu sevdaya atan Akif olmuştur. Kainat, varlık, Hakk karşısında ise Mevlanaların, Yunusların yolundaydım” (Serdengeçti, 2000, 8-9). Okulda artan komünist faaliyetlerden dolayı öğretim görevlilerini Milli Eğitim Bakanlığı’na şikâyet etmiştir. Tahkikat için gelen müfettişlere durumu ispatlayamadığı için hocaların aleyhinde ifade verdiği gerekçesi ile disiplin kurulu kararı ile okuldan atılmıştır. Osman Yüksel, Danıştay’a aleyhte dava açmış ve bu davayı kazanarak yeniden okuluna dönmüştür.

Osman Yüksel, ailesinin kendisine kazandırdığı manevi değerler ve ortaokul ve lise çağlarında Mevlana, Akif, Yunus Emre eserlerini okuyarak ruhunu eğitmesi sonucu fakülte hocalarının çekmeye çalıştığı bataklıktan kurtuluşunu da şu şekilde anlatmaktadır. “Kendi varlığını bile inkar eden ‘ide’ci feylesoflardan tutun da, en kaba materyalistlere kadar, bunların kurdukları fikir sistemleri içinde bir hayli dolaştım. Kantları Kontları gördüm. Hiç biri içimdeki boşluğu dolduramadı. Beni nurlu bir yola çıkaramadı. Niçenin ihtiras şarkıları, Russonun vicdan ve hürriyeti, Spinozanın panteizmi, Berksonun canlı, hayat akan felsefesi, zaman zaman bütün varlığımı kaplamak istedi. Fakat

Okulda, öğrencilerden Sabahattin Ali’ye Türklüğe hakaret ettiği gerekçesi ile tokat atan Osman Yüksel mahkemede yargılanmış, 12,5 lira para cezasına çarptırılmıştır. 1944 Türkçülük Hareketine karıştığı için öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kalmıştır. 3 Mayıs 1944 Türkçülük Hareketinde Osman Yüksel, Hüseyin Nihal 20


GENCAY Atsız ve Başbuğ Alpaslan Türkeş’le birlikte yargılanmış, İsmet İnönü tarafından işkence ettirilmiştir. 1944 Mayıs ayında yayımlanan bir resmi tebliğ ile Tahrikçi Turancılar’ın açığa çıkarıldığı açıklanmıştır. Nihal Atsız, Zeki Velidi, Reha Oğuz Türkkan ve Dr. Hasan Ferit Cansever başta olmak üzere birçok kişi (23 kişi) tutuklanmıştır. Bu noktaya gelmeden önce öne çıkartılan Sabahaddin Ali ve Nihal Atsız davası vardır. Nihal Atsız ‘Orhun’ dergisinde “Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na açık mektup” başlıklı bir yazısında Sabahaddin Ali’yi vatan hainliğiyle suçlayınca, S. Ali hakaret davası açarak Atsız’ı mahkemeye vermiştir. Dava sırasında (Nisan 1944) çoğunluğu Siyasal Bilgiler Okulu öğrencisi olan sağcı öğrenciler Adliye binasının önünde gösteri yapmıştır. Sonuçta Atsız 9 Mayıs 1944’te dört ay hapis ve 66 TL para cezasına çarptırılmıştır. Sabahaddin Ali ile Nihal Atsız arasındaki dava devam ederken milliyetçi gençler Ankara garında toplanıp buradan Ulus’a yürümüştür. Ertesi gün sabah galeyana gelen milliyetçi gençlerin gözünü korkutmak amacıyla Said Bilgiç, Said Sadi, Osman Yüksel ve Ahmet Ellezoğlu sorgulanmak üzere alınmıştır. Ankara Emniyeti’nde tutuklanan Osman Yüksel, birkaç gün burada kaldıktan sonra serbest bırakılmak yerine, olay Ankara’da geçmiş olsa da İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesine sevk edilmiştir. Osman Yüksel, Ankara’dan İstanbul’a gizlice getirildiklerini anlatmaktadır. Osman Yüksel’in de aralarında bulunduğu sanıklara tahkikat sırasında işkenceler uygulanmış, hepsi (40x50x250) santimetre boyutlarındaki (tabutluklarda) hücrelerde tutulmuşlardır. Osman Yüksel, yaşadıklarını şöyle anlatmaktadır:

“Baktım emniyetin önünde kapalı bir otomobil var. Mahkûmlara mahsus, silahlı süngülü jandarmalar, polisler Atsız’ı getirdiler ve içeri soktular. Ben de girdim. Dışarısı görünmüyor, susuyoruz; Atsız’a bakıyorum gülüyor… Bu adamlar bizi nereye götürüyorlar? Yahu istasyona gitmeyecek mi idi? Yanımdaki sivil polis memuruna sormak istiyorum. ‘Sus’ diyor, ‘sus…’ Buraları ben hiç görmemiştim. Yoksa bizi bir yere götürüp orada kurşuna dizmesinler! Elimle işaretler yapıyorum. Kurşuna mı? Yanımdakiler mütemadiyen susuyor. Dünyada hiçbir sükût bu kadar korkunç değildir, ölüm gibi bir sükût… Nihayet bir yerde durduk. Baktım Etimesgut’tayız ah! Kurtulmuş gibiyim. Demin bana sus diyen polis gülüyor. Bizi niye istasyondan sevk etmediniz? ‘O, canım deyo, siz münevver adamlarsınız! Herkesin içinde süngülü jandarmaların önünde götürmek ayıp değil mi?’ Sonradan öğrendim ki bu da yalanmış! İstasyona bizim arkadaşlar gelir; bir taşkınlık yaparlar diye bizi buradan sevk ediyorlar… Sabah oluyor galiba. Polis yağmur yağıyor dedi, biz dışarıya bakamıyoruz. Evet, burası küçük bir istasyon; halktan fazla polisler, komiserler… Ellerindeki tabancaları bize doğru çevirmişler. Ne oluyoruz? Eşkıya mı götürüyorsunuz efendiler? Ne yapsınlar emir almışlar! Beni bir taksiye, Atsız’ı bir taksiye bindiriyorlar. O adını bilmediğim istasyondan hareket edeli yarım saat oldu. Deniz kıyısında bir yerde taksilerimiz durdu. ‘Pendik’ dediler. Bir vapur yanaşıyor, otomobillerimizle beraber yallah vapurun içine… İstanbul yakasına geçiyoruz. Büyük bir binanın önünde 21


GENCAY durduk, ‘in’ dediler indik, bir adam bizi yukarıya çıkardı. Nihayet bizi bir kapının önünde durdurdular. Yakasında mülkiye rozeti taşıyan bir zat çıktı, elimden kitaplarımı aldı! ‘etmeyin bunları bana bırakın’ dedim. ‘olmaz, bilahare veririz’ dediler, bir garip oldum, kitaplarım onlar yanımda olsaydı. Baştan aşağı elbisemi soysalar böyle müteessir olmazdım. Bir kat daha çıktık, tavan arasındayız. Yağmur yağıyor, tavanlar akıyor, ayaklarımız su içinde. Sağımda solumda kapıları numaralanmış küçük küçük hücreler var. 13 numaralı hücrenin kapısı açıldı, fare deliği gibi bir yer, ancak küçük bir karyola sığabiliyor, kapıyı yüzüme çarpar gibi kapadılar, tuhaf bir hal memnun gibiyim” (Serdengeçti, 1. Sayı, 14-15). Bir zaman sonra polisin yanına ajan şüphesiyle bir Bulgar köylüsü komünisti getirdiğini anlatan Osman Yüksel, “Hücremde yeni hissetmeye başladığım gayet pis bir koku var. Koku gittikçe artıyor, tahammül edemiyorum. Kapıyı çalıyorum, duyan yok. Bir daha bir daha çalıyorum, nöbetçi polis homurdanarak açıyor. Ne o? Dışarı çıkacağım. Hela baştanbaşa pisliklerle dolu, ayak basacak yer yok. Öyle olduğu halde burada bir saat kadar kaldım. Bulunduğum hücrenin kokusu daha fena. Sabaha kadar bu hal devam ediyor. Sabah mı? Bizim için sabah-akşam, gece-gündüz yok. Bir vakit biliyoruz, 300 gram kuru ekmeğin geldiği harikulade akşamüzeri… Çoktan beri susuzuz, birkaç defa istedim getirmediler. Yok diyorlar, bir daha istedim nihayet pis bir kovada üzerinde saman çöpleri yüzen mübarek su geldi. Saman çöplerini üfürerek kovadan suyu içiyorum;

hayvan suluyorlar sanki. Kokudan dehşetli rahatsızdım, anladım ki Bulgar kokuyor tıpkı domuz gibi. Ne yapsam Allah’ım, ne yapsam? Şikâyet etsem kime edeceksin? Hem Nano anlayacak, zavallının hatırını kırmış olacağım. Kokudan kurtulmak için gece gündüz sık sık dışarı çıkıyor, bilhassa geceleri helâda saatlerce kalıyorum; bunu kimse bilmiyor” (Serdengeçti, 1. Sayı, 14-15). Aylarca işkence gören Osman Yüksel ve 23 milliyetçinin ilk mahkûmiyet kararları Yargıtay tarafından bozularak, 31 Mart 1945 tarihinde 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından beraat ettirilmiştir. Osman Yüksel 1940-1947 yılları arasında çeşitli gazetelerde yazılar yazmıştır. Bir Fakültenin İç Yüzü ve Azap Hücrelerinde yazılarıyla fakülteden kaydı silinmiştir. Yapılan soruşturma ve mahkemeden sonra suçsuzluğu anlaşılarak serbest bırakılmıştır. Atıldığı fakülteye yeniden girmek için çok uğraşmış, fakat kabul edilmemiştir. Bu durumu dönemin Maarif vekili Hasan Ali Yücel’e hitaben “Yüksek vekâletin alçak vekiline” başlıklı dilekçesi ile bildirmek istemiş bu nedenle tekrar tutuklanmıştır. Hapisten çıkınca unvanını aldığı ünlü Serdengeçti dergisini çıkarmaya başlamıştır. Birçok sayısı toplatılan bu dergide çıkan yazıları nedeniyle hakkında çok sayıda dava açılmış ve çoğu kez “Açın kapıları Osman geliyor” diyerek sık sık tutuklanıp hapse girmiş daha sonra serbest bırakılmıştır. Serdengeçti dergisi sık kapanması ve mahkûmiyet kararı çıkması nedeniyle 40 yılda 33 sayı çıkarılabilmiştir. Osman Yüksel Tek Parti yönetiminin İslamiyet ve Müslümanlar üzerindeki ağır baskılarını protesto eden 22


GENCAY aydınların önde gelenleri arasındadır. Her sayı sonrası tutuklanan Osman Yüksel ülküsünden, fikirlerinden, davasından hiçbir zaman ayrılmamıştır.

Eserlerinden… Özlediğim Âlem Bir âlem özlüyorum: asrısaadet gibi, ebedi faziletlerin, kavi imanların, temiz vicdanların hüküm sürdüğü bir âlem! Bu âlemin sakinleri, kelimenin tam ve hakiki manasıyla insan olsun. İçleri huzur, dışları nur ile dolsun! Geceden başka karanlık, gök gürlemesinden başka gürültü görmesinler, duymasınlar.

Osman Yüksel Serdengeçti, 1965-1969 yılları arasında Adalet Partisi listesinden Antalya milletvekilliği yapmıştır. Osman Yüksel politika yapmayı hiçbir zaman sevmemiş ve protokollerden uzak durmaya çalışmıştır. Partisine yönelttiği eleştiriler yüzünden bir süre sonra Adalet Partisi'nden ihraç edilmiştir. Milletvekilliği sırasında kravat takmadığı için uyarı almıştır, uyarıları dikkate alınmayınca genel kurula girişi yasaklanmıştır. Bu kez beline bağladığı kravatla içeri girmiş, yakasına takması gerektiğini söyleyenlere ise, “Kanunda nereye takılacağı belli değil. İstediğim gibi takarım” demiştir.

Bir âlem özlüyorum ki: Orada erkekler, evinden başka hane bilmesin. Aileyi bir gaile, çocuklarını çekilmez bir dert gibi görmesin, bu hale getirmesin. “Evlat kokusu cennet kokusudur” hadisi ile duygulansın. İçi cennet, dışı cennet olsun: cinnet olmasın. Erkek kendi karısından başka kadın, kadın kendi kocasından başka erkek tanımasın, sevmesin. Ailenin reisi olan erkek, ayarlı kararlı, kavi, metin, vakarlı, çalışkan olsun. Yuvanın kurucusu kadın, temiz, cefakâr, vefakâr, sabırlı, saygılı, sevgili olsun.

Sonraki yıllarda mücadelesine yine yayınladığı yazı ve kitaplarla devam etmiştir. Son olarak Yeni İstanbul Gazetesinde "Selam" başlığı altında günlük fıkralar yazmıştır. Mücadelesini Allah davası, Millet davası, Vatan davası olarak tanımlayan Osman Yüksel,

Bir âlem özlüyorum ki: Orada gençler, orada delikanlılar, deli denizler gibi, dalgalanıp coşanlar, mukaddes bir davanın peşinden koşanlar olsunlar. Âlemlerin Rabbine inansınlar. Küçük dalgaları, dalga geçmeyi, kaldırım sevdasını bıraksınlar. İman denizlerinin büyük dalgalarında, sonsuzlukta kaybolsunlar; Varolsunlar. Büyük davalarla davalansın, ulvi sevdalarla sevdalansınlar. Orada gençler, orada gençlik imandan kaleler gibi, canlı hisarlar gibi, dimdik, dipdiri dursunlar. Bu kaleyi, bu hisarı hiçbir kuvvet aşamasın. Onların temiz kalplerinde Allah- MilletVatan sevgisinden başka sevgi yaşamasın.

10 Kasım 1983’te vefat etmiş, Cebeci Asri Mezarlığı’na defnedilmiştir. Allah ona ve bu dava uğruna canlarını kaybeden ülkücü şehitlerimize rahmet eylesin. ESERLERİ Mabetsiz Şehir, Bir Nesli Nasıl Mahvettiler, Bu Millet Neden Ağlar, Gülünç Hakikatler, Ayasofya Davası, Türklüğün Perişan Hali, Mevlana ve Mehmet Akif, Kara Kitap, Radyo Konuşmaları, Müslüman Çocuğun Şiir Kitabı, eserlerinden bazılarıdır. 23


GENCAY Bet beniz sararmış, gözlerin altı morarmış, sarsak, çarpık, titrek, başlamadan bitmiş, bitmeden tükenmiş gençler. Ağızları rakı, ayakları ter, donları pislik kokan gençler: böyle gençler yok bizim âlemimizde!

Hak Yolun Bağrı Yanık Yolcuları Hak yolunda bağrı yanık yolcularız. Yollar ki, her zaman insanlarla doludur. Fakat insan her zaman yolcu değildir. Bizim yolculuğumuz ebedî bir yolculuk.. Bizler ebedî yolcularız!.. Önü, sonu olmayanın, bitmeyenin, tükenmiyenin, göçmiyenin, çökmiyenin yolundayız!..

Öyle bir âlem özlüyorum ki: Memur amirine, ast üstüne bir köle, bir uşak gibi değil, vazife aşkıyla, iç nizamiyle, kalpten, gönülden bağlansın. Sadece Allah’ın, vicdanın kanunun hükmünü yerine getirsinler. Zira gerçek hüküm onundur. Gerçek büyük o dur. Herkes, bütün insanlar, kendilerini aşan, kendilerinden üstün hakim, kadir, her yerde, her zaman hazır nazır olan, Rahman ve Rahim Allah’ın varlığını kabul etsin! Daima her yerde ve her şeyde onu görsün, onu bilsin.. bütün başlar sadece onun huzurunda eğilsin! İşte biz, böyle bir alem istiyoruz. Hiç kimse aslını saklamasın. Bir santim yükselmek için, bir metre eğilen başlar, baş olmaktan çıksın. Baş, yerini ayağa terk etmesin. Söz ayağa düşmesin dalkavukluğa, riyaya, insanları putlaştırmağa giden bütün yollar kapansın. İsimlerden, resimlerden, şekillerden elhazer.. Özlediğim alem böyle bir alem!

Biz bu yolda cefayı sefa, mihneti nimet bilen insanlarız.. Bu yol, çetin bir yoldur.. Bu yol kıldan ince, kılıçtan keskindir. Öyle, her kişinin kârı değildir bu yolda yürümek... Er kişinin kârıdır, bizler er kişileriz.. Allah’a giden bütün yollar, şer kuvvetler, kötü niyetliler tarafından tutulmuş. Bunu biliyoruz. Şerirler, zorbalar, zalimler, türlü maskelerle bizi can evimizden vurmak istiyorlar. Bu yolda yürürken istiklâlimizden, istikbalimizden, her şeyimizden olacakmışız!.. Hapishanelere düşecekmişiz.. Eyvallah!.. Eyvallah.. hepsine razıyız!.. Ölümden ötesi var mı? “Urganda da ölüm, yorganda da..” diyoruz!.. Biz bu yolun, delisi divânesi, bu işin hastasıyız.. Aslı olduk, Kerem olduk, sıtma olduk, verem olduk!.. Yıllardır ve yıllardır, onlar yediler, biz baktık onlar dediler, biz dinledik! Onlar yaşadılar biz inledik!. Yıllardır yıllardır, din için, iman için canımızı cânânımızı, bütün vârımızı verdik. Ne kadar öldürdülerse o kadar yarattık, ne kadar yıktılarsa o kadar yaptık, ne kadar batırdılarsa o kadar kurtardık dediler..

*Serdengeçti Dergisi 14. Sayı

Biz hakiki kurtarıcıya sığındık. 24


GENCAY Biz hep sustuk. Ağzımızda dilimiz var demedik... Onlar nutuk çektiler! Biz dert çektik, çile çektik! İçlendik, dertlendik! Derdimizi kimseye dinletemedik!

dile getireceğiz. Biz onun dâvasiyle dâvalandık, sevdasıyla sevdalandık. İmansızlara teslim edemeyiz onu. Soygunculara, vurgunculara istismar ettirmeyiz!..

Ne milletmişiz, biz de bilemedik?!

10 Ağustos 1952

Biz bu sırra eremedik. İyi bir gün göremedik... Fakat sabrın da bir sonu vardı. Artık konuşuyoruz. Garip ve dertli Anadolu’yu

25


GENCAY

URALLARDAN ANADOLU OVALARINA: ZEKİ VELİDİ TOGAN Sertaç EKEMEN Türk tarihine başta Dede Korkut Hikâyeleri olmak üzere destansı bakışlarla ilgi duymaya başlıyor. Rus lisanını öğrenerek batılı eserlerle ilgilenmeye özellikle coğrafya ve matematik bilimleriyle açıktan ilgilenmeye başlıyor. Ayrıca, Fars ve Arap lisanını öğrenmesi ile beraber Türk Divan Şiiriyle de ilgilenmeye başlamaktadır. 1905 yılında Çarlık Rusya da, Duma Meclisinin kurulması ile beraber Rusya İmparatorluğu Türk bloğunun St. Petersburg baş temsilcisi oluyordu, Duma içerisindeki faaliyetlerinin neticesinde, meselenin bir Başkurt meselesi olmadığını, aynı milletlerin ortak bir paydada birleştiği Avrupa nasyonalizminden de etkilenerek meselenin özünde bir Türk meselesi olduğu kanaatine varmıştır. Bu meselenin ise sadece Sibirya Türk kültürünün değil, Uygurlardan Balkanlara kadar kapsayan coğrafyanın bir temsili olduğunu ifade etmeye başlayacaktı. Siyasete atıldığı süre içerisinde tamamladığı ilk nadide eseri olan ve Semerkant metinlerinden büyük ölçüde yararlanarak hazırladığı eseri Türk- Tatar Tarihini yazdığında yaşı 21idi. Gençliğinden itibaren hayatının sonuna kadar reel olarak içinde olacağı Türklük tarih- kültür savaşımını da siyasal alanda somut olarak hayata geçiriyordu.

Zeki Velidi Togan’ın hayatının ve fikirlerinin gelişimi yetiştiği ortamla direkt paralellik göstermiştir. 1890 da Ural Dağları’nın eteklerinde, Işındağ’da dünyaya gelen Togan’ın soyu bağlı bulunduğu Başkurt boyunun bölgede yerleşkesi 16. yy kadar dayanmaktadır. Togan gençliğine kadar olan yaşamını bu çetin coğrafyada geçirmiş ve doğayla iç içe bir yaşam içerisinde bulunmuştur. Togan’ın babası imamlık mesleğini icra eden bir müderristir. Bu yüzden Togan’ın tarihi bilincinin yanında, İslami bir bilince sahip olması ve buna binaen Arap ve fars edebiyatıyla iç içe olup Türk-İslam sentezinin şekillenmesinde bu durumun etkisi büyüktür. Dedesi ise kazan tarafında yaşamış dini alim Şahabettin Mencai den eğitim görmüş bir İslam alimidir. Ural’ın çetin dağlarında kayağa merak salmış ve bu sevdasını Türkiye’ye gelince bile bırakmamıştır. İslami eğitiminin yanı sıra, 26


GENCAY ulaşarak Türk Ocaklarının efsane lideri Hamdullah Suphi Tanrıöver’le bir takım görüşmeler içerisinde bulunuyordu. Bu görüşmelerinin nihayetinde 1925 yılında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçip Başbuğ Atatürk ile tanışarak Türkiye’de akademik faaliyetlerde bulunmaya başlıyordu. 1932 yılında tertip edilen kongreye o zamanlar doçentlik makamında bulunan Togan’da katılıyordu. Türk Tarih Kongresi içerisinde yapmış olduğu Orta Asya Türk göçü tahlillerindeki, Moğol faktörü tezi dolayısıyla altı ay yurt dışında kalmak zorunda kalıyordu. Daha sonra yurda tekrar geri dönerek Darüşşafaka ve İstanbul Üniversitesinin çalışmalarının ardından profesör unvanını alıyordu.

1917 devriminin gerçekleşmesi ile Başkurdistan Muhtar Cumhuriyetini ilan eden komite içerisinde yer alıp bu devletin ilk cumhurbaşkanı olacaktı. Devrimin önderleri olan, Josef Stalin Vladimir Lenin ve Lev Troçki ile yakın ilişkiler kurduysa da, bu ilişkiler uzun soluklu olmuyor ve Başkurdistan’ın ilhakı ile aralarında resmen bir husumet doğuyordu. Çetin sıcak çatışmalarının akabinde Rus iç savaşında kaybedenler arasında olan Ahmet Zeki Velidi Togan 1921 yılında tutsak düşüyordu. Bu tutsaklığı çok uzun sürmüyor ve hapisten kaçmayı başararak Enver Paşa ile Kafkaslar da bir takım görüşmelerde bulunuyordu. Türk Milli Birliği hareketi içerisindeki hareketlenme ve akabinin de Baskıncılar Hareketini, Başkurt Özgürlük Hareketi ile birleştirmeyi denese de bu konuda başarılı olamıyordu.

1940’lı yıllarda, Milli Şef unvanı ile iktidarda bulunan İsmet İnönü hükümeti tarafından, İkinci Dünya Savaşında galip gelmeye başlayan Sovyet askeri ve arksist ekolünün de etkisiyle, Mayıs ayının 1944 yılında, Almanya ile destekli, Türkiye toprakları üzerinde etnisite kaynaklı faşist bir cunta oluşturup hükümeti ele geçirmek ve Alman İtalyan antantlı ırkçı, faşizan bir yönetim kurmak iddianamesi ile Nihal Atsız, Reha Oğuz, Hüseyin Namık, Alparslan Türkeş, Orhan Şaik, Nejdet Sançar, Fethi Tevetoğlu, İsmet Tümtürk ile beraber başlayan Türkçülük-Turancılık ana davası sonucu, 11 ay hapis cezasına çarptırılmıştır. Bu cezasının ardındaki süreçte davasında bir yılgınlıkta bulunmayarak aksine daha bir azimle sarılarak yoluna devam etmiştir. 1971 Türk Tarihin de önemli bir yeri olan askeri muhtıra arifesinde ebediyete intikal etmiştir. 2010 yılı TURKSOY tarafından Togan yılı ilan edilmiştir.

1923 yılı itibari ile Sovyetlerden ayrılıp İran’a oradan Hindistan’a ve Berlin’e 27


GENCAY

28


GENCAY

SÖYLEŞİ: NECDET ÖZKAYA Metehan ÇAĞRI - Kumru PAKSOY TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN SİYASET ARENASINA GEÇİŞİ VE ALPARSLAN TÜRKEŞ

ısınmaya başlamışlardı. İhtilal günleri devam ederken bir gün duyduk ki ihtilali yapanlardan 14 tane subay yurt dışına sürgün edilmiş. Sürgün edilenlerin başında Alparslan Türkeş var. Benim yakından tanıdığım Muzaffer Özdağ Bey var. Yine çok yakından tanıdığım, sevdiğim Dündar Taşer Bey var, Ahmet Er Bey var. Bunlar belli bir süre ile yurt dışına sürgüne gönderildiler. Türkeş’in başında bulunduğu bu gruba 14’ler grubu denildi. Tabi bu süreçte Türkeş’e olan ilgi arttı. Ben o zamanlar Van’dan ayrılmış İstanbul’a öğretmen enstitüsüne gelmiştim. Edebiyat bölümü öğrencisi olmuştum ve böylece Nihal Atsız Hoca ile de tanışma fırsatı bulunca işin gerçeğini iyice anlamaya başladım. Evet, Alparslan Türkeş Türk Milliyetçisi bir insandı. Subay olmasına rağmen Nihal Atsız Bey ile mektuplaşmış zaman zaman takma isimlerle, onun çıkarttığı dergilerde yazılar yazmış.

NECDET ÖZKAYA ANLATIYOR Alparslan Türkeş 1960 ihtilalini yaptığı zaman ben öğretmen okulu son sınıfta okuyordum. O zaman Alparslan Türkeş ismini ne tanıyordum ne biliyordum. Tabi sadece ihtilali yapan Alparslan Türkeş değildi. Radyodan anonsu yapan Türkeş’ti. Gür sesli bir adam konuşuyor. “Ben Kurmay Albay Alparslan Türkeş… Türk Silahlı Kuvvetleri kardeş kavgasına son vermek için idareye el koymuştur.” Bu şekilde devam eden bir konuşma. Biz Demokrat Parti çevrelerinin çocuklarıyız. Demokrat Parti’nin iktidardan uzaklaşması çevremizde, mahallemizde çok da hoş karşılanmadı. Bir müddet sonra, Van’da tanıdığım birkaç milliyetçi tanıdığım insanlar vardı. Bunlar biz Alparslan Türkeş adını bir yerlerden hatırlıyoruz dediler. Konuşurken tabi hatırlanmaya başlandı.

Tabi o günlerde şu soruda akla geliyor. İhtilalin kudretli Albayı diye isimlendirilen Türkeş, nasıl oluyor da kudretsiz olan askerler tarafından arkadaşlarıyla beraber sürgüne gönderiliyor?

1944 yılında bir “Irkçılık-Turancılık” davası başladı. Bu davanın birinci adamı rahmetli Nihal Atsız hocaydı. Yargılananların içinde o zaman Üst Teğmen olan Alparslan Türkeş’te vardı. Tabi böyle olunca, Türk Milliyetçisi çevrelerde ihtilalden dolayı başlayan kızgınlıklar Alparslan Türkeş ismi ile birlikte hafiflemeye başladı. Halk yine kızıyordu ama Milliyetçi aydınlar Alparslan Türkeş isminden dolayı

-Kurşuna söyleniyordu?

dizilecekleri

de

Evet doğru… Tabi ona cesaret edememişler. Çünkü geride kalan arkadaşlarından korkmuşlar.

29


GENCAY Sonra Atsız hocayla görüşmeye devam ettik. Evine de gittik. İstanbul, Maltepe’de oturuyordu o zamanlar. Çok nazik bir adamdı Atsız Hoca. Yazılarını okuyunca, romanlarını okuyunca çok sert bir adam zannedersiniz. Hâlbuki çok nazik çok kibar… Evine gidenlerin içinde yaşça en küçük ben olduğum halde çayı yapar, çayı kendi eliyle ikram ederdi.

Gelip gidiyordum oradaki büyükleri dinliyorum. Bir kısım Demokrat Partililer şöyle söylüyorlar; “27 Mayıs İhtilalini İsmet Paşa ve CHP’liler yaptırdı.” Öyle diyenlerde doğru söylüyor, değildi diyenlerinde birçok doğru belgeleri var. -Bunun arkasındaki gerçek neydi peki? Mesela, 14’lerin sürgünü neden yaşanmıştı? Komite içinde bir grup çok acele seçim yapılarak iktidarın CHP’ye verilmesini istiyorlar. Türkeş ve arkadaşları da çok yanlış olur diyorlar. Biz sanki CHP’nin askeri gibi oluruz, hâlbuki biz bu ülkede kardeş kavgasını önlemek için geldik, diyorlar. DP kapatılmış, teşkilatları yok, CHP’yi tek başına seçimi sokmak iktidarı direk teslim etmek olur. Buna karşı çıkıyorlar. Peki, Türkeş ve arkadaşlarının fikri ne? Onların fikri; bir takım müesseseleri kurmak istiyorlar. Mesela, Devlet Planlama Teşkilatı’nı kurma fikri onlardan çıkmış, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü kurmuşlardı, orda Türk Birliği konuları işlenecekti. Buna benzer projeleri vardı Türkeş ve arkadaşlarının. Ülkü birliği projesi vardı. İşte bunu gibi sebepler… Bir taraf iktidarı İsmet Paşaya devredip gidelim diyorlar, Türkeş ise zaten 1944 olaylarında İsmet Paşa’ya karşı çıkmış. İsmet Paşa 19 Mayıs 1944’te bir konuşma yapmış, Türkiye’de ırkçılar var demiş bunların aleyhlerinde konuşmalar yapmış.

Atsız Hocanın yorumu şöyle oldu; 14’lerin dışında kalan askerler, Komite Başkanı Cemal Gürsel de dâhil CHP’ye dayandılar. Türkeş, yurtdışından sürgün hayatı bitip dönünce İstanbul’daki milliyetçiler Edirne sınırında karşıladılar. Ben o zamanlar öğretmen olmuştum Adana’da. Tabi Türkeş ismi Ankara’ya geldi çeşitli konuşmalar başladı efsaneler başladı.. O sırada Adana’da Türk Ocakları açılmıştı.

Şimdi tekrar Adana’ya dönelim. O dönem eski Demokrat Partililer de, Türk Ocaklarına gelip gidiyor. Ben onlardan dinliyorum; İsmet Paşa’dan intikam alacak bir adam bulmalıyız diyorlar. Bu kim 30


GENCAY olabilir? Asker olmalıdır yoksa sivil olursa başa çıkamaz diyorlar. Asker içinden kim olmalıdır? 1944 yılında işkence görmüş, tırnakları çekilmiş, 1960’ta sürgün edilmiş. O zaman Türkeş, Demokrat Parti’nin öcünü İsmet Paşadan alabilir diyorlar. Alır mı almaz mı onu kimse tartışmıyor, alabilir diyorlar ve böylece bir efsane doğuyor. Ankara’daki Türkeş ile Adana’daki ya da yurdun herhangi bir yerindeki Türkeş farklı. Bunu çok iyi anlamak lazım. Ben sizinle o efsanelerden birini paylaşayım;

Hoca’dan mektup geldi. Adana’da Türkçüler Derneği’nin kurulması için vazifelendirildiğimizi söylüyordu. Sonuç olarak yönetimi kurmak için yedi kişi olduk ve derneği kurduk. Bu sıralarda Türkeş’in bir siyasi partiye geçeceği ya da parti kuracağı lafları dolaşmaya başladı. Türkeş, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisine girdi ve parti müfettişi olarak göreve başladı. İlk olarak o dönemde görevli olarak Adana’ya geldiğinde Türkeş ile yüz yüze tanışma fırsatı buldum. Türkiye’nin meseleleri konuşuldu. Bize Türk Dünyasının sorunlarını izah etti. Daha sonraları CKMP’nin Genel Başkanı oldu. Adana’ya da gelip gitmeye devam etti. Bu dönemlerde de efsaneler devam etti. Anlatılır; “Cemal Gürsel ile Alparslan Türkeş kavga etmiş. Alparslan Türkeş, Gürsel’i çekip vurmuş.” Halk arasında efsane olmuş bunlar. Bunun ardından 1969’da Adana’da milliyetçi camia için çok önemli olan o kongre yapıldı. Kongreye, İstanbul’dan Ankara’dan arkadaşlar katıldı. Tabi bu kongrede tartışılan parti’nin adı değil. Herkes, Milliyetçi Hareket Partisi adında hemfikir, fakat rozet de ihtilaf var. Dündar Beyler daha önce hazırlamışlar “üç hilalli bayrak”. Fakat İstanbul’dan gelen grup ve Ankara’dan katılanlar “bozkurt” istiyorlar. Sonra karar alındı, parti bayrağı üç hilal oldu, gençlik kollarının bayrağı da bozkurt oldu.

Adana’nın meşhur bir gazetecisi vardı. Okey Osman derlerdi. Okey Osman beni yanına çağırdı. Tabi milliyetçi olduğumu da biliyor. Bana dedi ki; “Dün… Palas’tayım lobide oturuyorum bir baktım merdivenlerden Türkeş çıkıyor” dedi. Tabi bunu anlattığı zamanda Türkeş daha Hindistan’da.

Bu kongreden sonra tabi Türkeş’in milletvekilliği durumu konuşuldu. Seçimlerde Türkeş Bey Adana’dan aday oldu ve bir tek o seçildi.

Tabi bu dönemlerde Atsız Hoca Türkçüler Derneği’nin kurulması için tüzük çalışmaları yapıyor. İstanbul Türkçüler Derneği kuruldu. Sonra bana Atsız 31


GENCAY Şimdi köylere propagandaya giden arkadaşlar anlatıyorlar, o dönem nüfusun büyük kısmı köylerde oturuyor. Şimdi a köyünde soruyorlar: “Türkeş, Cemal Gürsel’i vurdu mu vurmadı mı ?” Giden arkadaşlar düşünmüşler vurdu mu desek vurmadı mı desek. Arkadaşlar demişler;” Ya öyle bir şey olur mu? Kurmay Albay ihtilal’in liderini vurur mu? Bunu CHP’liler uyduruyor. Köylülerde; ”yuh be bizde Türkeş’i adam zannediyorduk. İsmet İnönü’den de intikam alacak zannediyorduk” demiş. Boş verin Türkeş’te sıradan bir adammış biz Türkeşçi değiliz demişler. Sonra bunu dinleyen partililer a köyünden b köyüne gidince aynı soruyla karşılaşınca ne diyecekler? -Vurdu- Bu seferde “belli ya zaten vurdulu kırdılı adam, bu zaten ihtilalci bundan siyasetçi olur mu?” demişler. İşte o dönemlerde bunun gibi açmazlar vardı. Vurdu deseniz bir türlü vurmadı deseniz bir türlü. Efendim “Menderesi astı(!)” Menderesi devirenlerin içinde Türkeş var fakat asanların içinde Türkeş yok. Tam aksine Türkeş, Menderes ve arkadaşlarının asılmaması için mektup yazmış komiteye. Fakat bunları anlatmak çok zor. İnsanlara sesinizi duyuramıyorsunuz.

Fakat Türkeş hep mücadeleyi seçmişti ve tüm hayatı boyunca da mücadele etti. 1944’te yargılanması, 27 Mayıs’ta sürgün edilmesi, Talat Aydemir hadisesi, siyasete atılması, genel başkan olması, 12 Eylül olayları, yıllarca süren hapishane hayatı, idamla yargılanması hiçbir zaman vazgeçmiyor. Mesela 12 Eylül’ü anlatayım, geçen gün Sadi Bey (Sadi Somuncuoğlu) ile de konuştuk. Mamak da mahkemeler başlıyor. Türkeş önde Sadi Beyler arkada salona girince ülkücü gençler bir anda ayağa kalkıyor ve istiklal marşı okumaya başlıyor. Müthiş bir heyecan, korkudan eser yok, mücadeleye aynen devam ediliyor. Türkeş’in yaptığı meşhur konuşma var mesela. Türkeş o konuşmayı yaptıktan sonra hâkimin karşısında ki o dik duruşundan sonra anlaşılmıştı ki dava orda bitmişti. Evet, yıllarca sürecekti fakat Türkeş’in boyun eğmemesi ve haklı mücadelesini vermesi o davanın kazanılacağının kanıtıydı.

32


GENCAY

UNUTULAN TÜRKLERDEN SEKELLER’İ HATIRLAMAK Bülent ERDİL

Sekeller’in yaşadığı topraklar Sekeller’in bağımsızlığı için her şeyi gözen alan öğretmen: Levente Gergelyfi Borbely

2011 Aralık ayının soğuk ve yağışlı bir günüydü. Arkadaşlarımızla Balgat’ta toplanacaktık. O sırada arkadaşlarla birlikte oraya orta yaşlı, Romanyalı, adı Levente Gergelyfi Borbely olan biri de geldi. Onunla tanıştıktan sonra, bana Sekel Türkü olduğunu söyleyip, uzun uzun anlatmaya başladı. Sekeller hakkında çok önemli bilgileri onun sayesinde öğrenme şansım oldu. Türkiye’den başlayıp Moğolistan’a kadar yürüyeceğini; herkese Sekeller’i ve onların sorunlarını anlatacağını söyledi. Bir ara ona Macarlar’ın JOBBİK Partisinden bahsettim. Çok da hoşnut olmadı. Onlar bizi Macar olarak görüyor. Oysa biz Sekel’iz dedi.

Sekeller’in kullandığı Göktürk kökenli alfabeleri Anlatılanlara şaşırmıştım, çünkü 2011 Eylülünde Macarlı’ya gitmiştim. Avrupa parlamentosunda yaptığı Türk dostu çıkışlarıyla bana sempatik gelen ve takdir ettiğim JOBBİK Partisinin önde gelenleriyle Budapeşte’de tanışma şansım olmuştu. Özellikle Markó Elemér István adında değerli bir partiliyle uzunca bir görüşme yapmıştık. Türkiye’den bir gencin onlarla tanışmak için kapılarını çalması 33


GENCAY onu son derece sevindirmişti. Mutluluğunu genel başkanları Gabor Vona’yı arayarak paylaşmıştı. Telefonla makamını arayıp, durumu anlattı. Bu duruma oldukça şaşıran ve sevinen Gabor Vona beni ertesi gün için Macar Parlamentosuna davet etmişti. Ancak Türkiye’ye dönüş yapacağımdan, teşekkür edip davetlerine katılamayacağımı söyledim.

alan Macarcaya yakın bir dil konuşan ancak Hunların soyundan gelen bir Türk topluluğudur. Dillerinin yapısı Türkçeye de benzemekte olup, biraz değişmiş de olsa Dünya’da Göktürk alfabesini halen kullanan tek millettir. Attila'nın 453 yılında ölmesinden sonra dağılan ordusunun bir kısmı, Karpat Dağları’nın iç kesimlerine çekilir. Bu ormanlık ve dağlık bölgede yaşamaya başlayan Hun savaşçılarının torunları olan Sekeller, 895’te bölgeye gelen Avar Türkleriyle etkileşmişlerdir. Ancak Avarlar, daha sonrasında Slav topluluklarıyla karışıp bugünkü Macar milletini oluşturmuştur. Ortodoks olan Sekeller, kendilerini Hunların torunları, yani Türk olarak görmekte, bugün Romanya’nın baskısı altında benliklerini sürdürme mücadelesi vermektedirler. Bayrakları, Marko’nun bana hediye ettiği “Erdel” eyaletinin bayrağının aynısıdır.

Marko’yla saatlerce süren bir görüşme yapmıştım. Hocalı Soykırımından, ülkemdeki terör sorununa kadar birçok konuyu ona aktarmıştım. Nerelisin diye sorduğumda, bana bir zamanlar Osmanlı’ya ait olan, bugün Romanya’daki Karpat Dağları’nı da içine alan “Erdel” eyaletinden olduğunu söyledi. Erdel ile soyadım olan “Erdil”in benzerliği onu ayrıca sevindirmişti. Erdel bayrağı ile beraber hatıra fotoğrafları çektirdik. Yanımda getirdiğim Türk bayrağını ona hediye ederken, o da bana Erdel’in bayrağını hatıra olsun diye vermişti.

Sekel Türklerinin Bayrağı Macar Devleti 1526 Mohaç savaşından sonra Osmanlı’ya bağlanınca, Sekeller’e özerklik verilmiştir. Ancak atanan Avusturya - Macar yöneticileri bu özerk devleti ortadan kaldırmaya çalışmışlardır. Buna karşı uzun yıllar mücadele eden Sekellerin özerkliği, Avusturya İmparatorluğu'nun 18. yüzyılda

Markó Elemér István ile JOBBIK’in Budapeşte’deki ofisindeyiz Sekeller’e gelince… Sekeleli (yabancı söylenişi: Sekelistan) bir milyona yaklaşan nüfusuyla 14.000 km²’lik bir bölgeyi kaplamaktadır. Romanya’nın ortasında yer 34


GENCAY Transilvanya'yı işgaliyle sona ermiştir. Bağımsızlık için çabalayan Sekeller, bundan sonra yoğun bir Macar etkisine girmiştir. Avusturya – Macar İmparatorluğu'nun çökmesinden sonra devletlerini kurmayı denemişlerdir. Ancak girişimleri her defasında engellenip; Romanya'ya verilmiştir.

altında kurulan bir yapılanmayla kendilerine karşı baskıya karşı mücadele başlatmışlardır. 2003 yılında kurulan Milli Sekel Konseyi ile güçlenen milli uyanış, özerklik almayı hedeflemektedir. Avrupa’nın göbeğinde var olma mücadelesi veren Sekeller, başta Türkiye olmak üzere tüm Türk Dünyasından yardım ve ilgi beklemektedir.

Romanya'nın baskısı altındaki Sekeller, günümüzde ayrımcılığa ve insan hakları ihlallerine maruz kalmaktadırlar. Kendilerine özgü olan Göktürk alfabelerini kullanmaları da engellenmekte, asimile edilmeye çalışılmakta; ekonomik ve sosyal bir baskı altına alınmaktadır. Herhangi bir azınlığa karşı yapılan en ufak ayrımcılıkta ayağa kalkan AB, söz konusu Sekel Türkleri olunca yapılanları görmezden gelmekte, hatta içten içe buna memnun bile olmaktadır. Kültür ve tarih bilinçleri yok edilmeye çalışılsa da tüm baskılara karşı hala ayakta kalmaya devam etmektedirler.

Birinci Dünya Savaşı’nda din kardeşlerini korumak için Arap çöllerine koşan; ancak onlar ve onların İngiliz kardeşleri tarafından pusulara düşürülen, yaralı halde Anadolu’ya doğru dönerken Hicaz, Filistin ve Şam yollarında karınları deşilip midelerinde altın aranan, vahşice katledilen on binlerce Türk askerinin torunları olarak elimizi vicdanımıza koyup düşünelim. Bunları yapanların torunlarına gösterdiğimiz sevgi, ilgi, sempati ve hayranlığın yüzde birini, 1877’deki Rus Harbinde Osmanlı’ya yardımcı olmak amacıyla savaşçı bir birlik oluşturan, bin bir yokluk ve zorluk içinde Türk Ordusu’nun imdadına koşan; bu sebeple Fransa ve İngiltere tarafından cezalandırılıp, Romanya’ya kurban edilen gerçek kardeşlerimiz Sekeller’e de göstersek, çok mu olur?

İşte bu yaşanan ayrımcılığı ve baskıyı tüm Türk Dünyasına anlatmak için yola çıkan Levente Gergelyfi Borbely ile tanışmak benim açımdan son derece olumlu oldu. Milli uyanışları devam eden bu toplum 1990 yılında Genç Sekeller Forumu adı

35


GENCAY

TÜRK DİLİ BAYRAMI ve ANADİLDE EĞİTİM Alperen KIZIKLI başvurusu üzerine Türk Dil Kurumu tarafından şu şekilde aktarılmıştır. “Bugünden sonra hiç kimse sarayda, divanda, meclislerde ve seyranda Türk Dilinden başka dil kullanmaya” Karamanoğlu Mehmet Bey’in, 13 Mayıs 1277’ de, Türkçeyi korumak amacıyla yayınladığı ünlü fermanı, O dönemdeki Anadolu’nun durumunu bilmeden değerlendirmek doğru olmaz. “Mehmet Bey Konya’yı ele geçirip, Siyavuş’u Selçuklu tahtına geçirdikten sonra 13 Mayıs 1277 tarihinde Konya önünde akdedilen bir toplantı ile Türkçeyi resmi dil olarak ilan eden ünlü fermanını yayınlamıştır.

XII. yy ve sonları, Anadolu Selçuklularının hüküm sürdüğü; Türk olmalarına rağmen, devletin her alanında İran hâkimiyetinin apaçık görüldüğü ve Türklüğün değerlerinin devlet eliyle unutturulmaya yüz tuttuğu yıllardır. İşte bu dönemde Karamanlılar, Anadolu’da sadece dil alanında değil; Türk değerlerinin yaşatılması için, her alanda, büyük mücadeleler vermişlerdir.

Karamanoğlu Mehmet Bey’in ünlü fermanı İbni Bibi’nin Evamirü’l-Alaiyye adlı Farsça eserinde Farsça olarak yer almıştır. İbni Bibi’nin eseri Yazıcıoğlu Ali tarafından Tevarih-i Al-i Selçuk adıyla 15. yüzyılda Türkçeye çevrilmiştir. Çevirinin yazması, Topkapı sarayı Revan bölümü, 1391 numarada kayıtlıdır. 13.yüzyılın dil özelliklerini yansıtan bu yazmada ferman şu şekilde Türkçeye çevrilmiştir:

1238 ‘de, Selçukluların İranlaşması karşısında, Karamanlıların atası, Nure Sofi’nin de katıldığı, Türklüğün savunması denilebilecek, Kırşehir’in Maliya Ovasın’da gerçekleşen savaş; Karamanoğulları’nın Anadolu’da verdikleri mücadelelerin ve değerlerin korunması savaşının en açık delilidir.

“Şimden girü hiç kimesne kapuda ve divanda ve mecalis ve seyranda Türki dilinden gayri dil söylemeye”

Karamanoğlu Mehmet Bey, Anadolu’da Türklüğün, mücadelesini vermiştir. 1277’de yayınladığı fermanın özünde, bir

13. Yüzyılın dilini yansıtan bu cümle bugünkü Türkçeye Karaman Valiliğinin 36


GENCAY milletin birlik-beraberliğinin ilk adımının, dil birliği olduğu vurgulanmaktadır.” (1)

ekonomik, sosyal, hukuki her etkileşimini bu dil ile gerçekleştirir.

türlü

Türk dili bayramından yola çıkarak, 2 3 yıldır tartışılan sürekli gündeme getirilen anadilde eğitim konusunu ele almak istiyorum. Öncelikle anadilde eğitim ile anadil eğitimi kavramlarını tanımlayalım. Anadilde eğitim, eğitim ve öğretimin her kademesinde bir anadilin seçilip, her dersin her branşın o dille anlatılması, öğrencilerin ve öğretmenlerin anadil ile öğretimi gerçekleştirmesi, karşılıklı iletişim kurması esasına dayanır.

Tarihte 3500’den fazla dilin(2) var olduğunu bilinmektedir fakat şu an yaşayan dillerin sayısı ise bu rakamın çok çok altındadır. Yani diller doğuyor, gelişiyor ya kalıcı oluyor veyahut tarih sahnesinden siliniyor. Bu süreç doğal bir şekilde gelişmektedir. Suni olarak atfedilemez.

Anadil eğitimi ise, kişinin ailesi ve çevresi tarafından kendisine öğretilen, doğumundan yaşadığı her ana kadar ailesi ve yaşadığı çevre ile sürekli iletişim için kullandığı dilin, dil bilgisini, fonasyonunu ve imla kurallarını öğrenebilmesi demektir. Anadil eğitimi ve anadilde eğitim birbirine karıştırılmamalıdır.

Nitekim günümüzde Türkiye sınırları içerisinde büyük kitlelerin konuştuğu diller arasından, kültür sanat geçmişi ve kelime hazinesi daha varlıklı olan Türkçe'nin ortak anlaşma dili olarak seçilmesi gayet mantıklı bir süreçtir. Türkçenin günümüze kadar yaşaması ve varlığını devam ettirmesi de bu bayram vesilesi ile kutlanır.

Tek resmi dil bir gereklilik midir ?

Ortak anlaşma dili olarak bir dilin seçilmesi, o toplumun birlikte yaşam sürecinde ortaya çıkan siyasi ve kültürel bir kabulleniştir. Tek bir dil, ortak anlaşma dili seçilip bu dilin üzerine yeni değerler konularak toplumsal etkileşim devam ettirilir. Ülkeler bu dille eğitim yapar ve resmi devlet işlerini yürütür. Halklar birbiriyle ticari,

Eskiden sömürge olan Hindistan örneğini inceleyelim isterseniz. Resmi 37


GENCAY devlet dili olarak iki dil belirlenmiştir: Hintçe ve İngilizce. Fakat Hintçe, artık devlet dili olarak sembolik bir anlam taşımaktadır. Devlet kurumlarında işlemler daha ziyade İngilizce yapılmaktadır. Çift resmi dilli ülkelerden olan Hindistan’da görülen odur ki, toplum doğal seyir esnasında tek resmi dili benimseme noktasına gelmiş; İngilizceyi ortak resmi ve anlaşma dili olarak benimsemiştir. Sonuç olarak eğer bir devlet, kabile devleti değilse toplumsal süreç tek dil ile anlaşma, tek dil üzerinde uzlaşma noktasına doğal olarak ilerler. Bunun tersine doğru gelişen olaylar genellikle sunidir ve dış müdahaleler sonucu gerçekleşmektedir.

kullanmaktadırlar Bu sebeple Kürtçenin, Lazcanın, Çerkezcenin, Zazacanın Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde resmi devlet dili olması mümkün gözükmemektedir. Farklı anadillerde eğitim ülkelerde ne durumdadır?

diğer

Konuyla ilgili tartışmalarda başka ülkeler üzerinden örnek verildiği için Avrupa ve Amerika'da anadil eğitimi ile ilgili neler yaşanmaktadır, kısaca onlardan da bahsedelim. (Aslında başka ülkeleri bu kadar irdelemek yerine bizim kendi gerçeklerimizi ortaya koymamız gerekiyor.)

Eğitim ve resmi dilin tek dil olarak benimsenmesi; görece olarak gelişmemiş üçüncü dünya ülkelerinde vuku bulmamış bir olaydır. Bu ülkelerde birden çok resmi devlet dili, ayrışmış ve birbirinden uzaklaşmış büyük halk yığınları vardır. Ayrıca buralardaki resmi dil birliğinin sağlanması çabaları emperyalist ülkeler tarafından istenmeyen, engel olunan bir durum olarak tarih boyunca da göze çarpmaktadır. Söz konusu 3. dünya ülkelerinde, birden fazla resmi dili destekleyenlerin İngiltere, Fransa, Amerika, Almanya gibi, kendi ülkelerinde başka bir resmi dili kabul etmeyen, kendi uygulamadığı ileri demokrasi (!) gereğini başkalarına pazarlamaktan geri durmayan ülkeler olduğu da dikkati çekmektedir.

Brüksel'de 30 yıldır devam etmekte olan ve 2011 itibariyle 300'e yakın anaokulu ve ilkokul öğrencilerinin devam ettiği Türkçe Anadilde Eğitim (OETC) Projesi ile İspanyol ve İtalyanca Anadilde Eğitim Projeleri Eğitim Bakanı Pascal Smet tarafından durdurulmuştur.(3) Almanya Türklerin entegrasyonu için anadilde eğitim politikasını gevşetmekte, Türk okullarının sayısını azaltmaktadır. Bizzat Angela Merkel tarafından çok dilli, çok kültürlü politikaların Almanya için bir fiyasko olduğu dile getirilmiştir. Merkel, Türklere ve diğer

Tarihte sömürge olmamış ülkeler tek resmi dil gerekliliğini savunmaktadır ve ülkelerinde tek bir dili resmi dil 38


GENCAY azınlıkların, Almanya’ya uyum süreçlerinde anadilde eğitimini Almanca yapmaları gerekliliğini savunmuştur.(4)

olanlar belirlenmiştir. Bu sebeple Almanya, Fransa, Belçika ve Hollanda'daki azınlık olma şartları ve hakları, Türkiye'deki gayrimüslim olmayan ve azınlık statüsü taşımayan halk kitleleri için uygun bir örnek olmamaktadır.

Yunanistan Batı Trakya'daki 57 olan Türk Okulu sayısını 22'ye düşürmektedir.*5 Amerika'da aileler çocuğum İspanyolca anadilde eğitim almasın, İspanyolca öğretilen sınıflara konulup ayrımcılığa tabi tutulmasın diye Eyalet hükümetlerini mahkemelere vermektedir. İspanyol kökenli aileler çocuklarının, İspanyolcayla değil İngilizce ile eğitim hayatlarına devam etmesini istiyor.(6)

Bir Türkiye hayal edin…

Amerika'da Virginia eyaletinde Almanların en yoğun bulunduğu eyalette İngilizce tek resmi eğitim dili olarak kullanmakta, Almanca ise seçmeli dil dersi olarak öğretilmektedir.

Birden çok anadilde eğitim yapılsın ve konuşulsun. İnsanlar ilkokuldan üniversiteye kadar Zazaca, Romence, Kürtçe, Lazca vs. dilde kendi anadilinde eğitim alsın. ( seçmeli dil dersi olarak değil) Matematiği, sosyali, feni kendi anadilinde öğrensin. Peki, bu insan hangi tarihi öğrenecektir? Kendi halkının tarihini, kendi anadilinden öğrenecektir. Hâlbuki bu coğrafyadaki 1000 yıllık beraberliğimizde aynı tarihi yaşamamıza rağmen, herkes için sanki farklı olaylar yaşanmış gibi yeni bir tarih yazılacaktır.

Fransa, Avusturya, Almanya, Polonya, Hollanda gibi ülkeleri ele alalım. Bu ülkelerin sınırları 1945'den sonra netleşmiştir. Farklı dillerde konuşan çeşitli halklar, anavatanı olan toprakları savaş sonrası farklı bir devletin sınırları içerisinde bulmuştur. Bu sebeple Fransa - Almanya, AlmanyaHollanda, Almanya- Belçika sınırındaki eyaletlerde resmi dilin farklı olması yanlış değildir. Nitekim 2. Dünya Savaşı sonrasında yapılan anlaşmalarla her ülke, diğer ülkelerde kalmış azınlık olan kendi halklarının, sosyal ve kültürel her türlü hakkını koruma altına da almıştır. Lozan Antlaşması'na göre Türkiye'de azınlık olarak sadece gayrimüslim 39


GENCAY Sınıflara bölünmenin ( evet - hayırcılar, sağcılar - solcular, aileviler - sünniler vs.) çok kolay bir şekilde meydana geldiği ülkemizde, anadilde eğitimin hayata geçirilmesi ile Türkçeciler, Zazacacılar, Kürtçeciler, Lazcacılar, Çerkezceciler tezahür edebilir ve dil üzerinden bölgesel milliyetçilik akımları hızla artabilir. Anadolu ve Rumeli coğrafyası, tek kibrit ile yakılabilecek bir orman haline gelebilmesi mümkün olabilir.

Anadilde eğitimin mümkün müdür? Anadil eğitimi çözüm müdür, neler yapılabilir? Tartışmalar hep bu noktaya gelir ve maalesef ki çözümsüz kalınır, nihayetinde tartışmanın iki farklı görüşün bir inatlaşması haline dönüştüğü gözlenir. Türkiye'deki demokrasi kavramını iyi analiz etmemiz gerekiyor. Avrupalı ülkeler kendi demokrasilerini tabandan tavana bir halk hareketi ile gerçekleştirdikleri için anadilde eğitim toplumsal uzlaşının bir sonucudur; bir ayrışma aracı değildir. Fakat bizim ülkemizde demokrasi ahlakı halen; tavandan - tabana yayılmakla meşguldür. Demokrasi kavramı ve ahlakı üzerinde bir uzlaşının olmadığı ülkemizde, herkes kendisi için, kendine göre bir demokrasi istemektedir. Milletin geleceği, vatanın bütünlüğü, devletin varlığı bu hengâmede akla gelmez olmaktadır. Önereceğimiz çözümleri bu gerçeklerin farkında olarak meydana getirirsek sorunları ortadan kaldırabilmemiz mümkündür.

Türkiye’de birden çok anadilli eğitim eğer söz konusu olursa süreç içerisinde 780.000 km2'lik coğrafya da küçük küçük devlet yapılanmalarını ve bir bütün olarak güçlü olan Türkiye yerine birçok parçaya bölünmüş (Yugoslavya gibi) 3. dünya ülkeleri ortaya çıkabilecektir. Bu devletçikler kendi kendini yönetebilecek tecrübeye sahip olamayacakları için himaye altına girmekten de geri durmayacaklardır. Emperyalist ülkelerin “ Böl, parçala, yut (himaye et) “ siyasetinin gerçekleştiği ülkecikler olarak hayatlarına devam etmeye çalışacaklardır. Bir tablo çizmeye çalıştım sizlere. Farklı anadillerde eğitim ile birden çok halkı bir anda ayrıştırıp, bir anda farklılaştırabiliyoruz. Bunu sadece eğitimde dil birliğini ve dolaylı olarak da tarihsel bütünlüğü bozarak başarabiliyoruz.

Artık toplum olarak, öncelikli olarak devlet ve toplum bekamızı düşünerek her 40


GENCAY konuda bir bütün olarak hareket etmemizin zamanı gelmiştir. Çünkü uluslararası liberal baronlar ve aydın geçinen yerli liberaller (!) dilde ayrışmayı, etnik ayrışmayı körüklerken, aynı marka gazozu, aynı marka lastik ayakkabıyı ve aynı marka etli köfteyi sevmememiz için garip bir birliktelik içerisindedirler.

Kaynaklar

Anadilde eğitim propagandası ile bizi birbirimize düşürenlere, ülkemizi bölmek isteyenlere hep birlikte engel olmalıyız.

3http://www.belcikahaber.be/?act=sho w&code=page&id=2&id_page=8071&re sume=0

Anadilde eğitim propagandası ile bizi birbirimizden uzaklaştırmaya çalışanlara karşı dikkatli olup, aramıza nifak tohumu atanlara bütün bir Türkiye olarak gelin hep birlikte karşı duralım.

4http://www.voanews.com/turkish/ne ws/almanya-gocmenlik-politikasimerkel-sarrazin-107553523.html

1- KARAMANOĞLU MEHMET BEY VE FERMANI AÇIKLAMASI http://www.karamankulturturizm.gov. tr/kulturMd/sayfaGoster.asp?id=302 2 - Prof. Dr. Mehmet AYDIN Dilbilim El Kitabı

5http://www.cnnturk.com/2011/dunya /04/18/bati.trakyada.turk.okullari.kap atiliyor/613731.0/index.html

Hacı Bektaş-ı Veli'nin dediği gibi: "Bir olalım, iri olalım, diri olalım"

6http://www.turkiyegazetesi.com/mak aledetay.aspx?id=464392

41


GENCAY

‘ROMANTİK’ OLMAYAN BİR FAALİYET OLARAK ENDÜSTRİYEL FUTBOL Murat KARATAŞLI Futbol, insanoğlunun eski zamanlarından beri var olan, ruhi ve bedeni deşarj olma ihtiyacı ve istencinin dışavurumu olan bir spor organizasyonu şeklinde, dünya üzerinde kendisine hatırı sayılır bir mevki edinmiştir. Resmi olarak patent ve telifini alan Britanya İmparatorluğundan çok daha önce, bizim atalarımızın da, Divan-ı Lügatit Türk’te ‘tepük’ olarak rivayet edildiği gibi, topla oynanan bir ayak oyunu olan bu spor dalını icra ettikleri açıktır. Dolayısıyla futbolun köklerinin çok eski zamanlarda olduğu bir gerçekliktir.

“Portekiz’i üç ‘F’ ile yönettim; futbol, fado –Portekiz halk şarkıları-, ve fiesta…” António De Oliveira Salazar Günümüzün ucu, bucağı ve sınırı olmayan, küresel -ya da zoraki küreselleştirilendünyasının ekonomik-kültürel geçirgenliği kullanılarak, insanlığın, insanilik arz eden ‘her türlü’ semptomlarından bir kazanım elde etmeyi, halk deyişiyle ‘sinekten yağ çıkarmayı’ varlığının en önemli parametresi olarak addeden neo-liberal sistem ve bu sistemin aktörleri, hayatın ve dünyanın her alanında kendilerine bir geçim kapısı bulmakta fazla bir zorluk çekmemektedirler. Bu durumdan hareketle, bu çalışmanın sınırları kapitalizm ve futbol ilişkisine ayrılmıştır. Oldukça popüler olan bu konuya girme amacım, milyonları peşinden sürükleyen bir aidiyet bilinci inşasının ekonomik nedenleri olduğunu anımsatmaktır.

İngiltere’de modern futbolun ortaya çıkışı ise, endüstriyel kapitalizmin geliştiği döneme rastlamaktadır. Futbol oyununa kurallar konulması, kapitalizmin gelişim sürecine paralel olarak gerçekleşmiştir. 1845 yılında futbol kuralları, ilk kez İngiliz Rugby Okulu tarafından yazılı olarak belirlenmiştir. Böylece futbol müsabakalarında, oyun alanlarına iğne ya da demir parçalarının atılmasının önüne geçilmesi amaçlanmıştır. Rugby Okulu’nun futbola koyduğu kuralların benzerleri, 1849 yılında bu okulun en büyük rakibi olan Eton Okulu tarafından belirlenmiştir. Eton Okulu, futbolda “elle müdahale”yi yasaklamıştır. Böylece futbolda, sportif davranma, rasyonellik, kurallara bağlılık ve niteliklilik konularında önemli adımlar atılmıştır.1 Bu şekilde toplumsal süreçlerle paralel olarak pek çok yönden ‘şekil ve esası’ değişen bu oyunun oynanmasında ve rağbet bulmasında, hâlâ bir rahatlama42


GENCAY mutlu olma- gündelik dertlerden ve sıkıntılardan uzaklaşma amacının olduğu ve günümüze kadar taşındığı görülmektedir. Saydığımız ‘anti-depresan’ özellikleri yanında futbol, gerçekten insanlar nazarında büyüsel özelliklere sahip bir spor dalıdır ve bu özellikleri kullanılarak -akılcılaştırılarakgünümüzün düzeninde takımlar kapitalist birer işletme haline getirilmiştir. Kısaca, futbolu masumca oynanan bir oyun olmaktan çok, seyredilen ya da izlenen bir kapitalist etkinlik haline getiren şey, modern bireyin özlemlerine ve pek tabii ki arkaiklerine seslenen büyülü atmosferidir. Kentlerin, kapitalist ekonominin şekillendirdiği modern hayatın görünürdeki en önemli yaratımları olduğu bilinmektedir.2 Bunun için boşalmış köylerin ve daha küçük yerleşim birimlerinin aksine futbol, kentli yaşamın bir vazgeçilmezi, kişisel yoksunlukların ve problemlerin unutulduğu bir ‘yığın’ alışkanlığıdır. İnsanların zaaflarından ve alışkanlıklarından para kazanmayı, ya da insanlara yeni alışkanlıklar ‘satmayı’ kutsal bir görev bilen sermaye merkezleri, kimi zaman insanların hayallerine tahakküm eden bir sistem dayatmakta asla beis görmemekte, hatta bunu son derece meşru addedilen kanallarla yapmaktadırlar. Gelinen noktada futbol pazarındaki pasta devasa boyutlara ulaşmış bulunmaktadır. Günümüzde 250 milyar dolarlık futbol endüstrisinin varlığı dillendirilmektedir.3 Taraftarlarca tamamen ‘son derece fıtri’ bir aidiyetin tezahürü olan kazanmak isteyen

sermayenin etmektedir.

asıl

kaynağını

teşkil

Kapitalistleşen Futbol Takımları ve Kapitalist Futbol Bürokrasisi: Eskiden, yetenek ve emek ölçüsünde başarının kutsandığı bir spor dalı olan, yani nostaljik bir rivayet olarak; ülke milli takımlarının ‘uçak bileti bulmadıkları için Dünya kupalarına gidemedikleri’ zamanlarda futbol, gerçekten hoş bir sportif etkinlik olarak hatırlanıyordu. Kapitalizmin, kendisini var eden en önemli özelliği olan hızla gelişen teknolojik imkânları kullanması ve geliştirmesi bize bu konuda fazlasıyla ışık tutuyor… Gerçek bir duygusal aidiyet kazandırmaktan ve sportif bir etkinlik olmaktan öte, birer ticarethane haline getirdiği futbol takımlarının kazanımlarına ve girişimlerine baktığımız zaman, andığımız şekilde ‘futbolun sadece futbol olmadığına’ ve o eski saf haliyle kalmadığına şahit olmaktayız. Bizim yakındığımız ve yadsıdığımız ana husus; kulüplerin, futbolun duygusal büyüsünün temsil ettiği “duygusal sermayeyi” kullanıp, ‘karnını kaşıyan’ kapitalist odaklar haline gelmesidir. Günümüz futbol dünyasının en zengin kulüplerinden olan birkaç kulübün tarihsel anlamda kapitalizmle nasıl kol

sâfiyane hisler, duygusallık ve bu hissiyat, para çevreler için

43


GENCAY kola girdiği aşağıda vereceğimiz birkaç örnekle daha açık bir hale getirilebilir.

Bursaspor’un Anadolu kulüpleri arasından sıyrılıp ‘tek şampiyon Anadolu takımı’ olduğu probleminin kaynağı da burada gizlidir. İstanbul sermayesinin desteklediği İstanbul takımları ve çoğu zaman finansal destekten mahrum olan Anadolu takımları arasındaki fark hiç de tesadüf değil…

İngiltere’nin köklü kulüplerinden F.C Manchester United’ı 1995 yılında Malcolm Glazer’in 192 milyon dolara satın almasına kadar futbol hayatına sıradan bir futbol kulübü olarak devam eden takım, mülkiyet devir-tesliminden sonra şahlanmış ve dünyaya futbol anlamında “dur” diyen bir kulüp haline gelmiştir. Kurulduğu yıl olan 1878’den 1995’e kadar 10 kez Premier lig şampiyonluğu bulunan kulüp, bu tarihten sonraki 14 yıl içersinde karnesine 9 şampiyonluk katmıştır. Hayli zengin olan yeni sahibin bu kısa tırmanıştaki etkisi analiz edileceği zaman, finansal sermayenin sunduğu imkânlar göz ardı edilemeyecek kadar büyüktür. Yine aynı şekilde Roman Abramovich’in 2003 yılında F.C Chelsea kulübünü satın alması ve o zamandan bu yana toplamı 500 milyon avroya varan futbolcu alımları yapması, İngiltere ve Avrupa futbolu adına bir fırsat eşitsizliği yaratmıştır. Abramoviç’in ödediği kabarık futbolcu faturaları, transfer piyasasında yalnızca zenginlerin at koşturabileceği bir düzen inşa etmiştir. Bu yeni yaklaşımlar, mali olarak “büyük” kulüplerin daha da büyümesine ve küçük kulüplerin ise daha fazla küçülmesine, dolayısıyla sportif başarıların tabana yayılmasına ve rekabetin azaldığı bir tekelleşmesine sebep olup, eşitsizliğin ana belirleyici olduğu uluslararası bir futbol düzeninin oluşmasına sebep olmuştur. Premier lig takımlarının bu şekilde hızlandırdığı ve aralarına Real Madrid, Barcelona, A.C. Milan gibi Latin Avrupalı kulüplerin katılmasıyla endüstriyel futbol ete kemiğe bürünmüştür. Ülkemizde neden sadece

Kapitalist düzenin gerektirdiği şekilde kurumsallaşan kulüplerden Manchester United Genel Müdürü(?) Peter Kenyon’un, bir röportaj sırasında kendisinin de yakındığı şekliyle ‘ticarethane’ haline gelen Futbol endüstrisine kendi takımı üzerinden bir eleştiri getirmesi kapitalist bir kulübün özeleştirisi olarak gerçekten çok önemlidir: “Sorun, bir futbol kulübü olarak mı, yoksa artık küreselleşmiş bir sporda dünya çapında tanınan uluslararası bir marka olarak mı algılandığımızı bilmektir." 3 –Kenyon, şimdilerde F.C Chelsea kulübünün CEO’su, bu röportajı verdiği zaman Manchester yöneticisi idi.- Burada Kenyon’un futbolun ihtişamının finansörü olan ‘düzen’e karşı çıkma gibi bir yaklaşımı söz konusu değil, tam aksine, kapitalist bir figür ve kurmay olarak görev alanının fluluğundan ve belirsizliğinden yakınma hali mevcut. Çünkü O; Manchester sermayesinin daha işlevsel hale gelmesinin mi, yoksa futbolun romantizmi içinde seyreden bir takım mı istendiğinin netleşmesini ve işini yapmak istiyor. Bu itiraf bile tüm yazımdan daha etkili bir pasajdır. Tüm bu mâli beklentiler ve yaklaşımlar belirlenirken; İngiliz holiganizminin ateşli gruplarından Manchester taraftarları, maçların öncesinde ve sonrasında tuhaf bir aidiyet ve romantizmin dışa vurduğu 44


GENCAY faşizanlıkla, rakip takımların taraftarlarıyla ölümüne kavga edip kendilerince ‘taraftar olmaklık’ın getirdiği aidiyet gururlarını yüceltiyorlar. Bu durum insani bir psikolojinin çıktısı olsa da, kulüp yöneticileri ve siyasi güç odaklarının gözü bu yığınları kendi amaç ve istekleri doğrultusunda kullanma temayülüyle hep bu yığınlar üzerinde olmuştur. Takımı için herşeyi yapan bir adamdan daha kolay para kazanılacak müşteri olamaz…

kullanılmaktadır. Örneğin; 12 Eylül’ün getirdiği sessizliğin atlatılması ve gençliğin siyasi düşüncelerden, dolayısıyla anarşi ve terörist eğilimlerden uzak tutulması amaç ve arzusu ile Türkiye’de de 12 Eylül 1980 sonrasında futbol, gençleri terörden ve ‘her türlü zararlı alışkanlıklardan’ uzaklaştırmak için kullanılmıştır.6 Ülkemizin küresel sisteme entegrasyonu konusunda en büyük payın sahibi olan o zamanın yöneticileri; Neo-Marksistlerin iddia ettikleri gibi futbolu, Marks’ın deyimine atıfla, kitleleri ‘afyonkeş’ hale getirip ‘mankurtlaştırmak’ için kullanmaya çalışmışlardır.

Futbol’un bu büyüsel etkilerinin siyasal alana kanalize edilmesi, Portekiz diktatörü Salazar’ın yukarıdaki ifadesiyle ortaya çıkıyor. Yığınların kontrolü için futbolun ne denli güçlü ve önemli bir ‘enstrüman’ olduğunu açık bir şekilde gösteriyor. Örneğin, 1998 Dünya Kupasını kazandıktan sonra Fransa'da bir milyon kişi sokaklara çıkmıştır. Bu 1944'de Paris'in Nazi işgalinden kurtulmasının ardından yapılan gösterilerden beri gerçekleşen en büyük kutlamaydı. 1989'da anti-bürokratik sloganlarla 1 milyon insanın doldurduğu Tiananmen meydanını, yine Çin'in Umman'ı 1–0 yenerek Dünya Kupası'na katılmaya hak kazanmasının ardından 500.000 kişi doldurdu.5 Kısacası futbol, dünyanın her yerinde kitleler üzerindeki etkisi ölçüsünde, siyasetçilerin ve patronların gözlerini diktikleri bir alan… Bu alanı kontrol edebilmek ve bu alan üzerinden pazar bulabilmek için, kendi bürokratik kanallarını her zaman içeride tutmak, bu insanlar için oldukça önemli. Bu sebeple iktidarlar, oldukça geniş bir yelpazede kitlesel gücü olan futbolu iktidarlarının hep bir aracı olarak kullanmışlardır. Bu tür yaklaşımlar bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de kullanılmıştır ve halen de

Tüm bunlar olurken futbolcuların da yaşantılarıyla ve ‘futbolculuklarıyla’ bu sistemin en önemli muzdariplerinden bir kısmı oldukları su götürmez bir gerçekliktir. Çünkü sistemin dişlileri daha çok onları sıkıştırıyor. Çünkü onlar; çok hızlı ve ani bir değişiklerle fiyatları bir anda tavan veya taban yapabilen, dolayısıyla sistemin en önemli metası haline gelmiş insanlar olarak karşımızda durmaktadırlar. Mesela en basit bir örnekten yola çıkarsak; Real Madrid kulübü, henüz gençken Ronaldinho’yu “yüzü çirkin, forma satışlarımız düşer” gibi ticari bir zihniyetle almamıştır. Onun yerine daha yakışıklı, -mesela Beckham, Ronaldo gibi- futbolcuları alarak, güzel futbollarının yanında onların magazinel suratlarıyla da, forma ve ürün satışlarını dolayısıyla kârı maksimize edebilmek için, iyi bir nesne olmaları da gerekiyor. Ünlü futbolcu Carlos Tevez’in verdiği mülakattaki yorgunluğunun sebebi, genç yaşta silinip giden futbolcuların hikâyeleri burada aslında burada saklı.7

45


GENCAY Yukarıda sayılan durumlardan hareketle neoliberal ekonomik akımın elinde, son derece ruhsuz ve duygusuz, bundan dolayı da acımasızlaşan bir endüstri haline gelen futbolun yalnızca zengin kulüplerin maçlarının akrobatik şovlara dönüştüğü müsabakalar ve zengin kulüplerin futbolcu harcamadaki ustalığının getirdiği huzursuz ortamın futbolu ne hale getirdiği bellidir. Ülke milli takımlarının Dünya kupalarındaki kadrolarının, gelişmiş futbol kulüplerinden görece daha renksiz oluşu, Güney Afrika’da düzenlenen Dünya Kupasında sportif anlamda bir sessizlik ve tekdüze bir hava yaratmıştır. Milli hisler söz konusu olmasa belki de Dünya Kupaları çok daha sıkıcı bir hal alacaktır. Bu ortamdan ve ufuktaki futbol tehlikelerinden kurtulmak isteniyorsa, FIFA ve UEFA gibi uluslararası futbol federasyonlarının daha adil ve daha renkli bir futbol dünyasının inşası için gerekli yaptırımları ve kısıtlamaları getirmesi gerekiyor, çünkü gerçekten futbolun ahlaki büyüsü kaybolmaya yüz tutmuş durumda…

Dipnotlar: 1. Barış Kılınç, ‘Kapitalist bir etkinlik olarak futbolun büyüsü ve kahramanları’, İletişim kuram ve araştırma dergisi, Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s. 273–289 2. www.wienerzeitung.at 3. Yrd. Doç. Dr. Sabahattin DEVECİOĞLU, ‘Küresel ekonomik krizin futboldaki görünümü’ 4. http://www.radikal.com.tr/Default.a spx?aType=RadikalYazarYazisi&Arti cleID=999939 5. Mustafa Taner,‘Kapitalist Dünya Kupası’ http://www.iscimucadelesi.net/arsi v/dergi/uc/futbol.htm 6. Yrd. Doç. Ahmet Talimciler, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü, ‘İdeolojik bir meşrulaştırma aracı olarak spor ve spor bilimleri’, SPOR YÖNETİMİ VE BİLGİ TEKNOLOJİLERİ DERGİSİ ISSN: 1306–4371 CİLT:1 SAYI:2 7. http://www.taraftardergi.com/tag/e ndustriyel-futbol/

46


GENCAY

TÜRK-İSLAM BÜYÜKLERİ: HOCA AHMET YESEVİ Vural Egemen SARIGÖZ yılında vefat ettiği gayri resmi bilgilerle bilinmektedir.(1) Küçük yaşta Tasavvuf Ehli olan babası ile Şeyh kızı olan annesini kaybetmesi üzerine büyütülmesini ve yetiştirilmesini ablası üstlenmiştir. İlk eğitimini babasından alan Yesi’li Ahmet, daha sonra devrin Tasavvuf Şeyhi olan Mutasavvıf Arslan Baba’dan manevi eğitimini almıştır. Buhara’da Yusuf Hamedani isimli Tasavvuf ehli bir şeyhin yanında eğitimini tamamlamış ve Mürşidinin vefatı üzre halifesi unvanını kazanmış ve Hamedani’nin halifesi Sıfatı ile eğitim için ayrıldığı Yesi’ye Yesi’li Halife Ahmet Hoca unvanı ile dönmüştür.

Hoca Ahmet Yesevi (K.s) Aziz ve yüce Türk Milleti’nin, dini inancını kuvvetlendirmiş, dilinin yayılıp tanınmasını sağlamış bir Türk-İslam büyüğümüzdür. Türk Milleti’nin manevi hayatına yön veren, Türkler arasında ilk Sufîlik tanımını yaygınlaştıran, yazdığı Türkçe şiirlerle, aktardığı Türkçe hikmetlerle Türk Dünyasının inanç noktasında imanını kuvvetlendirmiştir. Başlattığı iman akımını önce sufîleri arasında güçlendiren Hoca Ahmet Yesevi (K.s) Horasan Erenleri sayesinde, dünyanın dört bir yanına Türk’ün kuvvetli iman akımını götürmüştür.

Yesi’ye döndükten sonra birçok talebenin yetişmesini sağlamış, yetiştirdiği talebelerle İslam’ın irşadını gerçekleştirmiştir. İrşada başladığında oluşturduğu kurallar manzumesi/silsilesi ile Yeseviliğin temelini atmış ve bu gün tarihi kaynaklarda bilinen ilk Türk Tasavvuf Ehli unvanını kazanmıştır. Günümüzün Anadolu’suna hiç gelememiş olmasına rağmen Anadolu’da sevilen ve tanınan bir büyük olması onun irşat yolunda ne kadar başarılı olduğunu gösterir.

Hoca Ahmet Yesevi(K.s) hayatı hakkında elimizde kesin bilgiler olmasa da atalarımızdan bu güne kadar menkıbeler tadında aktarılan bilgilere göre bir biyografi çıkarmamız mümkündür. Türkistan’ın Yesi şehrinde 1093 yılında dünyaya gelmiş 73 yıl yaşadığı ve 1166

47


GENCAY Arapça ve Farsça’yı çok iyi konuşup yazmasına rağmen, ısrarla eserlerini Türkçe yayınlamış ve Türkçe dağıtılmasına müsaade etmiştir. Bunun sebebi ise Türk’ün dini kadar dilinin de önem arz ettiği inancına sahip olmasıdır. (2) Divan-ı Hikmet şiirleri, Türk tasavvufunun ve edebiyatının çok önemli olarak bilinen en eski örneklerini içeren bir eserdir. Akaid eseri ile İslamın esaslarını anlatmaya çalışırken, müridleri mürşidlerinden aldıkları ilim ile Fakrname isminde bir eser ortaya koymuşlar ve bu eseri mürşidleri Hoca Ahmet Yesevi (K.s) ‘ye mal etmişlerdir.(3) Türk Dünyası İslamiyetin anlaşılmasında ve yaşanmasında İlk Tasavvuf Ehli olan Hoca Ahmet Yesevi (K.s)’e borçludur.

Bu hususta Yahya Kemal Beyatlı “fiu Ahmet Yesevi kim, bir araştırın, göreceksiniz, Bizim milliyetimizi asıl onda bulacaksınız.” sözleriyle Hoca Ahmet Yesevi (K.s)’nin ne kadar sevildiğin ifade etmiştir. Divan-ı Hikmet kitabında yer alan Hikmetler ile Müslüman Türk’e Müslümanca yaşamanın, İslam’a göre hayat sürmenin kolaylıklarını ve zevkini aktarmıştır.

Allah ondan razı olsun… KAYNAKLAR

O dönemde Türk olmayan birçok İslam âliminin teşbih yoluyla insanlara İslam’ı anlatma çabası onların bir süre sonra ‘’sapık fırka şeyhi’’ , damgası yemelerine sebep olmuş ancak Hoca Ahmet Yesevi bu yolu başarıyla kullanarak Türk Milleti’nin iman noktasında bilinçlenmesini sağlamıştır.

(1) Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi Resmi İnternet Sitesi ( www.yesevi.edu.tr) (2) Ahmet Kabaklı – Türk Edebiyatı Dergisi 1985 Yılı (3) Yesevi’nin Müridleri – Cavit Bozkuş Sayfa .139

48


GENCAY

49


GENCAY

KİTABİYAT Aybike Gökçen ŞİMŞEK Üstadın,”Bu eser, benim bütün varlığım, vücut hikmetim, her şeyim...” dediği, Anadolu gençliğine ithaf ettiği, içeriğini altı ana başlıkta topladığı, Büyük Doğu’da yayınlanan yazılarından oluşan, herkesin kütüphanesinde bulunması gerektiğine inandığım, besleyici ve kurtarıcı nadide eserlerden birisidir. “İçimize göz atarak dışımızı ayarlamak bir yol olduğu gibi, dışımıza bakarak içimizi düzenlemek de daima iç hakikatte birleşen ayrı bir iştir. Bunun için bir türlü göremediğimiz, bir türlü bize gösterilmeyen bu günkü dünyayı en mahrem fikir ve ruh kökleriyle tanımak lazım...”

Çağımızın Dede Korkut’u olarak bilinen ve ömrü boyunca Kızıl Elma ülküsüyle yaşayan Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Türklerin tarihini aydınlatan ve milli bilinci diri tutan Orhun Yazıtlarını ve bu yazıtların uyanışa çağırışını anlattığı Türkçemizin haşmetini veren destan türünde eserdir. “Sibirya da soğuk, insanı biraz da tutsaklık acısından üşütür… Masalların devleriyle insanları arasındaki ölçüyü andıran bu hava açıkça belli olmasa bile korkudur… Çünkü üzerinde yürüdüğünüz düzlük ölçüsüzdür, tırmandığınız ve sizi o ölçüsüz düzlükten kurtaracağını sandığınız bir başka biçimde ölçüsüzdür; ormanını aklınız, tundrasını havsalanız almamağa başlar…”

50


GENCAY

GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN

50


GENCAY

BİLGİ ŞÖLENLERİNDEN

51


GENCAY

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABI “YENİ” ANAYASANIN ŞİFRELERİ’Nİ İNTERNET SİTESİNDEN İNDİREBİLİR VEYA MERKEZİMİZDEN BASILI OLARAK TEMİN EDEBİLİRSİNİZ. millidusunce.org


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.