www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 2 Sayı 14 - Mart 2013 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com
ATATÜRK ve TIBBİYELİLER / Kadir Baturhan ÇİFLİK GELECEĞİ DOĞURAN KADINLAR / Mehmet UÇAK "SONA DOĞRU KÜRT AÇILIMI" ÜZERİNE NOTLAR -II- / Fatma Özge ÖZDEMİR BİLİYORSUNUZ TÜRKİYE’DE “İLERİ DEMOKRASİ” VAR! / Abdullah SOMUNCUOĞLU ÇAĞRI! / Veysel Gökberk MANGA DAĞDAN GELEN BAĞDAKİNİ KOVAR / Emre SEVİNÇ RUHUMUZU KAYBETTİK / Emre ECE SELÇUKLU’DAN GÜNÜMÜZE BİR TÜRK YURDU / Alperen KIZIKLI TÜRK MİLLİYETÇİLERİ BİRLEŞİN! / Selim UYSAL ŞİMDİ NEREDELER? / Galip ERDEM KENDİNİ UYUTAN ADAM'DAN, KENDİNİ UNUTAN ADAM'A / Abdullah KILAVUZ İSLAMİYET ve MİLLİYETÇİLİK / Vural Egemen SARIGÖZ İŞŞİZLİK - FAHİŞELİK EĞRİSİ / Veysel Gökberk MANGA PUTİN DÖNEMİ RUSYASINDA STALİNİZASYON SÜRECİ / Sertaç EKEMEN İNTERNETTEKİ BİLGİ KİRLİLİĞİ ve ÜZERİMİZDEKİ ETKİLERİ / Vural E. SARIGÖZ RUH ADAM’IN KÖŞESİ / Yalçın Selim PUSAT
GENCAY
18 MART ÇANAKKALE DENİZ ZAFERİ ÜZERİNE SÖZLER Gencay Dergisi bir harekâtın anlıyorum.”
zorunlu
olduğunu
Churchill
"Türkler, Çanakkale’yi zorlayan çağının en ileri tekniğine sahip güçler karşısına adeta bir kale gibi dikilmişlerdir.” Churchill
“Çanakkale Zaferi, Türk askerinin ruh kudretini gösteren şayanı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur.”
“... Bu Türk kıtaatının cesaret, metanet ve sebat cihetiyle takdir ve senaya liyakati, her şüphenin fevkinde bulunmuştur. Donanmasının ateşiyle de, en müessir surette muavenet gören pek cesur bir düşman taarruzlarına karşı sayısız muharebelerde bu kıtaat mevkilerini muhafaza etmişlerdir.”
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
“Harpte iki meş’um (uğursuz) şey vardır. Bunlardan biri taş duvara körü körüne yüklenmek, diğeri kuvvetleri birtakım ayrı ve bağlantısız harekâta dağıtıp körletmektir. Biz bu iki ahmaklığı yapmanın tehlikesiyle karşı karşıyayız.”
Alman Generali Liman von Sanders
“Avrupa’da hiçbir asker yoktur ki, bu ifadenin altını çiziyorum, Türklerle mukayese edilebilsin. Almanların müdafaada gayet iyi oldukları kabul olunabilir. Fakat siperlerde onlar dahi Türklerle kıyas edilemez. Misal olarak Gelibolu’yu zikretmek isterim. Orada bizim gemi ateşlerimizle büyük zayiata uğrayan kıtalar, Türk olmasalardı. Yerlerinde
İngiliz Başbakanı Asquith
“Ordunun yardımı olmaksızın Filo’nun başarı sağlayabileceği ümidine kapılmıştım; fakat şimdi bu işte müşterek
1
GENCAY kalamaz ve derhal değiştirilirlerdi. Hâlbuki Türkler, bütün muharebe müddetince yerlerinde kaldılar.”
Türk askerinin ne yaman muharip olduğunu, İngilizler kendileriyle dövüştükten sonra bittecrübe anlamışlardır.”
General Tawshend
İngiliz Generali Oglander
“Yenilmez İngiliz donanmasının uğradığı akıbetten komutanlar değil, strateji kurallarını ihmal eden devlet adamları sorumludur. Boğazlar ve Trakya bölgesinde altı Türk kolordusu varken, donanmayı tahkim edilmiş bir Boğaz’dan geçirmek ve Boğaz kıyıları işgal edilmeden beş tümenlik bir kuvveti seferiyeyi İstanbul’a getirmek planının şansı çok azdı.”
“Çanakkale Seferi, Türk milletinin eski kudret ve kuvvetini muhafaza ettiğini, can çekişen bir imparatorluk içinde kahraman bir milletin varlığını meydana koydu.”
General Fahri BELEN
General Fahri BELEN “Çanakkale Savaşları, Avusturalya ordusunun gelişimine birçok etkide bulunmuştur. İlk olarak Avusturalya ordusu kuvvetlerinin bir yabancı tarafından değil, bir Avusturalyalı subay tarafından idare edilmesini temin edecek bir uygulamaya başlanmıştır. Ve Çanakkale olayları, bu uygulamayı başlattı.”
“Müttefiklerin gayreti kalmamıştır. Türkiye insan menbalarını (kaynaklarını) sarf ederek bitab (bitkin) kalmış, müttefikler, hissolunur derecede zayıflamamışlardır. Fakat Çanakkale Muharebesi’nin Rusya’nın akıbeti ve Balkanlar’daki tesiriyle Türkler müteselli olabilirler.”
Avustralyalı Yarbay D. M. HORNER
Larşer “Çanakkale Savaşları, savaşa İngiliz bayrağı altında katılan Yeni Zelanda’nın uluslaşma sürecine çok önemli katkılarda bulunmuştur. 1915’te Yeni Zelandalılar, kimliklerini İngiliz İmparatorluğu
“... Türk askerinin savaş ve dövüş hususunda haiz bulunduğu evsafın bidayette layikiyle takdir edilmemiş olması, İngilizler için felaket olmuştur. 2
GENCAY içerisinde tanımlamaktaydılar ve bağımsızlık kazanmak gibi istekleri yoktu.”
“Çanakkale Boğazı’ndaki Türkler ve Almanlar da 18 Martı aralıksız takip eden sessiz günler, şaşkınlık ve sonra da, büyük bir sevinç uyandırdı. Moral, son derece yüksekti. Kaleler ve tabyalardaki hasar da kolaylıkla giderilmiş olmakla beraber, ağır bataryaların cephane durumu ciddiyetini koruyordu.”
Yeni Zelandalı Prof. Dr. J. PHİLLIPS
Robert Rhodes James
“Çanakkale Muharebelerinde Türk ordusunun başında daha başlangıçtan itibaren orayı, üç kez ve yalnız kendi inisiyatifiyle kurtarmış olan Türk Başbuğu (Atatürk) bulunmuş olsaydı, bu gün tarih, bir Çanakkale Savaşı yerine, karaya ayak basmasıyla beraber, akim kalan bir Çanakkale teşebbüsünden bahsederdi.” M. Şevki YAZMAN
“Çanakkale Savaşları, modern savaş tarihinde birleşik kara ve deniz savaşlarının başlangıcı ve ilk örneğidir.”
“Çanakkale fecayi’ine (çok acıklı olaylarına) ait mesuliyetin, her iki taraftan hangisine ait ve raci olduğu keyfiyeti henüz tahakkuk edemediyse de, bahri hücumun (deniz hücumu) altında mündemiç (saklı) olan hakayik (gerçekler), o kadar basittir ki, bu hususta en müptedi (ilkel) olanlar bile bunu anlarlar.
Japon Prof. Dr. Em. Krg. Hideo MIKI
“Avrupa diplomasisinin çıkmazlarında ihtiyatla yolunu arayan ve Avrupa Devletleri’nin birbirine düşmüş meclislerinde kendi lehinde fırsatlar kollamaya çalışan ürkek ve tereddütler içindeki Osmanlı, artık yerini, dimdik adeta mağrur ve kendine güvenen, kendi hayatını yaşamaya azmetmiş, Hıristiyan düşmanlarına tam bir istihfafla bakan şahsiyete bırakmıştı.”
Biz en müşkülü’l-icra (yapılması zor) harekete tasaddi ettik (başladık) ve esas noktalara dair malumatı sahiha (gerçek bilgiler) elde etmeden evvel mutadımız (âdetimiz) olduğu üzere, düşmanı hakir (küçük) görerek, böyle bir külfetli işe sarıldık. Neticedeyse, herkesin kabul ve
Alan Moorhead 3
GENCAY itiraf edeceği bir hezimete, mağlubiyete uğradık ki, bunun izin, hiçte şikâyete hakkımız yoktur.
“Çanakkale müdafaası, üç mucizeler muharebesidir Hali kurtardı; maziye hamaset ve azametini iade etti; vatanımızı bir vatanı ebedi yaptı.”
18 Martta mağlup olduk. Bu bapta tevile felana (başka anlam vermeye falan) hacet yoktur.”
Sami Paşazade Sezai
İngiliz Yazar Ellis Ashmit BARTLETT
Tarih; bir kez daha “Çanakkale Geçilmez” sözünü tüm dünyaya hatırlatmaktadır... Kaynak: www.canakkale.gen.tr
4
GENCAY
ATATÜRK ve TIBBİYELİLER Kadir Baturhan ÇİFLİK Hiç şüphe yoktur ki; Atatürk birinci sınıf bir insandı. Osmanlı’nın son dönemlerindeki ayakta durma mücadelesinde, işgalcilere karşı direnişte ve yeni Türk devletinin kuruluş aşamasında da her zaman kendi gibi birinci sınıf insanlarla çalıştı. “Mademki zaman içinde yaşıyoruz; ona ayak uydurmalıyız. Yoksa o bizi sürükler.” Herder Mustafa Kemal’i Emanet Almak
Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren, dönemin yüksek medeniyetlerindeki gelişmeleri en yakından takip eden, en üst düzeyde eğitim gören insanlar Tıbbiyeliler olmuştur. Tahsil ve dünya görüşü en üst düzeyde olan bu insanlar, Türk toprakları üzerindeki her türlü gelişmede de öncü olmuşlardır. Yeri geldiğinde gözlerini kırpmadan vatanları için canlarını vermekten de çekinmemişlerdir.
Koskoca bir imparatorluğun çöküşü ve yeni bir devletin kurulması gibi başlıca iki büyük tarihi olayı hayatına sığdırmış çok az insan vardır. Bunların yanına, bir dünya savaşı, destan olmuş bir boğaz savunması ve bir milletin kurtuluş savaşında başrolü oynamayı da ekleyince, bu zorlu hayatı yaşayan insanın kendisi kadar yanındaki insanlarda merak ediliyor.
Mustafa Kemal Atatürk de bu vasıflı zümreyi, yani dönemin birinci sınıf insanlarını hep yanında görmek istemiştir. Hatta bu isteğini ve bu insanlara olan güvenini “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz.” diyerek, hafızalara kazınmasını da sağlamıştır.
Bu zorlu hayatta başaralı olabilmenin temelinde elbette üstün bir zekânın yeri çok önemlidir. Bunun yanında insanın sırtını yaslayabileceği insanların da olması, en az üstün bir zekâya sahip olmak kadar önemlidir. “Birinci sınıf insanlar birinci sınıf insanları yanlarına alırlar, ikinci sınıf insanlar üçüncü sınıf insanları yanlarına alırlar.”
Bu kadar öneme sahip bir zümrenin, bugün ülkemizde maruz kaldığı muamele elbette çok üzücüdür. Her gün hekime şiddet haberleriyle doldurulan gazete sayfalarının mimarları, bizleri hizmet verdiği kendi milletine yanlış tanıtan art
Andre Weil Kuralı
5
GENCAY niyetli, bilgi düzeyi düşük ve kompleksli insanlar olduğu kadar, biz hekim ve hekim adaylarıdır da.
meclise karşı sorumlu olduğu dönemin başlangıcı olmuştur. Daha sonra, Meşrutiyet ilan edilmiş, ordunun siyasetten uzaklaşması ilkesi ilk defa yüksek sesle savunulmaya başlanmıştır.
Bugün, biz hekim adayları, maalesef geçmişte mesleğimizin öncüleri olan insanların, kendi dönemlerinde hangi rolleri aldıklarından habersiziz. Bir an önce sınıf geçme ve okulu bitirme isteği, bizlerin gerçekte neler yapabileceğimizi görmemizi engelliyor. Son dönemlerdeki bu anlayışın yansıması ise ülkenin idari kademesinde yer alan tıbbiyelilerin azlığı olarak görülüyor.
Dr. Mustafa Elvan, Meşrutiyet’in ilanıyla, Tıbbiye’ye geri dönmüştür. 1920 yılında ise Anadolu’ya geçerek Milli Mücadele’ye katılmıştır. İlk mecliste Kozan milletvekilliği, daha sonraki yıllarda da Çorum milletvekilliği yapmıştır. Hürriyet aşkıyla yanan yüreklerin bir gece Şam’da toplanmasıyla başlayan dostluk, uzun yıllar boyunca, türlü çilelerin birlikte çekileceğinin göstergesiydi.
*** Tıbbiyelilerin hürriyet aşkı…
*** Tıbbiyeli Mustafa Elvan (Cantekin), İstanbul’da Tıbbiye’de okurken, “hürriyetçi” olduğu için kürek cezası almış ve sürgün edilmiştir. Günün birinde yollarının Mustafa Kemal ile kesişeceğinden ve bir milletin tarihindeki önemli yol ayrımlarından birinin kahramanlarından olacağını, elbette kendi de bilmiyordu.
Sadık ve cesur dost… 1923 yılında, Mersin’de Mustafa Kemal Atatürk’e hitaben yapılan bir konuşma, yine uzun yıllar boyunca devam edecek gerçek bir dostluğun da başlangıcı olmuştur. Dr. Reşat Galip (Baydur), yaptığı bu konuşmayla tıbbiyelilerin, milletin nabzını en iyi tutan insanlardan olduğunu bir kez daha Mustafa Kemal Atatürk’e ispatlamıştır. Bu konuşmayla birlikte kendisine meclis yolu açılır. Meclise girdiğinde ise bu millet için yapabileceği çok daha fazla şey olduğunu gösterir.
Şam’da bulunduğu yıllarda, bir gece evinde Mustafa Kemal ile birlikte “Vatan ve Hürriyet” isimli gizli teşkilatın kurulmasını sağladı. Kendisiyle beraber birçok Tıbbiyeli’nin de bu teşkilata katılımını sağladı. Bu teşkilat, Afet İnan’ın; “1908 inkılabının esasını Şam’da, Doktor Mustafa’nın evinde aramak lazım gelir.” dediği, 1908 inkılabının mimarı oldu.
Milli Eğitim Bakanlığı yaptığı dönemde, öncüsü olduğu üniversite reformuyla, Genç Cumhuriyet’i, çağdaş medeniyetler seviyesine koşar adım götürdü. Türk milli eğitimine yaptığı sayısız katkılar, bir
1908 yılı, Türk tarihinde ilk defa meşruti monarşinin kurulduğu, hükümetin yalnızca halk tarafından seçilmiş bir 6
GENCAY Tıbbiyeli’nin yapabileceklerinin olmadığını gösterdi.
sınırı
Farzı muhal, manda fikrini siz kabul ederseniz sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i ‘vatan kurtarıcısı’ değil, ‘vatan batırıcısı’ olarak adlandırır ve tel’in ederiz,’ diye bağırdı.
Mustafa Kemal Atatürk ile tanıştığı dönemden vefatına kadar, Mahmut Esat Bozkurt ile birlikte Atatürk inkılaplarının en ateşli savunucularından oldu. Sadık bir dost olduğu kadar, Atatürk’e acımasız eleştiriler yapabilecek kadar da cesurdu. Millet meselelerinin konuşulduğu yemeklerde, dönemin bakanlarına, milletvekillerine ve Atatürk’e karşı yaptığı eleştiriler ile aralarında Atatürk’ün de olduğu birçok kişiyi, bu masalarından kaldırmıştır.
Bu gencin yürekten kopup gelen bu sözleri karşısında birçoğunun gözleri yaşarmıştı. Mustafa Kemal Paşa da muteheyyic olmuştu. Heyecanlı bir sesle ‘Arkadaşlar gençliğe bakın, Türk milli bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin,’ dedi sonra da Hikmet Bey’e dönerek, ‘Evlat, müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz, ekaliyetle kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal ya ölüm!’ “
*** Tıbbiyeli Hikmet…
Yine, Mazhar Mufit Kansu, bir gün Atatürk’ün sofrada konuşurken Hikmet’i hatırlattığını anlatır. Kendisinin, mebus adayı gösterilmesini söylemiş, Mazhar Bey de ‘Paşam, Allah sizlere ömür versin, Hikmet öldü,’ demiş. Atatürk çok üzülmüş, o akşam sofrayı dağıtmış.
Belki de tıbbiyelilerin en ünlüsü O’dur. Hepimiz onu Sivas Kongresi’ndeki asil tavrıyla biliyoruz. Bu olayı Mazhar Müfit Kansu şöyle aktarıyor: “… Hikmet isminde Askeri Tıbbiye talebesi ve Sivas Kongresi’nde Askeri Tıp talebesi delegesi olan bir genç, İstanbul efendi ve paşalarına vatanseverlikte, memleketçilikte, milliyetçilikte rehber ve örnek olacak ölçüde doğru düşünce, milli inan ve imanın sahibi bulunuyordu.
1938’de Atatürk vefat ettikten sonra Mazhar Bey, Tıbbiyeli Hikmet’e rastlamış ve şaşırmış. Boynuna sarılıp yaptığı yanlışı anlatmış. Dr. Hikmet Boran, günümüzde çokça aradığımız bir mütevazılığe sahipti. Hiçbir gün Atatürk’ün karşısına, onu rahatsız ederim diye çıkmamış, Atatürk’ün kendi çalıştığı şehirlere yaptığı gezilerde hep saklanmıştır.
Bu genç de Paşa’nın odasındaydı. Sanki birdenbire ateş ve heyecan kesilmiş olarak, yüksek sesle ‘Paşam, murahhasi bulunduğum Tıbbiyeliler beni buraya istiklal davamızı başarmak yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olursa olsun şiddetle red ve takbih ederiz.
***
7
GENCAY Hayatlarından kesitler sunduğum bu üç hekimin dışında, Dr. Cemil Topuzlu Paşa, Dr. Hulisi Behçet, Dr. Adnan Adıvar, Dr. Refik Saydam, Dr. Lütfü Kırdar, Dr. Abdulkadir Noyan gibi isimler de milli mücadele yılları, öncesi ve sonrasında gittikleri yol ile bizlere örnek olacak kişilerden bazılarıdır.
olmaktır. Çünkü Tıbbiyeli ruhu bunu gerektirir. Mustafa Kemal’i emanet alan insanlar olduğumuzu hatırlatması dileğiyle… Kaynaklar Prof. Dr. Metin Özata, Atatürk ve Tıbbiyeliler, Umay Yayınları, 2009, İzmir
Tıbbiyeliler, gerek Cumhuriyet öncesi, gerek Cumhuriyet sonrasında tarih sahnesinde hep önemli rolleri oynamışlardır. Tarihin birçok sahnesinde dünyadaki bilimsel gelişmelerin ışığı olmuşlardır. Ülkelerin, milletlerin gidecekleri yolları belirlemişlerdir. Bizlere düşen, adlarını bildiğimiz ve bilemediğimiz adsız kahramanların açtığı yoldan ilerlemek, birinci sınıf bir insan
Tarık Zafer Tunaya, Hürriyetin İlanı İkinci Meşrutiyet’in Siyasi Hayatına Bakışlar, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2004, İstanbul Yener Oruç, Atatürk’ün Fikir Fedaisi Dr.Reşat Galip, Gürer Yayınları, İstanbul, 2007
8
GENCAY
GELECEĞİ DOĞURAN KADINLAR Mehmet UÇAK 8 Mart, Dünya Emekçi Kadınlar günü olarak kutlandı. Dünyanın birçok ülkesinde gerek feminist gruplar gerekse de diğer sivil toplum kuruluşları kadınların sesini duyurabilmek adına çeşitli reklam kampanyaları ve bilinçlendirme çalışmaları düzenledi.
toplantıda 8 Mart tarihinin ‘’Dünya Emekçi Kadınlar Günü‘’ olarak anılması kabul ediliyor. İlk olarak 1921 tarihinde Moskova’ da kutlanan gün, araya Dünya savaşlarının girmesiyle birçok ülkede kutlanmasa da nihayet Birleşik devletler ise 1977 yılında kabul etti. Türkiye’ de ilk olarak her ne kadar 1923 tarihinde kutlansa da dönemin siyasi hareketlenmelerinden dolayı 1975 yılına kadar bu kutlamalar sokağa taşınamadı.(Kaynak: Wikipedia)
Her yıl kutlanan 8 Mart gününün geçmişi nedir?
Görüldüğü üzere, kadınlar günü olarak bilinen bir günün kaynağı oldukça zor günlere dayanır. Bugün ülkemizde kadına yaşatılan eziyet ve kadın cinayetleri üzerine yazmak, konuşmak, bilinçlendirmelerde bulunmak her Türk insanının birincil ödevleri arasındadır. O yüzdendir ki geçtiğimiz günlerde gündeme gelen ve ülkemizde de çeşitli toplantılarla kutlanan bu günün bir gençlik dergisinde olması gerektiğine kanaat getirdim, üzerime düşen görevi yerine getirebilmek adına bu günü kaleme alma gereği hissettim.
Tarih 8 Mart 1957, yer Birleşik Devletler. 40 bine yakın dokuma işçisi kadın, daha iyi çalışma koşulları istemiyle greve başlıyor. Birleşik Devletler polisi, bu grevi bastırabilmek adına şiddet uyguluyor ve kadınları fabrikaya kilitliyor. O esnada çıkan yangında, bu barbarca tutumdan dolayı 130 kadın hayatını kaybediyor. Cenaze törenlerine büyük bir katılım sağlanırken bu vahşi olay karşısında dünya ilk tepkisini tam 53 sene sonra ortaya koyuyor. 1910 tarihinde Kopenhag’da düzenlenen II. Enternasyonale bağlı kadınların yaptığı
Bugün ülkemizde yaşayan kadınların yüzde yirmilik bir kısmının okuma- yazma bilmediği ve birçoğunun da öğrenim hayatını yarıda bıraktırılarak cahilliğe terk edildiği pek çoğumuz tarafından bilinen bir gerçektir. Özellikle Doğu illerinde kız çocuklarının okullara gönderilmediği ve gidenlerinde birçoğunun ilköğretim çağından sonra evlere hapsedildiği bugünün Türkiye’sinde kara bir leke 9
GENCAY olmakla beraber o bölgede ki kadına bakışın ne denli kötü olduğunun göstergesidir. Bu bağlamda hükümet ve sivil toplum örgütlerinin ortaklaşa düzenlemiş olduğu ‘’Baba beni okula gönder‘’ kampanyasıyla birçok kız çocuğu okuluyla tekrar tanışmış olmanın mutluluğunu yaşasa da birçok çocuk hâlâ okula kavuşabilmenin özlemini çekmektedir. Görüldüğü gibi bu ülkede kadınların eğitim ile ilgili ciddi problemleri vardır.
kadınların olduğu bir ülkede yaşamaktayız. Çocuklarının gözü önünde hunharca bıçaklanan kadınlar, sokak ortalarında şiddete maruz kalan kadınlar, işkenceye maruz kalan kadınlar ve daha niceleri… Hükümet, kadın hakları ve kadınlara uygulanan her türlü şiddeti engelleme yönünde çalışmalara hız vermelerini isteyen kadınların çığlıklarına daha da çok önem verilmesi gerekiyor. Türkiye’ de Kadın ve Siyaset
Hem nalına, hem mıhına…
Ülkemizde kadınların siyaset alanına girişi birçok Avrupa ülkesinden önce olmuş ve yine birçok ülkeden önce aktif siyasetle tanışmaları gerçekleşmiştir. Özellikle Atatürk’ ün bu yönde girişimleri olumlu sonuç vermiş Ata’nın kadına bakış açısı da göz önünde bulundurulduğunda ülkemiz kadınlarına siyaset alanında pozitif haklar tanınmıştır.
Hükümetin kadınlara ve kadın haklarına dair iyileştirici çözümleri olsa dayukarıdaki kampanyada olduğu gibi- genel olarak kadın hakları noktasında sınıfta kalmıştır. 2010 yılı itibariyle yapılan referandumda –pozitif ayrımcılık- konusu gündeme gelmişti. Bu yönde çalışmaların yapılacağı hükümet yetkililerince dillendirilmiş ve referandumdan sonra meydana gelen kadın cinayetleri ne yazık ki hükümetin çalışmalarının beyhude olduğunu göstermiştir.
Atatürk bir sözünde kadına verdiği önemi şöyle dile getirmiştir: ‘’Bir toplum, bir erkek ve kadın denilen iki cins insandan meydana gelir. Mümkün müdür ki, bir toplumun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğerleri göklere yükselebilsin! ‘’
Defalarca şikâyette bulunan kadınlara gerekli önemin gösterilmemesine bağlı olarak kocası tarafından vahşice katledilen 10
GENCAY Bu bağlamda, toplumun topyekûn yükselişi için kadın ve erkeğin eşit oradan katkıları gerekmektedir. Bu anlayışı siyasete çektiğimiz zaman siyasetin sadece erkeklere has bir olgu olmadığını ve kadınların da erkekler kadar siyasete girmeye hakkı olduğunu söyleyebiliriz.
kadınlar belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı kazanmıştır. Bu olay ülke kadınları için oldukça büyük bir gelişmedir. 1935 yılında yapılan seçimlerle kadınlar mecliste ilk kez 17 kişi olarak yer almış ve kısa da olsa var olan demokrasi tarihimizde kadınlar bir zafere imza atmıştır. Ama bu erken gelişime paralel olarak yükseliş aynı hızda gerçekleşmemiştir.
Türkiye’deki kadınlar milletvekili olabilmek için ilk adımı 1923’te atmışlardı. Bu adım, kadınların 1923 yılında Nezihe Muhiddin önderliğinde ilk kadın partisi “Kadınlar Halk Fırkası”nı kurma isteğidir. Fakat 1909 Seçim Kanunu sebebiyle bu parti kurma girişimi, Kadınlar Halk Fırkası’nın Türk Kadınlar Birliği adlı derneğe dönüşmesi ile sonuçlanmıştı.[1]
Bu bağlamda siyasi partilere büyük iş düşmektedir. Gerek belediye gerekse de genel seçimlerinde kadınlara daha çok yer vermeleri ve bu bağlamda pozitif düşüncelerle hareket etmeleri gerekmektedir.
Aynı konuda, 1926’da Türk Ocağı’nda bir konuşma yapan Süreyya Hulusi isimli hanım verdiği konferansta: “Türk kadını tarihte siyasal rol oynamıştır. Kadın kendi benliğini idrak eder. İktisadi sahada haiz-i tesir olursa neden memleket işlerinde geri kalsın. Herkes anadan vatan dersi alır da ne için o vatanın idaresi ve mukadderatı mevzu-ubahs olduğu zamanda mahmul vaziyette bırakılır. Vatanda tüten ilk ocak eğer kadın parmağıyla tutuşmuşsa ve eğer vatan o ocakların müşterek bir ifadesi ise öyle zannediyorum ki vatan ve kadın yekdiğerinden ayrılmayan iki mefhum teşkil ederler...” sözleri ile Türk kadınının seçme ve seçilme haklarının verilmesinin gerekliliğini vurguluyordu. [2]
Türkiye’ de Kadın ve Sosyal Hayat Ülkemizde kadınlar sosyal hayatta hâlâ sıkıntılar yaşamaktadır. Trafikte çektikleri çileden tutunda çarşı-pazar alanlarında başlarına gelenler aşikârdır. Sosyal hayatta bir adım geriye itilen kadınlar, halen çoğu kentimizde türlü baskılarla sosyal hayatta etkin bir şekilde yer almalarına engel olunmaktadır. Sosyal hayat bağlamında töre cinayetlerine de değinmeden geçilmemelidir. Doğu ve güneydoğu illerinde bugün bile oldukça sık görülen töre cinayetleri kadına uygulanan en büyük vahşettir. Aile büyüklerinin emri ile yine aynı aileye mensup kişilerce katledilen kadınların maruz kaldığı uygulamalar ülkemizin yüzünü karartmaktadır. Çoğunun faili meçhul kaldığı kadın cinayetleri halen çözüme kavuşamamıştır. Bu duruma sebep olanlar
Cumhuriyetin ilanı ile birlikte kadınlar kamusal alanlara girme imkânı bulurken özellikle Tevhid-i Tedrisat kanunu ile birlikte kadın ve erkek kamusal alanda eşit olarak görülmeye başlanmıştır. 1930 yılında çıkarılan “Belediye Kanunu” ile 11
GENCAY sosyal hayatın içinde kadınların önünde vahşice yaşamaya devam etmektedirler.
ilerleyen kadınlar mülakat süreçlerinde erkeklerden daha öncelikli bir konuma gelmiştir.
Çocuk yaşında evlendirilen kız çocuklarının oyun çağındayken kucaklarına çocuk verilmesi Türk kadınının sosyal hayattan uzaklaşmasına sebep olmaktadır. Fiziksel gelişimi dahi tam olarak tamamlanmayan bir çocuğun kendinden oldukça yaşlı bir kişiyle evlendirilmesi çocuk üzerinde ruhsal çöküntüye sebep olarak sosyal hayattan erken yaşlarda kopmasına sebep olmaktadır.
Yaşanan bunca güzelliğe ve iyileşmeye rağmen kadınların iş yaşamında boy gösterişine paralel olarak kadınların yaşadığı zorluklarda artış göstermiştir. Tacizler, sözlü olarak rahatsız etmeler, baskı altına alma ve faydalanma gibi olumsuzlukların yaşandığı göz ardı edilemez bir gerçekliktir. Ki, birçok işverenin kötü niyetli olarak kadın istihdamını desteklediği düşünülecek olursa kadınların iş hayatında da türlü sorunlar yaşadığı görülecektir.
Türkiye’ de Kadın ve İş Yaşamı
Türkiye’ de Kadın ve Cinsel Obje Gerçekliği Dünya’da olduğu gibi ülkemizde de çoğu kesim kadına cinsel bir obje olarak bakmaktadır. Ne yazık ki bu utanç verici bir tablo olsa da gerçektedir. Cinsel istismara maruz kaldıkları her zaman vurgulanan kadınlar erkek cinsinin cinsel objesi haline getirilmiştir. Meta odaklı bakılan kadınlarında insan olduğu çoğu zaman unutularak işkenceler çektirilmektedir.
1936 yılında yürürlüğe giren İş Kanunu ile kadınların iş yaşamına ilişkin türlü düzenlemelere gidilmiştir. Bugün, geçmişe göre iş yaşamında kendine daha çok yer bulan kadınlar bazı alanlarda erkeklerin dahi önüne geçmiştir. Örneğin birçok işletme; kadın istihdamını daha çok istemektedir. Bazı sektörlerde erkek kadına göre daha naif kaldığından kadın istihdamı önem kazanmıştır. Bir işletmeye girildiği zaman bir kadını görmek eskiye nazaran daha da kolaylaşmıştır. Örneğin bankacılık sektöründe emin adımlarla
Yine doğu illerinden örnek verdiğimiz zaman kadın ağırlık olarak bir obje olarak görülmektedir. Çoğu ailelerin 8-9 çocuğa sahip olduğu düşünülecek olursa cinsel istismarın ve bakış açısının boyutu gözler önündedir. İşte 1957 yılında meydana gelen vahşi bir olay sonucu doğan ve bugünlere kadar gelen ‘’ 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ‘’ tarihsel gelişimi bu yöndedir. 12
GENCAY Ülkemizde kadına bakışın da yer aldığı bu çalışma umarım yararlı olur.. Her birey, içinde bulunduğu sosyal çevrede kadın ve kadın haklarına ilişkin koruyucu olma zorunluluğundadır.
Atatürk’ de dediği gibi, ‘’Dünyada hiç bir milletin kadını "Ben Anadolu Kadınından fazla çalıştım. Milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu Kadını kadar emek verdim," diyemez! ‘’. Kadınımızın emekleri ve yaptığı işler göz önündedir. Türk Kadını her türlü güzelliği ve iyiliği yeterince hak etmektedir. KAYNAKÇA 1. Baki Sarısakal, Kadınlar Halk Fırkası, Bakısarisakal.com sitesi, Erişim tarihi: 06.08.2011
Kadına bakarken Nene Hatunlar, İzmir direnişinde boy gösteren Kara Fatmalar, cepheye erzak taşıyan kutsal Türk anaları, Kurtuluş savaşında çocuğunun üstünden örtüyü çekip mermilerin üstüne seren vefakâr kadınlar unutulmamalıdır. Geleceğin teminatı olan çocuklarımızın gelişiminde büyük etkiye sahip insanlardır onlar…
2. Türk Yurdu, C.III, Numara:16,Şubat 1926 ,s.459; Bernard Caporal; Kemalizmde ve Kemalizm Sonrasında Türk Kadını, Ank. 1982, s.687-706, Burhan Göksel, Çağlar Boyunca Türk Kadını ve Atatürk, Ank.1993, s.165. vd. Taşkıran, a.g.e., s.100128.
13
GENCAY
"SONA DOĞRU KÜRT AÇILIMI" ÜZERİNE NOTLAR -IIFatma Özge ÖZDEMİR "Aynı tarihin", ‘’aynı coğrafyanın’’, ‘’aynı kültürün’’ insanları, öncelikle zihinlerde sonrasında ise sosyolojik olarak ayrışmaya sevk edilmektedir. Etnik bölücülüğe verilen primler; suni bir sorun olan ‘’Kürt Sorunu’’ nu yavaş yavaş gerçek bir ‘’Türk Sorunu’’ haline getirmeye başlamıştır. ‘’Artık Ülkemizde ne Kürt sorunu, ne PKK, ne de ölen şehitler vardır. Bundan sonra Türkiye’de olsa olsa Türk Sorunu vardır.’’ diyerek durumun ciddiyeti beyan edilebilir. Ayrıca Türk Milliyetçileri kendi partilerinin oy oranını arttırmak için Kürt sorunu sayesinde gündem yaratmakla yaftalanmış, toplum tarafından yanlış anlaşılmalarına sebebiyet verilmiştir.
Ontolojik ırkçılık ve ırkçılık kavramlarının son zamanlarda medyada sıkça yer almasının da katkıda bulunduğu ‘’Kürt Açılımı’’ tartışmaları uzunca bir süredir ülkemizin gündeminde. Temel olarak İkbal Vurucu’nun kitabından yer yer Ali Tayyar Önder ve Durmuş Hocaoğlu’nun paragraflarından faydalanarak Kürt açılımı hakkında kendi fikirlerimi sizlerle paylaşmak istedim.
Kürt sorunu etnik bir sorundur. Ülkemizde geri kalmışlığın tek sebebinin ‘’Kürt Sorunu’’ olduğu şeklindeki algı, Kürt açılımı çalışmalarının zihinlerdeki başarısını ortaya koymaktadır. ’Etnik olarak mozaik tanımının yapılabilmesi için %35’lik kısmın etnik nüfusu oluşturması lazımdır. Oysa ülkemizde Kürt, Laz, Çerkez, Arap, vs… toplam etnik nüfus %12.50’dir. Bu verilerin ortaya koyduğu açık bir gerçektir ki; Türkiye etnik bir mozaik değildir ve Cumhuriyet Tarihi’nin hiçbir döneminde de etnik bir mozaik olmamıştır.’’ (1) Ayrıca etnik kimlik, doğuştan kazanılan bir nitelik, genetik, biyolojik, ırkı bir özellik değildir, sonradan kazanılan bir özelliktir.(1) Zamana yayılan Kürt açılımı
‘’Kürt sorunu’’nun geri dönülmez hatalara sebebiyet vereceği ortadayken, bu gidişata dur diyen insanların ısrarla susturulmaya çalışılması Kürt açılımında yapılan yanlışların ve gidişatın ciddiyetini gözler önüne sermektedir. Kürt açılımında ilk başlarda çok kültürcülük propagandası altına sığınarak Türk Milliyetçilerine sürülen lekeyle açılımı bir adım daha ileriye götürmeyi planlayanlar, kardeşi kardeşe düşman ederek projelerini gerçekleştirmeyi başarmışlardır. 14
GENCAY tartışmaları, anayasa değişikliği çerçevesinde anayasadan Türklük kavramının çıkarılmasını amaçlamaktadır. Açılım tartışmalarının hepsi etnik bölücülüğe hizmet etmektedir.
çekinmemiştir. Akıllardaki en önemli soru ise, Kürt açılımı için harcanan enerjinin, mesainin, gücün neden Alevi açılımı için de harcanmadığıdır. Alevi açılımının rağbet görmeme nedeni, durumun net olması ve ortada bir karmaşanın olmayıp, siyasi bir rant malzemesi konumuna düşmemesi midir? Alevi açılımının etnik kimlikle bir bağdaşma göstermemesi yüzünden siyasi erk tarafından üzerinde durulmadığı aşikârdır. Ülkemizde etnik kimlik sorunundan önce ‘’esas kimlik’’ sorunu vardır. Her ne kadar iktidar bunu kabul etmese de ‘’Türk Milleti’’ kavramı bazı kesimleri haddinden fazla bir şekilde rahatsız etmektedir.
Abdullah Gül’ün ‘’Kürt açılımıyla güzel günler olacak…’’ sözleriyle açılıma yeşil ışık yakması ve ABD Başkanı Obama’nın Türkiye ziyaretinde bilhassa Kürt meselesi üzerinde durması, Kürt meselesinde dış mihrakların etkisini gözler önüne sermektedir. Aslında bu ülkenin bir sorunu olmayan Kürt sorunu hakkında verilen türlü demeçler vatandaşlarımızın çoğunluğunun bu durumu bir sorun olarak görmesine neden olmuştur.
Ülkemizdeki etnik kimlik tartışmalarına, esas kimlik ve Türklük sorununa İkbal Vurucu yazdığı ‘ ’SONA DOĞRU KÜRT AÇILIMI’’ adlı kitapta şu dört başlık altında çözüm önerileri sunmuştur. Bunlar: 1. Siyasi-hukuki
Kürt açılımı hakkında halkımıza çok fazla bilgi verilmemesinin, bu durumun sadece güzelliklerden ibaret olduğunun vurgulanmasının, statülerin eşitleneceğinden başka herhangi bir açıklama yapılmamasının tek sebebi, halka bölünmenin ne kadar zor anlatılacağıyla ilgilidir. Olay sadece zaman kazanıp, durumu oldubittiye getirmekten ibarettir. Anlatmaktan ziyade hal dilinin daha iyi olacağını ve durumu psikolojik olarak çözebileceğinin planını yapan iktidar, yazdığı senaryo dâhilinde PKK’lı teröristleri ‘’Barış Elçisi’’ yapmaktan
2. Aydın-entellektüel 3. Bireysel 4. Toplumsal’dır. (2) Bu dört çözüm önerisinin içinde şahsımca ‘’aydın-entelektüel’’ sorunu diğer bütün maddeleri kapsamaktadır. Yıllardır PKK ile aynı cenahta durmayan Kürt kökenli vatandaşlarımız kitle iletişim araçlarıyla ve aydın-entellektüel kesim vasıtasıyla PKK ile özleştirilmeye çalışılmaktadır. Her Kürt kökenli vatandaşın sanki PKK’ya 15
GENCAY destek vermesi mecburiyeti varmışçasına bir algı oluşturulmaktadır.
Televizyonlarda sürekli bu uzaktan kumandalı aydınların sesleri son bulsa halk sorunu zamana bırakarak kendi arasında çözebilecektir. Birilerinin sözcüsü olduğunu iddia eden, sözcüsü olduğu kitleye yıllarca ağalık yaparak nemalanmış; İstanbul’da yalılarda yaşayan fakat Diyarbakır’daki halkın sorunları hakkında atıp tutabilmiş bu aydın(!) zevatlardan bir an önce kurtulmak gerekmektedir. Aydın diye sözlerine kıymet verilen medyada sıkça gördüğümüz yüzler, halkı kendisiyle baş başa bırakmalı ve halka bir rahat vermelidir.
Aydın sorununu Durmuş Hocaoğlu; ‘’Türkiye’li aydın ihanete müheyyadır; siyasetin ifsadı idi, sermaye idi vesaire, bütün bunlar zaittir. O’nun ihaneti için, yani onlar olmasa da bu mel’aneti işleyecektir; çünkü O’nun derdi Türk’ün varlığıdır; O Türk’e tahammül edemediği için ihanet etmektedir; O komünist olur, komünist olmak için değil; küreselci olur, küreselci olmak için değil; Kürd’ü sevmez, Kürtçü olur; Alevi’yi sevmez Alevici olur; Ermeni’yi sevmez Ermenici olur; AB O’nu ilgilendirmez AB’ci olur; bir ve yalnız tek sebeple: O Türk’e mazarratı dokunacak olan ne varsa bit gibi orada biter. O’nun hiçbir yüksek ideali, hiçbir şeye sevgisi yoktur, hiçbir şeye sadakat duymaz, O’nu ayakta ve diri tutan tek şey, sevdikleri değil, sadece ve yalnız Türk’e olan dinmez nefreti, zift gibi, yapışkan kap-kara kinidir.’’(3) sözleriyle anlatmaktadır Kürt sorununun en büyük destekçisi aydın(!) kesimdir ve aydın sorunu bu ülkede çözülürse esas kimlik ve etnik kimlik tartışmalarını nihayete erecektir.
Meseleyle ilgili önemli olabilecek akıllardaki sorulardan bir tanesi şudur: Hangi demokratik batı devleti, kendi ülkesinde yaşayan azınlıkları etnik kimlik olarak kabul etmiş, o azınlıkların dilinde televizyon, radyo, vs… yayını yapmaktadır? Hangi ülke bizim kadar tavizkar olmuş, bizim Kürtlere verdiğimiz kadar değer vermiş ve Kürtlere söz hakkı tanımıştır? Oysaki bizim ülkemizdeki Kürt kökenli vatandaşlarımız, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girmiş bakan, başbakan hatta cumhurun başı dahi olabilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti yaşayan halkların etnik kökenine bakmadan herkesi Türk bilip, herkesi aynı haklarla donatmış; etnik kökenine göre hiç bir kimseye herhangi bir ayrımcılık yapmamıştır.
16
GENCAY Kürt açılımı kapsamında medyatik isimlerle, şarkıcılarla ve çeşitli sanatçılarla görüşmeler de yapılmıştır. Tartışma ve magazin programlarında Kürt sorunu ilk olarak medyatik söylemler ile başlatılmış zamanla aydınlar ve ünlüler aracılığıyla topluma yayılmıştır. Yıllarca sadece magazin programlarında tanıdığımız, oryantal oynatıp türkü söyleyen insanlar bir anda memleket sorunları hakkında atıp tutar olmuştur.
yoksa ve bir sorun olduğunu sürekli vurguluyorsanız, yaptığınız şeyin sadece bu ülkenin bölünmesine hizmet edeceğini söyleyebiliriz. Kavramsal sorunlar zihinsel sorunlardan meydana gelir. Eğer bilgilendirme çalışmaları yapılmazsa, halkla bireysel temas kurulmazsa, kitle iletişim araçları sadece medyatik konuları gündeme alıp doğruyu tarafsız ve net bir şekilde göstermezse, özel toplantılar yapılarak ‘’Kürt Sorunu’’ konusunun gerçek sorun olmaktan ziyade etnik ayrıştırma için atılmış bir adım olduğu vurgulanmazsa ve bu konularda gerekli önlemler alınmazsa, ‘’Kürt Sorunu’’ nominalist aydınlar sayesinde ‘’TÜRK SORUNU’’ halini alacaktır.
Toplumun bu konuda nasıl düşünmesi gerektiği kitlelere televizyonlar sayesinde öğretilmiştir. Serdar Ortaç’ın Ahmet Kaya hakkındaki söylemleri yüzünden medyada kurban seçilmesi, Türklerin Kürtler hakkında iyi şeyler düşünmek zorunda olduğunu ve hain birisine hain olduğunu söylememesi gerektiğini toplumun psikolojisine işlemiştir.
KAYNAKLAR
Türkiye milli birliğini kaybetmek üzeredir. Bireyler, gruplar, etnik, dinsel, vs… toplumsal aidiyetler kardeş değil, düşman olmuştur. Ülkede bir kaos ortamı oluşmaya başlamıştır.
1- Ali Tayyar ÖNDER-Türkiye’nin Etnik Kimliği 2- İkbal Vurucu- Sona Doğru Kürt Açılımı 3- Durmuş HOCAOĞLU- ‘’Türkiye’li Aydın’In Dini Türk’e Olan Kinidir’’ (Yeniçağ Gazatesi)
Sonuç olarak; eğer ülkede bir sorun varsa, ortaya konulması gereken çözüm önerileri de olmak zorundadır. Bir çözüm öneriniz
17
GENCAY
BİLİYORSUNUZ TÜRKİYE’DE “İLERİ DEMOKRASİ” VAR! Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU İlk önce bu demokrasinin “beşiği”nden örnekler verelim sizlere. Verdiğim örneklerle ilgili internette sayısız resim var ama burada olmayacak. Çünkü bu resimler de bir propaganda aracıdır. Bu Amerika biliyorsunuz Irak’a “demokrasi” götürdü. Bizimki gibi “ileri” de değildi ama gene de BİR BUÇUK MİLYON insan “anlamadı” bunu. Ölmek durumunda kaldı. Sonra ilerleyen zamanlarda Saddam’ı bir yerde buldu ve önce bir çukurun içine attı, kameraları çalıştırdı, çukurun içinde bulduğunu tüm dünyaya gösterdi, sonra Amerika’ya götürdü, çeşitli fotoğraflarını yayınladı. İşte bize düşman olan böyle olur diye herkesin belleğine kazıdı ve daha sonra götürdü kendi ülkesinin muhalif teröristlerine teslim etti. Sonra bir bayram sabahı, henüz Kelime-i Şahadet’ini bitirmeden… Sonrasını gördünüz, biliyorsunuz. Bunlar yakın zaman hadiseleri olduğu için hepiniz biliyorsunuz, ayrıntılı anlatmıyorum, Libya’da “demokratik” işgalci güçler Kaddafi’yi yakaladılar ama mahkemeye değil, muhalif vahşilere verdiler. Sonrasını maalesef gördünüz, biliyorsunuz.
Biliyorsunuz Türkiye’de “ileri demokrasi” var. Öyle bir “ileri” ki bu “demokrasi” “tadından” yenmiyor. Aşağıda size bununla ilgili hem dünyadan hem de ülkemizden örnekler vereceğim. Yalnız aşağıya geçmeden önce bu yazıda önemli miktarda Türkçemizin anlam değiştiren noktalama işaretlerini kullandığımı belirtmek isterim. Zaten okurken de anlaşılacağını umuyorum.
Amerika biliyorsunuz Ladin oğlu Usame’yi evinde yakaladı. Görüntüleri de var, zaten aksini söyleyen de yok, ailesiyle birlikte bir evde bulunan bir kişinin üzerine tam 18
GENCAY teçhizatlı bir komando takımı ile gittiler, teslim alabilirlerdi, almadılar. Bu sefer uğraşmadılar, kim götürecek getirecek, mahkeme falan… Sonrasını belki görmediniz ama biliyorsunuz. Bu olay unutulmasın diye Amerikan kanalı National Geographic bunu bir belgesel haline de getirmiş, internete yazıp bulup izleyebilirsiniz.
birbirlerinin fikirlerini çürütmek ellerinden geleni yapıyorlar.
için
Bizde de varmış eskiden böyle programlar. İnternetin video bölümüne eski başbakanlarımızın isimlerini yan yana yazarsanız bu tip programları bulup izleyebilirsiniz. Ama artık bu alanda da çok “ilerledik” doğrusu. Artık parti genel başkanları televizyona falan beraber çıkmaya “tenezzül” etmiyorlar. Mitingler aracılığı ile “video konferans” yapıyorlar. Birisi bir mitingde diğerine sataşıyor, diğeri gittiği bir sonraki mitingde ona cevap veriyor. Televizyonlar da bunları bize arka arkaya izletiyorlar. Oldu mu sana işte “ileri demokratik tartışma”. Peki, vatandaşın soru sorma hakkı mı? O da ne?!
Bu üç örneğin bizdeki hali tam tersi şeklinde. “Çok ileri demokrasi.” Nasıl olduğunu herhalde biliyorsunuz. Zira bu yazıya bile ulaşıp okuyabiliyorsanız ne olduğundan da haberinizin olması lazım. (Bir terör örgütü hapishaneden nasıl yönetilir?)
Şimdi gelelim “demokrasinin” başka bir uygulama yerine. Herhalde bu demokrasi denilen şeyin aile arasında olmasından, okulda sınıfta olmasından, arkadaşlar arasında olmasından, üniversitede falan olmasından daha çok ülkenin yönetim merkezi olan meclisinde olması önce gelir. Değil mi?
Laf genel başkanlara gelmişken bir “ileri demokratik” uygulamayı daha söyleyip başka bir alana geçelim. Biliyorsunuz Türkiye’de genel başkanları çok yoruyoruz. Adeta gözümüzün önünde eriyip, beyazlaşıp gidiyorlar. Kim siyah gelmişse beyaz olup çıkıyor. Ama işte “ileri demokrasi” böyle yorucu bir şey. Bir milletvekili seçimi öncesi bir partili açıklama yapıyor. “Vallahi sayın genel başkanımız bütün gece uyumadı, 550 milletvekili adayını da belirledi çıktı bir gecede…” Bunu duyan “ileri demokrasiyi
Yukarıdaki “demokratik” uygulamaları yapan Amerika, kendi içinde seçim sürecinde ne yapıyor biliyor musunuz? Devletin başına oynayan başkan adaylarını bir televizyon programına canlı çıkartıyor ve kıyasıya tartıştırıyor. Adaylar
19
GENCAY içine iyice sindirmiş” vatandaşlarımız da diyor ki, “yahu arkadaş ne güçlü kuvvetli adam, görüyor musun tek başına bütün Türkiye’nin milletvekillerinin kim olacağını belirliyor… Helal olsun!”
ağzı açık kalıyor.“ Ağzı açık kalmakla da kalmıyor, ağızlarının suyu da akıyor. Ermenistan, gençlerine Ağrı’yı hedef gösteriyor. Yunanistan, Ege’yi. Amerika ve İsrail, BOP diyor başka bir şey demiyor. Bırakın komşuları ve küresel emperyalistleri, buzulların içindeki donmuş Norveç bile bizi düşünmekte geri kalmıyor, alfabe basıyor bizim için, ama Türk alfabesi değil. Tahmin edin ne alfabesi…
Hep diyorum, bir aklıselim önerge verse de, şu meclisin sağında solunda yazan cümledeki “yanlışlığı” düzeltseler. “Ayıp oluyor” doğrusu sayın genel başkanlara(!). “Egemenlik kayıtsız şartsız genel başkanlarındır” yazın ve bir “yanlışlığı” daha “doğrusuna” çevirin.
Değerli okuyucular, bu “tadından yenmeyen ileri demokrasi” hakkında daha sayfalarca şey yazılabilir ama galiba bu kadarı onu anlamak için şimdilik yeterli olmuştur. İşte dünyada kavramlar böyledir. Taşıyıcılık görevi yaparlar, yapmak istediğin şeyi yapabilmen için… Maskeleme yaparlar, istediğin şeyi başka şey söyleyerek yapabilmen için... Bugün ve dün terör örgütünün partisinin adlarında ne vardır hep? “Demokrasi, demokrasi, demokrasi…”
Şimdi gelelim bir başka “ileri demokratik” tarafımıza. Biz son zamanlarda “çok güçlü” bir ülke olduk doğrusu. “Bir höt dedik mi bütün dünya titriyor vesselam.” Vatandaşlarımıza dünyanın başka yerlerinde “yan gözle bakmaya” korkuyorlar.
Yunan, İzmir’i işgale girerken dünyaya karşı, bize ne getirdiğini söylüyordu biliyor musunuz? “Medeniyet” Büyük bir şair ve de âlim Mehmet Akif Ersoy İstiklal marşımızı ince ince dokurken, bugünlere, bizlere, bunları öğrenmemiz için ipuçları bırakmış, Allah razı olsun. Ama o ipuçlarının ne kadar farkındayız? Boşa mı yazdı?
“Zaten uluslararası karasularında Somali vatandaşları tarandı, uluslararası hava sahasında da Dominik uçağı düşürüldü. Teröristlerin yaklaşık 20 aydır elinde bulunan ve yakın zamanda bırakılan tutsak 6 asker, polis ve kaymakam da sırasıyla İngiliz askerleri, Fransız polisi ve Alman kaymakamı aslında.” Fıkradaki gibi veya fıkra gibi yani.
‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar? İşte bu medeniyet, Yunan’ın bize getirdiği medeniyet idi. Ona tepki için yazılmıştı o güzel eller tarafından o güzel satırlara.
“Dış politikada kuralları tekrar yazıyoruz.” Dünyada henüz görülmemiş, duyulmamış teorilerimiz var. “Bütün komşularımızın 20
GENCAY Sonuç olarak şunu söyleyelim. Belli ki birileri bir tünele girmiş, ismi ileri demokrasi veya her ne isim verirlerse... Ve yine belli ki bu tünelin sonunda bir ışık görüyorlar. Lakin benden söylemesi, o ışık tünelin çıkış ışığı değil, o ışık bütün Türkiye’nin üzerine doğru hızla gelen trenin ışığı.
Allah korusun. Zira mevzubahis bütün İslam ve Türk Dünyası’nın göz bebeği, Türk Milleti ve Türk Devleti’dir. Bakınız büyük şair Yahya Kemal durumu nasıl özetlemiş:
ŞU KOPAN FIRTINA TÜRK ORDUSUDUR YA RABB! SENİN UĞRUNDA ÖLEN ORDU BUDUR YA RABB! TA Ki YÜKSELSİN EZANLARLA MÜEYYED NAMIN! GALİP ET ÇÜNKÜ BU SON ORDUSUDUR İSLAM'IN.
21
GENCAY
ÇAĞRI! Veysel Gökberk MANGA An itibariyle 30 Yıl Savaşları sona erdi, savaşı PKK kazandı.
Büyük bir teessür içindeyim. 26 Şubat’ta Kızılay’da Azerbaycan ve Türkiye bayraklarını yaktılar. İzlemekten başka bir şey yapamadık. Milletçe izledik, uzaktan… Yere düşenlere yardım etmeye çalışanları da tehdit ettiler; bizi ayaklarının altında çiğnediler. Fakat ne yazık ki, asıl bayraklar orada yanmıyormuş. Bize fark bile ettirmeden yakmışlar da yakmışlar.
Başbakanın “Türk Milliyetçiliği ayaklarımızın altındadır.” lâfını ilk duyduğumda ciddiye almadım, sinirlenmedim bile. Hattâ “Sen kimsin ki Türk Milliyetçiliğini ayaklar altına alacaksın?” diye, alayla gülümsedim. Şimdi anlıyorum ki Recep Tayyip ERDOĞAN büyük adammış.
Savaşı kaybettik arkadaşlar. Şimdi ne yapacağız? Düşünün, Büyük Harp bitmiş, Düvel-i Muazzama’nın kolluk kuvveti Yunanlılar, varı yoğuyla Anadolu’yu işgale hazırlanıyor. Bugünün o günden farkı ne? Yoktur. Ali Kemalce mi, yoksa Mustafa Kemalce mi düşünmek, davranmak gerek? Hangi Samsun’a çıkacağız?
Türk Milliyetçiliği ERDOĞAN’ın ayaklarının altında, çatırdıyor. Başbakan onu biraz ezip parçaladıktan sonra teröristbaşını da çağıracak, bizi beraberce çiğneyecekler. Vaziyet onu gösteriyor. Bugün apodan BDP’ye bir mektup geldi. Buna göre PKK, 21 Mart’ta silah bırakacakmış. Seçilen gün, 21 Mart, Türk’ün bahar bayramı, toy toyladığı gün. Bu sürecin sonunda apoya özgürlük var, bana öyle geliyor. Başbakanın “sınırdışı” çağrısı sadece üyeleri için değil örgütün, elebaşısı için de yapılıyor zannediyorum. Çünkü apo, Türkiye’de yaşayamaz.
Bana öyle geliyor ki, her şehrin meydanı bir Samsun’dur. Meydana çıkacak her adam bir Mustafa Kemal’dir. Bugünün 21 Mart’ı, o günün 19 Mayıs’ıdır. Ayrıca böyle bir 21 Mart’ta sokağa çıkmak, mücadeleyi kazanmak, Nevruz’u da bölücülerin elinden alıp Türk Kültürü’ne tekrardan mal etmek mânâsına gelir. Şimdi vakit, beklediğini görememiş bir Türkmen edasıyla “Bu devlet de bize yâr olmadı arkadaş; ya devleti yeniden ele alacak veya yeni baştan kuracağız!” demek vaktidir. Bugün;
PKK aponun taleplerini olumlu karşılarsa 21 Mart’ta biz ne yapacağız? Hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza devam mı edeceğiz? Yoksa nemiz var nemiz yoksa, silahlanıp pusatlanıp dağa mı çıkacağız? Yaşadığımız şehrin meydanlarını mücadele alanı, dağ bilip devletin yapmayı reddettiği mücadeleyi biz mi yapacağız? Dert değil, yaparız.
Dağlara çıkmanın tam zamanıdır! Çıkmazsak; Ya tam susacağız, ya kan kusacağız…
22
GENCAY
23
GENCAY
DAĞDAN GELEN BAĞDAKİNİ KOVAR: BAĞDAKİNİN-DAĞDAKİNİN NEVRUZ’U Emre SEVİNÇ Nevruz’un Türk kültüründe oldukça köklü ve önemli bir yeri vardır. Hayatlarını, dinlerini, gelenek-göreneklerini doğayla bağdaşlaştıran atalarımız doğanın canlandığı adeta yeniden hayat bulduğu bahar mevsimine de ayrı bir gözle bakmışlardır. Uzun ve yorucu bir kış döneminden sonra gelen bahar mevsimi hayata canlılık, bereket ve yeni umutlar getirmiştir. Hayvan sürülerinin otlağa çıkarılması, ekin döneminin başlaması, düşman üzerine sefere çıkılması hep bu döneme rastlamıştır. Baharın başlangıcı ve 12 Hayvanlı Türk Takvimine göre yılbaşı olan 21 Mart günü de Türkler tarafından Nevruz bayramı olarak kutlana gelmiştir.
-Nevruz yaklaşırken ev, eşya, sokak, çeşme ve çevre temizlenir. Nevruz bayramı için yeni ve temiz elbiseler hazırlanır. -Nevruz Bayramı’na iki-üç gün kala Nevruz’da ata mezarları ziyaret edilir. -Halk Nevruz’un birinci günü ev ev gezerek birbirlerinin bayramını kutlar. -Nevruz günü çok çeşitli yemekler hazırlanır. Sömölök (Sümelek, Semeni) yemeği Nevruz Bayramı’nın sembolü haline gelmiştir. -Devlet erkanı ve hediyeleşme yapılır.
Nevruz kutlamalarının geçmişi, Türk kültüründe çok eski tarihlere kadar uzanır. Çin kaynaklarında Hunların, milattan yüzlerce yıl önceleri, 21 Mart tarihinde hazır yemeklerle kıra çıktıkları, bahar şenlikleri yaptıkları, yazmaktadır. (1) Bilinen kadarıyla Hunlara dek geçmişi olan bu bayram çağlar boyu Doğu Türkistan’dan Orta Asya’ya, Orta Asya’dan Anadolu’ya, Anadolu’dan Avrupa’ya, oradan Orta Doğu’ya Türk milletinin ayak bastığı her coğrafyada bilinmiş ve aralıksız kutlanmıştır.
halk
arasında
-Nevruz baharın başlangıcıdır. Bahar, güzelliği, yeşilliği, yeniden dirilişi ifade eder. Bağ ve bahçelere yeni fidanlar dikilir, ağaçlar budanır. -Nevruz’un ilk günü halk yurt olarak bir yere toplanır. Burada çeşitli oyunlar oynanır. Gökbörü oyunu, güreş, at yarışları, ok atma, yarışları vb. gibi spor gösterileri yapılır. Şair ve koşakçılar arasında şiir ve koşak atışmaları yapılır. Meddahlar halk destanlarını hikaye ederler. Kız ve yiğitler Nevruz dolayısıyla birbirlerine muhabbetlerini açıklama fırsatı bulurlar.
Nevruz kutlamaları tarihimizde, zamana ve mekana göre çeşitlilik gösterse de genel anlamda şu şekilde sıralanabilir.
24
GENCAY -Nevruz kutlamalarında ateş yakılır ve üstünden atlanır. Türk düşüncesinde ateşten atlama temizlenme amaçlıdır. -Ergenokon Destanından demir dövülür.
tarafından unutulmaya yüz tutmuş bu bayramı son yıllarda sahiplenmiş, ideolojik emellerine alet etmiş ve tam kendilerine yakışır bir şekilde kutlamaya başlamışlardır. Özünde arınma, birlikberaberlik, yeniden doğuş, bereket gibi iyi düşünceler olan bu kadim ve güzel bayram bölücülerin elinde tam tersi istikamette birlik-beraberliğe aykırı hal-hareketleri, yaralamayı-öldürmeyi, devlete-Allaha isyanı temel alan bir gün halini almıştır.
esinlenerek
-Halk yeni yılın şerefine Nevruzname denilen koşak ve beyitler hazırlar. -Nevruziye denilen macun(mesir) yapılıp saraya ve halka dağıtılır. Bu macundan yemenin kuvvet ve şifa verdiğine inanılır. -Nevruzda dargınlar Kırgınlıklara son verilir. (2)
Yukarıda Nevruz’un asıl sahibi olan Türk milletinin bu bayramı kutlama adetlerini sıralamıştık. Şimdi de bölücülerin sözde kutlamalarından kesitler sunmak istiyorum. Bölücüler sayesinde, binlerce yıldır Türk milletine baharla beraber umut aşılayan Nevruz, ne yazık ki son yıllarda bir umutsuzluğun, bir tiksintinin günü olmuştur. Bölücülerin sözde kutlamalarını da söyle sıralayabiliriz:
barıştırılır.
-Binlerce yıldır manevi anlamda arınmatemizlenme amacıyla yakılan Nevruz ateşi onlarda şeytana iman için yakılmakta. -Görevini yapmaya çalışan askerimiz, polisimiz hoşgörünün esas alınması gereken bu günde molotoflara, taşlara, mermilere maruz kalmakta, yaralanmakta hatta şehit düşmekte.
Şüphesiz Nevruz Türk milletinin en önemli değerlerinden biridir. Tarihten son dönemlere kadar Anadolu coğrafyasında da coşkuyla kutlana gelmiştir. Ancak bu gelenek geçtiğimiz yüzyıl içinde coğrafyamızda unutulma sürecine girmiştir. Bu süreçte insanların doğayla baş başa oldukları köylerden adeta bir beton yığınını andıran kentlere göçü, geçim kaygısı, bu günün resmi-milli bayram olarak kutlanmaması gibi nedenlerin payı oldukça yüksektir. … Dağdakilere yani bölücülere gelecek olursak; onlar bugün Anadolu Türkleri
-Sözde kutlama meydanları örgüt çaputlarıyla, hain posterleriyle süslenmekte, binlerce yıla ve birçok topluma mal olmuş bu gelenek binlerce kişinin katili bir örgüte indirgenmekte -Kepenk kapatmayan namuslu esnafın ekmek tekneleri tahrip edilmekte, devlet
25
GENCAY daireleri, bankalar, işyerleri, kamu malları zarar görmekte
Bayramı kutlama şekilleri bile bu iki unsurun Nevruz’a bakış açılarının, bu bayramın kime ait olduğunun açık göstergesidir. Bugün Anadolu Türklüğü bu bayramı kitleler halinde kutlayamasa da Orta Asya’daki kutlamalar ve tarih, bize bu bayramın öz ve doğru haliyle nasıl kutlanacağını sunuyor. Umudumuz bu bayramın milletimizce eski değerini bulması ve sağa-sola nasıl kutlanabileceğinin öğretilmesidir.
-Meydanlarda bebek katiline ve dağdaki hainlere şarkılar düzülmekte -Ve daha niceleri… …
Yenigün’lerde (Nevruz) meydanları, kırları doldurabilmek ümidiyle… Esen kalın…
26
GENCAY
RUHUMUZU KAYBETTİK Emre ECE “Hangi Türk aydınına biz neyi kaybettik diye sorarsanız, Topraklarımızı kaybettik cevabını alırsınız. Fakat aynı soruya Cemil Meriç’in vereceği cevap şudur: “Türkiye Ruhunu kaybetti. Toprak mı? En değersiz şeyimizdir belki de! Belki de en değersiz şeyimizi kaybedince her şeyimizi kaybettiğimizi anladık.” (Bu Ülke, Cemil Meriç) Merhum Galip Erdem yeni bir dergide, gazetede yazmaya başlarken hep böyle başlarmış ilk yazısına “Bu köşede belki inandığım bütün doğruları yazamayacağım, ama mutlaka doğruları yazacağım.” Ben de Galip Ağabeyimizi, vefatının seneyi devriyesinde anarak saygıyla ve sevgiyle başlıyorum yazıma.
Evet, ruhumuzu kaybettik. Ruhumuzu inandırıldığımız yalanlarla kaybettik. Önce milletim, sonra ben diyenler gitti, önce ben sonra milletim diyen insanlar geldi. Sorumluluk hissiyatına sahipler meydanlardan çekildi, azgınlıklarını hak talebi olarak sunan insanların avazları doldurdu meydanlarımızı. Halide Edip’in “Hürriyet!” nutukları attığı meydanlarımızda, Türklüğe, Türk devletine en ağır hakaretler yapıldı.
Son birkaç yıldır ülkemizde milli üniter devleti tehdit eden birçok olay meydana geldi. Önce bağımsız devlet isteyen terör örgütü evrildi ve demokratik özerklik istemeye başladı. Terör örgütü, siyasi uzantısı, “sivil” toplum örgütleri, bu isteğe gidecek yolun parke taşlarını döşemek için de elinden geleni ardına koymadılar. Öyle olaylar meydana geldi, “olmaz, yapamazsınız, karşı dururuz” dediğimiz şeyler yapıldı ki, inandırıcılığımızı, kendimize olan inancı kaybettik. Yeniliyorduk… Milli düşünceye sahip herkes aynı soruyu sormaya başladı: “Neden?”. Cemil Meriç’in şu sözlerini çok önemsiyorum bu soruyu duyduğumda:
Biz, milli üniter devleti savunan insanlar, tek devlet, tek millet, tek dil, bölünmez bütünlük anlayışını toplumun genel görüşü olarak algılıyorken; şimdilerde bu sözler faşistlik yahut kafatasçılık olarak algılatılmaya başlandı. Bunun olmasında, Türkiye’nin milli üniter yapısının bozulmasını isteyen çevrelerce fonlanan medyanın etkisi büyük oldu. Televizyonlardaki tartışma programlarında şöyle yorumlar yapılmaya başlandı: “Yaptırdığımız araştırmalarda, halkın %52’si Kürtçe savunmaya karşı değil.”. Bunun öyle kuyruklu bir yalan olduğu ortadaydı ki, ancak %52 rakamını koyabiliyorlardı araştırma sonucuna. 27
GENCAY Milletimizin kafası bu yalan araştırmalarla karıştırılırken, tartışma programlarındaki yorumcular da aynı eksende yorumlarına başlıyorlar ve bizler sinirle şunları söylüyorduk: “Bizim milletimiz duyarsız arkadaş, ne haliniz varsa görün. Müstahak!”. İşte süreç hep böyle işletildi.
Bu mevzilerin geçilmemesi için, demokratik hareket etmek kaydıyla ne yapılması gerekiyorsa yapılmalıdır. Provokasyon yapmayın denilemez, bizatihi yapılanların kendisi provokasyondur. Türk milletini kışkırtmaktadır. Bizim milli sorumluluk anlayışımız demokrasiye ters değildir, yakıp yıkmaktan bahsetmez. Zira bizim milliyetçiliğimizin temel alındığı Türk tarihi, demokrasiye ve insan haklarına aykırı değildir.
İstedikleri düzenin yerleştirilmesi için bir yalan uyduruluyordu ve bu yalana inanmamız için medya kanalıyla “Millet’e sorduk, size ne oluyor?” deniyordu. Sonuç olarak milliyetçi camia süreçlerden uzaklaştırıldı. Milliyetçiler de küskün bir psikoloji ile bir köşeye çekilmeye başladı.
Öfkesi her geçen gün kabaran Türk milleti, yerel seçimlere kadar meydanlarda ses vermeli ve “Ben buradayım!” demelidir. Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin ve devletimizin elini güçlendirecek sesi meydanlardan duyurmalı, milli devletten, üniter yapıdan taraf olduğunu ilan etmelidir. İlan da ancak tek bir merkezden yapılabilir: “Milliyetçi Hareket’ten”. Bu ilan yapılmazsa eğer ruhumuzdan fazlasını kaybedeceğiz.
Böyle böyle bu günlere kadar geldik. Birçok mevzi geçildi, durum artık çok vahimdir. İki dilli bir ülkeye adım adım yaklaşmaktayız ve anayasadan Türklüğün silinmesi plan dâhilindedir, vatandaşlık tanımı, değiştirilemez ilk üç madde, egemenliğin Türk milletine ait olması savunulması gereken son mevzilerimizdir.
28
GENCAY
29
GENCAY
SELÇUKLU’DAN GÜNÜMÜZE BİR TÜRK YURDU: KERKÜK ve MUSUL Alperen KIZIKLI Kerkük ve Musul; Gaziantep, Şanlıurfa ve Halep şehirlerimizden önce feth edilen ve 1000 yıl boyunca vatan bellediğimiz bir Türk yurdudur. Selçuklu’nun Anadolu’daki hâkimiyet süresine göre kıyaslarsak Bağdat ve çevresindeki bölgeyi daha uzun bir süre yönettiğini görebiliriz. Çünkü Türkler Anadolu’yu feth etmeden önce Bağdat’ı fethetmiştir.
Türk devleti değilmiş gibi düşünmek doğru olmayacaktır.) Gelelim Osmanlı’ya. Kanuni döneminde Bağdat, Safevi Devleti’nin elinden alınmış. Kanuni’nin konakladığı şehre Süleymaniye, Selahaddin Eyyübi’nin doğdu şehre Selahaddin denilmiştir. 20. yüzyıl başlarına kadar bu bölgede Osmanlı hâkimiyeti sürüyor.
Sultan Tuğrul tarafından Bağdat’ta Selçuklu hâkimiyeti 1000 yıl önce sağlanmıştır. Bugün Kuzey Irak diye bahsedilen, Osmanlı döneminde de bizim hâkimiyetimizde olan Musul vilayeti ve onun kazaları en az bin yıllık bir Türk yurdudur. Türkler, İslamiyeti vahdet dini yapabilmek için Sultan Alparslan ve Melikşah döneminde bu bölgede nice medrese kurmuş, hanlar hamamlar yapmış, kervansaraylar inşa etmiş nitekim bölgeye kendi mührünü vurmuştur.
İngilizler 18. yüzyılda Hindistan’ı ele geçiriyorlar. Buharın makine gücü olarak kullanılabilmesi İngilizleri avantajlı kılıyor ve yarıştıkları diğer sömürgeci devletlerden öne geçiyorlar. Macellan’ın keşfettiği Ümit Burnu yerine Süveyş kanalı aracılığıyla Hindistan’a ulaşmak daha kısa ve kolay bir yoldur. Bu nedenle İngilizler bugün Kuzey Irak dediğimiz ve Basra Körfezine kadar uzanan bölgede sömürgeci faaliyetlere başlıyorlar.
Kerkük ve Musul’daki varlığımız Selçuklu’dan bu yana devam ediyor. İlhanlı Devleti bir aralar bu bölgeye hâkim oluyor. İlhanlı’lardan sonra Karakoyunlu Devleti yerleşiyor ve 200 yıllık süre boyunca burada Karakoyunlu hâkimiyeti sürüyor. Daha sonraları Akkoyunlu Devleti bu bölgede kuruluyor. Akkoyunlu Devleti’nden sonra Safevi Devleti ve Osmanlı bölgeyi yönetiyor. (Safevi Devleti’ni kuranlar Türk’tür. Mezhep farklılıklarından ötürü bu devleti sanki bir
Körfezlerin kontrolü ve Hindistan’a giden yolların selameti için İngilizler bölgedeki ayrışmayı din üzerinden kurguluyorlar. İşte Vahabilik, yani İngiliz Müslümanlığı da diyebileceğimiz bir mezhebin ortaya çıkması bu döneme denk geliyor. Halifelik makamı Osmanlı’nın elindedir ve bu makam Osmanlı’yı dini bir otorite yapmaktadır. Osmanlı’nın dini otoritesini 30
GENCAY yok etmek için İngilizler Faysal ve Suud ailesiyle işbirliğine gitmiştir.
Sultan II. Abdülhamit İngilizlerin, Fransızların ve Rusların Osmanlı’yı bölme planlarını çok iyi biliyor ve bu nedenle Almanlar ile işbirliğine gidiyor. Bağdat Demiryolu Projesi’nin Almanlara verilmesi İngilizlerin bölgedeki emellerine bir anlamda engel olmak içindir.
Fransızlar ise bölgedeki azınlık unsurlardan Lübnan’da Marunî’leri, daha iç bölgelerde Nusayri’leri kullanarak emellerini gerçekleştirmek istiyorlar. Petrol zenginliklerine sahip olmaktan ziyade Akdeniz ticaretinin ve Süveyş kanalı’nın kontrolünü ellerinde tutmayı amaçlıyorlar
Kâbe’ye doğru giden demiryolu yine Almanlar tarafından yapılıyor ve bu demiryolunun da asıl amacı olası İngilizOsmanlı savaşında asker sevkiyatını sağlamaktır.
19. yüzyıl Batı’nın Osmanlı’ya olan merakının arttığı dönemdir. Bu dönemde petrol ve jeoloji mühendisleri, sanat tarihçisi ve arkeolog kimliği adı altında Arap Yarımadası’na Akdeniz Medeniyeti’ni araştırmak bahanesiyle gelmişlerdir. Osmanlı da bölgede olan petrolün farkındadır, fakat sanayide petrolün kullanılabileceği fikri henüz pek bilinmemektedir.
1907 Reval Buluşması’nda İngiliz, Fransız ve Ruslar aralarında Osmanlı Devleti’nin ilk paylaşımını yaptılar. Birinci dünya savaşına gelmeden aslında birçok kez Osmanlı devleti masa başında bölüşülmüş ve paylaşılmıştır. Rusya’nın hedefinde boğazlar vardır, Fransızlar Mısır’ı işgal edecektir.
19. yüzyılın ilk çeyreğinde Amerika’da çorak topraklarda petrol çıkınca, İngilizler Suud Yarımadası’ndaki ve Ortadoğu’daki çoraklaşmış topraklarda da petrol çıkabileceğini düşünüyor. Avrupa’nın 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı’ya olan ilgisinin artmasının nedenini bu petrol sahalarının hâkimiyetinin Osmanlı’da olmasıyla açıklayabiliriz.
Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’na girmesinden önce İngilizler ve Ruslar arasında İran ve Azerbaycan coğrafyası da paylaşılıyor. Azerbaycan coğrafyasının kuzeyi İngilizlerin olacaktır ve bu bölge de petrol yataklarından oldukça zengindir. Eğer paylaşım hayata geçseydi bugün Azerbaycan Cumhuriyeti’nin hâkimi İngilizler olacaktı. İngilizlerin bölgedeki siyasetini belirleyen yegâne unsurun petrol ve kendi sömürge ülkelerine giden yolların güvenliği olduğunu kısaca söyleyebiliriz.
1800’lü yılların ikinci yarısında II. Abdulhamit’in tahta geçmesi Osmanlı için büyük bir şanstır. Dünya siyasetindeki değişiklikleri iyi gözlemleyen, dönemin dehası cennet mekân bir padişahın başta olması Osmanlı’nın ömrünü uzatmıştır. Siyaset bilimi derslerinde kesinlikle II. Abdulhamit’ten bahsedilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Maalesef okullarımızda çocuklarımıza 1. Dünya Savaşı yanlış anlatılıyor, savaşın başlama nedeni olarak yanlış şeyler söyleniyor. Enver Paşa bizi bu savaşa sokan insan olarak sürekli suçlanmaktadır. 31
GENCAY Hâlbuki Osmanlı’yı kendi aralarında paylaşan devletler yaptıkları anlaşmalara göre bizim elimizdeki bölgelere zaten asker çıkaracaklardı. Osmanlı 1. Dünya Savaşı’na istese de istemese de girmek zorunda kalacaktı.
olarak yer alacağı Irak Krallığı’nı kuruyorlar. Kürtlere olan desteklerini yavaş yavaş Araplara kaydırıyorlar. 1924 yılına kadar Türkiye’nin Musul vilayeti için mücadelesi sürüyor. Albay Özdemir Bey, Şahinbey ölünce Antep’teki savunmanın başına getiriliyor. Antep’teki Fransız İşgali sona erdirilince de Musul’a gönderiliyor. Fakat İngilizler uçaklarla burayı bombalıyorlar ve Özdemir Bey şehit düşüyor.
Osmanlı, İngilizler ile yaptığı Kut-ul Amere Savaşı’nda başarılı olsa da 1917 yılında maalesef Bağdat’ı kaybediyor. Ali İhsan Paşa Musul’u ne kadar müdafaa etmeye çalıştıysa da Musul’dan çekilmesini isteyen Osmanlı yöneticileri, Musul’un İngilizlere teslim edilmesine neden oluyor. İngilizler Mondros Ateşkes Antlaşması’na kadar bu bölgede kalıyorlar ve ateşkes imzalandıktan sonra bölgede kalıcı güç olabilmek için faaliyetlerini sürdürüyorlar.
İsmet İnönü’nün Musul meselesindeki rolüne de değinmemiz gerekmektedir. Atatürk Musul’dan vazgeçilmemesi gerektiğini İsmet İnönü’ye 1. Lozan Görüşmeleri’nde söylüyor ve bu kırmızı çizgimiz sebebiyle 1. Lozan Görüşmeleri tıkanıyor.
İngilizler ve Fransızlar 1. Dünya Savaşı’na girdiklerinde Arap kavimlerini, Ortadoğu’da tek bir Arap devlet kuracağını söyleyerek kendi yanına çekmeye çalışmıştır. Aslında böyle bir devlet Fransızların ve İngilizlerin işine gelmeyen bir devlettir. Çünkü bölgede meydana gelecek tek bir Arap devleti; kendi çıkarı söz konusu olduğunda sömürgeci devletleri bölgeden rahatlıkla çıkarabilirdi.
2. Lozan Görüşmeleri’nde Lord Curzon’un Musul meselesini birebir görüşelim şeklinde yaptığı önerinin İsmet İnönü tarafından kabul edilmesi bir diplomasi hatasıdır. Tabir-i caizse acemiliktir. İsmet Paşa İngilizlerin bu bölgeye hâkim olmak istemelerinin nedeninin bölgedeki petrol zenginliği olduğunu Lozan’daki ülkelere anlatabilseydi, Musul belki kaybedilmeyecekti.
Nitekim İngilizlerin ilk icraatı Ürdün devletini kurmak oldu. Yine aynı politikanın eseri olarak Suriye’nin kurulmasına, Lübnan Devleti’nin var oluş sürecine tanık oluyoruz. Ayrıca 1917’den itibaren bölgeye Yahudi göçü sağlanıyor ve 20. yüzyılın ortasına geldiğimizde İsrail Devleti’nin de kuruluşu gerçekleşiyor.
Kerkük ve Musul meselesi İngilizler ve Türkler arasında çözülmek üzere Lozan’da ucu açık bir şekilde bırakılmıştır. Cemiyeti Akvam tarafından bölgenin demografik yapısının ele alınarak karar verilmesi gündeme gelmiştir.
İngilizler bu bölgeyi kendi manda yönetiminde tutmak için, daha geniş bir bölgede Kürtlerin de etnik bir unsur
Cemiyet-i Akvam Birleşmiş Milletler’in atası bir örgüttür ve bu örgüt Musul bölgesine çeşitli milletlerden bir heyet 32
GENCAY göndermiştir. Heyetin hazırladığı raporda, bölgenin Türkiye’ye ait olduğu, Türkiye vazgeçmediği sürece bu toprakların Türkiye’ye verilmesi gerektiği yazmaktadır. Fakat İngilizler bu raporu çok önemsemeyerek, bölgede çeşitli isyanlar çıkarmışlardır. Bazı Kürtler ile anlaşarak bölgede huzursuzluk ve kaosu körüklemişlerdir.
Türkiye Cumhuriyeti için bu topraklar Mısak-ı Milli sınırları içerisinde olduğu için vazgeçilmemesi gereken bir bölgedir. Türkiye için Hatay ne kadar kıymetliyse Kerkük ve Musul da en az o kadar kıymetlidir. Musul ve Kerkük konusunda Hatay kadar etkin olamadığımız maalesef acı bir gerçektir. Gönül isterdi ki Hatay’da sağlanan başarı Musul ve Kerkük şehirlerimiz için de mümkün olabilseydi.
İngilizler bölgede basit bir referandum yaptırıyor. Bir okulun bahçesine iki bayrak diktiriyor. Biri İngiliz, diğeri Türk bayrağı. Halk İngiliz bayrağını hiç görmemiş ve bilmiyor. Türk bayrağını biliyor ve onu seçiyor. Türk bayrağının altında toplanıyor. Referandum sonucu istediği gibi çıkmayan İngilizler şaşkınlığa uğruyorlar.
Eğer başarılı olabilseydik Türkiye bugün bir dünya devi olurdu. Kerkük ve Musul petrollerine sahip, vatandaşlarının milli gelirleri 30.000 – 40.000 dolar civarında olan refah bir ülke haline gelirdi. Tabi maddi imkânla birlikte milli şuurun bütünleştiğini varsayarak kelam ediyoruz. Bizim siyasilerimiz Atatürk’ün “ Yurtta sulh, cihanda sulh” sözünü yanlış anlıyorlar. Bölgede olan kardeşlerimize yapılan zulmü görmemezlikten gelmeyi barışı istemek olarak algılıyorlar. Olanlara karşı kayıtsız kalıyorlar. Kerkük, Telafer, Tuzhurmatu, Musul’da ve nice şehirde hala devam eden zülüme karşı ses çıkarmıyorlar.
Ülkemizdeki isyanlardan en meşhuru diyebileceğimiz Şeyh Sait İsyanı Türkiye’yi güçsüz bırakıyor ve mecburen İngilizler ile İstanbul Antlaşması yapılıyor. Sonuç olarak Musul meselesi İngilizlerin istediği gibi çözülüyor. Musul petrol gelirlerinin yüzde 10’u Türkiye’ye bırakılıyor fakat hiçbir zaman Türkiye’ye bu ödeme yapılmıyor.
Zalime dur demeyen ve sesini yükseltmeyen o zulme ortak olmuş demektir. Biz ülke olarak bilerek ve isteyerek soydaşlarımızın bin yıllık Türk yurdu dediğimiz topraklarda zulme uğramasına göz yumduk!
İngilizlerle Musul petrollerindeki haklarımızdan vazgeçmemize karşılık 500.000 lira ödenmesi konusunda anlaşılıyor lakin Adnan Menderes zamanında Türkiye’nin alacağı bu 500.000 lira 1958′de kurulan Irak Cumhuriyeti’ne hibe ediliyor.
Maalesef!
33
GENCAY
TÜRK MİLLİYETÇİLERİ BİRLEŞİN! Selim UYSAL Türk Milliyetçileri, Ülkücüler, Türkçüler, Turancılar, Türk Irkçıları, Atsızcılar… BİRLEŞİN!
hepimiz… Sakin bir ortamda, gözlerimizi kapatıp düşünmeye var mıyız? Türk devleti yıkılmak, Türk vatanı parçalanmak, Türk milleti yok edilmek isteniyor. Buna karşı çıkacak tek güç Türk Milliyetçileri’dir. Türk Milliyetçileri olarak biz, çeşitli anlayış ve yöntem farklılıklarından dolayı kollara ayrılmış durumdayız. Bu bir bakıma Türk milliyetçiliği fikrinin gelişmesine hizmet edebilir ancak içerisinde bulunduğumuz şartlarda bir ayrılık vesilesi haline geldiğini görmek zorundayız.
Kendinizi nasıl tanımlıyorsanız tanımlayın, kendisini “Türk Milliyetçiliği” fikrine mensup sayan sizlerin ülkemizin mevcut durumunun farkında olduğunu biliyorum. Hepinizin rahatsız ve endişeli olduğunuzdan da eminim. Hepiniz bir şeyler yapmak istiyor, küçük veya büyük etkinlikler şeklinde yapıyorsunuz da… Yalnız çok büyük bir hata yapıyorsunuz. Hayır, yapıyoruz! İşte hata tam da burada gizli… Birbirimize “biz” değil, “siz” diyoruz. Hepimiz için bir “biz” var, bir de “onlar”… “Onlar” dediklerimiz kim? Kendisini Türk milletinin kurtuluşuna adamış diğer Türk milliyetçileri… Konuşma anında herhangi bir gruptan “siz” veya “onlar” diye bahsetmeyi kastetmiyorum. Zihinlerimizdeki, hatta ruhumuzdaki ayrımdan bahsediyorum.
Emir Timur ile Yıldırım Beyazıt’ın veya Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail’in savaşı, mücadelesi kime yaramıştı, bir düşünelim. Türk’e yaramadığını hepimiz biliyoruz. “Keşke” diyoruz. “Keşke iki Türk devleti, iki Türk hükümdarı karşı karşıya gelmeseydi de, Türkler birbiri ile savaşmasaydı.”
“Onlar”ın hata ve eksiklerini bulmak ve eleştirmek ne kadar kolay değil mi? “Onlar” kötü, “onlar” samimi değil, “onlar”ın fikri yanlış, “onlar” iyi çalışmıyor.
Bugün haklılık-haksızlık meselesine bağlı olmayarak Türkiye-Azerbaycan savaşının hayalinin bile ne kadar dehşet verici olduğunu düşünür müsünüz lütfen? Tarihteki veya gelecekteki Türkler arası savaşlar bizi bu kadar rahatsız ediyorsa, kendi aramızdaki sorunlar ve ayrılıklar neden rahatsız etmiyor?
Peki ya biz? “Biz” çok iyiyiz. “Biz” elimizden geleni yapıyoruz. “Biz” hatasızız. “Biz”im eksiğimiz ya da hatamız varsa bile kasıtlı değildir. Çünkü “biz” samimiyiz.
“Ama…” mı dediniz? O “ama…” ağzınızdan değil, aklınız veya yüreğinizden bile çıkmış olsa, hâlâ anlamamışsınız demektir. O halde devam edelim.
Ülküdaşlar, soydaşlar, kandaşlar, andalar, kardaşlar… Siz daha doğrusu biz,
34
GENCAY Türk’ün düşmanı çoktur, biliyoruz. Hem içte hem de dışta çoktur. Dıştakiler zaten senelerdir belli de, içte gizlenenler teker teker çıkıyor, belli olanlar da azdıkça azıyor, görüyoruz. Hepsini yenmek, yok etmek için kararlıyız, yeminler ediyoruz. Sonra ne yapıyoruz?
“Memleketin huzuru, milletin kurtuluş amacı noktasında, birlik ve dayanışması sağlanmadıkça, ne dış düşman istilâlarının köklerini kurutmaya çalışmak mümkündür ve ne de bundan esaslı bir fayda ve sonuç beklenmelidir…” (MUSTAFA KEMAL ATATÜRK)
Ne yapacağız? Çalışmaya başlıyoruz. “Şunlar” Ülkücüymüş, “bunlar” Atsızcıymış, “onlar” Türkçüymüş. Ülkücüler “şöyleymiş”, Atsızcılar “böyleymiş”, Türkçüler “öyleymiş”. Yazıklar olsun sana! Evet, evet sana… Bu ayrımı yapmaya devam eden, az önce “ama…” diyen sen, sana bu sözlerim. Bana bu sözlerim. Bize bu sözlerim.
“Ortak düşüncesi olmayan toplulukta, herkes, yalnız kendi çıkar ve zevkini düşünür. Böyle bir toplulukta fedakarlık, saygı, nezaket kalmaz. Bencillik, kabalık, rüşvet, iltimas ve namussuzluğun türküsü alır yürür.” (HÜSEYİN NİHAL ATSIZ)
Hepimiz kıyısından köşesinden aynı bataklığın içerisinde düşmüyor muyuz? Nedir birbirimizle alıp veremediğimiz? Türk mü değiliz, Türk milliyetçisi mi? Türklük için mi çalışmıyoruz, yoksa Türklüğe düşmanlık mı ediyoruz? Cevabı ben versem yeterince dikkate almayacaksınız biliyorum. O zaman cevabı onlar versin:
“Türk Milletine Bizans‘dan geçme bir hastalık vardır. Gevşeklik, lâubalilik, dedikodu, fitne, fesat, terbiyesizlik, birbirini beğenmemek, sır saklayamamak, rastgele lâf söylemek… Bu hastalık sizde de var. Bu hastalığı tedavi etmeniz lâzımdır. Bu hastalığı tedavi etmezseniz, kendinize yol seçiniz. Milliyetçi Hareket’te bir saniye daha fazla kalmayınız. Benimle dava arkadaşlığı edecekseniz, her şeyden önce vasıflı Türk olmaya mecbursunuz.
“Millet ve biz yok, birlik halinde millet var. Biz ve millet ayrı ayrı şeyler değiliz. Ve şunu kesin olarak söyleyelim ki, bir millet, varlığı ve bağımsızlığı için her şeye girişir ve bu gaye uğrunda her fedakârlığı yaparsa, başarılı olmaması mümkün değildir. Elbette başarılı olur. Başarılı olamaz ise o millet ölmüş demektir. Şu halde millet yaşadıkça ve her türlü fedakârlıkta bulundukça başarılı olmaması hatıra gelmez ve böyle bir şey söz konusu olamaz.”
Türk Milletini batıran, Bizans’ı batıran, Osmanlı İmparatorluğunu batıran hastalık budur.” (ALPARSLAN TÜRKEŞ) Ülküdaş, kardaş, soydaş, kandaş, anda… Dinle beni, duy beni… Rahmetli Dündar Taşer “Durum muhakemesine düşmandan başlanmaz” dermiş. Kaldı ki biz düşman 35
GENCAY değiliz. Biz aynıyız. İnsan hiç kendi kendine düşman olur mu? Kendisine düşman olana deli denmez mi? Varın gelin şu sözü iyice düşünelim. Durum muhasebesine önce kendimizden başlayalım. Kendi eksiğimizi, hatamızı bulup düzeltmeye çalışalım. Zaten Atsız da “Türkçü, gününü gün eden veya dalkavuk bir insan olamaz. Sert yaşamaktan hoşlanır ve en büyük sertliği de nefsine karşı gösterir.” demiyor mu?
sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az” diyor ve tekrarlıyorum:
Ülkücüler, Türkçüler, Turancılar, Türk Irkçıları, Atsızcılar arasında hataları ve eksikleri olan insanlar yok mu? Hepsinde olduğunu bilmekteyiz. Ancak asıl tehlike ve asıl düşman hataları ve eksikleri olan insanlar değil, Türk milliyetçileri’nin arasını açmaya çalışanlardır. Bu vakitten sonra her kim ki Türk milliyetçilerinin arasını bozmaya, aralarına fitne sokmaya çalışıyor, o hepimiz için bir düşman ve aramızdan dışlanması gereken zararlı bir şahıs olmalıdır. Bu gibi insanlar bilerek veya bilmeyerek bir çaşıtın yaptığını yapmaktadırlar.
Kâfir oku hedef döğer uzaktan Haber gelmez Kırgız, Tatar, Kazaktan. Kurtulmadan içerdeki tuzaktan, Türk”ün Türk”e küseceği çağ mıdır?
Kardeşlerim, Ülküdaşlarım, Kandaşlarım, Andalarım… Bu yazı herşeyden önce bana, Selim Uysal’a hitaben yazılmıştır. Az önce dediğim gibi bu vakitten itibaren Selim Uysal, Türk milliyetçileri arasında ayrılık yaratacak bir şeyler söyler veya yazarsa hepiniz bu yazıyı suratıma çarpmayı görev bilmelisiniz.
Kalın ordu nerde olsa görülür. Ülkülere birlik ile varılır. Yoldaşlarımız, gök pusatlar darılır. Türk”ün Türk”e küseceği çağ mıdır?
TÜRK MİLLİYETÇİLERİ BİRLEŞİN! BİRLİK ÇAĞRISI Yağı ”Hurra!” deyip hücum edende, Türk”ün Türk”e küseceği çağ mıdır? Yüz bin değer yıkılırken bir günde, Türk”ün Türk”e küseceği çağ mıdır?
Göğümüzden mavi rengi çaldılar, Tanrıdağ`da tuğumuzu yoldular, • Yurdumuzu bölük bölük böldüler, Türk”ün Türk”e küseceği çağ mıdır? ”Üzerinde gün batmayan” ilin yok! Yandı Asya, tutunacak dalın yok! Sarp dağları açmak için dalın yok! Türk”ün Türk”e küseceği çağ mıdır?
Hey şahinler, cılasınlar, alperler! Yiğitliği muştulaşmış askerler! Soğuk yaman, bulut kara, gök gürler, Türk”ün Türk”e küseceği çağ mıdır?
Bu yazı içimden, yüreğimden gelen ve dahası aklımın ve mantığımın süzgecinden geçen bir çağrıdır. Son olarak “Anlayana
(Dilaver CEBECİ)
36
GENCAY
ŞİMDİ NEREDELER? Galip ERDEM güzelliklerini unutmuş bir neslin çocukları idiler. Yolun doğrusunu gösterecek büyükleri öyle azdı ki, içlerinden bazıları büyüklerine doğru yolu seçtirmenin ağır yükünü omuzlamaktan çekinmediler. O delikanlıları bir hayli zamandır göremiyoruz. Acaba halleri nicedir?
Şimdi nerede olduklarını, ne yaptıklarını bilmediğim delikanlılar!
O delikanlılardan her biri “burçlara bayrak olacak kumaştan” idiler.
“Fetih Marşı” şiirini çok severlerdi. O delikanlılar, büyük yürekli ama alçak gönüllü idiler. Doğru, “Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaşta” idiler. Yine de hiçbirinin Fatih’lik iddiası yoktu. Sadece Allah’a iyi kulluk edebilmenin, milletine daha çok hizmet vermenin yarışına girmişlerdi. İlimde, fikirde ve sanatta birer “Fatihçik” adayı olmanın hayalini kurmuşlarsa, kim kınayabilir? Belki de aralarında gerçek fatihler çıkacaktır, kim bilebilir?
Hep yükseklerde kalmayı ve hiç yere düşmemeyi çoktan hak etmişlerdi, kıymetlerini bilemedik. Niçin görünmüyorlar? Gücendiler mi?Aramıza bir daha dönmeyecekler mi? Eğer böyle ise kaybımız çok büyüktür. Gün gelecek o delikanlıları yine arayacağız ama artık kolay bulamayacağız. Bizden şan istemediler, canlarını verdiler. Bizim hürriyetimiz için hürriyetlerini feda ettiler. Bizden sadece biraz sevgi, biraz anlayış beklediler. Onu bile esirgedik.
Bir zamanlar o delikanlıların bir çoğunu tanımıştım. Her iki dünyada da şahitlik ederim ‘oyuna ve oynaşa’ ayıracak zamanları hiç olmadı.
Hep aynı soru beynimi kemiriyor; “Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştaki” o delikanlılar. Şimdi neredeler, ne yapıyorlar? Yoksa atalarından işaret aldıkları gün yürüdüler de arkalarından kimse gitmediği için çok mu uzaklara düştüler? O delikanlıların bazılarının yerini biliyorum. Ulubatlı Hasan Ağabeylerinin yanındalar.
Delikanlılığın yaşlanınca gülümsenerek hatırlanan yaramazlıklarından bile uzak kaldılar. Milletlerinin saadetlerini, devletlerinin yücelmesini, bayraklarının dünya durdukça hep öyle nazlı nazlı dalgalanmasını hayatlarının gâyesi saydılar. Mukaddesatına yabancılaşmış,
37
GENCAY
KENDİNİ UYUTAN ADAM'DAN, KENDİNİ UNUTAN ADAM'A Abdullah KILAVUZ tek simide ceplerimi boşaltacağım ve yere düşecek olan her susam tanesi için, gecesinde vicdan azaplarına gark olacağım günler yaşasaydım. Ardından bakar iken kara dumanlı egzozların, akıp giden yolların peşinden akıp gitseydi ve cebimde olmayan paranın bir gün avuçlarımın içinde olduğu vakit hangi babasız çocuğu sevindireceğimi düşünüp, binlerce yetim başını okşasaydı hayallerim. Birden ayrılsaydı gözlerim Cebeci otobüslerinden, Ankara Kalesi surlarına takılsaydı. Bayrağın dalgalanışını izleseydim ve farkında olmadan yürümüş olsaydım onca yolu tabanıma takılan taşların açtığı deliklere inat…
Galip Ağabey… Sene bin dokuzyüz yetmişiki olsaydı… Ülkenin soğuk savaşının ortasında, sıcacık bir ümitle girmiş olsaydım üniversite imtihanlarına diye düşündüm gece boyu. Anamın dualarıyla birleşseydi kalemimin hakkı, hasbelkader de olsa kazanmış olsaydım Ankara’nın kurşûni grisinde, mertebesi ve akıbeti önemsiz bir yüksekokulu…
Ertuğrul Dursun gibi… Akşamları yurda döndüğüm vakit, kesik olan elektriklerimizle inatlaşıp, yıllar geçse bile kokusunu unutamayacağım musluk suyundan demleyeceğim bir bardak çayın nezaretinde, ömrüne üç saat biçeceğim bir mumun aleviyle yarışsaydım kitaplarımın başında. Gözüme ilişseydi ismi gibi “Devlet” bir gazete… Sayfalarını karıştırırken isminle tanışık olsaydık. Sevseydim yazdıklarını… Sevseydim düşündüklerini… Sevseydim seni…
Devletin ısıtmaktan aciz, koridorları Ankara ayazıyla kardeş, banyolarından sıcak suların akmadığı, musluk kenarlarının pas – fayansların yosun tuttuğu ve pencere pervazlarının rüzigâra karşı koyamadığı bir yurtta, yedi Anadolu yetimiyle paylaşsaydım bir odayı. Ruhi gibi…
Her gecenin sabahında, cebeci otobüsleriyle bir kuru simit arasında giriştiğim ayrışmaya, kışın ortasında toprağın bağrına düşen cemre misali
Her sabahını, simit ile Cebeci otobüsü arasında tercih yapmak zorunda kalıp da, yarısını kuşlarla paylaşacağım susamlı bir 38
GENCAY düşüverseydi ismin. Yolumu birkaç sokak daha uzatıp gazetemi koltuğumun altına almadan başlamasaydı günüm. Takılmasaydı gözlerim Cebeci otobüslerinin arkasına artık… Artık gözlerim Ankara Kalesi’nin surlarında dalgalanan bayrağa dalmasaydı… Senin isminin geçtiği sayfayı hususi olarak karşıma alıp, çukurlara ve taşlara takıla takıla varsaydım okuluma.
Ayağıma bağlanan zincirden kurtulmayı hiç aklımdan bile geçirmeseydim. Önüme konulan çorbayı, yine “ilerde bir gün…” diye kuracağım hayallerde başlarını okşadığım yetimlerle yudumlasaydım. Üşüseydim… Canım yansaydı… Ali Bülent gibi… Derken sen çıkıverseydin Galip Ağabey mütebessim çehrenle.
Derken günlerim elektriksiz gecelerimi, karanlık gecelerim ise bir gazete gipürüne saklı duran gündüzlerimi kovalayıp dursaydı Galip Ağabey…
Bir Cumartesi sabahı görüştürselerdi beni seninle henüz bakır çaydanlıklara dem çökmeden.
Tutsaydı yine otobüse ve simide tamah etmediğim ve seninle kelimelerin aracılığıyla sohbete daldığım bir Ankara sabahında iki kolumdan birden omzundaki apoletlerini kimlere sattığını herkesin bildiği/ama kimsenin söyleyemediği bir yüzbaşının emrindeki iki er. Yere düşseydi kitaplarım. Yere düşseydi umutlarım.. Yere düşseydi anamın duaları… Yere düşseydi iç anadolunun bu zemheri ayazında iyiliğe ve güzelliğe dair ne varsa.
Anlatsaydın bana davamı neden üstlendiğini. Açık bir çay içimlik süre de olsa konuşsaydık şöyle karşılıklı. Halimi sorsaydın… Hatırımı alsaydın… Zihninde gece eve gittiğin vakit, bir lahza da olsa yer edineceğimi bilseydim. Sigaranın külünü, küllüğe dökmene mani olacak kadar aklını başından alan dosyaların bir tanesinin üzerinde de benim ismim yazsaydı. Ankara’nın diğer bir ucundan, benim gibi otobüse verecek paran olmadığı için yürüyerek geldiğin mahkemelerde, gözle de olsa konuşsaydık kalabalıkların arasında.
Mustafa gibi… Dinlemeseydi beni hiç kimse. Gözlerimi bağlasaydı birisi, öteki elindeki türlü işkence aletini vücudumda test ederken. Tutuştursalardı elime, yere düşen kitaplarım / yere düşen umutlarım / ve yere düşen hayallerimin yerine rengi siyah / akıbeti kırmızı bir kalem… İmzalatsalardı okutmadan. Yargılasalardı beni yargılamış ve dinlemiş ve hatta kendimi savunmuşum gibi. Düşürselerdi kör bir hapishanenin, kalleş hücrelerine.
Ağabey deseydim usulca… Galip Ağabey… Sonrası isterse ölüm olsaydı. Kapatır gözlerimizi yürürdük biz de elbet; Fikri gibi… Cevdet gibi… - Kardeşin Abdullah -
39
GENCAY
İSLAMİYET ve MİLLİYETÇİLİK Vural Egemen SARIGÖZ Atatürk’e göre Milliyetçilik nedir? ”Geçmişte bir arada yaşamış, bir arada yaşayan, gelecekte de bir arada yaşama inancında ve kararında olan, aynı vatana sahip, aralarında dil, kültür ve duygu birliği olan insanlar topluluğudur.” Alparslan Türkeş’e göre Milliyetçilik nedir? ”Her şey Türk milleti için, Türk milleti ile beraber ve Türk milletine göre sözleriyle özetlenebilecek, Türk milletine bağlılık, sevgi ve Türkiye devletine sadakat ve hizmettir.”
İslamiyet ve Milliyetçilik demezden evvela açıklığa kavuşturmamız gereken bir nokta vardır. Milliyetçilik ile Irkçılık arasında ki farkı idrak etmemiz gerekmektedir. Bu iki kavram arasındaki farkı kavrayamazsak yazdıklarımızın, yazacaklarımızın hiç bir hükmü değeri kalmaz.
Atatürk ve Alparslan Türkeş’in Milliyetçilik anlayışı hemen hemen örtüşmektedir. Bakınız dikkatinizi çekmek istediğim esas nokta ” ne kaynaklarda geçen açıklamalarda, ne Atatürk’ün İlkelerinde yer alan Milliyetçilik de, ne de Alparslan Türkeş’in 9 Işık Doktrin’inde yer alan Milliyetçilik de Türk olmanın üstünlüğü ya da Türk ırkının diğer ırklara olan üstünlüğü gibi saçma bir teori yer almaz.
Irkçılık; ”İnsanların toplumsal özelliklerini biyolojik, ırksal özelliklerine indirgeyerek bir ırkın başka ırklara üstün olduğunu öne süren öğretidir” (1) Milliyetçilik; ”Maddi ve manevi açılardan millet ve ülkesinin çıkarlarını her şeyin üstünde tutma anlayışıdır” (2)
Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde yaşayıp Türk’ün menfaatlerini gözetene ve bu toprakları, bu bayrağı, bu devleti seven herkese Türk Milliyetçisi denmektedir. Belki bu bağlam da düşünürsek içinde bulunduğumuz zaman diliminde durmadan önümüze bir kusurmuş gibi, bir yanlışmış gibi sürülen ”Ne Mutlu Türk’üm Diyene!” sözünü özümseyebilir ve açıklayabiliriz. Ulu Önder Atatürk ”Ne Mutlu Türk’üm Diyene!” yerine Ne mutlu Türk doğana ya da Ne Mutlu Türk olana
Yukarıdaki açıklamalar ve tanımlamalar Türk Dil Kurumu’nun resmi web sitesinde yayınlanmış ve yayınlanmaya devam eden tanımlardır. Her şeyi bir kenara bırakırsak, sadece bu iki tanımın birbirinden ne kadar uzak olduğunun farkına varabiliriz.
40
GENCAY demiş olsa bütün suçlamaları ve karalamaları kabul edebiliriz. Lakin ”Ne Mutlu Türk’üm diyene” derken, bu toprakları seven herkesin Türk olduğunu zaten sevmeyenin de Türk’üm demeyeceğini vurgulamaktadır.
ırkçılık varsa o zaman tüm suçlamalara razıyız.
Yukarıda sıraladıklarımız arasında dikkate almamız gereken iki şey vardır. Birincisi Milliyetçilik ile Irkçılık kavramlarının birbiri ile neredeyse zıt oldukları ve Atatürk ile Alparslan Türkeş’in Milliyetçilik anlayışının örtüştüğü ve birbirini destekler nitelikte olduğudur.
Vatanını sevmeyi, korumayı ırkçılık yada kavmiyetçilik ile karıştırmak cahil bir aklın ürünüdür.
”Vatan sevgisi imandandır” (3) Hadis-i Şerif’indeki Vatan Sevgisi bizim milliyetçilik anlayışımıza tekabül eder.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) “Malı uğrunda öldürülen şehittir, dini uğrunda öldürülen şehittir, canı uğrunda öldürülen şehittir, ailesi uğrunda öldürülen şehittir.”(4)
Milliyetçiliğin dinimizde ki yeri nedir? Irkçılığın yasaklandığı ve kötü olduğunu bizlere bildiren birçok Hadis-i Şerif vardır ancak Milliyetçilik ile ilgili de Hadis-i Şerifler vardır.
Bir insan dinini, canını ve ailesini nasıl korur. Kurtuluş mücadelesinden evvel ülkenin durumunu bir zihnimizde canlandıralım. Düşmanlar memleketimizi parsel parsel bölüşüp işgal etmişlerdi. Örneğin Adana, Kahramanmaraş gibi bölgeleri Fransızlar işgal etmişlerdi. Fransızların ilk yaptığı şey bayrakları indirip yerine kendi bayraklarını asmak, ezanları susturmak oldu. Daha sonrasında kadınların, kızların namuslarına yeltenmek oldu. Kahramanmaraş’ta Sütçü İmam bir Fransız askerinin sokakta yürüyen bir Türk kadınının başörtüsünü (peçe diyenlerde var) çekip ” burası artık bir Fransız toprağı, burada böyle dolaşılmaz” demesi üzerine silahını çekip Fransız askerini vurmasıyla Kahramanmaraş kurtuluş mücadelesinin fitilini ateşlememiş miydi? Demek ki bir insan canını ve namusunu korumak için ilk önce topraklarına düşman ayağı bastırmayacak. Sütçü İmam hadisesi sadece bir örnektir. Anadolu’muzun çeşitli bölgelerinde buna benzer bir çok olay
Hepimiz Müslümanız elhamdülillah. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Peygamber Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam Veda Hutbesi’nde ”Ey insanlar! Rabbiniz birdir, atanız da birdir. Hepiniz Âdem’densiniz, Âdem ise; topraktan yaratılmıştır. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten sakınanınızdır. Arab’ın Arab olmayana, hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir” buyurarak insanın ırk olarak birbiri üzerine üstünlüğü olmadığını bildirmektedir. Milliyetçilik fikrinin günah olduğunu veya yanlış olduğunu savunanlar Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in ırkçılık ile ilgili hadis-i şeriflerini gösterirler. Bu hadis-i şerifleri kabul ediyorum. Eğer benim/bizim milliyetçilik anlayışımızda zerre kadar 41
GENCAY yaşanmış ve eğer vatanımız elimizden giderse namusumuz/ırzımız elimizden gider diyerek vatan müdafaasına başlamışlardır.
kimse Türk Milleti’ni üstün yada başka bir milleti aşağı görmez. Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde Kürt, Laz, Çerkez, Zaza ve daha birçok çeşit insan vardır. Bunların her birisi Türkler hangi hakka sahipse onlardan sahiptir. Siz hiç bir Kürt’ün Kürt olduğu için maaş alamadığını, sağlık hizmeti alamadığını ya da başka bir kısıtlamaya maruz kaldığını gördünüz mü?
Kişinin kendi milletini sevmesini ırkçılık olarak nitelendirenlerin tek bir amacı vardır o da Türk adına tahammül edememektir. Bakınız hepimizin bildiği ancak eksik bildiğimiz bir hadis-i şerif vardır. ” Kişi kavmini sevmekle suçlanamaz / kınanamaz!” bu hadis-i şerif aslen şöyledir.
Velhasılı kelam hangi hocaya sorarsanız sorun, ırkçılığa günah milliyetçiliğe sevap diyecektir.
Vâsile bin El-Eska; Hz. Peygamber (a.s.m)’e “Kişinin kavmini sevmesi asabiyet/ırkçılık sayılır mı?” diye sordum. “Hayır, asabiyet/ ırkçılık, kişinin kavminin yaptığı zulmüne yardımcı olmasıdır.” diye buyurdu. (5)
Vatan sevgisi imandandır. (1) Türk Dil Kurumu Resmi Web Sitesi; http://www.tdk.gov.tr/index.php?option= com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.5135 d15e097556.70987814
Bizim Milliyetçilik anlayışımız da, Türkçülük anlayışımız da başka bir milleti, başka bir kavmi ezmek yok. Bizim tek derdimiz vatanımızı, milletimizi, dinimizi ve devletimizi korumaktır.
(2) Türk Dil Kurumu Resmi Web Sitesi; http://www.tdk.gov.tr/index.php?option= com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.5135 d164b5ba44.64026031
Tam bu noktada biz Türk Milliyetçilerini ırkçılık ile suçlayanlar şunu söylemektedirler. ” Başka milleti/kavmi/kökeni aşağı görmek” bakınız. Türk Milliyetçisiyim diyen hiç bir
(3) (Acluni, Keşfu’l-Hafa, I/138) (4) Tirmizi, Diyât, 22.) (5) (Ahmed b. Hanbel, 4/107; Mecmau’zzevaid, 6/244).
42
GENCAY
İŞŞİZLİK - FAHİŞELİK EĞRİSİ Veysel Gökberk MANGA olacaklar. Birçoğuna mikrofon uzatılıyor ve ortakça söyledikleri şu: “Burası yalnızca bir güzellik yarışması finali değildir, burası bir umut kapısıdır. Reklam filmi, dizi teklifi gelirse hayatımızı kurtardık.”
Cahiz bir gün babasıyla Şam sokaklarında dolaşıyormuş. Bir cenaze… Önünde ağlayıcılar… Hepsinin önünde de ölen adamın kızı, ağlıyor, haykırıyormuş: -Ah babam, oralarda ne yapacaksın? Halı yok, hasır yok, kilim yok, yiyecek ekmek yok. Cahiz babasına dönmüş, seslemiş: -Baba, bak, cenazeyi bizim eve götürüyorlar. Halı yok, hasır yok, kilim yok, yiyecek ekmek yok. Bizim evden bahsediyor. 07.03.2013. Sabah haberleri… İşsizlik oranı memleket genelinde %9.08′den 9.02′ye gerilemiş. İyi haber.
*** 07.03.2013. Sabah haberleri… Üniversite mezunu onlarca güzel kız ve yakışıklı erkek, ülkenin çeşitli yerlerinden elemelere katılmışlar, bir güzellik yarışmasının finalinde, Eskişehir’de yeteneklerini sergiliyorlar. İşsiz kalmışlar, herhâlde umutsuz kalmışlar, iş peşine düşmüşler. Manken olacaklar, oyuncu
Hayâl ediyorum: Bir kadın yetiştirdiği, okutup üniversite mezunu ettiği kızını bir güzellik yarışması için hazırlıyor. Soyunsun dökünsün, kameraların önünde mümkün olduğu ölçüde “güzelliklerini sergilesin” diye… Veya aynı şekilde bir adam oğlunu birkaç saat sonra donla 43
GENCAY televizyonlarda göreceğini biliyor ama itirazsız yolluyor, belki arkasından dua ediyor. Zavallı ve çaresiz anne babalar…
her tarafı saran umutsuzluk, bütün değer yargılarını bir kenara bıraktıracak. Zavallı ve çaresiz anne babalar çocuklarını allayıp pullayıp kim bilir nerelere gönderecekler! Kim bilir?
Eskiden bu işler belirli bir zümrenin insanlarının yaptığı, marjinal işlerdi. Bir de, ünlü olmak için evden falan kaçılırdı, ki bu konu üzere çekilmiş onlarca filmimiz de vardır. Yani pek makbul işler değildi bu işler. Fakat bugün?
Aklıma geliyor, söylemeden duramayacağım. İşsizlik ve umutsuzluk zihinlere işleyecek. Üniversite mezunu güzel kızlarımız KPSS’yle atanamayacak, ÖYP’yle yerleşemeyecekler. Mankenlik için çaldıkları kapılar bir bir suratlarına kapanacak, reklam işine falan giremeyecekler. Televizyonu hak getire… Ve bu umutsuzluk bu kızlarımızı mankenlikten alacak, fahişeliğe mecbur bırakacak. İşte o gün ben hiç şaşırmayacağım.
Umutsuzluk merhale merhaledir. İnsana ummadığını, kendisinden umulmayanı yaptırır. Bu bahsettiğimiz, umutsuzluğun bir yerde, bir merhalede cisimleşmiş hâlidir. Bu kadar uç bir şeyin, soyunup dökünüp televizyonlar karşısına geçmenin ben memlekette bu kadar makbul olabileceğini ummuyorum. Zannetmiyorum biz o kadar geniş mezhepli olalım. Bu durum, gelecekten emin olamamanın göstergesi, muhtemel bir açlıktan kaçmaya çalışmanın yoludur olsa olsa.
Onlara tavsiyem, yeni işlerine başladıkları vakit bunu devlete bildirmekte tereddüt göstermesinler. Bunun iki faydası vardır. İlk önce devletin vergi gelirleri artacak. Sonra da, AKP’nin işsizlik oranının biraz daha düşmesini sağlayacaklar.
Daha korkutucu olanı şu: Tecessüm etmiş umutsuzluk bir gün daha büyük, daha berbat bir hâl alacak. Gün gelecek, belki de bu televizyon programları, mankenlik ajansları vs. o kadar yaygınlaşacak ki, sırt verilip kısa yoldan zengin olunacak varlıklar olmaktan çıkacaklar. Büyüyen,
Ve bu garibin bu yazdığını okuyan bir Cahiz sesleyecek: -Baba, bak, bizden bahsediyor: Ar yok, namus yok, ruhunu satmış birer cenaze kesildik.
44
GENCAY
PUTİN DÖNEMİ RUSYASINDA STALİNİZASYON SÜRECİ Sertaç EKEMEN Kuvvetle muhtemel olarak zihinlerimizde yer etmiş ilk SSCB lideri, Vladimir İlyich Ulyanov yani kalem manasına gelen mahlasıyla bilinen Lenindir. Lenin Sovyet ekolünün duayeni olsa da devlet iktisadının bütünleştirilmesi ve Ortak bir devlet örgütlenme yapısı kurgulaması yönünden Joseb Çukaşvili nam-ı değer Stalin ‘Çelik’ Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin ilk Proletarya Diktatörü olarak kabul edilebilir. Bu durum Stalin’in, Marksist-Leninist ekole sadık bir biçimde yönetim anlayışı benimseneceğine dair vermiş olduğu sözden de anlaşılmaktadır. Anlaşılacağı üzere Stalin, Lenin’i takip edilesi bir devlet adamı olarak görmekten çok, Onu bir ideolog olarak kabul etmiştir.
iktidar mücadelesine tanık oluyordu. Kızıl Ordu’nun kurucusu olan Lev Troçki Sovyetler olarak tanımlanan ülkenin devrim aşamasını bitirmediğini, Devrimin başta Avrupa olmak üzere dünyadaki bütün ülkelere sıçratılması gerektiğini aksi takdirde sosyalist cumhuriyetin kapitalist ülkelerce ayakta kalamayacağın söylüyordu. Buna karşılık olarak ise Stalin, önceliğin var olan sınırlar içerisindeki devrimci zeminin korunması gerektiğini, öncelikli olarak S.S.C.B.’nin kendi içerisinde sosyalizmi oturtması gerektiğini savunarak Tek Ülke Sosyalizmi tezini ortaya atıyordu. İktidar kavgası içerisinde malum olan Troçki sonrası Sovyetler Stalin’in Tek Ülke Sosyalizmi ile tanışıyordu.
Lenin dünyanın en büyük ülkesinde devrim yapmasına karşın, yaratmış olduğu bu devrimi genel bir inkılap ile neticelendirememişti. Lenin Proletarya Diktatörlüğünü inşa ederken bunun rahat bir geçiş aşaması olacağını zaten sanayileşmemiş bir ülkede gerçekleştirmiş olduğu işçi devriminde, sanayi burjuvasının eritilmesi için uzun soluklu işçi diktatörlüğünü ön görmemişti. Lenin’in Komünizminde devlet, toplum içerisinde minimal etkisi olan bir geçiş aygıtı olarak betimlenmişti.
Tek Ülke Sosyalizmi ile beraber Sovyetler emperyalist bir düşünce olan dünya devrimi politikasından vazgeçecek fakat tüm dünya ile bağlantılarını koparacaktı. Ağır sanayi, Askeri-ideolojik silahlı kuvvetleri tarımda kolhoz gibi faaliyetler ile Lenin’in ortaya koymuş olduğu devlet teoreminin tersine ağır bir devletçilik güdecek, Sosyalist ideolojiyi devlet kavramı ile bütünleştirecekti. Stalin’in İkinci dünya savaşı galibiyetinin ardından dünyada yeni bir emperyalizm modeli ortaya çıkacaktı. Bu emperyalist hareket 20. Yüzyıl ideolojiler çağının potansiyeli en yüksek saldırgan imajı
Lenin’in ölümünün ardından Sovyet halkı, iki farklı düşüncedeki iki devlet adamının 45
GENCAY vermesine rağmen, Stalin döneminde Berlin ablukası ve dolaylı yoldan cüzi miktarda Kuzey Kore desteği dışında hiçbir şekilde reel askeri çatışma ortamı veyahut bir saldırma durumu gerçekleşmemiştir. Stalin’in kendi ülkesi içerisinde, başta Türkler olmak üzere yapmış olduğu zulüm politikaları göz ardı edilecek olursa eğer Stalin’in herhangi bir işgal hareketi içerisinde olmadığı görülür. ‘’ S.S.C.B.’nin Türkiye’deki Boğazlar üzerinde bir üs talep etmelerinin tekliften öteye gitmemesi ve Pravda gazetesinde yazarlık yapan iki profesörün Kars ve Ardahan’ın tarihsel olarak Gürcü toprağı olduğunu öne sürmesinin bir devlet politikası haline gelmediği göz önünde bulundurulduğunda’’
düşecek, Marksist ekonomik ekol, bu işgaller içerisinde kendini yenileyip alternatifler üretemeyecekti. Bu Sıkışıklık içerisinde zorunluluk haline gelen Ekonomik açıklık ile özel sermaye ülke içerisine giriyordu. Bu ekonomik açıklık ‘glasnost’ zaman içerisinde siyasal şeffaflık ‘prestroyka’ ile demir perdeyi damla damla eritecekti. Dünya reel sosyalizmi, hamburger ve kot pantolona yenik düşmüştü. Her ne kadar taze devlet Rusya Federasyonunun ilk devlet başkanı Boris Yeltsin kabul görülse de Bugünkü Rusya tanımlamasının mimarı hiç kuşkusuz Vladimir Putin olarak hafızamıza kazınmıştır. Putin’in ana felsefesi 1953 yılında bir kutup devlet olarak bıraktığı Stalin Rusya’sını yeniden tertipleyip, küreselleşme olarak lanse edilen tekelci dünya düzenini ülkesi ve uydularından çekip çıkartmaktır. Bu bakış açısının pozitif politikada hayat bulmuş olan örnekleri ise yakın tarihimizde mevcuttur. Ukrayna’daki Turuncu Devrimin karşı devrim süreciyle tekrardan Rusya yanlısı Yanukoviç’in iktidara gelmesi. Polonya’da olası bir füze kalkanına izin verilmemesi. 2008 Osetya savaşında, Rus ordusunun Tiflis’in 30 Km yakınına değin sokulması yakın tarih de Rusya’nın eski gücünü oturtmaya çalıştığı eylemler olarak görülür. Bunun dışında daha önce müdahale edilmemiş, ya da Sovyet döneminde herhangi bir ittifak içinde bulunulmamış ülkelerde maddi/manevi emperyalist politikalara gidilmemesi de Putin Rusya’sı içerisinde yeni bir ‘Tek Ülke Sosyalizmi’ uyarlamasına benzer eğilimleri ifade etmektedir.
1953 yılında Stalin’in ölmesinin ardından Sovyetler Birliği’nin başına geçen Nikita Kuruşçev, Stalinizm olarak tabir edilen Stalin dönemi Sovyetler Birliği Komünist Partisi Politikalarını revizyone etmeye başlamıştır. Stalinizm içerisinde var olan dışa kapalılık perspektifini eleştiren yeni SBKP genel sekreteryası, Dış dünya ile daha fazla ilgilenmeye(!) ve Troçki’nin Dünya Sosyalizmi teorisine yakın politikalar izlenmeye başlanmıştır. Bu dönemden itibaren Sovyetler sırasıyla Macaristan, Çekoslavakya ve nihayetinde Afganistan’ı topyekün bir işgale kalkışmıştır. Bugün Amerika Birleşik devletlerinin, 21. Yüzyılın ilk çeyreği içerisinde yapmış olduğu İşgal politikalarının aynısını, İdeolojiler çağı olan 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren uygulamaya koyan Sovyet Rusya, Tıp ki bugün A.B.D. içerisinde var olan Ekonomik darboğaza 46
GENCAY
İNTERNETTEKİ BİLGİ KİRLİLİĞİ ve ÜZERİMİZDEKİ ETKİLERİ Vural Egemen SARIGÖZ İnternet kirliliği belki yanlış bir tabirdir İnternetteki bilgi kirliliği demek daha doğru olabilir. Doğru zamanda doğru şekilde kullanıldığında insanlık için çok faydalı olan internet bilinçsiz ve menfaatçi kullanıcılar yüzünden dev bir ansiklopedi olmaktan çıkmış bir çöplüğe dönüşmüştür. İnsanlar bildikleri ya da bilmedikleri konularda fikir beyanında bulunuyor, çok güvenilir sitelerde bile rastladığımız doğruluğu teyit edilmemiş bilgiler sanki doğruymuş gibi önümüze konuyor. Bu durumda doğru bilgiye ulaşmak isteyen kullanıcı zor durumda kalıyor. Üstelik yanlış bilgilerin doğruluğunu araştırmadan tekrar kopyala yapıştır yaparak kendi mecralarında yayınlayanlar da eklenince doğru bilgiye ulaşmak samanlıkta iğne aramaya benziyor. Hal böyle olunca gerçekten doğru bilgiyi yayınlamış olanlar da zan altında kalıyor. Bilgiye ulaşmaya çalışan kişi iki farklı bilgiye rastladığında birinden birisini doğru kabul etmek zorunda kalıyor belki de yanlış olan bilgiyi doğru kabul ederek büyük bir yanlışa alet oluyor.
İnternet şüphesiz ki çağımızın en büyük icatlarından birisidir. Neredeyse her anımızda internet var. Eğlence amaçlı, vakit geçirmek için kullandığımız internet bir yana artık iş dünyasının dahi vazgeçilmezi olmuştur. İşyerlerimiz de yazışmalar için, iletişim için interneti kullanırız değil mi? Birçok kolaylığı da beraberinde getirmiştir. İş arayan bir kişi eskiden bütün gazeteleri kontrol ederdi kendine göre bir iş bulabilmek için, işverenler gazetelere, iş yeri dükkânlarının camlarına ilanlar verirdi işçi bulabilmek için hâlbuki şimdi iş arayan içinde işçi arayan içinde herşey bir tık kadar kolay...
Bilgiye ulaşmak için kullanılan en büyük yardımcılarımız muhakkak ki arama motorlarıdır. Google gibi, Yahoo gibi, Yandex gibi, Bing gibi arama motorları sayesinde insanlar aradıkları bilgiye kısa sürede ulaşabilme imkânına sahipler. Arama motorlarında üst sıralarda
İnternetin bir başka yönünü, bilgi alış veriş özelliğini düşünürsek, internetin kullanılmaya başladığı günden bu güne uçsuz bucaksız dev bir ansiklopedi diyebiliriz.
47
GENCAY çıkabilmek adına yapılan türlü türlü hileler bilgi kirliliği dediğimiz olayı oluşturmaktadırlar. Arama motorlarınca indekslenmiş sayfalara bazen ulaşamayız. Bir süre yayın yapmış daha sonra yayından kaldırılmış birçok sayfaya ulaşamayız ama motorları bu sayfaları sonuç olarak önümüze koyar. Arama motorlarını aldatmak için kullanılan sadece etiketler ile yayın yapan siteler hit kaygısı güderek ulaşılmaya çalışan bilgiden ziyade insanları o bilgiye götürecek anahtar kelimeler ile sitelerini boyarlar. Tabi ki suç arama motorlarında değil arama motorlarını kullanarak insanları aldatanlardadır.
değer ile siteleri yeniden indeksleme yolları aramaya başladı. Blog siteleri vardır, bir hevesle açılıp bir kaç anahtar kelime girilerek açılmış daha sonra beceremeyip yarıda bırakılmış ve öylece yayında kalmış bloglar vardır. Kirliliğin bir başka boyutunu maymun iştahlı blog sahipleri yapmaktadır. Bu durumda iki mükellefe görev düşmektedir. Yayın yapanlar ve İnternet kullanıcıları şeklindedir. Yayın yapanlar doğru bilgiyi özgün bir şekilde ulaştıracak, kullanıcı da bilgi kirliliğine yol açan siteleri, sayfaları, blogları şikâyet edecek. İster yayıncı olun ister kullanıcı her halükarda sorumluluk sahibi olmalıyız.
Google bu konudaki serzenişleri dikkate almış olacak ki özgünlük adını verdiği bir
48
GENCAY
RUH ADAM’IN KÖŞESİ Yalçın Selim PUSAT İsimsiz Hikâye
kendilerine. Orada yaşamak istiyorlarmış. Sansarlar şimdiye kadar ezilmişmiş de, şimdiye kadar onlara değer verilmemişmiş de, Sansarların ayrılma vakti gelmişmiş de, kendi ormanlarını kurma vakti gelmişmiş de falan filan. Elimde olsa şurası sizin, gidin orada yaşayın. Ne siz bu tarafa gelin ne de biz o tarafa gelelim” derdi de bunun çözüm olmayacağını biliyordu. Bu sefer diğer hayvanlar ayaklanır “Bizde ormanda ayrı bir alan istiyoruz. Onlara verildiyse bu bizim de hakkımız” diyebilirlerdi.
(…) İçindeki sıkıntıyı bastırmaya çalışan Aslan, bir ileri bir geri gelip gidiyordu bulunduğu patikada. Vakit akşamüzerini geçeli epey olmuştu. “Şimdiye kadar gelmiş olması lazımdı. Başına bir şey mi geldi acaba?” Buluşmayı ekme ihtimalini düşündü “Yok sanmam. Kurt yapmaz öyle şey. Geleceğim dediyse gelir mutlaka.” Sıkıntıyla iç geçirerek tekrar baktı ormanın derinliklerine doğru. Gelen giden yoktu. Sıkılmıştı. Ama söz veren Kurt olduğu için biraz daha beklemeye karar verdi.
-Merhaba Aslan. Seslenen Kurt’tu. Aslan, irkildiğini belli etmemek için hızla toparlandı. Kurda doğru ilerlerken karşılık verdi.
Son çeyrek yüzyılda işler çok değişmişti ormanda. Bundan yaklaşık on beş sene önce ormanın yönetimi Kurtlardaydı. O zamanlar bolluk, refah ve huzur vardı bu ağaç topluluğunun altında. En güzeli, adalet vardı. Herkesin yeri ve sınırı belliydi. Düzen vardı ormanda. Yiyecek konusu sorun olmuyor, barınak konusunda ise hiç sıkıntı yaşanmıyordu. Büyük bir aile gibiydi orman. Bu aileye yeni katılanlar olduğunda dalga dalga sevinç yayılıyordu ormana. Herkes elinden geleni yapıyordu aileye katılan bu yeni canlı için. Her şey o kadar mükemmeldi ki ayrılıkçı ırk olan Sansarların bile sesi çıkmıyordu. Daha doğrusu seslerini çıkartamıyorlardı.
-Merhaba Kurt. Nasılsın? -Ben iyiyim de seni pekiyi görmedim. -İyiyim ben de iyiyim. Geldiğini görmedim. Seslenince de irkildim biraz. Cevap vermedi Kurt. Aslan da daha fazla sürdürmedi bu hal hatır sorma faslını. Sessizliği bozan yine Kurt oldu. -Görüşmek istediğini duyunca şaşırmadım desem yalan olur. Hatta garipsedim bile denilebilir. Bulamadım ben cevabını, sen söyle bari. Bizi uzun bir süre sonra buluşturan sebep nedir?
“Bu Sansarları oldum olası sevemedim gitti” dedi içinden Aslan. “Neymiş, ormanda ayrı bir alan istiyorlarmış 49
GENCAY Hemen cevap vermedi Aslan. Söze nereden başlayacağını bilemiyordu çünkü. Toprağı eşeledi biraz vakit kazanmak için.
musun? O buluşmamızda neler konuştuğumuzu, sana neler dediğimi? -Son buluşmamız derken?
-Çakallar... Çakallar hakkında konuşacaktım. Son yıllarda iyice azıttılar. Hatta işi o kadar ileri götürdüler ki…
Güldü Kurt. Aslana bakmayarak ama onun duyabileceği bir sesle konuştu.
Lafın devamını getirmedi. Çünkü Kurt onu dinlemiyordu.
-Yapma Aslan. Dediğimi anlamayacak ya da hatırlamayacak kadar yaşlanmadın henüz.
-Dinlemeyeceksen konuşmayayım. Haklıydı. Kurdun ne demek istediğini anlamak istememişti sadece. Eninde sonunda işin buraya geleceğini biliyordu da bu kadar erken olacağını tahmin etmiyordu.
Alaycı gözlerle Aslanı süzdükten sonra tane tane konuşmaya başladı Kurt. -Dinliyorum dinliyorum merak etme. Anılara daldım da. Çakallar ha? Bir şey soracağım, son buluşmamızı hatırlıyor
(…)
50
GENCAY
GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN
51
GENCAY
BİLGİ ŞÖLENLERİNDEN
52
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.