Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

Page 1


www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22


GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 2 Sayı 15 - Nisan 2013 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com

TC’Lİ MEKTUP / Veysel Gökberk MANGA AYDINLARIN MEVCUT TARAFSIZLIĞI / Halil Hakan ERÇELEBİ BÜROKRASİ-SİYASET İLİŞKİSİNDE YANSIZLIK SORUNU / Kürşat Kemal ÇETİNKAYA DAMGALARIN GÖÇÜ -KURGAN- ÜZERİNE / Berat ASA HALİLOVA’NIN SON KİTABI: ELÇİBEY İLE BAĞIMSIZLIĞA GİDEN YOL / Emre SEVİNÇ KOLONİ TİPİ AYDIN ve EMPERYALİZM / Sadi SOMUNCUOĞLU KARANLIKTA UYANAN BİRİ / Yahya Kemal BEYATLI ÜLKÜSÜ ÜLKESİ OLAN BİR DAVA ADAMI: ALPARSLAN TÜRKEŞ / Abdullah KILAVUZ KÜLTÜR HAVZASI VE TÜRKİYELİLİK ÇIKMAZI / M. Bahadırhan DİNÇASLAN TEPKİSEL MİLLİYETÇİLİKTEN KURTULMAK / Emre ECE ÜÇ ÇOCUK ÜÇ HİKÂYE / Mehmet SÜRÜBAŞI BOŞ BİR ODA; “ÇOCUK” / Dilek AKILLIOĞLU ÇÖZÜ(LÜ)M GÖRÜŞMELERİNE DİNİ BAKIŞ: TAĞUT KAVRAMI / Mehmet UÇAK RUH ADAM’IN ÖZÜ: İNANÇ / Yunus Emre UYAR RUH ADAM’IN KÖŞESİ / Yalçın Selim PUSAT


GENCAY

TC’Lİ MEKTUP Veysel Gökberk MANGA 1- Normal hıyar, 2- Acur, 3- Kornişon. Benim bildiğim üç tip “anayasadan Türk adı çıksın”cı grup var: 1- Dünyanın hiçbir yerinde bir etnik kimliğin adının anayasada geçmediğini, bunun için Türk adının da anayasadan kaldırılmasının bir zorunluluk olduğunu söyleyenler…

Anlayışlı, vatan, milletsever arkadaşım, kardeşim; İnsan iki ayaklı bir varlıktır. Bugün, herkesin bildiği bu hakikati tekrar mecburiyetine düşmüş bulunuyorum. Hattâ üzerine biraz daha konuşacağım.

Tespit: Türk adının ilk Türk anayasalarına ne şekilde girdiğini, Türk’ün nasıl tanımlandığını kimleri kapsadığını biliyorsun. Ancak bu ad, senin sandığın kadar da muhayyel bir ad değildir. Fransa’ya vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesin Fransız olduğu gibi, Türkiye’ye vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür, buna itirazım yok. Fakat Türk ve Türklük, yalnızca Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin etrafını çeviren çelik tellerle hudutlandırılamaz. Tarihte Türk Milleti gibi bir millet bulmak, her açıdan-tarihte yaptıkları bakımından da, bugün tarihteki adıyla devletler kurmuş olması bakımından da-çok zordur. Özetle, o malzeme-i cacığa özenle anlatman gereken şudur: Türk, bir etnik kimliği ifade eden bir ad değildir.

Sokağa çıktığını farzet. Meselâ sen, Tanrı’nın sana doğuştan verdiği sıhhatini peşine takıp keyifle ve sokaklara, kaldırım taşlarına meydan okuyarak yürürken karşından tekerlekli sandalyeyle gelen bir insanı görüyorsun. Görülmemesi gereken, ayıp bir şey görmüş gibi yahut başka bir ihtimal, sıhhatinden utanarak başını öte taraflardan birine çeviriyorsun. Hattâ bazen başını hangi öte tarafa çevireceğini kestiremeyerek bir sağa, bir sola bakınıyor, her seferinde gözünü o insandan daha süratli kaçırarak kendine taraflardan taraf beğeniyorsun. Sana tek ayaklılık, ayakların sağlıklı şekilde yere basamaması, utanılacak bir şeymiş gibi geliyor. İnkâr etme. ***

2- Bu tip beynelmilel iddialara hiç bulaşmamakla birlikte, anayasada Türk demenin Türk olmayanları rencide

Benim bildiğim üç tip hıyar var:

1


GENCAY edeceğini, Türk adının anayasadan, asıl bu sebepten çıkarılması gerektiğini söyleyenler…

Şimdi, Batılı ağabeylerimizin en son projesi olarak, devlet kurumlarından TC ibâresinin yavaş yavaş kaldırıldığına şahit oluyoruz.

Öneri: Hangi Türk olmayanları? Bunu söylemiyorlar. Papua Yeni Gineliler mi alınıyormuş, Burkina Fasolular mı kızıyormuş, Mançuryalılar mı rencide oluyormuş? Yoksa…

Bu TC, Takunyalılar Cemiyeti mânâsına gelmez. Türk Milleti’nin sahip olduğu kurumlardan, sahibi Türk Milleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin adı kaldırılıyor.

3- Anayasadan Türk adının çıkarılmasını olmuş bitmiş gördüklerinden, bunun da yetmeyeceğini, hattâ bayrağın adının, devletin adının değiştirilmesini teklif edenler…

*** Sosyal medyada, benim kıymet verdiğim bir hareket başladı. İnsanlar isimlerinin başlarına, çok basit bir hesap ayarı değişikliğine giderek TC koyuyorlar. Eh, bu da bir şey. Ancak yetmez. Benim buna söyleyebileceğim tek şey budur: “Yetmez ama evet!”

Tehdit: Allah aşkına kafamızı karıştırmayın sayın dangalaklar. Önce bize Türk olmayın dediniz. Türkiyeli olacaktık. Bu sefer de Türkiye adını kaldırarak bizi bir kimlik bunalımına sokuyor, kafamızı karıştırıyorsunuz.

Bu hareket, hiçbir şey yapmadan ellerini Allah’a açıp yardım dilenmek gibi bir şeydir.

Siz, acemi emperyalistler, emperyalizmin usûllerini “içselleştirememiş” emperyalistler, bakın, uyarıyorum, biraz daha üstümüze gelirseniz, Allah korusun, Türkiyeliliği falan da bir kenara bırakıp devletin adını “Türk Cumhuriyeti” olarak değiştirmek için uğraşmaya başlayacağız. Siz de ağababalarınızdan, bizi alıştıra alıştıra ilerleyemediğiniz için azarlar yiyecek, belki, talih bu ya, deliklere süpürüleceksiniz.

Dua, hiçbir şey yapmadan elleri havaya açarak yakarmak, namaz hiçbir şey yapmadan günde beş vakit kırk rekât yatıp kalkmak değildir. Dinin o kısmını, duasını, namazını inkâr etmiyorum. Fakat duanın, namazın, ibâdetin ön şartları vardır. Allah’a yakarmak için önce, yakaracağın konuda çaba göstermek, bir şeyler yapmak zorundasın. Aksi hâlde Allah seni duymazlıktan gelir. Zaten hiçbir ön çalışma yapmadan dua etmek, bir öğrencinin hiç çalışmadığı bir sınavdan tam not almayı hayâl etmesinden farksızdır. Ellerini, istediğini vermesi için Allah’a açmadan önce çalışmak, çalışmak, çalışmak zorundasın.

*** Vatansever kardeşim, arkadaşım; Ne demiştim ilk başta: İnsan iki ayaklıdır. Bu ayakların birisi maddî, birisi manevîdir.

Yani, bu herif ne demek istiyor, diyeceksin. 2


GENCAY Bence, sosyal medyadan ismini değiştirip kendini bir devlet kurumu hâline sokman bir şeydir; ama yeterli bir şey değildir. Bundan fazla olarak, bulunduğun şehirde hangi devlet kurumunun eski tabelaları kaldırılıp yerine “TC”siz tabelalar getirildiyse onun önüne kalabalıklarla gidip sesini çıkartacaksın. Bu sesi kısmaya çalışanlar olacak, seni susturmak için ellerinden geleni yapacaklar, yılmayacaksın. Onlar birinin ağzını kapattıkça, yerine iki yeni kişi koyup bağırmaya devam edeceksin. Basını rahatsız edeceksin, taciz edeceksin. Hareketini gazetelere, televizyonlara çıkarmaları için onları zorlayacaksın. Tepkini milletin görecek. Hak, güçle, zorla alınır. Mustafa Kemal’in bize hitâbesinde belirttiği gibi, “cebren” alınır. Memleketin bazı yerleri “cebren” işgâl altındadır. Bunu anlayacaksın, anlatacaksın.

-Yaz, hiçbir şey yapmamış. Yeri belli. Makedonya Bölünmez Bir Bütündür “Üsküp ki Yıldırım Bayazıd Han diyarıdır, Evlâd-ı fâtihâna onun yadigârıdır. Fîruze kubbelerle bizim şehrimizdi o; Yalnız bizimdi, çehre ve ruhîyle bizdi o.”

Yapmazsan ne mi olur? Baştan beri diyorum ya, insan iki ayaklıdır. Yapmazsan, manevî tarafını tatmin etmiş olursun. Maddî taraf ise eksik kalır, topallar, tökezler, kaybedersin. Mağlup yaşar, mağlup ölürsün.

Bizde Üsküp dendiğinde akla, Yıldırım Bayazıd Han’dan çok Yahya Kemal gelir. Sanki Üsküp, hiçbir zaman fethedilmemiş veya kaybedilmemiştir, hep bizimdir. Şehrin alınışını ve elden çıkışını önemsemeyip Üsküp’ü bizde yazdıklarıyla ebed müddet yaşatacak olan Yahya Kemal’i, en çok sevdiği şehir İstanbul kadar Üsküp’le de bir, bütün saymamız bundandır.

Ölünce her şey bitmez. Öbür tarafta iki görevli, biri sağını, biri solunu alırlar, sorarlar: -Allah’ın ordusu olan bir milletin ferdiydin. Milletin için ne yaptın?

Yakın zamanda Makedonyalı bir ağabey ile sohbet ettik. Dünyanın herhangi bir yerinde bir araya gelen iki Türk gibi biz de önce günlük meşgaleleri konuştuk, ardından kadîm alışkanlık ve genetik kodun karşı konulmaz emri üzere “memleket meseleleri” konuşmaya başladık.

-Dua ettim. -Dua ettin; fakat ne yaptın? -Dua ettim diyorum ya. Ve sağdaki soldakine döner: 3


GENCAY Ağzını aradım, bizim başbakanın dışarıdan nasıl göründüğünü sordum. İyi görünüyormuş, yakışıklı adammış falan… Davos Olayı, çeşitli dış siyaset hamleleri ve nihayet, teröristlerin sözde silah bırakmasıyla İsrail’in bizden “OBAMA’nın isteğiyle,” aslında bir siyaset değişikliği nedeniyle özür dilemesi, yurtdışındaki itibarımızı artırıyormuş. Memnun oldum. “Ama,” dedi, “buradan işler biraz farklı gözüküyor.”

Aya Kiril ve Metody Üniversitesi’nde, Psikoloji Bölümü’nde bir Makedon Hoca, öğrencilerini tanımak için tek tek, çeşitli sorular soruyormuş. Bir öğrencisine nereli olduğunu sormuş, “Kürdistan” cevabı almış. “Öyle bir ülke yok, nerelisin?” demiş, yine aynı cevabı almış. Israr, birkaç kez daha aynı sorunun tekrarı ve hep aynı cevap: “Kürdistan.” Ve öğrenci eklemiş: “Siz tarih bilmiyorsunuz, yanlış tarih biliyorsunuz.” Makedon Hoca en sonunda, tartışmanın büyümesini istemediği için konuyu kapatmış.

Teröristlerin zafer kutlaması ağabeyi de rahatsız etmiş. Tahminimde yanılmadım. Orada çıkan gazetelerde ve haber sitelerinde teröristbaşı aponun açıklamaları da yer almış. “Terör örgütünün başı, silah bıraktıklarını açıkladı.” demişler. Ancak Diyarbakır rezaletinden bahseden olmamış. Teröristleri güya silah bırakan Türkiye, yurtdışında “muzaffer bir ülke” gibi gösteriliyormuş.

Bu olay münferit, bu Kürtçülerin sayısı da o kadar az değilmiş. “Biz 30 diyelim, sayıyı tam bilmiyorum ama en az 30 varlar.” diyor. Bunların düzenli olarak gittikleri bir kebapçı varmış. Kebapçı bir Türk. Türkçe yayın yapan kanalları, hâliyle açıp izliyormuş. Bunlar yüksek sesle Kürtçe konuşurken Türkçe kanaldan rahatsız olduklarından, televizyonu kapattırıyorlarmış.

“Bizde de Kürtler var.” dedi, şaşırdım. Hakikaten şaşırdım. “Kürtler mi?” diye birkaç kez sorarak teyit ettirdim. “Evet.” dedi. Oraya kadar gitmişler. Nasıl olduğunu sordum, anlatmaya başladı. Olduğu gibi veriyorum.

Bir gün bunlardan bir tanesi kebapçıdan çıkmış, bir taksiye binmiş. Ya inerken, ya binerken, burasını çok iyi hatırlamıyor, ağabeyimin tatlı ifadesiyle söylüyorum, öğrencinin dikkatsizliği yüzünden “otobüs, taksinin kapıyı toparlamış.” Makedon taksici zararı ödemesi gerektiğini, olayın müsebbibinin o olduğunu bu Kürtçüye anlatmaya çalışırken meraklı Arnavutlar toplanmışlar. İlk önce öğrenciyi sıkıştırmışlar. Bu, hiçbir yerde “Türk’üm” demeyen, geldiği yeri “Kürdistan” olarak gösteren herif Arnavutların Türkleri sevdiğini bildiği için, gayet bozuk Türkçesiyle zar zor cümle kurabilmiş ve “Ben Türk’üm.” demiş Arnavutlara. Arnavutların da zaten Makedonlarla

Makedonya’da birkaç yıldan beri üniversitelerde Türk öğrenciler için kontenjan açılmış. Türkiye’den öğrenciler oraya gitmeye başlamışlar. En çok “Aya Kiril ve Metody Üniversitesi”ne gidiyorlarmış. Tabiî bu kontenjandan Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşı Kürtler de yararlanmış. Buraya kadar sıkıntı yok.

4


GENCAY meseleleri varmış, taksiciyi güç kullanarak yollamışlar. Olan zavallı taksiciye olmuş.

için güttüğü, Müslüman yardım siyaseti imiş.

Arnavutlara

Ağabeyin bir akrabası toplu taşıma aracında arkadaşlarıyla giderken 30-40 yaşlarında bir Kürt bunların Türkçe konuştuğunu duymuş ve lâf atmış. Orada tartışmaya başlamışlar. Kürt, “Ben Kürt’üm.” dedikten sonra, Arnavutların sıkça kullandığı bir ezberi tekrarlamış: “Siz tarih bilmiyorsunuz. Burada Türk yok, siz Çingene’siniz. Arnavutlara haksızlık ediyor, onların hakkını yiyorsunuz.” Tabiî bunların hepsini Türkçe-ona göre Çingenece-söylemiş, orası apayrı mevzu. 18-19 yaşlarındaki Türk, Arnavut ağzıyla konuşan Kürtçüye “İn aşağıya da sana Türk’ü göstereyim.” demiş, öteki inememiş.

Daha neler neler konuştuk: Bir Taş Köprü varmış Osmanlı zamanından kalan, onun bir parçasını olduğu gibi kaldırmışlar. TİKA ve Türk siyasetçiler oradaki Türklerle el ele vermiş, parçayı geri, yerli yerine koymak zorunda kalmışlar. Fakat tahrip edilmiş, sararmış vaziyette… Şimdi de köprüye çeşitli yerlerinden zarar veriyorlarmış ki, “yıkıldı” diyebilsinler. Köprünün yanında bir cami varmış, yıkmışlar. Bir sürü şey… Bütün bunların içinde beni en çok, oraya gidip kendisini Kürdistanlı olarak gösteren Kürtçüler alâkadar etti. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Üsküp’ün duyduğu bu vakalardan haberi yok mu? Varsa, acz içinde mi? Yahut hükûmet ne düşünüyor? Parası olan her Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşı yurtdışına giderek devlet aleyhinde faaliyetlerde bulunabilir mi? Yoksa devletimizin başka plânları mı var? Bunları bilmek istiyorum. Ve büyük bir teessürle, Yahya Kemal’i daha iyi anlıyorum:

Bir de oralarda, Kumbaracı Emin Bey’in Arnavutluğu meselesi tartışılıyormuş. Emin Bey ailesi, maddî sıkıntılardan dolayı konaklarını satmak zorunda kalmışlar. Osmanlı’dan ayrılan bütün devletlerin ortak derdi olan millî tarih yaratma zorunluluğu kapsamında, Emin Bey’i Arnavut ilân etmişler. Emin Bey’in neslinden bir arkadaşı varmış ağabeyimin; bunlar, Emin Bey’in nesli, “Biz Türk’üz.” demek maksadıyla konağa gitmişler. Konağı alanlar bizimkilere “Hayır, siz Arnavut’sunuz.” demiş. Hayrete düşen aile, hiç bilmedikleri Arnavutluklarına delil isteyince onlara, İstanbul’dan gelen bir belge göstermişler. Belgede “Arnavutlara yardım edin.” yazıyormuş. Bu da galiba İstanbul’un, Arnavutları elde tutabilmek

“Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin Üsküp bizim değil? Bunu duydum için için.”

5


GENCAY

AYDINLARIN MEVCUT TARAFSIZLIĞI Halil Hakan ERÇELEBİ Aslına bakacak olursak böyle bir kaçış yolu yoktur hiçbir mekânda. İnsanı insan yapan diğer varlıklardan ayıran en büyük özelliği düşünebilmek ise; muhakkak bir fikri, seçtiği ya da ilerlediği bir çizgisi vardır o çok şeritli yolda. Tabii; Kimisi sağdan gider kimisi soldan ama bir ideolojisi vardır her durumda.

Aydın tarafsız olabilir mi?

Kendisini aydın diye nitelendiren kesimlerin genellikle gazetelerin herhangi birinde kendisine köşe kapmak yarışına girdiği şu konjektürde;

Bunun yanıtı elbette meçhul mum ışığında konuşanlarca…

Gazetecilerden misal vermek daha uygun olacaktır sanıyorum bu duruma;

Daha kendisi aydınlanmamışken kendisine “aydın” sıfatı takılan ve bu takılan sıfattan geçinen güruhların şunun bilincinde olması gerekir…

Gazetecinin de bir taraflılığı mevcuttur bazıları kabullenmek istemese de. Tabii ki bu durumun ortaya çıkmasında birçok neden yatmakta.

”Bir aydının fikirleri arkasındaki cesaretli duruşu onun ne derece aydınlanmış olduğunu gösterir halk bazında.

Örneğin: Gazetecinin yazıp çizdiği görüşlerinin; yüksek yerlerdeki insanlara dokunması ya da idrak yolları tıkalı yolsuzluk peşinde koşan varlıkların önüne aynı idrak yollarını tıkayan o taş kadar engel koymasından, engellenme ve hatta hayat kaygısına düştüğü için gazeteci aslında sahip olup da sahip değilmiş gibi davranmak zorunda bırakıldığından; kendini bu yöntemle korumak durumunda kalması…

Çünkü bu bir kişiliktir, bir duruştur; hayâsızca akan yolsuzluk deryasında… ” İnsanlar ben tarafsızım deyip de kaçmayı daha kolay buldukları için görüşlerinin biricik kaldığı o kalabalık ortamlarda; tarafsızlık isminde bir olguyu kabul edebilirler her durumda.

6


GENCAY Kimisi buna “Suskunluk Sarmalı” demekte

Tüm bunların yanında;

Kimisi de “Sessizlik Kuramı.”

Şu geçirdiğimiz zor zamanlarda bu ülkenin aydınlatılmaya ihtiyacı olduğunu düşünüyorum...

Naçizane ben ise buna ” Korkunun Ayak Sesleri” adını vermeyi daha yerinde buluyorum.

Bu aydınlanmayı, gerçekleştirecek olanların da öncelikle bunu gerçekten yapabileceklerine ve bireysellikten uzak topluma yönelik bir aydınlanma hareketi içerisinde olacaklarına samimi bir şekilde inanmaları ve kalemlerini, ifadelerini bu samimiyete dayanarak kullanmaları gerektiğine inanıyorum.

Çünkü korkunun ecele bir faydasının olmayacağı düşüncesini taşıyorum ve fikirlerin, ideallerin önüne ket vurmak sureti ile sırf bireysel menfaatleri uğruna toplumu aydınlatmak ile kendisini vazifelendiren kişi ve kurumların, aydınlatmadan uzak mum ışığında konuşmalarını büyük bir öfke ile kınıyor ve bundan duyduğum memnuniyetsizliğimi belirtmekte fayda görerek bu satırları kaleme alıyorum…

Son olarak şunu net bir şekilde ifade etmek istiyorum; Bu ülkenin mum ışığıyla aydınlanmış aydınlara ihtiyacı yoktur vesselam…

7


GENCAY

BÜROKRASİ-SİYASET İLİŞKİSİNDE YANSIZLIK SORUNU Kürşat Kemal ÇETİNKAYA Bu ikilemlerden bir tanesi bürokrasisiyaset ilişkisinin bir sonucu olan yansızlık sorunudur. Parlamenter sistemle yönetilen ülkelerde bürokrasi-siyaset ilişkisi, özünde kamu görevlileriyle siyasetçilerin üstünlük savaşı olarak tanımlanabilir. Siyasetçi halkın oylarıyla seçilmiş olmaktan ve halkı temsil etmekten dolayı belirgin bir güç ve üstünlüğe sahiptir. Siyasetçi bu gücü kullanarak bürokrasi üzerinde sınırsız bir yetkiye sahip olduğunu, yönetim aygıtının kendi içindeki ussal işleyişine şu ya da bu ölçüde müdahale edebilme yetkisine sahip olduğunu düşünebilmektedir. Kamu görevlilerinin arkasında ise halkın oyları gibi bir güç yoktur. Ancak elinde uzmanlık bilgisinden ve yönetim içindeki deneyiminden kaynaklanan öyle büyük bir güç vardır ki, o da bu gücünü kullanarak kimi zaman siyasal tercih konusu olan alanlarda kendi ağırlığını kullanarak politikacının alanına girebilmektedir. Dolayısıyla bu ilişkinin özünün, bürokrasi ile siyaset arasında üstünlük kurma, egemen olma savaşı olduğunu rahatlıkla belirtebiliriz. Bu durum ise beraberinde yansızlık sorununu getirir. Hem siyasetçi hem bürokrat yansız bir yönetim sergilemeyebilir. Aradaki dengenin sağlanması için ülkeler yansızlık sorununa çözüm aramışlardır. Bu noktada ise karşımıza iki uç örnek çıkmaktadır: ABD ve İngiltere

Modern devlet, birçok farklı işlevi bünyesinde toplayan, yurttaşlarının yaşamları üzerinde doğrudan tasarrufta bulanabilen, sosyal yaşama nüfuz edebilen; toplumu yönlendirme, düzenleme ve ona müdahale etme imkânına sahip bir iktidar örgütlenmesidir. Modern devletler, bu süreçlerin tümünü kitlesel olarak örgütlenmiş merkezi bürokrasiler aracılığıyla işletirler. Modern devletin zorunlu olarak bürokratik örgütlenmesi ile demokratik idealler arasında birtakım gerilimlerin ortaya çıktığı görülür. Bu gerilimlerin temelinde, araçsal aklın hâkimiyeti doğrultusundaki bürokrasinin, modern toplumun özellikleri açısından alternatifsiz kalması vardır. Mesleki uzmanlık bilgisi ve kurumsal ideoloji gibi iki güç kaynağı etrafında bir iktidar biçimine dönüşen bürokrasiyle, demokrasinin işleyebilmek için bu bürokrasiye mahkûm olması, birçok ikileme yol açmıştır. 8


GENCAY Geleneksel olarak ABD ülke yapısında ve yönetim paradigmasında sadece bürokratlara değil, devlete de duyulan bir güvensizlik ve kuşku hâkimdir. Bu doğrultuda ABD’de 1880’e kadar uygulanan ‘spoils system‘ adı verilen sistem, sadece parlamentonun değil bürokrasinin de temsili bir niteliğe büründürülmesini öngören bir sistemdi. 1880-1920 yılları arasında bir geçiş dönemi yaşanmış ve hem yanlı hem yansız sistem birlikte kullanılmıştır. Bugün ise ABD’deki sistem, üst düzey yönetici pozisyonlarının siyasal atama ile doldurulmasını, belli bir düzeyin altındaki kamu görevlilerinin de yeterlilik ilkesine göre göreve getirilmelerini ve kariyer sistemi çerçevesinde çalıştırılmalarını öngörmektedir. Bu sistemin temel çıkış noktası teknik yeterliliği yüksek, halkın tercihlerine politikacılar aracılığı ile ulaşan ve bu tercihlere saygı duyan bir bürokrasiyi oluşturmaktır.

TAC, o dönem görevde olan hükümeti ifade ediyor)

karşı sorumlu olan bakanının önerileri kullanılır.

arlamentoya Majesteleri’nin doğrultusunda

bir anayasal kimliğe sahip değildir; hükümetin sorumlu olduğu kamu hizmetlerini hayata geçirmek için vardır. mayan bir kariyer servisidir. i, sorunlara inandığı çözümleri önerirken hiçbir korkuya kapılmadan hareket edebilirler. İngiltere’de, bu katı kurallara rağmen zaman zaman bürokratların üstünlüğünden ve egemenliğinden bahsedilir.

Yansızlık konusunda diğer bir örnek İngiltere’dir. İngiltere’de bürokrasi-siyaset ilişkisinde tam bir yansızlık olduğunu söyleyebiliriz. Zira üst düzey bürokratların hükümetle ilişkisi kesin birtakım kurallara bağlanmış ve bu kurallar da geleneklerle desteklenmiştir. Bu yolla hem politikacıların bürokrasiye keyfi müdahalesi engellenmiş hem de bürokrasinin hükümet programlarını baltalayıcı ve engelleyici yaklaşımlarının önüne geçilmiştir. İngiltere’deki bürokrasi-siyaset ilişkisini daha iyi kavrayabilmek için 1985’de kabine sekreteri tarafından kamu yönetimin başı sıfatıyla yayınlanan genelgeye göz atmak yararlı olacaktır. Genelgeye göre;

Türkiye’deki bürokrasi-siyaset ilişkisine baktığımızda ise bürokratların tarafsızlığının sağlanması amacıyla pek çok yasal güvencenin kamu görevlilerine tanınmış olduğunu görmekteyiz. Yasalarla, memurların politikacılar tarafından keyfi olarak görevden uzaklaştırılmaları, yer değiştirilmeleri önlenmeye çalışılmıştır. Buna ek olarak yargısal denetimler de getirilmiştir. Ancak tüm bu önlemlere rağmen uygulamada farklılıklar söz konusu olabilmektedir. Bir yandan siyasetçiler bürokratlar üzerinde egemenlik kurmaya, onları kendi yanlarına çekmeye çalışırken diğer yandan da bürokratların kendilerine yakın bir siyasal 9


GENCAY parti iktidara geldiğinde büyük bir savurganlık yaptıkları gözlemlenmektedir. Ayrıca siyasal iktidar değişip yeni bir parti iktidara geldiğinde, eski iktidar döneminde çalışan bürokratların, yeni iktidar politikalarını engellediği, baltaladığı görülmektedir. Bu durumda siyasetçi de bu bürokratlarla çalışmak istememektedir; yasal boşlukları değerlendirerek ve elindeki gücü kullanarak bürokrasiyi himayesi altına almaya çalışmaktadır.

yolsuzlukların önünü açmaktadır. Bunun sonucunda devlet de vatandaşına kuşku ile bakmaya başlar ve bunu önlemek için içinden çıkılmaz birtakım düzenlemeler yaparak bu düzenlemelerin işleyip işlemediğini denetlemek için denetim mekanizmaları oluşturur. Ancak aşırı denetim ve kurallar beraberinde denetimsizliği ve keyfiliği getirir. Denetimsizlik ve keyfilik ise yolsuzluğa uygun bir ortam oluşturmakta ve güvensizliği sürekli hale getirmektedir.

Bürokrasi-siyaset ilişkisindeki tüm bu girift süreçler yönetim mekanizmasının görece olarak ciddi manada kamu yararı gözeten ve objektif bir işleyişe sahip olamadığını gösterir. Bürokrat ile siyasetçi arasındaki kuşku ve güven sorunu da devlet ile vatandaş arasında güven bunalımının oluşmasına yol açar. Kamusal politikaların işleyişinde yansızlık ilkesinin yeterince işletilemediğini gören vatandaş devlete karşı olan güvenini kaybeder. Dolayısıyla kamusal işlerini halletmek için ‘ tanıdık kişi, aracı kişi veya kurum’ yoluna gitmektedir ki bu da küçük-büyük

Sonuç olarak bürokrasi-siyaset ilişkisindeki yansızlık sorunu gerek devletvatandaş gerekse siyasetçi-bürokrat arasında ironik sonuçlar doğurmaktadır. Çözüm için yasalar önemlidir; ama yeterli değildir. Bu durumda hem politikacıların bürokratları kendi yandaşı haline getirmemeleri hem de bürokratların kamusal hizmetlerin sunulmasında parti bağlılığına son vermeleri, yansız bir biçimde görevlerini yasaların öngördüğü şekliyle yapmaları gerekir.

10


GENCAY

DAMGALARIN GÖÇÜ -KURGANÜZERİNE Berat ASA belirdi aklımda kim, neden, niçin yapmıştı bu resimleri buraya. Hayatımın geri kalanı da hep bu soruların cevabını aramakla geçti. Tabi cevapları bulmak öyle kolay olmadı. Bulana kadar 150,000 km yol kat etmiştik. Yeter mi diye kendi kendimize sorarken 2008 yılı nisan ayında yetmediğini anladık "2008 yılının nisan ayında ne olmuş ki yetmediğini anladınız?” Hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olan zaman zaman aramalar yaparım. İşte yaptığım bu aramaların birinde;

Kitabın ilk bölümünde sanatçı belgesel çekimlerinin arka planını anlatıyor bizlere. Satırlar o kadar yürekten ve samimiyetle yazılmış ki kendinizi ekibin bir parçası olarak görmeye başlıyorsunuz. Biz de sanatçının bu kurgusuna kapılıp ilk bölümünün tanıtımını bir sohbet şeklinde yapmak istedik. Kendimiz satırlardan sorular oluşturup, sanatçının metinleri ile cevaplandırdık; “Efendim, kaya resimlerine olan yolculuğunuz ne zaman ve nerede başladı?” , “2005 yılının Temmuz ayında başladık, ilk seferimiz Saymalıtaş’a idi.” “Yolculuğunuzu ve gördüğünüz tablo karşısında hissettiklerinizi bizlerle paylaşır mısınız?” "Yukarıda da dediğimiz gibi seferimiz bir temmuz ayındaydı. Temmuz ayındaydık ama dağlarda hala kar vardı. Beraber olduğum 3 yoldaşımla kurt sürülerinin uluşmaları ve tepemizde gezinen kartallarla ulaşmıştık Saymalıtaş’a. Taşları incelemeye başladığımızda birçok soru

‘Heyyyyyyy Güdül’lüler uyanınnnn… Biz beş bin yıldır Anadolu’dayız…’ diye uzayıp giden bir veri ile karşılaştım. Bunu yazan Ankara Güdül Salihler Köyü’nden Cemil Söylemezoğlu’ydu. Karlı Dağlardaki Sır Belgeseli’nden sonra buna benzer çok mesaj gelmişti. Hemen hemen hepsine ulaştım. Cemil’e ulaşmak içinde Salihler köyüne gittim. Ankara’da bir kamu kuruluşunda çalışan Cemil köyde değildi. Tabi Cemil’le irtibatı kesmedik. Sözleştik. O gün geldiğinde de Cemil’in yanına Salihler Köyü’ne gittik. Köye ulaştığımızda saat 11:00 sularıydı. Kahvede bir çay içimi vakit geçirdikten sonra hemen Cemil Söylemezoğlu ve Osman Temiz ile birlikte yollara düştük. Coğrafya çok çetindi ancak kaya yazıtlarının olduğu yere vardığımızda, öylece kala kaldım. Sanki Anadolu’nun ortasında değil de, Asya’nın ortasında bir yerde sonsuz bir 11


GENCAY bozkırdaydım. Deliklikaya ve hemen aşağılarda Gölgelidere’de yer alan resimler Orta-Asya’nın derinliklerindekilerle birebir aynıydı.”

objesini de bu gezi sırasında buldunuz. Yanlış anlamamışım değil mi?” “Evet, doğru algılamışsınız. Bu gezi sırasında gördüğümüz bir pano bile başlı başına bir belge niteliğinde idi. Üzerinde birçok dönem katmanı vardı. Erken dönem şekillerinden, geç döneme kadar şekiller barındırıyordu. Dediğim gibi sadece bu pano bile Türklerin resimden damgaya, damgadan yazıya nasıl geçtiklerinin bir kanıtı idi.”

“Bu kısa zamanda gördüklerinizin yeni bir belgesel müjdelediğini hissettiniz mi?” “Evet, ilk gördüğüm anda hissetmiştim. Aklımda bir planlamaya yapmaya başlamıştım.” “Peki ya sonra?”

“Peki, bu çalışmanızı kitap ya belgeselden önce yayınladınız mı?”

“Sonrasında 2008 yılının ekim ayında Cemil yeni bir alan daha bulduğunun müjdesini verdi. Kasım ayının ilk günlerinde, İstanbul’dan arkadaşım Yusuf Yılmaz Araç’la yola çıktık. Sakarya’da ise bize Cengiz Albayrak katılmıştı. Aziz ve Reis. Yusuf bir Aziz idi, Cengiz ise bir Reis. 11 yaşından beri hiç ayrılmamıştık. Yol boyunca sohbet ettik, eski günleri yad ettik. Salihler köyüne ulaştığımızda ise geç kalmıştık. Köyde biraz sohbetten sonra Beypazarı’na döndük. Belgesel çalışmamız bittiğinde, buradan ayrılırken bende evimden ayrılıyormuş hissi uyandıran Selam Otel’lede tanışmış olduk bu geç kalma sayesinde.

da

“Evet, gezdiğimiz alanlardan elde ettiğim görselleri ve şahsi tespitlerimi 2009 yılının Nisan ayında yayınlanan Atlas dergisinde yayınladım.” “Bu yayınınızdan sonra bize bir dönüş oldu mu?” “Hayır olmadı. Biz yayını yaparken zannettik ki birileri bizi arar bu alanları sorar ve bu alanı koruma altına alır. Ancak hiç de umduğumuz gibi olmadı. Hiç bir yerden bir geri dönüş alamadık.” “Yine bir kırılma anı ile karşı karşıyayız sanırım?”

Ertesi gün sabahın erken saatlerinde köye ulaştık. Önce, Deliklikaya ve Gölgelidere’deki resimlere gittik. Kaya resim alanlarının bir sırrı da şudur, insan her gittiğinde farklı bir şeyler bulur. Coğrafya, resimler, yazılı panonun hemen karşısında ki yer alan kurganlarla artık bir fotoğraf oluşturmuştum zihnimde.”

“Evet dediğiniz gibi umudum kırılmıştı. Hayatı akışına bırakmıştım. Benim canım sıkılmıştı ama Atlas dergisinde ki konu ile Cemil’in morali yerine gelmiş, bölgede arayışlarına devam etmişti. 2009 yılının temmuz ayında dağdan beni arayan Cemil; ‘Hocam ölecektim, kendimi dağdaki davarların sulandığı arka zor attım ama buldum’ diye heyecanla beni aradı ve

“Bir fotoğraf oluşmasından bahsettiniz. Anladığım kadarı ile bu fotoğrafın temel 12


GENCAY yeniden yollara düştük. Yanımda yine Yusuf Yılmaz Araç vardı. Ama diğer seferden farklı olarak bu sefer daha planlı hareket ettik.

gölgelenecek tek bir ağaç olmaz bile olmaz mı…Ben keşiften vazgeçtim’ diye feryat ediyordu. Doktor, fotoğraflarını gördüğü ve okumalar yaptığı alanın canlısını görme heyecanı içinde hiç ses çıkarmadan yürüyordu.” “Coğrafya engebeli bir yerdi anladığımız kadarı ile hocam?” “Sadece engebeli olsa iyi. Burası el değmemiş bir bozkır. Öyle ki kavuzlaşmış otlar paçalarımızdan girip gömlek yakamızdan çıkıyordu. Haliyle de Yusuf’un söylenmeleri eksik kalmıyordu;

Beypazarı’nda Dr. Cengiz Saltaoğlu ile buluştuk. Kendisi bir tıp doktoru olmasına rağmen eski Türk yazıtlarına gönlünü kaptırmış bir isimdi. İlkokul yıllarından itibaren bu işe gönül vermiş bir isim. Hatta sizinle onunla ilgili ilginç bir detayı paylaşmak isterim. Liseden arkadaşı olan Fatih Turan’dan dinlemiştim.

‘Aziz, bu nasıl bozkır, sağlam yerimiz kalmayacak…’ ” “Bu gezinizde en çok dikkatiniz çeken ne oldu hocam?” “Yılanlıkaya gerçekten Cemil’in heyecanlandığı kadar vardı. Üstelik burada gördüğümüz resimler öyle geç döneme ait falanda değillerdi. Tarihlendirirsek M.Ö.3000′li yıllara götürmek mümkündü. Resimleri gördüğümüz alanın üst kısmında yer alan düzlükte ise kurganlar,’oyuk’ adı ile dikilen işaret taşlarını görünce kimsede yorgunluk falan kalmamıştı.”

Bizim doktor lise yıllarında zorlandığı derslerde Runik Türk Alfabesi ile kopyalar hazırlarmış. Yabancı kelimelere karşılıklar bulur, bunları TDK’ya yollarmış. TDK’dan teşekkür mektubu bile almışlığı var ama mektup lisedeki müdürünün eline geçince fırçayı yemiş ‘bu işlerle uğraşacağınıza derslerinize çalışın’ diye. Tabi biz Cemil’in peşinde Deliklikaya, Yandaklıdere ve Gölgelidere’ye giderken farkında olmadan baya bir yol kat etmiştik. Yusuf’un serzenişleri bu kat ettiğimiz yolun ve havanın sıcaklığının farkına varmamızı sağladı;

“Bu zamana kadar anlattıklarınız geniş bir zaman dilimini içeriyor hocam.” “Evet, sabırla beklediğimiz uzun zaman dilimleri geçirdik. Yine bu zaman dilimlerinin birinin sonunda 2009 yılının aralık ayında Cemil’den yeni bir haber alıyoruz;

‘Azizzzz…. Burası bozkır ama ben bu bozkırı sevmedim bu bozkırı, Allah için 13


GENCAY ‘Hocam inanamayacaksınız, bütün alanların hepsinden çok daha fazla, büyük resimler ve yazılar var. Ayrıca sizin kurgan dediğiniz taş yığmalar var sayılamayacak kadar…’

Alanda yaptığımız ön keşif çalışması sırasında gördükleri panolar ve kurganlar arkeoloji ekibini hayretler içinde bıraktı. İlk başta literatürde olmadığından reddetseler de sonraları görüşleri olumlu yönde değişti ve bu değişimle onları Ankara’ya doğru yolcu ettik.

Bu çağrının üzerine düşünülecek bir şey kalmamıştı. Yeri az çok tahmin edebiliyordum. Yıkılanlıkaya’nın biraz daha batı kısmında kurganların ucundan görülen derin bir boğaz vardı. Tahminen Cemil orada bulmuştu aradıklarımızı. Artık belgesel kafamda şekillenmişti.”

Daha önceki çalışmalarımdan edindiğim en önemli tecrübe bana saha çalışmalarında zamana karşı yarışın olduğudur. Bunu göz önüne alıp sabah daha gün doğmadan yollara düşüyoruz artık. Asmalı yataktaki alana varmak için bir buçuk saatlik traktör yolculuğunun ardından iki saat daha yürüyüş yapmamız gerekiyor. Bu uzun seferin ardından Kağan Panosu adını verdiğimiz panoya ulaşıyoruz.

“Ve motor mu dediniz hocam?” “Hayır, tam aksine beklemeye başladık. Kış şartlarında sahada çalışmamız günlerin kısalığından ve ışığın yetersizliğinden pek verimli olmayacaktı. O yüzden baharı bekledik.

Panoya ulaştığımızda Yusuf bir kuytuda derin bir uykuya dalıyor, doktor dikkatle panoyu incelemeye başlıyor, Sinan’la ben ise çekimler üzerinde muhabbete başlıyoruz. Bu sohbetimiz esnasında ise ışık saatlerini not alıyor, ulaşım açısından kamp kuracağımız yeri belirliyorduk.”

Baharın gelişi ile beraber Yusuf Yılmaz Araç ve Sinan Yaka ile yola çıktık. Sinan Yaka, Kuruluş, Kurtuluş ve Abdülhamid düşerken gibi dev projelere imza atmış başarılı bir yapımcıdır. Kendisi bu kadar başarılı çalışmalara imza atmasına rağmen alana olan heyecanını anlatmaya sanırım kelimeler yetmeyecektir.

“Peki ya çekim günleri hocam?”

Geç saatte Beypazarı’na ulaşmıştık. Dr.Cengiz Saltaoğlu ile sabah kahvaltıda buluştuk. Ama bu sefer ekibe Ankara’dan misafirlerimizde eklenecekti, Gazi Üniversitesi Arkeoloji bölüm başkanı Doç.Dr.S.Yücel Şenyurt,Öğr.Gör.Atakan Akçay ve arkeolog Yunus Ekim.

14


GENCAY “Yoğun ve koşturma ile özetlemek mümkün. Alanda birçok akademisyeni ağırlıyoruz. Hepsi ilk şaşkınlıkları gizlemekte zorlanıyorlar. Onların alanla ilgili görüşlerini sizlere ‘danışmanların görüşleri’ diye ayrı bir bölümde anlattım.

olan yardımlarını ise ömrümüz boyunca unutamayız. Büyük özveri gösterdiler. Bir keresinde alandan dönerken kameranın çekim ayağını Taşağıl hocanın elinde görmüştüm. Böyle bir ekip ile başarıya ulaşamamak imkânsızdı.”

Bazen her şey bizim planladığımız gibi giderken bazen saatlerce ışığı beklemek zorunda kalıyoruz. Tabi zaman zaman yağan yağmur işlerimizi aksatıyor ama bu zorlu alanda çekimlerimizi on sekiz günde bitiriyoruz.”

“Tehlikeli bir durumla hiç karşı karşıya kaldınız mı peki?” “06 Haziran günü yaptığımız çekimler sıranda müthiş bir yağmur başladı. Yıldırımların ardı arkası kesilmiyordu. Hemen üzerimizdeki metal eşyaları bırakıp üçgen bir dua yerinde beklemeye başladık. Yapabileceğimiz başka bir şey yoktu, kendimizi Allah’a emanet etmekten başka.”

“18 günde böyle bir alanın çekiminde ekip çalışmasının rolü büyüktür sanırım hoca?” “Ekipte çalışan herkesle adeta birbirine kenetlenmiş zincir gibiydi. Birini çıkarsanız belgeselin büyüsü bozulur gider ve bu başarılı çalışmayı gün yüzüne çıkaramazdık. Burada isimleri zikretmek isterim;

Özetlemek gerekirse 18 günlük alanda yaşanılan bunlardı. Başlangıçta da dediğim gibi yukarıda yer alan soru cevap kısımlarına bizim en ufak bir kurgusal katkımız olmadı. Tamamen kitaptan aldığımız metinlerle gerçekleştirdik bu oto-söyleşiyi.

TRT İstanbul televizyonunun dekor ekibinde bulunan ve tam bir “zihni sinir” olan Faris alanda bizim yanımızda olmasa da hazırlık aşamasında yaptıkları ile alanda işimizi çok kolaylaştırdı. Veysel Baban ve Kamil Kontilavoğlu’nun alandaki çalışmaları ise beni kendilerine hayran bırakıyordu. Müthiş bir iş disiplini ile çalıştılar. Yerel kılavuzlarımız Osman Özdemir ve Osman Temiz ise bizlerin adeta alanda ki eli kolu oluyordu. Kimi zaman geçtiğimiz yerlerde yok olan çoban patikalarını onların yürüyüşleri ile buluyoruz. Bilal dayı köyden bize merkep ile yemek servisi yapıyor. Onun getirdikleri ile dağın başında kendimize beş yıldızlı sofraları kuruyoruz. Danışman ekibimizde yer alan hocalarımızın bizlere

Söyleşiyi okurken aklınıza “sanatçı neden böyle zahmetli bir işe katlanıyor?” diye bir soru gelebilir. Onun cevabının da yine kendi satırları ile verilim; “3 Mayıs Türkçüler gününü hep beraber kutladık” diyordu sanatçı bölümün en başında. İçinde yanan alevin kaynağını bu cümle gizliyordu. Ve alandan ayrılma zamanı geldiğinde; “Kayı damgalı panoyu ellerimle sevdim. Bu damgayı buraya kazıyan atalarıma dua ettim.” diyordu… 15


GENCAY

HALİLOVA’NIN SON KİTABI: ELÇİBEY İLE BAĞIMSIZLIĞA GİDEN YOL Emre SEVİNÇ Sevgim- millete!

Tanıyanlar veya televizyondan izleyenler bilir ki Hanım hocamızın konuştuğu ortamda herkes pür dikkat ona yönelir, kulaklar bir şey duymaz, gözler görmez olur. Hocamız güzel Türkçesiyle olayları yaşayarak anlatır, dinleyiciler kendilerini adeta olayın içinde zannederler. Hitabette bu denli güçlü olan Hanım Halilova yazma konusunda da ne kadar yetenekli, ne kadar içten olduğunu bu kitabında göstermiş. Okuduğunuzda göreceksiniz; kitap sizi içine alacak ve bitene kadar bırakmayacak. Kâh ağlamayla, kâh gülmeyle ama hep özlemle geçen bu kitabı okumaya kıyamayacaksınız. Bitmesin diye yavaş yavaş okuyacak, sayfaları yavaşça çevireceksiniz. Ancak elinizden düşüremeyeceğiniz bu kitap kısa sürede bitecek.

Vurgunluğum- İstiklale ve adalete! İtaatimhocalarıma! Borcum- dostlarıma ve meslektaşlarıma! Nefretim- yalancılara ve yüzsüzleredir!.. ELÇİBEY Azerbaycan Azatlık Hareketi’nde büyük rol oynamış, Azerbaycan kadınlarına önderlik yapmış, Elçibey’in azatlık hareketindeki en büyük yardımcılarından Hanım Halilova’nın‘’Ebulfez Elçibey İle Bağımsızlığa Giden Yol’’ adlı kitabı TöreDevlet Yayınlarından çıktı.

Kitap genel anlamda Azerbaycan Azatlık Hareketi ve Elçibey ile Hanım Halilova’nın yaşamı üzerine kurulmuş olsa da 20. yy. Azerbaycan tarihi ve Azerbaycan-Türkiye ilişkilerinden birçok kesiti de okuyucuya sunuyor. Kitabın sonunda da Sadi Somuncuoğlu, Ahmet Bican Ercilasun, Sevgi Kafalı gibi büyüklerimizin Elçibey ve Azerbaycan hakkındaki yazıları mevcut. Yine kitabın son sayfalarında Elçibey ile ilgili birçok resim de sergilenmiş. Büyük özgürlükçü, büyük demokrat Elçibey’in ölmeden önce ‘’Tarihi yaşayanların anlatması ve yazması en doğrusudur. Tarihe yanlış not 16


GENCAY düşülmemesi için yaptığımız mücadeleyi anlat.’’ diyerek vasiyet ettiği bu kitap, Hanım Halilova tarafından çeşitli konu başlıkları halinde nakış nakış işlenmiş ve akıcı bir hal almış. Ben de bu kitaptan kendimce önemli bulduğum ve not aldığım bazı olayları, bazı kesitleri sizlere sıralamak istiyorum. Kitapta aşağıda sunacağım türden birçok önemli konuya değinilmiş olsa da ben, kitabın telif haklarına ve heyecanına saygı dolayısıyla notlarımın çok az bir kısmını sunacağım. -Elçibey’in doğumu sırasında doğduğu köy olan Keleki’ye bir kurt geliyor ve ulumaya başlıyor. Kurdu vurmak isteyen köylüleri Elçibey’in babası ‘’Dokunmayın bu bir elçidir.’’diyerek engelliyor. (s.40)

-‘’Elimizde çekiç Lenin heykelini kırıyorduk.’’ Karabağ’da Ermenilerin Türkleri öldürmeye başlaması üzerine Azerbaycan halkı Lenin Meydanı’nda toplanır. Hanım Halilova o günleri şöyle anlatıyor: Öncülük ettiğim kadınlarımızla gece vakti olunca elimizde çekiçlerle Lenin’in heykelini parçalamaya çalışıyorduk. Tabii Ruslara görünmeden bunu yapıyorduk. Görseler hiçbirimizi sağ bırakmazlardı. Heykeli çekiçlerle parçalayıp kopan parçaları, torbalarla çöpe atıyorduk. Zaten Sovyetler dağılmak üzereyken de bu heykel ve bütün heykelleri yok edildi. 16 Kasım’dan 5 Aralık’a kadar gece gündüz, bu meydan hareketi sürdü.(S.134)

-‘’Türkiye’mi gördüm bundan sonra ölebilirim.’’ Hanım Halilova uçakla Yemen’e eşi Rafik İsmayılov’un yanına giderken uçak sürpriz bir şekilde Ankara’ya iniş yapar. Hanım Halilova ilk defa gördüğü ve sadece yarım saat kaldığı Türkiye’yi anlatırken gözyaşlarınızı tutamayacaksınız.(s.51-55) -Azerbaycan’ın ilk Cumhurbaşkanı Mehmet Emin Resulzade’nin Stalin’i ölümden kurtarması: Stalin, Bolşevik hareketine yeni katıldığı yıllarda Bakü’de, neft yani petrol kuyusuna atılıyor. O yılarda kuyular derin değil, 5-10 metrelik çukurlar; ama zararlı gazlarla dolu. Uzun zaman solunduğunda ölüme yol açıyor. Bunu duyan Resulzade ve arkadaşları, gidip Stalin’i kurtarıyorlar; çünkü her iki taraf da sosyal demokrat. Böylece Stalin’in Resulzade’ye bir can borcu oluyor.(S.80)

-‘’Kızım Gönül bebeği Sezen’i bırakıp yürüyüşe geldi.’’ 20 Ocak’ta Rusların tanklarla Bakü’ye girerek yaptığı katliam sonrasında Hanım Halilova’nın önderliğinde başlayan ve büyük bir halk hareketine neden olan kadın yürüyüşüne Hanım Halilova’nın kızı Gönül İsmayılov’da evde bir bebeği olmasına rağmen katılıyor. Bu anlar da kitapta şöyle 17


GENCAY anlatılıyor: Kızım Gönül, Türk kadınları olarak yürüyüş yaptığımızı duyunca yeni doğmuş bebeği Sezen’i kayınvalidesine bırakıp gelmiş.‘’Gönül, ikimiz birden ölmeyelim, sen git. Daha yeni bebeğin oldu senin;’’ dedim. Dinlemedi beni.’’Ben de Türk kadınıyım. Senin kızınım. Hiçbir kuvvet beni buradan gönderemez;’’dedi. Zaten bu harekâtta çocuklarım beni çok yordu. Çünkü ne zaman ortalık karışsa bir de bakardım, içlerinden biri çıkıp gitmiş; yürüyüşe ya da protestolara katılıyorlar.(S.161)

kurdun kulakları, şu da yüzüdür:’’ deyip onun parmaklarında şekli gösterdim. Beni kucakladı.(S.218)

-Hanım Halilova Petrol Bakan Yardımcısını’nı pataklıyor: Moraller bozuk, artık iş bitmiş, gidiyoruz. Bunlara dedim ki:’’ Ayıp olmadı mı? Elçibey gibi bir adamı koruyamadınız. Halka inmediniz. Sizi halk getirmişti, şimdi de halk yıkıyor.’’ Sonra da makam mevki peşine düştüklerini ve bazı kişilerin rüşvet aldıklarını söyledim. Petrol Bakan Yardımcısı ‘’Kim alıyor?’’ diye bağırdı. Ben de ‘’Sen alıyorsun!’’ diye karşılık verdim. Gerçekten de rüşvet alıyordu. Bana hakaret edince bu adamı orada, iyice dövdüm; Fehmi Hacıyev ve Arif Rahimov, Taşkın Bey’i elimden zor aldılar. (S.329)

- ‘’Alparslan Türkeş’e bozkurt işaretinin doğrusunu gösterdim.’’ Alparslan Türkeş 3 Mayıs 1992’de Azatlık Meydanındadır ve onu görmeye bir milyon insan gelir. Bu insanlar hep bir ağızdan ‘’Azatlık’’ diye bağırarak bozkurt işareti yapmaktadır. Türkeş bu işaretin ne anlama geldiğini sorar. O da şöyle anlatmıştır: Mitingde herkes bozkurt işareti yapıyor; ‘’Azatlık’’ diye bağırıyordu. Alparslan Türkeş, Elçibey’e bu işaretin ne olduğunu sordu. Elçibey de kendisine: ‘’Bu bize Göktürklerden kalma bozkurt işaretidir;’’dedi. Rusların simgesi ayı, Fransızların simgesi horoz, İngilizlerin aslandır. Türklerin simgesi de bozkurttur. Bozkurt, Ergenokon’dan çıkışta bize yol göstermiştir. Buna göre özgürlük mücadelesi veren insanlar bir gün, bir yol göstericinin kendilerini kurtaracağını ümit etmektedirler. Alparslan Türkeş, mitingde yapılan bozkurt işaretini çok beğendi ve kendisi de yapmaya çalıştı. Fakat metalci gençlerin kullandığı işareti yaptı. Ben ‘’Sayın başbuğum bu yanlıştır, bunu metalciler yapıyor’’dedim. Gülümsedi. Elimle doğru bozkurt işaretini yapıp ‘’Bu

Elçibey:’’Ben Peygamberimden daha çok yaşamak istemiyorum.’’ Elçibey hastalığının ağırlaşması üzerine Türkiye’ye getirilir ve Ankara Hastanesine kaldırılır. Doktorların ameliyat olması gerektiğini söylemesi üzerine Elçibey; ‘’Ben Peygamberimden daha çok yaşamak istemiyorum.’’ Diyerek ameliyatı reddeder. (s.373) Elçibey kısa bir süre sonra 22 Ağustos 2000 günü aramızdan ayrılır. Mekânı cennet olsun… Kitapta Mehmet Emin Resulzade’nin 1918’de yaktığı bağımsızlık ateşinden, 18


GENCAY Çırpınırdı Karadeniz’in yazılış hikâyesine, Elçibey’in sönen bu ateşi tekrar yakışından ona Rus desteğiyle yapılan darbeye, Hanım Halilova’nın 1990 Ocak’taki kahramanlığından, Ermenilere karşı kurduğu Kadın Taburu’na Azerbaycan’ın geçtiğimiz yüzyıl içerisinde yaşadığı birçok önemli olayı bu kitapta ayrıntılarıyla bulacaksınız.

Üniversitede Elçibey ve dava arkadaşlarının 41 numaralı odası; ışıkları hiç sönmeyen bir odaymış ki Rafik Bey’in anlattığına göre Azerbaycan’ın bağımsızlık tohumları da bu odada atılmış. Elçibey 1963’te Mısır’a mütercim olarak gitmiş. Burada Türk tarihi, Azerbaycan tarihi ve dünya düzeni hakkında araştırmalar yapmış, Zeki Velidi Togan gibi insanlarla tanışmış. Mısır’dan döndükten sonra da hoca olduğu Azerbaycan Devlet Üniversitesi’nde hocaları ve öğrencileri gruplar halinde teşkilatlandırmış, onları da bu davaya dâhil etmiştir. 1974 yılına gelindiğinde KGB Elçibey’i tutuklamış. Suçu ise milliyetçilik imiş. Cezası taş ocaklarında çalışmak olmuş. Hücresi ise adi suçluların olduğu bir hücreymiş. Aslında KGB’nin amacı bu mahkûmlara Elçibey’i öldürtmektir. Ancak Elçibey o mahkûmlar üzerinde o kadar tesirli olmuş ki onlara milliyetçiliği öğretmiş ve sevdirmiş. Mahkûmlar da ona topladıkları taşlardan özel bir oda yapmışlar ve onun yapacağı işleri üstlenmişlerdir.

... Elçibey; daha küçük yaşlardan itibaren azatlık ateşini kalbinde yakmış ve bu ateş o büyüdükçe büyümüş. Doğduğu köy olan Keleki’de ona ‘’Millet’’ lakabı takılmış. Daha 9. sınıftayken Mir Cafer Bağırov’u savunduğu için öğretmenler odasına çağırılıp düşüncelerinden vazgeçmesi istenmiş. 1957 yılında Azerbaycan Devlet Üniversite’si Arap Dili ve Edebiyatı bölümüne girmiş. Bu bölüme girmekteki asıl amacı Arap ülkelerinden birine gidip Türkiye ve 1918 yılında bağımsızlığını kazanan Azerbaycan hakkında bilgi toplamakmış. Üniversite yıllarında içindeki azatlık ateşini birçok arkadaşıyla paylaşmış ve onlarla birlikte bu uğurda mücadeleye söz vermiş.

1976 itibariyle hapisten tahliye olduktan sonra Elçibey, kalbindeki ateşi Azerbaycan halkına dağıtmaya başlar. O ateş öyle büyüyecektir ki küçük bir kalpte başlayan bu kıvılcım gün gelecek tüm Azerbaycan’a yayılacak ve Azerbaycan’ı tam bağımsız yapacaktır. 1980’li yılların sonuna doğru Elçibey, Azerbaycan halkınca sevilmiş ve benimsenmiş bir şekilde Azerbaycan Halk Cephesi’nin başına geçmiş. SSCB’nin dağılmasından sonra Azerbaycan bağımsız bir devlet olmuş ancak ülkedeki Rus yanlısı yönetim devam etmiş. Tam 19


GENCAY bağımsızlığı sağlamak ise 15 Mayıs 1992 gününe nasip olacaktır. O gün yapılan ve birçok Azerbaycanlının katıldığı yürüyüş parlamentoya kadar sürmüş. Melehat Nasibova’nın parlamentoya astığı Azerbaycan bayrağı bağımsız Azerbaycan’ın nişanesi olmuştur. Azerbaycan, Elçibey’in önderliğinde aydınların ve halkın kararlı duruşu sayesinde tek bir mermi atılmadan, başka devletlerden yardım alınmadan tamamen sivil bir devrim yapmayı başarmıştır.

kalbini ısıtmakta, bazılarının da hayallerini süslemektedir.

Hanım Halilova da Ocak 1990’da yaptığı kahramanlık başta olmak üzere Azerbaycanlı kardeşlerimizin SSCB ve Ermenilere karşı verdiği mücadelede büyük rol oynamıştır. Hayatı Azerbaycan ve Türklük’e hizmet ile geçen, bağımsızlık uğruna ailesini, canını hiçe sayan hocamız ve dava arkadaşlarına bugün-başta Azerbaycan’da yaşayanlar olmak üzereTürk âlemi çok şey borçludur.

Parlamentonun ele geçirilmesinden sonra Elçibey, yapılan seçimde Azerbaycan cumhurbaşkanı seçilmiştir. Cumhurbaşkanlığı döneminde de birçok önemli yeniliğe imza atmasına rağmen Rusların desteğiyle isyan eden -Ahmet Bican Ercilasun’un değimiyle- Süret denen bir suratsızın darbesine maruz kalmış, cumhurbaşkanı olduğu, elindeki askeri gücü kullanıp darbecilere karşı gelebileceği halde Azerbaycan’da kardeş kanı dökülmesin, milletimin kanı akmasın diyerek memleketi Keleki’ye gitmiştir. Bu gelişmeden sonra cumhurbaşkanlığı Haydar Aliyev’e geçmiştir.

O kendisine vasiyet edilen bu kitabı okuyucuya sunmuş, Elçibey’in son isteğini de yerine getirmiştir. Bu kitapta esaretin ne derece zor, özgürlüğün ne derece vazgeçilmez olduğunu bir kez daha göreceksiniz.

Elçibey’in küçük yaşlarda kalbinde oluşturduğu o azatlık ateşi bugün dünyanın dört bir yanında Türklerin

Esir Türklerin tez elden azatlığı dileğiyle…

20


GENCAY

KOLONİ TİPİ AYDIN ve EMPERYALİZM Sadi SOMUNCUOĞLU hükmetmeye başladı. Toplumda, kelime ve kavram anarşisi böylece yerleşti. Bunlar her ülkenin kendini aydın sayan zümreleri arasında peydahlandı. Biz bu duruma getirilmiş kimselere «Koloni tipi aydınlar» diyoruz. Milli toplumdan koparılmışlardır. Düşüncelerinin dünyayı, hatta kâinatı kapsadığını sanan bu gurupla herhangi bir meseleyi görüşmek, tartışmak mümkün değildir. İler tutar hiçbir tarafı bulunmayan koloni tipi aydınlarının, kendilerine sorarsanız, insanî ölçüler içinde düşündüklerini söylerler. İnsanı bilmeden insani düşünmek, ne hoş değil mi? Zaten bütün halleriyle, «Zan»lara dayandıklarını görürsünüz. Yanlarında kıyamet kopsa, küçümserler. Büyüklüğün ifadesinin, aydın insan olmanın icabının böyle davranmayı gerektirdiğini sanırlar. Milletlerine yapılan suikastlara karşı duyarlılıklarını kaybetmişlerdir. Büyüklük duygusuna dayanan bir kademeleşmeleri vardır. Aslında, bunu tam tersiyle kabul etmek en doğrusudur. Her türlü emperyalizmin köprüleri bunlardır.

Dünya şartları; bloklaşmalar ve silâh dengeleri, askerî müdahale yoluyla ülkeler üzerinde hâkimiyet kurulmasına imkân bırakmamıştır. Hâkimiyet ve üstünlük arzusunu gerçekleştirmek için askerî müdahalenin yerini, kültür ve ideolojiler aldı. Milletler birbirlerini ne kadar tanırlarsa, birbirleriyle ne kadar münasebetlere geçerlerse, rekabet de o nisbette artarak şiddetlenir. Kültür ve ideoloji yoluyla hâkimiyet kurulmasına «Yeni emperyalizm» denilmektedir. Milletlerin üstünlüklerini kültür ve ideoloji yoluyla kurma gayretleri; kelimelere, terimlere ve kıymet hükümlerine verilen manaları tahrip etti. Günlük hayatta kullanılan kelimelerden, ilmî ve siyasî terimlere kadar her mefhuma; isteklere ve kültürlere göre farklı izahlar getirildi. Köklü ve berrak bir millî kültüre sahip olmayanlar, yabancı propagandaların etkisiyle; tercihinin ne olduğunu bilemez, kendi milletinin bir ferdi gibi düşünemez duruma getirildi. Bu vasıftaki insanlardan meydana gelen bir topluluğa, sesi daha fazla çıkan propaganda merkezleri

Emperyalizm nedir? Her ideolojinin anlayışına göre verilecek cevap değişir. Meselâ: Marksist-Leninist görüşe göre; Emperyalizm, sistemle ilgili bir hastalıktır. Kapitalizmin son merhalesinden emperyalizm doğar. Kapitalistler, memleketleri dâhilinde işçi sınıfını sömürerek ülkenin bütün imkânlarını ele geçirirler. Bu safhadan sonra, geri kalmış dış memleketlere yönelirler. Onlar üzerinde bir hâkimiyet kurarlar. Kapitalizm; geri kalmış ülkelerin, kapitalist 21


GENCAY ülkede sömürülen işçilerle işbirliği yaparak isyan etmeleri sonucu yıkılacak; yerine sosyalizm ve komünizm kurulacaktır. Böylece emperyalizm de son bulacaktır. Bu tarihî gelişme, kapitalist tatbikatın kaçınılmaz bir neticesidir.

arasında bozuluyorsa, orada kuvvet kaymaları vardır. Bu sosyal bir hadisedir. Emperyalizmle mücadele; yeni yeni maceraların peşinde koşarak; silahlı, bombalı tedhiş olayları çıkararak, her sabah emperyalistlere ve emperyalizme küfrederek yapılmaz. Şiddet ve tedhiş yoluyla belki emperyalist ülkenin biri kovulur ama onun yerine başka bir emperyalist oturur. Yenisinin, eskisinden insaflı olduğunu söylemek de mümkün değildir. Emperyalizm sosyal bir olaydır, geldiği ülkede vazifesini yapar. Emperyalizmle mücadele, kuvvet dengesini lehimize değiştirmekle mümkün olur. Kısaca; kültürde, medeniyette, ilimde, teknikte en ileri milletler seviyesine ulaşmakla emperyalizmden kurtulunur.

Marksistler böyle söylemelerine rağmen, yeryüzünün büyük emperyalisti kendileri oldular. Bugünkü dünyamızda, askerî işgal yoluyla (Klâsik emperyalizm) diğer memleketleri sömürenler komünistlerdir. Kapitalist ülkeler, dünya şartlarındaki değişmeleri görerek, askerî işgalleri kaldırmışlar ve yeni bir biçimde emperyalizmi devam ettirmeye başlamışlardır. Ama buna karşılık Rusya ve Çin, pek çok milletlerin vatanlarını işgalleri altında tutmaya devam etmektedirler. Marksist iddialar, bizzat bu rejimle idare edilen ülkelerdeki uygulamalarla tekzip edinmiş, yanlışlığı ortaya konmuştur.

Bu iş; Türk Milliyetçiliği ülküsüne bağlı bir kadronun dünya siyasetinden haberli ve uyanık mücadelesiyle siyasi tercihi ele alarak, başarılabilir. Tarihinden gelen hedefi, iddiası ve tutarlı bir hayat görüşü olmayan; gündelik olayların dümen suyunda menfaat arayan çıkarcı zihniyetteki grupların memlekete ve millete verebileceği tek şey. Felâket ve sefalettir. Yukarda ifade edildiği gibi «Koloni tipi aydın» yabancı emperyalizmin köprüsüdür.

Türk Milliyetçiliğinin anlayışına göre, emperyalizm kuvvetten doğar. Bir sistem meselesi değildir. Nitekim emperyalizmi kaldırmak iddiasında bulunan marksistler başta olmak üzere, çeşitli felsefelere göre idare edilen güçlü ülkeler en geniş anlamıyla, emperyalisttirler. O halde emperyalizmin kaynağı kuvvettir. Kuvvetli olan bir devlet, zayıf olanlar üzerinde, hâkimiyet kurar. Bu bir kanundur. Kuvvet dengeleri, hangi bölgelerde ve milletler

BOZKURT DERGİSİ 1973 NİSAN SAYI 7

22


GENCAY

23


GENCAY

KARANLIKTA UYANAN BİRİ Yahya Kemal BEYATLI

Üsküp son zamanlara kadar ilk asırlardaki çeşnisini tamamıyla muhafaza etmiş bir Türk şehriydi. Murad-ı Sânî devrinin canlı bir resmi gibiydi. Halk hâlâ o lehçeyle konuşur, o türlü esvaplar giyer, o devirdeki gibi yaşardı. İhtiyarlarının kıllı göğüsleri kışın bile açık, çorap görmeyen ayaklarında uzun kırmızı yemeniler, ellerinde kol kalınlığında kısa kiraz çubuklar, omuzlarında cepkenler, bellerinde geniş kuşaklar, bacaklarında çuha çakşırlar, kaşları gözlerini ve bıyıkları ağızlarını örtecek kadar gürdü. Seciyeleri ve sıhhatleri demir gibi olan bu ihtiyarları gören bir İstanbullu, Naimâ Tarihi’nin sahifelerinden fırlamış zannederdi. Bu şehrin gençleri de çakşırlı, fermeneli, gençliğin atılganlığıyla bıçak ve tüfek oyunu oynar, tambura çalar ve türkü söyler, âdeta bir Yeniçeri Ortası’nı andırırdı; kadınları kırmızı canfesten şalvar ve bürümcük gömlek giyerler, boyunlarına sıra sıra Mahmudiyeler takarlar, ellerinin ve ayaklarının parmaklarını kınasız bırakmazlardı.

Editör Notu: Bu makale; son yıllarda ülkemizde yaşanan etnik unsurlar üzerinden yapılan bölücülüğün nerelere varabileceğini göstermesi açısından dergimize iktibas edilmiştir. Temennimiz, tarihin tekerrür etmemesidir. **** Üsküp eşrafından bir gençle görüştüm. Bu genç Rumeli’yi fetheden ilk Türklerin torunlarındandı. Humbaracızâdeler adıyla anılan ailesi Fatih devrinde Üsküp toprağına kök salmış, o toprakta büyük bir meşe gibi kocamış, ayrı ayrı hanedan dalları vermiş eski bir aileydi. Üsküp şehrinin ortasında akan Serava kenarında köhne konaklarda otururdu. Cedlerinden kalma çiftliklerden başka İshak Paşa gibi İstanbul fethinde surların üstüne Anadolu askeriyle yürümüş olan bir paşanın; İsa Bey gibi bütün Tuna ve Sava boylarını fethetmiş bir beyin evkafına mütevelliydi. Konağının herhangi penceresinden baksa bu cedlerin cami, medrese ve imaretlerinin kurşunlu kubbelerini görürdü.

Bu şehir Fatih devrinin ruhanî bir mezarlığıydı. Her köşesinde bir evliya yatardı. Halkı rivayet ederdi ki ya Bağdat’ta bir evliya fazla imiş yahut da Üsküp’te; ulemâ henüz bu bahsi halledememiş. Lâkin Üsküp’ün evliyaları hep cengâverdiler. Türbelerinin duvarlarında bir insanın taşıyamayacağı kadar ağır ve büyük paslı kılıçlar, kalkanlar, zincirler asılı dururdu. Bukağılı Baba’nın başı ucunda düşman zindanından 24


GENCAY taşıdığı bukağılar vardı. Kale içinde yatan Cafer Baba’nın kabri gülleden bir duvarla örülüydü: Düşman Üsküp’ü sardığı zaman topa tutmuş, Cafer Baba da şehrin üstüne düşürülen gülleleri daha havadayken elma tutar gibi eliyle tutar, üst üste yığar, kabrinin etrafına gülleden bir duvar örermiş. Gazi Baba, etrafında binlerce gazi ile bir tepede yatardı. Kandil geceleri Gazi Baba semti bir mum şehrâyini hâlinde görünürdü. Haydar Baba’nın türbesi Kosova Meydan Muharebesinin yolu üzerindeydi. Fakat bu şehrin bin bir evliyasını sayamayacağım.

kelimeleri, yeni eşyayı, hatta yeni şarkıları alafranga telakkî ederdi. Balık suyu idrak etmediği gibi, Üsküp de Türklüğünü idrak etmiyordu, bütün Türk şehirleri gibi kendine sadece Müslüman diyordu. Maamafih yanında kardeş unsur olan Arnavutlar vardı. Arnavutlar Rumeli’nin son senelerinde yâr ü ağyârca itibarda idiler. Sultan Ahdülhamid Arnavutları seviyordu, nazlarını çekiyordu, hatırlarını sayıyordu. O zaman milletin bu gözde oğulları Üsküp’te gerek hükûmetten, gerekse halktan, Avrupalıların gördüğü imtiyazlı muameleyi görürlerdi; İstanbullular alafrangaya özendikleri gibi, Üsküplüler de Arnavutluk’a özenmeye başladılar; bu dağlı kavmin siyasî itibarından başka kisvesi, silâhı, lehçesi de cazibeliydi. Cahil İstanbullu da Üsküp’ü bir Arnavut şehri zannediyordu; hâlâ da öyle zannedenler vardır. Bu tuhaf fıkra bu bahsi güzel tenvîr eder: Bundan yirmi sene evvel Üsküp halkı belediye reisini, Vali Hâfız Mehmed Paşa’yı istememek dâiyesiyle bir ihtilâl çıkarmış, Midhat Paşa’nın ihtilâlci hocalarından İdris Hoca’nın peşine takılarak Sultan Murad Camiine kapatmıştı; Yıldız bu ihtilâlden ürkmüş, Üsküp’ü Arnavutluk’un merkezi sandığı için -sonraları sadrazam olan- Hakkı Bey’i, Mahmud Esad Efendi’yi ve daha birkaç Bâbıâli siyasîsini heyet hâlinde göndermişti. Hakkı Bey Üsküp’e gelmiş, padişah nâmına, eşrafı davet etmiş, nasihate koyulmuş; lâkin dikkat etmiş ki, bu eşraf Türkçe konuşuyor da Arnavutça bilmiyor, isyanda çizmeden yukarıya çıkmıyor; Üsküplülerin Arnavut olmadıklarının farkına varmış ve derhâl hiddetlenmiş: “Biz de sizi Arnavut zannediyorduk, çıkınız buradan!” diye kovmuş.

Tanzimat bu şehrin yanına bir hükûmet konağı kurmuş, lâkin ahlâkına, seciyesine, zihnine nüfuz edememişti. Yine beyler ayrı, ağalar ayrı, halk ayrıydı. Bey kanından olmayan biri bey unvanını takınmaktan utanırdı. Üsküplüler bey unvanını fuzûlî takınan İstanbullu memurlara inadına efendi derlerdi. İstanbul’un fethinde kanını döktükten sonra Haliç kenarında “Üsküplü” mahallesini kurmakla İstanbul’a ilk Türk mayasını veren bu şehir, o zamanlar bir medeniyet merkeziymiş; âlimler, şairler, münşîler yetiştirmiş, Selâtin camilerine benzer camilerle, medreselerle, tekkelerle, bedestenlerle, çarşılarla bezenmiş. Maamafih medeniyeti yıkılmaktan ziyade bir göl gibi durmuştu. Çarşısı, kazzâzları, bezzâzları, haffâfları, hallâçları, bakırcıları, kuyumcuları, silâhçılarıyla olduğu gibi duruyor, çalışıyor ve işliyordu. Çırak, kalfa ve ustaların sıfatları, mevkileri, kıyafetleri eskisi gibiydi. Üsküp o kadar eski ve o kadar Türk’tü ki İstanbul’dan ve Selanik’ten gelen yeni 25


GENCAY Üsküplüler Arnavut olmadıklarına yanıyorlardı; Avusturya gibi bazı devletler Üsküp’ü Arnavut görmek ve göstermekte menfaattardılar; zaten biz de öyle biliyorduk. Her büyük şehrimizde olduğu gibi burada da leylî ve neharî bir idadî mektebi vardı. Bu mektepte Arnavutlar, Karadağlılar meccanî tahsil görürlerdi. Bir Türk’ün ücretle bile yerleşmesi güç olurdu. Arnavutlar, bugünkü felâketlerini hazırlayan o Kanunî devrinde Üsküplülere, kendilerinin tortusu bir unsur nazariyle bakarlardı.

senenin tecrübesiyle… Rumeli’de Türk hâkimiyetinin yerine geçen unsurlar hâkimiyet sıfatına liyâkat kazanamadılar, lâkin mahkûm unsurların liyâkatleri bu münasebetle daha ziyade ortaya çıktı. Devlet Rumeli’ye hâkimken Türk’ün esâmesi okunmazdı. Bilhassa Arnavut kardeşlerimizin millî faziletleri dillerde destandı. İslâmda asil unsur varsa Arnavut’tu. Arnavut cesurdu, hürdü, azimkârdı, Nuh der peygamber demezdi cinsi, dini, millî izzet-i nefsi, hakkı uğrunda pervâsızca can verirdi. Türk hâkimiyeti devrinde Arnavut’un bütün bu destan olan meziyetlerine sonraları Avrupalılar da daha ziyade revnak verdiler, dediler ki: Arnavut Asya’dan değil Avrupa’dandır, Turanlı değil Arya’dır. Türk’ü Avrupa’da tutan Arnavut’tur. Avrupalılar böyle bir sıfatla Arnavutları pehpehlediler. Sarayın gözdesi, milletin gözbebeği olan Arnavutlar medeniyetin bu iltifatlarıyla da mest oldular.

Arnavutluk’un ikbâli gitgide Arnavut milliyet nazariyesini doğurdu: Yeni Arnavut elifbâsı, siyah kartallı bayrak, büyük Arnavut devletinin hudutları alttan alta fikirlere yerleşiyordu. Bu heves yalnız Arnavutları değil, Kosova’da beş asırdan beri yerleşmiş fatih Türklerin çocuklarını da sardı. Eski Türk beylerinin, ağalarının, esnafının çocukları Arnavut Başkım kulüplerine yazıldılar, kendi kanlarına sövmenin lezzetini aldılar. Bu hevâ vü hevesin ateşini düşman yakmıştı, İstanbul da bu ateşin üzerine barutla yürüyordu. Lâkin bu hep bildiğimiz sergüzeşti burada açmayalım.

Türk idaresi zamanında Arnavut Başkım cereyanı türedi. Kosova’nın, Manastır’ın an-asıl Türk olup da Türklüğünü unutan unsurlarından nice kimse kendilerini Arnavut Başkım cereyanına bıraktılar. Sonra Rumeli parçalandı. Müslümanlar mahkûm vaziyete düştüler. Bu geçen onüç sene mahkûmlar için yaman bir imtihan devriymiş. Türkler hâkimiyetleri zamanındaki tevazulu vaziyetlerini mahkûmiyetlerinde de muhafaza ettiler, yalnız devrin değişişi Arnavutları pek ziyade söndürdü. Sırp hâkimiyeti altında yaşayabilmek için bir cemaat tesânüdü göstermek lâzım geliyordu. Arnavut kardeşlerimiz yazık ki, bu kadarcık bir tesânüdü bile göstermediler. Son intihabât iyi bir mihenkti. Türkler kırbaç, sopa,

Rumeli faciasından sonra Türk devletinin çekilişine yâr ağladı, hatta zaman zaman ağyâr da teessüf ediyor; bunu hep biliyoruz. Lâkin ben dün bu bağrı yananlardan bir gençle görüştüm. Bu genç samimî ve sıcak sesle dedi ki: “Meğerse Rumeli’nin en asil, en metin, en hâlis unsuru Türk’müş!…” Bunu nasıl anladığını sordum. Cevap verdi: “Son on üç 26


GENCAY dipçik altında kalan en ücra köylerde bile azimlerinden şaşmadılar, re’ylerini yine Müslüman kutusuna attılar.

Müslüman unsurlarını birleştirmek için Allah tarafından bir mevhibe imiş. O giderse Arnavutlar, Kürtler, Çerkezler çil yavrusuna dönerlermiş. Bugün Arnavutlar ne bir ordu, ne bir müessese, ne bir idare şebekesi vücuda getirebiliyorlar. Bir zaman Türk idaresinde ferdî kabiliyetle o kadar büyük adamlar yetiştiren bu unsur, kendi başına kalınca şaşırdı. Arnavutluk’ta âciz, Sırbistan’daysa irade-i cüz’iyesine bile sahip değil. Onüç senede Türk’ün büyük bir millet olduğunu anladık, zaman geçtikçe daha ziyade anlayacağız zannediyorum. Uyandık, lâkin karanlıkta uyandık…” dedi.

Arnavutlar bilakis dağıldılar, hâkimlerinin millî rekabeti karşısında derlenip toplanamadılar, son çareleri olan re’ylerini millî muarızları düşmanları olan fırkalara verdiler. Bu küçük bir misal. Lâkin böyle küçük misaller çok. Zaman geçtikçe meydana çıkıyor ki o tumturaktan, alâyişten, böbürlenmekten âzâde yaşayan Türk milliyeti demirden bir kitleymiş. Türk memleketinin asıl sırrı Türk’deymiş. Arnavut’u, Çerkez’i, Kürt’ü, hâkim ve metin bir millet kitlesi eden Türk mayasıymış. Bugün Rumeli’de bilfiil meydana çıkan netice ispat etti ki Türk bu devletin

(Yahya Kemal, “Karanlıkta Uyanan Biri”, Dergâh, S. 15, C. II, 20 Kasım 1921)

27


GENCAY

28


GENCAY

ÜLKÜSÜ ÜLKESİ OLAN BİR DAVA ADAMI: ALPARSLAN TÜRKEŞ Abdullah KILAVUZ gündüzünde; Hüsnü Bey, Selahattin Bey, Mehmet Asım Bey, Ragıp Tüzün Bey, Turgut Bey, Osman Zeki Bey ve Faiz Kaymak gibi Türklük gurur ve faziletiyle yoğrulmuş hocaların tedrisatından geçmeseydin; Osman Zeki Bey sana “Alparslan’a layık bir Türk ol” diyerek Ali Arslan olan ismini değiştirmeseydi; Kıbrıs’ın mevcut durumuna bakarak içinde fırtınalar kopmasaydı ne olurdu diye düşünüyorum bazen ister istemez. Sonra iki cihan güneşinin sözü geliyor aklıma: “ Bu Allah’ın takdiridir, O neyi isterse onu yapar..” Sebepler dairesini genişleterek, bizleri seninle aynı fikrin idrak sınırları çerçevesinde olsa dâhi buluşturana bin şükür…

Kâh tabutluklarda ölüme terk edilen mahkum, kâh bin dokuz yüz altmış askeri darbesini radyodan ilan eden kudretli albay, kâh askeri mahkemelerde idamı istenen bir siyasetçi, kâh evlatlarım dediği gençlerin binlercesini kendi elleriyle toprağa veren acılı baba, kâh Kâbe duvarına sırt vermiş bir mümin, kâh Çankaya yokuşunda zulme direnen bir mücadele adamı, kâh mücadeleye baş koyduğu kardeşlerin cenaze namazlarında gözü yaşlı yiğit, kâh Meclis çatısını titreten hatip, kâh ideolojik fikriyata şerh düşen bir kâtip, kâh kefeni boynunda mücahit, kâh milleti yolunda akıncı beyi…

Bizler bir tek kelamından nasiplenemesek bile dünya gözüyle, sana olan sevgisini mukaddes örtülerle bezeyerek en mahrem sadakat sandukalarında çeyizlemiş, iman ettiği gibi ölümden münezzeh olarak dirilip, sana sonsuzlukta kavuşacağı günleri beklemekte olan evlatlarınız.

Seksen senelik çileli bir ömür… Sergüzeşti tersten okuyalım bir de: Yüz elli üç sene önce dedelerin kavgaya tutuşmasaydı toprak meselesi yüzünden bir başka aileyle Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesinde Başbuğum…

Bizler omzundaki tek bir yükü bile hafifletemedik şu dâr-ı dünyada… Lâkin Bahçelievler’de başları önünde, dilinde dualarla yanı başına gelen yokuşa her tırmanışında Çankaya rüzgârına saçlarını teslim eden ve her kabrinin önünde diz çöküşünde ana karnındaki ikizini

Sultan Abdülaziz ferman buyurmasaydı Kıbrıs’a sürgününüze; Lefkoşa’da doğmasaydın bir yirmi beş kasım 29


GENCAY kaybetmiş garipler gibi hüzünlere gark olan kardeşleriniz.

Çağrı

Bizler, senin hatıran vardır diyerek dolanırken Ankara’nın dört bir köşesinde, her çakıl taşına belki ayağın değmiştir diyerek, elimizle kaldırarak bir kenara koyan arkadaşlarınız.

Geriye yürümek ile koyun koyuna hıyanet

Bizler, seni görmeden sevip, sana seni duymadan inanmış, seni görmese bile söylediklerine amentüye iman edercesine bağlanmış, ismini öğrendiğimiz günden bu yanadır ki, senin emrinde olmakla gururlanmış askerleriniz.

Erkektir ki, omuz verdiği yiğide nispette erkek!

Herkes başka hülyada, elden düşmüş emanet

Uykuda iman dolu yürekler, can çekişiyor cesaret Nerede nöbetini terk eden erler? Safların neden seyrek?

Yetmedi mi bunca yıl uyku, diril artık külünden, Miskinlik yaraşmaz sana, tut ülkü’nün elinden, Yeni bir tekbir ile sök şu pası dilinden Yükselmesi gereken sesin neden böyle titrek?

Bizler, senin yolunda sabit, senin sözünde sadık, senin imanında kabil, senin istikametin üstüne dosdoğru ve senin emanetinin sahipçisi ülküdaşlarınız.

Erkektir ki, gökleri titretebildiği nispette erkek! Sen Bedir’in tohumusun, Sakarya’nın meyvası Sen Alparslan’ın kılıcısın, Peygamber’in asası

“Aşk, ulu orta söylenmeyen / Ve dava, dönülmeyen şey demekti.” der şair..

Sen Özmen’in ruhusun, Başbuğumun rüyası, Göster cihâna kendini, karşımda durma böyle ürkek!

Bizler aşkımızı aşikâr ettik, affet. Lakin and olsun ki dönmedik davamızdan.

Erkektir ki, başı dik durabildiği nispette erkek! Ya göç git bu dünyadan, ya da devşir artık kendi özüne

Sağ elimize güneşi, sol elimize ayı verseler, yine de dönmeyeceğiz. Söz verdiğimiz gibi…

Tarihin yapraklarında kaybol, kulak ver atan sözüne

Rahat uyu Başbuğum.

Şimdi kaldırmazsan yumruğunu, yarın bakamazsın yüzüne

Kabrin nur olsun.

Duysun namert düzen, kahpe felek; insanlara tek tek!

haykır

Erkektir ki, sağ yumruğunu kaldırabildiği nispette erkek

30


GENCAY

31


GENCAY

KÜLTÜR HAVZASI VE TÜRKİYELİLİK ÇIKMAZI M. Bahadırhan DİNÇASLAN Türkler, tarihin en geniş coğrafyaya yayılmış ve bu vesileyle en çok katmanlı, girift ve anlaşılması güç kültür havzasını yaratmış milleti olmakla, hem büyük bir avantaja, hem de maalesef sorunlara gebe bir dezavantaja sahiptir. Ki zaten, büyük bir millet olmak, indirgemeci ya da yüzeysel kafanın anlayacağı gibi “tartışılmasız, nicel olarak üstün” bir millet olmak değildir, kolektif hafıza ve bilincin derinliklerinde, üstünlüğün yakalanmasına elverişli bir kültürel doku yaratacak potansiyeli haiz olmaktır. Ve bu potansiyele sahip olmak, bu potansiyelin mutlaka “kinetik”e dönüşüp, işleyeceğinin teminatını sunmaz; potansiyel işlenirken, eyleme dökülürken tutulacak yol ve benimsenecek fikri çerçeve, Nazi Almanyası mı, Sovyet Rusya mı, yoksa Jean Paul Roux’un anlattığı Hazar Kağanlığı mı olacağınızı belirler. Öyleyse Türkiye’nin sorunu, bu büyük potansiyeli gayr-ı ihtiyari ve belki çoğu zaman gayr-ı şuuri taşımak ve mutlaka kendisini zahire yansıtacak olan bu potansiyelin yöntemsiz ve çoğu zaman ajite çıkış arayışlarında, Attila İlhanvari bir soruyla “hangi yol?” sorusunun cevabını aramak ızdırabıdır.

Söz gelimi, mitolojilerdeki “demircinin hükümdar olması” motifi orta Asya kaynaklıdır ve tarihçiler bunu, “Orta Asyalı göçebe toplumlarda hükümdar olmak genelde babanızdan aldığınız ve layık olduğunuzu kanıtlama ihtiyacı duymayacağınız bir mirasla mümkün değildir, kendinizi kanıtlamanız gerekir. Ve demircinin ululanması esasında, liyakat ve yeteneğin ululanmasıdır.” şeklinde yorumlarlar. Ve çoğu zaman yazıp çizdiğim gibi cumhuriyet, Türkçü fikrin tecrübelerinin üzerine bina edilmiştir. Eksik ve yanlışları varsa, Türkçülerin eksik ve yanlışlarıdır, kazanımları da, Türkçülerin bu ülkeye kazandırdıklarıdır.

Tarihçilerin çoğunun üzerinde ittifak ettikleri bir konu var, Türklerde yönetim anlayışı “meritokrasi” yani “liyakate dayalı” yönteme çok yakındır.

Yazılarımda değindiğim “veraset çizgisi”ne göre, Türkçüler, kendi kazanımları olan cumhuriyeti benimseyip, hatalarından ders çıkarıp, daha iyi, daha güzel ve daha doğruya taşıyacakları yere; elimdir ki, bu

32


GENCAY konuda akıllı ve etraflı bir fikir ve eylem örgüsünden uzaktırlar.

götüremeyene ve lanet olsun, Türkçülüğünü bu engin ve derin veraset çizgisinde değil de, küçük aklının, bozuk psikolojisinin, dar bakışının içinde konumlandırana!

Oysa cumhuriyet, bir dönem işimize yaradıysa da, dünyanın ve ülkemizin koşullarının değişmesi nedeniyle işe yararlığını kaybetmiş ve hatta zarar vermeye başlamış “Orta Asya – Bizans” sentezine bir başkaldırış, “meritokrasi”ye, Türkçüler eliyle bir yeniden dönüştür; en azından, başlangıçtır. Eğer Türkçüler, bu kazanımı bir takım akılsızlar ve yozlaşmışların eline bırakmayıp, veraseti devam ettirseler idi, cumhuriyet, “Orta Asya – Modernizm” sentezi özelliğini muhafaza edecek ve bütün yazılarımda özlediğimi söylediğim “Türk Aydınlanması”nı yarım bırakmadan tamamlayacak ve ardından, bunun ötesine ve yukarısına da geçecekti.

Ki, bu veraset çizgisi, Türkçülerin omuzlarına, sadece Türkiye Türkleri’nin ya da Dünya Türklüğünün değil, Türk kültür havzasının etki alanı içinde bulunan bütün millet ve etnik grupların da istikbalinin sorumluluğunu yüklüyor. Öncelikle, uzun bir zaman önce ettiğim lafı tekrar edeyim: “…Türkçüler, Hun federasyonlarından Göktürk imparatorluğuna, Uygur medeniyetinden Osmanlı’ya kadar bütün rejim ve zihniyet çeşit ve değişimlerini inceler, onların üstün yanlarını anar ve över, hatalarından ders çıkarır, geleceğe bakar. Bizler, geçmişe takılı kalmış obsesifler ya da bugünden nefret eden sosyopatlar değiliz. Bizler, aldığımız her nefesi -son nefes de dahil- uğruna almayı göze aldığımız bir ırkın, Türk ırkının, beyniyiz, düşüncesinin sözcüsüyüz. ”

Ki, bir zaman önce yazdığım “Halkçılık” yazımda bahsettiğim üzre, Türkçüler halkçıdır, ve cumhuriyetin tesisi, birkaç yüzyıl boyunca aşağılanmış ve sömürülmüş Türk halkına, “artık benim dediğim olacak” deme şansı vermiştir; eğer gelişmeye ve büyümeye devam etse idi, Cumhuriyet, Türkmen’in sesi olacaktı. “Öç alırız ilk fırsatı bulanda” diyen Dadaloğlu’nun öcünü alacaktı cumhuriyet Derviş Paşalardan; halkına sırt çevirmiş “idare ehli”nden; ancak maalesef, yeni bir “elitist” kadroya terk edilmiş ve Osmanlı’ya rahmet okutan bir başka tiranlığa dönüşmüştür.

Şimdi ise, öncelikle, kültür havzası meselesinden ne anlıyorum, onu aydınlatmak gerekir. Benim gözümde Türk Milliyetçiliği, özetle ve kısaca şunu iddia eder: Türk Milleti, tarihsel süreçte geçirdiği evrimle, diğer dünya milletlerine nazaran bazı “milli” özelliklerini bileyerek daha keskin bir hale sokmuş, bozkırlı özü ve şehirli-kozmopolit tecrübesiyle, bütün milletleri, kişiliksizleştirici kapitalist evrimin yozlaştırıcılığına bulaşmadan kucaklayabilecek ve onlara sevk ve idareden sorumlu bir üst-yapı oluşturabilecek tarihi mirası ile kültürel

Türkçüler, “titreyip kendine dön”mezlerse, Dadaloğlu’nun bir ara, en acı bilgelikle öngördüğü “kalır gayrı bizim burada ölümüz” kehaneti gerçekleşecektir. Yazık, Türkçülüğünü romantizmin ötesine 33


GENCAY potansiyeli üstün bir konuma gelmiştir. Milliyetçilik fikri, Türk Milliyetçileri sayesinde Türk Milleti’nin önce tarihi mirasıyla barışması ülküsünü gerçekleştirip, ardından çağın ve mekanın şartlarına göre Türk’ün bilimsel ve kültürel birikimini artırdığında, Türk Milleti, düne, bugüne ve yarına hitap edebilen bir anlayış ve ufuk ile dünya milletlerine öncülük edecektir.

ancak bir tarihi hatıra, bir tarihi olgu olarak hatırlanacaktır.

Yani Türk milliyetçileri, sadece Türkiye’nin ya da Türk dünyasının değil, Türk kültür havzasının da talibi ve müdafii ve aynı zamanda “ilgilisi”dirler.

Temel grup ise, “ulus”tur. Ulus, devlet teşekkülü oluşturabilmiş, boy farklılıklarını mümkün olduğunca homojenize ederek, yerel davranış kodu farklılıkları baki olmakla birlikte, bir arada ve aynı çatı altında yaşama sebebiyle hakkında bir “asgari müşterek” çıkarımı yapılabilecek etnik topluluktur. “Ulus”, görece geç evrimleşmiştir, ve “millet ve milliyetçilik Fransız İhtilali akabinde türedi” diyen kafa, bu hataya bu yüzden düşmektedir: Fransız İhtilali, bu “ulus”un, özgün ve özel biçimiyle ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Yani olan, bir nevi, “millet kavramının evrimi, yeni bir ifade ve oluş tarzı”dır. (Millet Kavramının Evrimi için internette bulunabilecek aynı başlıklı yazıma bakılabilir.)

Bu kültür havzasını oluşturmak ise, tarihin satranç tahtasında çok az “millet”e nasip olmuştur. Bunu irdelemeye geçmeden önce, etnik kimlikler ve topluluklar tasnifini kendi sosyolojik anlayışıma göre nasıl yapıyorum, onu söylemeliyim. Gökalp, Durkheim’dan etkilenerek böyle bir tasnife girişmişse de, büyük ölçüde yetersiz kalmıştır. Ardından gelen sosyologlar, kendilerince toplumsal tabaka ve hiyerarşiyi şematize etmişlerdir ancak, ben bu tasnifin bütünü ile değil, “millet nedir, ulus nedir?” gibi sorularla dimağını meşgul eden bir milliyetçi olarak, şu an bizi ilgilendiren kadarını kendimce tasnif etmeye çalışacağım. (Burada kullanacağım kelimeleri tarihsel ya da sözlük anlamlarıyla değil, kendimce yüklediğim anlamlarında kullanıyorum.)

Tarihsel olarak aynı kökten gelen ancak coğrafi zorunluluklar ve farklı devlet çatıları sebebiyle farklılaşmış ulusların oluşturduğu şemsiye ise, “uruk”tur. Uruk altında uluslar görece sağlam bir homojenliğe sahip olduklarından, ulusun üzerinde, “millet”in altında bir sınıf teşkili kaçınılmazdır. Buna göre, sözgelimi Türkiye ile Azerbaycan ulusları, aynı uruktandır.

Buna göre, “boy”, en alttaki milli segment grubudur. Ki, var olmasını sadece, kimi kültürel nişlerde hala “boy”un, zayıf da olsa varlığını sürdürüyor olmasına borçludur ki, yakın bir gelecekte “boy”,

34


GENCAY Uruğun üstünde ise, “millet” yer alır; tanımını uzunca “Millet Kavramının Evrimi” isimli yazımda yapmaya çalıştığımdan, buraya sadece, “millet, dilsel, kültürel ve soya dayalı bağların biri, birçoğu ya da hepsinin zayıf ya da güçlü bağlamasıyla bir ortak tarihi sürece ancak farklı seyirlere sahip uruklar topluluğudur” demekle yetineceğim. Buna göre, Türkiye – Azerbaycan, ÖzbekistanDoğu Türkistan uluslarının oluşturduğu urukların birleşerek oluşturduğu küme, “millet”tir.

Etnik toplulukların bir şekilde “millet” basamağına ulaşması, hep bir homojenleşme ve bir alt grubun, diğerlerine cebir, kendiliğinden etkileme, dini bir aygıt olarak kullanarak bünyesine katma gibi “araçlar” (öyleyse İslamcıların düştüğü hata budur: Din, ancak bir araçtır; “kimlik”in oluşmasında pay sahibi değil, en fazla “katalizör”dür. ) sayesinde kendi kimliğini “üst-kimlik” haline getirip diğer “akraba”larına ihraç etmesi ile olur. Bu “millet”in tanımı da, mutlaka, zeitgeist’a göre değişir ki, dediğimiz gibi son değişim Fransız İhtilali akabinde Avrupa ve çevresinde yaşanmıştır. Misalen, Altaylı etnik grupların ilk birleşmesi Hun federasyonları zamanında olup, bu birleşme homojenleşmeyi artırmış ve o mirasın üzerine kurulan Göktürk devletinde, Türkler ilk defa “millet” basamağına ulaşmışlar, ardından gelen Hazar Kağanlığı’nın yıkılması ile, bu “millet” olma hali bir “de jure” özelliğe dönüşmüş, o çağdan bu çağa, ancak uruklar ya da ulusların etkin olduğu Türk millet grubu içinde alt birlikler teşekkülü halinde Türk kültürü aktarılagelmiştir. Milliyetçilerin yapmaya çalıştığı şey ise, bu “de jure” millet olma halinin, tekrar “de facto” olmasını sağlamaktır.

Bu tasnif şüphesiz ki, Türk bakışından yapılan “etnosentrik” bir tasniftir ve zaten ben sosyolojik tasniflerin bütün zaman ve mekanlarda, bütün kültürler için geçerli tasnifler yapabileceğine inanmıyorum. Yukarıdaki hiyerarşik tasnifin yatay düzleminde, bir de bağımsız bir grup var ki, onun adına “kavim” diyeceğim. Buna göre kavim, boy safhasının hala güçlü izlerinin olduğu ancak boyların bir şekilde “akraba” ya da “kökendaş” olduklarının üst-bilinçte ya da alt-bilinçte farkında oldukları, ve-fakat bir devlet teşekkülü ve bu teşekkülün homojenleştirici, Gramsci’nin “hegemonya” tabir ettiği itki gücünden tarih boyunca mahrum kaldıkları için, uluslaşamamış etnik grupların sınıfıdır. Buna göre, Çerkesler, Kürtler, hatta devletlere sahip olmuş olsalar dahi Araplar, bu gruba örnek verilebilir.

İşte burada, kültür havzası devreye girer. Kavim adını vererek terim anlamıyla tasnif ettiğimiz etnik topluluklar, coğrafi ve tarihi şartların izin verememesi nedeniyle “etkileşim”in dışında kaldıklarından, devletleşen ve dolayısıyla etkileşime, dolayısıyla ticaret ve etkin üretime izin veren yapılara eklemlenmeye çalışırlar. Bu yüzden, eskiden kozmopolitliğin, şimdi ise kapitalizmin kurallarınca işleyen bu “eklemlenerek oluşan şemsiye” 35


GENCAY mekanizması, doğru yorumlanmadan, yüzeysel ve indirgemeci bir bakışla, geçmiş “kozmopolit düzen”in yeniden ihyası ile sağlanabilir fikri, günümüz yeniOsmanlıcıları ve Türkiyelicilerinin aklına gelmektedir.

doğuşuna sebep oldu. Türk, tekrar kendisini o konuma yükseltirse, önce Osmanlı zamanında eriştiği kültür havzasına tekrar (ancak Osmanlı’nın yöntemiyle değil. Zira artık, dünya aynı dünya değil.) hakim olacak, ardından Türk Milleti’ni tekrar fiilen millet haline getirip, kültür havzasının sınırlarını Mançurya’dan İtalya’ya çizecektir.

Milliyetçiler ise, “milliyetçilik” adı altında, sebeplerini başka yazılarımda irdelediğim şekilde, “ulusçuluk” ya da “devletçilik” yapmaktadırlar. Bu sebeple, bu doğal “kültür havzası” dinamiğinin, yeniOsmanlıcılık ya da Türkiyelicilik adı altında, meselenin özüne inmeden, bu coğrafyada oluşmuş kültür havzasının “birleştirici, derleyici, regüle edici” başat unsuru olmuş “Türk”ü, “bilmem kaç etnik gruptan sadece ve herhangi biri” konumuna indirgeyici bir bakışla manipüle edilmesine etkin bir muhalefet ortaya koyamamaktadırlar.

Demek ki Türk, potansiyelinin manipülasyonu üzerine kurulmuş “vatandaş bağına dayalı milliyetçilik” (ki ulusalcılık da deniyor), “Türkiyelilik” gibi kavramlardan uzak durarak, “kültür havzası milliyetçiliği” yapmalıdır ki o zaman, Kürt meselesi de, söz gelimi Ermeni, Rum, vb. meseleleri de, çözüme ulaşacaktır. Türk’ü, Türkiye cumhuriyetinin tarihi mirasına sahip başat unsur değil de, bu ülkedeki etnik gruplardan herhangi biri konumuna indirip, “Osmanlıcılık”, “Türkiyelilik” gibi süslü fakat tehlikeli hayallerle Türkiye’yi bir etnik çorbaya, ardından kimliksiz, kişiliksiz, dolayısıyla üretkenliğini, karşı koyabilirliğini kaybetmiş, mankurt bir tüketim toplumuna, üstelik kendisi ruhunu yitirse dahi, kabuğunda yaşayan tarihi mirası ile Ortadoğu’yu kontrol etme imkânına sahip olduğu için, Amerikan emperyalizminin bekçi köpeğine çevirmeye çalışan bu kafaya karşı, Türk milliyetçilerinin tutacağı en iyi yolun bu olduğunu düşünüyorum.

Öyleyse Türk milliyetçileri, Türk milliyetçiliği yaparken, şunu hatırlamalı: Osmanlı’nın çöküşü ile Türk’e isyan eden kavimler, esasında, isyan etmekte haklı idiler. Zira bizler, yükseldiğimiz konum itibarı ile, onların bu “etkileşim” ve eklemlenme sürecini sevk ve idare etmekle mükelleftik, ancak kendimizi içinde bulduğumuz dekadans ve dejenerasyon, bizi bunu yapabilmekten alıkoydu ve maalesef bu, kültür havzamızdaki kavimlerin bize isyanı, ve İlber Ortaylı’nın “bizim milliyetçiliğimiz hep savunmadadır” dediği gibi, reaksiyoner bir Türk milliyetçiliği

Ezen bolsun karındaş kalık.

36


GENCAY

TEPKİSEL MİLLİYETÇİLİKTEN KURTULMAK Emre ECE dönüştürülmeye çalıştırılmasına mani olmak için yürütülen komünizmle mücadele hareketinin etkisi büyük. O zamanlarda milletin öz değerlerine sahip çıkmak isteyen bir hareket, şimdilerde gençlerin zihninde bir anti hareket olarak algılanıyor. 80’lerde Milliyetçi-Ülkücü olmak deyince zihinlerde anti-komünizm beliriyor. Aslında tam tanımıyla öz değerlere sahip çıkıp, onu gelecek saldırılara karşı muhafaza etmekti Milliyetçi olmak. Düşünün ki üniversitenizin kapısına şu slogan yazılıyor: “Muhammed’in Piçleri Giremez.”.

Türkler’de milliyetçilik anlayışı, Osmanlı devletinin yıkılma evresinde toprağa tohumu atılmış ve Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Zeki Velidi Togan, Mehmet Akif Ersoy gibi aydınların katkılarıyla topraktan gövdesini çıkartmıştır. İmparatorluğun yıkıldığını gören Türk aydınları mandacılığı kabul etmenin veyahut milli mücadeleyi bırakmanın Türk milletine getireceği zararı hesap edip Türk merkezli bir devlet kurma fikrini ortaya attılar. Bilindiği üzere Mustafa Kemal önderliğinde yeni bir Türk devleti, Türkiye kuruldu. Bu süreçte doğan Türk milliyetçiliği tepkisel değil, aksiyoner yani tarihe ve olaylara yön veren bir hareketti.

Buna karşı mücadele elbette ki tepkisel olacaktır. Ama bu tepkisel mücadele hareketinizi dönüştürmemeli dahası tepki gösterilecek bir durum olmadığında hareketsiz kalmamalısınız. Gündemde oluşan maddelere ne diyeceğim diye düşünmek yerine, bugün gündeme hangi konu başlığını sokmalıyım diye düşünmelisiniz. O zamanlar Komünizm fırtınasına karşı set olmaya çalışan Milliyetçiliğin, şimdiki azılı düşmanı, dış destekli ve Kürt merkezli bölücülük fikri. Bu yeni mücadelede özellikle son 8 yıldır, tepkisellik ve aksiyonerlik seçiminin en önemli zamanındayız. Milliyetçiler tepkisellikten kurtulamadığı için bölücülük karşısında mevzi kaybetmeye devam ediyor. Bir kaç

Doğuşu sırasında fikir üreten, millete yön veren bu fikir akımı, Nihal Atsız ve bazı diğer Türkçüler etrafında cereyan eden ve faşizmi karşısına alan 3 Mayıs 1944 olaylarında da aksiyonerdi ve fakat yıllar geçtikçe tepkisel bir harekete dönüştü. Bunda ülkemizin bir Moskof iline 37


GENCAY örnekle bu mücadelede tepkiselliğin bize bir şey getirmediğine bakalım.

sonra tepkisel yazılar yazıp halkı “uyandırmaya” çalıştı. Kısacası yine tepkisel milliyetçilik yaptılar. Demokratik özerklik adı altındaki bölünme adımlarına karşı durabilecek cepheyi bir araya getirmek ve bunu millete ilan etmek aksiyoner bir milliyetçilikti vefakat yapılmadı. Tepkiyle karşıladığımız DTK’nın bu ilanını milletimizin büyük bir kısmı duymadan gündemden düştü. DTK’nın çirkin yüzünü millete göstermeye yetecek hamle de karavana olmuş oldu.

Milliyetçiler şehit cenazelerinde boy gösterip slogan atmakla suçlanıyor. Şehit kanı üzerinden siyaset yapıyorlar deniyor. Bu eleştiriyi kabul etmek elbette mümkün değil fakat tepkiselliğin bize kattığı ne var? Bunu düşünmek lazım. Yani cenazede slogan atılsa terörle mücadeleye ne katkı sağlanacak ya da toplumda hangi uyanış gerçekleşecek? Bir şey katmayacak zira bunu her cenazede yapıyoruz. Şehit cenazesinde slogan atmak tepkisel bir milliyetçiliktir ama sınır boyundaki askere destek olmak için bir etkinlikte bulunmak aksiyoner bir milliyetçiliktir. Yahut terör suçlarının cezasının artırılması için yazılar yazmak, etkinlikler düzenlemek aksiyoner bir milliyetçiliktir. İdamın geri getirilmesi için referandum talep etmek aksiyoner bir milliyetçiliktir.

Örneklerden de görüleceği üzere yaşanan süreçlere tepki vermenin yanında gündemde yer bulamadığımızı, gündemi değiştiremediğimizi kabul etmemiz gerekiyor. Bu öz eleştiri, hataların düzeltilmesi için ilk adımdır. Biz neden aksiyoner olamıyoruz ve sadece yaşanan süreçleri sadece eleştirmekle yetiniyoruz? Bu soruları daha çok sormalı ve çözümler aramalıyız ki bizim belirleyeceğimiz bir gündemimiz olsun. Aksiyoner bir hareketin sonunda atacağımız manşetleri söylemenin şimdilik lüzumu yok.

Yakınlarda demokratik özerklik ilan etmişti DTK (Demokratik Toplum Kongresi) adı altındaki yapı. Bu ülkede şaşkınlıkla karşılandı ve milliyetçiler hazırlıksız yakalandığı bu süreci yine ürettiği argümanlarla tepkisel karşıladı. Hâlbuki bu ilan tahmin ediliyordu ama milliyetçiler yine olay patlak verdikten

Tanrı yolundaki yüceltsin.

38

Türk’ü

korusun

ve


GENCAY

ÜÇ ÇOCUK ÜÇ HİKÂYE Mehmet SÜRÜBAŞI Şimdi (Daha çocuk yaşta bu vatan için Çanakkale’de yiğitçe çarpışan, aslan yürekli çocuklara ithaf olunur…)

doğru düzgün bir uyku bile uyuyamamıştı. Üstü başı çamur içindeydi, arada siperlere doğru esen rüzgâr gözlerine toprak taneciklerini doldurmuş, gözleri yanıyordu. Taşıması için kollarının kuvvetinin yetmediği, ateş etmesi için de sipere yaslaması gereken tüfeğine ilişti gözleri. Namlusundan kabzasına kadar bir göz gezdirdi tüfeğine. Tüfeğinin boyu ne kadar da uzundu, kendi boyuyla kıyasladı, dört karış daha olsa benle aynı boyda olurdu diye düşünürken, bir yandan da eline bakarak dört karışını hesap etmeye çalışıyordu. Tüfeğinin bir kuş gagası gibi görünen siyah tetiğine götürdü başparmağını, soğuktu. Tetiğin soğukluğunu hissederken, diğer eliyle tüfeğinin kabzasını omuzuna yasladı. Siperde üstüne bastığı toprak yığıntısının dağılmaya başladığını hissedip, ayaklarıyla biraz daha toprak yığdıktan sonra tekrar yığıntının üstüne çıktı. Şimdi etrafı daha iyi görebiliyordu. Gözlerini kısarak ufukta taarruza hazırlanan düşman gemilerinin ışıklarına baktı, gemilerin bacalarından çıkan kara dumanlar bütün uğursuzluğuyla gökyüzüne karışıyordu. Ne istiyorlar bizden diye düşünürken, yeni bir soru beliriverdi kafasında: “Biz onlara ne yaptık ki?”

Gökyüzünü uğursuz bir siyahlık kaplamış, Çanakkale Boğazı’nı geçmeye çalışan düşman zırhlılarından atılan toplar siperlerin etrafını delik deşik etmiş, yamaçlardaki küçük ağaçlıklardan göğe dumanlar yükseliyordu. Etrafta telaş içerisinde koşuşturan askerlerin seslerine, yaralı Mehmetçiklerin feryatları karışıyor, yaralı askerlere yetişemeyen sıhhiyeden bir çavuş yardım etmeleri için siperlerdeki askerlere sesleniyordu. Düşman zırhlılarının taarruzu sırasında darbe alan toplar onarılmaya çalışılıyor, siperlerin göçmesiyle içine dolan topraklar temizlenmeye çalışılıyordu. Havanın kararmaya başlaması yapılmaya çalışılan işlerin bitmesine engel teşkil ediyordu. Henüz 13 yaşında olması sebebiyle boyu kısaydı, etrafa bakınmak için siperin içindeki toprak yığıntısının üstüne çıkması gerekiyordu. Kendini çok yorgun hissediyor, uykuya dalmamak için arada bir kendini çimdikliyordu. Zira kaç gündür devam eden düşman taarruzu sırasında

Aklındaki soruların birini cevaplamadan diğer bir soru hemen karşısına dikiliyordu. Annesine söz vermişti, ne olursa olsun gâvur düşmana karşı savaşacaktı. Hem babası da bu vatan için savaşmaya gitmemiş miydi? Babası aklından geçince 39


GENCAY göğsünde bir sıkışma hissetti, içinde tam olarak tarif edemediği bir yer acıyordu, gözleri doldu. Babası, o daha küçükken askere gitmiş ve bir daha geri dönmemişti. O da gavur düşmana karşı durmak için bizi bırakıp gitti dedi kendi kendine. Babasının yüzünü tam hatırlayamıyordu, keşke dedi keşke babam giderken biraz daha büyük olsaydım, yüzüne doya doya baksaydım. Tüm bunları aklından geçirirken karnının gurultusunu hissetti, acıkmış olduğunun farkındaydı ama bunu aklına getirmemeye çalışıyordu. En son yemeği olan buğday lapasını dün akşam yemiş, onu da yerken gavur düşman saldırıya geçmiş, yemeğini yarıda bırakmak durumunda kalmıştı. Ninesinin yaptığı gözlemeler geldi aklına… Daha pişmeye başlarken etrafa mis gibi kokular saçılır, tandırdan çıkınca da elini yakan gözlemeyi tutmak için olağanüstü bir çaba harcar, üfleye üfleye yerdi. Elindeki sıcak gözlemeyi bir sağa bir sola sallayıp türlü şaklabanlıklar yaparken annesi “Nimetle şaka olmaz” diye kendisine kızardı. Annesinin o sözleri aklına gelince dudağında bir tebessüm belirdi. Ne iyi kadındı annesi, acaba bütün anneler bu kadar iyi midir diye düşündü. Acaba annesi şimdi ne yapıyordu, kendisini bekliyor muydu? Birden doğrularak kendine kızdı, tabi ki de bekliyordur, benim ki de laf diye geçirdi içinden. Annesi, küçük kardeşi Ayşe, ninesi, dedesi, köyü, köyün altından akan küçük dere, koyunlar, ağaçlar gözünün önünden bir bir geçiyor, her seferinde de aklına o yerde geçen bir anısı geliyordu. Bir Mehmetçiğin okuduğu ezan, onu daldığı hayal aleminden uyandırıverdi, birden kendisini gerçeğin acımasızlığıyla kuşatılmış buldu. Başını ezan sesinin geldiği yöne çevirdi, biraz ilerde sadece

siluetini gördüğü ama yüzünü seçemediği iri yarı bir asker okuyordu ezanı. Askerin sesi kulağına ne kadar da güzel geliyordu. Ezan okuyan askerin sesi, köyündeki Çoban Ahmet’in sesi gibi güzeldi. Çoban Ahmet bir yandan koyunları sürerken, bir yandan da yanık sesiyle türkü söylerdi. Gâvur düşman taarruzuna ara verdiği vakit, ezan okuyan askeri bulup, ona Çoban Ahmet’in söylediği türkülerden birini söyletmeyi geçirdi içinden. İsmini bilmediği güzel sesli asker ezan okumayı bitirmiş, diğer askerler namaz kılmak için saf tutuyorlardı. Saf tutan askerleri görünce yüreğinde inanılmaz bir cesaret hissetti, tüfeğini sımsıkı kavradı, gözleri parladı, kendi kendine “Gâvur düşmana bu toprakları çiğnetmeyeceğim” diye söz verdi. Yüreğinden filizlenen duygular dudaklarından kelime kelime döküldü ; “Ne pahasına olursa olsun, geçit vermeyeceğim!” Derken düşman zırhlılarından atılan bir top mermisi, ölüm kusmak için ıslıklar çıkararak siperin ortasına düştü ve siper gül bahçesine dönüverdi… (Dinlerinden, dillerinden, Türklüğünden mahrum edilmiş, öz vatanında garip bırakılmış Türkistan’daki yiğit çocuklara ithaf olunur…)

40


GENCAY Urumçi sokakları derin bir sessizliğe gömülmüş, gecenin karanlığından istifade gözyaşlarını sessizce akıtıyordu. Etrafta sadece devriye gezen polis araçlarının ışıkları görülüyor, telsiz sesleri, sokak başlarındaki polislerin baykuş misali uğursuz kahkahalarına karışıyordu. Urumçi’de Türkler’in bulunduğu semtlerde elektrikler kesildiği için, Uygur aileleri gaz lambalarıyla idare etmeye çalışıyordu. Şehrin karanlık mahallelerinden birinde, mütevazı bir evin, bir gaz lambasıyla aydınlatılmaya çalışılan odasında bir çocuk, bir adam ve bir kadın düşünceliydi. Gaz lambasının içinde dans eden alevin yarattığı gölgeler duvarda geziniyordu. Küçük çocuk, gaz lambasının altında babasının yaralarına gözyaşları içinde, elleri titreye titreye pansuman yapan annesini izliyordu. Babası bir tekstil fabrikasında gece geç saatlere kadar çalışıyor, emeğinin karşılığının yarısı bile olmayan bir ücretle ailesine bakmaya çalışıyordu. Babası akşamüstü üstü başı kanlar içinde gelmiş, bunu gören annesi kapıda bayılıvermişti. Babasının, annesine anlattıklarından duyduğu kadarıyla fabrikada çalışan Çinliler, Uygur kadınlarına tacizde bulunmuş, buna dayanamayan Uygur erkekleri Çinlileri engellemeye çalışmıştı. Daha sonra kalabalık bir grup halinde gelen Çinli işçiler Uygur işçilere demir çubuklarla saldırmışlardı. Babası yaklaşık iki saattir düşünceli düşünceli oturuyor, arada bir ağzından “Allah büyüktür” cümlesi dökülüyordu. Babasına dikkatle bakınca yüzünün Taklamakan Çölü gibi sapsarı olduğunu farketti. Babasının bu hale getirilmesi çocuğu çok etkilemiş, akşam yemeği yemesine bile engel olmuştu. Aslında babası güçlü kuvvetli

biriydi, babasının geniş omuzları küçük çocuğa hep Tanrı Dağları’nı hatırlatırdı. Sayıca fazla olsalar gerek diye düşündü çocuk, yoksa babasını tek bir kişi asla bu hale getiremezdi. Saat epey geç olmuştu, annesi küçük çocuğa dönerek “Muhammed Batur, hadi geç oldu yat artık” dedi. Çocuk derin bir uykudan uyanmışçasına silkelendi, gözleri parladı. Adı Muhammed Batur’du, ona bu ismi rahmetli dedesi vermişti. Günlük yaşamında defalarca Muhammed Batur olarak çağrılmasına rağmen, hiçbir çağırış onu adını düşünmeye sevk etmemişti. Dedesi ölmeden önce, onunla iyi vakit geçirirdi. Dedesi Muhammed Batur’a hikâyeler anlatır, bu hikâyeleri anlatırken, adeta gençleşir, heyecanlanır, gözleri parlar, sanki cenge gidecekmiş gibi doğrulurdu. Hatta ve hatta dedesi bu hikâyeleri anlatırken kamburunu bile doğrultur, elindeki bastonunu heyecanla yere vururdu. Her hikâyeden sonra, Muhammed Batur’a döner bunları sakın unutma deyip, yavaşça tebessüm ederdi. Ona birçok hikâye anlatmıştı, ama o çoğu zaman dedesinin anlattıklarını dinler gibi yapıp az ilerde oynayan çocukları izlerdi. Sahi dedesi ona neler anlatmıştı? Gözünü gaz lambasına dikerek hatırlamaya çalıştı. Dede Korkut Hikâyeleri diye bir şeyler anlatırdı, Dede Korkut’u hep dedesinin dedesi olarak düşünmüş ama bir kez olsun bile Dede Korkut kim diye merak edip de sormamıştı. Sonra Kaşgarlı Mahmut’u anlatmıştı dedesi. Yusuf Has Hacip’i de anlatmıştı dedesi ona. Çocuk dedesinin anlattığı kişileri hatırlıyor fakat dedesinin onlara dair ne anlattığını hatırlamıyordu. 41


GENCAY Bir ara dedesi küçük çocuğa isminin niçin Muhammed Batur olduğunu anlatmaya başlamış, sonrasında da Osman Batur diye birini anlatmıştı. Kendi adı da Batur olduğu için sadece onun tamamını dikkatle dinlemişti. Dedesinin Osman Batur’a dair anlattıklarını düşündü, hikâyenin büyük bir kısmını en ince ayrıntısına kadar hatırlıyor fakat sonunu hatırlayamıyordu. Acaba hikâyenin sonunu babasına sorsa, bilir miydi? Birkaç kez babasına sormayı aklından geçirdiyse de her seferinde kendini tutmayı başardı. Çocuk bütün bunları düşünürken, annesinin sesiyle, daldığı düşüncesinden uyandı. Muhammed Batur, oğlum sen beni deli mi edeceksin kaç defadır sesleniyorum, geç oldu hadi yat artık diyordu annesi. Çocuk yavaşça doğruldu, yatağına doğru yönelmişti ki, kapı hızlı hızlı birkaç kez vuruldu. Babası kalkamadığı için kapıya annesinin bakması gerekiyordu, annesi kapıya doğru yönelirken çocuk da peşinden gitti. Annesi bir kaç kez kapıyı vuranlara “kim o” diye seslenmiş, karşıdan cevap verilmediği gibi kapı daha hızlı vurulmaya başlamıştı. Annesi çocuğu arkasına alarak kapıyı açtı, gelenler Çinli polislerdi, paldır küldür içeriye dalıp babasını sordular. Cevap bile beklemeden babasının bulunduğu odaya yönelmişlerdi bile. Babasını apar topar dışarı çıkardılar. Annesi engel olmaya çalışmış fakat onu dinlememişlerdi. Küçük Batur da Çinli polisin bacağına sarılmış, bu karşı koymaya sinirlenen polis Muhammed Batur’a okkalı bir tokat yapıştırmıştı. Polisler babasını arabaya bindirirken, ona doya doya baktı, babasının yüzünü aklına nakşetti. İçinden gelen garip bir ses, babasını bir daha göremeyeceğini söylüyordu. Çocuk karanlık dar sokaklar arasında gözden

kaybolan polis arabasına yaşlı gözlerle bakarken, dedesinin anlattığı Osman Batur hikâyesinin sonunu hatırlayıverdi. Gözyaşları arasında annesinin duyamayacağı bir ses tonuyla “Osman Batur öldürülmüştü” dedi… (Zulmün ve küfrün karanlığı altında yaşamaya direnen Filistinli çocuklara ithaf olunur…)

Güneş bütün sıcaklığıyla Gazze’yi kavururken, insanlar yıkık, virane sokakların arasında insanlar gruplar halinde, minaresi uçak bombardımanı esnasında yıkılmış camiden yükselen ezan sesine doğru yürüyorlardı. Kubbetüssahra biraz yorgun biraz garip idi ama muhteşem kubbesinin ihtişamıyla gururla ayakta duruyor adeta direniyordu. Gazze’nin köhne sokakları arasında küçük bir çocuk sıcaktan rahatsız olmuş olacak ki, yarısı yerle bir olmuş bir evin gölgesine çömelmiş, elindeki dal parçasıyla yere bir şeyler çiziyordu. Çizimi bittikten sonra ayağa kalkıyor büyük bir sanatkâr edasıyla eserini inceliyor, beğenmediği yerleri ayağıyla silip tekrar yapmaya koyuluyordu. Arada bir dinleniyor eliyle terleyen alnını siliyor, sonra kendince çok mühim olan işine yöneliyordu. Çocuk son 42


GENCAY kez ayağa kalktı, eserine bakıp olmuş dercesine kafa salladı sonra elindeki dal parçasını ortadan ikiye kırarak bir kenara fırlattı. Çocuğun yüzünden çok büyük bir işi halletmiş olmanın verdiği mutluluk ve gurur aynı anda okunuyordu. Az önce çöktüğü gölgeye tekrar oturdu. Etrafına bakındı, zira yıkık evler ve virane sokak onu çok rahatsız ediyordu. Bombardımanın olduğu geceyi hatırladı, gözlerinde bir korku beliriverdi. Bombardımanın ilk anlarında annesi ve babasıyla birlikte sığınağa girmişler, sabaha kadar da oradan çıkmamışlardı. Sabah olduğu zaman, dışarı çıkmışlar hala dumanlar tüten mahallelerine gözyaşları içinde bakmışlardı. Yüz metre ilerde oturan arkadaşı Hüseyinlerin evinin yerle bir olmuş olduğunu görünce avazı çıktığı kadar bağırmış, o yöne koşmak istemiş fakat annesi elini bırakmamıştı. “Niçin” diye düşündü, arkadaşı Hüseyin onlara ne yapmıştı? Arkadaşı Hüseyin’i düşündü, yüzünde bir tebessüm filizleniverdi. Saçları kısa traşlı, zayıf, esmer bir çocuktu Hüseyin. Abisinin küçülen kıyafetlerini giydiği için, hiçbir kıyafeti asla tam uymazdı. Bütün kıyafetleri ona bol gelirdi. Pantolonunun paçası yere sürtmesin diye sık sık pantolonunu yukarı çeker, bir yandan da gözlerini kısarak gülerdi. Hüseyin ile eski bakkalın tentesinin altında oturur, birbirlerine hayallerini anlatırlardı. Yine birbirlerine hayallerini anlatırlarken Hüseyin, “Bir gün hepimiz özgür olacağız” demişti.

şakalaşıyorlar, arada bir galeyana gelip sağa sola ateş açıyorlardı. Ahali Cuma namazında olduğu için sokaklar boştu. Bir İsrail askeri oturan küçük çocuğu fark etti, sonra yanındakilere dönüp bir şeyler söyledi. Aralarında küçük bir tartışma geçti, sonra bir asker diğer askerlerden para toplamaya başladı. Bir asker de sırtındaki çantasını çıkardı, sırtını çocuğa döndü. Bacaklarını açabildiği kadar açıp, öne doğru eğildi. Silahını küçük çocuğa doğrulttu. Birkaç kez ayağa kalkıp, konumunu iyice tahlil ettikten sonra belindeki tabancayı çıkararak eğildi, dikkatlice nişan aldı. Çocuk bütün bunlardan habersiz, oturduğu yerde arkadaşı Hüseyin’i düşünüyordu. Bir el silah sesi, Kubbe-tüs-sahra’nın maneviyatına, ruhuna tecavüz ederken, bir kurşun da küçük çocuğa doğru yol almıştı bile. Küçük çocuk, silah sesinin aniliğiyle irkilirken göğsünün sol yanında küçük bir acı hissetti. Sonra karnına doğru yayılan bir ılıklık olduğunu farketti. Tam elini göğsüne atacaktı ki Hüseyin’i karşısında görüverdi. Her zaman kendisine bol kıyafetler giyen Hüseyin’in üzerinde bu sefer, tam Hüseyin’in bedenine göre dikilmiş çok güzel kıyafetler vardı. Hüseyin ona doğru bakıp gülümsüyor, “Bir gün hepimiz özgür olacağız” diyordu. Küçük çocuk Hüseyin’e doğru yöneldi, az evvel küçük bir acı hissettiği sol yanı artık acımıyordu. Az evvel bir ağaç dalının parçasıyla çizdiği güvercin resmine baktı, gördüklerine inanamadı. Güvercinin göğsü kıpkırmızı olmuş, kanıyordu...

Küçük çocuk bunları düşünürken az ileride birkaç İsrail askeri kendi aralarında

43


GENCAY

44


GENCAY

BOŞ BİR ODA; “ÇOCUK” Dilek AKILLIOĞLU Çocukluk kavramı, birçok insana göre yaşam zincirinin doğal bir evresi olarak kabul edilmektedir. Bu evre, insanın en doğal ve yalın halidir. Yalın halde bulunan insan, boş bir kaset olarak nitelendirilebilir. Kasete yüklenecek her bilgi çocuğa yazılmış hayat haritası özelliği taşıyacaktır. Bu düşünce felsefe de Tabula rasa düşüncesi olarak 17. yüzyıl filozoflarından John Locke tarafından da öne sürülmüştür. Locke göre ”insan zihninde doğuştan gelen hiçbir şey yoktur”. Boş bir levha olan insan zihni çevresel uyaranlar ile dolacaktır. Yaşam zincirinin ilk halkası olan çocuk, Locke’nin üzerinde durduğu yönden bakıldığında boş bir odadır, bu odayı döşemek, eşyaları yerleştirmek zaman ve adım adım zihin yollarının çevre tarafından kullanılması ile mümkündür. Zihnin bütün öz niteliklerinden yoksun, hiçbir idesi olmayan, özel deyimiyle beyaz kâğıt olduğunu düşünülür ise bu zihin nasıl donatılacaktır?

Çocuğun dünyası değişmeye başlamış, giyim tarzları, oyun ve şarkılar çocuklara özgü hale gelmiştir. Çocuğun hayatı ile yetişkinin hayatı ayrılmıştır. Türk tarihinde çocukluk kavramı ise; Türklerde toplumun çekirdeği aileden oluşmaktadır. Türk aile yapısı ile ilgili olarak ailenin en önemli görevlerinden birinin beden ve ruh sağlığı açısından sağlıklı ve başarılı bireyler yetiştirmektir. Neslin devamını sağlayacak olan, evin direği rolünü üstlenecek, ailenin birlik ve dirliğini koruyacak, devamını sağlayacak yetiştirilen çocuk olarak kabul edilmiştir. Türk veraset sistemi yani ülkenin yöneticisinin belirlenmesi de tarihsel süreç içerisinde bu şekilde olmuş ve babadan çocuğa geçmiştir. Bu nedenle gerek sıradan ailelerde, gerekse hükümdar ailelerinde çocuk büyük bir önem kazanmıştır. Bu yüzden çocukların anlamı farklı olmuştur. Çocuklar yiğitlik ve savaşçılık konusunda yeterli bir hazırlığın yanında, toplumsal yapıyı düzenleyen kuralları da öğrenirler. Toplumun her ferdi adeta çocukların yetiştirilmesi için yine toplum tarafından görevlendirilmiş gibidir. Bu eğitim sürecinde milli kültür değerleri yoğun olarak kullanılmakta bu değerler içerisinde yer alan “ocağın kutsallığı ve devamlılığı” noktasında çocuk ön plana çıkmakta dün olduğu gibi bu günde değer kazanmaktadır.

Tarih boyu çocuk kavramı, kapsamı, biçimi ve tarihsel gelişimi açısından farklılıklar göstermiştir. Bu farklılıklar toplumların sosyal, kültürel gelişmesine, örgütlenmesine ve toplumun içindeki egemenlik koşullarına göre de ele alınmaktadır. Ortaçağda çocuk ve çocukluk terimi kullanılmazken çocuklar yetişkinler gibi kabul edilir, onlar gibi giyinir, kumar oynar, içki içerlerdi. 1600-1800 yıllardan sonra çocuk sağlığına, gelişimine, eğitimine önemin artması ile çocuğun insan yaşamındaki yeri değişmiştir.

Çocukluk kavramı, yaşamın belirli sürecini kapsayan insanın tüketici dönemi olarak 45


GENCAY betimlenilse bile çocuk reşit olmayan birer yurttaştır. Konumuzun girişini her çocuğun aslında birer yurttaş adayı olduğu fikri üzerinden şekillendirmeye başlarsak elimizdeki bu boş levhaya eklenecekler ve nasıl eklendikleri yer alacaktır. Çocuklar topluma hazırlanmalı ve yetiştirilmelidir. Ailenin çocuğun hayatındaki yeri günümüzde mutlak ki önemini korumaktadır. Fakat günümüzde çocukların küçük yaştan itibaren sosyal aracı olarak karşılaştıkları diğer iletişim bağı televizyondur. Televizyonların çocuklar üzerindeki etkisi, toplumun diğer kesimlerine oranla çok daha fazladır. Bu etki televizyonların sadece bilgi aktarmaları yoluyla olmayıp, daha ziyade belli davranış modelleri sunmaları suretiyle cereyan etmektedir. Bu tipler özellikle çocuklar için büyük bir taklit kaynağı olan modellerdir. Kişiliğinin oturduğu bu dönemde çocuk için model olan kişi veya olgular oldukça önemli bir işleve sahiptir.

biçimin tamamını oluşturmaktadır. Televizyon, çizgi filmler ile çocuklar hayatın içindeki parçaları anladıklarını, dünyayı tanıdıklarını kabul ederler. Çocuklar ekranda seyrettiği o kahramanı model olarak kabul edecektir.” Model kelimesi kişinin kendini özdeş tuttuğu ve duyuş, düşünüş ve davranışlarını taklit etmeye çalıştığı kimseleri ifade etmektedir.(1)” Çocuk model olarak aldığı kişilerin yaşam biçimlerine göre dünyasını şekillendirecektir. Burada aile ve TV yapımcılarına düşen görevler ise çocuklarının hayal dünyasında etkili olacak programların yapımında göstermeleri gereken hassasiyettir. TV programlarının yayın politikaları, kültürel değerler ön planda olacak şekilde planlanmalıdır. Düşsel ve kurgusal olan çizgi filmler hayal gücünü harekete geçirecek toplumun ahlaki, sosyolojik yaşamına uygun nitelikte olmalıdır. Televizyon ve çocuk, iletişimindeki en önemli konu, toplum değerlerini koruyan, anlatan yerleştiren kavramların iyi işlenmesidir. Bu konuda Türk toplumunun kimliğini koruyabilecek, kendi kültür, sanat, tarih ve diline sahip çıkacak mesajların verildiği yayın stratejileri ile ancak mümkün olabilir.

Eğitimde taklit becerisi temel öğretme biçimidir. Fakat bilinçsiz şekilde çocukta özenti tipleri örnek alma davranışa aracı olan televizyon programları, onların yaratıcı olmalarını, yeteneklerini ortaya çıkarmalarında ciddi sorunlara sebep olmaktadır. Televizyondaki taklit kaynağı tipler ve yaşam tarzları, çocuk ve gençlerin toplumun kültürel değerlerini yaşatabilmeleri açısından ayrı bir önem arz etmektedir. Çizgi filmlerdeki kahramanlar onlar için birer hayal ürünü olmaktan ziyade zihinlerindeki yaşam

KAYNAK (1): Atalay Yörükoğlu, Çocuk Ruh Sağlığı, 23. Basım, Özgür Yay. İstanbul 1998, s.100.

46


GENCAY

ÇÖZÜ(LÜ)M GÖRÜŞMELERİNE DİNİ BAKIŞ: TAĞUT KAVRAMI ÜZERİNE Mehmet UÇAK olarak görmeye başlamışlardır. İdeolojik ve sosyolojik bağlamda yaptıkları açılımlar, Kürtlerin zihinlerini yıkama sürecinde başarılı olmuştur. Allah’ın mukaddes kitabında yazmayanları, hâk olmayanları hakmış gibi göstermişlerdir. Kan dökmek, can almak gibi konularda Tanrısallaşma eğiliminde olan bu grup, Kürt- Türk düşmanlığı yaratmakta çok başarılı bir harekâtın öncüleri olmuşlardır. Tağut, kök itibari ile Arapça’ dır. ‘’ Haddini aşan mahlûk ‘’ anlamını taşır.

‘’Allah, hüküm koymada kendisine ortak kabul etmez.‘’ [Kehf:26] İlah, bu böyle buyurur. Oysa onlar, kendilerince hüküm koymaktan geri kalmazlar. Bilindiği üzere sebepsiz yere kan dökmenin dinde yeri yoktur. Fakat onlar sözde özgürlük mücadelelerinde kan dökmeyi düstur edinmişlerdir.

“Şer’i manası ise; Allah’ın koyduğu ölçüler dışında ölçüler koyan, insanı Allah’a ibadetten alıkoyan, Allah ve Rasulüne tabi olmayı engelleyendir. Bu insi ve cinni şeytan, nefis, hayvan, ağaç, para, taş, kadın, mezar olabileceği gibi; Allah’ın hükümleri dışında hükümler koyan zalim bir diktatör, halkın seçtiği seçkin bir zümre, bir meclis, bir grup bilim adamı veya Allah’ın kitabın dan kaynaklanmayan adet, alışkanlık ve düşünce (ideoloji) de olabilir.”

‘’Hüküm vermek yalnızca Allah’a mahsustur. ‘’ [Yusuf: 40] Oysa onlar, kendi doğrularını yaratarak hüküm verirler. Bölücü kararlarla ülke topraklarında yaşayan insanların sosyal ve beşerî hakları üzerinde hüküm verip olumsuz sonuçların ortaya çıkmasının baş mümessilidirler.

Günümüz tağutlarından bahsedelim. Söylemleriyle insanları yanlış yollara sevk edenler, bilerek-bilmeden yanlış anlaşılmaya sebep olarak olumsuz sonuçların ortaya çıkmasına en büyük etken olanlar, BDP vekilleri, tağutlar…

‘’İman edenler, Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenlerde tağut yolunda savaşırlar. O halde siz şeytanın dostlarına karşı savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.‘’ [4/Nisâ-76] Allah, tağut yolunda savaşmayı emreder. İnan bir insan, tağutun ne olduğunu bilerek tağutlarla mücadele etmek zorundadır. İdeolojik

İnsanın Tanrısallaşma süreci, hiçbir zaman bu kadar alevlenmemiştir. Öcalan ve BDP vekilleri, kendilerini Kürt halkının ilahı 47


GENCAY olarak insanlara Tanrısallık taslayanlara karşı mücadele vermek, ilahi bir zorunluluktur. Bu tür insanların faaliyetlerine karşı susmak, mücadele etmemek Allah’ın emirlerini hiçe saymaktır.

Devlet Bahçeli’nin fevrî bir çıkışından ötürü ülke vatandaşlarını ayrımcılığa götürebilecek bir durumda gönül verdiği lidere tağut yakıştırmasını yapabilir miydi? Refleksel olarak, bizzat benimde yaptığım gibi bir BDP Nevruz mitingini protesto etmeye giden insanları bir yiğit olarak gösteriş ve karşı tarafı da aşağılar tavırlarla yansıtma eğilimi de aslında bir tağutluk mudur? Ülke milli birliğini ve bütünlüğünü korumak amacıyla yapılan faaliyetlerin birçoğu bilinçli/bilinçsiz acaba tağutluk alâmeti olabilir mi?

‘’Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O halde kim tağutu tanımayıp, Allah’ a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. ‘’ [2/ Bakara-256] Ayet üzerinden bir çağrı: Yüce Allah, mukaddes kitabında iyi-kötü olgusunun birbirinden keskin bir şekilde ayrıldığını göstermektedir. Tağut’un ne olduğunu açıklamıştır. Bu bağlamda, Kürtçü ideolojinin faaliyetleri ve söylemleri göz önünde bulundurulduğunda bu ideolojiyi ve önderlerini tağutlukla itham edebilir, tağuta karşı dinin gerektirdiği şekilde mücadele edebiliriz.

Görüldüğü üzere, mühim sorulara mühim cevaplar aranırken cevap verilmekten ziyade yeni sorularla karşılaşılmıştır. Mevzu, çok daha fazla sorularla genişletilebilecek derecede önemlidir. Lâkin bu soruların devamı okuyucuya bırakılmış, okuyucunun vicdan süzgecinden geçirilmek için sıraya sokulmuştur.

Dinî bir olgu olan -Tağut- kavramı üzerinden gündem değerlendirmesi yapmanın daha uygun olacağı konusunda aldığım telkin[ Sağ olsun, kıymetli bir büyüğümün tavsiyedir.] doğrultusunda mukaddes kitabımızdan alıntılarla devam ettik.

Bölücü faaliyetlere tarafsız ve düşündürücü bir şekilde bakıldığında, vicdanımız bize aslında ağzımızdan çıkanlara katılmadığımızı gösterecektir. Çoğu zaman, fevrî çıkışlarımızı aslında kendi kendimize çürüttüğümüz olmuştur, olacaktır. Bu mühim meselede irdelendiğinde yine aynı sonuca ulaşılacağı şüphesiz kaçınılmaz bir gerçektir.

Buradaki asıl sorun şudur: Siyasî bağlamda tağutluk kavramı ile nitelendirilen kimseler kimlerdir? Vicdan süzgecinden geçirdiğimiz zaman, aslında çok dürüst ve nitelikli olarak nitelendirdiğimiz insanları da tağut kavramıyla bağdaştırabilir miyiz?

Din, insanî ve vicdanî her olguyu kapsayan, her hadiseyi açıklığa kavuşturan bir gerçekliktir. İslâm dini, fani hayatın her alanında[ Sosyal, siyasal, beşeri, …] bize yol gösterici bir rehberdir. Bu bağlamda günümüz popüler gündeminde yaşanan Kürtçülük - Türkçülük - Ümmetçilik Radikalcilik gibi hususlarda dinin kıstas

Mühim sorunun mühim bir cevabı vardır elbet. Örneğin, Türk milliyetçisi bir gencin, 48


GENCAY olarak alıp, uygulamalıyız. Çoğumuz, gerek internet siteleri gerekse basılı yayınları takip ederek haberi okur, köşe yazarlarını itinayla takip ederiz. Önde giden yazarların fikirlerinden esinlenir onları fikir babamız yaparız. Fakat çok az insan dışında iyi-kötü ayrımını, insanî olanı, insanî olanı fark edebilen yoktur. Birilerinin güdümünde, aslında size ait olmayan fikirlerle yola çıkarsınız, çoğumuzun yaptığı gibi. Onların izinden

gideriz, onların dedikleriyle konuşuruz. Oysa insan temelde saf ve temizdir, doğarken iyi olarak doğmuştur. Özümüzde doğruluk, iyilik, vicdan gibi olgular mevcuttur. Özgür oluşumuzda bunlara eklendiğinde aydınlanma sürecinin siyasal hayattan sosyal hayata birçok olayda vuku bulması gerekmektedir, son günlerde yaşanan olaylarda buna dâhildir. Esenlikler dilerim.

49


GENCAY

RUH ADAM’IN ÖZÜ: İNANÇ Yunus Emre UYAR Her fikriyatın ihtiyaç duyduğu çok yönlü besin kaynaklarına sahip olmak hususunda yurdun önde gelen akımı olan Türkçülük, bu özelliğini büyük ölçüde kendisine ilim, fikir ve sanat mahsulleri vermekte yarışan bir aydın kitlesine borçludur. Türk milliyetçiliğine ve tabi doğrudan Türk milletine hizmette yarışanların en azimlilerinden olan Nihal ATSIZ, her şeyden evvel akademik kişiliği sayesinde Türk düşüncesinin en verimli eserlerinin müelliflerinden olmuştur. Türkçülük ve doğrudan Türk milleti, ihtiyacı olan ilmin önemli bir kısmını onun sürgünlerle geçen ömrüne rağmen ortaya koyabildiği on yedi akademik eserle, fikri bugün sekiz ciltte toplanabilen çeşitli dergilerde sürgünlere, hapis cezalarına maruz kalmak pahasına yayınladığı makalelerle ATSIZ’da bulmuştur. Bir süre sonra bir hareket haline gelen milliyetçiliğin anarşi dönemindeki psikolojiyle belki de en çok ihtiyaç duyduğu romantik yönü ise önemli kaynaklarını yine ATSIZ’da, onun romanlarında ve şiirlerinde bulmuştur.

Fetret devrinin çağdaş bir tahlili mahiyetindeki Deli Kurt, Köktürk çağının bir tarihçi gözüyle izlenip bir sanatçı eliyle ortaya konduğu Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor, kapitalist düzenin her gün onlarca Türk gencinin maneviyatına kastettiği ve bir maneviyat aşığı olan aydın için elem verici olan gidişata “dur” demek mahiyetindeki Ruh Adam, yurdu tehdit eden faşizme karşı “Şehitlerden elli milyon bekçisi olan / Aşılmaz bir kayadır bu ebedi vatan…” diye haykıran Davetiye… Türk soyuna olan bağlılığı ve kurulu düzene karşı “susmaz” şahsiyeti nedeniyle çektiği hapis cezası onda son eserini tamamlamak için güç bırakmamıştı. İlmi çalışmalarını sürdürecek yeterliliği de kalmamıştı. Her şeyden evvel bir bilim adamının ilmi çalışmalarının, bir şairin şiirlerinin, mütefekkirin makalelerinin ve romancının romanlarının önüne böylesine kirli siyasi bir set çıkmamış olsaydı hiç kuşkusuz evvela Türk milleti ve umumi manada insanlık âlemi onun kaleminden yeni eserler kazanmış olacaktı. Kaybeden hiçbir zaman Nihal ATSIZ olmamıştır. Kaybeden ilim, fikir ve sanat dünyası olmuştur. İşin en talihsiz yanı kültür dünyasından bir yıldızı zorla söküp almak cüretini göstererek insanlık âlemine bu kaybı yaşatanın Türk devleti olmasıdır. Sözü edilen çok yönlü özellikleriyle ATSIZ birçok araştırmacıya konu olmuş, eserleri türlü bakış açılarıyla tahlillere tabi tutulmuş, hala da tutulmaktadır. Onu anlamak kolay iş değildir. Nitekim büyük eserler çift katmanlıdır. Üstte kalan 50


GENCAY katman, yani yüzeysel olan avama hitap eden ve yalnız onlarca anlaşılabilecek olan kısım, derinlikli olan alt tabaka ise ilmi gözlere mahsus olan kısımdır. Onun eserlerinin ve doğrudan fikriyatının derinliklerine inmek hiç kuşkusuz uzun yıllar alacaksa da üzerindeki her bir tahlil bu yolda bir adım sayılmalıdır.

umumi fikriyatı her şeyin önüne maneviyatı koyan ATSIZ’ı tanıyanlar için pek şaşırtıcı olmayacak, onun makalelerinde işlediği fikirlerin roman bünyesindeki bir uzantısı görülecektir. İptida romandaki kahramanların yüklendiği manayı görebilmek için her birinin sembolize ettiği kavramları kısaca sıralamakta fayda vardır. Ana kahraman Selim Pusat’ın eşi Ayşe, fedakârlığıyla gelenekli Türk ailesini, Güntülü babası hakkında bilgi olmamasıyla soysuz ve yalnızca şekilde kalan madde güzelliğini, Leyla bir hanedan mensubu olmasıyla maneviyata intikal edebilen soylu güzelliği, Şeref en yakın arkadaşı Pusat’ın gidişatına olağan dışı müdahaleleriyle şerefi, Yek hiçbir milliyete mensup olmadığını söylemesiyle de kendini ele veren kötülük odağı şeytanı temsil eder. İnanç hissesini almak için de Selim Pusat’ın daha ayrıntılı anlatılması gerekir.

Hangi yönden bakılırsa bakılsın Ruh Adam bir hikmetler yumağı görünümündedir. Onda her renkten milletin kendisine çıkaracağı dersler sanat sihriyle teşekkül etmiş bir örüntü halindedir. Bunlardan zihni gücün yettiği ölçüde dersler çıkarmak tahliller yapmak çabası eserden üst düzeyde fayda sağlamanın birkaç aciz adımı olacaktır. Sözü edilen sihirli örüntü İrfan Yayınevi’nin tanıtımında şu ifadelerle nitelenmeye çalışılmıştır: Müellifin tarihi romanlarını okumuş olanlar, tarihi bir roman gibi başlayan bu eserin öyle olmadığını görecek, sayfalar ilerledikçe kendilerini aşırı bir sembolizmin içinde bulacaklardır.

Selim Pusat ilk bölümlerde okura müthiş bir irade abidesi şeklinde sunulur. İlerleyen sayfalarda asıl değişim bu özelliği üzerinden olacaktır. Bunu ana kahramana verilen askerlik mesleğiyle pekiştiren yazar yer yer kurguladığı diyaloglarla bunu iyice hissettirir. Asker olmak Pusat ile bütünleştirilir ve onun karakterinin ana hatlarını belirler. Hepsinden önemlisi askerlik mesleği Selim Pusat’ın bir inancı olarak gösterilir. Onun şahsiyetini belirleyen başat amil olmasından, ruh dengesinin bozulma sebebinin ondan uzak kalmak olmasına kadar türlü vakalar okuyucuya bunu hissettirmek üzere düzenlenmiştir.

Burada sözü edilen hikmetler yumağından çıkarılması gereken derslerden yalnızca biri ele alınacaktır. O da peşinen söylenmelidir: “inancın önemi”. İnanç mefhumunun önemi okura ana kahramanın başından geçen bir aşk hadisesiyle anlatılır. Mehmet AYDIN’ın “Bön okuyucu” olarak nitelediği okur tipi tarafından tabi olarak “iradesizlik numunesi izletildiği, gayri meşru ilişki propagandası yapıldığı, ailenin temeline dinamit koymaya çalışıldığı” gibi yorumlara tabi tutulacak olan eserin sembolleri çözüldüğünde bu iddiaların aksine baştan sona kadar adeta “inanç” propagandası yaptığı görülecektir. Bu da 51


GENCAY Ana kahramanın romanın başındaki bu ideal şahsiyetinin acıklı bir çözülmeye maruz kalması en kısa ifadesiyle gayri ahlaki bir hal almasıyla gösterilir. Bu hal evli ve çocuk sahibi olan Pusat’ın aynı zamanda kendisinden yaşça epey küçük iki bayana âşık olması şeklinde özetlenebilir. Bir süre dirense ve kabullenmek istemese de nihayetinde bu duyguya teslim olur. O artık iki noktası pozitif bir aşk üçgeni içinde hapis kalmıştır. Artık en başındaki o çelik iradeden eser kalmamıştır. Bu durum hadiselerin umumunda yer işgal eden aşk üçgeninde kendisini gösterdiği gibi Pusat’ın Yek’e ve onun yönlendirmelerine olan sorgusuz sualsiz uyumunda da sezdirilir.

kullanılmıştır. İnançtan kopuşun/koparılışın en belirgin neticesi ise yine ana kahramanın içine düştüğü gayri ahlaki vaziyettir. İleti açıktır: İnanç ahlak için koruyucu bir kalkan olması nedeniyle insanın en değerli varlığıdır. Onu her nevi olumsuzluktan koruyacak olan evvela odur. Kısa bir fikir egzersiziyle inancı temsil eden askerlik yerine ülkü de konulacak olursa doğrudan akıllara gelen yazarın “Bir toplumdan ülküyü kaldırın onların hayvanlaştığını göreceksiniz.” sözüdür. Nihal ATSIZ’ın ülküsünü inancı olarak görmesi de hatıra getirilirse bu sözünün romanda adeta propagandası yapılan “inanç” için de söylenmesinin yazarın fikriyatıyla gayet uyumlu olacağı düşünülebilir.

Bu yazı yalnızca Selim Pusat karakterinde ve yasak aşk hadisesiyle “irade yitimini” anlatan kesiti ele almaktadır. Burada düşünülmesi gereken ana karakterdeki devrim niteliğindeki bu ruhi değişmenin temelindeki sebeptir. O da belirtildiği üzere yazarın inançla bağlandığı askerlik mesleğinden uzaklaştırılmasıdır.

Sonuç olarak, sözü edildiği üzere makalelerinde inancı her şeyin üstünde tutan değerli aydının Ruh Adam romanının da genel hatlarını bu mefhumun önemi üzerine bina etmiş olması tabi karşılanmalıdır. O, bu romandaki Selim Pusat’ın ahlaki çözülüşünü inançtan uzak kalmak olarak göstermek suretiyle cemiyette görülen her nevi buhranın sebebinin doğrudan maneviyattan ayrılmak olduğu iletisini vermiştir. İletiyi alanlar almıştır. Umulan odur ki; dincilik çığırtkanlığı yapmadığı, dini duyguları sömürerek çok satmayı denemediği, dini kullanma yarışındaki siyasi partilerden birinde makam edinebilme gayesiyle sarih şair kılığına girmediği için Nihal ATSIZ’a iman noktasında tehlikeli ithamlarda bulunmak bu tahlil denemesinden sonra bir kez daha düşünülmesi gereken bir iş olacaktır.

Ele alınan kesitin aynı zamanda romanın genel hatlarını da özetleyici nitelikte olması iletileri arasındaki ön sıradaki yerini gösterir. Öyle ki yazar bu iletinin romanın geneline yaymak suretiyle okumayı bitirip kitabın kapağını kapatan okurun aklında kalan en genel ve belirgin fikir olmasını istemiş ve büyük ölçüde başarmıştır. Bu da romanın verdiği en genel fikrin “inancın önemi” olduğunu gösterir bir delildir. Romanın en işlevli sembollerinden biri olan askerlik mesleği yukarıda sözü edilen özellikleriyle doğrudan Selim Pusat’ın bir inancı olarak “inanç” kavramını karşılamak üzere 52


GENCAY

RUH ADAM’IN KÖŞESİ Yalçın Selim PUSAT PARA

-Yalan mı söylüyoruz oğlum. Dört yüz lira yazıyor. İnanmıyorsan al bak.

Yıllar önce, üniversite üçüncü sınıfa başlayacağım yıl. Okulun açılmasına bir hafta falan var. İşler kötüydü o ara. Babamın cebinde bana verebilecek miktarda para yoktu. Annem endişeliydi. Ben ise maddi konuları dert etmediğim için her zamanki gibi “Allah denk getirir” diyordum.

-Yok, abi estağfurullah. Sana inanmadığımdan değil. Şaşırdım sadece. Parayı aldım. “Çok şükür” diyerek çıktım bankadan. Dedim ki kendime: “Hadi bakalım Burhan Efendi bu sefer de yırttın” Keramet ehli biri değilim yanlış anlaşılmasın. Öyle bir iddiam da yok zaten. Anlatma sebebime gelince. Çevremde bir takım arkadaşlar/ arkadaşlarım var. Bunlar bana bir şey ısmarlatınca ya da bir şeyi benim üzerime “yıkınca“ dünyanın en mutlu(!) insanı oluyorlar ne hikmetse. Esnaflık yaptığımdan olsa gerek anlıyorum onların bakışlarını. “İyi bunu da yıktım. Kardayım yine.”

İlçe kaymakamlığı öğrencilere yardımda bulunuyordu o zamanlar. Ben de başvurmuştum lakin pek de ümidim yoktu. Neyse, sabah telefon geldi. “Başvurunuz onaylandı, kaymakamlığa gelip alın” Ceketimi alıp evden çıkarken dedim ki anneme: “Elli Türk Lirası falandır zaten. Otobüs biletimi alayım, üstüyle de kontör alırım.” Gittim kaymakamlığa. Bana bir kâğıt verdiler, dosya kâğıdının üçte biri büyüklüğünde, dikdörtgen şeklinde. Kâğıdı veren abi “Z… Bankasından alabilirsin paranı” dedi. Yazan rakama bakmadım Allah var. Bankaya gidip kâğıdı görevliye verdim. Beş dakika bekledim beklemedim, banka görevlisi, elli, yüz, yüz elli derken tam tamına dört yüz Türk Lirası saydı önüme. O kadar şaşırdım ki şaşkınlığımı kelimelere dökmem imkânsız sanırım.

Bilenler bilir. Öyle çaymış, yemekmiş, bilmem neymiş çok sorun değil benim için. Benim için maddi şeyler sorun değil zaten. Devletin atfettiği maddi değer olmasa sadece bir kâğıt parçası olacak “para denen nesne” için çok da paralamam kendimi. Böyle yapanlara da kızmıyorum hani. Beni saf ya da enayi yerine koyduklarını sandıkları için, para denen şeye bu kadar tamah ettikleri için onlara acıyorum sadece. Benim hayat düsturum belli: “Kişi Allah’tan başka kimseye muhtaç olmadığına inanırsa, Allah da onu kendinden başka kimseye muhtaç etmezmiş”

-Abi bu ne?

53


GENCAY Ben sırtımı Allah’a dayadım. O yüzden de çok sorun yaşamıyorum, özellikle de maddi konularda. Tavsiyem, siz de öyle yapın. Çok daha mutlu olacağınıza eminim.

kalmamalıydık hiç kimseden. Sırf bu yüzden, yeri geldi “Moralim çok kötü, konuşacak birine ihtiyacım var” diyen dostumuzu/ kardeşimizi/ yakınımızı/ komşumuzu/ sevgilimizi/ eşimizi/ anamızı/ babamızı bile es geçtik. Hayır, şimdi hiç sırası değildi. Morali kötüyse düzelirdi bir süre sonra elbet. Ama biz geride kalırsak toparlayamazdık bir daha.

BELKİ

İşimiz oldu, yetinmedik. Daha yukarılarda olmamız lazımdı. Bayramlarda bizi dört gözle bekleyenler vardı ama gitmemeliydik, gidemezdik. “Olsun varsın” dedik “Bir dahaki bayramda giderim.” Çalışmamız lazımdı çünkü bizim, başarılı olmamız lazımdı. Hele az biraz daha yükselelim bırakacaktık bu işleri. Ondan sonra da bol bol vakit ayıracaktık bizi bekleyenlere.

Belki “bundan adam olmaz ” dedirttik çoğu zaman. Ve belki de adam olamadık gerçekten, kim bilir? Hep sabırsız kişilerle muhatap olduk. Hep bir yarış içinde geçti ömrümüz. “Hadi şunu da yap, bak şu eksik kaldı, hadi şunu da hallet. Bak akranların geçti seni sen hala yerinde sayıyorsun” laflarına maruz kaldık sürekli. “Yahu bir durun, azıcık nefes alalım, zorlamayın bizi bu kadar. Ne sizin istekleriniz biter ne de bu dünyanın işleri” dedik, dinletemedik.

İş, ev, araba derken bitmedi gitti planlarımız, isteklerimiz, arzularımız. Hep sahip olduklarımızın daha üstünü istedik, çok şükür demedik hiç. Çünkü hep eksikti bir şeylerimiz bize göre. Zaten hiç de tamam olmamıştı ki bizim sahip olduklarımız. Onu da alalım, bunu da yapalım, şunu da getirdik mi tamamdır dedik ama olmadı. Hiç bitmedi o istekler, eksikler, ihtiyaçlar. Ve elli yaşına geldiğimizde hayatımızdaki her şey istediğimiz gibi olmuştu sonunda. Güzel manzaralı bir evimiz, iyi bir arabamız, deniz kenarında bir yazlığımız ve dolgun maaşlı bir işimiz vardı. Ama çevremizde bunları paylaşacak kimse yoktu artık.

Hep başkaları gibi olmaya zorlandık. Dediler “Falanca şöyle iyi, filanca böyle iyi” Hep o falanca ve filanca olmak için uğraştık ömrümüz boyunca. Arada esti, kendimiz olalım dedik, bu sefer de yedik azarı: “ Sen ne anlarsın. Biz daha iyisini biliriz” O kurs senin, bu dershane benim diyerek koşturduk oradan oraya. Kalmamalıydı öğrenmediğimiz bilgi ve geride

Ve belki de gerçekten adam olamadık, kim bilir?

54


GENCAY

GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN

55


GENCAY

BİLGİ ŞÖLENLERİNDEN

56


GENCAY

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.