Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

Page 1


www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22


GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 2 Sayı 12 - Ocak 2013 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com

CİHAN TARİHİNİN EN BÜYÜK KAHRAMANI KÜR ŞAD / Hüseyin Nihal ATSIZ GÜLEN ÇEHRELER KALMADI SANKİ! / Alperen KIZIKLI KÜÇÜK KARANFİLİN AĞLADIĞI GECE SAVAŞTA ÇOCUK OLMAK / Dilek AKILLIOĞLU NEDEN BOŞ DEĞİL DE HOŞ GELİYORLAR? / Burçin ÖNER SAĞLIKTA BİZLERE YALAN SÖYLEDİNİZ, YALAN... / Berat ASA TERÖRLE MÜCADELEDE IRA MODELİ VE AÇILIM ÇIKMAZI / Sertaç EKEMEN YENİLENEBİLİR ENERJİ KAPSAMINDA GÜNEŞ ENERJİSİ / Fatma Özge ÖZDEMİR HASTANE KANTİNİ VE SOĞUYAN UMUTLAR / Ruh Adam’ın Köşesi Yalçın Selim PUSAT


GENCAY

CİHAN TARİHİNİN EN BÜYÜK KAHRAMANI KÜR ŞAD Hüseyin Nihal ATSIZ, Kopuz Dergisi, 1934, Sayfa: 3 prenslerinden Holuku’yu Türkeline Kağan ilân etmeyi kararlaştırdılar. Geceleri şehri gezmek âdeti olan Çin İmparatorunu sokakta öldüreceklerdi. Fakat ihtilâlin yapılacağı gece hava bozulduğundan İmparator Tay-tsung sarayından dışarı çıkmadı. Kür Şad, ihtilâl gecikirse farkına varılacağından çekinerek geceleyin İmparatorun muhafızlarına saldırdı. Gayet kahramanca ve çok sert bir çarpışma oldu. Türkler azlık olduklarından çekilmeğe mecbur kaldılar. İmparatorun ahırına hücum ederek en iyi atlara binip kaçtılar. Kür Şad bir ırmağı geçerken yakalandı ve öldürüldü. Bu işte dahil olamayan Holuku cenup vilayetlerine sürüldü. Fakat İmparatorluğun merkezindeki bu hareket Çinlileri o kadar korkuttu ki Türkleri Çinlileştirmekten filan vazgeçerek onları Sarı Irmağının şimaline nakledip yalnız ismen kendilerine tâbi olmalarıyla iktifaya mecbur kaldılar. Bu suretle 681”deki Türk istiklâlinin tohumu atılmış oldu.

Yedinci asrın ilk yarısından Gök Türk Kağan sülâlesi arasında şahsî ihtiras ve entrikalar yüzünden devlet parçalanmak tehlikesine maruz kalmış ve nihayet işe Çinin fesadı da karışarak Gök Türk ülkesinin şark kısımları 630’da Çinin eline geçmişti. Bu arada Kieli Han da Çinliler için bulunmaz bir nimet olduğundan Kieli Han ile ona tâbi olan bütün Türkleri Çine getirdiler. Parça parça Çine dağıtılarak milliyetlerini unutturmak, Çinlileştirmek siyasetini takip ettiler. Kieli Han esareti izzetinefsine yediremeyerek kederinden 634 de öldü. Bunun üzerine esir Türklerden birkaçı da teessürlerinin şiddetinden intihar ettiler.

Tarih, Kür Şad hakkında işte bu kadar söylüyor. Cihan tarihinde, bilhassa Türk tarihinde birçok kahraman görülmüştür. Bunlardan bazılarının ünü dünyayı tutmuş, kimi büyük fütuhat yapmış, kimi şanlı bir müdafaanın kahramanı olmuştur. Fakat bununla beraber tarih en büyük kahramanların bile çok defa ufak tefek kusurlarını kaydetmiştir. Meselâ son

Çinlilerin Türk ırkını kökünden kurutmak üzere aldıkları tedbirleri gören Gök Türk hükümdar sülâlesinden Kür Şad Türk devletini yeniden diriltmek için 639’da gizli bir ihtilâl cemiyeti kurdu. 40 Türk bu cemiyete girdi. Türk devletini yeniden kurmak için Çin İmparatorunu öldürmeyi ve Çin sarayında esir bulunan Türk 1


GENCAY asırlarımızın kahramanlarından Fatih, Yavuz ve Kanunî o kadar büyük oldukları halde ne kadar küçüklükler yapmışlardır. Şanlı Fatih’in sırf şehvet için yaptığı ahlaksızlıklar, kahraman Yavuzun şahsî ikbal için işlediği cinayetler ve büyük Kanunî’nin kadınlara âlet olarak düştüğü büyük yanlışlıklar olmasaydı hiç şüphesiz bizim gözümüzde daha büyük insanlar olacaklardı. Yine bazı kahramanlar da gelmiştir ki önceleri büyük yararlılık gösterip milleti yükselttikleri halde sonları fenalığa, sefahate dalmışlar ve iyi namlarıyla birlikte hayatlarını da vererek bunu ödemişlerdir. Kapağan Kağan buna iyi bir örnektir. Kür Şad’a gelince o bunların hiçbirine benzemez. Kür Şad ne büyük ülkeler almış, ne yüksek kanunlar koymuş, ne de yoksul milleti zengin etmiştir. Fakat bununla beraber o cihan tarihinin, hiç şüphesiz birinci kahramanıdır. Tarihin herhangi bir yaprağına sıkışmış birkaç satırlık malûmattan Kür Şad’ın büyük rolünü çıkarabilmek güçtür. Bunun için, büyük şöhretlilerin yanında bazen ünsüzlerin de pek büyük fedakârlıklar yapabileceğini düşünmek lazımdır.

menfaatini millî menfaatle birleştirerek mevki ve şeref için kabadayılık edecek insanlar da çoktur. Fakat ne mevki ne de şerefi düşünmeden, sırf millet için ve kendi kanı pahasına başkasını tahta çıkarmak üzere çekilen kılıcın sahibine saygı ile baş eğmek lâzımdır. Kür Şad, Kağan sülâlesindendi. Bu büyük kahramanlığı yaptıktan sonra kendisini Kağan oturtmak isteyebilir, kahramanlığa meftun olan Türk milleti de bunu ondan esirgemezdi. Fakat kahramanlık gibi feragatin de timsali olan Kür Şad bunu düşünmedi bile… 40 kişiyle, esir bulundukları kuvvetli bir memleketin hükümdarına saldırmak her kahramanın yapacağı işlerden değildir. Düşmanlarla çevrili olan esirlerin kuvvei mâneviyesi hürlerinki gibi sağlam değildir. Böyle olduğu halde bu büyük işe teşebbüs edebilmekle Kür Şad ve onun temsil ettiği 40 Türk, cihan tarihinin en büyük kahramanları olmak hakkını kazanmışlardır. Onların bu hareketine çılgınlık diyecek zavallılar bulunabilir. Çünkü kahramanlıktan nasibi bulunmayanlar ve hiç olmazsa kahramanlığı takdir edecek kadar asil seciyeli olmayanlar için kahramanlık budalalıktır. Fakat mensup bulunduğu milleti kurtarmak için hayatını harcayıp toprağa düşmek, kartal gibi göğe yükselmek demektir ki zahife gibi yerde sürünenler bunun manasını anlayamazlar.

Tarih, adını bile bilmediğimiz birçok kahramanlar yetiştirmiş olabilir. Irak cephesinde, tek başına bir İngiliz süvari alayıyla çarpışmak cesaretini gönlünde bulan topal bir Türk piyade neferi gibi bir millete şan verecek erler bulunur. Fakat zaman ve mekân şartlarını da nazarı dikkate alınca bunlardan hiçbirinin Kür Şad’a yetişemeyeceği teslim olunur. Arkasını kendi ordusuna veya ülkesine dayayınca, birkaç misli düşmanla çarpışmak, herkes için olmasa bile, yapılabilecek bir kahramanlıktır. Kendi

Millet yolunda ölen Namık Kemal bir kahramandır. Şahsiyetini millî varlık içinde eriten Gök Alp da öyledir. Türkistan’da millî şuuru uyandırmak için ölmek kararını veren ve Rus makinelisine yürüyen Enver Paşa da belki onlardan 2


GENCAY daha büyük bir kahramandır. Fakat bunların hiçbiri Kür Şad gibi büyük bir maksatla ve onunki kadar güç şartlar içinde olarak çarpışmamışlardır. Hükümdarlara sokakta suikast yapan anarşistler görülmüştür. Fakat esir oldukları memleketin sarayına saldıracak fedaîler hiçbir yerde çıkmamıştır. Kür Şad’ın bu hareketi hiçbir netice vermeden sönseydi bile yine o en büyük kahraman sıfatına lâyık olacak ve bu hareketiyle torunları olan biz, bugün Türklere edebî bir şan ve şeref kazandırmış bulunacaktı. Hâlbuki bu misli görülmeyen kahramanlık Çinlileri o kadar korkuttu ki onlar Çin’de esir bulunan bütün Türkleri bir an önce Türkeline göndermekten başka bir şey düşünmediler. Bu suretle, denilebilir ki, Türkleri esaretten kurtaran, Kür Şad’ın kahramanca saldırışı olmasaydı Çinliler, tabii, Türkleri Çin’de alıkoyarak Çinlileştirme siyasetinde muvaffak olacaklardı. Ve belki de bugün yeryüzünde büyük Türk milleti bulunmayacaktı. Bir millete ileri atılış gücünü verebilmek için Kür Şad gibi serden geçti yiğitler gerektir. Bu türlü gözünü daldan budaktan sakınmayan erler boşu boşuna ölseler bile milletlerinin ruhuna soktukları duygu ile en müspet neticeyi almış sayılabilir. Çünkü bunlar millet için birer örnek ve birer remiz olurlar.

tahsil gençliği gibi Namık Kemal ve Gök Alp’ın ruhunu pek çok ve Kür Şad’ın ruhunu biraz sevindiren yüksek duygulu bir kütleden bunu beklemek hakkımızdır.

Kür Şad 639’da öldü. Beş yıl sonra yani 1939 da, onun ölümünün 1300, yılında büyük bir Kür Şad günü için şimdiden hazırlık yapılsa, onun hayatı için bir piyes yazılsa ve büyük adına Üniversite meydanda tek parçalı sade bir taş kırık bir kılıçtan ibaret bir abide dikilse nasıl olur? Üniversite bir bilim ocağıdır. Fakat şunu unutmamalıdır ki bir millette önce kahramanlar yetişir, ondan sonra şâirler gelir, âlimlerse daha sonra meydana çıkar. Üniversite bir bilim yeri, Kür Şad’da ömründe ok ve kılıçtan başka bir şey kullanmamış bir asker olabilir. Lâkin şunu da kabul etmek lâzımdır ki arkadaşım Orhan Şaik’in dediği gibi:

Büyük geçmişinden ilham alan yüksek tahsil gençliğinin, büyüklerimiz için günler yapmasını bütün samimiyetimle alkışlarken, büyük Namık Kemal’le büyük Gök Alp’ın ruhlarına, kendindeki büyüklükten yalnız bir parçasını tevarüs ettirmiş olan en büyük Kür Şad için de ayrı bir gün yapmalarını, biraz daha yaşlı bir arkadaş sıfatıyla, diler ve beklerim. Yüksek

En yüksek eserler kılıçla ve düşman kanıyla yazılmış olanlardır. 3


GENCAY

GÜLEN ÇEHRELER KALMADI SANKİ! Alperen KIZIKLI Hem bana ne oluyor? Tıp fakültesinde okuyan bir doktor adayı gençten çok daha iyi siyaset meseleleri üzerine analiz ve yorum yapabilecek memlekette onlarca insan varken, benim yazdıklarımın ne ehemmiyeti olacak? İnsanlar İİBF’lerde, Siyasal Bilgiler Fakülteleri’nde boşuna mı lisans eğitimi alıyor, bununla yetinmeyip üzerine boşuna mı yüksek lisans ve doktora yapıyorlar? Onlar ellerine neşter veya reçete alıp doktorluk yapmadıklarına göre, benim de yazılarımda siyaset meseleleriyle ilgili akademik bir değerlendirme yapmam hoş olmayacaktır.

Kıymetli okuyucu, gönlün aydın olsun! Eleştirilerimle hiç bir şeyin değişmediğini, memleketin siyasi gündeminde olanları benim gördüğüm kadar az çok senin de gördüğünü fark ettiğim günden bu yana siyaset meseleleriyle ilgili yazılar yazarak seninle dertleşmekten vazgeçtim.

Kısaca son yazılarımdaki halet-i ruhiye içinde meydana gelen değişiklerin sebeplerinden sana bahsettiğime göre dertleşmek istediğim asıl noktaya geliyorum. Lafı uzatmanın âlemi yok, değil mi?

Kendi meslek dalımdaki meseleleri sana anlatmak, gördüklerimden ve gözlemlediklerimden çıkardıklarımı seninle paylaşmak derdine düştüm artık.

Efendim, ben bu aralar minderde oturup torununa nasihat eden, geçmişin güzelliğini anlatan dedelerin ninelerin ruh hali içerisindeyim… “Bizim çocukluğumuzda, ülkede imkânların az olduğu zamanlarda insanlar daha mutluydu.” diye başlayan nice konuşmalar yapıyorum kendimle. Başlıyorum anlatmaya çocukluğumu şu cümlelerle:

Çünkü yazdıklarım sürekli bir öfke, bir endişe, bir gelecek kaygısı taşıyordu. “Lider ülke Türkiye” diyenlerin, kendi ülkelerini nasıl peşkeş çektiklerini yazarak, Uğur Dündar’ın Bally çeken çocukların bu işi nasıl yaptıklarını madde madde anlattığı, bir nesile Bally çekmeyi öğreten “özel” haberleri gibi kendi okuyucularıma zarar vermekten korktum.

Evlerimiz küçüktü, birçoğu da sobalıydı. Babalarımız doğalgaz faturasıyla dertlenmez, kömür çok pahalı olmadığı 4


GENCAY için kıt kanaat da olsa alınır, kış gelince sobalar kurulur, bahar gelince sobaların kaldırılması şerefine ev temizliği ve halı yıkama festivalleri yapılırdı.

besler ve büyütür, hayvanın ölmesine sebep de çoğu zaman kendisi olurdu. Mahalle kavgalarına giden çocuklar da vardı. Evet, kavga etmek güzel bir şey değildir, fakat arkadaşı dayak yerken Tatar Ramazan misali “Ben bu oyunu bozarım arkadaş!” diyen çocuklar henüz tükenmemişti. İnternet kafeler yavaş yavaş açılmaya başlıyordu. Hiç tanımadığı insanlarla saatlerce Çet (chat) yapan bir avuç insan yeni yeni ortaya çıkıyordu. Bir ailenin evinde bilgisayar varsa zengin sayılmasına yettiği zamanlardı o zamanlar. Çoğu ailenin arabası yoktu ama evi olanın hali vakti yerinde demekti. Parklarda, bahçelerde arabalar günümüzdeki kadar çok değildi ve İstanbul hariç hiçbir şehirde trafik yoğunluğu bir problem haline gelmemişti.

Sokaklarda çocuklar oyun oynamaktan başka bir meseleye kafa yormazlardı. Oturup karşısında saatlerce vakit geçirebilecekleri bir bilgisayar ekranıyla henüz tanışmamışlardı. Sapan, topaç, saklambaç, kör ebe, yakar top ve nice oyun daha unutulmamış, mahalle arası maçların yerini henüz pleysteyşın salonlarında yapılan sanal futbol müsabakaları almamıştı. Sanal olan her şey henüz o kadar da kıymetli değildi.

Dolar 250 bin lira olduğunda ana haber bültenlerinde yer yerinden oynuyordu. Asgari ücret 150 milyon lira, ekmek 30 bin lira olabiliyordu. Altı sıfır hayatımızda her daim bulunuyor, milyon kelimesi esnaf tarafından “Melyon” diye telaffuz edildiğine sık şahit olunuyordu.

Yazları, bahçelerde semt pazarlarından hevesle alınan rengârenk civcivler olur fakat her ne hikmetse hiçbirisi sonbahara tavuk veya horoz olarak giremez, 1-2 hafta içinde ölürdü. Çocuk yürekler civcivin neden sarı değil de kırmızı, yeşil, mor olduğuna çok kafayı takmazdı ama civcivini törenle kara toprağa vermeyi metanetle yapardı.

Memleket elden gidiyor, ülke bölünüyor, etnik gruplar özerklik istiyor gibi haberler gazete ve televizyonlarda rağbet görmüyordu. Evet, Reha Muhtar’ın sunduğu ana haber bülteninde ara sıra bizlere işkence çektiren sorulara maruz kalıyorduk fakat hiç değilse izlerken eğleniyorduk.

Sanal bebek diye bir çılgınlığa kapılmamıştı çocuklar. Hayvanını kendisi

5


GENCAY Tansu Çiller ilk kadın başbakanımız oluyordu. Bölücülerin Toros marka polis arabalarına bindirilip apar topar meclisten cezaevine götürülmesi kimse tarafından yadırganmıyordu. Çiller, kendine has üslubuyla erkek bildiğimiz birçok siyasetçiden daha mert bir şekilde “ Ne dokunulmazlığı, başlarım dokunulmazlıklarına” diyebiliyordu.

parayı, niye gideyim askere!” diye bir düşünceyi kendine yediremiyor, askerlik yapmamayı bir eksiklik sayıyordu. Adam gibi askerlik yapmayana kız bile verilmiyordu. Memleket feysbukta değil evlerimizde, kahvelerde ve dost meclislerinde kurtarılıyordu. İnsanlar cumartesi ve pazar günlerinde birbirlerine misafirliğe gidiyordu. Eşin, dostun ayağı birbirine daha çok uğruyordu. Hafta sonunu feysbuk başında geçiren bir insan türü henüz doğmamıştı. Ya işinde gücündeydi herkes ya da ailesiyle dostlarıyla vakit geçirmekteydi. Bayramlar dışında da büyükler ziyaret ediliyor, ceplerde az para olmasına rağmen gönüllerde büyük sevgi ve muhabbet bulunuyordu.

Ne olacak bu memleketin hali diyorduk, lakin “Acaba ülkemiz bölünecek mi?” diye bir soru aklımızdan dahi geçmiyordu. Ülkeyi yönetenler daha haysiyetli, ülkesini peşkeş çekmeyen ve sınır komşularını bölmek istemeyen insanlardı.

Bayramlar 10 günlük resmi tatil ilanından sonra yurtdışında veyahut bir otelde geçirecek günler olarak değil, eş ile dostla birlikte geçirilecek günlerdi. Ramazanda iftar çadırları kuruluyor fakat ekmek poşetinin üzerine asla herhangi bir parti amblemi basılmıyordu. İnsanlar birbirine yardım ediyor, sağ elin neler yaptığından sol elinin haberi dahi olmuyordu.

Teröristbaşı yakalanıp yargı huzuruna çıkarılıyor ve yalvararak mahkemeye ifade veriyordu. Artık terör örgütünü uzaktan yönetemiyor, PKK dağda ve şehirde etkinliğini günden güne kaybediyor, tükenme noktasına geliyordu.

Din adamları din adamlıklarını yapıyordu. Cuma hutbelerinde alttan alta iktidar partisinin propagandası işlenmiyordu. Camiler çocuklar için yazları Kuran-ı Kerim kursu oluyor ve bu kurslar insanları belli bir gruba dâhil etme amacı

Askere güle oynaya gidiliyor, anaların yüreklerini oğlunun şehit düşebilme ihtimalinin hüznü değil, daha ziyade vatana millete vazifesini yerine getiriyor olmasının sevinci kaplıyordu. Erkekler “Veririm 30.000 lirayı, bastırırım 6


GENCAY taşımıyordu. Camiler, cemaatlere adam toplama yeri haline gelmemişti henüz.

Şehirler daha yaşanılır, ilişkiler daha samimi, birlikte hareket etme duygusu daha güçlü, birlikte olabilmek daha önemli; insanlık daha temiz idi.

Müslüman riyasız, Müslüman inanan hakkıyla inanan, seven adam gibi sevendi.

Sokaklarda yüzünüz soğuk çehrelere çarpmıyor, gözleri ışıldayan daha fazla insan görüyordunuz.

Kalabalık şehirlerde yalnız değildik, komşularımızı bilir, onların iyi ve kötü günlerinde yanında olur, bir tas sıcak yemeği paylaşırdık. Çocuksanız hele de evin küçüğüyseniz, konu komşuya yemek götürmek asli vazifelerinizden bir tanesi olurdu muhakkak.

Başlıkta da dediğim gibi “Gülen çehreler kalmadı” efendim! Evet, memlekette insanın ayak bastığı her yerde gülen çehreler tükendi sanki!

Herkes ayağını yorganına göre uzatırdı. Yastık altında paralar ev alabilmek için ilmek ilmek biriktirilir, bankaya kredi almak için başvurmak kimsenin aklına gelmezdi. İpotek, haciz, kredi borcu, tebligat gibi hukuki mevzular bizleri çok da ilgilendirmiyordu.

7


GENCAY

8


GENCAY

“KÜÇÜK KARANFİLİN AĞLADIĞI GECE SAVAŞTA ÇOCUK OLMAK” Dilek AKILLIOĞLU gerilimlere neden olmuştur. Bu gerilimler, hızlı ekonomik değişimler, politik belirsizlikler ve dünyanın birçok bölgesindeki şiddetli çatışmalarla etkileşim içindedir. Endonezya, Balkanlar ve Kafkaslar medyada yer almış bazı örneklerdir. BM İnsani İlişkiler Ofisinin (UN-OCHA) Mayıs 1999 verilerine göre ise, 1.8 milyar kişi bu gerilimlerden etkilenmektedir. Bunların çoğunu da kadınlar ve çocuklar oluşturmaktadır.(2)

Ülkede yaşanan çatışmalar, ölümler, haberler, büyüklerin dillerindeki sözcükler, isimler bizlerin gözünden yanlış veya doğru şekilde yorumlanabilmektedir. Tıp literatüründe savaş yerine çatışma sözcüğünün tercih edildiği gözlenmektedir. Yine Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) çalışmalarında savaş/çatışma olgusunu, karmaşık, olağan dışı durumlar başlığı altında incelemektedir .(1) Buna göre, karmaşık olağan dışı durumlar, neden olan olgunun ve yardımların ağırlıklı olarak politik etmenlere bağlı olduğu durumlardır. Karmaşık, olağan dışı durumların başlıca özelliklerinden biri, genel bir şiddeti içermesidir ve bu şiddetin, insanlara, çevreye, alt yapıya ve mülkiyete yönelik olabilmesidir. Şu an içinde olduğumuz durumların tanımını savaş olarak isimlendirmek kesin ve doğru olmayacaktır. Fakat yukarıda tıp literatüründe, savaş yerine çatışma anlamı kullanıldığını düşündüğümüz takdirde çeşitli çatışmalar içinde olduğumuzu söyleyebiliriz. Artan ekonomik eşitsizlikler, uluslararası ve içinde artan

UNICEF özellikle savaş mağduru çocuklara yönelik olarak, kimsesiz kalan çocuklara sahip çıkılması; askere alınan çocukların sivilleştirilmeleri; savaşın zihinlerde yarattığı etkilerin silinmesi; okul yaşamının yeniden başlatılması; barış için eğitim seferberliğinin başlatılması olarak beş temel strateji belirlemiştir.(3) Çatışmaları çocukların psikolojinden değerlendirecek olursak, bunu onların zevkle beyinlerinde çizdikleri resimlerden örnek vererek yapabiliriz; kırları, çiçekleri veya hayallerini, ailelerini, evine çizen çocuğun kafasında oluşan fotoğraf bambaşka olacaktır. Buna devamla olacak olan ise, hayatı boyunca hissedeceği öğrenilmiş yalnızlık duygusu, reaptik depresyondur. İkilemler, belirsizlikler, huzursuzluklar hayatla ilgili, içinde yaşadığı toplumla ilgili düşüncelerini etkileyecektir. Yukarıda belirttiğimiz gibi onlar hayatlarının ilk dönemlerini fotoğraf 9


GENCAY albümü haline getiriler. Çekilen kareler… Cümlelerin içinden seçilen sözcükler... Aileler, onların farkında olmadığını düşündüklerinde onların hayatı çözümlüyor olmaları...

yaşamının devamında bir çocuğun gözüyle savaşı yaşamak nedir? Kara Ocak (Azerbaycan Türkçesiyle: Qara Yanvar) Kara Cumartesi veya 20 Ocak faciası, 1990 Ocağında 19′unu 20′sine bağlayan gece Sovyet Ordusu’nun Bakü’ye girmesiyle gerçekleştirilen katliamda yaşadığı toprakta, bahçesinde oynadığı evinde, annesinin babasının yanında uyuyan bir çocuğun tanıklık ettiği çatışmadan bahsetmek istiyorum sizlere; hani UNICEF “savaşın zihinlerde yarattığı etkilerin silinmesi; okul yaşamının yeniden başlatılması; barış için eğitim seferberliğinin başlatılması olarak beş temel strateji belirlemiştir.” İlkesini belirlemiştir ya; bu facia sonrasında ilkenin bu çocuklara ne kadar fayda sağladığını kendime soruyorum. Hürriyet şiirlerini okuduğum, büyüdüğüm toprakları düşünüyorum o çocuğun gözünden.

Savaş daha fazla çocuğa dokunur ve daha az tedavi edilir. Savaşla birlikte norm ve değerleri altüst olmuş bir toplumda büyümek kendini birçok yolla gösteren arızalara neden olur. Savaşın yarattığı ahlaki çöküntüden tavır ve değerler de etkilenir. Çocukların savaş gibi bir olay karşısında anlamlandırmalarının daha yüzeysel olması nedeniyle bu olayla başa çıkabilme yetileri de değişkenlik gösterir.

KAYNAKLAR (1) Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) (Galli G.;1997)

Çocuk beyni ile hissedip düşündüğümüzde, hani herkesin dilinde çocukların öldürmesi savaş değil cinayet olur türünden cümleler vardır; 19 Ocak’ı 20 Ocak’a bağlayan gecede ve diğer

(2) (WHO/EHA-1998) BM İnsani İlişkiler Ofisi (UN-OCHA) (3) (UNİCEF-1996)

10


GENCAY

NEDEN BOŞ DEĞİL DE HOŞ GELİYORLAR? Burçin ÖNER Sağ veya sol bir sistem değildir. Piyasa ekonomisine veya devletçiliğe aynı mesafededir. Bu anlamda önyargı yoktur. Önemli olan ülkenin ve toplumun refah ve zenginliğidir. Siyasi anlamda Atatürk milliyetçiliği ulusçulukla/ulusalcılıkla aynı anlamdadır.” İlk olarak ekonomik açıdan bir inceleme yapmak binanın temelini sağlamlaştırmak açısından daha verimli olacaktır kanaatindeyim. Bilindiği gibi Türkiye’de 1968-1980 dönemlerini incelediğimizde ekonomik anlamda belki de tek tez, Komünizm taraftarlarına aitti. Hatta o dönemde de keza, bu dönemde de herkes buna böyle inanır. Tabi ki bizi ilgilendiren, milliyetçi camianın düşündükleri… Maalesef, milliyetçiliğin bir ekonomik modeli yoktu. Ancak, milliyetçiler bu noktada bir duruş sergilemişlerdir. Ne olması gerektiği konusunda bir fikir oluşturamasalar da ne olmaması gerektiğini gayet iyi bilmişlerdir. Örneğin; ekonomi, Kapitalist olmamalıydı, Komünist olmamalıydı. Fakat muhakkak ki geliştirilmesi gereken bir milli ekonomi doktrinine ihtiyaç vardı.

Ulusalcılık ve milliyetçi camiada algılanan ve de algılanması gereken ulusalcılık kavramı ile ilgili bir yazı yazacağım, doğrusu hiç aklıma gelmezdi. Sadece dost meclislerinde yaptığımız hasbihallerde bu konu hakkındaki fikirlerimi beyan ederdim ve çok da üzerine düşmezdim. Ancak son zamanlarda karşılaştığım bir takım yorumlar beni bu konu üzerinde daha da derin düşünmeye itti ve ben de düşündüklerimi sadece ufak tefek görüşler olarak değil de kalıcılığı olacak bir yazı haline getirmeye karar verdim. Esasen bugün belki de yalnızca ulusalcı olmayanların değil; aynı zamanda ulusalcıların da farkında olmadığı bir gerçek var. O da ulusalcılığın siyasi anlamdan çok ekonomik bir anlam taşmasıdır. KORKMAZ, bu ayrımı şöyle açıklamaktadır: ”Ekonomik anlamda, bugünkü küreselleşme sürecinde ülkenin ulusal çıkarlarını savunan bir yaklaşımdır.

Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ, bir yazısında özellikle sosyal bilimlere (İstatistik, Kalite, Sosyoloji, Ekonomi vb.) katkısı önemli düzeyde olan Vilfredo Pareto’nun şu sözünü kullanmıştır: “Ekonomide doktrinler yoktur; ekonomi bilenlerle bilmeyenler vardır.” Buradan doğruluğu ya da yanlışlığı tartışılacak olan şu çıkarımı 11


GENCAY yapabiliriz: Milliyetçiler, Pareto’nun ifadesine göre ekonomiyi bilmeyen bir gruptur. Yalnız, burada şu gerçeği de belirtmemiz; hatalı bir yorum yapmamız açısından önem arz etmektedir. Milliyetçilik, ekonomik temelli bir ideoloji değildir. Dolayısıyla bir ekonomik doktrin geliştirmeye de ihtiyaç duymaz. Bununla birlikte, eğer amaç, Türk milletinin bekası ve güçlenmesi ise –ki tam da böyledirekonomiyi bilmek ve doğru kullanmak çok önemlidir. Çünkü ekonominin bir milletin güçlenmesi için gerekliliği su götürmez bir gerçektir. Zira bir milletin bekası da güçlülüğü ile doğru orantılıdır.

eden Karl Marx ve diğerlerine olan ilgi canlanmıştır.

Bilindiği gibi bu düşüncelerin yeniden canlanmasıyla bir komünist dünya kuruldu. Ekonomiye dayandığını iddia eden fakat temelde maddeye dayalı, dinin bir afyon olduğunu savunan bir dünya… Fakat yaklaşık 80 küsur yılın sonunda, Sovyetler Birliği'nden Çin'e, Arnavutluk'tan Küba'ya tek bir komünist ülkenin refaha kavuşamadığı görüldü ve birer birer bu düzen çöktü. Hem de savaş ya da kültürel bir erozyonla değil ekonomileri ile çöktü. Açıkçası ben bunun sebebini inanmadıkları, afyon olarak kabul ettikleri o dinin sahibinin eşsiz eseri olarak değerlendiriyorum. Kur’an-ı Kerim’in Hacc Sûresi’nin 48. Ayeti de bunun kanıtı olsa gerek… Ayette şöyle buyrulmaktadır: “Zulmedip dururlarken kendilerine mühlet verdiğim nice memleket halkı vardı ki sonunda onları yakalayıvermiştim. Dönüş ancak banadır.”

Bu düşünceyi biraz daha derinleştirelim. Yine ÖKSÜZ, bilimler arasında çok önemli bir sıralama ve bu bilimlerin ilgi alanları arasında basit bir orantı kurmuştur. Der ki; “Fizik birkaç taneciği incelerken; Fizik gibi birkaç taneciği değil, çok sayıda taneciğin bir biriyle ilişkisini inceleyen kimya; kimya ve fiziğin birlikte çözmeye çalıştığı biyoloji ve tıp; biyolojinin en karmaşık konularından psikoloji ve milyarlarca psikolojinin karşılıklı etkileşmesiyle ortaya çıkan toplum bilimi. Ekonomi de toplum biliminin bir alt dalı sayılabilir. Her bir dalın gelişmişlik seviyesini sıralarsak, az önceki sıranın tersini buluruz. Tabiatı açıklama, olacakları önceden tahmin açısından en başarılı bilim fizik, en başarısızları da sosyoloji ve ekonomidir.” Son cümlelerini dönemlerinin (20. Yy. sonları) en ünlü ekonomicilerinin sorulan ekonomik soruların neredeyse tamamına “Bilmiyorum” cevabını verdikleri örneklerle kanıtlamaktadır. Belki de bu sebeple kendilerinden 100-150 sene önce tek ve kesin çözümü bulduklarını iddia

Evet. O dönemlerde ekonomiye dair fikir sahibi iki kutuptan biri olan komünizm maceraları bu şekilde son bulmuştur. Peki, komünizmin bilimsel, gerçek, mutlak doğru olduğu tezinin tam karşısında ne vardı? ABD, dolayısıyla da “Emperyalizm”.

12


GENCAY Dünyayı paylaşmayı beceremeyen zihniyetlerin ego tatmini için kıyasıya yarış yaptıkları bu düzenin içinde en güzel tavrı yine milliyetçiler almıştı. Bazen eleştirmekten, kimi zaman da gülümsemekten kendimi alamadığım uranlarımız burada da imdadımıza yetişiyordu. Ancak şunu da göz ardı etmemek gerekir ki döneminin halkla ilişkileri açısından değerlendirildiğinde sloganların hiç de azımsanamayacak kadar büyük yeri ve değeri vardı. Bizim eleştirilerimiz, sadece günümüzde de bunları kullanarak kendilerini ispatlamaya çalışan kurşun asker milliyetçileredir. Peki, bahsi geçen ekonomik tavırlara karşı milliyetçilerin aldığı etkili ve korumacı tavır neydi? “Ne ABD, ne Rusya ne de Çin. Her şey Türk’e göre, Türk tarafından, Türk için…”

Öyleyse yapılması gereken neydi? Sorusuna bir cevap aramaktansa Milliyetçiliğin ekonomik teorisi diye bir kavramın olmadığı doğrusunu benimsemek daha akılcı olacaktır. Bahsetsek bahsetsek, milliyetçiliğin ekonomiden beklentisinden bahsedebiliriz. Bu beklentiler, milletin bekâsı için daha verimli bir üretim, dünya piyasaları ile yüksek rekabet edebilme yetisi, mutlu bir toplum ve güçlü bir milli devlet olabilir. ÖKSÜZ, makalelerinden birinde şunu öne sürmektedir: “Her şeyi bilmiyoruz ama bazı şeyleri artık biliyoruz. Yaptığımızda refaha ulaşacağımız, yapmadığımızda fakirleşeceğimiz en az iki şeyi çok iyi biliyoruz: 1. Sahipliğin üretime müthiş etkisini; 2. Piyasanın ekonomiyi verime yönlendirme gücünü”

Oldukça önemli, savunulan değerlere karşı kalkan oluşturacak bir urandan bahsediyoruz. Ancak, ABD’nin, Rusya’nın uyguladığı ekonomik modelleri benimsemediğimizi belirttiğimiz bu söylem içinde geçen ‘Türk için’ vurgusunun içini doldurmak adına ne(ler) yapmalıyız?

Burada, mülkiyet yerine sahiplik ifadesini kullanması “sahip çıkma/olma” kavramını hatırlatması açısındandır ve bir nevi akıl kontrolü olarak algılanabilir. Tıpkı, aileye sahip çıkma, vatana sahip çıkma gibi… Ancak sahiplik kavramına iki noktada sınırlama getirmiştir. “Birincisi Sahip, sahip olunanı dilediği gibi tasarlar, üzerinde dilediği gibi riske girebilir. Yaptığı doğruysa bunun meyvelerinden yararlanır; yanlışsa zararı sineye çeker. Başarılının büyümesi kadar başarısızın batması da ekonominin tamamı için yararlıdır. Ancak, sahip, sahip olduğu şeyler üzerinde tasarruf yaparken başkalarının sahip olduğu şeyleri riske sokamaz, onlara zarar veremez. İkincisi Herkesin ve ekonominin tamamının yararlanacağı açık olan hallerde sahiplik sınırlanabilir. Ancak hem birinci hem de

Milliyetçiler, bunun için bir takım arayışlar içinde olmuşturlar. Örneğin; Karma ekonomi modeline yakın bir görüşü savunmuşlardı. Daha sonra bazı ekonomistlerimiz, herkesin gelirlerinin %10’unu devlete vereceği ve devletin de bunu milletine hizmet olarak dönüştüreceği bir sistem geliştirmişlerdi. Fakat bu da çok tutarlı bir model olmamıştı. Belki de faydalarından çok zararları olacaktı.

13


GENCAY ikinci maddenin şartlarının önceden kanunlarla belirtilmiş olması gerekir.”

dünyanın bir numaralı devleti yaptığını anlatıyorlar ve bizim de bunu yapmamız gerektiği konusunda fikir birliğine varıyorlar.”

Piyasayı incelediğimizde ise şunları görüyoruz: Hangi ürünün (mal veya hizmet), ne miktarda üretileceğinin, kaça satılacağının en sağlıklı belirleyicisi serbest piyasadır. Piyasanın, ülke ekonomisini en üst verim düzeyine çıkardığı matematik modellerle ispat edilebilmektedir. Burada bahsedilen ‘en üst’ kavramı, serbest piyasanın ekonomiyi ulaştırdığı azami verim noktasında, güç kullanarak bir değişiklik yaparsanız, bazı birimlerin lehine bir sonuç elde edebilirsiniz, anlamını taşımaktadır. Fakat böyle bir tutum, ekonominin tümünü, dolayısıyla toplumu daha düşük bir verime mahkûm eder.

Yalnız, burada karıştırılmaması gereken nokta şudur: Bahsi geçen Liberalizm kabulü, sadece ekonomi için geçerlidir. Ekonomi dışındaki Liberalizm algısı, apayrı bir tartışma konusudur. Gelelim ekonomi haricindeki algılarımıza, aynılarımıza ve farklarımıza… Fahri ATASOY, Milliyetçilik, Ulusalcılık, Dindarlık başlıklı yazısında ulusalcılığı şu şekilde tanımlamıştır:” Türkiye’de marjinal bazı kişilerin dışında ırkçılık ve kafatasçılık hastalığına kapılan olmamıştır. Buna ulusalcılar da dâhildir. Ulusalcıların kendilerini milliyetçilikten farklı tanımlamalarının psikolojik ve tarihsel sebepleri vardır. Osmanlı döneminde başlayan Batılılaşma hareketinin bir yansıması olarak yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti içinde modern bir ulus yaratmak kaygısı bugünkü ulusalcılığın temelini oluşturmuştur. En büyük hatası milletin tarihi ve kültürel derinliğini görmezden gelmesi olmuştur. Bunun genel değerlendirmesini ayrıca yapmak gerekir.”

Bu noktada milliyetçiler olarak bizlerin yukarıda bahsedilen iki maddeyi sorgulamamız gerekmektedir. “Ben bunlara karşıyım” derken, ekonominin her an batmaya mahkûm olduğu gerçeğini kabul etmeli; “karşı değilim” derken de kendisiyle birlikte ülke ve hatta dünya refahını da sabote eden kontrolsüz risk saldırganlığına açılmadığımızdan da emin olmalıyız. Bu açıklamalardan hareketle söyleyebiliriz ki milliyetçiler ekonomik anlamda Liberalizm’den yana olmalıdırlar. Ne tamamen devletleşmek ne de tamamen özelleşmek… Hatta bunu Öksüz’ün şöyle bir hatırası ile de pekiştirebiliriz: “Yılmaz Öztuna’dan dinlediğime göre: Sene 1952. Yer, İstanbul’da rahmetli İsmail Hami Danişmend’in evi. Hazır bulunanlar: İsmail Hami Danişmend, Nihal Atsız ve iki genç, Yılmaz Öztuna ile Sait Bilgiç. Danişmend ve Atsız, liberal ekonominin, İngiltere’yi nasıl

Selcan TAŞÇI’nın yaptığı başka bir açıklamaya göre ise ulusalcılık; ulusal milli egemenlik ilkesine sahip çıkmaktır; ulusalcıların amacı da ülke içindeki halkı dili, dini, ırkı, mezhebi ne olursa olsun bir araya getirmek, ulusu korumaktır. Görüldüğü gibi ulusalcılık kavramı Cumhuriyet ile hemen hemen aynı yaştadır ve Milliyetçilikten temel olarak bu noktada ayrılmaktadır. Çünkü milliyetçilik sınırlarını yalnızca başbakanın(!) söylediği 14


GENCAY gibi 814.578 km2’den ibaret saymaz, yalnızca Misak-ı Milli (gerçi burada Musul ve Kerkük faktörünü de göz ardı etmiş oluyoruz.) ile kısıtlamaz kendini; Türkiye’nin dışında da ilgilenilmesi gereken öz kardeşlerin olduğunu unutmadan hareket eder.

Türk milletinin İslam dini ile şereflenmeden önce de tek tanrı düşüncesine inandığını bilirler. Arvasi Hocanın ifadesi ile “Türkler, Kur’an’da bahsi geçen Zülkarneyn’den maksat Oğuz Han olduğunu söylerler ki bu konuda tereddüdü mucip olacak hiçbir nokta yoktur.” Türk İstiklal Savaşı, Türk milliyetçileri için bir travma değil, 5000 senelik Türk tarihi içinde bir ikinci Ergenekon’dur.

Ulusalcılık, sol bir gelenekten gelmiş olmasına rağmen özellikle AB sürecinde Türkiye’nin milli çıkarlarını tartışmasız düşünen bir fikir yapısına sahiptirler.

3) Ulusalcılar, İstiklal Harbimizin önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü tarihsel bağlamından kopararak sanki bir başlangıç ve sonuç imiş gibi ele alırlar. Türk milliyetçileri ise Mustafa Kemal Atatürk’ü, Allah’ın Türk milletine bir lütfu olarak görürler. Ancak Gazi Paşa’yı tarihsel süreklilik içerisinde Türk tarihinin başı veya sonu değil, çok önemli bir parçası olarak değerlendirirler.

Yukarıda bahsedilenin yanında başka ayrılıklarımız yok mudur? Elbette vardır. Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ, bu farkları şu şekilde maddelemektedir: 1) Ulusalcılık akımını savunan çevrelerin tarihsel/ideolojik kökeninin merkez soldan marksizme kadar uzanan geniş bir yelpazeye konumlanmış olduğu görülür. Oysa Türk milliyetçiliğinin ve Ülkücü Hareketin kökeninde sol yoktur. Türk milliyetçiliği fikri kökenini Bilge Kağana ve modern ideolojik kökenini Gaspıralı’ya dayandıran bir düşünce sistemidir. Toplumsal kökende ise Türk milliyetçiliğinin kaynakları sağ diye tanımlanabilecek zeminden kaynaklanmaktadır.

4) Ulusalcıların din anlayışı pozitivist/laikçi bir zemine oturur. Genellikle dinin sosyal yaşamdaki rolünü küçümseyen bir yaklaşımı temsil ederler. Din ile ilişkileri henüz sağlıklı olarak tanımlanmamıştır. Bir yandan misyonerlik faaliyetlerine sert tepki gösterirler öte yandan Kuran Kurslarından rahatsızlık duyarlar. Oysa Türk milliyetçileri/Ülkücüler İslam dinini Türk milletinin ayrılmaz bir parçası, karakterini oluşturan en önemli etkenlerden birisi olarak görürler. Türk milliyetçileri için İslam dini pozitivist/laikçi gözle bakılabilecek ve sosyal yaşamdan dışlanabilecek bir olgu değil, uygarlığımızın, “bizi biz yapan” başat unsurlardan birisidir.

2) Ulusalcılık yaklaşımının tarih anlayışı çok dardır. Türk tarihinin İslam öncesi dönemini önemsemez, Osmanlı tarihini ise dışlar. Ulusalcılık Türk tarihini sanki İstiklal Harbi ve Cumhuriyet ile başlatır. İstiklal Savaşı ulusalcılar için sanki tarihsel bir travmadır. Türk milliyetçileri ise Türk tarihini olanca bütünlüğü içinde kavrarlar. İslam öncesi tarihimize de İslam sonrası tarihimize de sahip çıkarlar. 15


GENCAY Türk milliyetçileri ülkücüleridir.

Türk-İslam

Tüm bunlara rağmen Ulusalcılar ile Milliyetçiler arasında özellikle de büyük bir buhran içinde nefes almaya çalıştığımız şu son günlerde, devletimizin ve milletimizin refah ve mutluluğunun yeniden, daha da artan bir şekilde sağlanması, memleketi Atatürk’ün ifadesi ile ‘muhasır medeniyetler seviyesine çıkarma’ ortak amacı doğrultusunda çok önemli bir ortak nokta bulunmaktadır. Bu, içinden geçtiğimiz ve milletimiz ve ülkemizin bütünlüğünün emperyalist saldırılar ve iç ihanet odaklarının ortak saldırısı altında olduğu bir dönemde, yani dahili ve harici bedhahlarımıza karşı Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk milletinin varlığı konusunda Türk milliyetçilerinin ve Ulusalcıların aynı fikirde olmalarıdır. Yalnızca bu bile hasımlığı bir kenara bırakıp ortak noktalarımız üzerinden bir mutabakat sağlamak için yeterlidir. Elbette her konuda aynı düşün(e)meyiz, düşünmemeliyiz de zaten. Çünkü fikir çeşmelerimizin pınarları, beslendiğimiz odaklar farklıdır. Ancak, günümüzde bir öyle bir böyle söylemler içinde bulunan, tabir-i caizse ‘kendini arayan adam’ rolüne bürünmüş nice insanların, bir yandan zinayı suç olmaktan kaldırıp öte yandan da millete din satanların, tek millet-tek devlet-tek bayrak diyerek dillerini bu necip millete yüreklerini ezeli ebedi meçhul başka milletlere(!) verenlerin/adayanların olduğu bir dönemde dostu düşmanı iyi ayırt etmek gerekir. En azından Başbuğ’un ‘Sol'un ihanete varan davranışları yüzünden sağ ile olan kavgamızı erteledik.’ sözünü Efendimiz, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ‘Yaşadığınız zamana uyum gösterin’ hadisi şerifi ile sentez etmeyi becerebilmeliyiz.

5) Ulusalcılar çağdaşlaşmayı batı tarzı yaşam olarak görürler. Türk milliyetçileri ise çağdaşlaşmayı Türkİslam uygarlığı içinde gelişme, zenginleşme, üretimin artması, çağı şekillendiren bir özgünlüğü üretebilme olarak görürler. 6) Ulusalcılarda tepeden inmeci, halka rağmen bir yaklaşım hakimdir. Türk milliyetçileri/Ülkücü Hareket ise tabandan, halkın içinden gelen ve halkla birlikte bir yaklaşımı temsil etmektedir. 7) Ulusalcılar açısından nihai hedef Türkiye Cumhuriyetinin gelişmiş, demokratik ve zengin bir milli-üniter devlet olarak Batı dünyasının bir parçası olarak yaşamasıdır. Ulusalcıların büyük projeleri yoktur. Türk milliyetçileri/Ülkücü Hareket için ise nihai hedef Türk birliğidir. (Bana göre buradaki Türk Birliği’nden kasıt, kan bağı olan Türkler ve kendini kan bağı varmışçasına Türk hissedenler için tanımlanan bir birlikteliktir.) 8) Ulusalcılar, tarihin mağlup ettiği bir ideolojik zeminin takipçileridir. Türk milliyetçileri/ülkücüler ise tarihin HAKLI ÇIKARDIĞI bir düşüncenin takipçileridir. Ülkücüler, komünizm yıkılacak demişlerdir. Ülkücüler Türk ülkeleri bağımsızlığa kavuşacak demişlerdir. Ve ülkücüler haklı çıkmışlardır. Tarih ülkücüleri nasıl haklı çıkardı ise gelecek de öyle haklı çıkaracaktır. 16


GENCAY Ayrıca, farkındalık yaşamamız gereken şu tespiti de belirtmeliyiz:1970’li yıllar, solu milliyetçilikten; sağı da inkılapçılıktan uzaklaştırmıştır. 1980 ihtilali ve SSCB’nin yıkılması tüm zihinlerde bir aydınlanma yaratmış olmalı ki o zamanlar unutulanlar ya da arka plana itilen kavramlar zihinlerde yeniden canlanmaya başladı.

“A.S. : Bu ülkede Milliyetçiliğin çeşitli fraksiyonları olduğu kanısında mısınız? Ve ayrıca, Ulusalcılık diye bir akım söz konusu… Hatta bu akımın Milliyetçiliğin metafiziğini zedelediği belirtiliyor. Bu konuda neler söyleyeceksiniz? İ.Ö. : İnsanlar aynı anda iç içe mensup oldukları toplum birimlerinden milleti tercih ediyorlarsa milliyetçidirler. Milliyetçiler, her konuda tıpa tıp aynı şeyleri düşünmek zorunda değillerdir. Bence ulusalcılar da bal gibi Türk Milliyetçisidir. Ancak, eski sol alışkanlıkla ‘millet’ demekten gocunuyorlar; ‘ulus’ diyorlar. Bu yönlerinin de zaman içinde tedavi olacağı kanaatindeyim. Şu anda milletin ve milliyetin kendisine, yani bir anlamda fiziğine saldırılırken metafiziğinden ne kastedildiğini bilmiyorum. Fiziğini kurtaralım önce olur mu?”

Elbette ki eski alışkanlıklar bir günde terkedilemez; birilerinin deyimiyle bu devrim olur ki devrim de silahla yapılabilecek bir eylemdir. Belki de bu eski alışkanlıklar sebebiyle ulusalcılar kendilerini ‘milliyetçi’ olarak tanımlayamayıp kendilerine yeni bir kimlik aramışlardır. Esasen kendilerine ne dedikleri de beni de -öyle zannediyorum ki- benim gibi düşünen pek çok kişiyi de ilgilendirmemektedir. Aslolan, ‘Kimin için çaba sarf ediliyor?’ sorusuna verilen cevaptır. İnanıyorum ki bu cevap “Türk Milleti” olacaktır. Dünyadaki tüm Türk kardeşlerimizin derdiyle dertlenemeseler bile bir yerden başlamak gerektiğinin farkında olmaları bile onlara boş değil de “HOŞGELDİNİZ” demek için yeterlidir. Atasoy’un deyimiyle ‘Milliyetçilik milletin bütünü için ortak kaygılar ve sorumluluklar üstlenmektir. Milliyetçiler bu anlamda ulusalcıları da, dindarları da, farklı toplumsal kesimleri de kucaklamak durumundadır. Özellikle Türk milliyetçileri bu basireti her zaman göstermiştir.’

KAYNAKLAR   

 

Sözlerimi Haberiniz.com internet sitesinde Afşin SELİM Beyefendi’nin Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ Hocamızla yaptığı bir röportajın bir bölümü ile sonlandırmak istiyorum.

17

İskender ÖKSÜZ, Milliyetçiliğin Ekonomisi, 04.07.2010 İskender ÖKSÜZ, Milliyetçiliğin Ekonomisi Ekonominin Milliyetçisi, 18.02.2008 Esfender KORKMAZ, Ulusalcılığı Doğru Tercüme Etmeliyiz, Yeniçağ Gazetesi, 22.04.2011 Fahri ATASOY, Milliyetçilik Ulusalcılık Dindarlık, Türk Yurdu Dergisi, 23.11.2009 Selcan TAŞÇI, Şaibeli Ulusalcılık, Yeniçağ Gazetesi, 07.03.2008 Ümit ÖZDAĞ, Milliyetçilik ve Ulusalcılık Arasındaki Farklar, Yeniçağ Gazetesi, 24.02.2011 İskender ÖKSÜZ, Milliyetçilik Nasyonalizm ve Ulusalcılık, 30.06.2006


GENCAY

18


GENCAY

SAĞLIKTA BİZLERE YALAN SÖYLEDİNİZ, YALAN... Berat ASA Sayın Sağlık Bakanı bu güne kadar poliklinik önlerinde sıra olmaması ile yapılan ameliyat sayıları ile övündü sürekli. Hiç bir zaman koruyucu hekimlikle ilgili bir kampanyada övünürken kendilerini nedense ekranlarda göremedik. Gördüğümüz zamanlarda ise obezite gibi insanların kişisel olarak alabileceği önlemlerde gördük, işittik.

görüldü. Doktorlar öldürüldü, hemşireler yerlerde sürüklendi… Çıktılar, sağlık personeli mutludur dediler. Anketler yapıldı sağlık personelinin %68′i şu an imkânım olsa iş değiştirirdim demesi ile sarsıldılar… Çıktılar, yönetimleri daha iyi hale getireceğiz, bunun için Kamu Hastane birliklerini kuruyoruz dediler ama ilk icraat olarak işlerini iyi bilen 7000 personelin tayinini bir gecede çıkardılar.

Bunları yaparken de insanların gözlerinin içine bakarak yalanlar söylediler. Acil hastalardan para almayacağız, kendilerine hiç bir sorgulama yapılmayacaktır dediler, arkasına başbakanlık genelgesi yayınlayıp, belli kriterlere uymayan hastaların faturalarını ödemeyeceklerini söylediler.

Çıktılar, personel eksiğimiz var dediler, lâkin ellerinde olanları yönetemediler. Bilgisayar başına hemşire koydular, santral memuru olarak sağlık memurlarını kullandılar…

Çıktılar fark almayacağız dediler, hastanelerde alınan paraları eczanelere kaydırdılar. Hem de “güncellenmiş” fiyatlarla…

Hekimleri itibarsızlaştırdılar, paragöz ilan ettiler. Sağlık personelini itibarsızlaştırdılar, el işi yapan teyzeler topluluğu ilan ettiler.

Çıktılar yeni hastaneler yapacağız, devasa şehir hastanelerimiz olacak dediler, arazileri kamulaştırdılar. Sonra bu arazileri İTALYA BAŞBAKANI BERLİSKONİ’ye ve EMİNE ERDOĞAN’IN ORTAĞI OLDUĞU MEDİKAL PARK SAĞLIK GRUBUNA Yap-İşlet-Devret modeli ile peşkeş çektiler.

Hizmetlileri yok sayıp yıllarca görevde yükselme sınavı yapmayıp, insanların maddi kayıplarına sebep oldular. Gereksiz yetki devirleri yapıp bir meslek kolunu çevre sağlığı teknisyenliğini öldürdüler… Kısacası mutsuz bir toplum yarattıkları gibi ona hizmet edenleri de mutsuzlaştırdılar…

Çıktılar, şiddet yok sadece farkındalık arttı dediler ama gelin görün ki kendi istatistikleri bile kendilerini yalanladı, son yıllarda olayları %200, %300 arttığı

Yaşasın mutsuz Türkiye, yaşasın mutsuz çalışanlar! 19


GENCAY

TERÖRLE MÜCADELEDE IRA MODELİ VE AÇILIM ÇIKMAZI Sertaç EKEMEN IRA ‘Irish Republican Army’ gün geçtikçe Katolik toplumsal soyutlamasının yarattığı problemler içerisinde hayat bulmuştur. Katoliklerin devlet memuru olamaması ve sürekli bir Protestan asimilasyonuna maruz kalıp İrlandalı kimliğinin İngilizlerce soyutlanmaya çalışılması, IRA’nın İrlanda toplumu içinde yükselişinin temel nedenleri arasındadır. Pekâla, ortaya çıkan bu durum 1. Dünya savaşı öncesi güneş batmayan imparatorluğun anakarada tekbir millet gütmesi anlayışının bir göstergesidir. Bu tarihsel yok sayma güdüsü ve bunun ötesinde var olan İrlandalı kavramını toplumsal yönetimden uzak tutmaya çalışma gayesi, PKK’yı oluşturan tarihsel süreç içerisinde gözlemlenememektedir. Osmanlı döneminde, Kürtçe konuşan halkın Müslüm bireyler içerisine dâhil olması ve herhangi yerel bazdaki devlet örgütlenmesi dışında bırakılmaması, IRA’nın ve PKK’nın aynı tarihsel koşullar içerisinde çerçevelenmediğini bizlere göstermektedir. Osmanlı Devletinde bir Kürt asimilasyonunun gerçekleşmediğini ve tarihsel olarak bu etnisiteye sistematik bir sindirme girişiminin olmadığını Birinci Dünya Savaşının ardından kurulan Kürt Teali Cemiyetinden anlayabilmekteyiz.

Açılımı Irish Republican Army olan ve yüzyıllardan beri iç içe geçmiş İrlandalı ve İngilizlerin arasında bir etnik savaş çıkarma fikrinde örgütlenen İrlanda Cumhuriyet Ordususun temel mücadele başlangıcı, dünyadaki milliyetçi fikriyatın doğuşundan çok daha öte bir durumdadır. 1200’lü yıllarda İrlanda ana adasını işgale girişen Anglosakson hegemonya bütün adada hâkimiyet kurması ve İngiliz kralı Henry’nin biraz politik biraz şahsi hayatının gerekliliğinden İngiltere içerisinde bir Millet-Mezhep kurgulayıp Katolikliği Ada Avrupası’ndan men etme girişimi ile Katolik İrlanda Ulusal bağımsızlık hareketi ortaya çıkar. Dikkat edilecek olunursa eğer, İrlanda’da vuku bulmuş olan bu etnisite sorunsalı başlangıç ve gelişim safhaları nezdinde Bölücü Kürt hareketi ile aynı temelde olmayacaktır. PKK kuruluşundan gelişimine kadar sınıf siyasetinde temellenmiştir ve toplum içerisinde var olan sosyolojik somut bir sorunsalı değil, Marksist terminolojiden hayat bulmuş bir bölücülük güdecektir.

IRA’yı ortaya çıkaran ve sağlıklı bir mücadele gütmesinin sebeplerinden bir diğeri de genel bir halk kitlesi yaratmayı başarmış olmalarıdır. IRA Birinci Dünya Savaşından sonra ilk kez ortaya çıkmasıyla 20


GENCAY beraber, topyekûn bir biçimde İrlanda toplumundan destek görmüştür. Özellikle büyük İrlanda kıtlığının baş göstermesine müteakip, Merkezi İngiliz yönetiminin bu hususa dayalı bir yaptırım ve yardım uygulamaması ve İrlanda’nın bu buhran dönemini Amerika İrlandalı Diasporadan aldığı yardımla atlatması İrlanda toplumunun Merkez’e olan sağduyusunu kaybetmesine neden olmuştur. Burada önemli olan İrlanda ile Kuzey İrlanda’nın bir bütün içerisinde hareket edip Büyük İrlanda bağımsızlığını 1920’li yıllarda beraber sağlamış olmasıdır. PKK terörüne baktığımızda ise bir bütün olarak Anadolu ve Mezopotamya’da hiçbir zaman Kurmançi ve Zaza toplumundan tam destek görememiştir. PKK ile mücadele içerisinde IRA modelinde bir politikanın yaratacağı en büyük yanılgılardan bir tanesi; genel halk kitlesinden destek bulabilmiş olan bir oluşuma karşı, tabanda desteğini genele indirgeyememiş olan bir örgüte uygulanacak benzer bir mücadele mekanizmasıdır.

masasının içine oturmasının sebebi de bu durumda gizlidir. Fakat PKK daha öncesinde girişmiş olduğu şehir savaşımında başarılı olamamış ve dağ militarizminde yoğunlaşıp kent merkezlerinden kendini soyutlamıştır. Metropollerde olan bu durum bölgesel terörde de kendini gösterememiştir. Nitekim Güneydoğu Anadolu bölgesinde şehir merkezlerinde terör olayları gözlenmemekte bölge halkı terörü kent merkezlerine sokmamaktadır. IRA’nın mücadelesini topyekûn bir hale getirebilmesinin en büyük göstergelerinden birisi, 10.00.000 nüfusun içerisinde vermiş olduğu 325.000 kişilik kayıp bilançosudur. Buna karşın PKK hiçbir zaman yaratmak istediği büyük halk isyanını ‘serhildan’ gerçekleştirememiştir. 12.000.000’luk bir topluma hitap ettiğinin iddiasına bağlı olarak 15.000 civarında kayıp vermesi bu duruma en bariz örnektir. Büyük Britanya’nın, IRA ile yapmış olduğu müzakerenin aslında IRA’dan ziyade Kuzey İrlanda topluluğu ile yaptığı yukarıdaki örnekler ile karşımıza çıkar. Buna alternatif Türkiye’de uygulanıyor olan benzer müzakere ‘açılım’ modelinin, sadece bölücü bir örgütlenme ile sınırlı kalması sorunlar zincirini beraberinde getirecektir. Türkiye’deki bu açılım sığlığının genel bir halkı kapsayıcı nitelik kazandırılması Anadolu iç istikrarını baltalayacak ve ileriki vadede kimlik kargaşasının bir patlaması olarak reel iç savaş ortamına sebebiyet verecektir.

IRA ile PKK’nın analizi yapılırken, göz ardı edilmemesi gereken koşullardan biri de bölgelerin içerisinde bulunan coğrafi koşullarının birbirine olan uyumsuzluğudur. PKK hareketi, 1978 yılında kurulmasının ardından şehir gerillacılığı hareketinde başarılı olamayıp, 12 Eylül darbesinin ardından kadrolarını yerleşim dışına çekip dağda militanlığa başlamıştır. Bunun yanında IRA, şehir savaşı teziyle hareket edip mücadelesindeki başarıyı şehir teröründe gerçekleştirmiştir. Britanya hükümetinin ilk dönem sonrası, ‘IRA Kuzey İrlanda Bağımsızlık Mücadelesiyle’ müzakere

21


GENCAY

YENİLENEBİLİR ENERJİ KAPSAMINDA GÜNEŞ ENERJİSİ Fatma Özge ÖZDEMİR daha çok yenilenebilir enerji kaynaklarına sevk edecektir. Yenilenebilir enerji kaynaklarından en popüler olanı güneş enerjisidir. Ayrıca, güneş enerjisi yenilenebilir enerji kaynakları arasında geliştirilmeyi bekleyen bir doğal hazinedir. Dünyanın en önemli enerji kaynağı güneştir. Güneşin ışınım enerjisi, yer ve atmosfer sistemindeki fiziksel oluşumları etkileyen başlıca enerji kaynağıdır. Rüzgâr, deniz dalgası, okyanusta sıcaklık farkı ve biyokütle enerjileri, güneş enerjisinin değişim geçirmiş yenilenebilir enerji kaynaklarıdır. Yapılan araştırmalara göre fosil yakıtların da biyokütle niteliğindeki metaryallerde birikmiş güneş enerji sistemi olarak kabul edilmektedir.

Enerji, bugün sahip olduğumuz medeniyetin temel taşlarından birini oluşturmaktadır. Kalkınmanın ve gelişmişliğin bir göstergesidir. Son dönemdeki enerji ihtiyacımızın fazla olması ve bu fazlalığın sebep olduğu kirlilik, çevre tahribatına sebep olarak geri dönüşümü zor olan tabiat facialarına yol açmaktadır. Yenilenebilir enerji, doğanın kendi dengesi içinde, bir sonraki gün aynen mevcut olabilen enerji kaynağıdır. İnsan müdahalesi olmadan, doğal bir şekilde oluşan veya dönüşebilen enerjilere doğal enerji kaynakları denilmektedir. Yenilenebilir enerji doğadan sürekli ve tekrarlamalı olarak ulaşılabilen, herhangi bir mevcut rezerv azalması söz konusu olmayan enerji biçimidir. Dünyanın en değerli kaynakları potansiyel olarak yenilenebilir enerji kaynaklarıdır.

Güneşin ışınım enerjisi, yer ve atmosfer sistemindeki fiziksel oluşumları etkileyen başlıca enerji kaynağıdır. Dünyadan ortalama 1.496x108 km. uzaklıkta, 1.392x108 km. çapında ve 1.99x1030 kg. kütlesinde sıcak bir gaz küresi olan güneşin yüzey sıcaklığı yaklaşık 6.000 °K olup, iç bölgesindeki sıcaklığın 8x106 °K ile 40x106 °K arasında değiştiği tahmin edilmektedir. Sürekli bir füzyon reaktörü olan güneşin enerji kaynağı, hidrojenin helyuma dönüşmesi esnasında saniyede 4 milyon ton kütle enerjiye dönüşerek, yaklaşık 3.5x1026 değerindeki enerjinin ışınım şeklinde uzaya yayılmasıdır. Güneş enerjisi geniş bir coğrafi yayılıma sahiptir. Ülkemiz coğrafi olarak 36-42° kuzey

Yenilenemeyen enerji kaynaklarının zaman içinde tamamen tükenmesi bizleri 22


GENCAY enlemleri arasında bulunarak, kuşağı içine girmiştir.

güneş

günlük toplam 3,6 kWh/m2 ) olarak tespit edilmiştir. Verilerden gördüğümüz kadarıyla, yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmeli ve bu konuda devlet desteğini de alarak daha fazla güneş enerjisinden faydalanmalıyız. Ülkemiz güneş enerjisi kuşağında olmasına rağmen sahip olduğu potansiyeli yeterli derecede kullanamamaktadır. Yurdumuzun en fazla güneş enerjisi alan bölgesi Güneydoğu Anadolu Bölgesi olup, bunu Akdeniz Bölgesi izlemektedir.

Bölgelerimize göre güneş enerjisi potansiyelinin dağılımını incelersek yıllık ortalama güneş ışınım şiddetinin Güney Doğu Anadolu Bölgesi’nde 1491.2 kWh/m², Akdeniz Bölgesi’nde 1452.7 kWh/m², İç Anadolu Bölgesi’nde 1432.6 kWh/m², Ege Bölgesi’nde 1406.6 kWh/m², Doğu Anadolu Bölgesi’nde 1398.4 kWh/m², Marmara Bölgesi’nde 1144.2 kWh/m² olduğu gözlenmektedir. Yıllık ortalama güneş ışınım şiddetinin en düşük (1086.3 kWh/m²) olduğu bölgemiz ise Karadeniz Bölgesi’dir.(1)

Yeryüzüne her yıl düşen güneş ışınım enerjisi, fosil yakıtların verdiği enerjinin yaklaşık 160 katı kadardır. Ayrıca, yeryüzünde bulunan fosil, nükleer ve hidroelektrik tesislerinin bir yılda üreteceği enerjiden, güneş enerjisi 15.000 kat daha fazladır. Bu bakımdan güneş enerjisinin kullanımı zor değildir. Sadece güneş ışınlarının kullanılabilir enerji türüne dönüştürülüp, depolanması maliyetlidir.

Güneşlenme süreleri dikkate alındığında Güney Anadolu Bölgesi’nin yılda 3015.8 saat ile en zengin bölgemiz olduğu görülmektedir. Akdeniz Bölgesi’nde 2923.2 saat, Ege Bölgesi’nde 2726.1 saat, İç Anadolu Bölgesi’nde 2711.5 saat güneşlenme süresi görülürken, Doğu Anadolu Bölgesi’nde 2692.5 saat, Marmara Bölgesi’nde 2525.7 saat, Karadeniz Bölgesi’nde ise 1965.9 saat olarak saptanmıştır.(1)

Her alternatif enerji kaynağında olduğu gibi güneş enerjisinin de avantaj ve dezavantajları vardır. Güneş enerjisinin sıralayacak olursak;  

Güneş enerjisinin dünyaya gelen küçük bir bölümü dahi insanlığın mevcut gereksinimden kat kat fazlasını karşılamaktadır. Ülkemizin yıllık güneşlenme süresi yıllık 26-40 saat (günlük toplam 7.2 saat) ortalama toplam ışınım şiddeti ise, 1311 kWh/m2 yıl (

23

avantajlarını

Bol ve tükenmeyen yenilenebilir enerji kaynağıdır, Temizdir, çevreyi kirletici, duman, gaz, karbon monoksit, kükürt ve radyasyon vb atıkları yoktur, Yerel uygulamalar için elverişlidir. Enerjiye ihtiyaç duyulan, hemen her yerde güneş enerjisinden yararlanmak mümkündür. Bir çakmağın, bir saatin, bir hesap makinesinin veya bir deniz fenerinin, bir orman gözetleme


GENCAY

kulesinin enerji ihtiyacı yerinde güneş enerjisiyle rahatlıkla karşılanabilir. Dışa bağımlı olmadığından, doğabilecek ekonomik bunalımlardan bağımsızdır, Birçok uygulamasında karmaşık teknolojilere gerek duyulmamaktadır.(2)

kullanılmaktadırlar. Tarımda da kullanılan sistem, zirai ürünlerin kurutulmasında ve seraları ısıtmada kullanılan ekonomik bir çözümdür.

Güneş enerjisinin dezavantajları ise; 

Birim yüzeye gelen güneş ışınımı az olduğundan geniş toplayıcı yüzeylere ihtiyaç vardır, Sürekli olmadığından ısı depolama gerekmekte olup, depolama imkânları ise yüksek maliyetli ve sınırlıdır, Enerji ihtiyacının çok olduğu kış aylarında güneş ışınımı az, geceleri ise hiç yoktur, Güneş ışınımından faydalanılan sistemlerin, güneş ışığını sürekli alabilmesi için çevrenin açık olması, gölgelenmemesi gerekmektedir, Güneş ışınımından yararlanılan birçok sistem yüksek ilk yatırım maliyetleri nedeniyle uzun amortisman sürelerine sahiptir.(2)

Pasif güneş sistemleri fonksiyonlarına göre:   

Direk Toplama, Termal Depolama, Güneş Uzayı olarak 3’e ayrılmaktadır.

Direk Toplayıcı: Bu sistemlerde, güneş enerjisi kuzey yarım küre için, güneye bakan yönde düşey bir pencere yardımıyla toplanır. Toplanan ısı yüzey tarafından emilerek, gece kullanılır. Güneş ışınlarının daha fazla düştüğü yerlerde faydalanılması gereken bir sistemdir. Şehir planlamasında ve inşaat sektöründe göz önünde bulundurulması gereken önemli bir faktördür.

Güneş enerjisi sistemleri ‘’Termodinamik Sistemler’’ ve ‘’Fotovoltaik Sistemler’’ olarak ikiye ayrılmaktadır. Termodinamik sistemler; ‘’Pasif Güneş Sistemleri’’ ve ‘’Aktif Güneş Sistemleri’’ olarak ikiye ayrılmaktadır.

TERMAL DEPOLAMA: Bu sistemlerde güneye bakan bir pencerenin arkasına yerleştirilen ısı kolektörü vazifesi gören bir duvar vardır. bu sistem ekstrem koşullardan fazla etkilenmemekle beraber, soğuk kışların yaşandığı iklim şartlarında uygulanması daha ekonomik olmaktadır.

PASİF GÜNEŞ SİSTEMLERİ Pasif güneş sistemleri, güneş enerjisi sistemlerini kullanımı için geliştirilen en eski sistemlerdir. Başlıca binaların ısıtma, soğutma ve dizayn gibi işlemlerinde 24


GENCAY GÜNEŞ UZAYI: Bu sisteme direk toplayan ve termal depolama sistemlerinin bir kombinasyonu gibidir. Evin güneye bakan penceresi ile duvarı arasında bir sera sisteminin kurulmasıyla gerçekleştirilir.

 

Termal Stasyoner (durağan) Sistemler, Termal Güneş Tarayıcı Sistemler olarak 2’ye ayrılmaktadır.

TERMAL STASYONER (DURAĞAN) SİSTEMLER: Bu sistemlerde güneş enerjisi stasyoner bir toplayıcı (kollektör) ile toplanır, daha sonra ısıya dönüştürülerek bir akışkana transfer edilir. Bunlar kollektör tiplerine göre sınıflandırılır. Bunlar; flat-plate kollektör (Düz plakalı kollektörler), tubular kollektör (Boru şeklindeki kollektörler), concentrating kollektör , solar ponds (güneş havuzları)’dır. Bu tip kolektörler en yaygın olarak kullanılan ve teknik olarak en gelişmiş kolektörlerdir.

Pasif güneş sistemlerinin kullanımında en önemli özellik binaların inşasında pencerelerin güneye bakıyor olması ve güneş alan merkezlerde evoporasyon, rüzgâr yönü, sıcaklık şiddeti ve nem hesapları yapılarak sistem performansı göz önüne alınmalıdır. AKTİF GÜNEŞ SİSTEMLERİ Güneş radyasyonunu ısıya dönüştüren sistemlere aktif güneş sistemleri denilmektedir. Pek çok uygulama alanında etkili olup, farklı sıcaklıkta bulunabilme özelliğine sahiptirler. En basit güneş kolektörleriyle >100 Watt enerji elde edilebilirken, güneş güç istasyonlarıyla >100 Megawatt enerji elde edilebilmektedir. Aktif sistemlerde ısıtma, soğutma amaçlı kullanılmanın yanında elektrik üretiminde de büyük pay sahibidirler.

FOTOVOLTAİK SİSTEMLER Bu sistemlerdeki voltaik toplayıcılarda, güneş enerjisini doğrudan elektrik enerjisine dönüştürmek için Cd S ya da silikon maddelerinden güneş pili imal edilir bu maddeler üzerine gelen güneş ışınları anında elektrik enerjisine dönüştürülerek kullanılır. Bu sistemlerde güneş izleme düzeni ile her an mümkün olan en yüksek güneş enerjisinden yararlanılır. Güneş izleme düzeni pahalı olduğundan bu tip toplayıcılardan, izleme düzeni olmadan da yararlanılmaktadır. Ülkemizde güneş enerjisi kullanımında kaynak anlamında bir sorun olmamakla beraber elektrik üretiminde uygulanacak yöntem açısından bazı bölgesel farklılıklar bulunmaktadır. Fotovoltaik sistemler ile bulutlu veya açık her türlü hava şartlarında elektrik üretilebilirken, yoğunlaştırıcı sistemlerde (termik ve mekanik dönüşüm) direk ışınım, yani açık hava, gerekli olmaktadır. Bu nedenle,

Aktif güneş sistemleri fonksiyonlarına göre;

25


GENCAY termik ve mekanik dönüşümlü üreteçler için Güneydoğu Anadolu ve Akdeniz bölgelerinin tercih edilmesi gerekirken, fotovoltaik üreteçler için Doğu Karadeniz Bölgesi dışındaki tüm bölgeler uygun olmaktadır.(3)

sağlandığında bu teknolojiler gelişecek ve enerji darboğazlarının konuşulduğu ülkemizde bu kaynaktan en üst seviyede faydalanmanın yolu açılmış olacaktır. Güneş enerjisini kullanırken yaygınlaştırmak adına:

SONUÇ VE ÖNERİLER

Ülkemiz güneş enerjisi potansiyeli bakımından iyi durumda olmasına rağmen ne yazık ki bu potansiyeli yeterince etkin ve yaygın kullanamamaktadır. Bunun sebebi olarak kurumlar arası koordinasyon eksikliği ve şimdiye kadar devletin bu konuda bir teşvik uygulamamış olması gösterilebilir. Avantajlarının yanında dezavantajlarının maliyetli olması ve devlet desteğinin sadece sıcak su üzerine uygulanması, güneş enerjisinin diğer alanlardaki uygulamalarını kısıtlamış ve gelişimine engel olmuştur. Güneş enerjisi malzemelerinin elde edilmesi dışa bağımlı bir politika izlediği için, normal maliyetinin çok üzerinde bir fiyata denk gelmektedir. Bu durum güneş enerjisi sisteminin yurdumuzda kullanımını engellemektedir. Şimdiye kadar ki deneyimlerimizden yola çıkarak, güneş enerjisi projelerini dışa bağımlı bir politikadan kurtarmak ve yeni iş istihdamları sağlamak adına, belirli bir düzen çerçevesinde bağımsız bir üst koordinasyon kurulu kurularak, gerekli kanuni düzenlemelerin getirilmesi gereklidir. İlk yatırım giderleri yüksek olan, ancak yakıt masraflarının olmaması nedeniyle işletme masrafları bulunmayan çevre ile uyumlu, güneş kaynaklı enerji üretim sistemlerinin gerçekleştirilmesi için gerekli uzun vadeli finansman imkânı

 

26

Üniversitelerin mimarlık, mühendislik, şehir planlaması bölümlerinde zorunlu ders olarak güneş mimarisini içeren dersler okutulmalıdır. Yurdun çeşitli yerlerinde güneş mimarisinin kullanımını teşvik edecek örnek konutlar yapılmalıdır. Kitle iletişim araçları kullanılarak, tanıtım filmleri çekilmeli ve el broşürleri bastırılarak halk bilinçlendirilmelidir. Okullarda çocukları bilinçlendirecek seminerler verilmelidir. Yeni yerleşim bölgesindeki konutlarda güneş mimarisi kullanımını sağlayacak yasal düzenlemeler getirilmelidir. Güneş enerjisi sistemlerinin kullanıldığı ev ve iş yerlerine vergi indirimi uygulanmalıdır. Güneş enerjisi için teşvik primleri verilmeli ve primlerle yapılan uygulamalar devlet gözetiminde incelenmelidir. Güneş enerjisi uygulamaları ile standartlar gözden geçirilmeli ve ihtiyaç duyulan alanlarda yenilenmeye gidilmelidir.


GENCAY

KAYNAKLAR (1) http://www.belgeler.com/blg/a7y /gne-enerjisi-potansiyeli-veuygulamalar (2) http://www.dektmk.org.tr/pdf/en erji_kongresi_11/81.pdf (3) http://www.yildiz.edu.tr/~tanriov /RG6.pdf (4) Tsoutsos, T. vd. “Environmental Impacts From The Solar Energy Technologies”,Energy Policy, 33, 289-296, 2005. (5) Binark, A. K. “Ülkemizdeki Güneş Enerjisi Uygulamaları için Öneriler”, Mimar ve Mühendis Dergisi, Sayı: 33, Nisan-MayısHaziran, 80-82, 2004.

Güneş enerjisiyle çalışan insansız hava aracı

Güneş enerjisi pişirim sobası

27


GENCAY

28


GENCAY

HASTANE KANTİNİ VE SOĞUYAN UMUTLAR Ruh Adam’ın Köşesi - Yalçın Selim PUSAT daha fazla yaşamış umudu, buradakilerden kat be kat daha fazla görmüş umutsuzluğu, umutsuzluktan yıkılan kişileri. O yüzden kızamıyorum ona. İçeri giren ve çay, poğaca vs alıp çıkan insanlar... Kim bilir, ne hastalıkla / hastalılarla uğraşıyor yakınları, hastanenin o ilaç kokulu bilmem kaçıncı kattaki odasında. Aslında bir şey yemek istemiyor canları lakin ne yapsınlar, vakit geçirebilmenin derdinde onlar da. Bazıları çıkmıyor kantinden dışarı, oturuyorlar boş bir masaya, ellerini çenelerine dayıyor ve boş boş bakıyorlar duvara. Kafalarında ise cevabı olmayan, karşılığını bulamadıkları, belki de karşılığını hiç bulmak istemedikleri, iç sıkıntılarını daha da arttırmaktan başka bir işe yaramayan onlarca soru.

Havasız sayılabilecek, tavanı basık bir kantin, Ankara’nın iyi denilen hastanelerinden birisinin kantini. Havanın soğuk olduğunu hatırlatırcasına, dışarısı gibi soğuk, metal, gri renkli masalar, cam kenarındaki masaların birinde ben, elimde kalem, önümde kâğıt ve bir bardak demli çay. Çevremde ise umutla bekleyen, umudu bekleyen insanlar. Gecenin mahmurluğu çökmüş yüzlerine, yorgunlar, yılgınlar daha doğrusu, besbelli.

Sorularla çaylarını.

boğuşurken

unutuyorlar

Unutuyorlar çaylarını, soğuyor çay. Sonra nedense akıllarına geliyor ve bir yudum alıyorlar çaylarından. Çayın soğumuş olmasına tepkilerini yüzlerini buluşturarak veriyorlar.

Diğer tarafta ise... Diğer tarafta ise umutla bekleyenlere karşıymışçasına, iyi ve kötü her olayı kanıksamış bir kantinci. Artık hiç tepki vermiyor, ne ölene üzülüyor ne doğana seviniyor. Ona kızmanız için söylemiyorum yanlış anlamayın, o da haklı. Çünkü buradakilerden kat be kat

En azından birkaç saniye o soğumuş çayla meşgul oluyor zihinleri. Sonra tekrar duvara. 29

sabitliyorlar

bakışlarını


GENCAY Ve daha da soğuyor çay.

malların hepsi benim. Ben çalıştım, ben kazandım” demeye başlar. “Ben, ben, ben, ben...”

Tıpkı onların umutları gibi Tıpkı Ankara’nın havası gibi.

Ve an gelir aldanır insan, “Sağ elin verdiğini sol el görmeyecek” düsturunu unutur. Büyük bir kibre düşmüş olduğundan, zekâtını verirken bile “Ben veriyorum” demeye başlar. Bir süre sonra öyle bir noktaya gelir ki geldiği noktada “vereni” unutmuş, kendisini “verenin” yerine koymuştur artık.

Ve An Gelir Aldanır İnsan

“Ve iyi biliniz ki mallarınız ve evlatlarınız birer imtihan aracından başka bir şey değildir.” (Enfal Suresi-28.Ayet) Ve an gelir imtihanı kaybettiğinin farkına varır insan ama artık çok geçtir. Ne o benim dediği malları ne de o çok sevdiği yakınları vardır etrafında. Başladığı yere, benliğine, geri dönmüştür.

Ve an gelir aldanır insan, “ben” demeye başlar: “Ben yaptım, ben ettim, benim sayemde…” Unutur aciz bir kul olduğunu, Allah yerine koymaya(!) başlar kendini. “Küçük dağları ben yarattım” edasıyla basmaya başlar artık toprağa, haddini aşarak, haddinin sınırlarını bilmeyerek.

Ve bundan sonra beynini kemirecek o soru gelir aklına: ”Ben nerede yanlış yaptım?” Aldanmamak dileğiyle. Saygı ve dua ile…

Ve an gelir aldanır insan, ”Bunların hepsi benim” demeye başlar. Unutur düne kadar hiçbir şeyinin olmadığını ve unutur büyük bir imtihandan geçmekte olduğunu. “Bu

30


GENCAY

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.