Gencay Dergisi - Sayı: 11 - Aralık 2012

Page 1


www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22


GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 1 Sayı 11 - Aralık 2012 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com

TURAN YÜREKLİ ADAM, DÜŞ-KUR ve HÜZÜNLÜ BİR TURANCI / Metehan ÇAĞRI TÜRK GENÇLİĞİ NASIL YETİŞMELİDİR? / Hüseyin Nihal ATSIZ ATSIZ TANRI DAĞI'NDA / Niyazi Yıldırım GENÇOSMANOĞLU ÖYLE BİR GEÇER ZAMAN Kİ... / Hakan PAKSOY NASIL BİR EĞİTİM SİSTEMİ OLMALIDIR? / Alperen KIZIKLI DUYMA VE DİNLEME / Yunus Emre UYAR YENİLENEBİLİR ENERJİ KAVRAMI ve ÜLKEMİZDEKİ DURUM / Fatma Özge ÖZDEMİR DEVLETSİZ HÜKÜMDAR / Recep Mansur BAYRAM ABD’NİN OD HEGEMONYASI İRAN’IN BÖLGESEL GÜÇ OLMA SÜRECİ / Sertaç EKEMEN YILLAR SONRASINA AİT BİR YAZI / Ruh Adam’ın Köşesi - Yalçın Selim PUSAT


GENCAY

TURAN YÜREKLİ ADAM, DÜŞ-KUR ve HÜZÜNLÜ BİR TURANCI Metehan ÇAĞRI olan Türksam Başkanı ve MHP Milletvekili Sinan Oğan karşılıyor bizleri. Salona giriyoruz, bu kutlu Türklük davasına hizmet etmiş birçok isim salonda Turan Yazgan’ı böyle bir gecede yalnız bırakmamış. Her zamanki mütevazı duruşu ile Sadi Somuncuoğlu, hemen yanında Turan Yazgan hocamız, Özcan Yeniçeri, Enis Öksüz, Koray Aydın… Büyüklerimizi selamlıyor Turan Hocamın ellerinden öpüyor ve masamıza geçiyoruz. Salon Türk Milliyetçilerinin buluşma noktası gibi, Turan Yazgan Türk Milliyetçilerinin çekim merkezi olmuş. Bu kutlu gecede hocamızı yalnız bırakmamak adına eski-yeni MHP’li vekiller, bakanlar, dernek başkanları, Yeniçağ Gazetesi’nin kıymetli yazarları, gönlü Turan namına çarpan birçok Türk Milliyetçisi salonda. Büyük bir vefa…

Şubat 2012… Düş-Kur kurulalı birkaç ay olmuş, aynı görüşte olan ve fikir üreten kuruluşların işbirliği amacıyla bir araya geldiği bir platform olan bu birliğin ilk etkinliği, hayatını Kıbrıs Türklüğüne adayan büyük önder Rauf Denktaş’ı uçmağa uğurlayışımızın ardından anmaktı. Ardından öğrendim ki Türklüğe büyük hizmetleri olan Türk Dünyası Vakfı Başkanı Prof. Dr. Turan Yazgan Hocamıza vefa gecesi düzenlenecekmiş. Düş-Kur üyesi Milli Düşünce Merkezi Başkanı Sadi Somuncuoğlu tarafından merkezimizin gençlerini temsilen bu vefa gecesine davet edildiğimde nasıl mutlu olduğumu anlatamam. Büyük Türkçü ile Turan yürekli adam ile tanışma fırsatı bulacak, elini öpebilecek hatta belki vakit olursa sohbet etme şansı yakalayacaktım. Ne büyük mutluluktu benim için.

Salonu gözlemliyorum… En genç katılımcının ben olduğunu fark ediyor ve aslında tarihi bir geceye tanıklık ettiğimin düşüncesi içinde programın akışını takip ediyorum. Sıra vefa gecesinin en anlamlı anına geldi. Düş-Kur’un kıymetli kurucuları “Türkiye ve Türk Dünyasına Hizmet Ödülü”nü Turan Yazgan Hocamıza vermek için sahnedeler. Birbirinden güzel, anlamlı konuşmalar yapılıyor. Sadi Somuncuoğlu, Ümit Özdağ, Sinan Oğan… Belki de en anlamlı konuşma Sinan Oğan’dan… Sinan Oğan’ın konuşması esnasında Turan Hoca’nın gözleri parlıyor,

Milli Düşünce Merkezimizin yönetim kadrosu ile yola koyulduk Ankara’dan… İstanbul’dayız. Mekân ‘Sultan Sarnıcı’. Girişte, vefa gecesini tertip eden 21.yy Türkiye Enstitüsü Başkanı Ümit Özdağ, aynı zamanda Turan Yazgan’ın öğrencisi 1


GENCAY ışıldıyor, sonra dolu dolu oluyor. Turan Hoca duygulanıyor. Sinan Oğan, Türksam Başkanı ya da milletvekili olmanın çok daha ötesinde Turan Hocanın öğrencisi. Elinde mikrofon o yılları anlatmaya başlıyor, İstanbul’da üniversite okumaya geldiğinde Turan Yazgan hocanın elinden tuttuğunu, büyük emek verdiğini, hocanın isteği ile radyoda anlattığı Nevruz, yine Turan Hocanın teşvikleri ile yazdığı makaleler… dile kolay değil mi? Üniversiteli bir genci al, emek ver yetiştir, yıllarını harca o Türk gencine, sonra o, Türkiye’nin sayılı düşünce merkezlerinden birinin başkanı olsun, milletvekili olsun ve geçsin karşına bir vefa gecesi düzenleyip plaket takdim etsin. Büyük mutluluk olsa gerek. İşte belki de o duygu selinin başında bu anlatılanlar geliyordu Turan Yazgan Hocanın.

okullar, birliği beraberliği aşılayan okullar… Amerika’nın Türk Dünyası üzerinden oynadığı oyunları anlatıyor, bu oyunların açtıkları okullarda nasıl tutmadığını, istendiğinde nelerin başarılabildiğini söylüyor. Gece devam ediyor, hocamızın başında büyük bir kalabalık biryandan sohbet edenler, bir yandan anı ölümsüzleştirmek isteyenler. Tekrar elini öpme fırsatı buluyorum, derneğimiz yöneticileri tanıtıyorlar beni, o duygu o an çok şeye bedel… Gözlerinin parladığını görüyorum, yoğunluğun etkisi ile yanından uzaklaşmak zorunda kalıyorum. Evet, çok şey gördüm o gece ama çokta şey düşündüm belki de. Türk Dünyası adına atılan somut adımları görmek, Turan coğrafyasına en büyük hizmetleri yapmış kişinin ağzından bunları dinlemek çokça düşündürdü beni. Turan! Evet, bir hayaldi fakat her şey hayallerle başlardı. Türk Dünyasının birleşmesinin sadece bir hayal olmadığının en güzel örneğiydi Turan Yazgan ve biz gençlere düşen onun ilerlediği yoldan ilerlemek ve çok daha iyi noktalara gelmekti. Çalışmalıydık, düşünmeliydik, yazmalıydık. Sözde değil, özde Turancı olmalıydık. Bu noktada ilk olarak SözKonusu.Net 2. Yazarlar Çalıştayını vesile kıldık. Üniversiteli genç yazar arkadaşlarımızın oluşturduğu bu platformda 2. çalıştayımız için ağırlığı Turan, Türk Birliği konularına verme kararı aldık. “Türk Milliyetçiliği ve Turancılık arasındaki ilişki”ydi ele aldığım çalıştay konum. Çalıştay’da konuşmamın son sözlerine bir diğer büyük Turancımız,

Plaket Turan Yazgan Hocaya takdim ediliyor… Salonda mutluluk, sevinç, hüzün duyguları birbirine karışmış… Hoca konuşuyor, azimli, inançlı… Türklük adına, Türk Dünyası adına daha iyisini yapabilirdik diyor. Yapabilecekken, yapamadıklarımızın acısının içinde olduğunu söylüyor. Konuşmada büyük bir aşk var. Türk Dünyasına büyük bir bağlılık var. Açtığı okullar, Türkçe eğitim veren 2


GENCAY ülkücümüz Galip Erdem’in sözleri ile son verdim.

Turan Yürekli adamın aramızdan ayrıldığını. Büyük bir hüzün çöktü içime, daha üç gün önce aldığım karar aklıma geldi. Geç kalmıştım, Turan Yürekli Adam’ın elini öpmek, sevgi ile gülen gözlerine tekrar bakmak için geç kalmıştım.

”Tuna’nın, Sakarya’dan farkı mı vardır? Tanrı Dağı, Ağrı’dan daha uzak değildir! Balkanlara gider de «Akıncı cetlerimizin ihtirasını duyamazsak» yaşadığımızdan ne anlarız? Öfkeli çehreler, çatılmış kaşlar, suçlayan bakışlar! «Efendi, önce Türkiye’yi sev, Türkistan’ı sonra seversin!» Bendenizin cevabı «Sen de önce babanı sev, ananı sonra seversin!» Gönül fukaralığı neyse ne ama akıl kıtlığına düşen kullarını Tanrı korusun!”

Mekânın uçmağ olsun Turan Yürekli Adam… Her daim aklımızda ve gönlümüzdesin. Bir gün Turan ülkesinde, Tanrı Dağları’nın eteğinde seni yeniden yad etmek dileği ile… Son olarak; Büyük Türkçü, Turancı Prof. Dr. Turan Yazgan ile tanışmama vesile olan Türk Milliyetçiliği adına büyük bir vefa örneği sunan Düş-Kur yönetiminden başta Ümit Özdağ hocama ve Sadi Somuncuoğlu hocama ve o gece emek veren herkese teşekkürü borç bilirim. Tanrı biz gençlere, böyle kutlu günleri düzenleyen vefakâr büyüklerimize de böyle güzel vefa örnekleri sunmamızı nasip eylesin.

Türklük adına yaptığı çalışmalar ile biz gençlerin ufkunu genişleten Turan Yazgan hocamız büyük ilham kaynağıydı biz gençlere. Ondan aldığım ilham ile yeni bir proje hazırlığına girmiştim. Ocak 2013’te İstanbul’a gidecek Turan Yazgan Hocam ve Yavuz Bülent Bakiler hocalarım ile görüşmeler yapıp projemi anlatıp projenin ilk adımı olarak da kendileri ile röportajlarımı yapıp Ankara’ya dönecektim. Daha üç gün önceydi. Telefonda arkadaşımla konuşurken almıştım Ocak ayında İstanbul’a gitme kararını… Zaman acımasız ve dünya fani ne yazık ki! Bugün öğlen saatlerinde aldım

3


GENCAY

TÜRK GENÇLİĞİ NASIL YETİŞMELİDİR? Hüseyin Nihal ATSIZ eski zamanlardan beri nüfusun azlığına rağmen Türk milleti hem kalabalık milletleri yenmiş; hem de çorak, kurak yerlerde, tabii afetlere karşı da çarpışarak bugüne kadar varlığını korumuştur.

Dünya bir devler ve kahramanlar ülkesi olmağa doğru gidiyor. Bir yandan çok nüfuslu, akraba milletleri de kendi topluluğu içine alan devletler kurulurken bir yandan da kendi illetlerinin şan ve şerefi uğrunda hayatlarını hiçe sayan, bile bile yüzde yüz ölüme atılan kahramanların çoğaldığını görüyoruz. Artık ferdi hürriyet içinde biraz gayri ahlaki ve oldukça gevşek bir hayat yaşayan fertlerden mürekkep millet örneğine dünyada yer kalmıyor. Yüksek ahlaklı, döğüşçü, disiplinli ve fedakar milletlerin devri başlıyor. Milletlerde insanlar gibi bazen tembel, bazen verimli zamanlar geçirebilirler. Fakat fertlerin hayatında olduğu gibi milletlerin hayatında da en doğru hareket tarzı, çalışarak, döğüşerek, fedakarlık yaparak bir ülkü ardında koşarak geçirilen hayattır.

Fakat bugün, artık durum değişiyor. Bugün “teknik” denilen yeni bir amil de milletler arasındaki savaşta rol almağa başlamıştır. O halde tekniği geri ve nüfusu az olan milletler ne yapacaklardır? Kalabalık ve ileri teknikli milletlere karşı hangi kuvvetle döğüşeceklerdir? Cevap basittir; ahlaki ve manevi kuvvetlerle… Manevi ve ahlaki değerleri üstün olan milletler sayı ve teknik bakımdan olan geriliklerini örtebilirler. İnanmış kahramanlardan mürekkep bir milleti yenmeğe imkan olmadığını eski ve yeni örnekler ile hepimiz biliyoruz.

Biyoloji bakımından hayat, bir savaştır. Tarihde hayatın milletler arasındaki çarpışmadan ibaret olduğunu ve medeniyetin ilerlemesine de savaşların sebep olduğunu ve medeniyetin ilerlemesine de savaşların sebep olduğunu kati olarak ispat ediyor. O halde yaşamak isteyen millet döğüşmeyi göze alacak demektir. Bizim milletimiz döğüşçülük bakımından talihin iyiliğine uğramış bir millettir. 25 asırlık tarihi hayatımızın başlangıcından bugüne kadar tarihimiz iki büyük savaşla geçmektedir. Biri milletlere karşı savaş, biri de tabiata karşı savaş. En

Biz Türkler bugün 60 milyonluk bir millet olduğumuz halde henüz birleşmiş değiliz. Türk birliği meydana gelinceye kadar da ancak müstakil Türkleri ile iş görmeğe, hesaplarımızı bu kadroya göre yapmağa mecburuz. 18 milyon nüfuslu Türkiye, bütün nüfusu Türk olsa bile, az nüfuslu milletlerdendir. Teknik bakımdan da geride olduğumuz malumdur. Demek ki milletler arasındaki savaşta ancak üçüncü silahımız, yani manevi ve ahlaki tarafımızın olgunluğuna

4


GENCAY güvenebiliriz. Böyle yüksek bir genç nesil yetiştirmek için acaba ne yapıyoruz?

Bir Türk çocuğuna güreş mi yakışır, yoksa aktörlük mü? Bize askerlik terbiyesi mi gerek, yoksa Güzel sanatların Tiyatroculuk şubesi mi? Birinciyi bırakıp ikinciye ehemmiyet vermek aç insana süslü elbise giydirmekten farksızdır.

Türk gençliği acaba yeni harikalar yaratabilecek bir kabiliyetle mi yetişiyor? Bunlara düşünmeden cevap verebilecek durumda değiliz. Türk gençliği bugün yeniden bir Sakarya ve hatta yeniden bir Çanakkale yaratabilir. Fakat bu son yılların icapları öyle kahramanlıklar ve kabiliyetler istiyor ki Sakarya ve Çanakkale mucizelerini yapan nesilden daha üstün bir nesle malik olmadıkça bu işleri başarmağa imkân yoktur.

İlkokullarda çocuklara hiçbir şey öğretilmiyor. Bizim zamanımızda tarih dersi ikinci sınıfta başlardı. Biz İlk Osmanlı kahramanlarını, Sırpsındığını, Kosovayı, Niğeboluyu, Varnayı, Mohacı ikinci sınıfta öğrenirdik. Bize bu savaşları anlatan fedakâr öğretmenimiz bizde milli şuuru kamçılardı. Şimdi ilkokulların ilk üç yılında havaiyattan, şarkı söylemekten başka bir şey öğretilmiyor. Talebe gevşek alıştırılıyor. İstikbali temin edilmemiş ilkokul öğretmeni de cemiyete karşı kırgın olduğu için fazla gayret göstermiyor. İlk mektepte çocuğu doğru yola getirecek bir müeyyide yoktu. Dayak gayri insani (!) olduğu için kaldırılmıştır. Okuldan koğmak da yok. Bu yüzden ilkokulların bazıları haşarat yuvası haline geliyor ve bizim asri pedagojimiz (!) bunu normal buluyor.

Kahramanlık terbiyesi beşikten başlayıp yüksek tahsilin sonuna kadar devam etmelidir. Evlerimizde, savaşlarda şehit düşmüş babaların ve dedelerin hikâyeleri belki bir dereceye kadar bu terbiyeyi verebilir. Bu kâfi olmamakla beraber şimdilik buna yetişir diyelim. Fakat ilkokulda, ortaokulda, lisede ne yapılıyor? Kahraman yetiştirmek için bir kımıldama var mıdır? Buna hayır diye cevap vereceğiz. Kahramanlar, ancak kahramanlığa inanmış öğretmenlerin telkini ile yetişir. İlkokul öğretmenlerinin yüzde kaçı kahramanlığa inanmıştır? Ben, “çocuklara harb aleytarlığı aşılıyorum” diye öğünen ilkokul öğretmenleri biliyorum. Bundan başka biz öyle sistemler kuruyoruz ki çocuk ister istemez orada kahramandan başka her şey olmağa mahkûmdur.

Biz ilkokulda çocuklarımız yorulmasınlar, hiçbir güçlüğe uğramasınlar prensibi ile yürüdükçe, ilk tahsil bitirecektir diye ahlaksızları okuldan koğmadıkça, icapettiği zaman dayak da dâhil olmak üzere ceza müeyyidesini koymadıkça ilkokullarımızda kahramanlık tohumları atılmaz. Çünkü kolay şartlar altında, kendini zora sokmadan büyüyen çocuklarda en güç iş olan kahramanlığa karşı istidat kalmaz.

İlkokullarda çocuklara dans öğretiliyor. Ben kendim balet oynanan ilkokul temsillerinden bizzat bulundum. Çocuklarımız aktörlük de öğreniyor. Fakat hiçbir ilkokulda çocuklara güreş öğretildiğini görmedim. İnsaflı düşünelim:

Ortaokullara liselere gelince; burada yüklü programlardan başka hiçbir şey yoktur. Talebeye milliyet aşkı ve kahramanlık 5


GENCAY duygusu verecek olan Türkçe, edebiyat, tarih, yurt bilgisi, coğrafya derslerinin kitaplarına bakmak kâfidir. Bu kültür derslerinden asıl maksat talebeye milletini sevdirmekiken bizim okullarımızda bunlar birer angaryadan başka bir şey değildir. Mesela dokuzuncu sınıflarda okutulan 400 sahifelik tarih kitabında Türklere ait kısmın ancak 30 sahife tutması da dersin ne kadar manasız olduğunu göstermeğe kâfidir.

olunursa bir yılda en mükemmel kitap elden edilmiş olur ve talebeler ister istemez kitabın tesirinde kalacakları için de kahramanlık tohumu kısmen atılmış olur. Eğer Türkiye’de para menfaati beklemeden kitap yazacak öğretmenler yoksa okulları katıp öğretmenliği kaldırmalıyız. Çünkü bu kadar maddileşmiş bir öğretmen ordusu ile cehalet ve ülküsüzlük gibi sarp düşmanları kaldırarak işe başlamalı ve kitap yazmayı bezirgânlık halinden çıkarmalıyız. Yıllarca gençliğe sunduğumuz kitaplardan nasıl bir nesil hâsıl olduğu gün gibi meydandadır. Siz “Deli Petrol sultan Mustafanın oğludur” diyen bir onuncu sınıf talebesi gördünüz mü? Avusturalyada yapılan Moçan muhaberesine İngiliz donanmasının iştirak ettiğini” söyliyen bir son sınıf talebesine ne dersiniz? Biz dokuzuncu sınıf talebesi “Avrupada üç millet vardır. Biri Amerikalılardır.” derse inanır mısınız? Bütün bunlar gevşeklik, fena kitapların, cezasız mektup hayatının sonuçlarıdır.

Ortaokulların okuma kitaplarındaki ise insani çileden çıkaracak bir kayıtsızlık ve milli kültüre yabancılık göze çarpar. İçindeki parçaların çoğu manasız şeyler. Başka dillerden tercüme olunmuş çoğu saçma hikâyeler, insani şiirden tiksindirecek kadar bayağı manzumeler yanında Türk çocuğuna milli kin, milli ruh aşılayacak hiçbir parça yoktur. Mehmet Emin’in, Ziya Gökalp’ın o pek terbiyevi ve milli ruhlu manzumelerini yer verilmiştir. Yahya Kemal’in “Akıncılar”ı durdururken sanki kasten yapılmış gibi “Açık Deniz” manzumesi alınmıştır. Sekizinci sınıf talebesi’nin bu manzumeyi anlıyamıyacağı hiç düşünülmemiştir. Hececilerin vatani şiirlerinden hiç biri alınmamıştır. Buna mukabil neler alınmıştır bilir misin?.. Ben söylemekten utanıyorum. İsterseniz siz o kitapları alıp bir bakın da hükmünüzü verin…

Bence Türk gençliğinin kahraman yetiştirmek için maarifte bazı değişiklik yapmak lazımdır. Fikrimce bunların ana çizgileri şunlardır: 1- İlkokullardan başlayarak yüksek tahsil müstesna olmak üzere bütün okullardan muhtelif tedrisatı kaldırmalıyız küçük sınıflarda kız ekseriyeti arasında kalan bazı erkek çocukların erkeklik ruhlarını kaybettikleri ve kısmen avareleştikleri muhakkaktır.

Genç nesil kahraman yetiştirmek için ona iyi öğretmen kolay bulunmaz ama iyi kitap vermek lazımdır. İyi öğretmen kolay bulunamaz ama iyi kitap yazmak daima kabildir. Bunun için de kitap müsabakası açarak birinciden beşinciye kadar binlerce lira mükâfat vermeğe lüzum yoktur. Bu iş menfaat beklemeyen bir öğretmene havale

2- İlkokulların programları bizim talebelik zamanımızda olduğu gibi olgunlaştırılmalı, 6


GENCAY ikinci sınıfta başlayarak her yıl biraz daha mufassal olmak üzere Türk tarihi ve grameri gösterilmelidir.

9- Gramer, Türk tarihi, Türk coğrafyası, yurt bilgisi dersleri ortaokulun her üç sınıfına biraz daha genişletilmek üzere gösterilmelidir. Tekrar edilen derslerin ne kadar iyi öğrenildiği malumdur.

3- İlkokul talebesine verilen sınırsız hürriyet derhal kaldırılacak çocuk sıkı bir disiplin muhiti içine alınmalı ve hayatta disiplin denilen bir şeyin varolduğunu daha pek küçükken idrak etmelidir.

10- Ortaokulda milli sporlar başlamalı, kılıç, güreş, cirit gibi ananevi sporlar, yüzücülük, kürekçilik vesaire gibi savaşa yardımcı sporlar birinci mevkii tutulmalıdır.

4- Ceza bütün şiddetiyle okullara girmeli ve kötü aile muhitlerinde yetişen veya şahsen fenalığa istidatı olan çocuklar yaptıkları hareketlerin mukabelesiz kalmadığını görmeli ve iyi çocukların da bozulmasının önüne geçilmelidir.

11- Askerlik dersler ile sporlar en mühim dersler haline gelip her birinden ayrı not verme usulü konulmalı, gösteriş izciliği, caka resmi geçitleri kaldırarak yerine hakiki ve sert askerlik konulmalıdır.

5- İyilerin ahlakını bozacak kabiliyette olanlar derhal okullardan çıkartılmalı ve bir kişi kazanmak için 40 kişinin önünden fena örnek bulunmasının önüne geçilmelidir.

12Ortaokullarda hiçbir faydası görülmeyen, boşuna zaman, emek ve para harcamaktan başka bir şeye yaramayan ecnebi dili dersleri tamamen kaldırılarak bunun yerine askerlik ve spor dersleri konulmalıdır.

6- Bütün oyunlar, ders kitapları, vazifeler, kahramanlar, Türkçülük, fedakarlık aşılayacak şekilde olmalıdır.

13- Lisenin ilk sınıfından itibaren edebiyat ve fen kolları ayrılarak yalnız bir tarafa istidatı olan pek çok değerli talebemizin parlak istidatlarının körleşmesinin önüne geçilmelidir.

7- Kadın öğretmenler erkek talebeye ders vermemelidir. Bütün öğretmenler sade kılıkları ile talebeye örnek olmalıdır. Boyalı veya bob-stil hocalar derhal meslekten uzaklaştırılmalıdır.

14- Gramer ve yurt bilgisi dersleri bilhassa liselerde devam ederek talebenin kendi dilini ve memleketin kanunlarını kavraması temin edilmelidir. Geçen yıl liselerde okutulan gramer derslerinden benim aldığım iyi netice gramerin muhakkak liselerde de okutulması lüzumunu bana ispat etti. Böylelikle ilkokuldan itibaren gramer okumuş talebe liseyi bitirirken kendi diline tamamen hâkim olacak ve artık memlekette “Kuyu

8- Ortaokullarda askerlik dersi nazari ve ameli olarak çoğaltılmalı ve ciddi tutulmalıdır. Talebe askeri kanunlara ve cezalara tabi olmalı ve mektep üniformasını giymeğe mecbur edilmelidir. Ortaokullara girerken kendisinden ortaokul usullerine tabi olacağına dair imza alınarak söz ve mesuliyet ne demek olduğu kendisine anlatmalı ve nizamata aykırı gidenler tahsilden men edilmelidir. 7


GENCAY sokak, Nur apartmanı” diyecek edebiyat öğretmenleri ve dil mütehassısları kalmayacaktır.

temsil eden 200 gencin başlarında tulgalar, göğüslerinde zırhlar olduğu halde, hakiki kılıçlar veya süngüler çarpışmaları arasındaki farkı düşünür.

15- Askerlik ve spor liselerde daha sıkı olarak devam etmeli ve talebeler silahla toplu bir halde talime, hakiki süngü ve kılıçlarla hakiki mübarezeler yapmağa alışmalıdır. Zarar yok, aralarında tehlikeli yara olanlar bulunsun… Bu yaralar sinemaların, baloların yaptığı tahribat kadar zararlı değil; talebeyi tehlikeli azımsamağa alıştırmak bakımından faydalıdır.

20- Bütün okul kitapları mütehassız ve fedâkar öğretenlere, milli ve askeri ruh gözönüne alınmak şartile yeniden yazdırılmalı ve öğretmenler bu işin şerefi ile kanarak maddi kazanç beklememelidir. 21- Liselilerin fen kollarında laboratuvar çalışmaları arttırılmalı ve talebe yurt için yaratıcılık kabiliyeti daha bu sıralarda inkişaf ettirilmelidir.

16- Ortaokul ve liselerden en ufak ahlaki ve zaaf tartla ceza görmeli ve bu talebeler başka hiçbir okula alınmamalıdır.

22- Askerlik ve spor derslerinde liyakat gösterenler için eski ananelerimizde olduğu gibi alplık ve batırlık unvanları, bilgide başarı gösterenler için bilgelik ve danışmanlık unvanları ihdas olunarak hakkaniyet dairesinde talebelere verilmeli, sıkı mücazat olduğu gibi büyük mükafaatlar da bulunmalıdır.

17- Talebenin başına daima otoriter, seciyeli ve Türk öğretmenler getirilmelidir. Bizim talebemiz hatta kız talebemiz, gayri Türk öğretmenlere tahammül edememektedir. 18- Okullar birer kışla haline gelmeli, hatta liselerin müdürleri yüksek rütbeli subaylardan olmalıdır.

*** Böyle sıkı şartlarla okullarımızda yeni bir ruh yaratmazsak yüksek kabiliyetli gençlerden ve kahramanlardan ümidimizi kesmeliyiz.

19- Okullar birbiri ile futbol gibi manasız ve voleybol gibi kadınca müsabakalar değil, askeri ve milli müsabakalar yapmalı. Türk kılıcı, okçuluk gibi milli sporlarımız ihya olunarak liselere sokulmalıdır. Bir stadyumda iki okulu temsil eden 22 gencin lastik top ardında koşması ile iki okulu

Çınaraltı Dergisi, 21 Mart 1942, Sayı:35

8


GENCAY

ATSIZ TANRI DAĞI'NDA Niyazi Yıldırım GENÇOSMANOĞLU

Burada baş sağlığı, orada gözler aydın; İki ayrı dünyada iki ayrı tören var. Tanrı katından gelen bir yüce buyruk üzre, Aramızdan ansızın çadırını deren var. Orada ecdat ruha şadümanlık içinde Burada tamu içre gönüllerde boran var. Eksilmiş bir yanımız; çarpılmış gibiyiz hep TANRI korusun, sanki Bozkurtluğa kıran var. Yukardan gök mü bastı; altta yer mi çöktü ne? Kimsede ağız, dil yok; gözleriyle soran var. Buradan uğurlarken onu binlerce Bozkurt Orada karşılayan binlerce Alp-Eren var. O gün Tanrıdağı’nda tan ağardığı çağda, Dediler Oğuz Han’ın otağına giren var. Ve Tanrı-Kut Mete’nin huzurunda Atsız’ı Kür Şad’la Kül Tigin’le diz vururken gören var. Töredir; konan göçer, doğan gün batar elbet Tanrı zeval vermesin devlet, din ve KUR’AN var. Dayanılmaz olsa da Atsız’lığın acısı Ulu Tanrı’ya şükür yine toy var, Turan var.

9


GENCAY

10


GENCAY

ÖYLE BİR GEÇER ZAMAN Kİ... Hakan PAKSOY Kasım’ını da gerileme devri olarak isimlendirmek çok da yanlış olmayacaktır.

Ülkücülük; Türk milliyetçiliği hareketi içinde gelişen ve insanlık tarihindeki ender sivil toplum hareketlerinden birisi hatta en başta olanıdır. Bu kadar genişlik kazanmış bir harekette üyelerinin bir hedefe yönelmeleri ve kalplerinin ortak çarpmalarının nasıl sağlandığının üzerinde önemle durulması ve bilim insanlarının incelemesi gereken bir husustur.

Duraklanan Yıllar… 12 Eylül ile başlayan duraklama dönemi; işkenceler, Mahkeme sürecinin uzaması, idamlar, cezaevi şartları gibi ağır baskılarla oldukça yıkıcı tesirleri olan bir dönemdir. Özellikle, yargılananların oldukça zor şartları kadar yurtdışına çıkanların fazlalığı geride kalanların yalnızlığı ve ne yapacağını bilmezliğini de beraberinde getirmiştir. Bu arada akan zaman, şartların ağırlığı, ekonomik zorunluluklar gibi unsurların da etkisiyle hayatın acımasız çarkı da çoğunlukla farkına vardırmadan bu yalnız ve ne yapacağını bilemeyen insanları dişlileri arasına alarak öğütmeye de başlamıştır.

Türk milliyetçiliğinin geçmişinde önemli kırılma noktaları vardır, örneğin Türkiye Cumhuriyetinin ilanı, 1944 Turancılık davası, 1969 partileşme gibi… Ancak bunların dışında ve daha yakın tarihte gerçekleşen, etkisi hala yaşanan olayların, Türk milletinin dolayısıyla Türk milliyetçilerinin hayatındaki etkileri itibarı ile incelenmesi çok önem arz etmektedir.

Hayatın yürüyen bu süreci içinde hem arkadaşlarından hem büyüklerinden hem de fikri vasattan uzak kalan kitle artık toparlanması gitgide zorlaşan bir yola girecektir.

Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkışından bugüne kadar geçen zamanı tarih şeridine benzetecek olursak; Cumhuriyet’in ilanını yükselme devri başlangıcı, 12 Eylül 1980 ihtilali duraklama devri başlangıcı ve Berlin Duvarı’nın yıkılışı olan 1989

11


GENCAY Duraklama dönemi yedi yıl gibi uzun bir zamanın etkisi ile ve biraz da mecburen yaşanan bir süreçtir. Bir paradoks gibi görünmekle birlikte birçok kişi kendi yolunu çizecektir de. Gidenlerden doğan boşluk başkaları tarafından doldurulmuştur.

içinde olmaları” özelliğini de ellerinden almış, zamana teslim olunmuştur. Ancak; zamana teslim olduklarını kendine bile itiraftan çekinilmiş ve geçmişte yaşamaya başlanılmıştır. Bundan sonra “bir zamanlar maziye bak ne kadar şendik” yaklaşımları ile karşılarıma çıkan her problem, her mesele sihirli iki kelime ile çözülecektir. Her toplumsal olay, her siyasi strateji, her insani yaklaşım bu iki kelime ile izah edilir hale gelir. Karşı çıkılan her durum da bu iki kelimeye aykırı olduğundan çok şedit bir şekilde tenkit edilecektir.

Gidenlerin çoğunluğu gittikleri mahallelerde sıradan yerlere sahip olmakla birlikte ya kaybetmeyi göze alamayacak kazanımlar elde ettiklerinden ya da kalanlar tarafından dönüşleri engellendiğinden geri dönmemişlerdir. Kalanlarla gidenlerin tartışması çok kıyıcı bir şekilde ve hiç bitmeden devam etmiştir.

Haddizatında insanlık tarihinin kaydettiği en muhteşem, özgün, sadece Türk milletine ait olan sivil yol arkadaşlığını anlatan bu iki kelime aynı zamanda aşılamaz kale duvarı gibidir. Hiçbir top güllesi bu duvara zarar veremeyecek diye düşünülür. Düşünülür düşünülmesine de bu iki kelime çok müthiş bir şekilde yorulmuş, yıpranmış ve çok kullanılmaktan ötürü eskitilmiştir.

Gerileme Dönemi… Dünya, 1989 sonunda Berlin Duvarı’nın yıkılması ile sembolik zirvesini bulan Sovyetler Birliğinin dağılmasının etkisine girmiş ve küresel ölçekte değişim yaşanmıştır. Türk milliyetçileri bu küresel değişimi akılcı bir şekilde analiz edip gereğini yapmayınca da bunun etkisiyle çöküş dönemine evrilmiştir. 89 sonundaki bu yaşananlar ya görmezden gelinmiş veya daha doğru ifade ile boşluğu dolduranların insanın yaratılışında var olan “gücü muhafaza etme duygusu” ya da fikri vasattan uzak bir şekilde durgun halde kalışı ile zamanın gerisinde kalınmıştır.

Bu iki kelime “Ülkücü Duruş”tur.

Geride kalıp öndekileri kovalayanlar da sadece önündekilerin arkalarını göreceklerdir. Bu durum iddiaları olan ve hep olayların öznesi olanlar için çok da hazmedilebilir bir durum değildir. Ama zaman “iddiaları ölçeğinde büyük davranış

Çok sihirli olan bu iki kelime ile müthiş bir mahalle baskısı oluşturulmakta ve daha da önemlisi sadece siyasi baskı ve siyasi rant aracı olarak kullanılır hale getirilerek kavramın içi boşaltılmaktadır. Hâlbuki istikbale büyük bir kitle halinde 12


GENCAY yürüyebilmek için bütün Türk milliyetçilerinin birlikte olmak zarureti vardır ama birlikte olunan herkesin de Ülkücü olması gerekmemektedir. Bu baskı zamanla insanları uzaklaştırmaktadır.

“— (Gemi) On beş derece sağa kırın. — (Işık) Siz on beş derece sağa kırın. — (Gemi) Derhal on beş derece sağa kırın. — (Işık) Siz derhal on beş derece sağa kırın.

Kalanlar kendi içindeki ilişkiyi de bu iki kelime ile şekillendirirlerken her ne hikmetse gidenler gittikleri için bu duruşa aykırı davranış gösterirken(!) döndüklerinde bu değerlendirmelerden eser kalmamaktadır.

Komutan sabrın sınırındadır. Bu saygısız adama haddini bildirmeye karar verir: — (Gemi) Ben harp gemisiyim. Sana emrediyorum. Derhal on beş derece sağa kır.

Bu şekilde içi boşaltılmış, eskimiş, yıpranmış, işe yaramaz ve toplumsal karşılığı olmayan bir hale getirilen bu kavramla sadece hatıraların romantizmi yaşanmakta ve kim tutarsa elinde kalınmaktadır.

Bakalım ne olacak diye beklerken, işaretçi cevabı tane tane okur: — (Işık) Ben deniz feneriyim. Derhal on beş derece sağa kır.” Bugün, deniz feneri “İmdaat… Gemi bana çarpmak üzeredir “ diye bağırmaktadır.

Mahallede bunlar olurken ülkede Türk milletinin egemenliği paylaşılmak üzeredir ve sona yaklaşılmış vaziyettedir. Bu gerçekleştiği takdirde Türklük bir etnisite derecesine indirilecek ve Türk milliyetçileri, Türkiye’de “bir etnisitenin ırkçılığını yapma” suçlaması ile karşı karşıya kalacaklar, ayrılıkçı bir hareket haline geleceklerdir.

Türk milliyetçileri vakit geçirmeksizin, kendilerini Türk milletinin merkezine yerleştirip, sağında solunda kim varsa kucaklayacak bir bakış açısı geliştirerek, siyasal ümmetçilikten etkilenen milliyetçilik anlayışını, sanat ve estetik ilişkileri ile gerek camia içi gerek dışındaki insanlarla ilişkilerini yeniden kurgulamalıdır.

Ya Değişim Ya Da…

Aksi takdirde, zaman ince ince öğütmektedir, bakarsınız ki geride bir şey kalmayacaktır. Ve “Öyle bir geçer zaman ki” farkında olamadan tarih sahnesinden çekilmişsinizdir.

Prof. Dr. İskender Öksüz’ün “Milletsiz Milliyetçilik, Aman Ne Güzel!” başlıklı enfes yazısının girişinde, deniz feneri ile amiral gemisi arasındaki muhavere geçer. Fırtınalı bir gecede amirale bir ışık görüldüğü haber edilir, ışık ve gemi birbirine yaklaşmaktadır (kısaca). Amiral emir verir ve muhavere başlar:

13


GENCAY

NASIL BİR EĞİTİM SİSTEMİ OLMALIDIR? Alperen KIZIKLI Türkiye’de eğitim sistemi maalesef ki birçok sorunla karşı karşıyadır. Eğitim sisteminin ve eğitim yatırımlarının yetersiz düzeyde olması sebebiyle istenen eğitim seviyesine ulaşılamamıştır. Eğitim ortamları istenen seviyeye getirilememiş, eğitim sistemleri değişen hükümetlerle birlikte bir türlü istikrara kavuşamamıştır. Eğitim, kişinin yaşadığı toplum içinde değerli görülen, yetenek, tutum ve diğer davranış biçimlerini geliştirdiği süreçlerin tümü olarak tanımlanabilir. Eğitilen bireyin davranışları değişir. Değişen davranışlarıyla birlikte hayata bakış açısı, düşünce biçimi de gelişir ve farklı bir yapı kazanır. Eğitim kısaca bir davranış değiştirme ve geliştirme sürecidir. Eğitimin 3 ana unsurundan biri olan okullarımız, ilkokuldan üniversiteye kadar tüm kademelerde yeterli donanıma sahip olmadan hizmet etmektedir. Kapasitesinin üzerinde öğrenciye eğitim vermeye çalışan kurumlarımızda öğrenci ve öğretmen sınırları zorlayarak, eğitim ve öğretim yapabilme çabasındadırlar. Laboratuvarları olmayan okullarda fen dersleri, spor salonları olmayan okullarda bireylere spor ahlakı ve eğitimi verilmeye çalışılmaktadır.

Eğitimin 3 ana unsuru, öğretmen, öğrenci ve bu eğitim sürecinin gerçekleştiği okuldur. Eğitim sürecinin gerçekleştiği okul, öğrenci ve öğretmene kullanacağı gerekli ders materyalini, sosyal ve bilimsel olanakları sağlamalıdır. Öğretmen, eğitim sürecinde öğrenciye yol gösteren, sadece kuru bilgi yüklemeyen, farklı kapıları gösterip öğrencinin o kapılara yönelmesine destek olan, işinin gereğini hakkıyla yerine getiren kişidir. Öğrenci ise ne talep ettiğini bilen, ısrarcı ve araştırmacı olmaya güdülenmiş birey olmalıdır.

Üniversitelerde verilen eğitimin kalitesi artırılamadığından, gerekli imkanlar üniversitelere sağlanamadığından öğretmenler, gerekli vasıflardan yoksun 14


GENCAY bir şekilde mezun olmaktadırlar. Eğitim fakültelerinden mezun olmamış bireylerle kapatılmaya çalışılan öğretmen açığı da öğrencilerin eğitiminde istenilen düzeyin yakalanmasına engel olmuştur.

Eğitim koşullarının iyileştirilebilmesi için eğitime ayrılan pay artırılmalıdır. Öğretmenin insanca yaşayabileceği, kafasında sadece bilim ve ilim sorunlarının bulunduğu bir hayat standardı yaratılmalıdır. Öğrencilerin sınıflarda tıkış tıkış oturtulmadığı, rahat ve nezih eğitim koşulları sağlanmalıdır.

Mevcut eğitim sistemi, zorlamaya dayanan, yani insanların kendi başına bir şey öğrenemeyeceği varsayımı üzerine kurulmuştur. Belleğe bilgi yığmaya dayanan bu yöntemle adına ister ezber deyin isterse bilgi odaklı öğretme merkezli eğitim deyin ya da başka bir ad verin fark etmez, insanlar bir şey öğrenememektedirler hatta merak ve ilgilerini kaybetmektedirler. Öğretilenlerden kuşku duymayan ve tek doğrulu eğitim sistemine bağlı kalan toplumlarda insanlar bir tür “köleliğe” mahkum olmaktan kurtulamazlar. Ekonomiden siyasete birçok alanda, bu kölelik zihniyetinin örnekleri bugün toplumumuzda ortaya çıkmaktadır.

Farklı bireylerin farklı özellikleri olduğunu düşünen, merakı ve öğrenme gücünü harekete geçirecek ideal bir eğitim modeli ortaya konulmalı, sorgulama ve düşünme eğitimin bir numaralı hedefi haline getirilmelidir. Meraka, kuşku ve araştırmaya dayanan ideal eğitim modelini, öğrencinin kendi öğrenme yapısına uygun bir şekille, kendi ihtiyaçlarını kendisinin keşfetmesine fırsat veren bir ortamda öğrenciye sunabilmenin yolları araştırılmalıdır. Eğitimcinin kesinlikle öğretme konumunda kalmayacağı bu yeni modelde öğretmen, ayrıca ders arkadaşı özelliği kazanıp, üreticiliği, yenilikçiliği, araştırıcılığı ve sevgisi ile öğrencilere rehber de olacaktır.

Eğitim sürecinde öğretmen ve öğrenci ilişkisinin düzenli yürüyebilmesi için uygun, nitelikli, doğru hazırlanmış eğitim sistemlerine ihtiyaç vardır. Toplumun ve dünyanın değişen yapısına uygun, sorgulamaktan ve soru sormaktan çekinmeyen bireylerin oluşabilmesi ancak doğru hazırlanmış eğitim sistemleri ve müfredatları ile mümkündür. Çağı yakalamış nitelikli insanların yetişmesi için de eğitim sistemleri hazırlanırken azami dikkat ve özen gösterilmelidir. Böylelikle iyi bir eğitim sistemi ile yetişmiş bireyler mesleki beceri, davranış ve tutumlarında daha başarılı bir sonuca ulaşabilirler.

Ancak bu şekilde eğitim gerçekten eğitim olur, birey yetişmiş, nitelikli bireye dönüşür ve toplumsal kalkınma gerçekleşir.

15


GENCAY

16


GENCAY

DUYMA VE DİNLEME Yunus Emre UYAR Arapça söz konusu olduğunda yok denecek kadar düşükse verilen dinleme tanımlarını göz önünde bulundurduğunda aklına şu soru muhakkak gelecektir: “Ebedi kelamı dinliyor muyum, yoksa duyuyor muyum?” Bu noktada duyma ve dinleme eylemlerinin arasındaki uçurumu görmek gerekir. Bir kere duymada kaynaktan gelen sesli uyarıcıların alınması irade dışıdır. İnsan istese de istemese de, farkında olsa da olmasa da kısa süreli belleğine alınmak üzere bu sesli uyarıcı bombardımanına her an maruz kalmaktadır. İnsan her şeyi duyabilir; ancak dinlemeyebilir. “Duyulan sesler arasından seçilenler beyinde işitme-yorum alanı denilen bir merkeze gelmekte, o merkezde daha önce toplanmış bilgilerle karşılaştırıldıktan sonra anlamlandırılmaktadır.” (5) Yine duymada bir algılama, anlam verme söz konusu olmadığı gibi uyarıcıların herhangi bir kodlama yöntemiyle uzun süreli belleğe yerleştirilmesinden de söz edilemez. Oysaki dinleme denen etkinliğin yukarıdaki tanımlarına bakılırsa duymaktan bambaşka ve daha üst düzey bilişsel basamaklara erişmeyi gerektiren bir etkinlik olduğu görülür.

Murat Özbay’ın yapmış olduğu tanımda dinleme, “Konuşan ya da sesli okuyan bir kişinin vermek istediği sözlü mesajları doğru olarak anlayabilme etkinliğidir.” (1) Sever’e göre dinleme “İşitileni anlamak ve saklamak ya da işitileni anlamak amacıyla dikkat harcamaktır.” (2) Göğüş’e göre dinleme “Bireyin işittiğini anlamak amacıyla dikkatli bir şekilde konuşmayı izleme çabasıdır.” (3) Dinleme, Demirel tarafından ise “Konuşan kişinin verdiği iletiyi pürüzsüz olarak anlayabilme ve söz konusu uyarana tepkide bulunma etkinliği.” (4) olarak tanımlanır. Yurdun, alanlarında önde gelen isimlerinin “dinleme” kavramına yönelik yukarıdaki tanımlarının en belirgin müşterek noktaları kulağa gelen sesi anlama, saklama, tepkide bulunmadır. Herhangi bir etkinliğin dinleme olarak nitelenebilmesi için en azından bu hususiyetleri haiz olması lazımdır.

Herhangi bir törende, Kuran-ı Kerim ziyafeti verilmeye başlanmadan evvel dinleyici kitlenin sükûneti sağlaması için şu şerefli hadis hatırlatılır: “Kuran okumak sünnet, dinlemek farzdır.” Burada dinleyici kitlenin –ana dillerinin Arapça olmadığı ve Arapça bilmedikleri farz edilirse- aslında dinleyici olmadığı yalnızca ilkel bir duyucu

Dinleme dendiğinde bir Müslümanın aklına ilk gelenlerden biri tabi olarak ilahi kelamı dinlemektir. Lakin o müminin ana dili Arapça değilse ya da Arapçayı ana dili gibi bilmiyorsa, yani dinleme, konuşma, okuma, yazma gibi temel dil becerileri 17


GENCAY kitlesi olduğu açıktır. Çünkü ilahi kelam tören boyunca Arapça okunur. Kesinlikle dinleyici kitlenin çözümleyebileceği bir kod kullanılmaz. Ziyafete gelen konukların ellerinden ilahi buyrukları dinleme hakları alınıp yalnızca duymalarına izin verilir. Üstelik okunanı dinlemek farz iken ve iptida bu vurgulanmışken konuklar okunan, kendilerine intikal eden ilahi iletilerin sesli formlarına karşı anlama, saklama, tepkide bulunma gibi davranışların hiçbirisini gösteremezler. Hal böyle olunca okunan Kuran karşısında takındıkları tavır farza uygun olmaz, yani dinleme olarak değer kazanmaz. Bu onların suçu olmasa gerekir. Nitekim Tanrı onları ayetinde belirttiği gibi kavimlere ayırmıştır.(6) Onlara da Rusça, Farsça ya da Türkçe bahşetmiş olabilir. Asıl sorun onlara ilahi kelamı aktaranlarca alıcı kitlenin özelliklerinin göz ardı edilmesindedir.

ayetlerin dinleyicilere gerektiği gibi ulaşabilmesi ve böylelikle anlamlandırılıp içsel cevaplar bulma çabasına girilip etkinliğin alıcı açısından dinleme olarak değer kazanması için gerekli olan en önemli koşullardan kod/düzgü yanlış seçilmiştir. İşte iletişimi aksatan nokta budur. Alıcının vericiye her ikisinin de çözebileceği bir düzgü aracılığıyla bildiri iletmesi doğal olandır. Ancak söz konusu törenlerde bu kurala uyulmaz. Böyle olunca alıcı konumundakiler bildirilerin kendilerine yabancısı oldukları bir düzgüyle iletilmesinden ötürü ileti almakta başarısız olurlar. Bu da onları gelen sesleri duyusal bellekte yarım saniye kadar tutup kaybeden alelâde birer “duyucu”dan öteye geçirmez. Kuran okunur ama onlar farz olan “dinleme” görevini yerine getiremezler. İşin ilginç yanı ise bunun asırlardır ve farkında olarak yapılıyor olmasıdır. Türkler için söylenecek olursa, yüzyıllardır çeşitli törenlerinde okunan Kuran’ın dinlenmesi için Türk’e sözünü ettiğimiz şerefli hadis hatırlatılır da Türk’e Türk’ün çözebileceği düzgüyle bildiri aktarmak akla gelmez! Türk’ün düzgüsü, Türk’ün dilidir. Bu kendisini var eden, kendi “ruhunu dışlaştırma vasıtası” (8) olan temel becerilerine sahip olduğu dildir. Türk, kendisine yöneltilen iletileri ancak bu dil kullanıldığı sürece anlayacak, algılayacak, içsel yanıtlar bulma çabasına girecek, yorumlayacak, değerlendirecek, tepkide bulunacak, değer verecek; türlü bilişsel, duyuşsal basamakları çıkabilecek ve ancak bu sayede “söz”ü duymaktan ziyade “dinleyebilecektir.”

Bu noktada Jakobsen’den yola çıkılarak hazırlanan iletişim modeli önemli bir şablon oluşturur. (7) Bu modele göre verici Kuran okuyan hafızlar, oluk dinlemeye uygun ses sistemi ve mekân, alıcı konuklar, bildiri ayetler, kod da Arapçadır. Sağlıklı bir iletişim için, yani 18


GENCAY Dipnot 1- Özbay, Bir Dil Becerisi Olarak Dinleme Eğitimi, s.11, Akçağ Yay. Ankara, 2005 2- S.Sever, Türkçe Öğretimi ve Tam öğrenme, s.9, Anı Yay. Ankara, 2000 3- B.Göğüş, Türçe ve Yazın Eğitimi, s.288, Gül Yay. Ankara, 1978

Ebedi kelâmı “dinleme”nin faziletleri umumi efkârda mevcuttur. Sözgelimi cemaatle kılınan namazlarda imamın okuduğu ayetleri dinlemenin farz olduğuna inanılır. Ancak, Arapça bilmeyen cemaat kendisine Arap düzgüsüyle gönderilen ayet iletilerini dinlemek yeteneğinden yoksundur. Cemaat bunları yalnızca duyar. Kimsenin mümin kula bu eziyeti etmeye hakkı olmasa gerekir. İlahiyatçılar tarafından Kuran’ı dinlemenin gerek uhrevi gerek dünyevi yararları, gerekliliği halka gayet tatmin edici bir halde anlatılmaktadır. Burada düşünülmesi gereken “dinleme”nin gerçekleştirilip gerçekleştirilemediğidir.

4- Ö.Demirel, Planlamadan Değerlendirmeye Öğretme Sanatı, s.35, PegemA Yay. Ankara, 1999 5- Ş.Ünalan, Yeni Gelişmeler Işığında Türkçe Öğretimi, s.67, Çanakkale, 1999 6- Kur’an-ı Kerim, Hucurat, 13 7- A.Z.Kıran, Dilbilimine Giriş, Seçkin Yay. Ankara, 2006 8- D.Hocaoğlu, Linguistik Domino 1 – Dile Dair Muhtasar Bir Prolog, Muhalif Gazetesi, sayı: 46, 01.12.2000

Ulemadan alınan “dinleme” tanımları ve Türk’ün konuyla ilgili yaşantıları göz önüne alındığında görülür ki Türk Kuran dinlemiyor, yalnızca duyuyor. Ve Türk hala soruyor: “Neden bu haldeyim?”

19


GENCAY

YENİLENEBİLİR ENERJİ KAVRAMI ve ÜLKEMİZDEKİ DURUM Fatma Özge ÖZDEMİR çevreye zarar vermeden, yerel kaynaklar kullanılarak, güvenli bir şekilde en iyi verimin elde edilebildiği, kaynak çeşitliliğine dayalı olarak, ucuza elde edilebilen ihtiyaçtır. Başlıca fosil kökenli yakıtlar; kömür, petrol ve doğalgazdır. Milyonlarca yıldan beri bitkilerin, hayvanların ve diğer canlıların çürümesi sonucu biriken tabakalardan saydığımız fosil yakıt türleri oluşmaktadır. Bu fosil yakıtları yeryüzüne çıkarmanın yolu sondaj adı verilen delmek yani yeri dıştan içe kazmaktır. Şu anda yeraltında ısı ve basınçla fosil yakıtlar tekrar oluşmaktadır, fakat oluşumlarından daha kısa sürede tüketildikleri için yenilenemeyen enerji kaynakları olarak nitelendirilmektedirler. Bilindiği gibi fosil kökenli yakıtların rezervleri sınırlı olup, gelecekte ihtiyaçlarımızı karşılayamayacağı ve tükeneceği bilimsel çalışmalar kapsamında ispatlanmıştır. Bu yüzden yeni ve yenilenebilir kaynakların bulunması ve sürekliliğinin sağlanması zorunluluk arz etmektedir. Bu zorunluluğun en önemli sebeplerinden biri de fosil kökenli yakıtların kentleşme ve nüfus artışının neden olduğu aşırı tüketimle birlikte havaya salınan sera gazlarıdır. Sera gazlarının havaya salınmasıyla birlikte küresel iklim değişiklikleri meydana çıkmaktadır.

Enerji, kelime anlamıyla iş yapabilme yeteneğidir. Enerji, sosyal hayatta ekonomik ve sosyal gelişmişliğin vazgeçilmez bir ihtiyacı olmakla birlikte, yaşam kalitesi standartlarını arttıran en büyük unsurlardan biridir. Bu bağlamda, enerji tanımı üçe ayrılmaktadır. Bunlar: 1) Yerin altında kalan bitkilerin ve canlıların, bataklık alanlarda birikmesi sonucu oluşan, tabakaların değişime uğramasıyla meydana gelen ‘Fosil Kökenli Yakıtlar’ 2) Potansiyeli mevcut olan ve teknolojik gelişmelere başlı olarak kullanımı artan ‘Yerli Enerji Kaynakları’ 3) Tükenmeyen ve kendini çok kısa bir zaman diliminde yenileyebilen ‘Yenilenebilen Enerji Kaynakları’dır. Enerjide önemli parametreler bulunmaktadır. Bu parametreler kapsamında enerji; ucuz, güvenli, verimli, yerel kaynaklara dayalı, kaynak çeşitliliği sağlayacak kapasitede, temiz ve çevre dostu olmak zorundadır. Yani enerji;

İklim değişikliği, atmosferdeki CO2 (Karbondioksit), CH4 (Metan), C4H10 20


GENCAY (Bütan) gibi sera gazları ile atmosferdeki ısının, atmosfer dışına çıkamamasıdır. Kömür, petrol, doğalgaz gibi fosil yakıtların iklim değişikliğine yol açmasının nedeni; yanma sırasında ortaya çıkan CO2 ve CH4 gibi sera gazlarının bünyelerinde ısı tutma özelliğine sahip olmalarıdır.

 Salgın hastalıkların artması  Kuraklık ve su kaynaklarının azalması Ve benzeri olası sonuçlara bizi katlanmak zorunda bırakacaktır. Daha fazla fosil yakıt aramak için harcanacak parayı, geleceğin temiz, sürdürülebilir enerji kaynaklarını geliştirmek için kullanmak zorundayız. Hiçbir şey olmamış gibi fosil yakıtları tüketmemiz, ekolojik ve ekonomik yıkımlara yol açmakla birlikte, insan yaşamını da büyük ölçüde etkilemektedir.

Güneş, gün doğumundan batımına kadar atmosferin içine ısı ve ışığını verir. Doğal döngünü devam etmesi için, bu ısının tekrar atmosfer dışına transferi gerekmektedir. Oysa fosil yakıtların sebep olduğu sera gazları, atmosferin altında bir tabaka oluşturarak ısının tutulmasına ve atmosfer dışına çıkmasına engel olmaktadır. Böylece yeryüzü daha sıcak bir hale gelmekte, buzullar erimekte ve çeşitli iklim değişiklikleri olmaktadır.

YENİLENEBİLİR ENERJİ NEDİR?

(SÜRDÜRÜLEBİLİR)

Yenilenebilir enerji, doğanın kendi dengesi içinde, bir sonraki gün aynen mevcut olabilen enerji kaynağıdır. İnsan müdahalesi olmadan, doğal bir şekilde oluşan veya dönüşebilen enerjilere doğal enerji denilmektedir. Enerji sınıflandırmasında yukarıda da değindiğimiz gibi; depo edilebilirliğine, kullanılabilirliğine, ekonomik olup olmamasına ve en önemlisi doğaya zarar verip vermediğine bakılmaktadır.

İklim değişikliği kapsamında, en fazla ‘güvenli’ sıcaklık artışı 1 0C’dir. Fakat son 50 yılda bu artış fazlasıyla aşılmış, iklim değişikliğinin 2100 yılına kadar küresel sıcaklıkta 1,4 – 5,8 0C civarında bir artış yapacağı beklenmektedir. İklim değişikliği sadece ısı artışıyla kalmayıp, deniz seviyesinin de yükselmesine sebep olacaktır. 2100 yılına kadar deniz seviyesinde beklenen 15-95 cm arasındaki artış, dünyanın en büyük kentlerinin sular altına kalacağına işaret etmektedir.

Yenilenebilir enerji doğadan sürekli ve tekrarlamalı olarak ulaşılabilen, herhangi bir mevcut rezerv azalması söz konusu olmayan enerji biçimidir. Dünyanın en değerli kaynakları potansiyel olarak yenilenebilir enerji kaynaklarıdır. Doğal çevreye sıkı bir şekilde bağlıdırlar. Avantajları olduğu gibi dezavantajları da vardır, fakat avantajlarının fazla olması dezavantajlarını gölgede bırakmaktadır. Yenilenebilir enerji kaynaklarının dezavantajlarından biri, enerji akım yoğunluğunun yenilenemeyen kaynaklara

Fosil yakıtların kullanılıp, yenilenebilir enerjiye geçilmemesi halinde;  İklim değişikliği  Hidrolojik döngünün değişmesi  İklim kuşaklarının beklenmedik şekilde yer değiştirmesi  Üretimde azalma ve kıtlık  Kara ve deniz buzullarının erimesi 21


GENCAY göre daha düşük olmasıdır. Fakat yenilenebilir enerji kaynaklarının tedarik edilme süresinin sonsuz olması bu durumun üzerini örtmektedir. Kaynak maliyetlerinin çok düşük olması ve geniş bir alanda kolaylıkla elde edilebilir olmaları çok cazip gelse de, ekipmanların yüksek maliyetli olup ve kullanılan sistemlerde yeterli bağımsızlık kazanamamış olmak yenilenebilir enerji için sorun teşkil etmektedir. Ülkemiz üretim yapabilecek kapasitede olmasına rağmen, yurt dışından ihraç edilen parçalarla çok daha ucuza kullanabileceğimiz bu enerjiyi, dışa bağımlılık nedeniyle pahalı bir bütçe oluşturarak ikinci plana atmaktadır. Unutulmamalıdır ki; yaşamın devamı için kaynakların kullanılabilir olmasından ziyade, ekolojik denge için kaynakların yenilenebilir olması daha önemlidir.

Yenilenebilir enerji kaynaklarını sıralayacak olursak; yenilenebilir enerji kaynakları:       

Güneş enerjisi Biyokütle enerjisi Rüzgar enerjisi Jeotermal enerji Hidrolik enerji Hidrojen enerjisi Dalga enerjisi ‘ dir.

Ekosistem, bir toplumun, herhangi bir sistemin işlerini kesintisiz, bozulmadan aşırı tüketim sonucu tahrip etmeden sürdürebilme yeteneğine denir. En çok dikkat edilmesi gereken konu ise ‘Bugünün gereksinimlerini, gelecek nesillerin gereksinimlerini karşılama kabiliyetinden ödün vermeden karşılayan bir sistem’ olarak görebilmektir. Bu bakımdan yenilenebilir enerjinin kullanılması çok önemlidir. Yenilenebilir enerjiyi sosyal, ekonomik ve çevresel olarak 3 ana boyutta incelemek gerekir. Yenilenebilir enerjinin sosyal boyutlarını ele aldığımızda enerji politikalarının milli niteliğine kavuşabilmesi için, bütün paydaşların görüşleri alınıp, fikir birliğine varılması gerekmektedir. Artı ve eksileriyle yenilenebilir enerji masaya yatırılmalı, toplumun ihtiyaçlarını karşılayıp karşılamadığı ve toplum tarafından kabul edilmesi bu kıstaslara göre değerlendirilmelidir. Bu kapsamda kamuoyu oluşturulmalı, Kitle İletişim Araçları ve Sivil Toplum Kuruluşları’na büyük önem verilmelidir. Fosil yakıtlarla fiyat yönünden rekabet etmesi mümkün olmayan yenilenebilir enerji kaynaklarının toplum içindeki payını arttırarak, 22


GENCAY yenilenebilir enerjinin teşvik edilmesi sağlanmalıdır. Yenilenebilir enerjiyi sadece ekonomik geçerlilikten dolayı kabul edecek olan kesime, çevresel etkileri de anlatılarak daha fazla bilgilendirme yapılmalıdır. Topluma anketler yapılıp, anketler de kategorilere ayrılarak, eğitim düzeyine göre sınıflandırılmalıdır. Toplumun daha da bilinçlendirilmesi için kamu spotları oluşturulup, medya bu konuda kullanılmalı ve en önemlisi; politikacılarımız sadece seçim zamanlarında meydanlarda enerji hakkında konuşmalar yapmak yerine, yenilenebilir enerji konusunu meclise taşımalıdır.

 Yenilenebilir enerji kaynaklarının finansal rekabet gücünün arttırılması,  Yenilenebilir enerji kaynaklarının eşzamanlı büyümesinin sağlanması, gerekmektedir.

Yenilenebilir enerjiye ekonomik boyuttan bakarsak; Ülkemiz yenilenebilir enerji kaynakları açısından çok verimlidir. Fakat sanayimizin henüz yenilenebilir enerji kaynakları ekipmanlarını tam olarak üretime geçirememesinden dolayı, yenilenebilir enerjide ülkemiz dışa bağımlı bir politika izlemektedir. Yenilenebilir enerji için dışarıdan parça ithal etmek yerine; bankaların teşvik birimi kredileri kullanılarak, uygun bir komisyon eşliğinde, devlet desteği de sağlanarak yatırımcılara söz hakkı verilebilir. Teknolojilerde ekonomik zararın giderilmesi çok pahalıdır. Bu yapılmazsa hem günümüz insanlarına, hem de geleceğin nesline ekstra faturalar yükleyebiliriz. Üstelik tükenebilen kaynaklarımız hem eritilip, yok edilmekte, hem de birçok zararlı madde açığa çıkmaktadır.

Çevresel boyuttan baktığımızda ise insanoğlu çevresine en çok zararı veren varlıktır ve yaşamını devam ettirebilmesi için birçok ihtiyaçları bulunmaktadır. Bu ihtiyaçlarını çevresinden sağlayarak, gittikçe çevresine karşı duyarsızlaşmaktadır ama başka dünya olmadığının farkına varmak için gecikmiş olunmasa gerek. Çevremize karşı duyarlı olmalıyız ve bu duyarlılığı yenilenebilir enerji kaynakları sayesinde daha iyi bir konuma taşımalıyız.

Yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılmasında uygulanan teknoloji pahalı bile olsa, kullanılması teşvik edilmelidir. Ekoloji damgalı enerji üretim sistemleri, tükenebilir enerji kaynaklarına bağımlı olmamalı, sosyo-ekonomik değişimlere uyumlu olmalı, yeni iş sahaları meydana getirebilmeli, çevresinde altından kalkılamayacak problemler oluşturmamalıdır.

TÜRKİYE’DEKİ YENİLENEBİLİR ENERJİ KAYNAKLARININ DURUMU Ülkemiz yenilenebilir enerji kaynaklarının çeşitliliği ve potansiyeli bakımından zengin bir ülkedir. Ülkemiz birçok ülkede bulunmayan jeotermal enerjide dünya potansiyelinin %8’lik dilimini oluşturmaktadır. Ayrıca coğrafi konumu nedeniyle büyük oranda güneş ışını almaktadır ve hidroelektrik enerji potansiyeli açısından dünyanın sayılı ülkeleri arasında bulunmaktadır. Rüzgâr

Ekonomik boyutta ülkemizin yenilenebilir enerji için;

23


GENCAY enerjisi konusunda gayet verimli bir coğrafyaya sahip olan ülkemizde, bu enerji kaynaklarının elde edilmeleri çok ucuzdur ve yenilenebilir oldukları için çevre ve insan sağlığı bakımından tehdit oluşturmamaktadır.

rüzgâr, güneş, hidroelektrik, vs… ölçümleri kesintisiz yapılmalı ve kayıt altına alınarak, veriler üzerinde projeler üretilmelidir. İç kaynakları en uygun koşullarda kullanarak, bu kaynakların çevreye en az zararla ve ekonomik gelişimine maksimum yarar sağlayan enerji politikaları belirlenmelidir. Ülkemizin yenilenebilir enerjiyi kullanması, ülkemizde bolca bulunan yenilenebilir kaynaklara yönelinmesi, Türkiye’yi enerji sıkıntısından kurtaracak ve dışa bağımlılığın en aza inmesine olacaktır.

Türkiye’deki enerji tablosuna bakıldığında yenilenebilir kaynakların yeri ve önemi açıkça görülmektedir. Ancak bu kaynakların kullanımı %1 veya daha altında bir değer sergilemektedir. Bu sonuçlardan, yenilenebilir enerji türleriyle yeterince ilgilenilmediği ve geliştirmek için herhangi bir çabada bulunulmadığı anlaşılmaktadır.

KAYNAKLAR

Enerji kaynakları gözden geçirildiğinde, fosil kökenli yakıtların Türkiye’de birinci sırada yer aldığı görülmektedir. Yapılan ekonomik analizlerde yıllık olarak; hidroelektrik potansiyelin 216 milyar kWh, linyit kömüründen 114 milyar kWh, jeotermal enerjiden 16 milyar kWh, rüzgâr enerjisinden 300 milyar kWh, güneş enerjisinden 432 milyar kWh elektrik enerjisi üretilebilmektedir. Bu verilerin toplamında linyit kömüründen elde edilen üretim %6’yı geçmemektedir. Elimizdeki verilere göre, enerji artışı gün geçtikçe daha fazla yoğunlaşacak, sürdürülebilir kalkınma ve çevresel etki tartışmalarında bilim ve teknoloji yeni kaynak arayışlarına girecektir ve bu kaynak arayışları yenilenebilir enerjide sabitlenecektir. Ülkemiz adına bir öneride bulunmak gerekirse enerji kaynaklarına ait sağlıklı ve güvenilir veri setleri oluşturulup, bu setlerin sürekliliği sağlanmalıdır. Örneğin

1. 1998 Enerji Raporu. Dünya Enerji Konseyi – Türk Milli Komitesi, 1998. 2. Güneş ve Rüzgâr Enerjisi - Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Araştırma ve Geliştirme Çalışmaları. 3. http://www.sondakika.com/haberprof-dr-ilbas-enerji-azaldikca-terorbesleniyor-2546982/ 4. http://www.ortadogugazetesi.net/ makale.php?makale=yeni-ve-yenilenebilirenerji-kaynaklari&id=5578 5. http://www.ortadogugazetesi.net/ makale.php?makale=enerji-39deozellestirme-nereye-kadar&id=6134 6. Yenilenebilir enerji kaynaklarının Türkiye açısından önemi- Muhsin Tunay GENÇOĞLU 7. Yenilenebilir Enerji Geleceği ve Türkiye—WWF Rapor 2011

24


GENCAY

DEVLETSİZ HÜKÜMDAR Recep Mansur BAYRAM Kim devleti yönetmek ister diye hiç kendinize sordunuz mu? Ekseriyetle bunun cevabı “Ben” olacaktır. Aslında çok kere bu makama layık olup olmadığınız yönünde de kendinize bir takım sorular sormuşsunuzdur ancak burada da sonuç ilk soruya verilen cevap gibi sizin insiyatifleriniz etrafında hep olumlu neticelenmiştir. Hani Sabahattin Ali’nin bir hikâyesinde dediği gibi “…bizim en büyük merhametimiz, kendi nefsimizden beraat kararı almaktır.”

iş başına getirenler bizleriz ya da başka bir deyişle bunların bulunduğu partilere biz oy veriyoruz. Bu insanların seçildikten sonraki fiil ve davranışlarına bakarak değerlendirmeler yapıyor ve onlara siyasetçi, politikacı, devlet adamı gibi bir takım sıfatlar yüklemeye başlıyoruz. Bu değerlendirmeyi seçimden sonra yapmamız da seçimden önce bu insanların kamuoyu tarafından yeteri kadar tanınmayıp, haklarında kötü niyetli düşünmeme ahlakımızdan kaynaklandığını belirtmek isterim. Türk halkı genel olarak böyledir.

Aslında burada dikkat edilmesi gereken ve çok karışan iki kavram üzerinde durmakta fayda var diye düşünüyorum: 1- Devlet Adamı 2- Siyasetçi Siyaset denince halkta oluşmuş bir nitelendirme var. Yalan! Dolayısıyla siyasetçi de yalancı oluyor. İnsanlar böyle kesin bir yargıya ne için başvurur diye merak edenleriniz olmuştur ki biz de zaman zaman bu söyleme dâhil olanlar arasında olmuşuzdur. Netice itibari ile o yalancı yaftasını yapıştırdığımız kesimi de 25


GENCAY Devlet adamı ifadesini de halkın genelinde öncelikle bir sevgi uyandırmış, yasama ve yürütmelerde halkın menfaatini gözetmiş kişiler için kullanırız. Devletin bizce kutsal olması nedeni ile bu kişilerin bu kutsal emaneti layıkıyla taşıdığına inanırız. Bu kişiler, daha sonraları makamlarından emekli bile olsalar, hala görevli oldukları günlerdeki gibi hürmet görür ve bıraktıkları en büyük sıfatla tanınırlar. Çünkü söz konusu makamı onlara veren Türk Milleti’dir.

insanların adlarını devlet adamlığı ile yan yana dahi getirmiyorlar. Yani Türk halkı, herkesin siyasetçi olabileceğini ancak bunların içindeki dürüst kişilerin devlet adamı olabileceğine inanmaktadır. Sizlere hazin bir gerçekten bahsederek bu konu ile olan bağlantısını değerlendirip yazıma nihayet vereceğim. Bildiğiniz gibi biz kendimizi Türk Milliyetçileri olarak açıklarız ve Türk Milletinin menfaatlerini Ülkü edindiğimiz içindir ki Ülkücü olarak biliniriz. Memleketin geneli Ülkücülerin görüş ve yetişmeleri itibari ile halkın her kesimini yansıttığına hemfikirdir. Çünkü Ülkücüler, onların anne, baba, ağabey, abla ve kardeşleridir. Her daim yanı başlarında olduklarına ve memleketin bu insanların sayesinde sahipsiz olmadığına inanırlar. Onların öngörüleri memleketin burun buruna olduğu felaketlere karşı en büyük savunma aracıdır.

Şu ana kadar söylediklerimden siyasetçilere yalancı dediğimiz gibi bir çıkarım anlaşılmasın. Bu algının nasıl şekillendiğini açıklamaya devam edeceğiz. Siyasetle uğraşan kimselerin pratik zekâlı, hitabet gücü yüksek, bilgi birikimi derin ve kişiliği emin bir insan olması beklenir. Yine adayları daha önceden tanımadığımız için seçim dönemlerinde ne kadar tanıyabilirsek o kadarıyla fikir sahibi olabiliyoruz ve bundan da kötüsü bu kişiden çok mensubu olduğu siyasi partiye ve genel başkanına itibar ediyoruz. Memleketi doğru yönetemedikleri, halkın isteklerine kulaklarını tıkadıkları ya da rüşvet ve devlet malından haksız kazanç elde ettikleri zaman bunun nedenini sorduğumuzda güvendiğimiz dağlara kar yağıyor ve pratik zekâsını, hitabet gücünü birer silah olarak bizim üzerimizde kullanmaya başlıyorlar. Dokunulmazlık kimliklerine sığınarak ya başka ülkelere kaçıyor ya da memleketin sessiz bir bölgesinde gözden kayboluyorlar.

Ülkücü bir kişi, herkes gibi memleketi yönetmek üzere içinde bir ateş taşır. Ancak diğer insanlardan ayrılan en büyük farkı ise başkaları yönetici olduğunda neler yapabileceğinden o makamın kendisine sağlayacağı kolaylıkları düşünürken Ülkücü, o makamların eksiklerinin nasıl giderileceğine ve bu sayede bölge bölge memleketin problemleri ile nasıl mücadele edileceğine kafa yormaktadır. Kısa zamanda Ülkücü gençler, toplumun genelinde fark edilmeye başlamakta ve kendilerinin ileride büyük bir insan olacaklarına, çok güzel şeyler yapabileceklerine inanılmaktadır. Milletin

Vatandaş da hakkını teslim ettiği kişiden yediği darbe ile siyasete yalan, siyasetçiye de yalancı kimliğini veriyor. Tekrar ediyorum, devleti kutsal saydıkları için bu 26


GENCAY bu temennileri ile içindeki ateşin daha da çok harlandığını fark eden Ülkücü, her imkânı değerlendirerek memleketi il il, bucak bucak dolaşmakta ve doğru bildiklerini paylaşmakta, yazmakta ve anlatmaktadır. Halkın kendisine olan itimadı, ona yorgunluğunu unutturarak dinamizm kazanmasına vesile olmaktadır.

Halkın yönetim anlayışı güç odaklı hale dönüşmüş ve ne zaman Ülkücüler bir şeyler yapmak lazım dediğinde paranız yok, gücünüz yok diye geri çevrilmişlerdir. Hitabet gücü yüksek, bilgi birikimi derin, kişiliği emin ve devleti doğru yönetebilmek adına nitelikleri yetkin kişilerin göz göre göre erimeye bırakılması çok acı bir manzaradır. İçindeki cevherin ateşi ile kavrulan ve her biri tarihin gidişine yön verebilecek kudretteki dava adamlarının bırakın Hükümdarlığı Cumhurbaşkanlığını devletin memuru bile olması mümkün olmamaya başlamıştır.

Talihi kader mi diyelim bilemem ama ne yazık ki Ülkücü diye nitelendirebileceğimiz bir yönetim de şimdiye kadar halkımız tarafından seçilmemiştir. Ülkücü olduğuna inandığımız kişilerin birkaç kişi geçmeyecek sayıda bulunduğu koalisyon hükümetlerinde de sayılarının az olması sebebi ile söyledikleri duymazdan gelinmiştir. Arka çıkacak bir iradenin kalmaması bulundukları siyasi partilerin yıpranmasına neden olmuş ve yıpranan bölgelerde oluşan söküklerden içeri kendilerinden olmayanların sızması da iyiden iyiye bu dava adamlarını pasif pozisyonlara düşürmüştür.

Devleti yeniden Türk Milletinin egemenliğinde kurabilecek bir makinanın bir ailenin geçim derdi ile baş başa bırakılması tarihi ihtiyatsızca harcayan bilinçsiz siyasetçilerin ve hainlerin işi olsa gerektir. Selam ve saygılarla.

27


GENCAY

ABD’NİN ORTADOĞU HEGEMONYASI İRAN’IN BÖLGESEL GÜÇ OLMA SÜRECİ Sertaç EKEMEN Taliban ve Baas Rejiminin Irak kolunu Amerika bitirmiş ve bölgede bu işgalle beraber Amerikan karşıtlığının temsilcisi ve bölgesel lider devlet Arap ve Afgan toplumlarında İran olmuştu. Özellikle ABD’nin işgalinin ardından güneyde oldukça güçlü bir yapıya gelen Irak Şiileri Amerikan işgaline karşı olanca yüksek potansiyelde hem siyasal hem de askeri bir dille eleştirmektedir. Bu eleştirinin kaynağını ise işgalin hemen ardından İran’dan almaktadır. Bu gelişmeler, Batı Dünyasının asıl hedefi olan İran’a ve İslam kimliğine karşı malup bırakıyordu. Bu ölçeklendirme sonrası Ilımlı İslam adı altında gerçekleştirilen politikaların ters etki yaratması ve Radikal İslam’ın Müslüman coğrafyada etkisini en yoğun biçimde göstermeye devam etmesi gözlemlenmektedir. Bu gözlemin ardından ortaya çıkan yeni Amerikan konjonktürü, İran’da var olan yönetim mekanizmasını değiştirmek ve Radikal İslam’ın odak noktasını yozlaştırmak olarak nitelendirilmiştir. Bu yöntem aynı şekilde Rusya’ya da uygulanacak, eski Sovyet ülkeleri olan Gürcistan ve Ukrayna’da renkli devrimler gerçekleştirerek Rusya yanlısı iktidarlar Batılılaştırılarak tıpkı İran’da olduğu gibi Rusya’da da bir güneyden kuşatma harekâtı gözlenecekti. Bu devrimsel hareketler zinciri bir dönem ses getirmeyi başarsa da eski Sovyet Ruhu, egemenliğini koruyacak ve bölgedeki istikrarını bir karşı devrim süreciyle geri

11 Eylül saldırılarının ardından NeoMarksist görüşe göre, kapitalizmin sınırlarını doldurduğu ve yeni tüketim olanakları ve yeni Pazar ortamını oluşturma çabasına girmiştir. Bunun için Tüm Ortadoğu’yu önce yıkmaya daha sona ise yeniden inşa etme sürecinin başlangıç tarihi olan 2003 yılına gelindiğinde İran varyasyonu en olabildiğince seviyeye getirmişti. Öyle ki seçimlerde Devrim’in kokusu halen sokaklarda hissediliyor, devrim muhafızları işlevini bitirip köşesine çekilmiyordu. Radikal kanattan gelen bir isim olan Ahmedinecad tabanın da desteğini alarak cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturuyordu. Bütün bunlar bu şekilde cereyan ederken Amerikan ordusunun 2003 yılı sonu itibari ile tüm Irak’ta kontrolü göreceli de olsa ele almasının ardından İran’ın güneyi 100.000’i aşkın Amerikan askeriyle çepeçevre sarılmıştı. Fakat bu kuşatma Amerikan stratejisini de bir noktada yanlışlığını da gözler önüne sermekteydi. Örneğin 1979 İran devriminin ardından ortaya çıkan bölgesel siyasal rakipleri olan 28


GENCAY kazanacaktı. Karadeniz’in kuzeyi bu şekilde dura dursun, Neo-liberal ekonomik paradigmaya kendini hazırlayan ve piyasa ekonomisine ılımlı bir giriş yapan İran’ın bu iktisadi yapılanması siyasal düzlemde de kendini gösterecek ve siyasal yelpazesini, siyasal kurumlardan sivil toplum kurum ve kuruluşlarına kaydırmaya ve iktidarını bu yolla paylaşıma gitmek zorunda kalacaktı. Bu ılımlı rüzgârı değerlendiren Rafsancani ve Musevi gibi isimler toplumsal bir muhalefet olarak ortaya çıkacaktı. Batı yanlısı bir tutum izleyen Musevi özellikle Amerikan’ın propaganda malzemesi olacak, özellikle rejim karşıtı İranlılar arasında değişimin anahtarı olarak lanse edilecekti. Bütün bunların etkisiyle 2009 İran seçimlerine hile karıştırılma skandalıyla sivil toplum esnekliğinden de yararlanan halk tıpkı bugün Arap Baharında olduğu gibi sokaklara dökülecekti. Batı dünyası, sokaktaki gösterilerin yoğunlaşması ve İran halkının içerden ve dışardan yükselen muhalefeti yüzünden İran’da olası bir renkli devrimi de beklentilerin arasına sokacaktı. Fakat bu beklentiler karşılık bulamayacak İran’daki olaylar Suriye’ye benzeşmeyen bir biçimde kansız olarak durulacaktı. Askeri bir saldırı ile hegemonya alanını genişletemeyen ABD ve Batı dünyası NeoLiberal siyasal yapılanmasını da doğu dünyasının kalbine nüfus edemeyecekti.

Bütün bunların yanında sadece Şii kanadı değil, Filistin’deki Sünni Hamas’ı da ittifak grubuna dâhil edecekti. İsrail’i yasadışı ilan ederek yıkılması gereken bir fitne olduğunu belirten İran, uranyum zenginleştirme çalışmalarını da aralıksız devam ettirerek bölge Arap ülkelerinden diplomatik bir tepki almayacaktı. Amerika bölgede bir reel varlığı olmasına karşın, İran’ın Ortadoğu’nun dinamik bölgesel gücü olarak konumlanmasına engel olamamıştı. Oryantalist Batı dünyasının kontrol altına almaya çalıştığı İslam kimliği, Arap Baharı neticesinde beklenen sonucu verememişti. Müslüman Kardeşler hareketinin Arap dünyasının genelinde olası bir iktidar kurması, Filistin Müslüman Kardeşler hareketi olan Hamas gibi bir Batı karşıtlığına dönüşecek, Arap Baharı sonucu olası bir Müslüman Kardeşler iktidarı, İran Radikal İslam’ı ile bütünleşerek Amerikan hegemonyasını tamamen Ortadoğu’dan dışlayacaktır.

29


GENCAY

YILLAR SONRASINA AİT BİR YAZI: RESMİ TARİH YALAN SÖYLÜYOR Ruh Adam’ın Köşesi - Yalçın Selim PUSAT coğrafyada. Sanki herkes Türk’tü ve bu Türk olanların hepsi vatansever, dürüst ve adam gibi adamken diğerleri hep vatan hainiydi nedense? Anlam veremezdim buna hiç. Başka unsurların adını nefretle anarken söz konusu Türkler olunca hepsi sütten çıkmış ak kaşık oluyordu. O zamanlar ses çıkartamıyorum keza dayak yeme ihtimalim kuvvetle muhtemeldi. Sonra büyüdüm.

(…)

Büyüdüm ve ‘gerçek ve tarafsız’ kaynaklardan okumaya başladım tarihi. Hiçbir bağnazlığa, yobazlığa ve dar bir bakış açısına yer vermeden okudum. O kadar şeyi yanlış öğrenmişiz ki ilk aklıma gelenlerle başlayayım isterseniz. Mesela ne Selahaddin Eyyubi ne de Nizamül Mülk Türkmüş. Fatih Sultan Mehmet’in annesi Huma Hatun bir Rum’muş ve dolayısıyla da Fatih de Rum’muş. Seyit Onbaşının hikâyesi yalanmış ve efsaneden başka bir şey değilmiş ve daha neler neler. Şaşırdınız değil mi? İlk okuduğumda küçük dilimi yutacaktım ben neredeyse. Aman Allah’ım, o kadar şeyi yanlış öğretmişler ki bize, bilerek ve isteyerek, aklımızın alabileceği şeyler değil. Doğruları okuyunca bir kere daha nefret ettim anlatılan tarihten.

Tarih: 28.10.2028 Yer: Bilmem Ne Gazetesi “Bugün gündemdeki konulardan uzak bir yazı yazacağım. Bunları konuşmanın ya da yazmanın zamanı mı bilmiyorum ama sıkıldım artık bunları içimde yaşamaktan. Sıkıldım artık utana sıkıla, kıyıda köşede bunları konuşmaktan, sistemin kölesi olmaktan. Ben sıkıldım ve bu yüzden de içimdekileri yazmaya karar verdim. Yoksa kendi kendimi yiyeceğim. Yıllardır bastırılmış suskunluğumu terk etmek istiyorum bugün. Artık yeter! Zincirlerimi kırmanın vakti geldi de geçiyor bile. Resmi tarihin yalan söylediğini düşündüm küçüklüğümden beri. Çocukken bile saçma gelirdi bana tarih dersleri. Acayip sıkılırdım. Her sene aynı konular, her sene aynı bakış açısıyla anlatılan bir ders. İğrenç! Neden mi saçma gelirdi bana? Çünkü çok fazla Türk’tü anlatılan tarih. Sanki başka etnik unsurlar yoktu bu

Ve en şok edicisi de “Ermenileri katletmedik. Onlar gayet güvenli bir şekilde yer değiştirdiler.” diyen büyüklerimizin (!) yalan söylüyor oluşuymuş. Ne katletmemekmiş yahu bu! 30


GENCAY Beş milyon adam nereye kayboldu o zaman? O beş milyon adam buhar olup mu uçtu yoksa yer yarıldı da yerin içine mi girdi? Palavra, laf-ı güzaf! Tarihi destanlarla (!) dolu bir milletmişiz de savaşta bile düşmana yardım edermişiz de bilmem neymiş!

- Dinle alakalı şeyler. Kur’an, hadis vs. - Tamam da kardeşim benim cemaate bakış açımı biliyorsun. Ben cemaatten de çıktım sıkıntı olmasın. Alırlar mı beni sohbetlere? - Yok yok sıkıntı olmaz. Senin gibi adamlara ihtiyaç var cemaatte. Önün açık senin, gelmek istersen ayarlarım ben.

Peki, her şeye tamam diyelim de, sırf Türk değiller diye katlettiğimiz o sekiz milyon Kürt’ü ne yapacağız?

- Eee oğlum geleyim de ne gibi faydaları olacak bana bu sohbetlerin?

Bu konuyu da yarın ele alacağım.

- Dini bilgilerini geliştirirsin, yeni şeyler öğrenirsin.

Saygıyla.” İleride, yukarıdaki gibi buram buram şerefsizlik ve haysiyetten yoksunluk kokan bir yazı dizisi hazırlayıp, alınabilecek bütün ödülleri almak istiyorum. Barış Ödülü, Demokrasi Ödülü, Kardeşlik Ödülü, İnsanlık Ödülü hatta ve hatta Nobel ödülü.

- İşe girerken faydası olur mu peki ileride? - Olur, mutlaka. İmanlı kardeşim bu ülkeye

gençler lazım

- Başkasının hakkını yiyerek yani kul hakkına girerek mi imanlı gençler yetiştireceksiniz bu ülkeye. Ben sohbetlere geleceğim, bu sayede ileride birileri benim elimden tutacak, başka bir arkadaşım benden daha donanımlı olduğu halde, daha çok çalıştığı halde o giremeyecek ben gireceğim işe. Bu şekilde kul hakkı yenmiş olmuyor mu? Bu nasıl iman ve ahlak anlayışı? Bu dediğiniz Kur’anı Kerimin hangi ayetinde yazıyor?

Ne dersiniz, bu kadar şerefsiz olmayı başarabilir miyim? Allah göstermesin.

İmanlı Gençler Lazım Bu Ülkeye (…) - Gel seni son sınıfların sohbetine alalım. Cemaatten bir arkadaş, elimizde çay, kantinde muhabbet ederken söylemişti bunu bana. Cevabını bildiğim halde sordum: - Sohbet derken? - Ya işte abinin biri geliyor, anlatıyor. - Ne anlatıyor? 31


GENCAY Ve o müthiş (!) cevap:

birilerinin hakkını yiyerek başlamayacağım. Bu kırk senelik ömrümü birilerinin “kul hakkı” üzerine inşa etmeyeceğim. Ben bu kırk senelik hayatımı adam gibi yaşayacağım inşallah, adam gibi. Şuna yürekten inanıyorum; ben hak ettiğim makama elbet bir gün geleceğim. On sene engellenirsem on birinci sene ben o koltuğa oturacağım. Yirmi sene engellenirsem yirmi birinci sene ben o makamda olacağım. Çok uzatmaya gerek yok. Sizin ağabeyleriniz varsa, sizin parti başkanlarınız varsa benim de Allah’ım var.

- Zamanında onlar da yaptı, şuan herkes yapıyor. Sonrası malum tartışmalar işte. Uzatmama gerek yok, tahmin etmeniz çok zor değil çünkü. “Son sınıf sohbetlerine” katılan birçok arkadaşım var. O sohbetlere gidenlerin düşünceleri malum. Acaba yardımları dokunur mu bana ileride, işe girerken birileri elimden tutar mı benim? Ben bu arkadaşlara sadece acıyorum.

“İki saniye sonrasına garantimiz olmayan bir hayat için fırıldak olmaya gerek yok.”

“Kişi Allah’tan başkasına ihtiyacı olmadığına inanırsa, Allah da onu kendinden başka kimseye muhtaç etmezmiş” Ben buna inandım her zaman ve inanmaya da devam edeceğim. İnşallah, Seneye düz memur olarak başlıyorum memurluk hayatıma. Sonra oradan yukarılara doğru tırmanacağım Allah’ın izniyle. Yirmi üç yaşındayım, Türkiye’ye bakarak söylediğimde 40 senelik bir ömür var önümde ve bu ömrü yaşamaya

Sizler fırıldak olmaya devam edin. Ben belki rütbe olarak sizden daha aşağıda ama sizden daha mutlu olarak yaşantıma devam edeceğim. Saygı ve sevgiyle…

32


GENCAY

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.