www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 1 Sayı 10 - Kasım 2012 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com
İNTERNET DERGİCİLİĞİ ve BASILI DERGİLER MEZARLIĞI / Alperen KIZIKLI “TÜRK BİRLİĞİ” İLE TÜRKİYE / Bülent ERDİL TÜRKLÜĞÜN KANAYAN YARASI: DOĞU TÜRKİSTAN / Metehan ÇAĞRI ERİTİLEN İDEOLOJİK YAPILANMALAR VE TÜRKİYE / Sertaç EKEMEN TARİH ve MİLLİ BİLİNÇ / Mehmet SÜRÜBAŞI ŞAHSÎ MESELELERİM 1: TÜRK MİLLİYETÇİLERİNİN BENCİLLİĞİ / V. Gökberk MANGA ŞAHSÎ MESELELERİM 2: MEYDANI BOŞ BULDUK / Veysel Gökberk MANGA DEVLET MEFHUMUNA TIBBİYELİ BAKIŞ / Stajyer Dr. Abdullah KILAVUZ ERGENEKON / Kübra DEVELİOĞLU
GENCAY
İNTERNET DERGİCİLİĞİ ve BASILI DERGİLER MEZARLIĞI Alperen KIZIKLI Kıymetli okuyucu!
Eskiden beri var olan hepimiz çok iyi biliyoruz.
Sana kıymetli diyorum, çünkü günümüzde okuyucu bulmak sanırım dergilerin en önemli sorunlarından bir tanesi haline gelmiş durumda. Ülke genelinde veya kent genelinde çıkarılan yüzlerce, binlerce basılı dergi okuyucu bulamamanın sıkıntısını çekiyor ve çoğu bir iki sayı çıktıktan sonra dergiler mezarlığında yerini alıyor.
alışkanlıkları
Dergi dediğin basılı olmalı, insan dergiyi eline alıp sayfalara şöyle bir göz atmalı, hele bir de yeni sayı çıkmışsa, derginin kendisine has o matbaa kokusunu insan ciğerlerine çekmeli! Dergi dediğin bilgisayarda mı okunurmuş canım! Gözümü çok yoruyor, saatlerce ekrana bakmak iş değil! Yukarda yazdığım cümleleri sıkça işitiyoruz. Fakat insanlara dergiyi basarsak abone olur musunuz dediğimizde, nedense aynı iştahlı cümleleri duyamıyoruz. Çok değil çocukluğumda her ev bir gazeteye abone idi. Sabah saatlerinde okula giden öğrencileri almaya gelen servisçiler ile motosikletleriyle gazeteleri dağıtmaya gelen dağıtıcıları görmek sıradan bir olaydı. Basılı olan her şey o kadar kıymetliydi ki her evin bir ansiklopedi seti muhakkak olurdu. İtiraf ediyorum ben doktor olmayı evimizdeki “DOKTORUNUZ” adlı ansiklopedi seti sayesinde düşünmeye başladım. Biyolojiye olan sevgimin temelini atan da gene bu ansiklopedi setiydi.
Gencay Dergisi’ni çıkardığımız arkadaşlarla sürekli dergiyi e-dergi olmaktan çıkarıp, basılı dergi haline getirmemiz hakkında konuşuyoruz. Fakat basılı bir derginin külfetinden, maddi yükünün altından kalkıp kalkamayacağımız şöyle dursun, Türkiye’deki birçok ile basılı olarak dergimizi ulaştırıp ulaştıramayacağımız hususunda da derin tereddütlerimiz bulunuyor.
10 – 15 yıl önce lisedeki öğrencilerin kütüphaneye gidip ödevleri için araştırmada bulunması, şimdilerde sinek 1
GENCAY avlayan il kütüphanelerinin dolu olması alışık olunan bir durumdu. İnsanlar detaylı bilgiye sadece üniversite ve il kütüphanelerinin arşivleri sayesinde erişebiliyordu. “Google” gibi bir arama motorunun olmaması, insanların bilgiye ulaşmak için mücadele vermesine neden oluyor; haliyle zor ulaşılan bilgiyle yazılan her şey kıymetli ve özel oluyordu. Basılmayı hak etmiş her yazı, makale ve kitap bu sebepten ötürü değerliydi.
dergide yer alacak yazı basılmayı hak edecek kadar kıymetli olmalıydı. Günümüzde artık her konuda, her bilim dalında onlarca dergi çıkarılıyor. Rekabet arttı, sayı arttı fakat dergi başına düşen okuyucu sayısı gittikçe azaldı. Derginin basılması ve dağıtılması külfetine karşılık okunma oranı dergiyi çıkaranları tatmin etmiyor, satış gelirleri artık dergi için bir ticari değer arz etmiyor. Dergiler okuyucuların desteği ile değil aldıkları reklamlarla, tabi onu da alabilirlerse, ayakta durmaya çalışıyor. Dergiciler, reklam verenlerin ricaline uygun yazıları yayınlamak zorunda kalıyor ve reklam verenler marka değerlerine zarar verecek yazılara rahatlıkla sansür uygulayabiliyor. Reklam vermemesine rağmen dergilere maddi yönde destek sağlayanlardan yapılardan birisi de siyasi partiler onlara göze çarpıyor. Siyasi partiler kendi saflarına yakın isimlerin yazdıkları dergileri el altından destekliyor ve dergiler zamanla özgür bir yayın organı olmaktan çıkıp; çeşitli güçlerin propaganda aracı haline geliyor.
1960’tan, 90’lı yılların ortasına kadar çıkarılan dergilerin, gazetelerinin okuyucu bulamama gibi bir sıkıntısı yoktu. Zaten zor şartlarda ortaya çıkarılan az sayıdaki yayın organının haliyle okunmama gibi bir olasılığı da bulunmuyordu. Serdengeçti, Orkun, Atsız Mecmua, Bozkurt ve Devlet gibi bizim dediğimiz dergilerimizde yazılan yazılar, bu sebeple milliyetçi fikir dünyasında kolaylıkla yankı buluyordu. Bu dergilerde yazan gençler çok değil 10 sene sonra Türk milliyetçiliğinin düşünürlerinden biri haline geliyordu. Dergi çıkaranlar, dergiyi nasıl satacaklarını değil bir sonraki sayıda ellerindeki yazılardan hangisinin dergide yer alması gerektiğini düşünüyorlardı. Çünkü dergiye sıradan bir yazı konamazdı,
Abone bulmak dergiler için ciddi bir sorun haline gelmiş durumda ve en çok satan dergiler bile 10.000 ile 20.000 arası satış rakamına çok zor ulaşıyor. Gazeteler, o günün gazetesinde yer alan haberleri ve köşe yazılarını internet sitelerinde de yayınladıkları için para verip alınmaya değer bir meta çıkıyor. Gazetecilik yerini olmaktan yavaş yavaş internet haberciliğine bırakıyor. Elektronik dergicilik, basılı dergiciliğin sonunu getiriyor. 2
GENCAY ilk elektronik dergilerinden birisi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kilit, Yaş Türkistan, Genç Arkadaş adlı dergiler de Gencay ile aynı dönemlerde çıkmaya başlamış milliyetçi fikir dünyasının çeşitli elektronik dergileri olarak göze çarpıyor.
Çok değil on veya on beş yıl sonra dergicilikte yeni bir anlayışın ve tarzım hâkim olacağı aşikâr... Dergiler ve gazeteler basılmayıp, internet ortamında yayınlanacak. Akıllı telefonlara veya bilgisayarlara e-dergi, pdf dosyası olarak indirme karşılığında dergiler ve gazeteler yayın geliri elde edecek, haliyle dağıtım ve basım masrafları ortadan kalkacak. Dergilerde ve gazetelerde yayınlanan yazılara artık sadece resim değil video da eklenebilecek. Görsellik daha da artacak, okuyucu ekranda gördüğü metni istediği gibi büyütüp küçültebilecektir.
Nasıl ki biz gençler geçmişte çıkarılan çeşitli Türk Milliyetçisi dergileri sevgiyle ve hayranlıkla anıyorsak, sanırım bizim çocuklarımız da şimdilerde çıkan bu elektronik dergileri benzer duygularla anacaklar. Sözü çok uzatmadan, Gencay Dergisi’nin de bu değişimin farkında olarak yayıncılık yapmasının daha doğru olacağını, basılı bir dergi olmak için çabalamayıp e-dergi formatını geliştirerek yayın hayatına devam etmesinin gerektiğini düşünüyorum.
Dünyanın her yerine kargo masrafı olmadan dergi ulaşabilecek ve internetin olduğu her ülkede dergiler abone sahibi olabilecekler. Dergiciler, dergilerinin okunması için büyük paralara ve reklam verenlere ihtiyaç duymadan daha özgür bir yayıncılık politikası geliştirebilecekler. Daha özgür dergiler için basılı dergiciliğin sonunun gelmesi maalesef ki gerekmektedir.
Dergiyi, elektronik ortamda okumayı sevmediğini ifade eden kıymetli okuyucularımızın da arzu ederlerse yazıcılarından renkli veya renksiz çıktı alarak yazılarımızı okuyabileceklerini söylemek istiyorum.
Bu değişimin farkında olan çeşitli sivil toplum kuruluşları dergilerini artık elektronik ortamda yayınlamayı tercih etmeye başladı bile. Çünkü elektronik ortamda yayınlanan dergi için daha az harcama yapılıyor, kurumun düşünceleri uçsuz bucaksız kitlelere bir tıklama ile ulaşabiliyor. Basılı dergiler de bu gerçeğin farkına varmalı, elektronik dergicilik alanında da yavaş yavaş yer almaya çalışmalıdırlar.
Gencay Dergisi’nin, geçmişte Türk milliyetçiliği fikir hayatına katkıda bulunan ve nice aydınların yetişmesine vesile olmuş dergiler gibi bir dergi olmasını ümit ediyorum. İnşallah bu dergi ilk günkü azmi, heyecanı ve yeni çözümler ortaya koyma ülküsü ile yayın hayatına yıllarca devam edecek ve gençlerimizin fikir hayatına olumlu yönde katkıda bulunacaktır.
Gencay Dergisi fikrimizin basılı ilk dergilerinden değildir. Ancak yayınlanmış 3
GENCAY
“TÜRK BİRLİĞİ” İLE TÜRKİYE Bülent ERDİL Ekim ayının 13 ve 14’ünü kapsayan iki günde “sozkonusu.net” sitesinin yazarları olarak Samsun’da, İlkadım Belediyesi’nin konuğu olarak ikinci çalıştayımızı düzenlemiştik. Yapmış olduğum sunumdaki konum “Turan mümkün müdür? Mümkün değilse nasıl mümkün hale getireceğiz?” idi.
buluşulmalıdır. Türkiye’nin benmerkezci, şımarık bakışının yarattığı olumsuzluklardan ders çıkarmalı; bu politikalardan uzaklaşılmalıdır. İkincisi, güçlü bir ortak ekonomik birlik… Tüm Türk ülkelerinin güçlü bir ekonomiye sahip olmaları gerekmektedir. Bu güçlenmenin temelinde de ağır entegre tesislerine, büyük ölçekli sanayi tesislerine ve gelişmiş bir savunma sanayisine sahip olmak vardır. Ortak ekonomi politikaları geliştirilerek; bütünlük içinde hareket edilmesi gerekmektedir. Türkiye’ye sağlayacak yarar ya da zararları hesaplanmayan, birçok kayba yol açacak olmasına rağmen, ısrarla peşinden koşulan AB sevdasından vazgeçilmelidir. Türkiye ve diğer Türk ülkelerine katkı sağlayacak oluşumlar üzerinde durulmalıdır. AB’ye üyelik sürecinde yapılan ve Türkiye’yi yüz milyarlarca Dolar zarara sokan Gümrük Birliği’nden bir an önce çıkılmalıdır.
“Turan” Türkçe bir sözcük olmadığından, başka bir toplumun gözlüğüyle dünyaya bakmanın yanlış olduğunu, ayrıca bazı ülkelerde bu kavramın diğer Altay halklarını da içerecek biçimde kullanıldığını; bu yüzden dünyaya kendi penceremizden bakacak olursak, bu ülkü adının “Türk Birliği” olması gerektiğini belirtmiştim.
Türk Birliği’nin gerçekleşmesi için neler gereklidir? Öncelikle ortak dil… Yüzyıllardır birbirinden ayrı düşmüş ve böylece konuştukları dilde farklılaşmalar oluşan bu millet ortak bir dilde anlaşmalıdır. Türkiye, kendi Türkçesi’ni diğer Türk ülkelerine sürekli olarak dayatmadan artık vazgeçmelidir. Tüm Türk topluluklarından oluşan bir bilim heyetinin çalışmaları doğrultusunda herkesin kabul edeceği ortak bir noktada 4
GENCAY Üçüncüsü ortak bir toplum ve kader birliği…
Bu kutlu ülkünün önünde öyle bir engeldir ki, evlere şenlik…
Birbirlerinden ayrı düşen, dünyanın farklı coğrafyalarına saçılan Türk milletini sosyal ve kültürel açıdan bir araya getirecek çalışmalar yapılmalıdır. Ortadoğu ya da batıda ortaya çıkan her gelişmenin yakından takip edilmesine rağmen; kendi milletimizin yaşadığı sorunların görmezden gelinmesi, ya da bilinmemesi kahredici bir durumdur. Batılı strateji uzmanlarının dediği gibi: “Türkiye’nin ilgisini Türk Dünyası’ndan uzak tutup; gücünü Arap çöllerinde ve Avrupa’nın çıkmaz sokaklarında tüketmesini sağlayabilirsek, rahat nefes alabiliriz.” düşüncesi doğrultusunda Türkiye’nin doğru yolda(!) ilerlediğini görebiliriz. Özellikle medyanın bu konuda Türk toplumunu önemli ölçüde etkisi altına aldığını, sanki Türk dünyası yokmuş gibi, buradan bihaber bir Türkiye oluşturma çabası içinde olduğunu üzülerek görmekteyiz. Kendi çocuklarını şehit eden eli kanlı peşmerge türemelerini şeref konuğu olarak ağırlayıp, onlarla gurur duyan; ancak MHP Kurultayı’na çağrılan, Güney Azerbaycan Milli Uyanış Hareketi lideri Mahmut Ali Çöhreganlı’yı havaalanından geri çeviren Türkiye… Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük soykırımını görmüş Uygur kardeşlerimizin anası Rabia Kader’e vize vermeyen; Onların Türkiye’de bulunan sürgündeki Doğu Türkeli hükümetini Çin’in gözüne girmek için sınır dışı eden Türkiye…
Ve en önemlisi… Tüm Türk ülkelerinde olması gereken, bilinçli bir milliyetçi yönetim iradesi… İşte en büyük sıkıntı da buradadır. Özellikle Türkiye…
5
GENCAY Kıbrıs’ı pazarlamaya çalışırken, elinde patlatan Türkiye…
dönüp, “Hepimiz Filistinliyiz” sloganlarıyla sokaklara dökülüp, elde onların bayrakları; çılgınca bağrışan Türkiye…
Yanı başındaki İran’da yaşayan 40 milyon Türk’ün sesini duymayan, onları yok sayan Türkiye…
Kerkük’ü, Telafer’i, Irak’taki bütün Türkleri peşmergelere peşkeş çekip, onları ölüme terk eden Türkiye…
Hocalı’da yaşanan soykırımı hala kabul etmeyen; pişkince “katliam” demekte ısrar eden Türkiye…
Büyük, güçlü ve çağdaş bir Türk Birliği için yollar zorlu… İçinde şerefli “TÜRK”ün adının geçtiği; ancak eylemlerinin bu sıfatla uyuşmadığı “Türkiye” engeli aşılırsa, iş kolay…
Daha 100 sene önce, 100 binlerce atasını kutsal topraklarda alçakça katledenlerin torunlarına, öz kardeşinden çok değer veren; onlara duyduğu hayranlıkla başı
6
GENCAY
TÜRKLÜĞÜN KANAYAN YARASI: DOĞU TÜRKİSTAN Metehan ÇAĞRI Coğrafi konum olarak incelediğimizde Doğu Türkistan’ın üç yanı dağlarla çevrilidir. Bunlar Altay Dağları, Tanrı Dağları ve Koyunlu dağlarıdır. Doğu Türkistan’ın doğu tarafı ise kum çölüdür. Siyasi konum olarak baktığımızda Doğu Türkistan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Pakistan, Hindistan ve Çin1 ile komşudur. Doğu Türkistan Asya ülkelerine ulaşım noktasında merkezi konumdadır. Ayrıca bu coğrafya, tarihi İpek Yolu’nun üzerindedir ve önemli bir kavşak durumundadır.
anayurtlarından biri tabirini kullanmak için daha doğru olacaktır. M.Ö 8 yy ile 3 yy arasında İskit Türklerinin hükümranlığında olan bu topraklar, M.Ö 300-M.S 93 arasında Hun Devleti’nin, 522744 arasında Göktürkler’in, 744-840 yılları arasında Uygur Devleti’nin, 751-870 yılları arasında ise Karahanlılar Devleti sınırları içinde yer almıştır.2 Doğu Türkistan, 18.yy’a kadar Çin İmparatorluğu ile barış içinde yaşamıştır. Ancak 1759 yılında Çin-Mançu İmparatorluğu tarafından işgal edilmesi ile barış dönemi son bulmuştur. Doğu Türkistan’dan Şincang’a Doğu Türkistan topraklarının işgal edilmesinin ardından bölgede yapılan ilk değişiklik, bölgenin adının değiştirilmesi olmuştur. Mançu tarafından işgal edildikten sonra 18 Kasım 1884’te Doğu Türkistan’ın adı “Sinjank” olarak 3 değiştirilmiştir. Bu coğrafyadaki ülkenin adının hem resmi olarak hem tarihi olarak “Doğu Türkistan” olmasına rağmen “Şinjank/Şincang” adı verilmiştir. Şincang, “yeni sınır”, “yeni kazanılan” anlamına gelmektedir. Bu ismin verilmesindeki amaçların başında “Doğu Türkistan” adının unutturulması gelmektedir. Bu
Bu toprakların geçmişine yolculuk yaptığımızda, Türk tarihi için ne kadar önemli ve kutlu olduğu görülecektir. Doğu Türkistan, Türklerin en eski ata yurtlarındandır. 2800 yıllık bilinen bir Türk varlığı belki de en eski
2
M.Rıza Bekin, ‘Doğu Türkistan Gerçeği’, Yeni TürkiyeTürk Dünyası Özel Sayısı II 3 Rana Türkistan,‘Doğu Türkistan Gerçeği’, Yeni Türkiye-Türk Dünyası Özel Sayısı II, s.1415
1
Dr. Meşkure Yılmaz, Türklerin Dünyası, Kripto Yayını, 1.Baskı Ankara, s.397
7
GENCAY değişiklik yüzyılı aşkındır süren baskı, zulüm, asimile politikalarının başlangıcıdır. Öyle ki Doğu Türkistan’ı tarihte tamamen yok etmek amacı ile 1949 yılına kadar pasaport ve parada kullanılan “Doğu Türkistan” ismi tamamen yasaklanmıştır. 1949 yılında komünistlerin yönetime gelmesi ile bölgenin resmi adı önce “SinkiongSincang” olmuştur. 1955 sonrasında ise bölge Sincang Uygur Özerk Bölgesi olarak anılmaya başlanmıştır.4 Milliyetçi Hükümetten Hâkimiyete
Yusuf Alptekin, Mehmet Emin Buğra, Mesut Sabri Baykoz, ülkeye davet edilmiştir. Yapılan anlaşma sonucu Urumçi’de 15’i Türk 10’u Çinli, 25 bakanlıklı bir hükümet kurulmuştur. Bir müddet bölgede Çinleştirme politikaları devam etse de, bölgenin Çin’den uzak olmasının ve Rusya gibi faktörlerden dolayı Çinli valinin yerine Mesut Sabri Baykoz, hükümet genel sekreterliğine ise İsa Yusuf Alptekin atanmıştır. Böylelikle yönetim milliyetçilere bırakılmıştır.
Komünist
Doğu Türkistan 1863, 1933 ve 1944’te olmak üzere üç defa bağımsız devlet kurmayı başarmıştır. Fakat her seferinde Çin Devletinin baskı ve zulmüyle karşılaşmıştır. 5 Milliyetçi hükümetin icraatları Çinli ve Rus çevrelerde rahatsızlık uyandırmıştır. Bu icraatların başında eğitimin millileştirilmesi gelmektedir. Türkleşme prensibi üzerine gerçekleştirilen bu politika, 1884’te bölgenin adının unutturulmaya çalışılması ile başlayan baskı ve zulme karşı adeta bir “Artık Yeter!” sloganı olmuştur. Milli eğitim politikası ile milli tarih, milli kimlik yeniden özgür hale getirilmek istenmiş, 2800 yıllık Türk vatanı olan Doğu Türkistan’daki o kültürü yeniden dolu dolu, canlı canlı yaşatmayı sağlamak istenmiştir. Ancak yaşanan rahatsızlıklar hemen kendini göstermiş ve 1948 yılında Doğu Türkistan’da bulunan Çin Silahlı Kuvvetleri Başkumandanı bir bildiri yayınlayarak milliyetçileri Ruslardan daha tehlikeli ilan etmiştir.
1944 yılında gerçekleşen ayaklanma ile Sarı Türkistan Cumhuriyeti bağımsızlığını ilan etmiştir. Bununla birlikte Rusya, devleti kuran özgürlük savaşçılarına çeşitli yardımlarda bulunmuş ve Çin ile antlaşma yapmalarını teklif etmiştir. Çin ile görüşmelerin başlamasıyla Doğu Türkistan’ın önemli isimlerinden İsa 4 5
İsmail Cengiz, A.g.e, s.1405 Rana Türkistan, a.g.m, s.1415
8
GENCAY 1949 yılan gelindiğinde, Mao’nun komünist siyaseti Çin’de etkisini göstermeye başlamış ve komünist Ruslarla (SSCB), Çin Hükümeti iyi ilişkiler göstermesi sonucu İsa Yusuf Alptekin ve arkadaşları görevi bırakmaz zorunda bırakılmış ve milliyetçi hükümetin icraatları durdurulmuştur. Komünist Çin, Doğu Türkistan’ı işgal etmiş, binlerce Uygur ve Kazak Türk’ü Hindistan ve Pakistan’a iltica etmiştir. On binlerce aydın öldürülmüş ve hapse atılmıştır. Mesut Sabri Baykoz’da bu dönemde şehit edilmiştir. 6
milli ve dini özelliklerinden ayrılmak istemediklerinin en açık göstergesidir.7 Doğu Türkistan Türkleri’nin özgürlük mücadelesinin bayrağı bugün Rabia Kadir tarafından taşınmaktadır. 1999’da Çin hükümeti tarafından hapse atılan Rabia Kadir, uluslararası baskı sonucu 2005 yılında bağımsızlığına kavuşmuş ve 2006 yılında yapılan Dünya Uygur Kurultayı’nın başkanı seçilmiştir. Bugün mücadelesini ABD üzerinden yürüten Rabia Kadir ne yazık ki Türkiye’ye girememektedir. Özbek TV'nin yaptığı bir röpörtajda kendisine Türkiye'den beklentileri var mı diye sorulduğunda: Türkiye Hükümetinden Türkçülük veya İslam namına bile değil sadece demokrasi ve insan hakları namına destek bekliyoruz ama henüz bunu da alamadık demiştir.
Yeniden Mücadelenin Adı; Rabia Kadir Çin’in işgalinin ardından günümüze değin yapılan işkence, baskı ve zulme rağmen Doğu Türkistan halkı mücadelesini bırakmamış ve bölgede yarım asır boyunca birçok ayaklanma çıkmıştır. Milli ve dini nitelikte olan bu ayaklanmaların bir kısmı dünya basınında da ses getirmiştir. 5 Nisan 1990’da Barın Ayaklanması, Temmuz 1995’te Hotan ayaklanması, 5-6 Şubat 1997’deki İli ayaklanması Doğu Türkistan Türklerinin
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın basına, ‘Rabia Kadir’in Türkiye’ye giriş yapmak için vize başvurusunda bulunursa vize verileceğini8 duyurmasına rağmen, Rabia Kadir vize başvurusunu yapmış fakat Türkiye Rabia Kadir’e vize vermemiştir9. Milli politikalardan yoksun Türk Hükümetinin 7 8
Dr. Meşkure Yılmaz, a.g.e, s.395
http://www.zaman.com.tr/newsDetail_getNewsById. action?haberno=867713
6
Tarihte Doğu Türkistan’da Kurulan Devletler, http://www.uygur.lam/trarg/tarihten/tarihteDoğuTür kistandakurulan.htm
9
http://www.haberhurriyeti.com/HaberDetay/43964rabia-kadir-e-vize-verilmedi.aspx
9
GENCAY söylem ve icraat arasındaki bu farklılıkları samimiyetsizliğin bir göstergesidir. Doğu Türkistan’da yaşanan işkence ve zulme karşı büyük bir kitle Rabia Kadir’in verdiği mücadelede yanındadır ve Doğu Türkistanlı kardeşlerinin acısını yürekten hissetmektedir.
tekrar kavuşacaktır. Milli Politikalardan yoksun Türk Hükümetine rağmen Türkiye Türkleri, Doğu Türkistanlı kardeşlerinin yanındadır. Al Bayraktan Gök Bayrağa selam olsun…
İnanıyoruz ki, Doğu Türkistan’da Türklere yapılan baskı ve işkenceler bir gün son bulacak ve Doğu Türkistan özgürlüğüne
10
GENCAY
11
GENCAY
ERİTİLEN İDEOLOJİK YAPILANMALAR VE TÜRKİYE Sertaç EKEMEN Küreselleşmenin dünyada hüküm sürdüğü son elli yıl içinde, özellikle SSCB ve reel sosyalizmin dünya ekolünden silinmesinden sonra, batı ve doğu dünyası, neo-liberal konjonktürde bir yapıya sürüklenmiştir. Bu bağlamda Arap dünyası Baas rejimlerinden soyutlanmış; Çin, Maocu kültür devrim sürecinden sıyrılıp açık pazarın yuvası haline gelmiştir. Bunun dışında, sömürgeleri üzerindeki gücünü kaybetmiş Ada Avrupası, meşruti monarşik yapısını Blair’dan sonra üniter bir modelden daha federal bir yola çevirmiştir. Amerikan hegemonyası 1990 – 2012 yılları içerisinde, kendi ekonomik sistemini tüm dünya ekolüne oturttuğu gibi, kurulduğu günden beri hiçbir değişikliğe uğramayan liberal ideolojisini ‘Neo’ zemine çekerek tüm dünyayı bu şekilde örgütlemeye başladı. İşte bu çalışmalar içerisinde, stratejik kanallardaki iki önemli ülke olan Türkiye ve İran bu yapılanma içerisinde ayrışmanın sembolü olmuştur.
Osmanlı devletinin dağılma sürecinde ortaya çıkan ve bu dağınıklığı tekrardan düzenlemek için ortaya konan Türkçülük akımı, Enver Bey ve Mustafa kemal gibi etkin bireyler tarafından biçimlenmeye başlanıyordu. Enver Paşa, Orta Asya Türkçülüğünü hedef alıp başarısız olmuştu. Ancak Mustafa Kemal’in Oğuz – Anadolu Türkçülüğü ile kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti bu akımın ardılı bir siyasi hareket olarak kendini bulmuştur. 1950 yılına kadar tıpkı Amerikan liberal ideolojisi gibi, hem ekonomik hem de siyasal örgütlenme alanında kendine has uygulamaları olmuştur. Ekonomik örgütlenme sistemini, Demokrat Parti’nin tüm ülke genelinde iktidar olmasıyla Amerikan – Batı Avrupa sistemine çevirmiştir. Bu dönemden itibaren yarı devletçi bir ekonomik yapılanmada olan 165 milyonluk bir halkın tek bağımsız devleti, serbest piyasa ve karma ekonomi göstergesinde, 24 Ocak 2012 tarihine kadar, tamamen serbest piyasacı noktaya gelmiştir. Artık milli ekonomi modelini terk eden Türkiye 12 Eylül darbesiyle beraber sözde apolitikleştirme adı altında milliyetçi bilincinin de tasfiye edilme sürecine girmiştir. Ortadoğu’da yükselmeye başlayan Arap milliyetçiliğine karşı Batı tarafından desteklenen Müslüman Kardeşler’in tüm Arap dünyasına hâkim güç olmasının yanı sıra, Türkiye de 1983 12
GENCAY Refah Partisi kurulma süreciyle Anadolu’daki siyasal İslam hareketi iktidar olmak için örgütlenmeye başlıyordu. 1997 yılına gelindiğinde ise, kendine has bir yapıya giren İslami hareket, batılı normlardan sıyrılarak kendi ideolojik tabanını oluşturmaya ve bunu uygulamaya dökmeye karar vermişti. Özellikle İran ve Filistin İslami hareketleriyle bir ittifak haline gelmesiyle, Amerikan hegemonyasından sıyrılmıştır. Bu da beraberinde 28 Şubat sürecini ve AKP’nin oluşumunu getirmişti. Milli ülkü varlığının ne kadar önemli olduğu, PKK’nın ilk kurulduğu günden beri eğitimcilere ve eğitim kurumlarına saldırmasından iyi biçimde anlaşılmaktadır. Bugünlerde zorunlu eğitim sisteminde milli Türk bilincinin şekli tutkalları bir bir eğitim kitaplarından çıkarılmaktadır. Özellikle Yüksek Öğretim Kurumu Kanunu’ndan ‘Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı bireyler yetiştirme gayesi’ maddesinin çıkarılması ve ‘ideolojiler üstü’ bir yapılanmaya sokulması, buna örnektir. Bu olay, 1970’li yıllardan itibaren başlayan küreselleşme ve Neo-liberalleşme sürecinin Türkiye ayağında, siyasal örgütlenme noktasında yapılmış en somut adımlarından biri olarak tarihe geçecektir.
Bu oluşan yeni model ve diyalogcu hareket, 1951 – 1979 yılları arasında İran şahı olan Muhammed Rıza Pehlevi’nin, kendince yeniden bir Şiilik tanımı yaptığı gibi aynı strateji ile planlanmış, İran halkı gibi Türk halkının da dini inançları kullanılarak, hakim ideolojiye giden yolda dinsel faktör kullanılmak istenmektedir. Türkiye’deki 2002 sonrası İslami hareket, Milli Görüş hareketine göre söylemlerini merkezileştirmeye ve okyanus ötesi ideologlarıyla post-modern bir hale gelmiş durumdaydı. Tüm bu gelişmeler devam ederken Türkiye Cumhuriyeti’nin değer yargıları, anayasal bir uzlaşma olmadan, çoğunluğun baskısına uyularak birer birer ortadan kaldırılmaya başlanmıştı. 12 Eylül ile Türk milliyetçiliğinin anayasal tanımına darbeler indirilip daraltılmaya başlanması, günümüzde Türklük tanımının anayasadan çıkarılıp; üniter yapıdan federal hatta büyük şehir kanunları ile konfederal bir yapıya sokulmaya çalışıldığı görülmektedir.
13
GENCAY
TARİH ve MİLLİ BİLİNÇ Mehmet SÜRÜBAŞI ya da onları irdelemek de yeterli değildir. Tarih, insan topluluklarının geçmişte Sorgulayıp yorumlamak, olayların yaşadığı olayların yer ve zaman sebeplerine inmek ve bu verileri günümüz gösterilerek sebepleriyle anlatılmasıdır. koşullarınca değerlendirmek, bir nevi (Mehmet Niyazi) Bilimsel anlamda tarihi geleceğe uyarlamak, ondan yararlanmak başlatan eylem, yazının bulunmasıdır. gerçek tarih bilincidir. Tarihi Nitekim yazıdan önceki dönemler, tarih irdeleyebilmek ve anlayabilmek, öncesi devirler olarak adlandırılmıştır. geçmişten günümüze olan süreci bir Yazının bulunuşu, tarihin ancak yazıyla en bütün olarak değerlendirmek ve zamana doğru biçimde kalmasını sağlamıştır. bu bütünden bakabilmekle olağandır. Çünkü aktarma tarih ya da sözlü tarih Sadece geçmiş algısı olarak olarak adlandırdığımız kaynaklar zamanla değerlendirilen tarih, eksik tarihtir. Tarihi doğruluğunu kaybetmeye başlamış; olaylar tek başlarına anlam ifade gerçek olmayan öğeler olaylara dâhil etmeyecek, ya da doğru anlam ifade edilmiştir. Tarihin konusu insanlar olduğu etmeyecek kadar eksiktirler. Tarihi bir gibi; hayvan, bitki, eşya vb. de olabilir. ‘’yap - boz’’ olarak düşünürsek, tarihi Ancak tarihi anlamlı kılan en önemli öğe olaylar da yap- bozun parçalarını insandır. oluşturacaktır. Böylece tarih, ancak parçaların tamamı ya da büyük çoğunluğu birleştirildiği zaman anlaşılabilecektir. Tarih yaşayan bir organizmadır. Organizmadan kasıt, tarihi olayların değişken oluşu değildir. “Tarih, insanların ne yaptıklarını bilmek değil; ne düşündüklerini anlamaktır.”(Collingwood) sözüyle de ifade edildiği gibi sabit olan bir olayın yorumlarla değişkenlik kazanmasıdır. Yorumlardan ziyade, gerçeğinin nasıl olduğuna dair soruları cevaplandırılamayan bir sürü tarihi olay da bulunmaktadır. Eğer tarih organizma gibi olmasaydı; tek ve sabit bir tarih yazılır, bu yazılan tarih geçerli olurdu. Oysaki bugün tarihin yazımı milletten millete değişmektedir. Bireyin tarihten ne anladığı, tarihi bir organizma ya da
Tarihe eğilmek ya da ona yüz çevirmek, bireyin zihnindeki tarih tanımının ve tarih anlayışının sonucudur. Kişi, tarihi kronolojik sıralamadan ibaret olaylar zinciri olarak görüyorsa; o bireyde tarih bilinci noksanlığından söz edilebilir. Birey, tarihi olayların sebeplerini irdeliyor, sorguluyor ve onlardan çıkarımlar yapıyorsa gene tarih bilincinden söz edilemez. Yorum yapmak 14
GENCAY geçmişin atıldığı çöplük görmesinden ileri gelmektedir.
olarak
belleğinin olmadığını, zamanla büyüdükçe onu doldurduğunu söylemiştir. Yeni doğmuş bir bebeğin anasından çalınabileceğine ama 7 yaşına gelmiş bir çocuğun (millet haline gelmiş topluluğu kastediyor) ondan ayrılmasının zor olacağını söylüyor. İnsan kalabalığı milletleşme sürecinde milli bellek dolacak, o bellekteki değerler bütünü, bireyler arasında bir bağ olacak ve aidiyet duygusunu güçlendirecektir. Milli bellekte yaşanan bunalımların yoğunluğu da milli birliğe o derecede katkı sağlayacaktır. Çünkü insan doğası gereği en sıkıntılı dönemlerde, aidiyet duyduğu toplum için kişisel çıkarlarını geriye iter. Kişisel çıkarların geri planda olmasının ölçütü de aidiyet kavramının kuvvetinin derecesini belirler.
Tarih bilinci sorgulama ve geçmişle geleceği bireşim edebilme yeteneğidir. İnsan, doğası gereği geçmişe merak duyar; ne olduğunu, nasıl olduğunu, niçin olduğunu merak eder. Başvuracağı tek kaynak vardır: tarih... Akla gelebilecek her türlü bilimle tarih iç içedir. Sosyoloji, biyoloji, teoloji, fizik vs.… “Yolu kutsal, faydası çok, gayesi şerefli”(İbni Haldun) olarak nitelendirilen tarih hakkında çeşitli bilim adamlarından değişik görüşler gelmiştir. “Tarih, gerçekmiş gibi betimlenen öykülerden, hayal ürünü gibi anlatılan gerçeklerden ibarettir.”(Voltaire) “Tarih herkesin bildiği söylencelerden başka bir şey değildir.”(De Fonelle) “Konusu kanunlar keşfetmek olmayan ancak bize anlama olanağı sağlayan bilimdir.” (Lucien Febure) “Gelip geçen budunlardan hal ve ahlaklarını, Tanrı elçilerinin kılık hal ve hareketini, hakanların ve idare ettikleri ülkelerin durumunu ve izledikleri siyaseti gösterir. Din ve dünya işlerini bütünlemek isteyen kimse, tarihe başvurarak onu kendine örnek edinir ve bu bilimden yararlanır”(İbni Haldun)
“Bir millet turfanda sebze gibi oluşmaz, uzun bir geçmişten doğan aidiyet şuurunun, aynı inancın yoğurduğu birliktir. Bu birlikte soya çekim kanunları kendini gösterir. İşte bu kuvvetlerin hepsine milli ruh denir.(Mehmet Niyazi)
“Tarih bilinci, bir toplumun belleğidir”(Atsız) tümcesi tarih bilincinin bir topluluğun milletleşme sürecindeki önemini özetler niteliktedir. Atsız milletleşme evresinden önceki topluluğu yeni doğmuş bir bebeğe benzetmiş;
Milli ruhu oluşturan aidiyet gücünün oluşmasında, milli bellekteki değerler bütünü milletlerin seciyelerinin oluşmasında da rol oynar. Türk milleti deyince aklımıza savaşçılık gelmesinin sebebi milli bellekteki savaş, baskın, 15
GENCAY kendini koruma gibi faktörlerin çokluğudur. Milli seciyeyi belirleyen sebeplerin ortaya çıkışında coğrafi konumun, kültürel etkileşimin vb. etkileri de yadsınamaz. Gene aynı şekilde Grek deyince aklımıza felsefenin gelmesi, Çin deyince tarımın gelmesi aynı süreç sonunda oluşmuştur.
ilişkileri düzenleyen, toplumdan topluma değişen, cemiyet halinde yaşamanın gereği diyebileceğimiz yazılı olmayan kurallardan oluşan bu sistem, milli bellekteki etkenlere göre şekillendiği için birey bu kuralların geçerli olmadığı bir cemiyete kendini yabancı hisseder. Türklerde “Töre” denilen kurallar sistemi oluşmuş, kağanlar bile bu töreye uymak zorunda kalmışlardır. Aidiyet bağlarının güçlülüğünün ölçütlerinden biri de, milli hafızadaki değerlerin yaşı, yaşanmışlık süresi, bir nevi milli bellekteki kavramların eskiliğidir. Cemiyet belleğindeki bir değer ne kadar eski ise bireyler arasındaki birleştiriciliği de o kadar çoktur. Bu konuda yine dil örneğini verebiliriz. Dil yıllar süren bir süreç sonucunda oluştuğu için cemiyet halinde kullanımı da o kadar çok olacaktır ve bireyler arasındaki bu uzun geçmiş ortaklığı millet bireyleri arasındaki bağları kuvvetlendirecektir. Bir değer olarak “eski” olmanın önemini Erol Güngör şöyle belirtmiştir: “Her türlü adet, inanç, pratik ve her türlü müessese meşruluğunu büyük ölçüde eskiliğinden alır. Bir şey ne kadar eskiye dayanıyorsa o kadar haklı o kadar güçlü manasına gelir. Çok eski olmak o derece denenmiş olmak demektir.” Eskiden kasıt, yaşayan, yaşatılan değerler içinde olan eskiliktir. Zaten milletler bir canlı varlık gibi oldukları için, kendilerine yarar getiren değerleri kullanmaya devam eder, yararlı ya da yarasız olanlarını da milli bellekten ihraç ederler.
Ortak tarihin milletleşme sürecindeki rolüne birkaç örnek verebiliriz. Dil kavramı; dilin ortaya çıkabilmesi için birbirleriyle anlaşma gereği duyan bireyler gereklidir. Konuşulan dilin kurallarının oluşması için zaman gerekir. Geçen bu süreç de milli bellekteki yerini alır. Konuşulan bu dil, bireyler arasındaki aidiyet bağlarının güçlenmesine, kendinden farklı dil konuşanlardan kendini uzaklaştırmasına neden olur. Örf ve adet kavramları, toplum içinde sosyal
Milli tarihin önemine gelince, insanlar atalarının geçmişte yaptıklarıyla övünürler, kendilerinde geçmişten gelen 16
GENCAY bir ruh gücü hissederler. Geçmişten haz alma durumu olarak nitelendirebileceğimiz bu durum, tarihi kullanmayı bilme yetisiyle geleceğe yön verme, gelecekten beklentinin artması ve gelecekten haz alma durumuna dönüşebilir. Ancak bizler gibi tarihi zengin ve utkularla dolu bir millet için tarihimizle övünme durumu, geçmişte yaşama hastalığına da dönüşebilir. Bu hastalık millet olarak bünyemize yayılırsa, düş dünyasında yaşayan, çağın gerektirdiklerinden habersiz eskimiş bir millete dönüşürüz. Geçmiş uğruna gelecekten olmak; ancak ve ancak yeteneksiz insanların yapacağı bir aptallıktır.
Milli birliğin sağlamlığında ortak tarih kavramının olduğu kesindir. Milli bellekteki kavramların zorla ya da sistemli olarak milli olmayan güçlerce silinmesi; ortak değerler sistemimizin surlarında büyük gedikler açacak ve silinen her değer millet bireylerini mankurtlaşmaya itecektir. Mankurtlaşan zihinlerin artmasıyla, millet olma bilincini oluşturan değerler zayıflayacak ve aidiyet duygusu zamanla azalacaktır. Milli belleği korumak için millet olarak tarihimizi okumalı, araştırmalı, irdelemeli, günümüzle tarih arasında bir bağ kurmalıyız. Atalarımızın tarihine sırt çevirmemek, millet olma bilincinin sağlamlaşmasına katkıda bulunacaktır. İçimizde yanan milli ruh ateşinin geçmişten beslendiğini unutmamalı, bu ateşi tarih bilinciyle yanık tutmalıyız. Milli ruh ateşini geçmişten beslerken, yüzümüz geleceğe dönük olmalı, aynı zamanda, geçmişte yaşama hastalığından da kendimizi korumalıyız.
17
GENCAY
18
GENCAY
ŞAHSÎ MESELELERİM 1: TÜRK MİLLİYETÇİLERİNİN BENCİLLİĞİ Veysel Gökberk MANGA Tarih yazıyla başlar. Biz, çeşitli millet ve toplulukların tarihlerini, yazılı metinlerden takip eder, öğreniriz. Tarihin henüz başlamamış sayıldığı çağlarda, yani "tarih öncesi dönemlerde de yaşadığını bildiğimiz topluluklar, milletler vardır. Örneğin Sümerliler bunlardandır. Bunlar, doğal olarak yazıyla beraber var olmamış; kurdukları medeniyet yazıyı ortaya çıkarabilecek bir seviyeye erişmiştir. Sümerliler gibi, tarih öncesinden beri var olduğunu bildiğimiz iki millet vardır ki, bu iki millet bugün de yaşıyor olmak itibarıyla, tarihte diğerlerinden çok farklı bir yer işgal ederler: Çinliler ve Türkler…
milletin başına geçerdi. Kağanla milletin ilişkilerini aygucı düzenler; milletin haklarını kağana karşı korurdu. Ülke milletin ihtiyaçlarını karşıladığı sürece benimsenir, mukaddes sayılır, aksi hâlde tereddütsüz terk edilirdi. Devlet teşkilâtı milletin faydasına kurulmuştu, çalışırdı. Eski Türkler, bugün bizim "devlet" dediğimiz şeye "il" derlerdi. Daha sonra Arapçadan "il" kelimesi yerine "devlet" kelimesi devşirildi ki, devletin Arapçada "mutluluk" anlamına gelmesi, Türk Milleti için devletin neyi anlattığını ifade ediyor olması bakımından önemlidir. Dolayısıyla kut kağana, millet için veriliyordu. Bunlarla ilgili Orkun Yazıtları'nda, Korkut Ata'da, Kutadgu Bilig'de ve tarihî Türk metinlerinde çokça örnekler vardır.
Türk adının ilk kez nerede geçtiğinden, Türklerin tarihte yaptıkları işlerden ayrıca bahse lüzûm görmüyorum. Bu yazı, doğrudan ve yalnızca Türk Milliyetçilerini ilgilendirdiği, bu ve benzeri konular da Türk Milliyetçileri tarafından en azından ana hatlarıyla bilindiği için gevezelik etmeyeceğim. Sadece birkaç noktaya değinmekte fayda görüyorum.
Tarih boyunca hatırladığımız büyük kağanların hiçbiri şahsını milletinden üstün tutmadı. Bu geleneği sultanlar, padişahlar da devam ettirdiler. Tanrı'nın milleti temsil için verdiği kut büyük ve ulaşması güç bir şeydi, bir beyin kağanlığını, hükümdarlığını ilân edebilmesi, olağanüstü şartların oluşması ile mümkün olabiliyordu. Cumhuriyet kurulduktan sonra hiçbir siyasî önder de kendini milletten üstün tutmadı. Mustafa Kemal ATATÜRK, Büyük Zafer'i milletin çocuklarının kazandığını, her fırsatta, üstüne basa basa söyledi. Hüseyin Nihal ATSIZ, milletin menfaatlerinin şahsın menfaatlerinden üstün olduğunu anlattı durdu. Alparslan TÜRKEŞ'in kurduğu
Türklerin devlet teşkilât ve anlayışı-bazı hususlarda benzerlik gösterebilmesine rağmen Moğollarınki de dahil olmak üzere diğer bütün milletlerinkinden farklı idi. Bir devlet vardı, devletin başında bir kağan vardı. Kağanın yardımcısı olan ayguçı(vezir), hükümet teşkilâtı ve ülke ile birlikte devleti tamamlardı. Devlet, hükümet, ülke-burası çok önemlidir-hep millet içindi. Kağan Tanrı'dan kut alır, 19
GENCAY siyasî oluşumların adında hep "millet" vardı. Onlara göre "her şey Türk için, Türk'e göre, Türk tarafından" idi. Ve Türk Milliyetçiliği, bazen bilinçli vaziyette, bazen refleks olarak, "milleti her şeyden üstün tutarak" bugüne geldi.
başa getirilmiş, bundan sonra ya yeni zaferler veya büyük göçler, bu kağanların iradesine bağlı olarak ortaya çıkmış ve gelişmişlerdir.
*** Toplumlar, kadim alışkanlıklarıdır, birçok konuda birlikte hareket etme eğilimindedirler; hatta bunu, tuhaf bir şekilde severler. Bugün için bir futbol takımının taraftarı olmak, birbirini hiç tanımayan iki insanı birbirine yakınlaştırıverir. Daha geneli, aynı dili konuşan, farklı milletten topluluklarbunlara Fransızca konuşan Afrikalıları örnek verebiliriz-ülkelerinin dışında, "ortak sömürgecinin dilini konuştukları için" bu tuhaf bağlılığı hissederler. Hele aynı millete mensubiyet duygusu, insan milletinden bir süre uzak kalınca çok ayrı bir histir. İki düşman siyasî görüşten iki adamın, sırf bu mensubiyet duygusuyla dost oldukları görülür. Bu çeşitli mensubiyet duygularının ve toplum olarak hareket etme kabiliyetinin hesaplanabilir yararları olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Fakat aynı kabiliyetin şahısları ve şahsî hareketleri yok etmek gibi çok büyük bir suçu vardır.
Toplum içinde yaşamanın ne demek olduğunu iyi anlamış bir şahıs olmanın onlarca faydasını, bir çırpıda sayabiliriz. Bunların dışında, şahıs olmanın birinci ve en büyük zararı ise, insanın hamurundan gelen kendini beğenmişliğin, toplumdan biraz da olsa-yine toplum için-farklı düşünebilmeyi sağlayan şahıs olabilme erdemini, bencilliğe -genellikleçevirmesidir. Türk Tarihi'nin en büyük çelişkisi budur. Ciddi ve caydırıcı önlemler alınana kadar, kut alma kavgalarının Türk Topluluklarına verdiği zararlar ortadadır. Bu önlemlerin alındığı zamanlarda bile, millet bu bencilliğin ceremesini çekmiştir. Şöyle bir sorun ortaya çıkıyor: Toplu hâlde yaşamak bir süre sonra şahsın iradesini öldürebileceği için, liyakatsiz bir yöneticinin başa geçtiği hâllerde vaziyet kötüye gidince, hiç kimsenin gidişe itiraz etmemesi kuvvetle muhtemeldir. İtiraz edenler de, itiraz etmemeye alıştırılmış, belki de itiraz etmeme emrini liyakatsiz yöneticiden almış kalabalık tarafından susturulacaklardır. Nitekim Millî Mücadele zamanında, Mustafa Kemal'in uzun süre,
Toplumlar birlikte hareket ederler, onların geleceğini ise, ilk toplumsal kaynaşmalar kalabalığın iradesiyle ortaya çıkıyor olsa da, şahıslar şekillendirir. Her toplumsal hareket, sonunda bir şahsı başa getirmiş ve bundan sonra o toplumun akıbeti, o şahıs tarafından tayin edilmiştir. Bu, Türk Hâkimiyet Anlayışıyla da uyuşur. İşte, kağanlar Çin idaresine girdiklerinde aynı hanedandan başkaları, millet tarafından 20
GENCAY geleneğe ihanet edileceği korkusuyla desteklenmemesi bunun göstergesidir. Çünkü burada, toplumsal kabullere muhalif düşülecektir. Tersinde, yani bir şahsın, şahsî menfaatlerini toplum menfaatinden yukarıda tuttuğu çağlarda, toplumun çok zararlı çıktığı tarihen sabittir. Meselâ son dönem Türkiye Selçuklu vezirlerinin Moğollarla ilişkileri, bu durumu anlatır. Moğolların ve onlara uyan yöneticilerin cepleri dolmuş, olan Türkmen'e olmuştur.
sahip olanların şahsî menfaatlerini müstevlilerin siyasî emelleriyle tevhid edebileceklerini" söyleyen Mustafa Kemal, ileri görüşlülüğünü konuşturmuyor, aslında Türk Tarihi'ni ne kadar iyi bildiğini gösteriyordu. Bir kere olan, bir daha olur çünkü. Tarihimizde ne zaman şahıs ve toplum menfaatleri atbaşı gitmiş, Türk Milleti akan bütün suların yönünü kendine çevirmiştir. Bu iş denge işidir. Maddiyatla maneviyat dengede olmadıkça olmaz. *** Milletimiz uykudadır, doğru. Cep delik, cepken delik, bazı geceler aç yatıyoruz. Çocuklarımızın geleceği konusunda ciddi ciddi endişeleniyoruz, hakkımız. Bu endişenin kaynağı memleketin geleceğinden emin olamamamız. Çünkü çağlar, o eski çağlar değil ki, bize bağrını açmayan toprağı, atlayıp atımıza terk edelim! Batı ile Doğu arasında sıkışmış vaziyetteyiz, kendimizi bunların hiçbirine ait hissetmiyoruz. Bocalayan milletimize üçüncü bir yol olarak Türk Milliyetçiliğini sunuyoruz. (Burada, birbiriyle çekişen iki kültürün birini Batıcı, birini Doğucu saydığımız sanılmasın. Bizim İslâmcılarımız da, sosyalistlerimiz de Batıcıdır.) Uyuyan milleti uyandırmak, düştüğü bataktan çıkarmak gerek. Türk Milleti'ni tarihi boyunca düşmediği, ölmeyi düşmeye tercih ettiği bu tahakkümden kurtarmak gerek, hepsinden doğrusu da bu!
Hâlbuki şahıs-toplum ilişkisi, bir çelişki değildir, olmamalıdır. Bu, Türk devlet anlayışında ve onların tezahürü olan Orkun Yazıtlarında, açıkça belirtilmiştir. Kitabelerde, devletin ve milletin birbirlerine karşı vazifeli oldukları, biri diğerine gerektiğince davranmadığı takdirde ikisinin de zorluk çektiği, çekeceği anlatılmıştır. Burada devleti, ili temsil edenin kağan olduğunu belirtmekte fayda görüyorum.
Fakat nasıl? Sormaz olaydım bu soruyu. Soru ağzımdan çıktı ya, sağdan soldan çeşitli milliyetçi hizip önderlerinin "Türk Milleti kurtarılacak, kurtarıcısı da biz olacağız." dediklerini duyar gibiyim. Şimdilik çaktırmıyorlar ama ileride,
Türk Tarihi'nde ne zaman kağanlar, hükümdarlar şahsî menfaatlerini öne çıkarmış, Türk Devleti o çağlarda sükûta uğramıştır. "Memleket dâhilinde iktidara 21
GENCAY eminim, mensubu oldukları hizbin yöneticisinin kim olacağını tartışacak, birbirlerine düşecekler; Anadolu'daki tabirle, "kendi başlarını yiyecekler." Sorun tespitinde isabet kaydedip ağız birliği eden bu adamlar, bu sefer de yanlışı hep bir ağızdan dillendirecekler: "Türk Milleti bensiz asla!"
kısmı, birkaç kitap okuduktan sonra kendilerini sosyolog ve milleti cahil ilân ediyorlar. Bir kısmı da, okumak fikri eskiden ezelden kendilerine uzak olduğundan kültürlerini ayrıntılı şekilde öğrenemiyor, nihayetinde cep ve neseplerinin kaygısına düşüyorlar. Birisi kendisi ve ailesini düşündüğü, diğeri de milleti kendisinden saymadığı için, "milletsiz milliyetçilik" yapıyorlar.
Uzatmak istemiyorum. Bugün milletimizben de dâhil hiçbir ferdi hariç tutulmamak üzere-terbiyesiz bir bencilliğin pençesinde kıvranmaktadır. Bu maddecilik terbiyesizdir; çünkü başkalarının maddeciliği gibi akılcılığa dayanmaz. Bizim maddeciliğimiz, apaçık, açgözlülüktür. Mânâcı olduğunu her fırsatta iddia eden muhafazakârlarımız da, fakire yardım etmek yerine on kere Hacc'a gitmeyi tercih etmelerinden, en lüks arabalara binip en güzel evlerde oturmalarından rahatça anlaşılacağı üzere, ziyadesiyle maddecidirler. Bunların içinden bir grup da, mânânın insanın bile unutulduğu bataklarında yüzecek kadar pislesmişlerdir. Açık konuşayım; dünya malına önem vermeyen bu sofular da, cennet seviciliği yaptıkları için maddecidirler. Oysa hani hiç ölmeyecek gibi dünyayı, yarın ölecek gibi ahireti düşünüyorduk! Türk Milliyetçileri de bu maddecilikten nasiplerini, en azından yeteri kadar almışlardır.
Ben şimdi, bizde moda olduğu üzere, yalnızca sorun tespiti yapıyorum. Bu yazıyı da burada sonlandırıyorum. Hatta siz, Türk Milliyetçiliğinin önderliğine soyunduğumu(!) bile düşünebilirsiniz. Bu yazıyı okuyarak çok iyi anladınız ki, en iyi sorun tespitini ben yaparım, o zaman Türk Milliyetçiliğinin yeni önderi de elbette ben olacağım.(!) Fakat şimdi bana müsaade... Kendimce sorun tespitine daha sonra devam edeceğim. Ama
Olmaz, Böyle kurtuluş olmaz. Sen kurtulursun amma Türk Milleti kurtulmaz.
Bugünkü Türk Milliyetçiliğinin içinde millet yok; bu çok hazin! Milliyetçilerin bir
22
GENCAY
23
GENCAY
ŞAHSÎ MESELELERİM 2: MEYDANI BOŞ BULDUK Veysel Gökberk MANGA Bir önceki sefer, Türk Milliyetçilerinin bencilliğinden ufak bir bahis açmıştık. İnsan dışarıya nasıl görünüyor olursa olsun, kendisini, gerçek hislerini yalnızca kendi bilir. Bizi de, dışarıdan “milletsever” görüyor olabilirler ama ben de, elhamdülillah, bir Türk Milliyetçisi olduğum için, bizi onların bildiğinden daha iyi biliyor, tanıyorum. Hatta bir önceki seferde, “milletsiz milliyetçilik” diye bir şey ortaya attım ki,-umarım daha önce bunu kimse bir yere yazmamıştır, yazmadan düşündülerse o kadar da mesele değil-bu benim şimdiye kadarki en iyi buluşumdur. Sırf bu bile, Türk Milliyetçilerinin yeni önderi olma iddiamın haklılığını çok iyi ispatlıyor. Aslında ben, şimdi kendime Oğuz Kağan’a dayanan bir soy kütüğü bile çıkarırım da, -dikkatinizi çeksin, “uydururum” değil “çıkarırım” diyorumOsmanlıların imparatorluk oluşlarından beri Oğuz Kağan’a dayanmanın da pek bir kıymeti kalmadığından kendimi yormayacağım. Zaten şimdi Tanrı’dan kendi hanedanım için kut alsam, dağıtabileceğim bir hanedanım da yok. Bunun sarayı var, haremi var. Bir sürü masraf, bir sürü dırdır…
karşısına çıkacağım. Ben Tanrı’dan kut aldığım için rakiplerimin de pek şansı yok aslında, o sebepten onlara da başarı dilemekte ve “İyi olan kazansın.” demekte bir sıkıntı görmüyorum. Beni Tanrı seçtiğine göre, kimin iyi olduğunu tartışmanın da bir anlamı yok. Allah var, arada düşünmüyor değilim: Bu kadar görmüş geçirmiş adamlar, milliyetçiliğini yakın çevresine, dost sohbetlerinde ateşli nutuklarla beyan eden “hocalar” varken, Tanrı kutu neden bana verdi? Yoksa bu bizim dost sohbetlerinde ömür heba etmiş yaşlı kurtlar, kocadılar da itin köpeğin maskarası mı oldular? Gerçi hayır, öyle olması için hocalarımızın it köpek tarafından tanınmaları gerekirdi. Dedik ya, bizimkiler dost sohbetlerinde yaşlandılar. İt köpek, kurdun dostu olamayacağı için, maalesef, tanınamadılar. Oysa köpekler de kurt meclislerine dâhil olsalar, en azından birkaç tanesi kurtluğun güzel hasletlerine merak salarlar da kurt gibi davranmaya uğraşırlardı. Bizim hocaların engin, deniz gibi bilgileri de, onlarla beraber, ellerinde ceplerinde mezarlarına doğru yolculuk yapmazlardı. Nasip kısmet! Ben böyle bir iddiaya sahip olduğum için, arada bir şeyler okuma ihtiyacı da hissediyorum tabiî. Önder dediğin “yeteri kadar” bilge olacak. Oralarda çok ilgi çekici şeylere tesadüf ediyorum. Eski insanlar çok tuhaf şekilde yaşıyorlarmış. Akıl almaz
İşte bugün bir de, Türk Milleti’nin affına sığınıp yüce gönüllülüğüne sırtımı dayayarak, Türk Milliyetçilerinin önderliğine talip olmuş bulunuyorum. İlk “demokratik” seçimde, aldığım kutu da belgeleyerek, bu iddiayla milletimin 24
GENCAY âdetleri varmış. Çok şükür, öyle bir çağda yaşamıyoruz. Meselâ benim gibi bir genç, Avni Motun(!), Türk Milliyetçiliğinin önderi olmak iddiasıyla ortaya çıkmış da, Hüseyin Nihal ATSIZ’dan yazı almaya gitmiş. ATSIZ Bey tevazu sahibi bir adam olduğundan bu genci sabırla dinlemiş. Sonra gencin çıkaracağı, “Türk Milleti’nin kurtuluşu olacak” dergiye yazı da vermiş. Aralarında bir sürü olaylar olmuş, vs…
işaretle, yayından boşanan ok gibi-diğer bir tabirle, tabanı yanık it gibi-dolaşmaya başladım. Bir sürü hayatından bezmiş eski kurtla karşılaştım. Onların yanına yanaşmaya bile fırsat bulamadan kapı dışarı edildim. Biraz daha gittim, bu sefer de kendimi bir liderler zirvesinin ortasında buldum. Hepsi de Türk Milleti’ni ve Milliyetçiliğini kimin kurtaracağını tartışıyor, kendilerini aday gösteriyorlardı. Her ne kadar bin bildiğim hâlde danışacak bir bilen bulamamış olsam da, tartışma o kadar tatlıydı ki, gerisini hatırlamıyorum; sohbete dalmışım.
O genç, Türk Milleti’ni kurtarmış mı dersiniz? Allah’a şükür kurtaramamış. Çünkü kurtarsaydı, bugün ben kurtulmuş bir milleti tekrar kurtarmak için ortaya çıksam sizler benimle dalga geçer, tabir caizse beni “ti”ye alırdınız.
*** Şakası bir yana, bugün Türk Milliyetçiliğinin en mühim meselelerinden birisi lidersizlik meselesidir. Lider, önder derken bir siyasî parti başkanından falan bahsetmiyorum. Benim söylediğim şöyle bir şey:
Yine aklımı kurcalar durur; bu Avni Motun denen genç, kimliğini saklayarak da olsa, neden ATSIZ Hoca’nın yanına gitmiş? Türk Milliyetçiliğinin önderi olacak bir insan, neden meselâ baştan sona kendisi yazmaz da dergiyi, gider bir büyüğünden dergisi, Türk Milleti’nin dergisi(!) için yazı ister? Düşündüm düşündüm, bu sorunun cevabını bulamadım. Evimdeki kitapları karıştırmaya başladım. Bir Türkçe-Türkçe sözlük, bir atasözleri ve deyimler sözlüğü, birkaç hikâye kitabı ve romandan oluşan muazzam kütüphanemin rafları arasında dolaşırken-az sayıda kitabım olduğu için beni yadırgamayın, ülkeyi biz seçkinler kurtaracağımıza göre kütüphanemizde de seçilmiş eserler olacak, yoksa bu okumadığımızın göstergesi değildir-gözüm atasözleri ve deyimler sözlüğüne takıldı. Rengi sarı, ondan… Sorumun cevabını Tanrı, açtığım ilk sayfada karşıma çıkardı: “Bin bilsen de bir bilene danış.” Şaşırmayın canım, Tanrı bana kut vermiş, bu kadarcık bir mucize göstermiş, çok mu! Aldığım
Onlarca milliyetçi üniversite hocası var. Birkaç tane Türkçü topluluk, bir iki tane dernek var. İyisiyle kötüsüyle, Türk Milliyetçilerinin oy vereceği bir parti var. Ve binlerce, ağızlardan çıkacak tek bir lafı bekleyen, pırıl pırıl, gözlerinde ateşler yanan genç var. Bunların birbirleriyle irtibatlarıysa, neredeyse yok. Şairliğine laf yok, kendisini pek sevmem, Necip Fazıl KISAKÜREK vardı. Destekleriz, desteklemeyiz; ortaya bir fikir attı. Onu, çıkardığı dergide savundu. Yazdığı şiirlere zihnini, nakış gibi işledi. Bugün onun şiirlerine bütün milliyetçilerin aşinalığı vardır. Adı, seven sevmeyen herkesin hafızasında yaşar.
25
GENCAY Türk Milliyetçilerinin buhranlı anlarında ortaya çıkan, gençliğin enerjisini gerekli yönlere sevk eden bir Alparslan TÜRKEŞ vardı. Televizyonlarda PKK’lılara attığı nutuktan habersiz bir tek milliyetçi yoktur. Bir zamanlar başında bulunduğu siyasî parti bugün TBMM’de, Türk Milliyetçiliğini bir başına temsil etmektedir.
Hocalarımız kusura bakmasınlar, biz gençler bugün onların kapılarına gitmekten korkuyoruz; çünkü onları tanımıyoruz. Eskiden ATSIZ’ın yanına, İstanbul’a giden her milliyetçi mutlaka gidermiş. ATSIZ dergilerde yazı yazarmış, onun yazacağı her yazıyı heyecanla bekleyen milliyetçiler de ATSIZ’la uzaktan tanış olduğu için, yanına gitmekte sakınca görmezmiş. O eski adamların, belki de fakir sayılabilecek dünyalarının bir yerlerinde, kurdukları bir okul varmış, oralarda insanlar, onların rahlelerinden geçerlermiş.
Bir ATSIZ vardı ki, az önce gördük, yalan söylediğini en baştan anladığı gençlere bile, hevesleri kırılmasın, Türk Milleti’ne bir gün hizmet etsinler diye yardımlar etti. Yetiştirdiği nesiller bugün, üniversitelerden kahvehanelere kadar her yerdedir. Bir sürü insan çocuklarına onun romanlarından isimler koymuştur. Neyse, size şimdi çok iyi bildiğiniz ATSIZ’ı mı anlatacağım? Kesiyorum gevezeliği.
Bugün bizim rahlesinden geçeceğimiz, kapısında yatacağımız, ağzından bir şey çıksa da havada kapsak diye bekleyeceğimiz hocalarımız yok. Varsa da, kendileri dost sohbetlerinde hebâ oldukları için biz onların ya kim olduklarını bilmiyor veya yanlarına gidemiyor, sohbetlerinden istifade edemiyoruz. Bu kıymetli hocalarımızın gözünde millete hizmet etmek, yalnızca ilme ve bu yolla millete hizmet etmek hâline dönüşmüş durumda, dolayısıyla çeşitli dünyevî korkularla- siyasî yazılar yazmaktan çekiniyorlar. Ondan sonra biz gençler de, henüz hiçbir şey bilmeden, daha içinde yaşadığımız toplumu bile tanımadan kurtarıcılığa soyunuyoruz. Ama kimse bize kızmasın; hocalarımız kendi dertleriyle o kadar meşgul idiler ki, meydanı boş bulduk, keyfimizce at oynatıyoruz.
Bunların ve daha bir sürü eski gerçek hocanın en büyük ortak özelliği şudur: Bunlar insan kazandılar, yetiştirdiler, başka bir deyişle devşirdiler. Gün geldi, her ufak fidanla kök salıp dalları etrafı sarıncaya kadar tek tek ilgilendiler. Gün oldu, dergilerde yazdıkları yazılarıyla, kitaplarıyla, şiirleriyle hiç görmedikleri, onları hiç görmeyen çocukları yetiştirdiler. Gün geldi, bir sürü işin, uğraşın arasında hapse girdiler, tabutluklarda çile doldurdular. (NFK hariç) Ve bugün bile, onların nesilleri geride bıraktıkları sayesinde yetişmektedir. Bugün o eski adamların, öldükten sonra bile adam yetiştiriyor olmaları, onların ne büyük insanlar olduğunu gösterir. Fakat bu aynı zamanda, bugünkü milliyetçi hocaların yetersizliğinin de tecessümüdür.
26
GENCAY
DEVLET MEFHUMUNA TIBBİYELİ BAKIŞ Stajyer Dr. Abdullah KILAVUZ çabalamıştır. Üstelik insanlar hiçbir zaman devletin salt varlığıyla yetinmemiş, doğrusu ve yanlışıyla onu biçimlendirip, yeni manalar vermeye çalışmıştır. Milattan önce 340 yılında yayımlandığı kabul edilen Platon’un meşhur ‘Devlet’ kitabının varlığı da gösterir ki, insanoğlu tarihin tüm dönemlerinde devletin varlığı, işlevi ve görevleri üzerine düşünmüş; onu tanzim edecek felsefi, sosyolojik ve insani fikirler üretmişlerdir. Peki, nedir Devlet? DEVLET MEFHUMU ÜZERİNE
En basit tabiriyle, ‘’Toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık’’ (*) olarak tanımlayabileceğimiz devleti, sözlük anlamından âzâde temâşa edecek olursak eğer; yaşayan ya da yeryüzünden adı silinmiş tüm milletlerin tarih boyunca uğruna can verip can alabileceği tek ortak ülkü olduğunu ayan beyan görürüz. Gerek içtimai hayatında gerekse maneviyatında ve mukaddesatında birbirine zıt düşse bile, bütün milletler [korkağından cesuruna, güçlüsünden zayıfına, eskisinden yenisine, doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine, sahrasından sahiline, bozkırından çölüne, okyanustan gölüne] devlet kurmak adına, tarih boyunca birçok kanlı mücadeleler vermiştir. Milattan önce 2000’li yıllardan
“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi…” Süleyman Şah bin Selim Şah Han elmuzaffer dâima Milattan önce 3200’lü yıllarda Mısır’lıların, 2500’li yıllarda Hitit’lerin ve eldeki kaynaklardan elde ettiğimiz bilgiler ışığında milattan önce 220 yılında Büyük Hun İmparatorluğu’nu kurarak Türklerin mana kattığını bildiğimiz ‘devlet’ mefhumu; insanoğlunun varoluşundan itibaren ihtiyaç duyduğu bir varlık ve varoluşunu yeryüzüne işlediği alâmeti olmuştur. İnsanoğlu, gerek yönetilme güdüsü, gerek yönetme arzusu, gerekse de yaradılışından gelen “nizam” dürtüsüyle, tarihin her çağında ‘devlet’ kurmak için 27
GENCAY itibaren devam eden ‘devlet’ hasretini yaklaşık 4000 sene sonra gideren İsrailoğulları ve 2200 yıllık aralıksız süren ‘devlet geleneğinin’ mümessili Türkler, devlet mefhumunun insanoğlunun tamamında ne denli ehemmiyetli olduğunu gösteren en güzel iki örnektir.
devlet yaşasın”, “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe”, “Devlet Baba” örneklerinde olduğu gibi edebiyatımıza, dilimize ve hatta günlük konuşmalarımıza kadar nüfuz etmiştir. Türkler yetmiş iki millete altı yüz sene hükmedecek hoşgörüsüyle, hukuk devletinin en güzel örneklerinden olan töresiyle, sosyal devletin tarihteki ilk temellerini atan Kutadgu Bilig’leriyle, KürŞâd İsyanıyla, Malazgirt’iyle, Miryokefalon’uyla, Koyunhisar’ıyla, Kosova’sıyla, Prezeve’siyle, Sakarya’sıyla, Dumlupınar’ıyla, Çanakkale’siyle, devletin bekası için vacip kılınan kardeş katliyle, kurultaylarıyla, divan-ı hûmayunuyla ve devlet-i ebed müddet ülküsüyle; devlet mefhumuna kattığı değer bâbında diğer bütün milletlerden ayrı bir köşede, tarihin parıldayan bir yıldızı olarak durmaktadır.
Fıtraten ve dahi bütün içtimai unsurlar bazında birbirine zıt düşen Türkler ile İsrailoğulları’nın, söz konusu ‘devlet’ olunca birbirlerine benziyor olması da bu görüşümüzü destekler niteliktedir.
Tarih sahnesine çıktığı günden bu yana sayısız beyliği, devleti ve imparatorluğu tarihin tozlu yapraklarına nakşeden Türkler, tarihin şeref sayfasınaysa Hun, Siyenpi, Gök Türk, Uygur, Karahanlı, Selçuklu, Harzemşah ve İlhanlı başta olmak üzere sayısız defa ismini yazdırmış, son büyük damgasını da Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye olarak vurmuştur. 2200 senelik aralıksız devam eden Türklerde’ki devlet geleneğini, günümüzde Türkiye Cumhuriyeti başta olmak üzere 7 büyük bağımsız devlet devam ettirmektedir.
DEVLET MEFHUMU VE TÜRKLER “Türk’ün gitmediği, gidip kurmadığı yer var mıdır?
de
devlet
Ebu’l Gazi Bahadır Han Aidiyet ve mensubiyet gözlüğünü çıkarıp objektif bir pencereden değerlendirme yapacak olduğumuzda bile insanlık tarihinin şaşmaz bir gerçeği olarak görürüz ki; Devlet kavramının varlığı ve ona atfedilen değer bakımından, örnek verdiğimiz milletler arasında Türkler ayrı bir yer tutar. “3 Türk 1 devlettir” deyişiyle kültürümüzde ağırlığını hissettiren devlet kavramı, “İnsanı yaşat ki 28
GENCAY DEVLET, İNSAN VE CUMHURİYETİ DEVLETİ
TÜRKİYE
benzini soldurmuş, bakışlarını donuklaştırmış ve hareket kabiliyetini kısıtlamıştır?
“Devletler, insanlar gibidir, büyürler, olgunlaşırlar, yaşlanırlar ve ölürler.“
Psikiyatrik Amiller
W.S. Landor
Yıllarca monarşiyle yönetilen devletimiz, demokratik olma yolunda atlattığı büyük badirelerden sonra; teokratik olma iddiasıyla başa geçen bir hükümetin oligarşik tasarrufuyla yönetilmektedir. Eğer devleti gerçekten insana benzetecek olursak bu psikolojik travma; özgüven eksikliği, asosyallik ve bir bakıma halk ağzıyla ‘karakter bozukluğu’ meydana getirmektedir. Binlerce yıl tek elden yönetilen Türk Devleti, demokrasiye dâhi henüz alışamamışken, mevcut hükümetin el altından ülkenin yönetim odaklarını halktan ve haktan uzaklaştırmasını kaldıramaz durumdadır, ilerleyen zamanlarda da kaldırması mümkün görünmemektedir.
Yaklaşık 200 sene önce yaşamış İngiliz yazar ve şair Walter Savage Landor’un söylediği bu sözün, Osmanlı Devleti’ne yabancı tarih kaynaklarında atfedilen ‘’Son Şövalye’’ ve ‘’Hasta Adam’’ yakıştırmalarıyla bilinçaltımıza nasıl işlediğini açıkça görebiliriz. Evet, devletler insanlar gibidir; Doğarlar, büyürler, ölürler. Lâkin doğumun, gelişimin ve ölümün mevzu bahis olduğu bir konumda bu güne kadar sessiz kalan tebabet ilminin, bundan böyle sessiz kalmasının doğru olmadığını düşünmekteyim. Şimdiye kadar hiç bakılmamış bu pencereden, bundan sonra çok daha ayrıntılı analizlerin yapılmasını ümit ederek, tebabet ilminin genç bir öğrencisi; hekimliğin genç bir mümessili olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni masaya yatıracağım.
Devlet tez elden özüne, kuruluş gayesine ve temellerine döndürülmeli, temel taşlarıyla ve yönetim odaklarıyla oynanmaktan vazgeçilmelidir. Devletin egemenliği cemaatlerden ve yandaş güruhtan alınıp, öz malı olan millete tekrar teslim edilmelidir!
İlk Bakışta Hasta Bilmeyenler için belirtmekte fayda var. Hasta muayenesi ‘inspeksiyon’ denilen ‘gözle muayene’ evresi ile başlar. Hasta odaya girer girmez doktor, hastayı gözleriyle inceleyerek, ondaki spesifik hastalık belirtilerini gözlemlemeye çalışır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hasta olduğunu -en azından tam bir sağlık halinde olmadığını- ilk görüşte anlamak pek tabii mümkündür. Peki, nedir bu hastalığın sebebi? Hangi etmenler O’nun
Kalp ve Damar Amilleri Kalp, yani yürek temel görevi kanı vücuda pompalamak olan, metabolizmal faaliyetler sonucunda oluşan artık ürünlerin de vücuttan uzaklaştırılması, vücut ısısının düzenlenmesi, asit-baz dengesinin korunması, hormonlar ve enzimlerin vücudun gerekli bölgelerine taşınması gibi hayati görevleri yapan bir 29
GENCAY organımızdır. Devleti insana benzetecek olursak kalbin yerini tutacak tek varlık millettir. Kalbin, fizyolojik [normal işleyiş] olarak dört kapakçığı mevcuttur. Kalp kapakçıklarının amacı kitabî bilgiye göre kalpte kan akışının yalnızca tek yönde ilerlemesini sağlamak ve kanın geriye dönüşümünü engellemektir. Yani kan akışının nizamını sağlamaktır. Bunların devlet bakımından temsiliyeti sırasıyla: Ortak dil, ortak tarih, ortak kültür ve ortak hedef [milli ülkü] ile izah edilebilir. Günümüz Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kısaca ele alacak olursak; 3 kapağın [ortak dil, ortak kültür ve ortak hedef] çürümeye yüz tuttuğunu, yaşamına tek kapak ile [ortak tarih] ile devam etmeye çalıştığını görürüz. Ortak dil devlet eliyle ortadan kaldırılmaya çalışılırken, ortak kültür teröre kurban gidiyor ve zaten yıllardır hiç olmayan ortak hedef’in eksikliği bu günlerde kendini iyiden iyiye hissettiriyor… Sosyal medyada bazı iyi niyetli vatandaşlarımızın ve televizyonlardaki bazı art niyetli yorumcularımızın dilinden düşürmediği ve istismara hayli müsait olan ‘’Çanakkale’yi hep beraber kazandık’’ , ‘’Bin senedir beraberiz’’ minvalindeki yorumların haklılığını bir yana bırakacak olursak, bu söylemlerin, devletin ayakta durması için gerekli enerjiyi temin edemediğini idrak etmek gerekir. Devletin kalbi hasta düşmüştür. Yaşamın, yarım yamalak görev icra eden tek bir kapakçıkla bağdaşmayacağını bilmek için Kardiyoloji ihtisası yapmaya gerek yoktur.
yapılanmadır. Milyarlarca sinir hücresi, bunların aralarındaki trilyonlarca bağlantı ve “yardımcı hücreler” olarak nitelenen glia hücreleri, sinir sisteminin ana yapısını oluşturur. Bu akıl almaz düzeydeki karmaşık yapı, bu günkü bilgilerimiz ışığında, tüm canlılık olaylarını ve davranışları düzenleyen bir ara-birim olarak görev yapar. Beyin ise, en kaba tanımlamayla merkezi sinir sistemini idare eden organdır ve devlet bazında düşünecek olursak milli idraki, işin özünde Milli Eğitim’i temsil eder. Günümüz itibariyle Milli(!) Eğitimi ve eğitim sistemini anlatmaya kalkışırsak eğer en azından bir küçük risale ve yahut uzatacak olursak ciltler dolusu yazı yazmamız gerekir. Burada genç dimağlarımızı eğitmekle, yani geleceğimizin mili idrakini yetiştirmekle görevli öğretmenlerimizin mesleklerini elde etmek için verdikleri çabadan ve mesleki yaşam standartlarından küçük örnekler verecek olursak; hastalığın sebebini anlama açısından yeterli olur sanıyorum. Şu anda öğretmen olmak hayaliyle Fen-Edebiyat ve Eğitim Fakültelerini kazanan genç öğrencilerin geleceklerine dair zerre kadar umudu kalmamıştır. Sebebine gelince; her yıl on binlerce öğrenci alınan bölümlerden mezuniyet sonrası bazı bölümlerde ‘’üç’’ gibi komik rakamlarda atama yapılmaktayken bazı bölümler ise [sınıf öğretmenliği] yeni gelen 4+4+4 eğitim sistemine göre ‘norm fazlası’ konumuna düşmüş, atamaları yine yukarıda bahsettiğimiz komik rakamlarda yapılmıştır. Milli Eğitim Bakanı’nın öğretmen adaylarına yaptığı ciddiyetten ve insaftan nasip almamış ‘’Başka iş bulun’’ önerisinden şimdilik bahsetmiyorum. Komik rakamları ve sayın bakanın
Merkezi Sinir Sistemi Amilleri ‘’İnsan merkezi sinir sistemi, evrende insanın bildiği en karmaşık biyolojik 30
GENCAY rakamları aratmayacak komiklikteki önerilerini bir kenara bırakıp atamanın içeriğine bakacak olursak olay çok başka boyutlara ulaştığını görmekteyiz. Şu anda hâlâ devam eden ve vatandaşın adalete olan inancını kökünden sarsan KPSS skandalları her sınavda yeni baştan tekrarlanmaktadır. Devletin öğretmen kadrosuna atanmak ve yetişecek neslin mimarı olmak için aranan şart artık liyakat değil, cemaat mensubiyeti ve esasında tam olarak kavrayamadığımız çeşitli gayrı milli zihniyetlere aidiyettir. Atatürk; ‘’Öğretmenler, yeni nesil sizlerin eseri olacaktır’’ demişti. Bu sözün artık okul duvarlarında beyhude asıldığını görmekteyiz. Yetişecek neslimizin kimlerin veya hangi zihniyetin eseri olduğunu bilemiyoruz.
olan insanlar hastalık yapıcı etkenlerle mücadele edebilecekken, savunma sistemi zayıf olan insanlar ise en küçük etkenle hastalık kapabilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde doğal savunma bariyerlerini mili şuur, milli ve manevi mukaddesatlar ile milli birlik ve beraberlik oluşturmaktadır. Bu benzetmede T ve B Lenfosit dediğimiz hücrelerimiz ise sırasıyla Askeriye’ye ve Polis Teşkilatı’na tekabül etmektedir. Arif Nihat Asya’nın ‘Bayrak’ şiirinin Türk Edebiyatı kitaplarından çıkarıldığı bir ortamda milli şuurun ne halde olduğunu görmek için uzun cümleler kurmaya gerek kalmamaktadır. ‘’Türkçülüğe de Kürtçülüğe de karşıyım’’ cümlesini açık açık haykıran bir başbakanın varlığında, ‘’Sen Türküm, doğruyum dersen öbürü de Kürt’üm daha doğruyum der’’ zihniyetiyle andımızın kaldırıldığı, resmi bayramların rutine indirgendiği, ‘’otuz altı etnik unsur’’ masalıyla ayrılıkların kaşındığı bir ortamda milli birlik ve beraberlikten de bahsetmenin de akıl kârı olmadığı aşikârdır. Milli ve manevi mukaddesatlara gelince; camilerde başbakanı kutsallaştıran kitaplar belirsiz(!) kişiler tarafından el altından dağıtılırken, diğer taraftan birileri çıkıp peygamber yerine koyuyor, insanların ibadetleri ve takvaları oy avcılığı için tuzak niyetiyle milletin zihnine kuruluyor. Kiliseler ve havralar büyük bir şevkle ibadete açılırken, camiler müze oluyor, resim sergilerine ve konserlere ev sahipliği yapıyor. Geleceğimizin teminatı olması gereken çocuklarımız ise, tarihten ve maneviyattan bihaber büyüyor.
Bağışıklık Sistemi Amilleri Yine kaba bir tanımlama yapacak olursak immün sistem yani bağışıklık sistemi, bir canlıdaki hastalıklara karşı koruma yapan, patojenleri ve tümör hücrelerini tanıyıp onları yok eden işleyişlerin toplamıdır. Sistem, canlı vücudunda geniş bir çeşitlilikte, virüslerden parazitik solucanlara, vücuda giren veya vücutla temasta bulunan her yabancı maddeye kadar tarama yapar ve onları, canlının sağlıklı vücut hücrelerinden ve dokularından ayırt eder. Vücuda herhangi bir hastalık yapıcı etken girdiğinde öncelikle deri, solunum sistemi ve sindirim sistemi gibi koruyucu bariyer görevi yapan sistemler devreye girer. Onların da yetersiz kaldığı durumlarda T ve B Lenfosit dediğimiz hastalık yapıcı etkeni öldürecek hücrelerimiz devreye girer. Netice itibariyle savunma sistemi kuvvetli 31
GENCAY T ve B lenfosit diye tanımladığımız savunma hücrelerimiz olan askeriye ve polis teşkilatımızın hâli ise beklide şu ana kadar dile getirdiğimiz sistemler arasında, menfi yönde en ağır olanlarıdır. Şu anda elli sekiz general başta olmak üzere iki yüz yedi görevli subayın tutuklu olduğu, muvazzaf subayların ve hatta eski genelkurmay başkanının “terör örgütü yöneticisi olmakla” suçlandığı bir dönemde yaşıyoruz. Birilerinin(!) talimatıyla devletin bekâsının temel garantörü olan askeriyenin psikolojik ve hukuki linçe kurban verildiğini görüyoruz. [Bu yapılan linç, halka yandaş medya ve sair toplum mühendisleri tarafından ‘egemenliğin halka iadesi’ olarak lanse edilerek, buradan oy toplamaya kalkılmasından bahsetmiyorum şimdilik.]
Reçete Niyetiyle; Netice Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yüzeysel değerlendirmemiz de psikolojisinin çökme aşamasına geldiğini, kalbinin teklediğini, beynin de onulmaz hasarlar oluştuğunu ve bağışıklık sisteminin iflas ettiğini görmekteyiz. Bu tespit, kesinlikle bir felaket tellallığı veya umutsuzluk çığırtkanlığı değildir. Bizler, 51 senelik Çin esaretinden sonra, devlet ve bağımsızlık aşkıyla ikinci defa Göktürk Kağanlığı’nı kurmuş; Kösedağ’da, Ankara’da, İnebahtı’da, Kafkaslar’da, Çanakkale’de ve üç kıta yedi denizde, defalarca küllerinden doğmuş bir ceddin torunuyuz. Lakin bu kadar çok hastalanan ve yaralarını bu kadar çabuk saran bir millet, artık uyanık ve tedbirli olmalıdır. Kendi içindeki yangını fark etmeli; kalbi, beyni, bağışıklık sistemi ve psikolojisi harap halde olan devleti için telaşlanmalı; devleti insana benzettiğimiz takdirde makyajdan ve süsten öteye gitmeyen fabrikalarla, yollarla ve köprülerle avunmamalıdır.
Polis teşkilatına gelince… Polislik giriş sınavlarının, sınav öncesinde belli kesimlerin elinde olması gerçeğini bir kenara bırakırsak; görev başındaki polislerin, Beytüşşebap’ta araçlarına asılan PKK paçavrasını sökerken bile ne kadar ürkek olduklarını görmek yüreklerimizi burkmaktadır. Canı isteyen polis aracına molotof, canı isteyen polis barikatına kaldırım taşı, canı isteyen polise havai fişek, canı isteyense emniyet amirine tokat atabilmektedir. Toplumsal düzeni sağlamakla görevli kolluk kuvvetleri, ne yazık ki toplumun gözünde itibarsızlaştırılmış ve kendi içinde yetkisizleştirilmiştir. Bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde milletvekili çocuğuysanız eğer, sizinle tartışan polisi bulmak için tüm karakolun eline numaralı kağıt vererek duvarın karşısına dizdirebilirsiniz…
Bize düşen, hastalıkların teşhisi ve hastalığın tedavi edilmemesinden doğacakları haber vermektir. Büyük Türk Milleti’ne düşen ise, hastalıkların tespitine kulak vermek, devletinin bekâsı için endişelenmek, tedbirler almak ve devleti, onun hastalıklarına tedavi yollarını arayacak aklıselim yöneticilere teslim etmektir. Saygılarımla. Kaynakça (*) Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlük
32
GENCAY
ERGENEKON Kübra DEVELİOĞLU Dünyada yaklaşık 7,5 milyar insan yaşıyor. Hepsi de farklı karaktere, düşünceye ve yaşantıya sahipler. Bizi bu 7,5 milyar insan içinde ‘öncelikle’ kendi milletimiz ilgilendirdiği için oraya şöyle bir göz atalım istiyorum
oturup son model arabalara binmek, güzel giyinip orada burada ömür tüketmek, en iyi şarapları içebilmek, gemiciklere binmek için milyonlar kazanmaya (yürütmeye) çalışmak gibi faydasız işler amaç olamaz. Amaç dediğiniz; kişiyi ve çevresindekileri iyiye doğruya götürmüyorsa, yalnızca birileri (dünyalık) kazanırken diğerleri hep kaybediyorsa hiçbir kıymeti yoktur. Amaç dediğiniz, hedef, erek dediğimiz Kürşat’ın önünde diz vurdurup Çin Seddini yaptırabilmektir. Amaç bizi Ötüken’e götürebilmeli; Turan’da yaşatabilmelidir. İşte hayal ettiğimiz bir insan’ın böyle kut’lu bir amacı var. Böyle kutlu bir amacı olan insanın gayet tabi ‘imanı’ var ‘inancı’ var, dolayısıyla gücü var. Azimle çalışıyor, üzerine düşen nedir, varması gereken nokta neresidir belirliyor ve başlıyor küheylanlar gibi koşmaya… Durmak, yorulmak, pes etmek nedir bilmeden koşuyor gece-gündüz. Okuyor, yazıyor, çiziyor ve anlatıyor anlatıyor, anlatıyor… Vatanı için çalışıyor ‘hain’ diyorlar, aldırmıyor. Milleti için çalışıyor ‘faşist’ diyorlar, duymuyor. Dinini yaşamaya yaymaya çalışıyor ‘gerici’ diyorlar, sabrediyor. Devam ediyor koşmaya… Düzenin yanlışlarına ortak olmuyor, hatta kafa tutuyor. Yakalamaya, durdurmaya çalışıyorlar, işkenceler onu yıldırmıyor, prangalar tutamıyor. Vuruyorlar ölmüyor, asıyorlar yeniden diriliyor. Birkaç on oluyor, yüz oluyor, bin oluyor… Ve hiç ölmüyor…
Kimi düzenbaz, hilekâr, üçkâğıtçı, yalancı, ikiyüzlü, kimi hırsız, hortumcu, kaçakçı, kimisi dalkavuk, yalaka, el/etek öper, kimisi katil (birileri bebek katili dostu!), kimileri fikirsiz, uydum akıllı, şoven, kimileri de ‘badonbinyacı’ (bana dokunmayan yılan bin yaşasıncı) vs. Ne yazık ki aklıma ilk başta bunlar geliyor. Evet, bir yerlerde memleket meselelerini düşünen, yardan serden geçmek pahasına doğrularından taviz vermeyen, eğilip bükülmeyen insanlar da var. Bu insanlar çok ta uzağımızda olmamalarına rağmen seslerini bir türlü duyamıyor, (gereksiz onca tozpembe dizi yayınlanırken) onları ekranlarda göremiyoruz! Neyse… Gördüğümüz yaşadığımız insanları bir kenara bırakıp, var olmasını istediğimiz ve ihtiyaç duyduğumuz bir “insan” hayal edelim. Öyle bir insan ki; Hak dine inanmış, iman etmiş ve ömrünü bu yola adamış. Tabi böyle bir insanın “yaratılanı Yaradan’dan ötürü” sevmesi de gayet doğal olacaktır. Sever o insan… Sever çünkü hepsini yaratan ‘Bir’dir. Sever kavmini/milletini, özünü sever gibi. Ve düşünün… Bu insan ömrü boyunca Kut’lu bir amacı olmuş, o amaç için yaşamış onun için ölmüş. Demeyin herkesin bir amacı var diye… Karın doyurmak, lüks evlerde 33
GENCAY “Hayal” demiştik değil mi? Hayır hayal falan değil. Kesinlikle değil. Ben tanıyorum bu yiğitleri, kurtları… Serdengeçtileri… Tanıyorum can verip de ölmeyenleri. Tanıyorum kahpe düzene kafa tutanları. Yılmayanları, yıkılmayanları… Ve elbette ‘başaranlar’ tanıyorum.
siyasetçiler konusunda), öğretmenler iyi öğretmeli, avukatlar haklıyı savunup hâkimler doğru karar vermeli, polis tokat yemek yerine atmalı, asker vurmalıdır. Kısacası “BU GEREKTİR.”
MİLLETE
ERGENEKON
Not: Artık birilerinin acilen “Ergenekon Destanını” milletimize anlatması lazım.
Artık hayal etmeyin! Damarlarımızda akan asil kanın neler yapabileceğini defalarca gördük. İstanbul’da, Çanakkale’de, Mısır’da, Çin’de ve tüm dünyada. Şimdi oturmak zamanı değildir. Ayağa kalkmak için bir olmak diri olmak zamanıdır. Önce bir şahlanış, ardından çılgınlar gibi koşmak zamanıdır. Yorulmak bilmeden, yılmadan, yıkılmadan hedefe koşmak zamanıdır. Herkes üzerine düşen görevi eksiksiz bir vazife şuuru ile yapmak zorundadır. Öğrenciler adam gibi okumalı, anne babalar bilinçlenmeli (özellikle bazı
34
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.