www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 1 Sayı 5 - Haziran 2012 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com
ATATÜRK'ÜN TÜRK GENÇLİĞİNE HİTABESİ BİZ KİMİZ / Dündar TAŞER TÜRK MİLLİYETÇİLERİNİN SİVİL KİTLE ÖRGÜTÇÜLÜĞÜ VİZYONU / Alperen KIZIKLI SORUNUN KAYNAĞI NEDİR? / Recep BAYRAM ANAYASA ÇALIŞMALARI NOTLARI / Metehan ÇAĞRI DEMİR AĞLARIMIZ / Ahmet Kürşat SOMUNCUOĞLU ORDA BİR "AÇE" VAR UZAKTA / Bülent ERDİL SÖYLEŞİ: İSKENDER ÖKSÜZ FENAFİLMİLLET OLMUŞ BİR DAVA ADAMI: DÜNDAR TAŞER / Hakan PAKSOY DÜNDEN BUGÜNE FİLİSTİN ve BAĞIMSIZ YAHUDİ DEVLETİ / Sertaç EKEMEN ARAP BAHARI - TÜRK SONBAHARI / Ömer Osman BÜYÜKSÜTÇÜ ÇEVRE POLİTİKASINDA ADALET İSTİYORUZ! / Fatma Özge ÖZDEMİR OSMANLI VE GÖNÜL SULTANLARI / Vural Egemen SARIGÖZ BİR TUTAM TÜRKÇE / Fatma ORAKCI
GENCAY
ATATÜRK'ÜN TÜRK GENÇLİĞİNE HİTABESİ yarınki çocuklarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek kimi noktaları belirtebilmiş isem kendimi mutlu sayacağım. Baylar, bu söylevimle, milli varlığı sona ermiş sayılan büyük bir milletin, bağımsızlığını nasıl kazandığını; bilim ve tekniğin en son ilkelerine dayanan milli ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım. Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri çekilen ulusal yıkımların yarattığı uyanıklığın ve bu sevgili yurdun her köşesini sulayan kanların karşılığıdır. Bu sonucu, Türk gençliğine kutsal bir armağan olarak bırakıyorum. Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından 20 Ekim 1927 tarihinde Nutuk'un sonunda Türk Gençliğine yönelik yaptığı seslenişidir. Nutuk, Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'nı anlattığı 15 - 20 Ekim 1927 tarihlerinde Cumhuriyet Halk Partisi 2. Kongresinde otuz altı buçuk saat süren tarihi konuşmasıdır. Türk Gençliğine Bıraktığımız Kutsal Armağan Saygıdeğer baylar, sizi, günlerce işlerinizden alıkoyan uzun ve ayrıntılı sözlerim, en sonu tarihe mal olmuş bir dönemin öyküsüdür. Bunda, ulusum için ve 1
GENCAY Ey Türk Gençliği!
aziz vatanın kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr-u zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.
Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni, bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dâhili ve harici, bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklal ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklal ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile
Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk İstiklal ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur! NUTUK - Ankara, 20 Ekim 1927
2
GENCAY
BİZ KİMİZ Dündar TAŞER bir aşiret, 27 çoğalamazdı.
senede
bu
kadar
Selçuk Sultanlığı, asker yardımı yapacak halde değildi. O halde artış nereden geliyordu? Öyle anlaşılıyor ki, Bizans ucundaki bu beylik bütün Türk âleminin ülküsünü temsil ediyor. Türklük âleminin, fetret devrinde bile asla vazgeçmediği, İstanbul fethinin ve dünya hâkimiyetinin mümessili sayılıyordu. Millî şuur ve ülkü Horasan'dan İzmir'e kadar her yerdeki Türk'ü Ertuğrul sancağına çekiyor, şeyhler, müftüler, müderrisler eli kılıç kabzasına yakışan her yiğidi, gönlü fazilet aşkı ile dolu her mümini, kafası salim düşünceye açılmış her talebeyi Söğüt Beyliği'ne sevk ediyordu. Küçük beylik az zamanda Türk âleminin otağı haline geldi. Sultan-Medrese - Sipahi muvazenesi ile ne anarşi ne de despotluğa fırsat vermeyen bir devlet kuruldu. Başta hanedan olmak üzere bütün insanların devlete can borcu vardı ve bu borcu bütün tebaa hükümdarlar dâhil tereddütsüz ödediler. Küçük devletin, fazileti büyük, müsamahası büyük, ideali büyüktü. Bu manevi azamet devletin topraklarım çok kısa zamanda kendi seviyesine getirdi.
Biz, dünyanın en büyük imparatorluklarını kurmuş ve hâkimiyetini eski dünyanın bilinen her köşesinde yürütmüş bir milletiz. Bu imparatorlukların sonuncusu, varisi olduğumuz Osmanlı Devleti'dir. Osmanlı Devleti Söğüt'te kurulduğu 1299 yıllarında 40 atlıya sahip bir uç beyliği iken, 1326'da Bursa'nın fethi sırasında Orhan Bey 38.000 süvariye kumanda ediyordu. Bu asker artışı, nereden geliyordu? Fethedilen topraklardan toplanamazdı. Zira bu yerin ahalisi Türk değildi. 400 gadirlik
Bu devir 1699'a kadar sürdü. Bu dört yüz senenin macerası şöyle özetlenebilir. Her yaz 3 ay sefere çıkılır, 3 gün 3 saat kılıç çekilir. Bir ülke bir vilayet olarak devlete katılırdı.
3
GENCAY Her güz batıya, kuzeye doğru bir koşu asırlarca devam etti. Bu koşu, talan, istismar koşusu değil, müsamaha, adalet ve huzur tesisi içindi. Bu devrede Osmanlı hünkârı "Hakan-ı Berri ve Bahrin", "Sultan-ı İklimi Rum", "Halife-i Ruyi Zemin" sıfatları ile yeryüzünde kendine muadil otorite tanımadı.
Velhasıl 300 senedir kandaki mikrobun deride açtığı yarayı tedavi ile uğraşıyoruz. Biz bu cihan devletinin kalıntısı üstünde cihan hâkimlerinin evladan olarak utanıyoruz. "Rüyama girdi bir gece bir fatihane zan" diyen şair kendini söylediği kadar bizi de söylemiştir. Ne geri kalmış milletlerin birisi, ne de kurtuluş savaşı yapan, kavimlerin birincisiyiz. İstiklalini son elli yıl içinde bizden almış 19 ülkenin efendisi idik.
Karlofça bu uzun koşuda tökezlenen bir nokta oldu. 1699'dan sonraki bütün çabalar, bütün düşünceler, o noktayı geçmek, o engeli aşmak için aranan çareler, ileri sürülen fikirlerin kavgasıdır. Ne tedbirler düşünülmedi: Sünnet adına Kadızade ile ortaya çıktı. Çakşır haram, kavuk haram, kaftan haram bunlardan soyunursak her iş yoluna girer dediler.
"Azizi vaktîdik, o da zelil kıldı bizi." Bu zilletin sebebini çıplak gözlerle aramalı ve açık yürekle ortaya koymalıyız. 150 yıldır her türlü uygulanan şekil kavgalarını terk zamanı gelmiştir. Milli şuur, Milliyetçi Hareketi doğurmuştur. Bu hareket Şeyh Edebali gibi gönül pirleri, Çandarlı Hocapaşa gibi ilim ülkücülerini beklemektedir. Bu bekleyiş demiri eritene kadar sürecektir. Ergenekon'dan demiri eritince çıkmıştık.
Avrupacılar türedi: Pantolon giyer, pelerin taşır, fes vurursak mesele çözülür dediler. Ne Kadızadeler İslam’ı anlamıştı, ne de Avrupacılar batıyı. 25 milyon kilometre karelik vatanı birleşik tutmak için taklitten başka tedbir düşünen olmadı. İsyanlar, ihtilaller, sokak kavgaları oldu. Birbirimizi kırdık, sultanları kestik, nihayet kendi ordumuzu top ateşine tuttuk. Mısır gitti, Cezayir gitti, bu yitirme devri 150 yılda bizi Sakarya sahiline getirdi.
Binlerce yıl önceki efsaneler tutulacak yolu göstermiştir. Demiri eritinceye kadar sabır.
Bugün hainlerin kandırdığı gençlerin bir kısmı hangi sebeplerle sosyalizmi istiyorsa, dün onlar kadar samimi kimseler liberalizmi istemişlerdi. Bugün demokrasinin yeter olduğunu sananlar gibi dün Tanzimat'ı yeter sayanlar vardı.
Şekil kavgaları ile, "go home" çığlıkları ile, grevlerle, öldürülecek vaktimiz yoktur. Sokaktan mektebe, kahveden fabrikaya koşmalıyız. Sanayiimizi kurmalı, büyük milletin imkânlarını, büyük geleceği kurmak için seferber etmeliyiz.
4
GENCAY
TÜRK MİLLİYETÇİLERİNİN SİVİL KİTLE ÖRGÜTÇÜLÜĞÜ VİZYONU Alperen KIZIKLI arkasında bir taraftar kitlesi meydana getirmiş; kitleleri yönlendirebilen, yönetebilen, eylemlerle tepki koyabilen ve kamuoyu oluşturabilen sivil toplum örgütleri ise artık bir kitle örgütü haline gelmiştir. Kitle örgütü haline gelebilmek her sivil toplum örgütünün nihaiyi amaçlarından biridir. Sivil toplum örgütü resmi kurumlar ve yönetim erki üzerinde otokontrol mekanizmasının olmazsa olmazıdır. Eksik olması, örgütsüz toplum demektir ki, birey olarak her türlü yönetim erkinden hesap sorulmasının mümkün olmadığı bir durumu yaratır ve anti demokratik uygulamaların önünü açar.
Sivil Toplum Örgütü Nedir? Günümüzde, amaç ve yapılanmaları dikkate alınmadan 3-5 kişinin de 500.000 kişinin de bir araya gelip oluşturdukları sivil yapılanmaların tümüne Sivil Toplum Örgütü ifadesi kullanılmaktadır. Peki, çoğu zaman ismi olup cismi olmayan veya medyada sivil toplum örgütü olarak demeçler vermekten çekinmeyen toplumsuz sivil örgütlerin bu tanımı ne kadar hak ettiklerini sorgulamak gerek değil midir?
Türk Milliyetçilerin Sivil Toplum Örgütçülüğü Geçmişinden Kesitler Osmanlı’nın yıkılış sürecinde çeşitli fikirler devletin parçalanmasına mani olabilmek için ortaya çıkmıştır: Batıcılık, İslamcılık, Osmanlıcılık ve Âdem-i Merkeziyetçilik bu fikir akımlarının başlıcaları olarak sayılabilir. Öte yandan Türk Milliyetçiliği fikri ise İsmail Gaspıralı, M. Emin Yurdakul, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Z. Velidi Togan, Nihal Atsız gibi aydınların ortaya koydukları eserlerle, mecmualarla olgunlaşmış ayrıca İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Türk Ocakları isimli yapılanmalarla hayat bulmuş, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün de fikir hayatına tesir etmiştir.
Sivil toplum örgütünün ne olduğunu tanımlamak gerekirse sivil toplum, örgütlü toplum demektir. Daha açık ifadeyle; toplumun bütün kesimlerinin, çeşitli alanlarda bir araya gelerek, organize bir şekilde teşkilatlanması ve bu teşkilatlanmanın sürekli kılınması demektir. Bu
teşkilatlanmayı
gerçekleştirmiş, 5
GENCAY Türk Milliyetçiliği fikri, Kurtuluş Savaşı’yla amacına ulaşmış, Türk Milletini esaret ve sefaletten kurtarmış, Türk Milletinin hür ve bağımsız olan bir devlet kurmasına vesile olmuştur.
başlatılan kampanyaya karşı Ankara’da anti-komünist bir toplantı düzenlemiştir. Ayasofya’nın ibadete açılması, Milli-İslami değerlerin korunması konuların gündeme getirildiği bir kurultay gerçekleştirmiştir.
Türk Ocakları’nın kapatılması sonrasında İsmet İnönü’nün emriyle başlatılan 3 Mayıs 1944 başlayan Irkçılık-Turancılık davasıyla birlikte hükümetler tarafından Türk Milliyetçiliği fikri ırkçılığa indirgenmeye ve kurucu ideoloji olmasına rağmen fikir olarak ötekileştirilmeye adeta marjinalleştirilmeye başlanmıştır. Devlet ve Türk Milliyetçileri karşı karşıya getirilmeye çalışılmıştır. Türk Milliyetçileri 1944 ve sonrası dönemde artık örgütlü bir mücadele vermenin gereğini daha iyi anlamış ve fikirlerini daha iyi anlatabilmek adına teşkilatlı mücadele vermenin Kurtuluş Savaşı’ndaki gibi bir elzem olduğu kanaatine tekrardan varmışlardır. 1965’de Milli Türk Talebe Birliği’nin başkanlığına Nevzat Köseoğlu’nun seçilmesi sağlanmış fakat bu birliğin tam olarak kontrolü ele geçirilememiştir.
“1946’da kurulan Türk Gençlik Teşkilatı, Ülkücü gençliğin yetişmesine önemli katkılar sağlayan Galip Erdem’in de kurucuları arasında bulunduğu bir teşkilat olarak kısa sürede 100’e yakın şube açmıştır.
1966’da Ülkü Ocakları, “Ülkü Ocağı” ismiyle ilk kez A.Ü. Hukuk, DTCF, Ziraat fakültelerinde kurulan teşkilatlarla hayata geçirilmiştir. Türk Milliyetçisi gençler kısa sürede organizasyonlarını daha üst bir noktaya getirip Ülkü Ocakları Birliği’nin kurulması yoluna gitmişlerdir.” (1)
Türk Kültür Ocağı, Türk Kültür Çalışmaları Derneği, Türk Gençlik Teşkilatı ve Türk Kültür Derneği’nin bir araya gelerek 1950’de oluşturdukları Milliyetçiler Federasyonu’nun aldığı ‘federasyona bağlı derneklerin tek bir dernek halinde bütünleşmesi’ kararı doğrultusunda 1951’in Mayıs ayında kurulan Türk Milliyetçiler Derneği (TMD), kısa sürede büyük atılım gerçekleştirdi. 185 Marksist tarafından Nazım Hikmet’in affı için
1945-1980 arasında çeşitli darbeler ile Türk milliyetçisi sivil örgütlenmeler sıkıyönetimin kurbanı olsalar da, sıkıyönetim sonrası yeniden yapılanmayı kolaylıkla başarmışlardır. 6
GENCAY 1980’e kadar Türk milliyetçisi sivil örgütlenmeler, o zamanın şartları gereği komünizmle mücadeleyi kendilerine hedef edinmiş ve bu mücadeleden de başarıyla çıkmışlardır. Fakat Türk milliyetçisi sivil toplum örgütlerinin ortak bir mücadele noktası olan komünizmin ortadan kalkması, bu örgütlenmelerin kendi kuruluş amaçlarını yeniden belirlemelerini gerektirmiştir.
1980 sonrası artan teknoloji ve iletişim imkânlarıyla birlikte sivil toplum örgütleri ülke içi ve ülkeler arası siyaseti yönlendirme noktasında önemli bir yere gelmiştir. Ayrıca küreselleşmeyle birlikte ülkeler arası sınırlar kalkmış, para transferi kolaylaşmış; teknolojideki ilerlemeyle birlikte bilgi akışı hızlanmış, dünyada iki noktanın birbirinden habersiz olma ihtimali ortadan kalkmıştır.
Komünizmle mücadelede başarı sağlayan Türk Milliyetçileri, kendi örgütlerinin amaçlarını değişen şartlara göre yeniden düzenleyememiş ve güçlü kurumsal yapılara sahip sivil toplum örgütleri meydana getirememiştir. 1980 öncesi milliyetçi işçileri sendikal alanda örgütlü hale getirmeyi amaçlayan MİSK (Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu) kurumsallaşamamış, kötü yönetim ve şahsi hırslara kurban edilmiştir. Aynı dönemde sendikacılık alanında faaliyet gösteren DİSK ve TÜRKİŞ ve daha sonra kurulan HAK-İŞ, bugün örgütlü faaliyetlerini halen yürütürken MİSK yok olmuştur.
Dünya kapitalistlerince desteklenen çeşitli vakıflar aracılığıyla turuncu devrimler gerçekleştirilmektedir. Kan dökmeden, (ya da çok az kan dökerek) silah kullanmadan modern savaşlar yapılmakta ve ülkeler fethedilmektedir. Örnek verecek olursak; Amerika’da, Ronald Reagan emriyle kurulan NED (National Endowment of Democracy) adlı örgüt, ülkeleri sivil toplum örgütleriyle dönüştürme amacına yönelik faaliyete geçmiş ilk örgütlerden bir tanesidir. George Soros tarafından desteklenen Açık Toplum Vakıfları ise, çok kültürlülük propagandası yaparak milletleşmiş toplumları kendi çıkarlarına uygun bir şekilde bölmeyi ve parçalamayı hedeflemektedir.
Bu alanda Türk Milliyetçilerinin halen ciddi bir eksiği ve sıkıntısı vardır. Dünyada Sivil Toplum Örgütçülüğünün Gelişimi 1980 öncesinde soğuk savaş yıllarında uygulanan çatışma ve silah aracılığıyla olan eski savaş yöntemlerinin yerini tek kutuplu bir dünyanın ortaya çıkmasıyla birlikte, sivil toplum örgütleriyle yönetilen modern mücadele ve savaş yöntemleri almıştır.
7
GENCAY 1980 sonrası Türk Milliyetçiliğinin Sivil Toplum Örgütlenmesi
televizyonculuk alanlarında geri kalmış; toplum algısında sadece tarih ve siyasetle ilgilenen bir kitle haline gelmiştir.
Türk Milliyetçiliği 1980 ihtilali sonrasında sivil toplum örgütlenmelerini eski kadar faal çalıştıramamıştır. Fikir adamları yetiştirememiş, sivil toplum örgütlerini kullanarak etkin bir kamuoyu oluşturamamıştır. Sivil toplum örgütleri kurmak, geliştirmek, etkili hale getirmek ve varlığını sürdürmek Türk milliyetçilerinin tam anlamıyla başarabildiği bir etkinlik alanı olamamıştır. Oysa toplumsal boyutu olan ve siyasal yapıya etkisi ile öne çıkan kurumların başında sivil toplum örgütleri gelmektedir.
Demokraside mücadelenin ve kamuoyu oluşturmanın bir gereği olmuş sivil toplum örgütleri Türk milliyetçileri için artık önemli bir araç olmak zorundadır. Türkiye ve Türk dünyası ilişkilerini sivil toplum örgütleriyle güçlendirmek, hem Türk dünyasındaki bütün insanların komünist rejimle zayıflatılmış fakat yok edilememiş Türk milletine aidiyet duygusunu artıracak hem de Türk dünyasının sorunlarının dünya kamuoyunda daha fazla yer almasına vesile olacaktır.
Türk milliyetçilerinin 1980 sonrası siyasi, kültürel, toplumsal sorunlar karşısında örgütlü bir konumda bulunamayışının sebeplerinin başında, geçerli ve etkili örgütsel yapılanmadan ve bunları işlevselleştirecek, etkili hale getirecek zihniyetten yoksunluğu gelmektedir. Bu zihniyetsizliğin tezahürü olarak milliyetçi sivil toplum örgütlerini kurmaya çalışan kişilere ve gruplara şüpheyle yaklaşılmış, hatta çeşitli yönetim erklerine rakip olacağı, otokontrol mekanizmasıyla yönetim erkinin aleyhine durumlar ortaya çıkaracakları düşüncesinden ötürü köstek dahi olunmuştur.
Türk Milliyetçileri Sivil Toplum Örgütleri Ne Kadar Bağımsız, Ne Kadar Organizedir? Milliyetçilerin oy verdiği siyasi partilerin sivil toplum örgütlerini alt kuruluş olarak görüp örgütlerin yönetimine, faaliyetlerine müdahil olması, yeri geldiğinde sivil toplum örgütünün üst kademesinin oluşumuna müdahale etmesi sivil toplum örgütçülüğüyle bağdaşmamaktır. Siyasi parti yetkililerinin müdahalesi sonucu örgütün yönetimi işe göre adam yerine, adama göre iş felsefesiyle oluşturulmakta, sivil toplum örgütleri bizzat Türk milliyetçisi oluşumlar tarafından pasif duruma getirilmektedir.
Sivil toplum örgütçülüğü anlayışı Türk milliyetçilerinin önceliklerden çıkmış, parti mensubiyeti ve particilik daha fazla önemsenmeye başlanmıştır. Particiliği, sivil toplum örgütçülüğüne göre daha ön plana alan Türk milliyetçileri fikir, kültür ve sanat dallarında yeterli yol kat edememiş; sinema, müzik ve 8
GENCAY Sivil toplum örgütünün üzerinde sürekli bir baskının olması insanların çalışma arzusunu yok etmektedir ve sivil toplum örgütünü adeta bir resmi memuriyete dönüştürmektedir.
kazanımları ve maaşlarda iyileştirme konularında başarılı olan bu platform milliyetçi sivil toplum örgütleri için de bir örnek teşkil edebilir. Türk Milliyetçiliğinin Sivil Toplum Örgütçülüğü Vizyonu Nasıl Olmalıdır? “Bir hareketin başarılı olması için üç tip insana ihtiyaç vardır: Eylem adamı, fikir adamı, inanç adamı. Bu üç tip insan sempatizandan başlayarak eylem adamı, fikir adamı, inanç adamı şeklinde tekâmül eder. Eylem adamlığından" "fikir adamlığına" doğru yola çıkmış insan artık kuvvetle muhtemel (doğal süreç gereği) "inanç adamı" da olacaktır”(2).
Türk milliyetçisi sivil toplum örgütleri de bir üst çatıda buluşması gerekmektedir. Böylelikle iri ve diri olup bir olmanın gücünü ortaya koyacaklardır. Bu üst çatıyı oluşturan birimler arasında hiyerarşik emir komuta zinciri oluşturmak yerine, eşitlerin bir arada karar mekanizmasına katıldığı bir yapı oluşturulmalıdır. STÖ’ler kendi içlerinde bağımsız karar alabilmeli, kendi yönetimlerini üst çatı, ya da başka bir yönetim erkinin müdahalesi olmadan belirleyebilmelidirler.
Şöyle düşünürsek, 80 öncesi sivil toplum örgütlerinde aktif bir şekilde bulunmuş; günümüzde çeşitli kitaplarla ve köşe yazılarıyla ülke gündemi hakkında fikirlerini ortaya koyan insanların kaçı bu süreçten geçmemiştir? Türk milliyetçisi sivil toplum örgütleri, sempatizan durumunda olanların ve eylem adamı mertebesinde bulunan gençlerin ihtiyaçlarına cevap verebildiği ölçüde cazibe merkezi olabilecek ve yeni insanları yapısına katabilecektir. Bu ihtiyaçlar öyle üzerinde çok kafa patlatılabilecek şeyler de değildir. Eğlenceyse eğlence, hoşça vakit geçirmeyse o, kimlik ve mensubiyetse o, sosyal faaliyetse çeşitli sosyal etkinlikler ve faaliyetler olmalıdır. Tekâmül süreci doğal akışına bırakılmalıdır.
Türk milliyetçileri birbirlerine daha sıkı kenetlenmeli; örgütlerini hep birlikte hareket ettirmeyi, mücadeleyi hep birlikte yapabilmeyi tekrardan başarmalıdırlar. Örnek verecek olursak geçmiş yıllarda var olan Emek platformu ülkemizde eğitim sendikaların bir araya gelerek oluşturduğu bir üst yapılanmaydı. Bu platform ortak miting yapmakta ve ortak bildirilere imza atmaktaydı. Açıklamalarıyla toplumda ve kamuoyunda ses getirmekteydi. Hak
Türk milliyetçisi sivil toplum örgütleri, ait olduğu milletin kültür ve manevi değerlerine sahip çıkmalıdır. Bu anlamda 9
GENCAY halk oyunlarıyla, türkülerle, şiirlerle insanları bir araya getirmelidir. İnsanların beşeri ihtiyaçları, haz duygusu karşılandıktan sonra, fikri ve ilmi ihtiyaçları da ( hizmet alanının ve görev tanımının elverdiği ölçüde) sivil toplum örgütlerimiz tarafından karşılanabilir. Aynı zamanda insanların manevi ihtiyaçları da (din ve İslam ahlakı) tatmin edilebilmelidir.
Ülkenin her köşesine sık yapılacak ziyaretlerle halkın sesini dinleyebilmek, şikâyetlerine derman olabilmek, hiç değilse Türk milliyetçisi gençlerinin sözünün birileri tarafından dinlenildiğini daha fazla hissettirmek, sivil toplum örgütlerimizin başarması gereken önemli bir noktadır. Türk milliyetçisi gençlerin kardeşlik ilişkisinin daha fazla güçlendirilmesi açısından bunun başarılması gerektir.
Sivil toplum örgütlerimizde yönetim organizasyonumuz, formel değil informel olmalıdır. Yönetimler genelin üzerinde mutabakat sağlamadığı, genel tarafından saygı gören kanaat önderlerinden oluşmadan bir yerler tarafından atanıyorsa bu formel bir yönetim belirlemesidir. Fakat genelin benimsediği ve kanaat önderlerinden oluşan bir yönetim varsa bu informel bir yönetim yapılanmasıdır. Yani yönetim kadrosu kerameti kendinden menkul insanlar yerine, kanaat önderi olmuş ya da olabilecek lider vasfı taşıyan insanlardan oluşabilmelidir.
Türk milliyetçisi sivil toplum örgütleri, Türk dünyasının meselelerine sistemli bir çözüm getirememektir. Türk milliyetçisi sivil toplum örgütlerimizin, Türk devletlerinin siyaset, ekonomi, sanat, kültür ve eğitim alanlarındaki işbirliklerinin artırılması ve bir bütün halinde daha güçlü olabilmesi için, bir ayağı Türkiye’ye basarken, diğer ayağının Türk Cumhuriyetlerinde olması sağlanmalıdır. Türkistan coğrafyasına sık yapılacak ziyaretlerle görüş alışverişleri gerçekleştirmelidir. Türk Cumhuriyetleriyle kültür, sanat, edebiyat alanlarında daha fazla işbirliği yapılması için çaba göstermelidir.
Türk Milliyetçileri doğru işler yapabilen, dezavantajları bile avantaja döndürme yeteneğine sahip, sürükleyici, entelektüel lider profilli insanlarla - bu profildeki insanlar Türk milliyetçiliği ideolojisinde diğer ideolojilere göre daha fazla bulunmakta - sivil toplum örgütçülüğünde yeni bir sayfa açmalıdır.
Balkanlarda Türkistan’da veya Batı Trakya’da Türklere karşı halen zulüm yapılmakta, Irak’ta Türkmenlere yok sayma politikası uygulanmakta, Kerkük ve Telafer Türk yurdu olmaktan çıkmaktadır. Türk milliyetçisi sivil toplum örgütleri, çeşitli yürüyüşlerle, basın açıklamalarıyla, bildirilerle, broşürlerle ve gerekirse her hafta ses getirecek etkili bir organizasyonla, Batı Trakya ve Kuzey Irak Türklerinin yaşadıkları sorunları ülke gündemine taşımalıdır.
Sivil toplum örgütlerimiz, merkeziyetçiliğinin esiri olmadan; sıkılmadık el, direkt içine bakılmadık göz, dokunulmadık yürek, fethedilmedik gönül bırakılmamalıdır.
10
GENCAY Ayrıca Türk milliyetçisi sivil toplum örgütleri ülkedeki önemli her meseleyle ilgili çözüm önerileri içeren yasa tasarıları ve kitapçıklar hazırlamalı, TBMM’deki tüm partilere bu çalışmalarını ulaştırmalı, siyasi otorite üzerinde baskı oluşturabilmeli ve siyasete yön verebilmelidir.
Son Söz Dalından kopan yaprağın akıbetini rüzgârın tayin etmesine izin vermeden, Türk milliyetçileri olarak her alanda kitlesel örgütlenmeye gitmemiz gerekmektedir. Ya birlik oluruz, ya da birlikte yok oluruz!
Türk milliyetçiliği milli dava olarak gördüğü Karabağ, Doğu Türkistan, Kıbrıs, Batı Trakya Türkleri meseleleri için sadece kamuoyu oluşturmakla kalmamalı bu sorunların çözümü için alternatifler de sunabilmelidir.
Kaynakça 1- http://www.kutluyol.org/Milliyetcili k.php?id=187 2- Kitlesel Örgütlerde Teşkilatçılık – Mustafa KIZIKLI
11
GENCAY
SORUNUN KAYNAĞI NEDİR? Recep BAYRAM Devletlerin doğrudan ilişki içerisinde olduğu birçok konu vardır. Siyaset ve ekonomi de bunların genel başlıklarıdır. Her toplumda olduğu gibi Türkiye’de de insanların % 100’ünü doğrudan ilgilendiren başlık ise ekonomidir. Çünkü açlık, doygunluk, zenginlik, fakirlik, kısacası varlık ve yokluk kavramlarına cevap, ekonominin konusudur. Bu kavramların hayatın muhasebesini tutmasındaki yerleri de insanların birer yaşam unsuru haline gelmiştir. Ekonomi, sonuçları itibari ile siyaseti ve yönetim sistemlerini geçmişte olduğu gibi günümüzde ve gelecekte de iyi veya kötü doğrudan etkileyecek bir güçtür.
tarzlarını esas alarak kurulmuş tam bağımsız millî bir devlet gerekmektedir. Bu maddede değindiğimiz tam bağımsız millî devlet ifadesi, aslında bütün yazımızın şifresidir diyebiliriz. Çünkü bağımlı insan, emir alan insandır. Hür iradesine göre hareket edemeyen, aklını da emir aldıkları uğruna bağımlı hale getiren aciz kişidir ki devletler de aynen insanlar gibi bağımlı ya da bağımsız hallerdedir. Sahibi olan milletin hür iradesi ile değil de kökü dışarıda bir takım ideoloji, kişi veya devletlerin yönlendirmeleri ile de hareket eden devletler bağımlıdır ve gelecekleri karanlıklarla doludur. -
Şimdi bir devletin yönetim sistemine göre bu ekonomik döngüyü nasıl düzenlemesi gerektiğini yukarıdan aşağıya doğru açıklayarak gidelim ve Türkiye’nin ekonomik sorunlarının hangi düzende ne durumda olduğunu görelim.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Ulu Önder Atatürk, “Egemenlik, kayıtsız, şartsız, milletindir.” Derken ve biz gençliğe böylesi bir vasiyetle ülkeyi emanet ederken az evvel zikrettiğimiz gerçeğe dayanmıştır. Türk milletinin askeri zaferlerinin ekonomik zaferlerle taçlandırılması gerektiğini hemen hemen her konuşmasında vurgulamış ve ülkemizin bağımsızlığında bunun koruyucu bir zırh gibi görev üstleneceğini bizlere işaret etmiştir.
2- Milletin iradesini hür ve güçlü bir şekilde temsil eden meclise ihtiyaç vardır.
1- Bir ve bütün şekilde, ortak tarih, ortak vatan, bayrak ve kültür milliyetçiliğini benimsemiş millet ve bunların kültür ve yaşam 12
GENCAY Meclis, siyasi partilerin genel başkanlarının dudaklarından çıkan sözleri kanun gibi harfiyen yerine getirmek yerine, toplumun isteklerini akıl, bilim, kültür ve din esaslarına göre istişare edebilen kişilerden oluşmalıdır. Milletvekili, siyasi partiler tarafından değil, doğrudan millet tarafından seçilmelidir. Vekil, her yaptığı işte kendisinin millete karşı sorumlu olduğunu hissetmeli ve bunun hem dini hem de bir insanlık vecibesi olduğunu unutmamalıdır.
duyduğu ürünleri, bu güç sayesinde istediği fiyatlarda temin etmelidir. 4- Devlet, raporlanan çalışmalara göre kurumlar oluşturmalı ve özel sektörü teşvik etmelidir. Kalkınma planları yapılmalı, teşvik edilecek sektörler belirlenmeli, özel sektörün yatırım alanlarında iyileştirmeler yapılmalı, millî sermayenin yatırım için güç oluşturamadığı alanlarda devlet öncülük etmeli daha sonra da kademeli olarak bu alanları millî sermayeye devretmeli, yabancı sermayenin oluşturacağı kapasiteyi belirlemeli, bunun millî sermayeden güçlü olmamasına ve piyasada tekelleşmelerin oluşmamasına dikkat edilmelidir. 5- Özel ya da kamu kurum ve kuruluşlarında ihtiyaç olan alanlara niteliklere uygun kişiler liyakat kavramı gözetilerek istihdam edilmelidir.
3- Ülkenin kaynakları, ihtiyaçları, üretebilirliği, rekabet gücü, imkânları ve zaman içerisinde yapabilecekleri, raporlanmış çalışmalar ile ortaya konulmalıdır.
Bu alanda esasında Millî Eğitim’e büyük sorumluluk düşmektedir. Kişileri becerilerine göre doğru eğitimlerden geçirmeli ve bunların maddi ve manevi hassasiyetlerinin çerçevesi doğru çizilmelidir. Sorumluluk ve verimlilik bilinci aşılanmalıdır. Bu saydığımız çalışmaların her alanında bulunabilecek ve bu görevlerin gereklerini en doğru şekilde yerine getirecek kişiler olmalarına ve bu işleri hak edecek bilgi ve tecrübeye sahip olmalarına dikkat edilmelidir.
Sektörel olarak avantajlı görülen alanlarda katma değerin yüksek tutulması hedeflenmeli ve ülkenin ihtiyaç duyduğu ürünlerin dışarıdan en ucuz ve yüksek kalitede temin edilebileceği yöntemler gözetilmelidir. Devlet, hâkim olduğu sektörlerde pazar payını düzenli olarak yükseltmeli ve uluslararası piyasalara yönlendirici hamleler yaparak ihtiyaç
Bu bölüm, bahsini yaptığımız konunun besleyici kaynağıdır. Çünkü millî temeli doğru zemine oturmuş kişinin ülkesinin 13
GENCAY her alanda çıkarlarını düşünmemesi mümkün değildir. Yetiştirdiği çocuktan yediği lokmaya, sahip olduğu maldan aldığı eğitime, sosyal yaşantısına kadar her alanda bu sorumluluğun ciddiyetini taşıyacaktır. Cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, memur, patron ya da işçi ne olursa olsun bu görev bilincini ömür boyu taşıyacaktır ve bunların uygulanmadığı durumlarda iyileştirmek için mücadele edecektir.
verme gibi bir endişe içerisinde değillerdir. Bu da denetim ve doğru hesaplamayı göz ardı ettirmekte, ülke çıkarlarını görmezden getirtmektedir. -
Türkiye tarım ülkesidir. Ekonomisine katma değer yaratacak en büyük pay bundadır ancak Türkiye tarımda kendi kendine yetememekte, buğday başta olmak üzere birçok üründe dışa bağımlı yaşamaktadır. Bir zamanlar kendi kendine yeten yedi ülkeden biri olduğunu safsata olarak gören zihniyetin Türkiye’yi ekonomik darboğaza sürüklemesi de hiç şaşılacak bir durum değildir. Yatırımlar, inşaat ve yol gibi geri dönüşü olmayan çalışmalara yapılmakta ve bir takım yandaşlar zenginleştirilmektedir. Madenler, akarsular ve turizm bu inşaat ve doğa felaketinin gölgesinde yaşam mücadelesi vermektedir. Hayvancılık ise Türklerin yüzyıllardır en uzman olduğu sektör olmasına rağmen yavaş yavaş tarihin tozlu raflarına doğru itilmektedir.
-
Özel sektör teşviki bahanesi ile tekel oluşturacak firmalar özelleştirilerek vatandaş, mağdur bırakılmıştır. Yabancı sermayenin yatırım gücünün ve toprak satın alımının önü gereğinden fazla açık tutularak, millî sermayenin hareket sahası daraltılmış ve ülkemizde bankacılık sektörü başta olmak üzere para hâkimiyetinin büyük bir bölümü yabancıların kontrolüne geçmiştir.
Buraya kadar saydıklarımız, bir devlette olması gereken politika ve çalışma süreçleriydi. Şimdi ise bu süreçlerin Türkiye’den yansımalarına bakalım. -
-
Türkiye, millî-üniter devlet yapısına göre Türk Milleti tarafından kurulmuştur. Türk Milleti’nin insiyatifi, Türkiye’nin kaderini ve istikametini belirler. Ancak bugün geldiğimiz manzara bu tablodan çok uzaktır. Millî devlet yapısı tartışılmakta, değiştirilmek istenmektedir. Bunun da zararlı etkileri her alanda kendini gösterecektir. Türkiye’nin en can alıcı sorunu kuşkusuz milletin iradesini tam manasıyla temsil edemeyen Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndedir. Siyasi partilerin genel başkanları kendilerine uyan kişileri aday göstermekte ve millet, siyasi simgeleri oylayarak, doğru ya da yanlış hiçbir fikrinin olmadığı şahıslara temsil hakkı vermektedir. Bu kişiler de kendilerini esas seçen kişinin parti genel başkanı olduğunu bilmelerinden millete hesap 14
GENCAY -
de ekonomik sistem benzer şekil ve ihtiyaçlara göre kurulmuş ve bu dört temel göreve bağlı kalınmayıp kişilerin ya da siyasi amaçlar uğruna zedelenmiştir.
Son olarak ise nitelikli ve o işe layık insanı doğru yere istihdam etmek yerine parti mensubu diye, akraba diye ya da seçmen diye nice kişiler hakkı olmayan pozisyonları işgal etmektedir. Millî Eğitim’den yoksun, heyecanı bitmiş, her şeyi madde veya parayla ölçer hale gelmiş bir nesil yetişmektedir.
Aslında ekonomi deyince dünyanın gidişatına da bakmak gerekir. İspanya ve Yunanistan batakta, Amerika uzay teknolojisi hariç dünya ile reel sektörde rekabet gücünü kaybetmektedir.
Genel itibari ile anlatmak istediğimiz şudur:
Görünüşü itibari ile bunlar gibi birçok konu vardır ancak genel manada biz para dahi demeden önce sistematik olarak yapmamız gereken düzenlemeleri gerçekleştirmeden ne konuşsak boş değil mi?
Devletin ekonomik anlamda dört temel görevi vardır ki bir işi önce Düzenler, sonra Gözetir, sonra Yönlendirir eğer gerekirse de Müdahale eder. Türkiye’de
15
GENCAY
16
GENCAY
ANAYASA ÇALIŞMALARI NOTLARI Metehan ÇAĞRI TARİHİMİZDE ÇALIŞMALAR
ANAYASA
ÜZERİNE
bir husus olmaması, şekli anlamda anayasa olamayacağını göstermektedir.
Sened-i İttifak
Tanzimat Fermanı
Kabakçı Mustafa İsyan’ının III. Selim’i tahttan indirmesi sonucu Alemdar Mustafa Paşa geçici de olsa otoriteyi sağlamış ve II. Mahmut’u tahta çıkartmıştır.
II. Mahmut tarafından tasarlanan bu ferman, II. Mahmut’un ölümü üzerine oğlu Abdülmecit adına Gülhane parkında, Kasım 1839’da okunmuştur. Gülhane Hattı Hümayunu (Tanzimat Fermanı) padişahın tek taraflı beyanıdır.
Otorite’nin sağlamlaştırılması adına Alemdar Mustafa Paşa, Eylül 1808’de İstanbul’da ayanlarla bir araya gelerek ‘meşveret-i amme’ adı altında toplantı yapmıştır. Bu toplantı sonucunda devlet yöneticileri ve ayanlar arasında yedi maddelik bir senet (Sened-i İttifak) imzalanmıştır.
Ferman’ın içeriğini özetleyecek olursak; mali güce göre vergi, devlet harcamalarının kanuniliği, ceza yargılamalarına karşı güvenceler, mülkiyet hakkı, eşitlik ilkesi (Din ayrımı yapılmaksızın herkes eşittir.), hukuk’un üstünlüğü (Kanunlar hem padişahı, hem ulemayı hem de devlet görevlilerini bağlar.) gibi maddeler fermanın temelini oluşturmaktadır.
Giriş, yedi şart ve bir ek’ten oluşan senedin ana felsefesi devlet işlerinin ancak görevliler tarafından yapılabileceği, sadrazam’ın devlet yönetimindeki yeri, devlete karşı ayaklanma durumunda ayanların yardım sözü ve ayanlara güvence verilmesidir.
Şu gerçek göz önünde bulundurulmalıdır ki, ilk kez bir hükümdar, kendi isteği ile yetkilerini sınırlandırmıştır. Tanzimat Fermanı, devletin temel kuruluşunu, devlet organlarının birbiriyle olan ilişkilerini göstermemektedir. Bu nedenden dolayı ferman, şekli anlamda anayasa değil ancak, maddi anlamda anayasa niteliği taşıyan bir belgedir.
Sened-i İttifak meşruti yönetimin ilk belgesidir. Sened-i İttifak’ta devlet organları arasındaki ilişkilerin ve ayanların haklarının düzenlendiği görülmektedir. Bu da Sened-i İttifak’ın maddi anlamda anayasa niteliği taşıdığını göstermektedir. Ancak, senedin kanunlardan üstün olduğunu gösteren
17
GENCAY Islahat Fermanı
Meşruti yönetimin getirisi olarak ta ilk Osmanlı Meclisi Mart 1877’de açılmıştır.
Kırım savaşı sonucunda, Rusya’nın müdahalelerine karşı korunmanın bedeli olarak, dış etkiler altında ilan edilmiştir. Tanzimat fermanının genişletilerek hazırlanmış şeklidir. Gayrimüslimlere ek haklar vermektedir.
II. Meşrutiyet Kanun-i Esasi’nin 7. Maddesinde ki fesih hakkını kullanan II. Abdülhamit, Mart 1877’de meclisi feshetmiştir. Böylelikle otuz yıl boyunca meşruti yönetim ötelenmiştir. Ancak, Jön Türklerin eylemlerinden çekinen II. Abdülhamit, Temmuz 1908’de Meclis-i Mebusan’ı tekrar toplanmaya çağırmıştır. Zor bir siyasi süreç ve 31 Mart vakası gibi olayların ardından II. Abdülhamit tahttan inmiş ve yerine Mehmet Reşat geçmiştir.
Ferman sonucunda; yabancılara Osmanlı topraklarında okul açma hakkı, mülk edinme hakkı verilmiş, patriklerin ömür boyu makamında kalması ve yeni kiliseler açılması taahhüt edilmiştir. Devlet’in parçalanması hızlandıran etkenlerden olan bu ferman Osmanlıda anayasacılık noktasında atılan adımlardan biri olmuştur.
Meclis’in yeniden açılması ile yeni bir anayasa yapmak yerine 1876 Anayasası (Kanun-i Esasi) üzerinde 21 maddelik bir anayasa değişikliği yapılmıştır. Böylelikle Kanun-i Esasi’nin gerekli yerleri revize edilerek güne uygun şekle getirilmiştir.
I. Meşrutiyet Devlet’in geleceğini, meşruti bir yönetimde gören Genç Osmanlılar, anayasayı yürürlüğe koyma vaadinde bulunan II. Abdülhamit’in tahta çıkmasını sağlamışlardır.
Milli Mücadele Dönemi ve Cumhuriyet Mondros Antlaşması’nın imzalanması ve İstanbul’un işgal edilmesiyle devam eden süreç sonucunda Anadolu’nun çeşitli illerinde kongreler düzenleyen Mustafa Kemal, Ankara’da yeni bir Meclis’in açılması için harekete geçmiştir.
Bu noktada ilk iş olarak ‘Cemiyet-i Mahsusa’ adı altında bir komisyon kurulmuştur. Bu komisyon Belçika, Fransa ve Prusya anayasalarından faydalanarak bir taslak hazırlamıştır. Meclis-i Vükela’nın (Bakanlar Kurulu) onayından geçen metin, Aralık 1876’da Padişah tarafından kabul edilmiştir. İlk Türk Anayasası olan Kanun-i Esasi’nin kabulü ile mutlakî yönetimden meşruti yönetime geçilmiştir. Kanun-i Esasi hem şeklî yönden hem de maddî yönden anayasa niteliği taşımaktadır.
BMM Nisan 1920’de yeni seçilen vekiller ve eski Meclis’i Mebusan üyelerinin katılımı ile açılmıştır. Savaş halinde olunmasından dolayı, detaylı bir anayasa hazırlamak yerine, temel maddelerden oluşan 24 maddelik Teşkilat-ı Esasi “Yeni” Anayasa olarak kabul edilmiştir. Milli egemenliği temel alan yeni anayasa, yasama yürütmenin Meclis’te olduğunu, 18
GENCAY Meclis’in bakanları belirtmiştir.
değiştirebileceği
Egemenlik noktasında açık bir madde yoktur. Ancak egemenliğin millete ait olduğunu gösteren bir madde olmaması, saltanatın anayasada belirtilmesi, egemenliğin Padişaha ait olduğunu göstermektedir.
Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması ile Osmanlı Devleti son bulmuş ve yeni devlet rejimini ilan etmiştir. Ekim 1923’te Teşkilat-ı Esasi’de yapılan değişiklikler ile Ankara’nın başkent olduğu, Cumhuriyet rejimine geçildiği ilan edilmiştir. Ancak mevcut Anayasa Devlet’in ihtiyaçlarını karşılayacak kadar ayrıntılı değildir. Bu nedenle kapsamlı bir anayasa yapma çalışmalarına başlanmıştır. Yeni bir devlet, yeni bir rejim ile yeni bir anayasa Teşkilat-ı Esasi, 1924’te yürürlüğe girmiştir.
Kanun-i Esasiye göre, Osmanlı Devleti’nde herkes dini ve mezhebi ne olursa olsun ‘Osmanlı’ sayılmıştır. Her hangi bir etnik unsurun kimlikte yer alması söz konusu olmamıştır. Vatandaşlık ta ‘tek’ olmak esas alınmıştır. Devlet dairelerinde memur olmanın şartı Türkçe bilmeye bağlanmıştır.
İlk olarak 1876 Kanun-i Esasi ile Anayasa yapan Türkler, yeni devlet ve yeni rejim ile 1924’te Teşkilat-ı Esasi’yi kabul etmiş ve bu süreç 1961 ve 1982 anayasaları ile devam etmiştir.
Bu maddelerin haricinde de, mülkiyet hakkı, kişi güvenliği ve hürriyeti, ibadet hürriyeti, basın hürriyeti, Öğretim hürriyeti ve haberleşme gizliliği gibi temel haklar anayasa ile güvence altına alınmıştır. Yasama, yürütme ve yargı noktasında da düzenlemeler yapılmıştır.
ANAYASALARIMIZIN ‘TEMEL’ EKSENİNDE İNCELENMESİ
Teşkilat-ı Esasiye (1921-1924) Kanun-i Esasi (1876) İstanbul’un işgal altında olması sonucu yeni bir meclis Ankara’da kurulmuş ve savaş şartlarının da etkisi ile kapsamlı yeni bir anayasa yapılamamış ve onun yerine 1921’de, temel esaslardan oluşan 24 maddelik Teşkilat-ı Esasi kabul edilmiştir. Savaşın bitmesi ve yeni devlet ile birlikte yeni rejimin ilan edilmesi sonucu yeni kapsamlı bir anayasa yapılmış ve 1924’te Teşkilat-ı Esas-i kabul edilmiştir.
İlk anayasamız olan Kanun-i Esasi 119 madde ve 12 fasıldan oluşmaktadır. Anayasanın genel hükümlerine baktığımızda Osmanlı’nın monarşik bir devlet olduğu görülür. 3. Madde de saltanatın Osmanlı soyuna ve en büyük evlada ait olduğunun yazılması bunun göstergesidir. Kanun-i Esasi’ye göre devlet’in resmi dili Türkçe’dir. Başkent’i İstanbul’dur
“Yeni” Anayasaya göre Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir. Türkiye devleti, Cumhuriyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve
19
GENCAY Devrimcidir. Resmi Başkenti Ankara’dır.
dili
Türkçedir.
Teşkilat-ı Esasi de olduğu gibi, vatandaşlık tanımı yapılmış ve “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” denilmiştir.
Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir ilkesi benimsenmiştir.
1961 Anayasası her ne kadar Devlet’in temel felsefesinden taviz vermese de özgürlükler noktasında birçok kez eleştirilmiştir. Batılı toplumların özgürlüklerin kötüye kullanılmaması noktasında gerekli sınırlandırmaları benimsemiş olmalarına rağmen bu durum 1961 anayasasında eksik kalmıştır. 11.madde bunun açık örneklerindendir. Madde de; “Temel hak ve hürriyetler, Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak ancak kanunla sınırlanabilir. Kanun, kamu yararı, genel ahlak, kamu düzeni, sosyal adalet ve milli güvenlik gibi sebeplerle de olsa bir hakkın ve hürriyet’in özüne dokunulamaz .” denilmiştir. Birçok eleştiriye maruz kalan bu madde 1971 yılında yapılan değişiklik ile yeniden düzenlenmiştir.
Vatandaşlığın tanımı yapılmış ve “Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese ‘Türk’ denir.” denilmiştir. 1961 Anayasası “Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti…” sözleri ile başlayan dibaceye sahiptir 1961 Anayasası. Gerçekleşen ihtilal sonucunda yeni bir meclis kurulması ile yeni bir anayasa yapılması ihtiyacı doğmuş ve kurucu meclis tarafından yeni anayasa hazırlanıp kabul edilmiştir. 1961 Anayasası her ne kadar “yeni” bir anayasa olsa da 1923’te kurulan Cumhuriyetin temel özelliklerini devre dışı bırakacak nitelikte bir anayasa olmamıştır.
1982 Anayasası Uygulamaya konulduğu 1982 yılından bu yana şuan hala yürürlükte olan anayasa üzerinde toplam 17 kez değişiklik yapılmıştır. Geçici maddelerle birlikte toplam 194 maddeden oluşan anayasanın bugüne kadar 105 maddesi değiştirilmiş 4 maddesi de yürürlükten kaldırılmıştır. Böylece birim madde bazında %56’sı genel ağarlık kapsamında ise 3’te 2’si değiştirilmiştir.
İlk maddesinde Devlet’in bir cumhuriyet olduğu belirtilmiş ve 2. Maddede milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu vurgulanmıştır. Yine aynı şekilde Devlet’in ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olduğu, resmi dilinin Türkçe olduğu, Başkent’in Ankara olduğu, egemenliğin Türk Milletine ait olduğu yeni anayasada belirtilmiştir.
Dibacesine baktığımızda; “Türk vatanı ve Türk Milletinin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu anayasa, Türkiye 20
GENCAY Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılâp ve ilkelleri doğrultusunda…” sözleri ile başlamakta ve “Türk Milleti tarafından, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.” sözleri ile bitmektedir. Dibacesine baktığımızda kurucu cumhuriyet fikrine sadakat içinde olduğu anlaşılan anayasanın temel hükümleri de yine aynı şekilde kurucu felsefeye aykırı değildir.
yenilenmiş gelmiştir.
çağa
GÜNÜMÜZDE ÇALIŞMALARI
ayak
“YENİ”
uydurur
hale
ANAYASA
Vatandaşlığın tanımı da yine aynı şekilde 1924 anayasasındaki gibidir. Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk sayılmıştır.
Mevcut anayasamızda yapılan 17. değişikliğin gündeme geldiği zamandan bu yana 1982 anayasasının tamamen kaldırılıp yeni bir anayasa yapılması da gündemdedir. Bu noktada 1982 anayasasına birçok itiraz sıralanmıştır. Bunların başında öncelikle 1982 anayasasının darbe anayasası olduğu söylenmiş ve sivil bir anayasa istendiği dile getirilmiştir. Aynı çevrelerin bir başka söyleminde ise anayasanın yamalı bohçaya döndüğü ahengini kaybettiği belirtilmiştir. Aslında bu iki söylem bile birbirini çürütmektedir. 1982 anayasasının madde bakımından %56’sının ağırlık bakımından da 3’te 2’sinin değiştiğini ve toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak ve çağa ayak uyduracak şekilde yenilendiğini düşünürsek “1982 Anayasası” için darbe anayasası söylemi yanlıştır. Öyle ki hala darbeci zihniyete hizmet eden maddeler varsa kaldırılarak ya da yenilenerek bu sakıncalar giderilebilir. Ayrıca anayasalar üzerinde toplumun ihtiyaçlarına göre değişiklikler yapmak anayasanın ahengini bozmaz. Gelişmiş ülkelerde anayasalar, kurucu irade ve devletin kuruluş esasları muhafaza edilerek geliştirilmektedir. Mesela ABD, 250 yıldır bunu yapmaktadır. “Yeni” bir anayasa yerine sürekli anayasasını geliştirmektedir.
1982 Anayasasında 17 defa değişiklik yapılması göstermektedir ki, yasalar günün şartlarına göre ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde
O zaman 1982 Anayasası’nda sıkıntılar varsa ve bu anayasada aksayan ya da topluma cevap veremeyen maddeler varsa neden kapsamlı bir reform yapmak yerine
İlk maddesi devletin bir cumhuriyet olduğunu ifade etmekte ve ikinci maddede ise Türkiye Cumhuriyeti’nin toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğunu söylemektedir. Üçüncü madde, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü, dilinin Türkçe olduğunu, bayrağının beyaz ay yıldızlı al bayrak olduğunu, milli marşının “İstiklal Marşı” olduğunu ve başkentinin Ankara olduğunu belirtmektedir. Ayrıca bu maddelerin değişmezliği 4. Madde ile koruma altına alınmaktadır.
21
GENCAY “yeni”, “sıfırdan” bir anayasa yapmakta diretilmektedir? Bunun için anayasayı değiştirmek isteyen iktidar yetkililerinin söylemlerine bakmak gerekmektedir.
ifade edemiyormuş gibi) ve üst kimlik olarak ’Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım’ diyecek. İşte bu sorunu çözer.” Neşe Düzel soruyor: “Vatandaşlıkta Türklük tanımı kalkacak öyle mi?” Bahçekapılı cevap veriyor: “Tabii. Yoksa demokratikleşmeyi yapamazsınız.
Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın düşünce dünyasına inmek için ilk olarak 1993 yılında yaptığı tartışmalara bakalım;
AKP milletvekili, E. Büyükelçi Yaşar Yakış ise: “Anayasada ırka (kastettiği Türk ) dayalı tanımlar zaman dışı kaldı.” Yani dünya anayasalarından Yakış’a göre millet isimleri çıkmış. Oysa Fransız Anayasasında Fransız halkı 5 defa geçiyor. Alman Anayasasında Alman halkı 45 defa geçiyor. Üstelik Alman Anayasası işgal altında yazılmış bir anayasa. İspanyol Anayasasında 20 defa İspanyol kavramı geçiyor. Ermeni Anayasasında 6 defa Ermeni deniliyor. Aslında Yaşar Yakış doğru söylemiyor. Dünyanın bütün Anayasalarında, anayasanın ve devletin sahibi olan millete atıf var.
RTE: Şu anda Türkiye Cumhuriyeti’nde 27 etnik grup yaşamakta. Bu 27 etnik grubun da varlıklarının tanınması gerekmektedir. ‘Türkiye Türklerindir’ gibi tezler yanlıştır. Türkiye, Türkiye’de yaşayan herkesindir. Soru: Örneğin Kürtler biz ayrı yaşamak istiyoruz diyebilirler. RTE: Bu durumda belki Osmanlı Eyaletler Sistemi benzeri bir şey yapılabilir.
Bunlarla birlikte, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın değiştirilemez maddelerin değiştirilebilmesinde mahsur görmediği mealine gelen açıklamaları göz önüne alındığında aslında görülmektedir ki, yapılan çalışmalar Anayasadaki kurucu irade ve Devletin kurucu esasları üzerinde değişiklik yapmayı esas almaktadır. Türk Milleti anayasada yok sayılarak olmayan bir Türkiye Milleti yaratılmak istenmektedir. Dünya anayasalarına baktığımızda böyle bir uygulama görülmezken bu tür durumların başka ülkelerde olmadığı yalanı ile halk kandırılmak istenmektedir. Türk Milleti’nin tapusu olan anayasadan Türk Milletini çıkartmak tapuyu sahipsiz
Başka bir örnek verecek olursak; “Gazete yazmış ’Türkiye Türklerindir’ diye, ahlaksız bu hayâsız. Türkiye’de sadece Türkler yaşamıyor. Türkiye’de Kürt’ü de var. Laz’ı ve Çerkez’i de var. Türkiye’de yaşayan herkes Türk’tür diyor. Olmaz öyle şey.” (2. Cumhuriyet Üzerine Tartışmalar, Milliyet gazetesi yayınları.) AKP’nin diğer yetkililerine baktığımızda AKP Grup Başkan Vekili Ayşenur Bahçekapılı, Neşe Düzel’e verdiği demeçte şöyle diyor: “Ayrıca vatandaşlık tanımı da değiştirilecek. Herkes kendi etnik kökenini ifade edebilecek (sanki 22
GENCAY bırakmak ve bu topraklar üzerindeki hukuki varlığımızı yok saymaktır.
Bu kadar çok şer odağı bir araya gelmişken ve Milli-Üniter Devlet hedef alınmışken, Milli-Üniter devletin ve anayasanın ilk üç maddesi’nin teminatı olan, Türk Milleti’nin bekasını savunanları temsil eden MHP’nin Anayasa Komisyonunda yer alması düşündürücüdür. Temenni edilir ki, Türk Devletinin ve Milleti’nin bekasından yana olanlar bu oyunu bozarlar.
Ne yazık ki art niyetli bu çalışmaların tek tarafı iktidar partisi değil, “yeni” sıfatını sürekli vurgulayan ana muhalefet partisi CHP’dir de. Kemal Kılıçdaroğlu’nun Türk Milleti yerine Türkiyelilik üzerinde durması düşündürücü olduğu gibi, Habur sınır kapısında şenliklerle karşılanan teröristlerin avukatlığını yapan Sezgin Tanrıkulu’nun “yeni” CHP’nin Genel Başkan Yardımcılarından olması, CHP’nin anayasa komisyonunda nasıl bir tavır izleyeceğinin de tahminlerini zorlaştırmamaktadır.
Son söz olarak; Meclis eğer gerçekten bu halkın yararına bir girişimde bulunmak istiyorsa yeni bir anayasa yerine, yürürlükte olan anayasa üzerinde meclisteki partilerle birlikte reform yapmalıdır. Eğer reform yerine yeni anayasada hala diretiliyorsa bilinmelidir ki bu çalışmalar art niyetlidir ve devletin kurucu felsefesini hedef almıştır.
Birçok dış destekli sivil toplum kuruluşunun da bu yönde açıklamalar beyan etmesi, Anayasadan Türk Milleti’nin çıkartılmasını, yerine Türkiyelilik kavramının getirilmesini istemesi ve bu kuruluşların “yeni” anayasa çalışması yapanlar tarafından itibar görmesi bu çalışmaların nasıl bir art niyet ile ilerlediğinin de ayrı bir göstergesidir.
Not: Bu yazı, 1. SözKonusu.Net Çalıştayında “Türk Milliyetçisi Gençlerin Anayasa Çalışmalarına Bakış Açısı Ne Olmalı” başlıklı oturumda şahsım tarafından sunulmuştur.
23
GENCAY
DEMİR AĞLARIMIZ Ahmet Kürşat SOMUNCUOĞLU Türk-İslam ülküsüne "Hükümetimizin tespit ettiği projeler dâhilinde belirli zamanlar zarfında vatanın bütün bölgeleri çelik raylarla birbirine bağlanacaktır. Demiryolları memleketin tüfekten, toptan daha mühim bir emniyet silâhıdır. Demiryollarını kullanacak olan Türk milleti, kaynağındaki ilk sanatkârlığının, demirciliğin eserini tekrar göstermiş olmakla iftihar edecektir. Demiryolları Türk milletinin refah ve medeniyet yollarıdır."
millileştirilmiş daha sonra da geliştirilerek yaygınlaştırılmıştır. Ancak 1947 Marshall yardımlarının getirdiği Amerikan özentisi bizi karayolu hastalığına tutundurmuş ve 1950 Menderes iktidarının getirmiş olduğu makineleşmeyle demiryolu serüveni eski karanlık çağlarına yöneltilmiştir. Bugünlerde ise hızlı tren projeleri ile yeni bir döneme giren demiryolu serüvenimizin doğru politikalarla yönetildiği yine şaibelidir. Çünkü ülkemizde kendi trenimiz üretilebilirken, hükümetimiz trenleri yurt dışından ve akıllara zarar denebilecek rakamlara satın almaktadır. Bu da bizim için en büyük endişelerdendir
Mustafa Kemal Atatürk 13. 02. 1931, Malatya’da Bir Konuşma. Refah ve medeniyet göstergelerinden biri olan demiryollarımızın bugünkü milli sınırlarımız içinde bulunan kısmı 23 Eylül 1856 yılında 130 km’lik İzmir-Aydın Demiryolu hattının imtiyazının verilmesiyle başlar.
Cumhuriyet Öncesi Dönem
Demiryollarımızı incelerken Osmanlı'nın son döneminde yabancı şirketlerin kendi ekonomik çıkarlarına ve geldikleri ülkelerin de siyasi çıkarlarına göre oluşturulduğunu görmekteyiz. Milletimiz için demiryollarında altın çağ diyebileceğimiz dönem kuşkusuz Cumhuriyetimizin ilk yıllarından Demokrat Parti iktidarına kadar olan dönemdir. Bu dönemde yabancı şirketlerin kontrolünde olan demiryollarımız, önce
Bu dönemimiz İngiliz şirketlerin ilk vurduğu kazmalarla şekillenmeye başlar. Aydın-İzmir arasına yapılan bu hat tabi ki yapımını verdiğimiz İngilizlerin iktisadi ve siyasi çıkarlarına uygun bir şekilde gerçekleşmiştir. Aydın-İzmir arasının seçilmesi de tesadüf değildir. Bu yörenin diğer yörelere göre nüfus bakımından daha kalabalık olması yaşayan etnik unsurlar bakımından İngiliz pazarına daha 24
GENCAY elverişli olması ve İngiliz sanayisinin ihtiyaç duyduğu hammaddelere de kolay ulaşım sağlayabileceği bir yöredir. Bu hat üzerinden iç kesimlerden getirilen hammaddeler liman şehri olan İzmir’e daha kolay ulaşabilecek ve buradan güneş batmayan imparatorluğa sevk edilebilecektir.
garip ve şüphe davet edicidir. Her ne kadar büyük devletler itiraf etmek istemiyorlarsa da bu demiryollarının ehemmiyeti yalnızca iktisadi değil, aynı zamanda siyasidir.”
Diğer imtiyaz verilen Fransız ve Alman şirketlerinin de ayrı ayrı etki alanları oluşmuştur. Fransa; Kuzey Yunanistan, Batı ve Güney Anadolu ile Suriye'de, İngiltere; Romanya, Batı Anadolu, Irak ve Basra Körfezinde, Almanya; Trakya, İç Anadolu ve Mezopotamya'da etki alanları oluşturdu. Batılı sermayedarlar, sanayi devriminin de etkisiyle önemi artan demiryolunu ihtiyaç duydukları hammaddeleri, tarım ürünlerini en hızlı biçimde limanlara, oradan da kendi ülkelerine ulaştırmak için inşa ettiler. Bunları yaparken de km başına kâr güvencesi, demiryolunun 20 km çevresindeki maden ocaklarının işletilmesi vb. imtiyazlar alarak demiryollarının inşaatını yaygınlaştırdılar. Görüldüğü üzere kendi topraklarımızda yapılanlar bizim menfaatlerimiz lehinde değil bilakis ilerde bizlere ciddi sıkıntılara neden olacak batılı sömürge imparatorluklarının iktisadi ve siyasi çıkarları yönünde gerçekleşmiştir. Ulu Hakan Abdülhamit Han’ın hatıralarından aldığımız şu sözler mevcut durum hakkında fikir sahibi olmamız için bizlere yardımcı olacaktır. “İmparatorluğumuz dâhilindeki demiryollarının inşaatı mevzuunda büyük devletlerarasındaki rekabet çok 25
Rumeli
2383 km
Anadolu - Bağdat
2424 km
İzmir -Kasaba ve uzantısı
695 km
İzmir -Aydın ve şubeleri
610 km
Sam-Hama ve uzantısı
498 km
Yafa-Kudüs
86 km
Bursa-Mudanya
42 km
Ankara-Yahşihan
80 km
Toplam
8.619 km
GENCAY Abdülhamit Han tarafından yaptırılan ve İslam Dünyası’nı demir ağlarla birbirine bağlayan bölge ülkeleri için çok fazla öneme sahip olan Hicaz Demiryolu’ndan birkaç fotoğraf…
demiryollarımız da yabancı şirketlerin ellerindeydi ve bu da taşımacılığın çok pahalı bir hal almasına neden oluyordu. Bunun yanında savaştan yeni çıkan bir devlet vardı ve ulaştırma da dâhil birçok alanda yapılanmaya gitmesi gerekiyor ve yeni politikalara ihtiyaç duyuyordu. Bunun için İzmir İktisat Kongresi düzenlendi ve burada ulaştırma sorunu çok geniş bir şekilde değerlendirildi. Eldeki imkânlarla bu sorunun çözüme kavuşturulması yönünde ilk adımlar atıldı. Mustafa Kemal konuşmasında:
Kongre’yi
açış
“Memleketimizi, bundan başka şimendiferler ile üzerinde otomobiller çalışır şoseler ile şebeke haline getirmek mecburiyetindeyiz. Çünkü garbın ve cihanın vesaiti bunlar oldukça, şimendiferler oldukça, bunlara karşı merkepler ile kağnı ile tabii yollar üzerinde müsabakaya çıkmanın imkânı yoktur.” diyerek ulaşım ve ulaşım araçlarının önemine değinmiş ulaştırma alt yapısının geliştirilmesi gerektiğini belirtmiştir. Ve böylece demiryolu yapımı hız kazanmıştır.
Demiryollarında Altın Çağ: Atatürk Dönemi Cumhuriyet kurulduktan sonra ülkemizdeki ulaştırma imkânları ihtiyaçları karşılamaktan çok uzak ve oldukça kötü durumdaydı. Mevcut
Yabancı şirketlere verilen imtiyazla, onların denetiminde ve ülke dışı ekonomilere, siyasi çıkarlara hizmet eder 26
GENCAY türde gerçekleştirilen demiryollarımız ise cumhuriyet dönemimiz ile beraber milli çıkarlar doğrultusunda yapılmış ve demiryollarımız millileştirilmiştir.
Ankara-Sivas arasını on günden bir güne indiren işte bu demirlerdir. Kurak tarlalarla, kıraç ovalara bolluk ve zenginlik getiren işte bu demirlerdir. Bu demir değil, altın yoludur. Yol yerin damarıdır. Nabzı çarpmayan toprak kangren olmuş demektir. Toprağın yaşayabilmesi için vücudumuzu saran kan damarları gibi onun vücudunu da yol damarları sarmalıdır. Toprağın nabzı, insanin ki gibi bir dakika durmadan işlemelidir. Bir ekini yetişene kadar su, yetiştikten sonra yol besler."
1932 ve 1936 yıllarında hazırlanan 1. ve 2. Beş Yıllık Sanayileşme Planlarında, demirçelik, kömür ve makine gibi temel sanayilere öncelik verilmiş olması da demiryollarımızın geliştirilmesini gerekli kılmıştır. Bu tür kitlesel yüklerin en ucuz biçimde taşınabilmesi açısından demiryolu yatırımlarına ağırlık verilmiştir. Bu nedenle, demiryolu hatları milli kaynaklara yönlendirilmiş, sanayinin yurt sathına yayılma sürecinde yer seçiminin belirlenmesinde yönlendirici olmuştur. Atatürk’ün aynı tarihlerde verdiği bir demeç:
gazetelere
"Memleketin bütün merkezleri yekdiğerine az zamanla şimendiferle bağlanacaktır. Mühim maden hazineleri açılacaktır. Memleketimizin baştan nihayete kadar harap manzarasını mamureye tahvil etmekten ibaret olan gayenin temel taşları her yerde gözleri tesrir edecektir." TCDD kaynaklarından edindiğimiz bilgilere göre; “milli ekonomi oluşturma ve genç Cumhuriyeti kurma politikalarının; ulaşım politikasına ne şekilde yansıdığını ve aşağıdaki hedefleri gerçekleştirmeyi amaçladığını görmekteyiz:
Demiryolunun önemini, kazandırdıklarını Hariciye Şefi Op. Doktor M. Necdet Bey, 30 Ağustos 1930'da demiryolunun Sivas'a ulaşması nedeniyle yapılan törendeki konuşmasında çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor:
-Potansiyel üretim merkezlerine, doğal kaynaklara ulaşması amaçlanmıştır. Örneğin; Ergani'ye ulaşan demiryolu bakır, Ereğli kömür havzasına ulaşan demir, Adana ve Çetinkaya hatları pamuk ve demir hatları olarak adlandırılmaktadır.
"Gözümüz aydın. İşte tren geldi. Demiryolu Cumhuriyetin çelik koludur. Artık Sivas hiçbir yere uzak değildir. Şimdi Ankara bize bir günlük yoldur. Bu demirleri toprağın pasını silmek için bu yerlere döşedik. Sarı başaklı ekinleri altına çevirmek için ucuca ekledik. 27
GENCAY -Üretim ve tüketim merkezleri ile özellikle limanlar ile ard bölgeler arası ilişkileri kurması amaçlanmıştır. Kalın-Samsun, Irmak ve Zonguldak hatları ile demiryolu ulaşan limanlar 6'dan 8'e yükseltilmiştir. Samsun ve Zonguldak hatları ile İç ve Doğu Anadolu'nun deniz bağlantısı pekiştirilmiştir.
devletleştirilmiş, bir kısmı da anlaşmalarla devralınmıştır. İkinci aşamada ise, mevcut demiryolu hatlarının büyük bölümü ülkenin Batı bölgesinde yoğunlaştığından, Orta ve Doğu bölgelerinin merkez ve sahil ile bağlantısını sağlamak amaçlanmıştır. Bu amaç doğrultusunda, demiryolu hatlarının üretim merkezlerine direkt olarak ulaşarak ana hatların elde edilmesi temin edilmiştir. Bu dönemde yapılan ana hatlar: AnkaraKayseri-Sivas, Sivas-Erzurum (Kafkas hattı), Samsun-Kalın (Sivas), Irmak-Filyos (Zonguldak kömür hattı), Adana-FevzipaşaDiyarbakır (Bakır hattı), Sivas-Çetinkaya (Demir hattı)'dır. Cumhuriyet öncesinde demiryollarının % 70'i Ankara- Konya doğrultusunun batısında kalırken, Cumhuriyet devrinde yolların % 78.6'sı doğuda döşenmiş ve günümüz itibari ile batı ve doğuda % 46 ve % 54 gibi oransal dağılım elde edilmiştir.
-Ekonomik gelişmenin ülke düzeyinde yayılmasını sağlamak amacı ile özellikle az gelişmiş bölgelere ulaşması amaçlanmıştır. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte politik merkez Batı'dan Orta Anadolu'ya kayarken, ulaşılabilirlik de Batı'dan Orta Anadolu'ya, Doğu ve Güney Doğu Anadolu'ya yaygınlaştırılmıştır. Bu politikaya göre; 1927'de Kayseri, 1930'da Sivas, 1931'de Malatya, 1933'de Niğde, 1934 Elazığ, 1935 Diyarbakır, 1939'da Erzurum demiryolu ağına bağlanmıştır. -Milli güvenlik ve bütünlüğün sağlanması amacına dönük olarak ülkeyi sarması hedeflenmiştir.
Ayrıca, ana hatları birbirine bağlayan ve demiryolunun ülke düzeyine yayılmasında önemli payı olan iltisak hatlarının yapımına ağırlık verilmiştir. İltisak hatların yapımı milli güvenlik açısından da son derece önem taşıyordu. Örneğin; Afyon-Karakuyu iltisak hattının açılış töreninde konuşan Atatürk; "Bu hattın olmamasından memleket müdafaası çok sıkıntı çekti. Bu kadar kısa bir hattın memleket müdafaası bakımından göreceği işi 100.000 öküze yaptırmak ya mümkün veya değildir. İmparatorluk devrinde iltisak hatlarına çok az ehemmiyet verilmiştir. Bunu onun mali iktidarsızlığından ziyade zihniyetinin idraki haricinde olduğunda aramak lazımdır." sözleriyle bu önemi vurgulamıştır.
Bu hedefleri gerçekleştirmek üzere, demiryolu ulaşım politikası iki aşamalı olarak ele alınmıştır.
İlk aşamada büyük parasal güçlüklere karşın, yabancı şirketlerin elindeki demiryolu hatları satın alınarak 28
GENCAY muvasala imkânları çok çetin bir yurtta 2.700 kilometre yepyeni çelik çubuklar uzatması, dağları yararak ıssız, habide yurt köşelerini tiz lokomotif düdükleriyle çınlatması, yurdun hemen her köşesinde bir iş ve hayat kaynağı yarattıktan başka milli ülkü, milli vahdet abidelerini şirketlerden satın alınan 3.300 kilometrelik bir çelik ağla tahkim etmeğe muvaffak olması, tarihimizin yazacağı eşine tesadüf edilmeyen en yüksek bir mevzudur."
1935-45 yılları arasında iltisak hatlarının sağlanmasına çalışılmıştır. Cumhuriyetin başlangıcındaki ağ tipi demiryolları, 1935'de Manisa-Balıkesir-Kütahya-Afyon ve Eskişehir-Ankara-Kayseri-KardeşgediğiAfyon olmak üzere iki adet döngüye sahip olmuştur. İzmir-Denizli-Karakuyu-AfyonManisa ve Kayseri-Kardeşgediği-AdanaNarlı-Malatya-Çetinkaya döngüleri elde edilmiştir. Döngüler iltisak hatları ile sağlanmıştır. Bu iltisak hatların yapımında ayrıca fiziki ve ekonomik uzaklığın azaltılması da amaçlanmıştır. Örneğin; Çetinkaya-Malatya iltisak hattı ile AnkaraDiyarbakır arasındaki uzaklığın 1324 km'den 1116 km'ye indirilerek 208 km'lik bir azalma sağlanmıştır. Bu bağlantılar ile 19. Yüzyılda yarı koloni ekonominin oluşturduğu "ağaç" biçimindeki demiryolları artık milli ekonominin gereksindiği "döngü yapan ağ" şekline dönüşmüştür. Karayolu sistemi ise bu demiryollarını besleyecek tasarlanmıştır.” "Demiryollar" Dergisinin tarihli sayısından satırlar:
21.09.1924 Özel Teşebbüsle Yapılan Samsun-Çarşamba Demiryolunun Temel Atma Töreni.
dönemde şekilde
Şubat
"Demiryolu yapmakta ilk milli teşebbüsün tatbikatına başlandığını bizzat görmek fırsatı, benim için cidden mesut bir tesadüftür. Memleketimizin asırlardan beri yolsuz bırakıldığı ve bir demiryoluna olan ihtiyacın şiddeti düşünülürse, bu hususta girişimci olanları ne kadar takdir etmek ve
1937
"Bitmez tükenmez, ardı sonu gelmez düğüşlerden yorgun ve parasız çıkan bir milletin on beş sene içinde sarp, dağınık 29
GENCAY onlara ne derece yardımcı olmak lâzım geleceği pek güzel anlaşılır."
Turgut Özal’ın "Demiryolu komünist işidir" sözünden de ne kadar yanlış bir düşünce yapısı ile ulaşım politikamızın belirlendiği görülmektedir.
01.11.1937 TBMM 5.Dönem 3. Toplanma Yılını açarken:
Günümüzde demiryolu yapımı tekrar önemini kazanmış ve yüksek hızlı tren projeleriyle ulaşım imkânları modernize edilmeye başlanmıştır. Lakin yapılan projeler ve modernizasyon Avrupa’nın oldukça gerisindedir. Örneğin 571 km hızla giden bir Fransız TGV veya 594 km hızla gidebilen bir Japon hızlı treninin oldukça gerisindedir. Bunun yanı sıra modern, ihtiyaçları karşılayabilecek istasyonlarımız yoktur.
"Demiryolları bir ülkeyi medeniyet ve refah ışıklarıyla aydınlatan kutsal bir meşaledir. Cumhuriyetin ilk senelerinden beri, dikkatle, ısrarla üzerinde durduğumuz demiryolları inşaatı siyaseti, hedeflerine ulaşmak için durmadan başarı ile tatbik olunmaktadır.” 1950’lerden Sonrası ve Günümüz 1950’lerden sonra demiryolları politikamızda büyük bir sapma olduğunu görüyoruz. Bunun sonucu olarak, kalkınma iddiasındaki bir ülke için vazgeçilmez olan demiryolu ulaşımı tamamen bir kenara itilmiş, demiryolları politikamız zayıflamış ve giderek bu konuya verilen önem azalmıştır. Karayolu yapımına ağırlık verilmiştir. Unutulmamalıdır ki karayolu yapmak petrole bağımlı kalmaktır. Tabi ki karayolları da yapılacaktır fakat bunun yapılacak olması demiryolları yapımının aksamasına, önemini yitirmesine neden olmamalıdır.
Japonya ve batı ülkeleri gibi yurdun dört bir yanını demir ağlarla örmeliyiz. Bütün şehirlerimizi birbirine bağlamalıyız. Ulaşımın en ucuz ve en güvenli olduğu bu hatları yaparak ülke ekonomisini 30
GENCAY geliştirmeli refah ve medeniyet yollarımızı inşa etmeliyiz. Şehir içerisinde raylı sistemlerimizi geliştirmeli şehir içi ulaşımı düzenli ve kolay bir hale getirmeliyiz.
olabilirdik ama geçmişe hayıflanmayı bırakıp ondan ders çıkarmayı bilip önümüze bakmalıyız ve daha güzel bir gelecek inşa etmeliyiz. 2023’e de değerlerimizden kopmadan Türk milletine yakışır bir şekilde dünyaya örnek olacak devasa projelerle hazırlanmalıyız. Bu kapsamda demiryollarımızın 2023 politikaları yurdun dört bir yanını saracak demir ağlar, şehir içi hızlı, güvenli ulaşımı sağlayacak raylı sistemler, her biri birer cazibe merkezi haline gelecek modern istasyonları da içinde bulunduracağı fikirlerle şekillendirilmelidir. Tamamen milli sermaye ile raylarımız yapılmalı, sinyalizasyon sistemlerimiz gerekli kurumlarla birlikte hareket edilerek geliştirilmeli, kendi üst düzey teknolojiye sahip lokomotiflerimizi üretmelidir.
Bu projeler yapılırken Avrupa Özellikle de İngiltere ve Fransa örnekleri incelenmelidir. Bilindiği gibi dünyanın en gelişmiş metro sistemleri İngiltere de bulunmaktadır ve ülkenin her bir tarafı raylarla birbirine bağlanmıştır. Bunun bir benzerini Fransa da veya çok uzaklara gidip Japonya da görebiliriz. Bizim ülkemizin de böyle bir sisteme kavuşmaması için bir engel bulunmamaktadır.
Avrupa ülkeleri ile de gerekli politik ve iktisadi anlaşmaları sağlayıp merkezi Edirne olmak üzere bütün Avrupa ile bağlantılarımızı sağlayacak yüksek hızlı tren hatları kurmalıyız. İhracatımızı bu şekilde Avrupa ülkelerine en ucuz yol olan demiryolu ile gerçekleştirmeli ekonomimize katkıda bulunmalıyız. Türkî Cumhuriyetlerle işbirliğine gidip aramızda ki mesafeleri kısaltmalı demir ağlarla koparılmaz bağlar kurmalı bütün Türk coğrafyasını birbirine bağlayan önemli projelere adım atmalıyız.
Tabi unutulmamalıdır çok büyük bir savaştan çıkmış, elimizde ki bütün kaynaklarımızı tüketmiş, nüfusumuzun büyük bir bölümünü kaybetmiş, iş gücünden yoksun bir devlet kurmuşuz. Bütün zorluklara rağmen, içimizde ve dışımızdaki bizim gelişmemizi engelleyen “Türk’ün başına bir dert vermez isen Türk dünyanın başına dert olur” diyerek bizleri sindirmeye çalışan çeşitli güçlere rağmen bizler genç cumhuriyeti bugünkü haline getirmiş bulunmaktayız.
İnandıktan ve inancımız doğrultusunda çalıştıktan sonra binlerce yıllık köklerimizden gelen kudretimizle dünyaya refah ve medeniyeti getiren yine bizler olacağız bundan hiç şüphemiz yoktur.
80 küsur yıl bir devlet için oldukça kısa bir süre ve biz bu kadar kısa sürede hiçbir şey yokken bu günlere gelebildik. Daha da iyi
31
GENCAY
ORDA BİR "AÇE" VAR UZAKTA Bülent ERDİL 1514'te bir sultanlık biçiminde kurulan Açe, aynı yüzyıl içinde Portekiz tarafından defalarca saldırılara uğramıştır.
240 milyona yaklaşan nüfusuyla, dünyanın en kalabalık İslam ülkesi olan Endonezya'da yer alır. Açe, 17.000’den fazla adadan oluşan bu ülkenin Sumatra Adası'nın kuzey batı ucunda yer alır. Yaklaşık üçte ikisi yağmur ormanlarıyla kaplı olan Endonezya, yeraltı ve yerüstü kaynakları bakımından oldukça zengindir.
Portekiz’in sömürgeleştirmeye çalıştığı bu saldırılardan önemli ölçüde zarar gören sultanlık, 1565'te İstanbul'a bir heyet göndererek Osmanlı Devleti'nden yardım istemiştir. Osmanlı Devleti de bu sultanlığı korumaya almış ve 1567 yılında bir anlaşma imzalamıştır. Bu anlaşmaya göre Açe’ye her türlü yardım malzemesi ve silah gönderilmiştir. Defalarca Hint Deniz Seferleri adı altında bölgeye seferler düzenlenmiştir. Ancak Türk donanmasının açık denizlere uygun olmaması yüzünden önemli bir başarı elde edilememiştir.
Konumu ve yeraltı zenginlikleriyle Endonezya için çok önemli bir bölge olan Açe, uzun yıllar bağımsızlık için Endonezya’ya karşı mücadele vermiştir. Endonezya, benzer sıkıntılar yaşadığı Doğu Timor’un bağımsızlığını tanırken, aynı hoşgörüyü burası için göstermemiştir. Çünkü bu bölge dünyanın en zengin doğal gaz rezervine sahip topraklarından biridir. Ayrıca petrol, kalay, altın, platin, demir ve boksit rezervleri oldukça önemli ölçüdedir. Bölgenin tarım arazisi de son derece verimlidir.
Açe’deki Türk mezarları Açe’ye giden yardım malzemelerinin yanında yüzlerce Türk askeri ve komutanı da buraya gelmiş ve yerleşmiştir. Bitai Köyü’ne yerleşen Türk askerleri, Açe halkına askeri eğitim vermek amacıyla akademi kurmuş, bu akademide Açeliler’e top dökmeyi öğretmişlerdir. Ayrıca halka savaş eğitimi de veren Türk askerleri, Açe ordusunu da yeniden kurmuşlardır. Açeliler, Türk askerlerinden öğrendikleri
Türkler’den esinlenen Açeliler’in ay yıldızlı bayrağı
32
GENCAY savaş teknikleriyle uzun süre Portekizlilere karşı direnç göstermişlerdir. Sonrasında bölgeye Hollandalılar gelmişlerdir. 1873'te Açe'den çeşitli isteklerde bulunmuşlardır. Açe Sultanlığı, Hollanda’nın zorbalığına da isteklerine de rest çekmiştir. Ancak başlayan savaş, Açe’nin yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Açe Sultanı Tunku Muhammed Davut'un 1903'te Hollandalıların hâkimiyetini kabul etmesiyle bölge Hollanda sömürgesi olmuştur.
felaketten sonra Özgür Açe Hareketi hükümetle anlaşıp, silah bırakmıştır.
Hollanda'nın Açe'deki hâkimiyetini Endonezya'ya devretmesiyle Açeliler’de bağımsızlık ateşi tekrar yanmıştır. 1976 yılında silahlı bir direniş örgütü olan “Gerakan Aceh Merdeka” (Özgür Açe Hareketi) kurulmuştur. Açe'de o günden sonra yoğun bir şiddet yaşanmaya başlamıştır. Yüz binlerce kişi yaşadıkları topraklardan ayrılmak zorunda kalmıştır.
Bağımsızlık için haykıran Açeliler Deprem ve tsunaminin açtığı derin yarayı kapatmaya çalışan Açeliler için Türkler’in bambaşka bir yeri vardır. Türkler’e duyulan aşk öyle bir aşk ki; Türkler’in Kurtuluş Savaşı’nda dara düştüğünü duyar duymaz, Hintli Müslümanlarla birlikte elde ne var ne yok Türk kardeşlerine gönderiyorlar. Bu aşk öyle derin ki, bugün din adamları hala Sarı Selim'in kendilerine gönderdiği fermanı Cuma hutbelerinde okutmaktadırlar. Artık olmamasına rağmen, İstanbul'daki halifeye yani Türkiye’ye olan bağlılıklarını bildirmektedirler. Bu aşk öyle büyük bir aşk ki; bayraklarını aldıkları Osmanlı'nın idaresi altına girmek için 19. yüzyılda girişimde bulunmuşlar. Ancak bu teklif zamanın korkak ve alçak yöneticilerinin idaresine denk gelmiş. Ellerinden kan damlayan, Uzak Doğu'yu sömüren Avrupa ile ilişkilerin bozulmaması için Açe'nin bu isteği reddedilmiş!
Özgür Açe Hareketi askerleri 8 Kasım 1999 yılında halkın bağımsızlık isteği doruk noktasına ulaşmış. İki milyondan fazla Açeli, başkent Band Açe'de toplanıp bağımsızlık için haykırmıştır. Tüm bölgeyi sarsan bu büyük olaydan sonra Endonezya'nın imdadına 26 Aralık 2004 tarihindeki tsunami felaketi yetişmiştir. Özellikle Açe’yi korkunç biçimde vuran bu
Bugün Açe’de Babür ve Hint sultanlıkları dönemlerinden kalan Türkler de yaşamaktadır. Halkın da önemli bir kesimi atalarının Türk olduğunu söylemektedir. 2004 yılında tsunami nedeniyle bölgeye 33
GENCAY giden BBC muhabiri George Alagiah Açe’yi şöyle anlatıyor:
evlerimize Türk bayrağı asıyoruz.' Şaşırdım kaldım, Tanrım bu Türkler nerede yok? Dedim.”
"Açe'ye indiğimde kendimi Türkiye'de sandım. Hayır, her yerde kebap dükkânları olduğu için değil... Bana kartpostal satmaya çalışan çocukları gördüğümden de değil... Yok yok ayakkabı boyacılarının bağrışmalarından ya da araba kornalarından da değil... Belki inanamayacaksınız ama herkesin Türk bayraklı şapka giymesinden dolayı böyle bir fikre kapıldım. Yolda gördüğüm bir genç Açeli'ye neden şapkalarında Türk bayrağı olduğunu sorduğumda bana verdiği yanıt çok ilginçti. Adı Recep olan bu genç, 'kendi bayrağımız olan şapkayı giyersek, altı ay hapis yatıyoruz. Türk bayrağına kimse bir şey diyemiyor. Türk bayrağı da bizimkiyle aynı... Zaten, Türkler bizim atalarımız sayılır. Biz bayrağımızı 500 yıl önce onlardan almışız. Bundan dolayı, ne zaman bir maç olsa Türkiye Milli Futbol Takımının formasını giyiyor,
O ki Türk milletidir: parça parça olmuş, dünyanın dört bir yanına saçılmış, nerde bir mazlum varsa imdadına koşmuş, horlanmış, aşağılanmış, katliamlara uğramış. Ama gel gör ki gün gelmiş atalarının katillerinden hesap soracağına, bir de onlardan özür dileme kampanyaları bile düzenler olmuş. Bu soytarılığıyla tüm dünyayı kendine güldürmüş. Güldürmeye devam eden milletim, vah sana vah... Bu da yetmemiş benliğinden utanıp, "Türk"üm demeye korkar olmuş... Dünyanın her yerine dağılıp, başka toplumlarla karışıp rengi ve kültürü değişse de, dilini bırakıp başka diller konuşsa da ruhu aynı… Bağımsızlık aşkı, zulme başkaldırı, özgür yaşamak için ölümü göze almak... Yani Türklük ruhu... Ki o ruh Açe’de de var. Anadolu'dakilere inat!
Açe'nin kadın savaşçıları 34
GENCAY
35
GENCAY
SÖYLEŞİ: İSKENDER ÖKSÜZ Metehan ÇAĞRI - Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU Öncelikle Gencay Dergisi ile röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.
ada bulmuş. Burada harp olmaz demiş o adaya yerleşmiş, “Iwo Jima” adasına. Pasifikteki en kesif muharebelerin yapıldığı iki adadan biridir hâlbuki o ada. Benim bu adam gibi bir öngörüm de yoktu ama 1968 Haziranında Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde buldum kendimi… Tabi onlara öğrenci demek doğru değil, Sovyetlerin dolaylı olarak yönettiği bir hareketti o. Biliyorsunuz o zaman “öğrenciler” derdi basın bunlara. Diğerlerine de komando... 11 yıl bu şartlar altında geçti. Tabi değişimi sorarsan çok büyük fark var. Sonra biliyorsunuz ateşli, ölümlü, cinayetli hale geldi. Tabi sizin sorunuz bu değil, “öğrenciler nasıl değişti”? Öğrencilerin fazla değiştiği kanaatinde değilim. Bölüme göre öğrenci kalitesi değişiyor. Öğrenci olarak kalitesi değişiyor. Arada fark var çünkü. Öğrenci olarak kalitesi çok düşük fakat zekâsı gayet yüksek tipler de olabiliyor. Bir şekilde öğrenciliği beceremiyor veya şartlar bu duruma getiriyor. Genel olarak baktığımızda ortalamada bir kültür düşüşü var. Prof. Ahmet Bican Ercilasun Hoca da bunu tespit etmiş. Onun, beş kelimelik bir testi var öğrencilerine uyguladığı. 5 adet kelimeyi kaçının bildiğini gözlemliyor ve bilmeyenlerin sayısının her yıl fazlalaştığını söylüyor. Bu çok enteresan bir şeye işaret ediyor. Test çözmek özel bir öğrenim tarzı. Şu kelime aşağıdakilerin hangisinde geçer diye sorsanız a, b, c, d, çözecek, fakat anlamını öğrenmeyi merak etmemiş genç.
44 yıl ders verdiniz, o günlerden bu günlere birçok şey değişti. Biz bu değişim sürecinde öğrencilerinizde nasıl bir değişim gözlemlediğinizi merak ediyoruz. Düşünüş şekli, yaklaşım tarzı, sorumluluk alma bilinci vs. ne tür, ne düzeyde değişimler oldu? Bu tabi ki üzerine uzun uzun düşünülmesi gereken bir soru. Benim öğretim hayatıma başlayışım çok enteresan. Haziran 1968… Tabi o zaman ne 68’liler diye bir laf vardı, ne de 68’in özel bir yıl olduğunu, komünist saldırının Türkiye’de fiziki olarak başlayacağı yıl olduğunu biliyorduk. İşler önce fikir savaşı halindeydi, olaylar 68’de başladı. Benim öğretime başladığım okul da çok enteresan, Ortadoğu Teknik Üniversitesi.
Şimdi şu geldi aklıma; bir adam II. Dünya Harbinin çıkacağını önceden fark etmiş. Harp’ten kaçmak için açmış haritayı, harp nereye gelmez diye bakarken Pasifik’te bir 36
GENCAY Şimdi, giriş sınavı yapılıyor, düşük puan alanlar var, yüksek puan alanlar var. Düşük puan alanlarla yüksek puan alan çocukların üniversitedeki performansları da çok farklı oluyor. Değişik bölümlere ders verdiğiniz zaman adeta giriş puanlarının kaç olduğunu hissedebiliyorsunuz. Mesela birkaç sene Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nde programcılık dersi verdim. Onlar daha iyi öğrenciydi.
veriyor. Herhalde sonucunu almışlardır. İki nesil öncesinden bahsediyoruz. Tabi, kontenjanla Türk öğrenciler de geliyordu. Kaliteyi yükseltiyordu Türk öğrenciler. Mesela başka bir mukayese yapacak olursak, ODTÜ’de bir Bilgisayar Mühendisliği hocası var, Prof. Dr. Asuman Doğaç Hanım. Onunla bir konuyu konuşuyorduk. Yeni bir yönteme geçilecekti. Benim okuduğuma göre bu iki yıllık bir öğrenme eğrisi gerektiriyor. Mevcuda göre daha iyi bir metot fakat intibak etmek iki yıl alıyor diye yazıyor literatürde dedim. Gayet şuurlu bir şekilde şu cevabı verdi bana; “O, aptal Amerikalılar için, benim öğrencilerim üç ayda halleder onu.” Ortadoğu Üniversitesi için bu doğru, bizdeki sınav sistemi çok sakat diyoruz. Tenkitlerin belki haklılık payı var, yalnız giriş sınavı sistemi öyle bir filtreleme yapıyor ki belli üniversitelerin belli bölümlerine Türkiye’nin en zeki binde biri toplanıyor.
Yurtdışında bulundunuz. Hem ders aldınız hem de ders verdiniz. Ülkemizle, bulunduğunuz diğer ülkeler arasında gördüğünüz farklılıklar nelerdir?
Tabi şunu da söyleyeyim. Amerika’da zirve okullar var. Harvard, Yale, Columbia, Stanford vs. bunlar bizim okullardan daha iyi. İngiltere’de de Oxford, Cambridge vs. var, ama Avrupa’da durum öyle değil, Avrupa’ya geldiğinizde seviye düşüyor. Uzak Doğu atakta; onlarında güzel okulları var, yani zirvelerde biz yokuz. Aslında bu zirveler gelenek meselesi. Bu okullar iyi okuldur diye iyi öğrenciler müracaat ediyor. Öğrenciler olağanüstü olmasa da öğretim üyeleri çok iyi. İyi oldukları için iyileri çekiyorlar, iyileri çektikleri için iyi oluyorlar. Bir de her şeyden önemlisi bir gelenek var. Mesela Yale Üniversitesinde kopya çekmez öğrenci. Hoca’nın başında durmasına gerek yok.
Yale Üniversitesinde asistanlık yaptım. Suudi Arabistan’da mühendislik öğrencilerine kimya öğrettim, doktora yaptırdım. Suudi Arabistan yükseköğrenime çok büyük önem veren bir ülke. Toplumun yükseköğrenime bir talebi yok, herkes çok rahat. Ülke petrol zengini olduğundan, aman bir diploma alayım kaygısı yok. Bunun için devletin teşvikleri var. Çok ciddi burslar veriliyor öğrencilere. Yatakhane bedava, yemek bedava, bir de diploma alırsa sermaye veriyor, arazi 37
GENCAY Avrupa’da böyle değil. Sanırsam Türkiye’nin ortalaması Avrupa’nın ortalamasından iyidir. Amerika ortalaması ile de mukayese edilebilir. Bakın bu çok enteresan; zirvelerde yokuz dedim ama ortalamamız onların altında değil, Avrupa’nın da üstünde olduğumuz kanaatindeyim. Bunu tabi bilimsel verilere göre söylemedim, intibalarıma göre böyle. Şunu biliyoruz, Avrupa’da bunu biliyor; Amerika, yükseköğretimde Avrupa’nın önünde, İngiltere de Avrupa’nın önünde.
nokta. O zaman İran batı yanlısı, Türkiye NATO üyesi, Pakistan diye de devam ediyor. Sovyetleri bloke ediyor güneyden. Yeşil kuşak derlerdi ona. Sovyetlere dost bir hükümet geçirilemezse ne olur? Hiç olmazsa Türkiye dik duramaz. 1960 sonrasını okuyun, Sovyetlere dost bir hükümetin başa geçmesi hedefine de çok yaklaştılar. Hatta öyle bir genel hava vardı ki Türkiye’de, herkes devrimden sonra kurulacak sosyalist idarede bir yer kapma telaşı içindeydi. Özellikle de gazeteciler, öğretim üyeleri ve hukuk adamları… Tabi Amerikan emperyalizmine karşı mücadele ediyoruz diyen solcular da vardı. Amerikan emperyalizmi yok mudur? Amerikan emperyalizmi vardır tabi. Ama o sırada bizim birinci endişemiz Sovyet emperyalizmiydi. Şimdi ise birinci problemimiz Amerikan emperyalizmi… Sonra saldırılar başladı. Üniversitelere hâkim olma hareketi başladı. Üniversite gençliği, en kolay ele geçirilebilen, ele geçirildiğinde de ortalığı destabilize edebilecek enstrümandır. Önce üniversiteler ardından sokak hâkimiyeti gelecek, sonra solcu askerlerle beraber darbe yapılacak… 9 Mart 1972’de teşebbüs edilen budur. Tabi biz milliyetçiyiz. Türk Milliyetçisiyiz. Türk bayrağı yerinde başka bir bayrağa, sembole tahammül edemiyoruz. Onlar da katiyen bize tahammül edemiyorlar. Bizim gençlerimiz, Türk Milliyetçisi olan gençler hücuma uğruyorlar, baskı görüyorlar. Bunlar hiç yokmuş gibi anlatılıyor şimdi… Dursun Önkuzu’yu işkence ile kim öldürdü!
Bize Ortadoğu, Boğaziçi gibi üniversitelerden Amerikan tipi eğitim girmiş, zaten diğerleri de fena değil. Bizim geleneğimiz de var aslında; kesintilere rağmen var. Geçmişte bir KÜBİTEM projesi var, şimdi de ÜLKÜNET, bu projelerden biraz bahsedebilir miyiz? 1968 yılıydı. Sovyetler Birliği, Türkiye’de başa dost bir hükümet getirmek stratejisi güdüyordu. Eğer dost bir hükümet başa geçerse, Türkiye’nin NATO üyeliği sarsıntıya girecek, belki de Türkiye NATO’dan çıkacak, Sovyetlerin nüfuz alanına girecek. Suriye ve Irak zaten nüfuz alanında, sonra Basra Körfezine inme fırsatı doğuyor. Basra Körfezi kilit bir 38
GENCAY Çocuklarla irtibattayız o dönemde hatta dokuz kişilik bir gençlik konseyimiz var, öğretim elemanlarında oluşan. Bir yerimiz olsun ve üniversitedeki hocaları organize edelim öncelikle dedik. Peki, nasıl ödenecek kira, hocalardan para toplarız, olmadı mı maaşlarımızdan karşılarız dedik. Sadi ile (Somuncuoğlu) Meşrutiyet Caddesi’nde bunları konuşarak gidiyorduk. Sonra, Bayındır Sokak ile Meşrutiyet Caddesi’nin kesiştiği noktada bir kiralık ilanı gördük. Girdik, baktık, beğendik, tuttuk. Ve kısa zamanda orada birçok dernek doğdu. Her çekmecede bir dernek vardı. Ülkü ocağı o çekmecelerin birinde doğdu. Ülkücü İşçiler, Ülkücü Memurlar aklınıza ne gelirse o apartman dairesinin bir çekmecesiydi. Devlet Dergisi orada çıkıyordu. Töre Dergisi İstanbul’dan Ankara’ya gelince bir süre orada çıktı. İlk toplantıya yanılmıyorsam yüz civarında öğretim üyesi katılmıştı. İşte “KÜBİTEM” bu. KÜltür Bİlim ve TEknik Merkezi…
vasıtaları ile özellikle internetle, fiziki olarak bir araya gelmeden de yapabilecekleri düşüncesinin sonucudur. ÜLKÜNET projesi bir eğitim projesidir. Bizim temel Türk Milliyetçiliği eserlerinin hemen ulaşılabilecek bir yerde olmasıdır. Büyük şehirlerde milliyetçi büyükler tarafından verilen konferansların, konuşmaların anında bütün Türkiye’de izlenilebilmesi ve soru sorulabilme imkânının doğmasıdır. Şimdi daha başlangıç safhasında tabi…
Eğitim tabi KÜBİTEM’de yapıldı. Zaten bizim hareketin %90’ı eğitimdir. Türk Milliyetçiliği eğitimidir. Onsuz bir şey düşünülemez. MHP’de de eğitim vardı o dönemde. Türkeş Bey, Galip Erdem, Kamil Turan ve ben eğitim verdik. Bundan önce Türkeş Bey tek başına eğitim verirdi. Türkeş Bey çok güzel konuşmalar yapardı ve Türk Milliyetçiliği eğitimi konuşmalarıydı bunlar.
Bugüne dönersek, Türk Milliyetçileri gençlerin yetişmesine neden önem vermiyor? Bu hareket en parlak döneminde sizin de belirttiğiniz gibi bir gençlik hareketi değil miydi? 80 darbesini yaptıran güç amacına ulaştı mı? Bugün gençlerin yetişmesinde 80 öncesinde Türk Milliyetçilerinin olduğu gibi şimdi de cemaatler var. Çok büyük etkileri olduğunu görüyoruz. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
KÜBİTEM 1968’de kurulduğunda biz hiçbir yerde yoktuk. 1971’e gelindiğinde komünist saldırılı geriliyordu. O iş bitmişti diyemezdik ama artık biz üstündük.
Gençler her zaman yetişiyordu fakat az sayıdaydı. Dernekçilik yapıyorduk biz. Bir kere saldırı karşısında kalınca eylem gerekti. Eylem büyütür. İkinci olarak Türkeş Bey’in bir parti halinde teşkilatlanmada ısrarı ve MHP’nin kurulmasıyla, fikir hareketine siyasi
ÜLKÜNET, O tarihlerde insanların fiziki temasla, yüz yüze konuşarak yapabildiklerini, şimdi modern iletişim 39
GENCAY hareket eklendi. Bu, Cumhuriyet dönemi Türk Milliyetçiliği tarihinde bir ilktir. Bu iki unsur birleşince patlama halinde büyüme başladı. 1980’e gelindiğinde herkes MHP’nin iktidara yürüdüğünü görüyordu. 12 Eylül’ün hedeflerinden biri bu yürüyüşü durdurmaktı ve bu anlamda 1980 hedefine ulaştı.
da inanır ve bağlanır hale getirmektir. Bu gönül ve kafa işidir. Bunu gerçekleştirmek için devamlı hareket halinde olanlar kazanır tabii ki. Aslında bu kadar basit bunun formülü. İnsanların akıl ve gönüllerine girmek. İnsanları ikna etmek… Hem insanların ruhuna uygun, hem de eylem. Çünkü sol sürekli eylemde fakat tutmuyor. Türk Milliyetçiliğine baktığımızda o zaman tutmuştu… Sorgulamayın, konuşmayın, itaat edin. Bu laflar insanların gönüllerine ve akıllarına hitap eden laflar değil ki. Şimdi bir kavgaya, dövüşe gidiyorsan sorgulama, itaat et, tamam. Fakat fikir hareketi sorgulamaktan ibarettir. Türk Milliyetçilerinin en önemli sorununu yazacak olsak. İlk sıraya ne yazardınız?
O heyecan o dinamizm o büyüme şu an görünmüyor. Eylem büyütür demiştim. Allah bizi o günlerin eylemlerine muhtaç etmesin, ama başka eylemler yapılabilir. Barışçıl demokratik eylemler yapılabilir, onlar da yok. Sosyal paylaşım sitelerinde görüyorum bazen, ‘biz bir sokağa çıksak yer yerinden oynar’ diyorlar. Ben, yeri yerinden oynatacak gençlik gücünün kaldığı kanaatinde değilim. O potansiyeli göremiyorum. Belki ihtiyarlar gençlerden daha çoktur şuan.
Milliyetçi silsile’nin kopuşu… Osmanlı’daki Türkçülük hareketinden beri kesintisiz devam eden o silsilenin 1980’den sonra kopması. Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin yazarı olarak Türk Milliyetçiliğinin geleceğini özet olarak nasıl görüyorsunuz? Türklük tehdit altında. Bundan neyi kastettiğimi soracak olursanız bu ayrı bir röportaj konusu. Fakat Türk Milleti buna cevabını verecektir. O cevap verenler biz mi oluruz başkaları mı olur bilemem, ama Türk milleti mutlaka cevap verecektir. Türk Milleti bu topraklardaki egemenliğini kaybetmeye tahammül edemez.
Durum o kadar vahim? İnşallah değildir. tespitlerdir bunlar.
İnşallah
yanlış
Diğer soruya gelecek olursak. Cemaat dediğiniz hareket başarılı bir harekettir. Fikir hareketi, siyasi hareket nedir? İnandığınız bazı fikirlere, bağlı bulunduğunuz bazı değerlere başkalarını 40
GENCAY Yazılarınızda genellikle yerli yerine yabancı kaynaklara atıf yaptığınızı görüyoruz. Bunun nedeni nedir?
Bu devletin kurucu ideolojisi Türkçülük. 1940’lı yıllarda bir başbakan çıkıp rahatlıkla ben Türkçüyüm diyebiliyordu, fakat bugün başbakan çıkıp ben Türkçülüğün karşısındayım diyebiliyor. Büyük bir değişim var ve Türk Milliyetçileri bu noktada sessiz. Bu değişimi ve sessizliği neye bağlıyorsunuz?
Daha çok yabancı kaynak okumamdan kaynaklanıyor zannedersem. Bu illa da iyi bir şey değil. Yerliyi de yabancıyı da dengeli okumak lazım. Belki şöyle bir düşüncem de vardı. Bazı insanların kolayca ulaşamadıkları kaynakları okuyup ‘bak bunlar da var’ demek istemiş olabilirim. Belki başlangıçta böyleydi. O zamanlar bizim cephede yabancı kaynaklara ulaşabilenlerin sayısı pek azdı.
Empoze edilmeye çalışılan Türklüğün bir kavimden, bir ırktan ibaret olduğu, bir etnik gruptan ibaret olduğu. Başka şeylere akılları ermiyor, yani ırkın dışında millet diye bir toplum birimi olacağına akılları ermiyor. Yüzyıllardır insanların aklı eriyor sosyologların aklı eriyor bunlara ama ne Ahmet Altan’ın aklı eriyor ne de başbakanımızın aklı eriyor ırkın dışında milliyet diye bir şeyin olabileceğine. Hâlbuki Gökalp zamanında bu meseleyi halletmiştik.
Bir de yerli kaynaklarda özellikle şimdi bu entelektüel sayılan liberal etiketi yapıştırılan (Ben liberal saymıyorum onları, Liberal hiçbir değeri olmayan, bilhassa içinde yaşadığı milletin değerlerine sırt çeviren, ‘millet diye bir şey yoktur arkadaş’ diyen adam değildir. Bunlar komünistliklerini kaybetmiş, hiç bir şeye bağlı olmayan serseri mayınlar aslında.) kişilerin yarattığı ve bir de siyasî ümmetçilerin bunlarla koalisyon halinde yarattıkları bir sis var ve at gözlükleri var, dünya şöyledir diyorlar. Hâlbuki dünya öyle değil. Onun için dünyanın aslında ne düşündüğünü alıp göstermek gerekiyor.
Şimdi Sayın Başbakan’ın, “Biz Türkçülüğe karşıyız” sözüne adlarında Türk ve Milliyetçi kelimeleri geçen kurumların seslerini yükseltmemesi biraz ayıp oluyor, biraz şahsiyetini ve fonksiyonunu yitirmek oluyor. Ben bunları yazdım, arkadaşların bir kısmı biz daha önce söylemiştik, yazmıştık dediler. Mesele o değil. Bu Türkiye Cumhuriyeti’nin icra kuvvetinin zirvesinden gelen bir beyanattır ve o beyanatı hemen o gün düzeltmek sizin boynunuzun borcudur.
Bir de birileri diyor ki ‘Milliyetçiliğin sonu geldi. Milliyetçilik kalmadı’ nerde kalmadı! Okusunlar, dünyanın önde gelen dış siyaset dergilerini okusunlar, akademik dergileri okusunlar. Nerde kalmadı! Üç dört tane özellikle Fransız kökenli eski Marksist’in milliyetten nefret eden yazılarını alıp bunlar sanki Newton kanunuymuş gibi takdim ediyorlar. Bu propagandanın baskısı ve sisi altında Türkiye.
Bize zaman ayırdığınız teşekkür ederiz.
için
çok
Ben de hazırladığınız önemli sorularınız için teşekkür ederim.
41
GENCAY
FENAFİLMİLLET OLMUŞ ROMANTİK BİR DAVA ADAMI: DÜNDAR TAŞER Hakan PAKSOY bulunamamıştı. (Devlet, 15 Eylül 1969 s. 24)” Cümlelerinde Türk’ün asaleti olarak ortaya koyuyordu.
2011 “Ey yüreğim benim ne suçum var Bu halkı sen sev dedin, ben de sevdim.” Mağcan CUMABAY
Kendisi “Romantizme Dair” yazısında da (Devlet 12 Ocak 1971 s. 41): “Romantizmi inkâr, insanı inkârdır. Sakarya'ya dayanmış düşmanı, Akdeniz’e kadar kovalayan kudret romantizmdir.” Diyecektir. Ayhan Tuğcugil müstearıyla yazan İskender Ağabey (Öksüz): “O büyüktü… Ve küçük şeylerle uğraşmazdı. ‘Türk subayı Balkan mağlubiyetine, 93 mağlubiyetine üzülmez. O hala Viyana önünden çekildiğimize kızar’ derdi. Büyük düşünür, büyük duyar ve büyük icra ederdi ve… Yorulmazdı (Devlet 26 Haziran 1972 s. 148)” diye yazar. Burada romantik aşk ruh kazanmış, ete kemiğe bürünmüş görünür hale gelmiştir...
Dündar Ağabey ilk olarak merhum Prof. Dr. Erol Güngör’ün “Taşer’in Büyük Türkiye’si” makalesinde dikkatimi çekmişti. Erol Hoca, “Fazileti kıskanan bir adam olsaydım, bu adamdan nefret etmem için her türlü sebep mevcuttu” diye yazmıştı. Eşi Asuman Hanımefendi, Dündar Ağabey hatırasına düzenlenen bir toplantıda O’nun için: “Dündar bütün ömrünü bu aşkla yaşadı. (…)milleti kendine özgü algılar, kendine özgü algıladığı milleti yine kendine özgü bir aşkla, romantizmle sever” diyordu.
"Biz, dünyanın en büyük imparatorluklarını kurmuş ve hâkimiyetini eski dünyanın bilinen her köşesinde yürütmüş bir milletiz.
Bu romantizmi “19. Asırda Lord Redelife'in tavsiyesi gizli polis kurmak için yapılan teşebbüs boşa çıkmıştı. Çünkü hiçbir Türk başkasını hırıstiyan da olsa gözetleyip jurnal etmeye razı olmamış, teşkilâtın başına geçecek adam
(…) Ne Kadızadeliler İslâmı anlamıştı, ne de Avrupacılar batıyı. 25 milyon Km.lik vatanı birleşik tutmak için taklitten başka tedbir düşünen olmadı. (…)
Karlofça bu uzun koşuda tökezlenen bir nokta oldu.(…)
42
GENCAY İsyanlar, ihtilâller, sokak kavgaları oldu. Birbirimizi kırdık, sultanları kestik, nihayet kendi ordumuzu top ateşine tuttuk.
söylediğimi de hatırlamıyorum.” Diyecektir (Devlet 30 Mart 1970, s. 052).
Mısır gitti, Cezayir gitti, bu yitirme devri 150 yılda bizi Sakarya sahiline getirdi. Velhasıl 300 senedir kandaki mikrobun deride açtığı yarayı tedavi ile uğraşıyoruz. Biz bir cihan devletinin kalıntısı üstünde cihan hâkimlerinin evlâtları olarak oturuyoruz. Binlerce yıl önceki efsaneler tutulacak yolu göstermiştir. Demiri eritinceye kadar sabır.” Diye yazmıştır Devlet Gazetesinin birinci sayısında. “Biz Kimiz” diyerek yazdıklarıyla geçmişten geleceğe ışık tutan bir liderlik göstergesidir (Devlet 7 Nisan 1969, sayı 1).
“Gençlik” başlığıyla yazdığı yazı çok dikkat çekicidir (Devlet 28 Aralık 1970, s. 91). Silahların patlamaya başladığı, kıyıcı kavganın başlangıcında: “Bizim neslimiz, bir reaksiyon neslidir, yılan, aciz, rahatçı, ürkek, çekingen, nemelazımcı ve renksizdir. (…)Ne işimiz vardı Yemende, niye gittik Viyana’ya, bu Kıbrıs meselesi nerden çıktı başımıza? Dedikleri bu. (…)Tek gayeleri vardır. Sorumlu olmamak. (…)Tarafsızdır. (…)
Tarih onun ilham kaynağıdır. Osmanlı sipahi sisteminden hareketle OYAK’ı tasavvur eder (Devlet 18 Ağustos 1969, sayı 20). O’nun hakkında her yazan, gençliğe ve gelecek nesle verdiği önemi, özelliklerinden birisi olarak öne çıkarıyordu. Ülkücü, “ipeğe sarılı çeliktir” sözünü duyduğumda kendimde hissettiğim gücü hatırladım. Bu sözün Dündar Ağabey’e ait olduğunu öğrendiğimde hem O’na karşı sevgim artmış hem de gençlere verdiği önemi daha da bir kavrar olmuştum.
ÇOCUKLARIMIZ: Bizim reaksiyonumuzdur ve aslında aksiyondurlar, kendilerini cemiyetlerinden sorumlu sayıyorlar. Vazife duyguları vardır. Canları, başları, istikballeri, emelleri için vakıftır tutkuları vardır, davaları vardır, kavgaları vardır. Yan yana karşı karşıya her şeyi hiçe sayarak vuruşuyorlar, faydalı mı? Gerekli mi? O başka amma büyük ve azametli
22 yaşında Yüksek Öğretmen’de şehit edilen Süleyman Özmen rahmetlinin cenazesinde “(…) Ama bu Çocuğun gidişi ağlattı beni. Törendeki konuşmamda ne 43
GENCAY fırtınalar yaratıyor ve kasırga gibi yaşıyorlar; büyük sayılan gereksizleri küçümsüyorlarsa haklıdırlar. Rahatça, üzülmeden ve eğilmeden ölüyorlar, rahatçılara, makamcılara, çıkarcılara tepeden bakıyorlarsa haklıdırlar.
reddetmediğini vurgular. mücadelesinde yanında yazacaktır Işınsu Abla.
Ve hala bulduğunu
“Siz, hatıra olmadınız ki… Siz varsınız efendim. Töre’nin yazıhanesinde, pek sevdiğiniz İstanbul’da, yollarda, evinizde, evimde varlığınızı duyuyorum.” Böyle bir dostluk ve o dosta böyle güzel seslenmek… Devam ediyor Işınsu Abla ve müthiş bir cümle daha kurar: “Sanırım, yaşantımın en büyük olayı, Tanrının bana lütfu; sizi yakından tanımam olmuştur. Çünkü yalnız şahsınızda, milletimi daha iyi tanıma imkânı buldum.”
Her iki kampta toplananı da cephede yaşayan kaçak nesle saygıları yoksa haklıdırlar.” Ne kadar babayiğitçe değil mi? Daha sonraki yıllarda Kızı Yasemin Hanımla evlenecek olan Şevket Bülent Yahnici ölümünden üç hafta sonra, “Dündar Ağabey” başlıklı yazısında: “Oğuz Elinin Dedem Korkut’u idin. (…) Oğuz Elinin bilge kişisi Dedem Korkut olsaydı gider dökerdik içimizi yandığımızca…” diyecektir. Anlaşılan odur ki, içi yanan, sıkıntısına ferahlık arayan O’na koşmakta, O ise kendinden yardım isteyen herkese labirentlerin karanlık ve karmaşık yollarında kılavuz olmakta, ışık tutmaktadır.
Merhum Prof. Dr. Haluk Karamağralı: “karakterinin üç çizgisi çok derindi; vefa, irade ve cesaret. Bu vefa evvela milletine ve tarihine idi sonra dostlarına.” Ve bu vefanın karşılığı da O’nu hala anan ve arayan dostlarındadır. Merhum Galip Ağabey (Erdem) ölümünün ardından: “Resmi ölçülere göre aramızda çok mesafe vardı yine de hiçbir gün ‘Dündar Bey’ demedim. Ağabey olarak başladı, yüreğimizin bir parçasını da sanki birlikte götürdüğü zamana değin, hep öyle kaldı. Böyle olması elbette saygısızlığımızdan değil, Dündar ağabeyimizin yüreğindeki yüceliktendir. Nice ağabeyler biliriz; küçücük hesaplar uğruna, ağabeyliğin güzelliğini tepip ‘Beyliğe’ geçmiştir.”
Bir başka dostu, büyük yazar Emine Işınsu ölümünün birinci yılında hasretini dile getirir Töre’de: “(…)en büyük desteği ve güveni sizde bulmuştum. ‘Dündar Bey de istiyor, faydalı buluyor öyle bir dergiyi!’ Övünüyordum. (…) sizden yardım isteyen kimseyi kırmadınız ki… O kimseler, yüzünüze gülüp, arkanızdan diş gıcırdatsalar bile. Siz, bu gıcırtıları bilirdiniz. ‘o halde niçin yardım ediyorsunuz?’ diye sorularım, hatta isyanlarım olmuştu.
Dündar Ağabeyin; Dava arkadaşı, “O’nun yanlışı benim doğrumdan üstündür” dediği merhum Alpaslan Türkeş ölümünün ardından taziye defterinde; “İnce zekâsı, derin kültürü, sağlam karakteri ve yüreğinde taşıdığı insan sevgisi ile insanlara karşı beslediği engin şefkat,
‘-Fakat benden yardım istedi.’ Söylerdiniz. Bu basit, kısa cevabın içinde, karakterinizin en belirli vasfı ışıldardı.” Derken Ondan yardım isteyen kimseyi 44
GENCAY O’nun yüksek kişiliğini belirleyen keskin ve manalı çizgilerdir her hali ve davranışı ile tam Türk olduğunu gösterirdi.” Cümleleriyle duygularını yazıya dökmüştür.
Merhum Necdet Ağabey (Sevinç) Bizim Anadolu Gazetesi’ndeki köşesinde, “Taşer’siz İkinci Yıl” başlıklı yazısında “her gün, her adımda, her olayda yokluğunu hissediyoruz” diye yazarak içini dökmektedir.
Hiç kimse yukarıdaki “O’nun yanlışı benim doğrumdan üstündür” cümlesini yanlış yorumlamamalıdır. Bu cümle inandığı kişinin ardından giden bir cihangir ruhu yansıtmaktadır. Merhum: “Milliyetçilik Hürriyetçilik eş manalıdır. (Devlet 4 Mayıs 1970, s. 57)” Demekte, hemen her yazısında ya da sohbetinde bu anlayışı öne çıkarmaktadır. İnandırılmadığı takdirde kimsenin ardından gidecek birisi değildir.
O’nu arayanlar ne kadar da haklıdırlar. Sadece Devlet Gazetesi’nin 146 ıncı sayısındaki “Töre Dergisi ve Tezi” başlıklı yazı bugüne dahi ışık tutar niteliktedir. Kısa fakat çarpıcı bir tarih turundan sonra “Acele Islahat Osmanlı imparatorluğunu bitirmişti. Derhal Reform da Türkiye Cumhuriyetini eritebilir.” Galip ağabey “ anlayışsızları görmenin vefasızları bilmenin, şuursuzlukları tanımanın sıkıntısı Rahmetliyi öyle çok üzerdi ki, tahammülü tükenmeye başlayınca, huzur akıtan bir pınarmış gibi tarihe koşardı.” Diyerek sıkıntıları aşmanın bir yolunu da göstermekteydi.
Büyük dava adamı Başbuğ mezarının başında yaptığı konuşmada: “Acı kader bizi mezarının başında konuşmak gibi aklımıza hiç getirmediğimiz bir vazifeyi yapmak mecburiyetinde bıraktı. Sen, milletimizin yiğit ve ülkücü bir evladı, partimizin çok mümtaz bir siması idin. Daha uzun yıllar omuz omuza çalışacağımıza, ülkümüzün bayrağını birlikte taşıyıp zafer gönderine çekeceğimize inanmıştık. Olmadı. Ne yapabiliriz. Takdir-i ilahi” sözleriyle acısını dile getirecekti.
Şimdi; kendi yaşadıklarımız ya da kendimiz daha yaşarken yaşanmışlıklar ne kadar tarih sayılır bilmem ama bende bu okuduklarımdan sonra soruyorum: Dündar ağabey de Galip ağabey de sağ olsalar ve Türkiye Türklerinin bugün geçtiği sırat köprüsünde “ milletin hiç kimseyi dışarıda bırakmayacak şekilde yeniden tarifinin yapılması gerekir” diyen küçük kardeşlerine, “ Bize ‘Ağabey’ deme hakkını sizden alıyoruz” derler miydi acaba? Kim bilir?
Ardından yıllar sonra yazılanlar da üzerinde düşünülmeye değerdi. Rahmetli Erol Güngör 16 Haziran 1976 tarihli Ortadoğu Gazetesinde duygularını kelimelere dökecektir: “Taşer’in ölümünden bu yana geçen iki yıldır hep vücudumun ve beynimin yarısı kopmuş gibi yaşıyorum. (…) Biz O’nun ölümüyle dünyamızın yarısını kaybettik” demektedir.
Dündar Ağabey’le ilgili yazmaya Necdet Ağabey’in (Özkaya), kendisinden bu hususta yazı yazmasını isteyince “Sen yaz” demesi üzerine karar verdim.
45
GENCAY Kendi kendime, "benim için Dündar Taşer kimdi?" diye sorduğumda verdiğim cevap: sevdiğim, sözlerine çok önem verdiğim bir dava adamıydı olmuştu. Ama hiç karşılaşmamış, hiç tanışmamıştım. Yani tanımadan, tanışmadan gönlümde müstesna bir yer edinen birisi hakkında yazacaktım.
İnandığı liderin ardından giden dava adam(lar)ı… İnanan(lar) da inanılan da birer dev… Hem de masallardaki devlerin yanlarında cüce kalabileceği birer dev… Hiç karşılaşmadığım, anlatılanlarla yazılanlardan okuduklarımla tanıdığım, tanıdıkça gönlüme demir atan büyük adamlardandı Merhum… O’nun gibi başkaları da vardı elbet, mesela Galip Ağabey, Gün Bey, Erol Güngör… Allah ölenlere rahmet etsin. Yaşayan Abla ve Ağabeylerimize de sağlık ve sıhhat versin inşallah…
İtaatindeki sadakati inancının gücünden gelen bir dava adamı. Pırıl pırıl bir zekâ, yüreği gövdesinden büyük bir gönül adamı…
46
GENCAY
DÜNDEN BUGÜNE FİLİSTİN ve BAĞIMSIZ YAHUDİ DEVLETİ Sertaç EKEMEN …Senin adın "İsrail" olsun, çünkü Tanrıyla güreşip, yendin…
bölgesine yoğunlaştırdı. Filistin bölgesi jeopolitik konumu ile İngilizlerin anahtar kartı olmaya başlayacaktı. Hem İngilizlerin, Mısırdan Irak’a kadarki boşluğunu dolduran bir güvenlik kapısı olacak, hem de Arap bütünlüğünün engellenmesi yolunda yeni bir unsur olacaktı.
Kurulduğu günden bu yana Ortadoğu’da bir hâkimiyet politikası güden İsrail’in temellendiği Balfour Deklarasyonu akabinde ortaya çıkan Filistin sorunu, aslında bir bölgeden ibaret olup, stratejik olarak, yeraltı petrol yollarına yakınlığı dışında bir önemi yoktur. Lakin Siyonizm ideoloğu, Theodor Herzl’in tarihi okumalarında, yüzbinlerce yıl önce bir Yahudi devletinin burada şekillendiğini söylemiş ve oradaki Yahudi varlığını, Roma medeniyetine kadar dayandırmıştır. Bu durumdan sonra, Sina’nın zeminine oturmuş, Kızıldeniz ve Akdeniz arasına sıkışmış olan Filistin bölgesi değer kazanmaya başlamıştır.
Buna karşılık İngilizlerin, bölgede kalıcılığı sağlamak için Fransızların, alternatif Maruni Hristiyanları gibi, ne bir kavmi ne de bir etnik unsuru bulunmaktaydı. İngiltere İmparatorluğu; Irak’ta Süryaniler, Mısır’da Kıptiler ile bölgedeki ‘meşru’ varlığını dengeleyebiliyordu. Fakat Filistin coğrafyasında böyle bir ittifak kurulacak etnik unsur bulunmuyordu, Filistin’deki tek milli güç, Müslüman Araplardan oluşmaktaydı. 19. yüzyılın ikinci çeyreğinde bir ırkçı ideoloji şeklini alacak Siyonizm ve Filistin’deki modern bir İsrail fikri İngilizlerin desteğini almaya başlıyordu. Balfour Deklerasyon’nundan itibaren bölgede Yahudi yerleşimi hız kazanmış 19. yüzyıla kadar yasak olan gayrimenkul satışları, bölgedeki Türk hâkimiyetinin son bulması ile yasallaşmıştı.
Sykes-Picot Anlaşması’nın Osmanlıya dayatılmasından sonra, ortaya çıkan Ortadoğu’nun yeni emperyalist düzeni; Irak-Suriye hattını İngiliz imparatorluğuna, Lübnan ve Ürdün hattını ise Fransız sömürge imparatorluğuna devrediyordu. Fransız güdümündeki Lübnan’da kurulacak Hristiyan Maruni hükümet, bölgedeki Batı hegemonyasını pekiştirecekti. Bu noktada, Uzakdoğu kolonilerinin hâkim gücü olan İngilizlerin, Hindistan ve Uzakdoğu’ya geçişindeki kapı eşiği olan Ortadoğu İngiliz Toprakları, Lübnan’ın durumu ile Fransızlar tarafından parçalanıyordu. Topraklardaki bu bölünme İngilizlerin dikkatini Filistin
Theodor Herzl’in ortaya koymuş olduğu Siyonist ideoloji, İngiliz çıkarları ile örtüşmesi ile filizlendikçe filizleniyor, bölgede Yahudi yerleşimleri çitleme noktasına geliyordu. Bu duruma karşın, başta tepkisiz kalan Arap halkı, 47
GENCAY yoğunlaşan İbrani nüfusuna karşı, kayıtsız kalmamaya başlıyor Filistin çatışma ortamına düşüyordu. Bu dönem içerisinde ortaya çıkacak ve bugünkü İsrail’in politik ve askeri yapılanmalarını oluşturacak Haganah ve İrgun örgütleri kendini göstermeye çalışacaktı. Haganah ve İrgun başta İngiliz yönetimine karşı bir başkaldırı niteliği taşıyor havası çizecekti. Fakat perde arkasındaki temel hedefi özellikle, Haganah’nın bölgede bir katliam havası yaşatıp Yahudi otoriteyi sağlamlaştırmaktı. İrgun’nun temel hedefi ise Yahudi göçlerini Filistin içerisinde organize etmekti.
hali hazırda kendi kendine bağımsızlığını ilan etmemiştir.
Bu Yahudi devleti bağımsızlığına karşın, Arap Birliği “3 Hayır- Ne müzakere Ne tanıma Ne de Filistin’de Yahudi varlığı” politikalarını benimseyerek, İsrail’in varlığının dünya kamuoyunda meşru olmadığını belirtmeye çalışmıştır.
Theodor Herzl, ‘Eretz Y’israel’ fikrini filizlendirirken, Filistinli Arap halkını görmezden gelmiş, makalelerinde Siyonizm’in gerçekleşeceği toprakları sanki bomboş araziler olarak nitelemişti. Bu yüzden, Filistin’e yerleşen Yahudi halkları, burada M.S. 7. Yüzyıldan beri var olan Arap insanını, kendisi gibi işgalci olarak görmekteydi. Bugünkü ArapYahudi çatışmalarının temelinde gene bu unsur yatmakta, her iki millet birbirini işgalci olarak görmektedir.
4 Arap- İsrail savaşının ardından, Arap yenilgilerinin sonucunda, El Nasır’ın, Arap Birliği liderliği düşmesiyle, Arap dünyası, “3 Hayır” politikasını terk etmiştir. Bu da Arapların resmi olmamasının yanı sıra, İsrail’in fiilen tanınmasına yol açmıştır. İsrail’in durumu ise genel bir Filistin egemenliğinin fikrinin yerine, bölgede git gide istikrarsızlaşan toplum yapısına karşı bir müzakere içerisine girmeyi sosyolojik olarak kabul etmiştir. Bu yüzden Siyonist yönetim, her ne kadar yerleşim politikalarını devam ettirmesine karşın, ılımlaşan Yahudi halkı karşısında, Filistin topraklarını defakto bir Arap devleti ile paylaşma yoluna gidecektir. Filistin sorunu, ancak ve ancak birleşik bir Filistin ile değil iki bağımsız devlet yapısında çözüme ulaşacaktır.
1945 yılında, dünya savaşının bitip dekolonizasyon sürecinin başlaması ile Britanya Hindistan’ı ve Uzakdoğu’yu terk etmişti. Bu yüzden Filistin, İngilizlerin Jeopolitik açıdan önemini kaybediyordu. Filistin mandaterliğini düşüren İngiltere, Filistin’i birleşmiş milletlere götürmüştü. Ortaya çıkan paylaşım planına göre Yahudi toplumu; 1948 yılında İsrail devletini kuruyordu. Burada önemli olan husus, genel geçer birleşmiş milletler kararına göre, İsrail ve Arap devletinin BM nezdinde meşrulaştığı görülür. Yani İsrail, 48
GENCAY
ARAP BAHARI - TÜRK SONBAHARI Ömer Osman BÜYÜKSÜTÇÜ 11 Eylül 2001, yer Amerika Birleşik Devletleri, sabah 9 sularında kaçırılan iki yolcu uçağı ile Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırıların dünya tarihi açısından bir dönüm noktası. O günlerde pek de tahmin edilen bir durum değildi böylesi bir olay. Elbette bu menfur saldırıda hayatını kaybedenler için üzgünüz ve bu saldırıyı lanetliyoruz. Fakat bu saldırı İslam’a karşı 900 yıl sonra düzenlenen yeni Haçlı seferinin miladı olmuştur. Yıllardır dillendirilen BOP uygulamaya geçmek üzereydi. (BOP, İngilizlerin 20.yy başlarında planladığı Ortadoğu Projesinin yeniden düzenlenmiş hali idi) Haçlı seferi ifadesini kullanan da George W. Bush’un ta kendisiydi.
buluşamayacağım. İnsanlar! Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.” (9 Zilhicce l0 H./8 Mart 632 M. Cuma) Bu haçlı seferinin ilk hedefi Afganistan oldu. Sıra Ortadoğu’ya gelmişti. Öncelikli hedef zengin petrol kaynakları bulunan Irak oldu. 2003 yılında ABD ve İNGİLTERE önderliğinde haçlı birlikleri bu sefer Irak’ı kan gölüne çeviriyordu. Afganistan’da bahane “Usame Bin Ladin”, Irak’ta ise bahane bir türlü bulunamayacak olan kitle imha silahlarıydı. Savaşın mimarlarından Rumsfeld, kitabında özür dilemek yerine küstahça “Saddam’ın kitle imha silahları yokmuş, yanılmışız.” diyordu. 21.yy Lawrence’ları iş başındaydı. Irak paramparça oluyordu, bir yandan dış güçler, bir yandan iç kavgalar Irak’ı kan gölüne çevirmişti. Türkiye açısından en büyük tehdit ise Kuzey Irak’ta kurulan yeni bölgesel yönetim olmuştu. Zamanında Saddam’ın gazabından devletimiz tarafından kurtarılanlar, şimdi devletimizin bölünmez bütünlüğünün en büyük tehdidi haline geldi. Uluslararası medya’nın da işlemeye başladığı yeni bir konu daha vardı. DEMOKRASİ! Füzelerinin ucuna taktıkları demokrasi bayrakları, Irak’ta dalga dalga dalgalanıyordu.
“Bu haçlı seferi, terörle savaş... Biraz zaman alacak.” Bu haçlı seferinin en büyük ve etkili silahı “medya” olacaktı. Görsel ve yazılı medyada sürekli işlenmeye başlayan, insanların beynine kazınmak istenen ortak ifade şu idi: İSLAMİ TERÖR! Bu asla hiçbir zaman hiçbir Müslüman tarafından kabullenilemeyecek bir ifadedir. İslam ve terör asla birlikte anılamaz, kullanılamaz. İslam inancı, insan hayatını kişiye verilmiş en kutsal hak olarak gören ve uygulayan, hoşgörü ve sevgi dinidir. İslam evrensel huzur ve barışı emreder; bunda çelişki olsaydı, Veda Hutbesi’nde Peygamber efendimiz (s.a.v) şöyle seslenir miydi? “Ey insanlar sözümü iyi dinleyiniz! Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha 49
GENCAY Saddam’ın diktatörlüğünün yerini şimdi DEMOKRASİ, MEHZEP ve ETNİK ÇATIŞMALAR almıştı. Hatırlanacağı üzere eski ABD Dışişleri Bakanı Condoleeza Rice 7 Ağustos 2003 tarihli Washington Post gazetesinde açıkladığı bir ifade vardı:
nasıl bir açıklaması olabilirdi acaba? Bu liderlerin hepsi mi bir anda diktatör oldu da müdahale başladı? Küresel sermayenin finanse ettiği isyancıların bunları düşünmesi gerekmez miydi? Sözün özü, bu isyan hareketlerinin içinde elbette yıllardır görmüş olduğu zulümlerden dolayı galeyana gelen insanlar bulunmaktadır. Fakat direksiyondaki ellerin kirli ve kanlı olduğunun görülmesi de gerekmektedir. Çok değil, 2003’te Irak işgalinde sevinçten takla atanların, Saddam heykellerini yıkanların 1 yılda nasıl gözlerinden yaş yerine kanlar aktığını hep birlikte gördük. Arap baharı ile ilgili yakın bir zamanda okuduğum bir yazıda yazar kardeşimiz, gayet büyük bir romantizm içinde bunları sadece Arap halkının demokrasi isteği olarak belirtmiş. Gerçekten çok iyimser bir yaklaşım, değil mi?
“Fas’tan Pakistan’a 22 ülkenin sınırları değişecek.” (Transforming the Middle East) Emperyalizm, kendine uygun gördüğü birlik ve bütünlüğü Doğu için uygun görmüyordu. AB, yeni ülkeleri bünyesine bir bir katarken İslam coğrafyasında parçalanmalar boy gösteriyordu. - Küresel güçlerin yeni pazarlara açılırken kullandığı iki yol vardır: “Darbeler ve çatışmalar.” 2010 yılının aralık ayında Tunus’ta Mohammed Bouazizi adlı vatandaşın kendisini yakmasıyla başlayan isyan dalgaları, tüm bu coğrafyayı kasıp kavurmaya başladı. Diktatörler, yerlerini yeni aktörlere devretmeye başladı. Vadeleri dolmuştu artık. Zeyd bin Ali, Hüsnü Mübarek kolayca devriliyor, isyan dalgaları da yayılmaya devam ediyordu. Diktatörler, bir bir devrilirken Kaddafi, Zeyd bin Ali ve Mübarek gibi kaçmayı değil mücadele etmeyi tercih etti. Libya, bir iç savaş yaşamaya başladı. Muhalifler ile Kaddafi arasındaki savaş, ülkenin emperyalizme boyun eğmesine uygun zemini sağladı. Fakat burada çok ince bir detay vardı. Muhalifler demokrasi ve insan haklarını savunduklarını iddia ederlerken, Kaddafi’yi linç ediyorlardı ve 1969’da yaptığı darbeden beri devletin başında olan Kaddafi’nin ve oğullarının 2 yıl öncesine kadar gördükleri izzet-i ikramın
- Bir dip not: Ülkemizde “Türk milleti” ifadesi yerine Türkiyelilik kavramı getirilmeye çalışılırken bu insanların Arap Halkı ifadesini kullanması ne garip. - Küresel güçlerin bu kadar aktif olması kısa ve uzun vadede büyük yıkımlara yol açacağı aşikârdır. Burada ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözünün anlam ve önemini tekrar tekrar okumalı ve anlamalıyız: “Efendiler, Avrupa’nın bütün ilerlemesine yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlanadurmuştur. Artık vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre uygun yapmak, yürümek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir 50
GENCAY takım zihniyetler belirdi. Hâlbuki hangi istiklal vardır ki ecnebilerin nasihatiyle, ecnebilerin planlarıyla yükseltilebilsin? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir.”
özerk bir bölge kurulabilir. İran’da zaten bir eyalet var. Iğdır’dan Hatay’a yeni bir sınır kurulacaktır.” Son bir söz de kamplarda ağırladığımız misafirlerimiz için. Resmi rakamlara göre 20 milyon TL’yi bulan bir harcama söz konusu ve kamplardan da aldığım bir bilgiye göre sevgili kardeşlerimizin tüp bebekten platese kadar tüm temel ihtiyaçları karşılanıyor. Kim bilir, belki de tüm bunlar 2039’da yapılması muhtemel Hatay referandumunun bir parçasıdır?
Bu isyan dalgalarının sonuncusu Türkiye’de olacağa benziyor. Maalesef Suriye’de yaşanan sıkıntılı dönem çok kısa bir zaman içinde İran ve Türkiye’de de yaşanabilir. İsmi lazım değil, bir adamın verdiği şu bilgiler bile durumun vahametini gözler önüne seriyor. “Irak bölünürse resmen Kuzey Irak’ta yeni bir devlet kurulacak, Suriye sınırında da
51
GENCAY
ÇEVRE POLİTİKASINDA ADALET İSTİYORUZ! Fatma Özge ÖZDEMİR “Uygarlık insanlarla doğanın arasını açmıştır…”
aynı kararlar alınmakta olup, uygulama konusunda ise çeşitli problemler yaşanmaktadır. Çevreyi korumaya yönelik Çevre ve Orman Bakanlığı’nın tek faaliyeti ‘’sürdürülebilir kalkınma’’ olmuştur.
Hüseyin Rahmi Gürpınar Çevre; insanların ve diğer canlıların yaşamları boyunca ilişkilerini sürdürdükleri ve karşılıklı olarak etkileşim içinde bulundukları fiziki, biyolojik, sosyal, ekonomik ve kültürel bir ortamdır. Çevre politikası ise; çevre sorunlarının önlenmesi, çevrenin korunması, iyileştirilmesi ve geliştirilmesi amacına yönelik olarak ilkeler belirlenmesi ve bu ilkeler ışığında düzenlemeler yaparak, ilgili düzenlemelerin geliştirilerek uygulanmasıdır.
Sürdürülebilir kalkınma konusunda ki politikası da, doğal varlıkların daha çok sermaye birikimi sağlamak üzere ekonomiye kazandırılması üzerinedir. Fakat kentsel sorunların çözüm yolları dikkate alınmadığı gibi; kentsel bir sorunumuzun olduğuna dahi değinilmemektedir. Ülkemizde bulunan alt yapı eksiklikleri hala giderilememiştir. Kentsel dönüşüm projesi kapsamında, toplum ve çevre sağlığı açısından ‘’kanalizasyon’’, “içme ve kullanma suyu”, ”atık su” , “katı atık” alanlarında ülkemiz, en geri kalmış ülkeler arasındadır. Çevre ve Orman Bakanlığı, çevre politikalarının her geçen gün geliştiğini söylese de, ülkemizde bulunan sanayileşme kuruluşlarının havaya saldığı karbondioksit miktarı AB ülkelerine
Çevre politikası çerçevesinde hükümetler, belirli hedef ve önceliklerde bulunmak zorundadır. Çevre politikasının temel hedefi; insan yaşamını ve sağlığını etkileyen faktörleri, şimdi ve gelecekte çevreden doğacak zararlara karşı korumasıdır. Çevre politikasının öncelikleri; insan sağlığının korunması, ekonomik verimliliğin sağlanması, kültürel ve tarihsel değerlerin korunmasıdır. Modern dünyanın en büyük problemlerinden biri de çevre sorunlarıdır. Çevreye olan duyarlılık gün geçtikçe artmaktadır. Çevre ve Orman Bakanlığı çevre sorunlarıyla alâkalı, tutarlı politikalar sergilemeye çalışmaktadır. Bakanlığın yıllardır bu politikalarla alâkalı olan tutumu hiç değişmemiştir. Sürekli 52
GENCAY oranla %37 daha fazladır. Bunun sebebi denetimlerin yetersiz olup, fabrikalara filtre takma işleminin uygulanmıyor olmasıdır. Ülkemizde bulunan belediyelerin sadece %69’ u kanalizasyon şebekesine sahiptir. Katı atık depolama sistemine sahip belediye sayısı ise yalnızca 1176’dır. Bu belediyelerin katı atık bıraktıkları alanlar ise; tarımsal alanlar, çayır-mera, yerleşim alanı, su kaynağı, turistik tesis ve havaalanı kenarlarıdır.
maliyeti daha fazla attırdığı için, hizmet sunabilmek adına içme suyu, kanalizasyon ve alt yapı sorunlarına ‘dünya bankası’ direktifiyle çözüm bulunmaya çalışılmış ve çevre hizmetleri sektöründe özelleşmeye gidilmiştir. Özelleştirmenin ise ülkemize getirileri, ormanlık alanlarda turizm tesisleri yapılması, eski binaların yerine gökdelenler dikilmesi, boşuna akan derelerin üzerine barajlar kurulması olmuştur. Gelişme olarak görülen bu faaliyetler çevre sorunlarının daha fazla artmasına neden olmaktadır. AB giriş sürecinde Çevre ve Orman Bakanlığı’na bakacak olursak; imzalamış olduğu birçok protokol ve sözleşmeler bulunmaktadır.2004 yılında imzalamış olduğumuz Kyoto Protokolü, Birleşmiş Milletler Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesi, Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu bu sözleşmelerden birkaçıdır.
Ekonomik dünya düzenine uyum sağlamak için önerilen yapısal uyum, az gelişmiş ülkelerin kamu sisteminde özel kesimin yararını azaltmak ve ülke ekonomisini dünya piyasalarına açmak için, doğal değerlerimizi kapitalizmde bulunan tek pazarlı yapıya dönüştürmek amaçlanmaktadır. Küreselleşme ile birlikte, devlet gün geçtikçe özel kuruluşlara borçlanmayı arttırmaktadır. Bu kamu yatırımlarının içindeki en büyük payı %62’lik oyla belediyeler üstlenmektedir. Ve yerel yönetimlerin en fazla dış borç sağladıkları kaynaklar özel bankalar olmaktadır. Dış borç almak
Kyoto Protokolü’nde ülkemizin konumuna baktığımızda sera gazı salınımının ve iklim değişikliğinin olumsuz etkileri artmaya devam ettiği için Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin niteliğini güçlendirmek adına Kyoto Protokolü müzakere edilmeye başlanmıştır. Müzakereler, iki buçuk yıl 53
GENCAY sürmüş ve Türkiye’nin 26 Ağustos 2009’dan itibaren protokol üyeliğine kabul edilmiştir. Kyoto Protokolu geçerlilik süresi 2012 yılı sonunda kadardır ve yerine nasıl bir sözleşme geleceği hala bilinmemektedir. Protokole halen 190 ülke ve AB taraftır. Yalnız bu 190 ülkenin içinde Amerika Birleşik Devletleri bulunmamaktadır. ABD’nin Kyoto Protokolü Sözleşmesine imza atmama sebeplerinden en mühimi ekonomi konusudur. Ve ABD, protokole imza atmadı diye O’nu kınayan, yerden yere vuran medya ise bizimdir. Bu durum çevre sorunları üzerindeki ekonomik çıkar savaşını tekrar akıllara getirmektedir.
* ‘Tabiatı ve biyolojik çeşitliliği’ koruma sorununun tek bir yasal çerçeve oluşturarak çözümleneceği varsayılmaktadır. * Öngörülen tasarı uygulamaları, doğal varlık ve süreçlere zarar veren yaşama etkinliklerini dışsallaştırmaktadır. * ‘Tabiatı koruma’ ve ‘biyolojik çeşitlilik koruma’ konuları birbirinden farklı eylem amaçları göstermektedir. * Bu tasarı doğal varlıkların korunmasını indirgemekte, doğal varlıkların var olabilmesi ve varlıklarını sürdürebilmelerinin temel koşulu olan doğal süreçler gerektiğince dikkate alınmamaktadır. * Bu tasarı ile diğer yasal düzenlemeler arasında hemen hemen hiçbir ilişki kurulamamıştır.
Hükümetler, uluslararası yaptığı sözleşmelerde nelerin altına imza attığına, hangi maddi ve manevi yükümlülüklere girdiklerine çok dikkat etmelidirler. Hatta bu konular üzerinde kamuoyu oluşturmalılar ve yasaların ülkemize iyi ya da kötü getirileri tartışılmalıdır.
Tasarı, doğal korumanın temel amaçlarından birisi olan planlama, siyasal iktidarın her türlü keyfiliğine açık bırakılmıştır! Bu tasarı kapsamında Çevre ve Orman Bakanlığı her zaman tek söz sahibi olmak istemekte ve son söz için Bakanlar Kurulu yetkili kılınmaktadır. Bu yetki ‘üstün kamu yararı’ gibi gösterilmekte olup, aslında tabiatın, endemik türlerin ve nesli tehdit altında olan yabani bitki ve hayvan türlerinin katledilmesidir.
Kyoto Protokolü masum görünse de, yanlış bir tutumun emaresidir. Ülkemizi maddi sıkıntılara sokarak, daha fazla dışa bağımlı hale gelme sebeplerimiz arasında yerini almaktadır. Tabiat ve biyolojik Çeşitlilik Koruma Kanunu Tasarısı olarak yansıtılan düzenlemede anayasanın 56. Maddesindeki ‘Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.’ yaptırımı gereğince artık gerçek kavranmalıdır. Kişiler ve kuruluşlar konu mankenliği görevinden sıyrılmalı, konu ve görüşlerini içtenlikle aktarmalıdır. Bu bağlamda tasarının dayandırdığı doğa koruma stratejisi yanlıştır. Çünkü tasarıda: 54
GENCAY Tasarının 17. Maddesinin 2. Bendinde bulunan ‘Özel koruma gereken yabani bitki ve hayvan türlerine ilişkin liste Bakanlıkça belirlenir.’ Yaptırımında gibi keyfiliklere olanak sağlanmıştır. Çelişkili, ne anlama geldiği belli olmayan, soyut kavramların tasarı da çokça yer alması tasarının tutarsızlığını ispatlamıştır.
kendine sunulan tasarılarda TBMM’de ilgili komisyonu kurarak görüşmeler yapmalıdır. Kendine ait daha fazla sürdürülebilir enerji ve kalkınma politikası üretmeli ve sadece üretmekle kalmayıp bunları faaliyete geçirmelidir. Üretilen çevre politikaları sadece sözde kalmamalı, zararı ve yararı tartışılarak ve uymayan maddelerin düzeltilmesiyle kamu yararına döndürülmelidir. Temiz hava sahaları oluşturulup, hava kirliliği bağlamında gerekli önlemler alınarak, toplum sağlığına önem verilmelidir. Çevre ve Orman Bakanlığı her türlü özelleştirmeden kaçınmalı ve satılacak bir çevremizin olmadığı her türlü yasalarla vurgulamalıdır. Unutmayalım ki, çevre bütün canlı ve cansız varlıkların yaşam alanıdır. Kimsenin tekelinde bulunan bir alan değildir. Her türlü, çevreyi alakadar eden konularda, toplumun düşünceleri arka palana atılmamalıdır. Ne olursa olsun sloganımız yeşil ekonomi ve temiz çevre olmalıdır.
Sonuç olarak, açıkladığımız her iki tasarı ve protokol gereğince, maddelerinde bulunan yetersizlikler ve tutarsızlıklar göz önüne alınmalı, bu bağlamda toplumun çıkarları göz ardı edilmemelidir. Ülke olarak küresel çevre politikalarını iyi değerlendirmeli, reel ve sanal düzlemde sağlık analizleri yapmalı ve sözleşmelerin getireceği yükümlülüklerin altında ezilmemeliyiz. Çevre ve Orman Bakanlığı
55
GENCAY
OSMANLI VE GÖNÜL SULTANLARI: ORHAN GAZİ VE KARA HOCA Vural Egemen SARIGÖZ geçen birçok talebe Osmanlı Devleti içinde şeyhülislam, kadı ve âlim görevlerinde bulunmuştur. Alâeddin Esved, Osmanlı’nın namlı Kara Hoca'sı, Osmanlı Devleti’nin temellerini sağlamlaştırıp, askerî ve mali teşkilatlarını kuran, evlat ve torunlarının da, yüz elli yıl devlete en üst seviyede hizmet etmesine vesile olan Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşayı da yetiştirdi. Osmanlı Sultanı Orhan Gazi, Kara Hoca'nın evine gelip, talebelerinden birini, kendisine dini konularda yardımcı olmak için vermesini isteyince, Çandarlı Kara Halil'i verdi.
Orhan Gazi babası Osman Gazi’nin vefatından sonra Padişahlığı devraldı. Osman Gazi Osmanlı Devleti’ni kurmuştu ancak bu devleti teşkilatlandırıp, güçlendiren, sağlam kökler üzerine oturtan Orhan Gazi olmuştur. Osman Gazi gibi çocuk yaşta bir yeterince dini bir eğitim alamamış ancak babasının birçok ilminden faydalanmıştır. Orhan Gazi başa geçtikten sonra hem Osman Gazi’yi hem de Orhan Gazi’yi gören ulemalar ‘’arada ki tek fark ten farkıdır’’ diyerek Orhan Gazi’nin Osman Gazi’ye ahlak yönünden ne kadar benzediğini vurgulamışlardır.
Sultan Orhan Gazi, âlimleri, evliyayı görüp gözeten bir zat-ı muhterem idi. O mübarek kimse, bir gün Alaeddin Esved hazretlerini ziyarete gitti. Onun medresesine vardığında, Alaeddin Esved hazretleri nafile namaz kılmakta idi. Orhan Gazi, avluda bekledi. Bu sırada farz namaz vakti geldi. Orhan Gazi ve orada bulunan Alaeddin Esved 'in talebeleri namaz için hazırlandılar. Namazın sünnetini kıldılar. Kamet okununca, Kara Halil’e namazı kıldırması için imam olmasını söyledi.
Orhan Gazi çocukluğunda da, padişahlığında âlimlere hürmet ederdi. Dönemin en büyük hocalarından olan Kara Hoca lakabıyla ünlenmiş Alâeddin Ali Esved Karahisari Hoca’yı İznik Medresesi müderrisi görevine getirdi. Kara Hoca memleketin dört bir yanından gelen talebelere ilim öğretti. Onun eğitiminden 56
GENCAY Kara Halil cemaate namazı kıldırdı. Alaeddîn Esved de, odasından çıkıp namaza katıldı. Namazdan sonra bir müddet sohbet ettiler. Orhan Gazi edebile dinledi. Sonra başını kaldırıp;
terbiye edip, İslam’ın emir ve yasaklarının, Devlet-i Aliyye-i Osmaniye içerisinde sünnet-i şerîfe uygun şekilde tatbikine gayret eyledi. Kara Hoca Alaeddin Esved Karahisâri, salih ameller işledi. Allah-ü Teâlâ’nın nice sevgili kullarını gördü. Gecesini gündüzünü ibadet ve ilimle geçirdi. İnsanlara hizmet etti. Herkese karşı merhametli oldu. İsteyeni geri çevirmedi. Kimseye kötü muamele ile davranmadı. Herkese nasihat etti. İnsanların doğru yolu öğrenip, Allah-ü Teâlâ’ya hakiki kul olmaları için çalıştı. Her işini Allah-ü Teâlâ’nın rızası için yapar, her sözünü O'nun emrine uygun söylerdi. Uzun bir ömür sürdükten sonra, 1397 yılında İznik'te vefât etti. İznik Şerefzade mahallesindeki türbesinde kıyamete kadar uykusunu sürdürecektir.
"Seferde ve hazerde, millet için sorun olacak hadiselerde hükmedip, hak ile batılı ayırmak, şer'î hükümleri beyan etmek için bir Hakim-i Samedani( savaş esnasında orduda din konularından yetkili kişi) lazımdır. Talebelerinizden birini benim ile sefere gitmek için tayin etseniz." deyip, meramını arz etti. Alaeddin Esved hazretleri Orhan Gazi'nin bu arzusunu kabul ettikten sonra talebelerine baktı. Her birinin; "Ne olur beni gönderme!" diye yalvarır bir hali vardı. Çünkü onlar, sultanlara yakın olan ulemayı dünyaya düşkün addediyorlar, sultanların, kötülüklerine, ulemanın ilimlerini âlet etmelerinden korkuyorlardı. Ancak, Sultan Orhan öyle bir kimse değildi. Yanına ulemayı, emretmek için değil, Allah-ü Teâlâ’nın emirlerini onun ağzından dinlemek için, kendisini Allah-ü Teâlâ’nın yasaklarına meyletmekten sakındırması için istiyordu. Kendisine kul değil, başına sultan arıyordu. Devlet sultansız, sultan ulemasız olmuyordu. Devletin bekası için sultana, sultanın yanlış yola sapmaması için ulemaya ihtiyaç vardı. Alaeddin Esved diye anılan Kara Hoca'nın talebelerinden birinin bu işi yapması lâzımdı. İş başa düşmüştü. Kara Hoca, en gözde talebesi Çandarlı Kara Halil'i Sultan Orhan Gazi'ye verdi. Kara Halil de, "Memur, mazurdur" hükmünce, hocasının emrine uyup Orhan Gazi ile birlikte gitti. Seferde ve hazerde, Sultana müşavirlik, anlaşmazlıklarda hâkimlik yaptı. Yanlış yola sapanları
Orhan Gazi’nin en büyük hocası babası idi. Babası Osman Gazi’nin oğlu Orhan Gazi’ye vasiyeti vardır. Vasiyeti şöyledir;
"Ey oğul! Her işten önce din işlerine dikkat et. Zira farzlara dikkat, din ve devletin güçlenmesine sebeptir. Din işlerini; dikkatli olmayan, itikadı bozuk ve doğru yoldan ayrılmaya yönelen, büyük günahlardan kaçınmayan, helale 57
GENCAY harama dikkat etmeyen sefihlere ve ayrıca tecrübesiz kişilere bırakma, devlet idaresinde bu gibi kişilere iş verme! Zira yaratandan korkmayan, yaratılandan hiç korkmaz. Büyük günah işleyen ve bunu devam ettiren kimsede sadakat olmaz. Böyle kişilerin sadakati olsa ümmeti olduğu Peygamber-i Zişan'ın sadık tebligatı üzere hareket eder de şer'i şerifin dışına çıkmazdı. Zulümden, bid'atten sakın. Zulme ve bid'ate teşvik edenleri devletinden uzaklaştır. Çünkü böyleleri seni zevale uğratmış olurlar.
edenlere yardım ile iltifat elini uzat, böylelerinin yakınlarını sıkıntıdan kurtar. Askeri erkânı iyi koru! Âlimler, fazıllar, sanatkârlar, edipler; devletin bedeninin gücüdür. Bunlara iltifat ve ikramda bulun. Bir kemal sahibi işitince onunla yakınlık kur, dirlikler ver ve ihsan eyle! Hükümetinde ulema, fazıl kimseler, erbab-ı maarif çoğalsın, siyaset ve din işleri nizam bulsun! Benden ibret al ki, bu diyarlara zayıf bir bey olarak gelip hak etmediğim halde bunca inayet-i celile-i Rabbaniye'ye mazhar oldum. Sen de benim yolumdan git ve bu Din-i Muhammedi'yi ve ashabını, başka sana tabi olanları koru. Allah'ın (c.c) hakkını ve kulların hukukunu gözet! Ve senden sonrakilere böyle nasihat etmekten geri durma. Ve adalet ve insafa riayet ile zulmü kaldırmaya devam ile her bir işe teşebbüs de Allah'ın yardımına güven. Halkını düşman istilasından ve zulme uğratılmaktan koru! Haksız yere hiç bir ferde layık olmayan muamelede bulunma! Halkı taltif et, hepsinin rızasını kazan".
Daima cihad ile devletini genişletmeye çalış. Çünkü uzun zaman sefer olunmazsa askerin secaatine; reislerin ve kumandanların bilgi, tedbir ve malumatına ağırlık ve noksanlık gelir. Böyle sefer işlerini bilenler ölür gider de yerine tecrübesiz kimseler gelir, bu yüzden de birçok hatalar meydana gelir ki, bundan da devlet büyük zararlar görür. Beytü'l-malı koru! Devletin servetini çoğaltmaya çalış! Şer'i şerifin ölçüsüne göre sana ait olana kanaatle, ihtiyaçlarından ve gerekli olanlardan başka lüzumsuz yere telef etme, israftan kaçın. Askerinle, malınla gururlanma. Zira onlar Allah yolunda cihad için milletin işlerinin yerli yerinde görülmesi ve cihana adalet ve fazileti yayman için vasıtadırlar.
Kaynaklar: 1-Osman Gazi’nin Oğlu Kitabı – Seracattin Siraç 2-Osmanlı Kitabı – 1. Cilt – Türkiye Gazetesi Yayınları
Sadakatle Allah rızası için çalışan devlet erkânını koru! Vefatlarından sonra böyle kimselerin çoluk-çocuğuna bak, ihtiyaçlarını karşıla. Halkından hiç kimsenin malına tecavüz etme! Hak
3- Osmanlı Yayınları
58
Sultanları
–
Semerkand
GENCAY
BİR TUTAM TÜRKÇE Fatma ORAKCI Etimoloji çalışmaları, bir kelime kökünün bilinen en eski devrinden günümüze kadarki gelişiminde anlam bağlantısı ve/veya ses değişimlerinin göz önünde bulundurularak yapılması ile daha sağlıklı hale getirilecektir. Yapılan her etimoloji denemesi bu alandaki ilerlemeye bir basamak, bir esin kaynağı oluşturmaktadır.
2. Ayran ‘Yoğurdun yayıkta çalkalanarak yağı alındıktan sonraki kalan sulu kısım’ Eski Türkçede ‘ayrān’ şeklindedir. *ayır- < *adır- kökünden gelmektedir. (ayır- / adır-) + an -an: fiilden isim yapma eki 3. Yufka ‘Oklava ile açılan, sacda pişirilen ince bir ekmek türü’ Orta Türkçede ‘yufka, yuwka, yupka’ şekilleri görülmektedir. *yuw(/f/p)-: inceltmek Yuw+-ka -ka: fiilden isim yapma eki
Türkçenin de birçok etimoloji sözlüğü hazırlanmıştır. Kimisi art zamanlı kimisi de eş zamanlıdır. Tam manasıyla eksiksiz bir çalışma yapılmamış olsa dahi Türkologlar çalışmalara devam etmektedirler. Çetin bir mücadele, büyük bir gayret ve zaman isteyen etimolojik çalışmalar yabancı dillerle mukayesenin yanı sıra bu alandaki diğer çalışmaları da gözden geçirmeyi gerektirmektedir.
4. Yudum ‘Bir içişte yutulacak miktar’ Yut+-(u)m Yut-: fiil kökü -(u)m: fiilden isim yapma eki
Bu yazımda da birkaç kelimenin etimolojisi üzerinde durmak istiyorum.
5. Bulamaç ‘Sulu, cıvık hamur’ Anadolu ağızlarında kullanımı görülmektedir. Bula- ‘Bir nesnenin her yanını başka bir maddeye batırmak’ bula-: fiil tabanı bula-ma+aş -ma: fiilden isim yapma eki Aş ‘Yemek, taam’ aş: isim kökü
1. Yoğurt ‘Mayalanarak oluşturulan, beyaz, belli bir kıvamı olan süt ürünü’ Eski Türkçede ‘yoġurt, yorġurd’ şeklindedir. *yu-ġYu-: yoğunlaştırmak Yu-ġ+-(u)r+-(u)t -ġ-: fiilden fiil yapma eki -(u)r-: fiilden diil yapma eki -(u)t: Fiilden isim yapma eki
6. Yumurta ‘Kanatlı hayvanların üremesini sağlayan bir tür besin maddesi’ Eski Türkçede ‘yumurka’, Orta Türkçede ise ‘yımırtġa, yumurtġa’ olarak kullanılmıştır. 59
GENCAY yum-(u)r-t-ka yum-: fiil tabanı -(u)r-: fiilden fiil yapma eki -t-: fiilden fiil yapma eki -ka: fiilden isim yapma eki
aş: sim kökü 8. Kavurga ‘Buğday, mısır, çedene gibi tahılların kavrularak yapıldığı kuru yemiş’ Anadolu ağızlarında kullanılmaktadır. ķaķ-ur-ġa ķaķ-: fiil kökü -ur-: fiilden fiil yapma eki -ġa: fiilden isim yapma eki
7. Bazlama/ bazlamaç/ bazlambaç ‘Sacda pişirilen kalın ekmek, gözleme’ Eski Anadolu Türkçesinde ise ‘bazlammaç’ şeklindedir. Dede Korkut Kitabında da geçen bu kelimeyi iki türlü tahlil etmek mümkündür. Baz-la-ma/ baz-la-ma+aş Baz: isim kökü -la-: isimden fiil yapma eki -ma: fiilden isim yapma eki
KAYNAKÇA 1. Prof. Dr. Tuncer Gülensoy, Türkiye Türkçesindeki Türkçe Sözcüklerin Köken Bilgisi Sözlüğü, TDK, Ankara, 2011.
60
GENCAY
GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN
61
GENCAY
BİLGİ ŞÖLENLERİNDEN
62
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.