Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

Page 1


www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22


GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 5 Sayı 51 – Nisan 2016 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com

BÜYÜK BİR DEVRİMİN 120. YILI / Nami Cem İYİGÜN BİR DİRHEM ET BİN AYIP MI ÖRTER? / Fatma Özge ÖZDEMİR DEĞİŞİM İSTEĞİ/ Çağhan SARI ÇARPIK ÇAĞ VE TÜRK GENCİNE DÜŞEN GÖREV / Ertuğrul Kaan ÇAM VE İKLİMİN KOYUSU / Mehmet Batuhan KAYNAKÇI KUT-ÜL AMMARE ZAFERİ VE DIŞ BASINA YANSIMALARI / Bahadır Sancar OKUR TÜRK’ÜN MANEVİ HAZİNESİ / Şeyma KIRAÇ TÜRK KAMU YÖNETİMİNDE UYGULAMAYA İLİŞKİN BAŞLICA SORUNLAR VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ / Anıl ÇİLOĞLU ŞAMANDIRA / Ayhan TUĞCUGİL (İskender ÖKSÜZ) Kitap Tanıtımı: İKBAL VURUCU – SONA DOĞRU “KÜRT AÇILIMI” (DEMOKRATİKLEŞME Mİ? YIKIM PROJESİ Mİ?) / Milli Kitap


GENCAY

BÜYÜK BİR DEVRİMİN 120. YILI Nami Cem İYİGÜN Danimarkalı mukayeseli diller profesörü Vilhelm Thomsen, uzun zamandır varlığı bilinen, fakat kendisinden önceki araştırmacıların gizemli harflerini bir türlü çözemedikleri Orhun kitabelerini çözdüğünü dünyaya duyurduğunda tarihler 1893 yılını gösteriyordu. Thomsen, 1893 yılının Aralık ayında Danimarka Kraliyet İlimler Akademisi’ndeki toplantıda Orhun bölgesinde bulunan taştan abidelerin üzerindeki meçhul yazıları Türkçe olarak okumayı başardığını açıklıyordu. O toplantıda sadece keşfini ilan etmekle yetinen Thomsen, takip eden birkaç yıl içerisinde metinlerin neşri işini tamamlıyor ve 1896 yılında kitabelerde yazılanların tamamını içeren “Inscriptions de I’OrkunDéchiffrées (Çözülmüş Orhun Yazıtları)” adlı eserini yayımlıyordu. Günümüzden tam 120 yıl önce Thomsen’ın yaptığı bu titiz ve mükemmel yayın, daha sonraki yayınlara da daima örnek ve kaynak teşkil etti.

oryantalistlerin suratına bir tokat gibi inmiştir. Diğer taraftan, o güne değin kendi tarihlerini boy veya hanedan odaklı bir şekilde ele alma eğiliminde olan Türkler de Orhun kitabelerinin keşfi sayesinde bütün Türklük âlemi için ortak olan ve Orta Asya’dan kaynak alan milli bir tarihleri olduğunun bilincine varmışlardır. Böylece Türk dünyasındaki kısır ve hikâyelerle karışık tarih anlatımlarının yerini geniş perspektifli ve rasyonel temellere dayalı bir tarihçilik metodu almaya başlamıştır.

Bu devrimin etkileri, sadece tarih bilimi alanında değil, dilden kültüre ve sanattan siyasete kadar her alanda kendini hissettirmiştir. Türk tarihi ve kültürü hakkında aydınlatıcı bilgilerle dolu olan Orhun Kitabeleri’nin, aynı zamanda “Türklük bilincini oluşturmayı ve Türk birliğini sağlamayı” amaçlayan Göktürk Kağanlığı’nın resmi ağzıyla yazılmış birer siyasi manifesto özelliği taşıması, millet ve milliyetçilik kavramlarını Fransız İhtilali ile başlatan klasik batı görüşünü tepetaklak etmiştir. Türk Milleti’ne başka milletlerin buyruğu altında geçirilen yılların ıstırabını anlattıktan sonra kurtuluşun “cesur kağanların çevresinde

Orhun kitabelerinin keşfedilip okunması, bütün insanlığın ve tabii Türk dünyasının tarihe bakışını baştan aşağı değiştiren büyük bir devrim olmuştur. Türklerin 7.-8. Yüzyıllarda da “Türk” diye anıldıkları, “Türk” adını taşıyan devlet kurdukları, 1200 yıl sonra bile rahatça anlaşılan arı bir Türkçe konuştukları ve henüz o tarihlerde zenginlik ve gelişmişliğiyle asırlar öncesinden geldiği anlaşılan milli bir alfabeleri bulunduğunun keşfi, Türkleri köksüz ve medeniyetsiz bir millet olarak kabul etme eğilimindeki batılı 1


GENCAY toplanmak ve töreyi kurmak”tan geçtiğini nasihat eden kitabelerin 1200 yıl geçmişten yankılanan bu haykırışı, Türk dünyasında heyecanla karşılanmış ve Osmanlı coğrafyası da dâhil olmak üzere bütün Türk dünyasındaki Türkçü-Turancı hareketler tarihi referanslarını Orhun Kitabelerinde bulmuşlardır.

Yüzyılda “Târîh-i Cihangüşâ”yı yazan İlhanlı tarihçisi Cüveynî de Göktürk yazılı kayaları görmüş ve şöyle demişti: “Bir Uygur efsanesine göre onların dünya yüzüne çıktıkları ilk yer Orhon Nehri’nin kıyısıdır. Bu nehir, Karakorum denilen bir dağdan çıkar. Bunlardan başka, nehrin kenarında eskiden Ordu-Balık, bugün Mavu-Balık denilen bir şehir vardır. Bu şehrin yakınında bulunan kayalara yazılar yazılmıştı. Ben onları gördüm.” Keza 15. Yüzyılda yaşamış meşhur tarihçi İbn-i Arabşah da Göktürk harflerinden bahsetmiş ve yüzyılın ilk yarısında yazdığı eseri “Acâibü’l-Makdûr fî Nevâib-i Teymur” adlı eserinde “Çin’de Türklerin dulbercin” diye adlandırılan 41 harfli bir yazıları var; ben gördüm” yazmıştı. Ne var ki Göktürk yazılı kitabelerin batıda bilinmesi ve böylece bilim çevrelerinin merakını celp etmesi için yüzyıllar geçmesi gerekmişti.

Türkiye’de, Türk Ocağı ve İttihat Terakki Cemiyeti gibi kuruluşlar bünyesinde Türkçü-Turancı görüşlerin yükselişe geçtiği 1910’lu yıllarda, Türk dilinin sadeleştirilmesi ve yabancı kökenli sözcüklerden arındırılması düşüncesinin doğuşunda yine Orhun Kitabeleri’nin keşfi büyük rol oynayacaktı. Fransız oryantalist Pavet de Courteille’in 1870’te yayımlanan “Çağatayca Sözlüğü” ve Kaşgarlı Mahmud’un 1917’de yeniden basılan “Divan-ı Lûgat-it Türk” başyapıtı ile birlikte Thomsen’in 1896’da yayımladığı Orhun Kitabeleri çözümlemesi de dilde köklere dönüş düşüncesine malzeme sağlayan ana kaynaklardan biri olacaktı. Nihayet, cumhuriyetin ilanını takiben başlatılan ulus kimlik inşası ve dil, kültür ve tarih devrimlerinin temelinde de bir bakıma Orhun Abideleri’nden seslenen Bilge Kağan’ın “Türk budun erkin ökün (Türk milleti kendine gel)!” çağrısı yatacaktı.

Batıda Göktürk yazılı kitabelerden bahseden ilk kişi 17. Yüzyılın sonlarına doğru Romen seyyah ve şarkiyatçı Nicolaie Gavriloviç Milescu idi ve Rus elçisi olarak Çin’e giderken yolunun üstünde gördüğü kitabeleri tuttuğu günlüğüne kaydetmişti. Milescu ve onu takip eden diğer batılı kâşiflerin bulduğu, aynı meçhul yazıyla yazılmış kitabelerin hepsi Kara Yüs, Uybat ve Tes gibi Yenisey bölgesindeki kitabelerdi. Bu kitabelerden birkaçını da savaşta Ruslara esir düşen ve sürgün edildiği Sibirya bölgesinde on yıldan fazla bir zaman geçiren İsveçli yüzbaşı Johann von Strahlenberg bulmuştu. Strahlenberg, 18. Yüzyılın ilk yarısında memleketi İsveç’e döndükten sonra, Sibirya’dayken rastladığı ve kopyalarını aldığı kitabeleri gösteren bir eser yayımladı. Milescu gibi

Göktürk Yazılı Kitabeler ve Bulunuşları Aslında doğuda çok eskiden beri Göktürk yazılı kitabelerin varlığı biliniyor ve bazı eski tarihçi ve gezginlerin notlarında bu kitabelerden söz ediliyordu. Eski Çin vesikaları, Türklerin üzerine yazılar yazdıkları taştan yazıtların dikilişini en erken haber veren kaynaklardı. 13. 2


GENCAY kendinden önceki kâşiflerin pek dikkat çekmeyen kayıtlarının aksine Strahlenberg’in belgeli eseri batı ilim çevrelerinin dikkatini çekmeyi başardı ve Asya’nın her tarafından fışkıran Göktürk yazılı kitabeler bilim dünyasının dikkatine sunulmuş oldu.

taş heykelin yanına uzanmış ve 3.75 metre boyundaki beyaz mermer abide, daha sonra Köktürk şehzadelerinden Köl Tigin’e ait olduğu anlaşılacak olan Bengü-taştı. Bir kilometre mesafede, üç parçaya bölünmüş, bir kısmı kumlar altında kalmış gri granitten yapılma bir abide daha vardı ve bu ikinci abide de Köktürklerin büyük hükümdarı Bilge Kağan’a ait olan Bengütaştı. Köl Tigin ve Bilge Kağan Bengü-taşlarının bulunuşu, yazıyı çözmeye çalışan bilginlere yeni ufuklar açmıştı. Yeni yazıtlar, önceden bulunanlar gibi birkaç satır değil, oldukça hacimliydi ve üstelik her iki Bengü-taşın da batı cephelerinde birer Çince metin vardı. Bu metinler okunmuş, tercüme ettirilmiş, abidelerin Köktürklere ait olduğu anlaşılmış ve sıra yazıyı çözmeye gelmişti. Finlandiya FinUgor Cemiyetinin ve Rus İlimler Akademisi’nin neşrettiği mükemmel fotoğraflar ve atlaslar üzerinde âlimler heyecanla çalışmaya koyulmuşlardı. Ömrünü Türk dünyasını araştırmaya adayan ve Türkoloji’nin babası olarak bilinen Alman asıllı Rus bilgin Wilhelm Radloff, o sıralarda üzerinde çalışmakta olduğu Uygur harfli Kutadgu Bilig’i bırakmış ve Türklerin bu esrarlı yazılarının anahtarını bulmaya girişmişti. Aynı zamanlarda, Danimarka Kraliyet İlimler Akademisi azası ve ondan fazla dil bilen ünlü mukayeseli diller profesörü Vilhelm Thomsen de taşlar üzerindeki esrarlı yazıların anahtarını keşfetmeye çalışmaktaydı. İki bilgin arasında heyecanlı bir yarış başlamıştı ve bu yarışı kazanan Prof. Thomsen olacaktı.

Bu aşamadan sonra batılı âlimler taş yazıtların üzerinde rastlanan yazı türünün hangi millete ait olabileceği hakkında tahmin ve teorilerini ortaya koymaya başlamışlardı. Söz konusu yazı, kimine göre Yunan ve Romalılara, kimine göre Gotlara, kimine göre Prusyalılara, kimine göre Keltlere, kimine göre de Moğol ve Kalmuklara aitti. Fakat henüz yazıyı çözebilen ve adeta bölgedeki her taşın altından çıkan meçhul harflerin hangi dile ait olduğunu tespit edebilen yoktu. 19. Yüzyılın sonlarına doğru araştırmalar daha da ciddileşti ve bölgeye ilmi seferler düzenlenmeye başladı. 1889 yılının Temmuz ayında Rus Coğrafya Cemiyeti tarafından ilmî bir sefer heyetinin başında Moğolistan’a gönderilen etnograf ve gazeteci Nikolay M. Yadrintsev, Moğolistan’da araştırmalar yaparken aynı meçhul yazıyı taşıyan daha büyük taşlar buldu. Ulan Bator’un 400 km kadar batısında, Orhun ırmağının suladığı mukaddes topraklarda, 47,5 derece kuzey enlemiyle 103 derece doğu boylamının kesiştiği yerde, kaplumbağaya benzer bir 3


GENCAY Orhun Kitabelerinin Çözülüşü: “Tanrı”yı bulan “Türk”ü de buluyor.

aynı ses için ünlünün cinsine göre değişik şekilleri olan birçok ünsüz işaretinin bulunduğunu ve aynı kelimenin değişik yazış biçimlerinde işaretlerin hayli önemli bir kısmının birbiriyle patlamalılık ve genizlilik gibi niteliklerine göre bir aileden olabileceğini daha açık olarak kavramaya başlamıştır. Bütün bu ilişkiler, Thomsen’e incelemekte olduğu dilin büyük ve küçük ses uyumlarına tabi bir dil olması gerektiğini göstermiştir.

Hem Radloff hem de Thomsen, sağdan sola mı, yoksa soldan sağa mı yazıldığı bile meçhul olan yazıyı çözmek için eldeki fotoğrafları bir o yana, bir bu yana yatırsalar da uzun süre bir netice elde edemezler. İlk olarak Thomsen, Köl Tigin ile Bilge Kağan anıtlarındaki benzer metinlerden yararlanarak satırların sağdan sola sıralandığını anlar. Alfabedeki işaret sayısının 38 olduğunu ve kelimelerin birbirinden genellikle üst üste iki nokta ile ayrıldığını da artık biliyordur. Sonra ünlüler için özel işaretler bulunup bulunmadığını ve hangileri olabileceğini araştırmaya koyulur. Sorunla ilgili geçici bir karara varmak için, eğer “ x y x ” gibi bir dizi varsa, yani işaretin önünde ve arkasında aynı işaret bulunuyorsa, ağır basan ihtimalin x’in ünsüz olması halinde y’nin ünlü ya da tam tersi olacağı kanaatinden hareket eder. Bu yöntemle üç ünlü tespit eder ve tespit ettiği üç ünlü işareti ile ünsüz olmaları gerektiği sonucuna vardığı geride kalan işaretler arasındaki ilişkilere yoğunlaşır. Belirli ünsüzlerin yalnızca şu ya da bu ünlüyle birlikte kullanıldığı gibi birtakım değişmez kuralların varlığını sezmekte gecikmez. Böylece üç ünlüyü “u/o”, “i” ve “e” olarak belirler.

Thomsen’in yazıyı çözmesi için belli başlı kelimelerin anlamını bulmasına ve özellikle yazıtlarda sıkça geçen kelimeleri çözümlemesine sıra gelmiştir. İlkin Çince metinde geçen şahıs adlarını aramış ve yazının içinde sık sık tekrarlanan harf kümelerinin bu şahıs adlarına ait olabileceğini düşünmüşse de Çince metinde geçen Türk kişi adları, diğer

Thomsen “u/o” ve “i”yi doğru tahmin etmiş, fakat aslında “ö/ü” olan üçüncüsünü “e” tahmin ederek yanılınca çıkmaza girmiştir. Uzun süre ilerlemesini engelleyen yanılgısından bir süre sonra dönmüş ve söz konusu işareti “ö/ü” olarak tespit etmiştir. Akabinde “a/e” seslerini veren işaretten de emin olmuştur. Ayrıca 4


GENCAY bütün Çin kaynaklarında olduğu gibi anlaşılmaz bir vaziyette bulunduğundan çabası beyhude olmuştur. Bunu fark ettikten sonra Yenisey yazıtlarında da çok sık geçen dört harflik bir kelimenin peşine düşmüştür. Üstelik belirgin bir surette yazıtların yeni bölümlerinin başında ve Hakan unvanı olarak kullanılan birleşimlerde geçen bu kelimenin sonundaki “i” harfini de önceden keşfetmiştir. Bulmaca çözerken yapıldığı gibi, diğer üç işaretin yerine çeşitli harfler tatbik ederek kelimenin ne olduğunu bulmaya çalışırken bir aşamada o mukaddes kelimeyi yakalamış ve tüm Türk lehçelerinde ortaklaşa bulunan “sema/gök/Tanrı” anlamlarındaki “Täŋri (Tengri)” kelimesini saptamıştır. Şimdi elinde “t”, “e”, “ng” ve “r” sesleri de vardır. Böyle olunca yazıtlarda sıkça geçen başka bir harf kümesinin “Türk” ve bir diğerinin de “Kül/Köl Tigin” olduğunu keşfetmesi çok sürmez. Arkası çorap söküğü gibi gelir ve Danimarkalı dil bilimci esrarlı harflerin sırrını artık çözmüştür.

ırmağının yukarı mecrasındaki BayınÇokto bölgesinde ve Köl Tigin ile Bilge Kağan abidelerinin 360 km doğusunda bulunan Tonyukuk Bengü-taşı, ilk önce Radloff tarafından neşredilecekti. Orhun Abideleri’nin ve dolayısıyla Göktürk yazısının çözülmesiyle Yenisey Yazıtları’nın büyük bölümü de okunabildi ve Türk tarihinin erken safhaları aydınlatılabildi. Eski Türklerin yazılı edebiyat külliyatı Köl Tigin, Bilge Kağan ve Tonyukuk yazıtlarından müteşekkil Orhun Abideleri, Çoyren Yazıtı gibi yine Göktürklerden kalma çeşitli yazıtlar ve Yenisey anıt taşlarının metinlerinin okunmasıyla zenginleşti. Göktürk yazılı bu kitabelerde Türk Milleti’nin türeyişinden Türk devletinin kuruluş ve çözülüşüne, eski Türklerin dostları, düşmanları ve komşularından yemekleri, müzikleri, kıyafetleri, töreleri ve adetlerine kadar birçok konular edebi bir dille işleniyordu. Yazıt içeriklerinde cümlelerin bazen kısa, bazen uzun oluşu, manaya kuvvet vermek için kimi zaman aynı kelimenin yakın yerlerde tekrarlanması, yani bir nevi tekrir sanatı yapılması, kimi zaman ise anlamı birbirine yakın kelimelerin aynı cümlede veya ardı ardına gelen cümlelerde kullanılması, birbiriyle uyumlu bir biçimde telif edilmiş fiiller ve tasvirlerdeki sahtelikten uzak, sade ve kuvvetli ifade, yüksek bir edebi değere işaret ediyordu. Yazıcı Yullug Tigin, Bilge Kağan’ın ağzından Türk milletine hitap ederken ne kadar lirik ve romantik ise, tarihi vakaları aktarmakta da bir o kadar realistti.

Sonuç Aslında Thomsen alfabeyi çözdüğü sırada Radloff da çözüme çok yaklaşmıştı. Nitekim 22 Kasım 1893’te Thomsen’e yazdığı bir mektupta o da üç harfin ünlüleri gösteren harfler olduğunu ve birinin de “i”yi karşıladığını belirtiyordu. Ne var ki bazı kelimeleri çözmeyi daha önce başaran ve bu yolla tüm yazıyı çözmeyi başardığını ilk ilan eden Vilhelm Thomsen olmuştu. 1896’da Thomsen’in “Çözülmüş Orhun Yazıtları” adlı eserini yayımlamasından bir yıl sonra 1897’de botanikçi Yelizaveta Klements tarafından üçüncü bir Bengü-taş daha keşfedildi. Tola 5


GENCAY yazıtının keşfine gebe olduğu düşünülmektedir. Danimarkalı bir dilbilimcinin bugün 120. Yılını idrak ettiğimiz Orhun Abideleri’nin okunması devrimine benzer yeni devrimsel gelişmelerin yabancılardan değil de Türk dünyasının kendi evlatlarından çıkmasını istiyorsak Türk dünyası olarak daha çok tarihçi, dilci, arkeolog ve her daldan bilim insanı yetiştirmek dışında bir çaremiz bulunmamaktadır. Bütün bu özellikleriyle Göktürk yazılı kitabeler, alelade bir dil ve tarih belgesi olmaktan kurtulmakta ve Türkçe’nin 6.-7.8. Yüzyıllarda bu denli muntazam, güzel ve imlası mazbut bir nesir dili olabilmesi için çok uzun tekâmül devirleri geçirmiş olması gerektiğini düşündürmektedir. Hakikaten de gelecekte Merkezi Asya’da sürecek arkeolojik ve tarihi keşiflerin, Orhun Abideleri kadar büyük ve belki onlardan bile eski daha birçok Türk

Kaynakça: Ercilasun (A.B.), Başlangıçtan Yirminci Yüzyıla Türk Dili Tarihi, Akçağ Yayınları, 2004. İyigün (N.C.), Türklerin Etnik, Kültürel ve Tarihi Kökleri, Papillon Yayınları, 2012. Kafesoğlu (İ.), Türk Milli Kültürü, Ötüken Neşriyat, 1997. Orkun (H.N.), Eski Türk Yazıtları, Türk Dil Kurumu Yayınları, 2000. Thomsen (V.), Orhon Yazıtları Araştırmaları, Türk Dil Kurumu Yayınları, 2011.

6


GENCAY

BİR DİRHEM ET BİN AYIP MI ÖRTER Fatma Özge ÖZDEMİR Obezitenin hala hastalık olup olmadığı tartışılırken, 1980 yılından bu yana hızla artan obezite özellikle çocuklarda tehlike arz ediyor. Obezite, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından vücutta sağlığı bozacak ölçüde aşırı yağ birikmesi olarak tanımlanmıştır. Bireylerin günlük yaşamlarında yaşa, cinsiyete, yaptıkları işe, genetik ve fizyolojik özelliklerine göre değişen enerji ihtiyaçları vardır. Günlük alınan enerji miktarının harcanan enerji miktarından fazla olması durumunda obezite sorunu meydana çıkmaktadır.

vermemektedir. DSÖ’ye göre uluslararası obezite sınıflandırması Tablo 1’de verilmiştir.

Yetişkin erkeklerde vücut ağırlığının %1518’i, kadınlarda ise %20-25’iniyağ dokusu oluşturmaktadır. Bu oranın erkeklerde%25, kadınlarda ise %30’un üstüne çıkması obeziteyi oluşturmaktadır (Obezite Nedir?, 2016). Dünya Sağlık Örgütü, obezite hastalığını belirlemek için Beden Kitle Endeksi(BKİ) kullanmıştır. Beden kitle endeksi, kilogram cinsinden vücut ağırlığının, metre cinsinden boy uzunluğunun karesine bölünmesiyle,

Resim 1: Yetişkinlerde BKİ’ne göre zayıflık, fazla kiloluluk ve obezitenin sınıflandırılması

Yukarıdaki resimde yeşil renk ile gösterilen alan BKİ’de olunması gereken ideal alanı, turuncu alan dikkat edilmesi ve önlem alınması gereken alanı, kırmızı alan ise tehlike arz eden alanı göstermektedir.

Beden Kitle İndeksi (VKİ) = Vücut Ağırlığı (kg.) / Boy uzunluğunun karesi (m.)

şeklinde hesaplanır. İdeal ağırlık ise, ulaşılmak istenen beden kitle indeksinin boy uzunluğunun karesi ile çarpılmasıyla elde edilir.

Resim 2: Vücudumuzdaki toplam yağ yüzdesi oranları ve bel çevresi ölçümünde risk oluşturan sınırlar

İdeal Kilo = Ulaşılmak istenen BKİ değeri / Boy uzunluğunun karesi

BKİ boy uzunluğuna göre vücut ağırlığının tahmin edilmesinde kullanılmakta, vücutta yağ dağılımı hakkında bilgi 7


GENCAY Obezitenin Saptanması ve Önlenmesi

b) Bireye Yönelik Önlemler;

Obezite, tüm toplumlarda çok yaygın görülen bir sağlık sorunudur ve giderek küresel bir epidemi halini almaktadır. Obezite sıklığının bu hızlı artışını durdurmanın en önemli yolu bireylerin obez olmalarını önlemektir. Bu amaçla topluma dönük doğru ve bilimsel uygulamalar çocukluktan itibaren başlatılmalıdır. Temel olarak iki husus önemsenmelidir. Bunlar:

• Aile hekimlerinin obezite konusunda bilgileri arttırılmalı ve obezite ile mücadelede aktif rol almaları sağlanmalı, • Sağlık personelleri, sağlık hizmetleri sundukları alanda obezite ve risk faktörleri açısından bilgilendirmeye yönelik toplu eğitimler vermeli, • Bölgedeki yerel yönetim birimleri, eğitim kurumları ve iş yerleri ile işbirliği yapılmalıdır.

1- Yeterli ve Dengeli Beslenme ve

Obezitenin Neden Sorunları Nelerdir?

2- Fiziksel aktivite yapılmasıdır (Kurumu, 2013). Obezitenin önlenmesi aşamasında alınan önlemler

Sağlık

Günümüzde obezitenin en sık nedenleri arasında gıdalara ulaşımın kolaylığı ve hareketsiz yaşam tarzıdır. Alınan enerjinin harcanan enerjiden fazla olması dolayısıyla vücut yağ depolamaya başlar. Obeziteye neden olan durumlar aşağıdaki gibi sıralanabilir:

a) Merkeze ve Yerel Yönetimlere Yönelik Önlemler, b) Bireye Yönelik Önlemler olarak iki başlık altında toplanabilir. a) Merkeze ve Yerel Yönelik Önlemler;

Olduğu

Yönetimlere

• Dengesiz beslenme

• Haberleşme kanalları vasıtasıyla toplumun yeterli ve dengeli beslenme ve düzenli fiziksel aktivite hakkında bilgilendirilmesi,

• Yetersiz fiziksel aktivite

• Topluma yeterli ve dengeli beslenme ve fiziksel aktivite alışkanlığı kazandırmak için eldeki imkânların sağlanması

Obezitenin neden olduğu hastalıklar:

• Fiziksel aktivite alanlarının sağlanması ve yürüyüş, bisiklet yollarının yapılması,

• Yüksek tansiyon

• Bazı endokrin rahatsızlıklar • Metabolik kontrolü bozan ilaçlar

• Kalp damar rahatsızlığı

• Felç

• Toplu beslenme alanlarının yetkililerce sürekli olarak denetlenmesi

• Tip 2 diyabet • Kanser • Uyku apnesi

8


GENCAY Kız çocuklarında erken ergenlik yaşanmasını obezitenin tetiklediği düşünülüyor. Bir nesil önceki kız çocuklarında 11 yaşında görülmeye başlayan meme gelişimi günümüzde neredeyse 7 yaşında görülmektedir. Ancak bu durum tam anlamıyla netlik kazanmadığı için hala incelemeye tabidir. Fakat durumda herhangi bir gerileme eylemi de görülmemektedir. Vücutta östrojeni sadece yumurtalıklar üretmez, yağ hücreleri tarafından da östrojen üretilir. Bu durum da çocuklarda erken ergenliği tetikleyen bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Obezite hem yetişkinler hem de çocuklar için önemli bir sağlık sorunudur. Sosyal ve psikolojik yönü ele alınırsa eğer çocuklar için ne derece önemli olduğunun farkına varılabilir.

• Safra taşı oluşumu • Hiperlipidemi – Hipertrigliseridemi • Karaciğer yağlanması • Solunum zorluğu • Aşırı kıllanma • Osteoartrit • Kısırlık • Adet düzensizliği (2015) • Özellikle sık aralıklarla ağırlık kaybetme ve kazanma sonucunda deri altı yağ dokusunun fazla olması nedeniyle deri enfeksiyonları, kasıklarda ve ayaklarda mantar enfeksiyonları • Ruhsal sorunlar (Anoreksiya nevroza (yemek yememe) veya Blumia nevroza (kusarak yediği besinlerden yararlanmama), Bingeeating (tıkınırcasına yeme), gece yeme sendromu gibi ortaya çıkabilir veya bir şeyi daha fazla yiyerek psikolojik doyum sağlamaya çalışma) (World Health Organization Obesity and Overweight Fact, 2016)

Sonuç Obezite tedavisinde amaç, gerçekçi bir vücut ağırlığı kaybı hedeflenerek, obeziteye ilişkin morbidite ve mortalite risklerini azaltmak, bireye yeterli ve dengeli beslenme alışkanlığı kazandırmak ve yaşam kalitesini yükseltmektir. Obezite oluşmadan korunma büyük önem taşımaktadır. Obezitenin etiyolojisinde pek çok faktörün etkili olması, bu hastalığın önlenmesi ve tedavisini son derece güç ve karmaşık hale getirmektedir. Bu nedenle obezite tedavisinde hekim, diyetisyen, psikolog, fizyoterapistten oluşan bir ekip gerekmektedir.

• Toplumsal uyumsuzluklar Son yıllarda yapılan araştırmalara göre ülkemizde fiziksel aktivitenin azalması, beslenme enerjisi yüksek olan doymuş yağ asitleri alımı ve ayaküstü beslenmenin artış göstermesi, televizyon ve bilgisayar başında geçirilen sürenin artması obezite oranının yetişkin kadın erkeklerle birlikte çocuk ve gençler arasında da artmaya başladığını göstermektedir (Hakan Kayar, 2013).

9


GENCAY açabilmektedir. Özellikle çocukluk döneminde obezite hastalığına yakalanma riski daha fazladır. Buna sebep olarak da çevresel ve psikolojik etkenler gösterilmektedir. Yapılan araştırmalara göre günde sadece ikiburger köftesi ve bir diyet meşrubat(gazlı içecek) tüketmek bile metaboliksendrom riskini artırabilmektedir. Metabolitiksendrom; kalp ve şeker hastalığı riskini artıran mühim bir rahatsızlıktır (Özmert, 2016). Obezite maalesef günümüzde toplumun giderek daha fazla kesimini etkileyen bir hastalık haline gelmeye başlamıştır. Sağlıksız beslenme alışkanlıklarından kaynaklanan bu durum, genetiği değiştirilmiş gıdalar ve fastfood kültürü tarafından da desteklenmektedir. Eğer sağlıklı bir şekilde obeziteden uzak durmak gerekirse günlük harcanan enerji miktarına göre bir beslenme düzeni oluşturmalı ve alınan besinlerin doymamış yağ oranlarına dikkat edilmelidir. Bilhassa dışarıda yeme alışkanlığının obeziteyi tetiklediği unutulmamalı ve çocukluk döneminden itibaren takip edilmelidir.

Birinin obez olup olmadığına nasıl karar vereceğinin büyük oranda bilinmemesi, obez olan ya da kendini obez olarak algılayanların bir bölümünün obeziteyi sağlık sorunu olarak görmemesi bizlere obezite konusunda bilgi açığını göstermektedir. Obezitenin neden olduğu sağlık risklerinin farkındalığı arttırılmalı, fazla kilolu ve obezlerin sağlıklı kiloya sahip olmak için daha fazla çaba harcamasını yardım edilmelidir. Bu durum ayrıca fazla kilolu ve obezlerin; obeziteye yönelik halk sağlığı mesajlarını doğru şekilde, mesajların kendilerine yönelik olduğunun farkında olarak değerlendirmelerine katkı sağlayacaktır (Bakanlığı, 2012).

Kaynakça (2015). Bilim ve Teknik. Bakanlığı, T. S. (2012). Türkiye Beden Ağırlığı Algısı Araştırması. Ankara.

Aşırı ve düzensiz beslenmek, fiziksel aktivitelerin az olması obeziteye yol açabilecek sorunların başında gelmektedir. Obezite probleminin en önemli faktörleri arasında düzensiz beslenme ve fiziksel aktivitenin azlığı gelmektedir. Bunların dışında ise genetik, çevresel, nörolojik, fizyolojik, biyokimyasal, sosyokültürel ve psikolojik gibi birçok etken de obezite hastalığına yol

Hakan Kayar, S. U. (2013). Çağımızın Hastalığı Obezite ve Tedavisi. Mersin Üniversitesi Sağlık Bilimleri Dergisi, 2. Kurumu, T. H. (2013). Obezitenin Önlenmesi. Obezite İle Mücadele El Kitabı (s. 27). içinde Ankara: Sağlık Bakanlığı. Obezite Nedir? (2016, http://www.who.int/nutrition/en/. alınmıştır

10

Mart). adresinden


GENCAY World Health Organization Obesity and Overweight Fact. (2016, Mart 18). http://who.int/mediacentre/factsheets/fs3117en/p rint.html. adresinden alınmıştır

Resim 3: Beden Kitle İndeksine göre yeme tablosu

11


GENCAY

DEĞİŞİM İSTEĞİ Çağhan SARI Türk siyasi yaşamının ilk gizli oy kapalı tasnif usulü ile yapılan seçimi sonrası Cumhuriyet Halk Partisi iktidarı Demokrat Parti'ye devretmişti. Cumhurbaşkanı İnönü, Çankaya'dan inip ana muhalefet lideri oluyordu. Seçimin üzerinden bir hafta geçtikten sonra oğlu Erdal İnönü'ye yazdığı mektubunda, seçim sonucunu sükûnetle karşıladığını ve yenilginin haklı haksız birçok sebebi olduğunu belirtiyordu. İnönü, yenilginin sebeplerinin başına ise ''milletlerin en tabî isteği, değişim isteği'' diyordu. Evet, değişim isteği. Uzun yıllar bir idare mekanizmasının yıpranması yahut bu idare mekanizmasına muhtelif vasıtalar ile bağlı kılınan bir kitlenin değişim arzusu.

MHP'nin baraj altında kalması için uğraş veren güç merkezlerine rağmen barajın altında inmedi. 2015'te ise malumunuz üzerine Haziran-Kasım seçimleri sonrasında değişim isteğinin yankıları tabanda ciddi yükselmeye başladı. Bu yazı, Dr. Devlet Bahçeli'nin geride bıraktığı icraatları hatırlatmak maksadıyla kaleme alınmadı. Kurultaya gidilirken genel başkanlığa adaylığı açıklayan isimlere yönelik bir tetkik amacı da gütmüyor. Vurgulamak istediğimiz husus, bu değişim isteklerine karşı ''hain'' söylemini geliştirenlerin düşmanca tavırlarına ve genel kurul sonunda mutlak bir değişimi öngörenlerin mevcut genel başkana sin-kaflı hitap etmelerine değinmeyeceğiz. İdareyi, adayları tenkit de etmeyeceğiz. Bu yazımızda uzun yıllar genel başkanlık vazifesini üstlenen kişilerin nasıl veda ettiklerini yahut veda edemediklerini hatırlatacağız. Herhangi bir ilinti ya da benzerlik kurulmamasını istirham ederken cumhuriyet tarihinin koridorlarındaki yolculuğumuza başlıyoruz. Şimdi, koltuğuna yaslanıp tabletten, telefondan yahut bilgisayardan Gencay'ı okuyanlar, bu iki kesimden birine dâhil olanlar, haklılıklarından emin bir halde sayfayı değiştirmek isteyebilirler. Yazının devamını okumaya sebat edenler de ne diyeceğimizin merakı içinde önyargısını kalkık kaşlarla dışa vurabilirler. Sükûnetli olunmasını istirham ederiz. Nitekim değişim artık mutlaktır ve siyaset ahlakının ekseninde olmalıdır.

Dr. Devlet Bahçeli'nin Genel Başkanlık görevini üstlenişinden günümüze gelelim. 4 Nisan 1997 tarihinde Başbuğ Alparslan Türkeş'in vefatından sonra gergin bir kurultay süreci yaşanmış ve diğer adayların Devlet Bahçeli lehine çekilmesi ile MHP tarihinin ikinci genel başkanı olmuştu. 1999'da MHP iktidara yürüdü. DSP ve ANAP'la 57. Hükümet kuruldu. MHP'nin yer aldığı 57. Hükümetin belki cumhuriyet tarihinin en çok badirelerle boğuşan hükümeti olduğunu tarih kaleme alacaktır. Deprem felaketleri, yolsuzluklar, bankalar üzerinden patlayan ekonomik kriz, AB uyum yasaları tartışmaları derken öne alınarak 2002'de yapılan seçimlerde hükümet ortaklarının üçü de barajın altında kaldı. MHP'nin oyları 1995'e geriledi ve %8'de durdu. 2007'de MHP tekrar parlamentoya döndü. 2011'de 12


GENCAY Bugün değişim seslerinin yükseldiği ve bu yazının kaleme alındığı sırada Prof. Dr. Ümit Özdağ'ın da resmi açıklamasıyla dört genel başkan adayının belirdiği ortamda Sayın Bahçeli, 19 yıla yakındır genel başkanlığını sürdürüyor. Bu süre tarihe intikal eden liderlerle kıyaslanıldığında bazılarından uzun bazılarından kısa olduğu görülecektir. Ancak uzun süren ve tabanın arzu ettiği hedefleri kısmen tutturabilen -hatta bazen hedefleri yakalayamayan- liderler ''çekilsin artık'' sesleri ile karşılaşmışlardır.

birleşmenin DSP çatısı altında olmasında diretmişti. 57. Hükümetin boğuştuğu sorunlar sırasında DSP bölündü ve İsmail Cem'in genel başkanlığında Yeni Türkiye Partisi kuruldu. DSP grubu ikiye ayrılırken bu bölünmenin baş sorumlusu olarak Hüsamettin Özkan kamuoyunun gündeminden düşmedi. Ecevit, önce mide ve bağırsak ardından da kaburgasındaki rahatsızlık nedeniyle uzun süre hastanede kalmış, taburcu olduktan sonra da Başbakanlık'ta değil evinde mesaiye başlamıştı. Yeter çekilsin sesleri arasında siyasi hayatına 3 Kasım 2002 seçimleri son verdi. %1.5 oyla sahne kapandı. CHP'ye bakacak olursak üç defa ara vererek 1992'den 2010'a kadar partinin genel başkanlığını Deniz Baykal yürüttü. 2002 ve 2007 seçimlerinin sonuçlarına duyulan memnuniyetsizliğe rağmen kurultayları kazanan Baykal, özel yaşamını konu edinmesi gereken bir hallin nihayetinde başkanlıktan ayrıldı. 1959'a uzandığımızda Demokrat Parti'de tabandan olmayan ama tavandan gelen bir değişim arzusu güçlü olmamakla beraber gayet güçlü bir yerden işitiliyor. Gatwick uçak kazasından sonra Londra'da tedavi gören Başbakan Adnan Menderes'in yurda dönüşü iktidar-muhalefet ilişkilerinde tansiyonu düşürür. Ancak Çankaya'dan Menderes'in bir kaç ay daha istirahat edip, başka bir ismin geçici olarak başbakanlığına getirilmesi Koraltan aracılığıyla Menderes'e bildirilir. Menderes, bozuntuya vermez. O hafta içerisinde bir kaç toplantı daha olur. Menderes, Mükerrem Sarol'un telkinleriyle bunun geçici değil bir genel başkanlık değişimi hamlesi olduğunu kabul ederek Çankaya ile ilişkilerini zedeler. Demokrat Parti, bir sene sonra

1972'de CHP'de genç isim Bülent Ecevit, yükselişe geçerken, 1950'den bu yana girilen -27 Mayıs sonrası yapılan 1961 seçimi hariç- tüm seçimlerde birinci olamayan İnönü'ye genel başkanlığı bıraksın kampanyası başlamıştı. İnönü 88 yaşında ve 34 yıldır genel başkandı. Kendisine yönelik bıraksın kampanyasına cevaben ''bir bakmışsınız akşam kriz (kalp krizi) ne genel başkan kalmış ne ihtilaf kalmış'' diyerek sitem etmişti. 1972 Mayıs'ında genel başkanlığı Ecevit'e bırakan İnönü ömründeki son bir yıla doğal senatör olarak girmişti. Tarihin cilvesi midir bilinmez, 1972 yılında genel başkanlığı başlayan ve 1980 darbesi ile siyasi hayatı 7 yıl kesintiye uğrayan Bülent Ecevit, 2002 yılında Başbakan olarak yorgun bedeniyle girdiği son seçim öncesi kendi partisinden bıraksın kampanyasına maruz kaldı. Siyasi yasaklı olduğu dönemde eşinin kurduğu Demokratik Sol Parti'nin dümenine geçtikten sonra 1980 öncesine oranla sloganları hayli değişmişti. Ecevit, solda birleşme umutlarını tüketip, genel başkanlığından ayrıldıktan sonra sırt çevirdiği tarihi misyonu olan CHP yerine 13


GENCAY 1960 darbesiyle devrileceği için üçüncü bir genel başkanının olmasını çok sonralarına saklayacaktır. Kapanan Demokrat Parti'nin siyasi mirasını üstlenen Adalet Partisi'nde ise 1964'ten 1980'e kadar aralıksız genel başkanlık görevini Süleyman Demirel sürdürdü. Siyasi yasakların kalkmasından sonra DYP Genel Başkanı oldu. 1993'te yedinci defa Başbakan oldu. Demirel'in siyasi hayatının 1971'de ve 1980'de bittiğini zannedenlere inat, ilk kez 1966'ta karşısına çıkan cumhurbaşkanlığı şansını 1993'te değerlendirdi. Sekizinci Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın ani ölümünden sonra Dokuzuncu Cumhurbaşkanı seçildi. Demirel her ne kadar partisinin başından ayrılıp Çankaya'ya çıksa da ''yeter bıraksın'' söylemlerini işitmekten kurtulamadı. 2000 yılında görev süresi dolacaktı. 28 Şubat sürecinden kendisine cumhurbaşkanlığı çıkarmak isteyen bazı isimlere karşı hükümet, istikrar vurgusu yaparak 76 yaşındaki Demirel'in Çankaya'daki görev süresini uzatmak için yasa değişikliği hazırlıkları yaptı. Kamuoyu hazırlandı. Muhalefetin de desteğini almak için sık sık partileri kapatılan Milli Görüş temsilcilerine parti kapatmayı zorlaştıran hükümlerin de değişiklik paketinde olacağı bildirildi. İmzalar toplandı ve Meclis Genel Kurulu'na teklif getirildi. Teklif, hazırlanma sırasında imza atan milletvekillerinin çok altında bir oy alınca Demirel için aktif siyaset sona erdi. ''Güniz sokakta tavuk beslemem'' demeciyle aktif siyasete göz kırpan Demirel'e basın serzenişte bulundu. Görev süresinin uzatılması sırasında baba vurgusu yapan manşetlerin yerini, artık emekli ol söylemi aldı.

Milli Görüş lider değişimi tartışmaları sonrası resmen bölünme yaşamadı ama ayrılık Fazilet Partisi'nin kapatılmasıyla resmileşti. Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi ve Refah Parti'sinin liderliğini yıllarca üstlenen Necmettin Erbakan, Milli Görüş'ün simgesiydi. Refah Partisi'nin kapatılıp kendisine verilen beş yıl siyaset yasağının ardından, Fazilet Partisi'ne Cindoruk ve Tuna örneklerini hatırlatan bir isim genel başkan oldu. Erbakan'ın direktiflerini uygulayan bu isim Recai Kutan'dı. Fazilet Partisi'nin 2000 senesindeki kongresinde, Erbakan'a ve onun temsilcisi olan Kutan'a karşı yenilikçiler adı altında bir muhalefet sancağı açıldı. Abdullah Gül, başkanlığa aday oldu. Lider değiştirmeye alışık olmayan Milli Görüş'ün bu kongresi hayli gergin geçti. Kutan tekrar genel başkan olsa da yenilikçiler tavırlarını sürdürüp bir program çerçevesinde çalışmalarını derinleştirdiler. Fazilet Partisi de kapatılınca, Erbakan'ın çizgisinde kurulan Saadet Partisi'ne katılmayıp, AKP'yi kurdular. Erbakan ömrünün son yıllarında SP'nin liderliğini tekrar devraldı. İnönü, Ecevit, Demirel ve Erbakan, siyaset yaşamından emekliye ayrılmak gibi bir davranışı kolaylıkla göstermedikleri anlaşılıyor. Alparslan Türkeş'in bu liderlerden farklı olarak partisinin başında hayata veda etmesi ve günlük siyasi anlayışlar sonucu MHP'de bir ayrılığın yaşanmasına rağmen tabanda ''çekilsin'' söyleminin görülmemesi, bilakis vefatının ülkücü camiayı derinden sarsması onu ayrıcalıklı kılmaktadır. Türk siyasetinde liderlerin daha dinç yaşta vazifelerinden ayrılıp, emekli politikacı geleneğini başlatmamış olmaları akademi çevrelerince tezlere konu olacaktır. 14


GENCAY

ÇARPIK ÇAĞ VE TÜRK GENCİNE DÜŞEN GÖREV Ertuğrul Kaan ÇAM sorumlular. Liste belki biraz daha uzayabilir ancak bu saydıklarım alelade insanlar değil. Toplumu yöneten, toplumu eğiten ve toplumu yönlendiren insanlar.

Zorbaya rüşvettir 'nurol-çok yaşa' Mâbutlar, kıbleler değişti hâşâ İnsanın kâğıda, demire, taşa Secdeye vardığı çağda yaşadık.

İlk gruptan toplumu yönetenlerden başlayalım. Ne yazık ki toplumu yönetenlerin koltuk sevdası ve koltuğu kaybetme korkusu, Allah sevgisi ve korkusunun önüne geçmiş vaziyette. Konumu nedeni ile eline geçirdiği güç, nefsini o kadar doyumsuzlaştırmış ki kalbi övgülere sonuna kadar açık lakin eleştirilere mühürlü. Hırsının sınırı yok. Vicdanı çoktan dolgun cüzdanlar tarafından satın alınmış durumda. Etrafına toplanan dalkavuk takımı gazı verdikçe uçuyor. Küçük dağları ben yarattım havalarında törenden törene koşturuyor. Sorumluluğu alanında bir sıkıntı olduğunda ise türlü bahanelere sığınıyor. Dalkavuklarının zarar görmemesi için ahlaksızlıklarını gizliyor, açığa çıkarsa meşrulaştırmak için gayret gösteriyor. Üstüne dalkavukluk astına kibir şeklinde bir yönetim anlayışı yerleşiyor. Böylece en üstten en alta kadar yönetim kademesinde bir ahlaksızlık zinciri oluşuyor. Sonuçta devlet nizamı bozuluyor. Bozulan nizam toplumun da bozulmasına zemin hazırlıyor.

Merhum Abdurrahim Karakoç ne de güzel anlatmış ‘’Çarpık Çağ’’ şiirinin bu dörtlüğünde halimizi. Gerçekten çarpık bir çağdayız. Büyük bir ahlaki çöküş yaşıyoruz toplum olarak. Başımıza gelen türlü türlü badireler de durduramıyor bu çöküşü, ibret almıyoruz. ‘’Bana dokunmayan yılan bin yaşasın’’ zihniyetinin, fırsatçılığın, riyakârlığın, vurdumduymazlığın akıllılık sayıldığı bir çağdayız. Dürüst olana, namuslu olana, rüşveti elinin tersi ile itip, haksızlığa karşı dimdik durana ise aptal ya da deli diyorlar. Peki, ne oldu da bu hale geldik? Bu soruya tek bir cevap vermek son derece zor. Bu hale gelmemizde işi ehline teslim etmeyen yönetici, ‘’Benim memurum işini bilir!’’ diyen devlet büyüğü; karanlık beyinleri ilim irfan ışığı ile aydınlatması gerekirken, tertemiz ve aydınlık beyinleri kapkara zihniyetlere boğan akademisyen; birkaç puan fazla reyting için entrika ve cinsellik pazarlayan televizyon kanalları; iki kelime ile tanımlanacak olsa ‘güzel ahlak’ olarak tanımlanabilecek bir dini tebliğ ettiğinden habersiz, yobaz din adamı başlıca

İşin eğitim kısmında da durum çok parlak değil. Bir memleket düşünün ki üniversitelerinden çıkan ‘’canlı bomba’’ sayısı, alanında dünyaya nam salabilecek nitelikteki bilim adamı sayısından daha 15


GENCAY fazla! Bir memleket düşünün ki üniversiteleri, terör ve anarşiyi kendisine araç edinen illegal örgütlerin ‘’insan kaynakları birimi’’ gibi. Eserleri ile çağları aşacak mimarları, gelecek nesillerimizin mimarı öğretmenleri, hakkımız savunacak avukatı, adaleti tecelli ettirecek hâkimi, suçluları sindirecek savcıyı, hastalıklarımıza derman olacak doktoru, teknolojimize çağ atlattıracak mühendisi yetiştirmesi gereken ilim yuvaları bugün kimliksiz, kişiliksiz, içinde bulunduğu toplumun değerlerine düşman insanlar yetiştiriyor. İlim, irfan peşinde koşmak yerine yabancı ideolojilerin peşinde koşan akademisyenlerin dolu olduğu, insanların ilmi ile değil de yakın durduğu ideoloji, grup, cemaat vs. ile değerlendirildiği üniversitelerden farklı sonuç beklemek ne kadar mümkün olabilir?

ve bütün bunların sonucunda yine bu kanallar ve siteler aracılığı ile öğrendiğimiz iğrenç haberler. Karısını sokak ortasında kurşunlayan adam, kocasını uyurken kesen kadın, anasına, bacısına, kızına tecavüz edenler, çocuklara musallat olanlar ve daha bir sürü iğrençlik. Hem ahlaksızlığı dizilerinde meşrulaştırarak hem de meşrulaştırdığın ahlaksızlığı ‘şaşkınlık’ ifadeleri ile haberleştirerek para kazan. İşte ülkemizdeki medyanın durumu bu derece vahim… Son olarak din adamları... Din adamları hem toplumun eğitimi hem de yönlendirilmesi açısından büyük önem arz ederler. Bir atasözü var ya ‘’Yarım doktor candan, yarım imam dinden eder’’ diye. Bu söz eğitimci yönlerini en iyi anlatan sözlerden biridir. Toplumu yönlendirme denildiğinde ise benim ilk aklıma gelen Maraş direnişidir. Sütçü İmam Ali’nin tavrı, Rıdvan Hocanın Maraş ahalisini titretip kendine getiren sözleri, Maraş’ı Kahramanmaraş yapmıştır. Bugün ise din adamlarımızdan bu ‘’elif gibi dimdik duruşu’’ göremez olduk. Dokuz köyden kovulma kaygısı ile doğruyu söyleyemiyorlar. Daha da beteri işi ticarete dökenleri bile var. Manevi değerlerimizi kullanarak topladıkları maddi yardımları şahsi emellerine alet edenler, biraz göz yaşı ile varlıklarına varlık katan ‘’Ramazan hocaları’’ bu din tüccarlığının başlıca örnekleri. Siyasi taraftarlık yapan veya siyasi kaygılarla hareket eden din adamlarının sayısı her geçen gün artıyor. Bu durum bir taraftan din adamlarına güveni azaltırken diğer yandan yapılan işler din adamlarınca ‘fırkacı bir taassup’ ile değerlendirildiğinden toplum yanlış

Toplumu yönlendirme dediğimizde çağımızda akla gelen ilk unsur medya. Medya deyince ise akla ilk gelen televizyon kanalları. Bir televizyon, bir programla milyonlarca insanı kendisine bağlayabiliyor. Belirli bir anlayışa göre programları düzenlenmiş bir televizyon ise kendisine bağladığı insanları, onlara hiç fark ettirmeden, istediği yöne çekebiliyor. Televizyon kanallarındaki dizilere bir bakın! Çok fazla emek sarf etmeden zevk içinde yaşayan mafya babaları, töre cinayetleri, yakışıklı bir adam için birbirine girmiş kız kardeşler, güzel bir kız için birbirini öldüren adamlar, para için bedenini satan fakir kız, evlatlarının arasını açmaya çalışan anababa vs. Reyting uğruna bol bol şiddet, entrika ve cinsellik satan televizyonlar. Her geçen gün etki alanı genişleyen internet medyasında da durum farklı değil 16


GENCAY yönlendirilebiliyor. Bu yanlış yönelimler belirli bir zamandan sonra toplumda genel kabul haline geliyor. Bugün toplumumuzda yaşanan birçok ahlaksızlığa karşı gösterilen tepkinin her geçen gün azalmasında din adamlarındaki bozulmanın yeri hiç şüphesiz çok büyük.

mesul tutacak’’, Kutadgu Bilig’i okuyup özümsemiş idarecilerce yönetilmek, ‘’uğruna kırk yıl köle olunabilecek’’ akademisyenlerce eğitilmek, yüksek milli kültürümüzü ve manevi değerlerimizi ön plana çıkaran yapımlara imza atan ‘’yerli’’ bir medyaya sahip olmak, Allah’ın Hud suresi 112. ayetteki ‘’Emrolunduğun gibi dosdoğru ol’’ emrini kendisine rehber edinmiş din adamlarının hutbeleri, vaazları, sohbetleri ile bilgilenmek. Böyle insanlar hala var ve ben inanıyorum ki onların sayesinde hala millet ve devlet olarak ayaktayız.

Şanlı peygamberimiz de asırlar öncesinden durumu şu sözleri ile özetlemiş: ‘’İnsanlardan iki sınıf vardır ki onlar iyi olurlarsa bütün insanlar iyi olur, bozulurlarsa bütün insanlar bozulur. Onlar âlimler ve idarecilerdir.’’ Yukarıda bahsettiğimiz hususların bir cümlede özeti adeta. Alimler(din adamları ve akademisyenler) ve idarecilerdeki bozulma her geçen gün biraz daha toplumsal değerlerimizi baltalıyor. Buna bir de teknolojik gelişmenin ürünü medya da eklenince insanlığından çıkmış insan topluluklarının sayısı kat be kat artıyor.

Milletini maddi ve manevi olarak kalkındırmayı kendisine görev edinmiş olan biz Türk milliyetçisi gençlerin yapması gereken bu değerli insanları keşfetmek, faydalanmak ve toplumun her kesimine ulaştırmak ve nihayetinde sorumluluk sahibi, bilgili, yerli ve dosdoğru bir insan olarak gelecekte o değerlerin yerini alabilmek.

Peki, ne yapmalı? Bundan çıkışın yolu, Hz. Ömer gibi ‘’Fırat’ın kıyısındaki kuzudan kendini

17


GENCAY

VE İKLİMİN KOYUSU Mehmet Batuhan KAYNAKÇI Ve aşktan ve şiirden ve bir şeylerden ve bir şeylerden... Islak gökyüzünden sızan bir nen var. Kemanın uğultusuna, Dökülmüş bir mevsimin hicranına kapılan, Uzak insanlardan kurulu bir senfoni var. Gıcırtılarıyla, akşama ulaşırken vakit Başlayan, durmaksızın çalan durmaksızın çalan...

Gramofonlarda sallanır gri kalpaklı yalnızlar. Ve gri kalpaklarına sarılı tutuşmuş tozlar var, Biraz neşe, biraz doğacak güneşe endişe... Sonra kapalı kapılar, sönmüş kandiller. İnsan, kendiyle başlar sonu gelmeyecek bir güreşe. Ve söz açılır aşktan, şiirden, bir şeylerden...

Ne var ki sabaha kendiyle doğar insan, Sağır ve nahoş adımlarda sere serpe biraz. Birazda dökülmüş öğlen vakitlerinde, keder; her yerde! Bir piyanonun tuşlarına basıyormuşçasına yazılır şiir; Ve akordeon sesleri arasında gömülecekse gömülür her şair. Sahi manevralarda elbet tükenecekse, Bu kadar plan neden var?

18


GENCAY Ve aşktan ve şiirden ve bir şeylerden ve bir şeylerden... İnsan ilk en yakınını kaybeder. Ruhunun en gizinde kalmış kişiyi, Kendisinden dahi gizler. İnsan ilk en yakınını kaybeder. Ve uzaklarsa mahveder sessizliği. Sessizliği ve sessizliktekileri...

Karanlık en çabuk kanan renktir. Ne zaman bulsa bir yırtık sızar da Destansı menekşeleri kurur kahramanların. Bu ayrı bir sözün başlangıcı ama Karanlık en çabuk kanan renktir.

Ve aşktan ve şiirden ve bir şeylerden ve bir şeylerden... Islak gökyüzünden sızan bir nen var. Kemanın uğultusuna dökülmüş, Bir mevsimin hicranına kapılan.

Uzak insanlardan kurulu bir senfoni var, Gıcırtılarıyla akşama ulaşırken vakit başlayan, Durmaksızın çalan durmaksızın çalan...

19


GENCAY

KUT-ÜL AMMARE ZAFERİ VE DIŞ BASINA YANSIMALARI Bahadır Sancar OKUR Birinci Dünya Savaşı’nda kanlı bir bataklığın ortasında kalan Osmanlı Devleti birçok cephede aynı anda savaşmak mecburiyetindeydi. Bunlardan en önemlisi ve şanlı bir zaferle neticelenen Çanakkale Zaferi olmakla birlikte, hemen hemen aynı şanı taşıyan bir cephe daha vardı. Bu Irak cephesinde yer alan Kut’ul Ammare idi. Petrol sahalarının kontrolünü isteyen İngilizlere karşı savaşmak üzere, 15 Ekim 1914 tarihinde Bahreyn ve 23 Kasım 1914 tarihinde Basra’nın işgalci kuvvetlerin eline geçmesi Irak Cephesinin açılış sebebi olarak görülüyordu.

Ancak bu yeterli olmamış, İngiliz güçlerinin ilerleyişi durdurulamamış ve buna karşılık İttihatçılar bu cephedeki askeri güçlerin seviyesini kolorduya yükseltmişti. Bu gelişmelerle birlikte Nasıriye ve Şuayibe ele geçirilmiş olsa da gerek teçhizat yetersizliği gerekse yorgun düşen ordu durumları neticesinde Osmanlı birlikleri geri çekilmek zorunda kalmışlardı. Bu başarısız görüntünün üzerine Süleyman Askeri Bey gururuna yenik düşerek hayatına son vermiştir. Son gelişmelerden sonra İngiliz birliklerinin başına orduda ün yapmış General Townshand getirilmiştir. Süleyman Askeri Beyden boşalan ordu komutanlığı görevinde ise Nurettin Bey yer alıyordu. İngiliz güçleri Amara ve Nasıriye’yi ele geçirirken bir yandan da casuslar aracılığıyla çeşitli propagandalar yapıyorlardı. Bu propagandaların amacı Arapların Osmanlı tarafından uğradıkları zulümden kurtulmaları için İngiliz birliklerine yardım etmeleri gerektiği algısını oluşturmaktı. Osmanlı birliklerinin içinde bulunduğu duruma rağmen General Townshand, merkezden bir emir gelmeden ordusunu harekete geçirmemeye karar vermişti. Bunun üzerine 23 Ağustos 1915 tarihinde gelen emirde Osmanlı birliklerinin biran evvel imha edilmesi ve neticesinde Kut-ül Ammare’nin ele geçirilmesi bekleniyordu. Bu emir neticesinde harekete geçen İngiliz

İngiltere için sömürgelerinin öneminin tartışılmaya bile gerek olmadığı aşikâr. Özellikle yeraltı zenginlikleri ile büyük öneme sahip Hindistan ve diğer sömürülerinin güvenliğini sağlamak aynı zamanda II. Abdülhamit tarafından yaptırılan Hicaz Demiryolu, İngiltere’yi Irak’ta savaşmaya mecbur bırakıyordu. Bu cephede ise İngiltere, kendi ırkından ziyade elinin altında bulunan adalı İngiliz “vatandaşları” ve büyük çoğunluğunu İslam dinine mensup Hindistanlılardan oluşan birliklerle savaşacaktı. Osmanlı’da ise Irak cephesindeki birliklerin başına, Enver Paşa tarafından Süleyman Askeri Bey getirilmişti. Süleyman Beyin ilk planı ise bölgedeki milis güçleri de organizasyona katarak İngiltere ordusunu durdurmak üzerineydi. 20


GENCAY ordusu Osmanlı’ya büyük kayıplar verdirmiş neticesinde ise Osmanlı birlikleri geri çekilmek durumunda kalmıştı. Bunun üzerine geri çekilen Osmanlı birlikleri yerine İngiliz birlikleri fazla bir direnişle karşılaşmadan Kut-ül Ammare’yi işgal etmişti. Ancak henüz pes etmeyen Nurettin Bey ve ordusu geri çekilmesine rağmen her noktada savaş düzeni almaktaydı. İngilizlerin bu durum karşısında şaşırdıkları gelen casus raporlarında yer alıyordu. Ancak buna rağmen İngiliz birlikleri ilerleyişe devam edip Bağdat’ı da ele geçirmek istiyordu. Bunun önünde hiçbir engel göremiyorlardı. 14 Kasım’da İngilizler Bağdat’a doğru harekete geçmişlerdir ve bunun üzerine Irak, İran ve Musul’da yer alan Osmanlı birlikleri birleşerek altıncı kolordu kurulmuştur. Yeni kurulan ordunun başına ise bir Alman olan Mareşal Colmar von der Goltz getirilmişti. Yaşanan çatışmalardan sonra ise 25 Kasım tarihinde İngiliz birlikleri geri çekilmek zorunda kalmıştı. Bu çatışmalarda İngilizlerin kayıpları, cephede yer alan birliklerinin üçte birine denk gelmekteydi. Bunun üzerine İngiliz birlikleri ilerlemekten vazgeçerek Kut-ül Ammare’ye çekilip, savunma pozisyonu almaya başlamıştı. Kut-ül Ammare coğrafi açıdan oldukça avantajlı bir konumdaydı ve İngilizler bundan faydalanmak istiyordu. Geri çekilen İngiliz birliklerinden sonra Osmanlı ordusu 27 Aralık günü Kut-ül Ammare’ye gelerek topçu atışlarına başladı. Duvarlar yıkılmıştı ancak arkaya örülen tel örgüler, Osmanlı’nın çok sayıda kayıp vermesine yol açıyordu. Buna rağmen Osmanlı birlikleri saldırmaya devam ediyordu. İngiliz birlikleri ise Osmanlı ordusunun en

fazla bir ay kuşatmaya devam edeceğini düşünüyordu. Bu süre zarfında ise kendilerine yetecek seviyede erzakın bolca bulunmasına güveniyorlardı. General Townshand İran üstünde vazifeli olan Rus birliklerinden yardım isteyecek ancak 6 Ocak günü Osmanlı ordusu yardıma gelen birlikleri de bertaraf edecekti. Ancak bunun sonunda orduyu geriye çeken Nurettin Bey görevden alınacak yerine ise Enver Paşa’nın amcası Halil Paşa getirilecekti. İngiliz casuslarına karşı hamle olarak Teşkilat-ı Mahsusa ajanları da İngiliz siperlerine çeşitli pusulalar dağıtıyordu. Bu pusulalarda Müslüman olan Hintlilerin, din kardeşlerine karşı savaşmamaları bunun yerine Halifenin emrine girmeleri söyleniyordu. Bu çabalar sonuç vermiş Müslüman Hintliler İngiliz ordusundan kaçmaya başlamış, intihara yönelmiş ya da nöbet sırasında bazı durumları görmezden gelmişlerdir. 19 Nisan’da karargâhta yakalandığı hastalık sonucu hayatını kaybeden Von der Goltz yerine Halil Paşa getirilmiştir. Bu sırada ise General Townshand umudunu iyice kaybetmişti. Halil Paşa birçok kez teslim ol çağrısında bulunmuştu. İngilizlerin tükenen yiyecekleri neticesinde asker kayıpları iyice artmış, açlıktan sahip oldukları atları kesip yemeye başlamışlardı. Tüm bunların neticesinde Townshand 29 Nisan 1916’da “13 general, 481 subay ve 13.300 er” ile birlikte teslim olmuştur. Halil Paşa kazanılan zafer sonucunda birinci derece Osmanlı Nişanı verilmiştir. Daha sonra Halil Paşa “Kut” soyadını almıştır.

21


GENCAY Zaferin Dış Basına Yansımaları

Sonuç

Osmanlı açısından zafer olarak belirtilecek kuşatmanın İngilizler için ise acı bir mağlubiyetten ve itibar kaybından başka bir anlamı yoktu. Bu durum İngiliz kamuoyuna ve basınına da yansımıştı. Basında İngiltere’nin bu mağlubiyetine oldukça fazla yer verilmekteydi. Mağlubiyetin temel nedeni erzak yetersizliğine bağlanırken, teslim olunurken tüm mühimmatın imha edildiği belirtiliyordu. Aynı zamanda Osmanlı ordusu komutanı Halil Paşa’nın ise nezaketine vurgu yapılarak General Townshend’e ait kılıç ve silahların kendisine geri verilmesine değiniliyordu. Buna karşılık Alman basınında ise Kut-ül Ammare başarısızlığının siyasi ve askeri açıdan oldukça fazla öneme sahip olduğu vurgulanıyor, Zeitung gazetesi ise İngiltere açısından en büyük yenilgilerden biri olduğunu manşetlerine taşıyordu. Osmanlı’nın müttefiki konumunda yer alan Almanya kamuoyunda ise hemen hemen İstanbul’da olduğu kadar büyük sevinçle karşılanmıştı.

İngiliz güçlerinin Osmanlı’ya esir düşmesi, Osmanlı ve İngiliz kamuoylarında günlerce konuşulmuştur. Osmanlı’da zafer naraları medyada ve halkın dilindeyken, İngiliz basınında ise yenilginin suçlularına odaklanılarak, ordunun itibarı kurtarılmaya çalışılıyordu. Bu İngiliz subaylarına açılan soruşturmalardan rahatça görülebiliyordu. Ancak Kut-ül Ammare ve Çanakkale’de kaybolan itibarlarını kurtarmak isteyen İngiltere bunu Bağdat’ı ele geçirerek telafi etmek niyetindeydi. Kut-ül Ammare yenilgisi İngiltere’yi yavaşlatmış ama planlarından vazgeçirmeye yetmemişti. Osmanlı açısından ise bu zafer ile birlikte Ruslara gidecek olan yardım önlenmiş olmuştu. Genel kanı bu zaferin Osmanlı’ya oldukça fazla avantaj sağlayacağıydı. Bununla beraber Irak Cephesi’nin kapanacağı ve İngiltere’nin geri çekileceği fikri hâkimdi. Ancak bu durum yanlış yorumlanmıştı. Askeri zafer siyasi bir akılla birleştirilememişti. Bölgedeki birliklerin iki farklı noktada Ruslar ve İngilizlerle mücadele etmek zorunda kalması etkinliğini yitirmesine neden olup çeşitli çatışmaların ardından İngiltere 11 Mart 1917’de Bağdat’ı ele geçirmiştir. Musul’da ise Türk ordusu başarılı olmuş; önce Rus birlikleri dağıtılmış daha sonra ise İngilizler yenilgiye uğratılmıştır. Ancak Mondros Ateşkes Antlaşması ile birlikte Musul’da kaybedilmiştir. Bu durum tarih boyunca Kut-ül Ammare zaferinin tam bir galibiyet olarak değil, muhabere zaferi olarak nitelendirilmesine yol açmıştır.

Fransa medyası ise bu olayı çokta büyük bir yenilgi olarak belirtilmiyordu. Onlara göre İngiliz ve Rus birliklerinin Anadolu topraklarındaki varlıkları daha önemliydi ve Irak cephesinde yer alan Osmanlı ordusunun bu durumu kolaylaştırdığına vurgu yapılıyordu. Echo de Paris adlı gazete ise bu duruma daha fazla dikkat çekerek, verilen kayıpların savaşın diğer cephelerdeki durumu kolaylaştırdığını öne sürüyordu. Bununla beraber Hindistan ve Avustralya yerel yönetimleri ise İngiltere yenilgisine duydukları üzüntülerini kamuoyuyla paylaşıyorlardı. 22


GENCAY Kaynakça

Çarpışmalar”, Gazi Akademik Bakış, Cilt 4, Sayı 7, Kış 2010, s.133-152 SAYGI, Tarık, İngiliz Generali Townshend ve Türkler, Paraf Yayınları, İstanbul,2011. BURAK, Durdu Mehmet, Birinci Dünya Savaşında Türk-İngiliz İlişkileri, Babil Yayıncılık, Ankara,2004 TOWNSHEND, Charles V.F., Irak Seferi ve Esaret, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2007.

Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi Journal Of Modern Turkish History Studies XIII/26 (2013Bahar/Spring), ss. 55-85. SÂBİS, Ali İhsan, Birinci Dünya Harbi, Nehir Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1992. SAKİN, Serdar, “Birinci Dünya Savaşı’nda Irak Cephesinde Osmanlı Devleti ile İngiltere Arasındaki

23


GENCAY

TÜRK’ÜN MANEVİ HAZİNESİ Şeyma KIRAÇ Atalarımız “Ağzı olan konuşur.” demiş. Gerçekten de ağzı olanın konuştuğu doğruyanlış demeden her konu hakkında fikrini, bilgisini (ona bilgi denirse tabii) etrafındakilere kabul ettirmeye çalışanların bolca bulunduğu bir devirdeyiz. Araştırmadan konuşanlar mı dersiniz, konuşmak için konuşanlar mı dersiniz yoksa ortamda sadece dinlemeyi kendine yediremeyenler mi dersiniz bilmem ama bu kişileri susturmak oldukça uğraş gerektiriyor. Haklı çıkmak için kafalarından tarih yazanlarından tutun arkasında olmadığı görüşü savunanları bile görüyoruz bazen.

Türk Tarih Kurumu’nun temelleri 28 Nisan 1930’da Atatürk’ün de bizzat katıldığı Türk Ocakları’nın VI. Kurultayı’nın son oturumunda atılmıştır. Atatürk’ün direktifleriyle, Afet İNAN tarafından 40 imzalı bir önerge sunulmuş ve “Türk tarih ve medeniyetini ilmi surette tetkik etmek için hususi ve daimi bir heyetin teşkiline karar verilmesini ve bu heyetin azasını seçmek salahiyetinin Merkez heyetine bırakılmasını teklif ederiz.” denilmiştir.

Başbuğ Atatürk “Cehalet; yenilmesi gereken en büyük düşmandır!” demiştir. Her devirde eksik olmadıkları gibi o devirde de ki her muhabbette övgü ile bahsedilen Avrupa devletlerinde de kaynak belirtmeden konuşanlar, yazanlar bulunuyordu. Özellikle Avrupa devletlerinin ders kitaplarında yer alan Türklerin ikinci sınıf bir millet oldukları iddiaları ve “barbar” deyimi kullanılarak bir istilacı kavim oldukları gösteriliyordu. Atatürk bunun böyle olmadığını ve cihan tarihinde en eski çağlardan beri Türkler’in hakiki yerinin ne olduğunun ve medeniyete ne gibi hizmetlerinin bulunduğunun tetkik edilmesi gerektiğine inanmaktaydı. Bu sebeple ve daha birçok yardımcı sebeplerle 12 Nisan 1931’de Türk Tarih Kurumu açılmıştır.

Aynı gün Kurultayda yapılan görüşme sonucunda Türk Ocakları Kanunu’na, 84. madde olarak “Merkez Heyeti, Türk tarih ve medeniyetini ilmî surette tetkik ve tetebbu eylemek vazifesiyle mükellef olmak üzere bir Türk Tarih heyeti teşkil eder” şeklinde bir madde eklenmiştir. Bu karar çerçevesinde 16 üyeden oluşan bir “Türk Tarihi Tetkik Heyeti” teşkil edilmiştir. Böylece temeli atılan Türk Tarih Kurumu, Türk Ocakları’nın VII. Kurultayı’nda kapatılması kararı alınınca, 12 Nisan 24


GENCAY 1931’de “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti” adı altında yeniden teşkilatlanmış ve 1930’daki ilkeleri temel alınmıştır. Kurumun adı 1935 yılında “Türk Tarihi Araştırma Kurumu” ve daha sonra ise “Türk Tarih Kurumu” olarak değiştirilmiştir.

Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi, Türk tarihi, Türkiye tarihi ve bunlarla ilgili konularda zengin ve değerli bilgi kaynaklarına sahip olan tek ihtisas kütüphanesidir. Kütüphane dermesini oluşturan bilgi kaynakları: kitaplar, süreli yayınlar, haritalar, el yazması eserler, basılmamış telif ve çeviri eserler, fotokopiler, mikrofilm, mikrofiş, CD-ROM, video-kasetlerdir.

Kuruluşundan başlayarak çalışmalarını eski Türk Ocağı Halkevleri binasında sürdüren Kurum, 1940 yılı sonlarında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde ayrılan bir bölüme geçmiştir. Lakin her gün zenginleşen kütüphanesi, çalışmaları ve gelişen basımevi dolayısıyla bu yer yetersiz kalmış, 12 Kasım 1967 günü, projesi Sayın Turgut Cansever tarafından çizilen bugünkü modern binasına taşınmıştır. Bu bina 1980 yılında “Uluslararası Ağahan Mimarî Ödülü”nü almıştır.

Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi'nden üniversite öğretim üye ve görevlileri, yüksek lisans ve doktora düzeyinde çalışma yapan araştırmacılar, resmi ve özel kuruluşlarda görevli araştırmacılar ve kişisel araştırmacılar yararlanmaktadır. Üniversitelerin sadece son sınıf öğrencileri kütüphaneden yararlanabilmektedir. Bunun için de seminer veya tez çalışmalarını yürüten danışman öğretim üyesinden, öğrencinin adına düzenlenmiş, çalışma konusunu bildiren bir yazı getirmeleri gerekmektedir. “Büyük devletler kuran ecdadımız büyük ve şümullü medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.” demiştir Başbuğ Atatürk. Her fırsatta gururla söylediğim sözlerden bir tanesidir. Türkler tarihinde öyle büyük zaferler kazanmış öyle büyük işlere imza atmış bir topluluktur ki gerçekten de Türk, tarihini tanıdıkça daha büyük işler yapmak için o kuvveti kendinde buluyor.

Atatürk. Hayatının son dönemlerine kadar Türk Tarih Kurumu’nun çalışmalarını desteklemiş ve katkıda bulunmuştur. O’nun kuruma verdiği bu önem vasiyetinde İş Bankası’ndaki hisselerinin yarısını Türk Tarih Kurumu’na bağışlamasıyla anlaşılmaktadır. Nitekim Atatürk’ten sonra gelen Cumhurbaşkanları da bir gelenek olarak Kurum’un koruyucu başkanları olmuştur.

Tarihini bilmek, araştırmak ve öğrenmek, yetişen her Türk insanının ilgilenmesi 25


GENCAY gereken konulardan biri olması gerektiği görüşündeyim. Nitekim kişi tarihini tam anlamıyla bilmesiyle büyür ve olgunlaşır.

Mustafa Kemal Paşa’ya teşekkürü borç bilirim. Teşekkürler Paşam… Türk Tarih Kurumu’nun 85.yılı Kutlu Olsun!

Bugün de yine her gün olduğu gibi hayatımızda yeri büyük olan Büyük Önder

26


GENCAY

TÜRK KAMU YÖNETİMİNDE UYGULAMAYA İLİŞKİN BAŞLICA SORUNLAR VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ Anıl ÇİLOĞLU uygulamaya ilişkin başlıca sorunların temeli yönetim kavramı ve kamu yönetimi kavramlarına dayandırılacak ve bu sorunlar üzerine çözüm önerileri sunulacaktır.

Giriş Türk Kamu Yönetiminde uygulamaya ilişkin başlıca sorunları irdeleyebilmek ve bu sorunlar üzerine çözüm önerileri sunmak için öncelikle, dünya üzerindeki küreselleşme hareketleri ile yapıları, işlevleri sürekli değişen ve gelişen devlet olgusunu, devlet olgusunun bir sonucu olarak da yönetim kavramını, yönetim kavramının gerçeğe yansıması olan Kamu Yönetimi kavramının iyi saptanması ve anlaşılması gerekmektedir.

Devlet, Yönetim ve Kamu Yönetimi İnsanın sosyal ve kültürel bir varlık olması, sosyal ve kültürel paylaşımı, birlikte yaşamayı ve işbirliğini ortaya çıkarmıştır. Ortaya çıkan bu sonuçlar zamanla bir yöneten ve yönetilen ilişkisi haline dönüşmüş ve devlet olgusunun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Devlet kavramının çok eski olması ve günümüze kadar süregelmesi var olan yöneten ve yönetilen ilişkisinden kaynaklanmaktadır. Devlet, bir toprak bütünlüğüne sahip olan, siyasal ve kültürel bakımdan örgütlenmiş, millet veya milletler topluluğudur. Toplu yaşamanın ve insanların müşterek gereksinimleri olan sosyal refah, iç düzen, sağlık, güvenlik gibi bütün beşeri faaliyetler devlet olgusunun konusu içine dâhil olmuştur. Müşterek olan bu gereksinimler devlet tarafından karşılanır, düzenlenir ve yürütülür.

Dünya üzerindeki küreselleşme hareketleri ile yapıları, işlevleri sürekli değişen ve gelişen devletlerde olduğu gibi Türk Kamu Yönetimi’nde de, yönetimde reform kavramı yeni bir kavram değildir. Başvurulan, gelişi güzel düzensiz çalışmalar, Tanzimat’tan, Cumhuriyete ve hatta günümüze kadar Türk kamu yönetiminde reform hareketlerinin gelişmesinde etkili olmuştur. Türk kamu yönetiminde, uygulanmaya çalışılan bir dizi yönetsel reformların başarısız olması, ekonomik, siyasal ve kültürel gelişmeyle doğru orantılı olduğu aşikârdır. Reformların başarısızlığı da aynı zamanda uygulamaya ilişkin başlıca sorunları ortaya çıkarmaktadır.

Bu noktada ise karşımıza yönetim kavramı ortaya çıkmaktadır. Yönetim kavramının önemi birçok bilim insanı, akademisyen ve siyaset bilimcinin ortak ve müşterek konusu haline gelmiştir. Prof. Dr. Şükrü Metin Erdağı “Yönetim, belirli amaç veya amaçları gerçekleştirmek için iş birliği

Bu çalışmada devlet olgusunun bir sonucu olan yönetim kavramı ve gerçeğe yansıması olan Kamu Yönetimi kavramları üzerinde durulacak, Türk kamu yönetimde 27


GENCAY içinde yürütülen bir grup faaliyetidir.”(1), şeklinde yönetim kavramını toplumsallaştırmış ve devlet olgusu ile ilişkisine vurgu yapmıştır. Yönetimi örgütsel bir süreç olarak ele alan Doç. Dr. Erol Turan ise yönetim kavramını, “Belirli bir takım amaçlara ulaşmak için başta insan kaynakları olmak üzere, parasal kaynakları, donanımı, demirbaşları, hammadde ve yardımcı malzemeler ve nihayet zaman faktörünü birbiriyle uyumlu ve etkin kullanmaya imkân verecek kararlar alma ve bunları uygulatma süreçlerinin toplamıdır.”(2), şeklinde kavramsallaştırmıştır. Yapılan tanımlardan da anlaşılacağı üzere yönetim kavramı, devlet olgusu içinde var olan, , planlı, örgütlü ve denetimli, yönetilen ve yöneten arasında sürekli etkileşim halinde uygulanan, verimlilik ve etkinlik esaslarına dayanan bir kavramdır.

• Kamu yönetiminin kamu politikalarının oluşturulmasında önemli bir rolü vardır ve bu nedenle siyasal sürecin bir parçasıdır. • Kamu yönetimi özel yönetimden önemli ölçüde farklıdır. • Kamu yönetimi çeşitli özel gruplar ve bireyler ile yakından ilişkilidir. • Kamu yönetimi merkezi ve yerel yönetimlerin yürütme organlarının ve bunlarla ilişkilendirilmiş örgütlerin etkinliklerini kapsar. • Kamu yönetimi, siyasal iktidarın amaçlarına ulaşmak için insanları ve malzemeleri örgütleyip yönetmesidir. Yrd. Doç. Dr. Ali Kuyaksıgil ise “Genel anlamda yönetim kavramının tanımlamaları kamu yönetimi ile ilişkilendirildiğinde, yönetim, kamu hizmet ve görevlerinin devamlı olarak aksatılmadan yürütülmesi için bir araya gelmiş bulunan insan, araç ve gereç topluluğuna işlerlik kazandıracak, koordine ve organize edilmesi işlemidir.”(4), şeklinde yönetim kavramını, kamu yönetimi ile ilişkilendirmiştir.

İnsanların müşterek beşeri faaliyetlerine cevap veren devlet ve yönetim kavramının gerçeğe yansıması ise ancak Kamu Yönetimi kavramı ile mümkündür. Bu durum yönetim faaliyetlerini gerçekleştiren kamu kurumları tarafından sağlanır. Buda Kamu Yönetimini ortaya çıkarır. Yönetim kavramı gibi Kamu Yönetimi de birçok bilim insanı, akademisyen ve siyaset bilimcinin ortak ve müşterek konusu olmuştur. Prof. Dr. Aykut Polatoğlu, Kamu Yönetiminin genel özelliklerini ve kamu yönetiminin tanımlarını şu şekilde sıralamıştır:(3)

Prof. Dr. Şeref Gözübüyük ise devlet, yönetim ve kamu yönetimi arasındaki bağı “Devletin birinci temel hedefi düzeni sağlamaktır ve bunu sağlamak için toplumsal düzenin kurallarını koyar, uygular ve bunu yapmak içinde örgütlenmeye gitmektedir. Devletin ikinci temel hedefi ise toplumsal sorunlara çözüm aramaktır. Bu sorunlara çözüm bulmak için plan ve programlar yapmak durumundadır. Bu iki hedef, etkin bir kamu yönetimine olan gereksinimi artırmıştır. Kamu yönetimi devlet ve

• Kamu yönetimi bir kamusal düzenleme çerçevesinde işbirliği içinde olan grup çabasıdır. • Kamu yönetimi yasama, yürütme, yargı arasındaki ilişkileri kapsar. 28


GENCAY toplum düzeninin kesintisiz olarak işlemesi ve kamunun ortak gereksinimlerini karşılamaya yönelik ürün ve hizmetlerin üretilip sunulmasına ilişkin bir sistemdir. Kamu yönetimi sistemi halk, örgüt, norm düzeni, ekonomik kaynak, kamu görevlileri ve kamu politikası olmak üzere çeşitli unsurlardan oluşmaktadır.”(5), şeklinde tanımlamıştır.

Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere Kamu yönetiminin işleyişi, merkezi idare ve hiyerarşik düzene tabi olan taşra teşkilatları tarafından yerine getirilmektedir. Kamu yönetiminin kurumlarını ve işleyiş düzenini oluşturan bu örgütler arasında güçlü bir bağ vardır. Kamusal görevlerin büyük bir bölümü bu örgütler tarafından yerine getirilmekte; bazı kamusal hizmetler ise yerinden yönetim ilkesine göre örgütlenen kurumlar tarafından yürütülmektedir. Bunlar yapıları ve yüklendikleri görevler yönünden çeşitlilik gösteren kuruluşlardır. Farklı yapıda olmalarına karşın bir bütünün parçalarıdır. Merkez teşkilatı ve taşra teşkilatının arasındaki işleyiş ve düzen ise yetki devri ve yetki genişliği ilkelerinin uygulanmasıyla sağlanmaktadır.

Yapılan tanımlardan da anlaşılacağı üzere devlet olgusu, yönetim kavramı ve Kamu Yönetimi arasında sıkı bir bağ vardır. Devletin temel görevleri olan hizmet sunumları ancak, yönetim kavramının ve Kamu Yönetimi kavramının etkinliği ile sağlanabilir. Kamu Yönetimi yerel ve uluslararası düzeylerde gerçekleşen siyasal, sosyal ve ekonomik değişimleri anlamamıza yardımcı olan bir bilim dalıdır. Yönetimde yaşanan bir sorunun iç yüzeyini anlamamıza ve yorumlamamıza yarayan sistemli bir işleyiştir. Günümüzde Türkiye’de ve dünyada gerçekleşen küreselleşme ve dönüşümleri anlamamızı, etkinlik ve verimlilik ilkelerini en iyi şekilde kullanmamıza ve katılımcı bir kamuoyu haline gelmemiz için bizlere yardımcı olur.

15.07.2004 tarihinde kabul edilen 5227 Sayılı, Kamu Yönetiminin Temel İlkeleri ve Yeniden Yapılandırılması Hakkında Kanun’da, kamu kurum ve kuruluşlarının ve örgütlerin işleyişi, yapılması gerekenler ve dikkat edilmesi gereken hususlar açıkça belirtilmiştir. Uygulamaya İlişkin Başlıca Sorunlar Küreselleşme ile birlikte yapıları, işlevleri sürekli değişen ve gelişen devletlerin yönetim ve Kamu Yönetimi anlayışları da süreçsel olarak değişikliğe ve gelişmeye uğrar. Gelişen ve değişen devletler, hizmet sunumunda ve ihtiyaçların karşılanması noktasına uygulama ve yönetim aracı olan Kamu Yönetimi mekanizmasını en iyi şekilde kullanmaları, küreselleşme hareketlerini de aynı oranda Kamu Yönetimi uygulamalarına yansıtmaları gerekmektedir.

Türk Kamu Yönetiminin Yapısı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 123. maddesine göre İdare’nin kuruluş ve görevleri, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanır. Bu ilke doğrultusunda Türk Kamu Yönetimi, merkezi yönetim ve yerinden yönetim olmak üzere iki farklı şekilde örgütlenmiştir.(6)

29


GENCAY Küreselleşme hareketleri ile yaşanan hızlı değişim ve yenileşme, toplumsal ve ekonomik örgütlerin değişmesine ve gelişmesine neden olmaktadır. Bu durum aynı oranda hizmet sunumunun uygulanmasında etkili olan kamu kurumları içinde geçerlidir. Bu değişim ve gelişmeler olumlu etkiler doğurabileceği gibi olumsuz etkilerde doğurabilir.

Türk kamu yönetiminde uygulamaya ilişkin başlıca sorunları ele alacak olursak şu şekilde sıralayabilir ve ele alabiliriz; • Üç Açık • Merkeziyetçilik • Kırtasiyecilik ve İşlerin Ağır Yürümesi • Yönetimde Gizlilik ve Dışa Kapalılık

Türk Kamu Yönetiminde uygulanmaya çalışılan reform hareketleri, bazı noktalarda yeterli olsa da genel anlamda, yönetimde ve işleyişte işlerin ağır yürümesine, hantal yapıların ve örgütlerin oraya çıkmasına neden olmuştur. Başlıca sorunların temel nedenini irdeleyecek olursak, yönetim kavramının saptanmaması, siyasetin bürokrasi üzerindeki etkileri ve örgütsel işleyişteki bozukluklar, merkez odaklı ve hiyerarşik bir düzen çerçevesinde hareket eden taşra teşkilatlarının, söz konusu hizmetlerin sunumunda ve yönetimde yetersiz olmaları şeklinde sıralayabiliriz.

• Yönetsel Yozlaşma Üç Açık, Türk kamu yönetiminde yaşanan bütçe açıkları, performans açıkları ve bunların sonucunda ortaya çıkan devlete karşı güven açığının oluşmasını ifade etmektedir. Küreselleşme ile birlikte yapıları, işlevleri değişen ve gelişen devletlerin yükümlülükleri artmış, devletten beklenen hizmet sunumunun ve hizmet kalitesinin artması beklenmiştir. Beklenen hizmet sunumu ve kalitesi için yapılan çalışmalar bütçe üzerinde önemli derecede yük oluşturmaya başlamıştır. Hizmet sunumunu ve kalitesini finanse edemeyen bütçe, zamanla açık vermiş ve bu bağlamda kamunun yaptığı yatırımlar ve çalışmalar eleştiri konusu olmuştur. Buda kamuya olan güveni sarsmış, devletin etki alanının daralması tartışmalarını ortaya çıkarmıştır. Kamuya duyulan bu güvensizlik Türk kamu yönetiminde en önemli sorunlardan biri haline gelmiş ve Türk kamu yönetiminde yeniden yapılanma, reform düşüncelerini ve tartışmalarını ortaya çıkarmıştır.

Merkezi Hükümet Teşkilatı Araştırma Projesi(MEHTAP), Kamu Yönetimi Araştırma Projesi(KAYA) gibi Türk Kamu Yönetimi için önemli bir yere sahip olan proje ve araştırma çalışmalarında da, yönetim anlamında ve hizmet sunumundaki yetersizlikler vurgulanmış ve bunun üzerine çalışmalar yapılmıştır. Devlet Planlama Teşkilatı’nın kurulması ve arkasından beş yıllık planların Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü(TODAİE) tarafından yapılmasına karar verilmiş, Türk Kamu Yönetimde yaşanan sorunlar kısmen çözülmeye çalışılmıştır.

Merkeziyetçilik, kamusal kaynakların kullanımının ve finanse edilmesinin, yetkinin merkezde toplanmasını ifade etmektedir. Daha önce bahsettiğimiz gibi Türk Kamu Yönetiminde, yönetim merkezi 30


GENCAY idare tarafından ve hiyerarşik düzene tabi olan taşra teşkilatları tarafından yürütülmektedir. Merkeziyetçilik yönetim tarzı birçok kamusal sorunu beraberinde getirmektedir. Merkeziyetçi anlayış yönetimde, kırtasiyeciliği ve hantallığı ortaya çıkarmaktadır. Yapılacak olan işin hiyerarşik düzene tabi tutulması işlerin uzamasına neden olmaktadır. Merkezi anlayışın bir diğer yarattığı sorun ise hizmet sunumunda ve kalitesinde adil davranamaması, bölgesel ihtiyaçlara cevap verememesidir. Bu durumdan dolayı bölgesel bir kamu hizmetinin sunumunda kararın merkez tarafından verilmesi verimsizliğe ve etkinsizliğe yol açmaktadır. Bir diğer yarattığı sorun ise, kararlara katılımı azalttığı için demokratik anlayışla ters düşmesidir.

etkilere duyarsız olması ise dışa kapalılığı ifade etmektedir. Prof. Dr. Bilal Eryılmaz yönetimde gizlilik ve kapalılığı ‘’Ülkemizde kamu bürokrasisi, yapı ve işleyiş bakımından gizlilik ve resmi sır ilkesine göre örgütlenmiştir. Gizlilik ve resmi sır genel bir kural, açıklık ise istisnadır.’’(7),şeklinde tanımlamıştır. Yönetimde gizlilik ve dışa kapalılık, özel hayatın korunması ve güvenlik olgusu için doğru bir kanı olsa da, siyasallaşan bürokratların elinde bu ilke kişisel çıkar, rüşvet ve yolsuzluk gibi sorunlara da neden olmaktadır. Yönetsel Yozlaşma, devlet sistemindeki bozukluğu, kamu kurum ve kuruluşlarını hizmet sunumunda menfaat sağlama, ayrıcalıklı işlem yapma, kayırmacılık ve siyasallaşma hareketlerini ifade etmektedir. Yönetsel yozlaşmanın ortaya çıkardığı bu sorunlar zaman içerisinde önüne geçilemeyecek bir hal almış, yönetim kavramı ve Kamu Yönetiminin olmazsa olmazı liyakat ilkesini geri planda bırakmıştır. Kamu görevlileri tarafından yürütülen işlerde akraba, dostluk, gibi öznel ilişkiler ön plana çıkmış, kamu hizmet sunumu ve kalitesinde başlıca bir sorun haline dönüşmüştür.

Kırtasiyecilik ve İşlerin Ağır Yürümesi, gereğinden fazla imza ve işlem anlamına gelmektedir. Türk Kamu Yönetiminin hiyerarşik düzene tabi olması ve kararların en üst merci tarafından verilmesinden dolayı yönetimde kırtasiyecilik ve işlerin ağır yürümesi sorunu ortaya çıkmaktadır. Kırtasiyecilik ve işlerin ağır yürümesi sorunun ortaya çıkardığı bir diğer etkende kamu kurum ve kuruluş görevlilerinin sorumluluktan kaçma ve iş yapmada isteksiz olmaları gibi nedenlerdir. Yapılacak işin kararının hiyerarşik düzene tabi en üst merci tarafından verilmesi bu sorunu tetiklemede ve yönetimi hantallığa sürüklemektedir. Yönetimde Gizlilik ve yönetimdeki bilgi, belge açıklanmaması gizliliği, kuruluşlarının hizmet

Çözüm Önerileri Türk kamu yönetiminde uygulamaya ilişkin başlıca sorunlarının çözülmesi ancak etkili ve yönetsel reformlar ve kurumsal işleyişin, yasal bir düzenlemeye tabi tutulması ile mümkündür. Türk Kamu Yönetiminde uygulamaya ilişkin başlıca sorunların çözümü, yönetim kavramının olmazsa olamazı olan liyakat, şeffaflık ve saydamlık, açıklık, hesap verilebilirlik gibi ilkelerin yasal düzenleme ve denetleme

Dışa Kapalılık, ve dokümanların kamu kurum ve sunumunda dış 31


GENCAY gibi yollarla gerçekleşebilir. Bu yasal düzenlemeler ve denetlemeler ile devletin görevleri, kamu hizmet ve kalite sunumu net çizgilerle ayrılmalı ve belirtilmelidir. Daha önce bahsettiğimiz gibi Türk Kamu Yönetimi için önemli olan MEHTAP, KAYA gibi kamu araştırma ve geliştirme projelerinin dikkate alınması ve üzerine daha fazla düşülmesi gerekmektedir

sorunların çözüme yönelik çalışmalar yaparak, kamuoyunun yönetime katılması sağlanmalıdır. Kırtasiyecilik ve İşlerin Ağır Yürümesi sorunun çözümü ise, küreselleşme hareketleri ile yapıları, işlevleri sürekli değişen ve gelişen kamu kurum ve kuruluşlarının bu gelişmelere ayak uydurması ile mümkündür. Gelişen ve değişen şartlar teknolojiye ve bilgi çağına ayak uydurmayı gerektirmektedir. Türk Kamu Yönetiminde yaşanan daha fazla imza, işlerin uzun sürmesi gibi sorunların çözümü ise, e-imza, e-devlet… gibi teknolojik gelişmeler ile doğru orantılıdır. Bu sorunun bir diğer çözüm yolu ise hizmet kalitesi ve sunumunda etkin rol oynayan kamu görevlilerinin, yasal düzenlemeler ile denetlenmesi, sorumluluktan kaçma, adam kayırma, rüşvet gibi yozlaşmaların önüne geçilmesi gerekmektedir. Kamu görevlilerinin yetki devri ve yetki genişliği ilkelerinin, etkin ve verimli kullanılması sağlanmalı ve bu sorunlar üzerine çalışmalar yapılmalıdır.

Üç Açık sorununun çözümü ise, kamuya duyulan güven sıkıntısının giderilmesi, etkin ve verimli politikaların geliştirilmesi ve uygulanması ile mümkündür. Kamu kurum ve kuruluşlarında ise yönetmelikler ve işleyiş sürekli denetim altında tutulmalı, iç denetim ve dış denetim mekanizmaları ile süreç takip edilmelidir. Üç Açık sorunu ile ortaya çıkan bütçe açıkları ve performans açıklarının giderilmesi ise ancak uzun vadeli bütçe politikaları, kamuoyuna verilecek hizmet sunum ve kalitesine duyulan güvenin arttırılması ile sağlanabilir. Önemli sorunlardan olan Merkeziyetçilik anlayışının çözümü ise, yetki genişliği ve yetki devri ilkelerinin uygulama ve işleyiş alanlarının genişlemesi ile sağlanacaktır. Katı bir Merkeziyetçilik anlayışı ve bunun sonuçları olarak ortaya çıkan hizmet sunum ve kalitesindeki adaletsizlik ve bölgesellik sorununun çözümü yerinden yönetim kuruluşlarının sorumluluktan kaçmamaları ve devletin asli görevlerinden olan kamuoyunun istek ve arzularına göre hareket etmesi gerekmektedir. Yerinden yönetim kurum ve kuruluşları üzerlerine düşen kamu hizmet ve kalite sunumunda etkin ve verimli olmalı ve demokratik anlayışa ters düşen merkeziyetçilik ilkesinin yarattığı

Yönetimde Gizlilik ve Dışa Kapalılık sorunun çözümü ise, yönetimde ve işleyişte kamuoyunun etkin olması ile mümkündür. Kamuoyunu yönetimde ve işleyişte etkinleştirmek, yönetimde gizlilik ve dışa kapalılık sorununu ortadan kaldıracak ve doğal bir denetim mekanizmasının oluşmasına neden olacaktır. Yönetime katılan ve istek arzularını iletmede etkin ve verimli olan kamuoyu karşısında, kamu kurum ve kuruluşlarının hizmet sunumları ve kalitesi artacak, hesap verebilirlik, şeffaflık ve saydamlık gibi ilkeler doğrudan ortaya çıkacaktır. 32


GENCAY Yönetsel Yozlaşma ile ortaya çıkan kamu ve kamu kuruluşlarındaki bozukluklar, siyasallaşma, adam kayırma, yolsuzluk ve rüşvet gibi sorunların çözümü ise, mevcut olanın yerini değiştirmek değil, yasal düzenlemeler ve işlemler ile mümkündür. Güçlü bir denetim mekanizmasının kurulması, kurum içi ve dışı denetimlerin arttırılması bu sorunlar üzerinde çözüm odaklı olacaktır.

güçlü denetim mekanizmaları ile kontrol altına alınmalı, denetim mekanizmalarının sayısı yeterli hale getirilmeli, iç ve dış denetim olgusunun yaygınlaştırılması sağlanmalıdır yani, bu sorunların çözümü ancak, devlet olgunsun yarattığı yönetim kavramının ve bu kavramın gerçeğe yansıması olan kamu yönetimi kavramlarının iyi saptanması, yöneten yönetilen ilişkisinin belli standartlara oturtulması, Türk kamu yönetiminde uygulamaya ilişkin başlıca sorunlar üzerine yapılacak olan reformların, yasal düzenlemelere ve denetlemeye tabi tutulması, yapılacak olan kamu yönetimi araştırma ve geliştirme projelerinin siyasi iktidar tarafından desteklenmesi ve dikkate alınması ile mümkün olacaktır.

Sonuç ve Değerlendirme Bu çalışmada Türk kamu Yönetiminde uygulamaya ilişkin başlıca sorunların nedeni, yönetim kavramının iyi anlaşılmaması ve gerçeğe yansıması olan kamu yönetimi kavramının uygulamada etkin ve verimli olmamasından kaynaklandığı açıkça görülmektedir. Türk kamu yönetiminde uygulamada yaşanan başlıca sorunların tespitinin önemi ve derhal çözüm odaklı çalışmaların yapılması gerekliliği sabit bir kanıdır. Sorunların tespitinden sonra sunulacak ve gerçekleştirilecek olan çözüm önerileri ve uygulama aşamasında yapılacak reformların ve düzenlemelerin planlı, projeli ve istikrarlı olması gerekmektedir. Çözüm aşamasında yapılacak olan reformlar, kamu ve kamuoyunun ortak paydası haline getirilmeli, ulaşılması gereken sonuç ise hizmet kalitesi ve sunumu olmalıdır. Yapılacak olan reformlar, yasal ve kanunsal düzenlemelere ve işleyişte güçlü bir denetim mekanizması ile kontrol altına alınmalıdır. Yapılacak olan yasal düzenlemelerin, kamuoyu üzerinde caydırıcı ve kabul edilebilirlik gibi etkilere sahip olması gerekir. Yetki devri ve yetki genişliği ilkelerinin uygulama alanları,

Kaynakça 1. ERDAĞI, Şükrü Metin. Kamu Yönetimi Genel İlkeler. Konya. (2011: s.10). 2. TURAN, Erol. Kamu Yönetimi Temel Kavramlar. Konya. (2016: s.17). 3. KUYAKSIGİL, Ali. Türkiye’de Yönetimi Yeniden Düzenleme Çalışmaları: Çok Partili Dönem. İstanbul. (1994: s.7). 4. POLATOĞLU, Aykut. Kamu Yönetimi: Genel İlkeler ve Türkiye Uygulamaları. Ankara. (2011: s.49). 5. GÖZÜBÜYÜK, Şeref. Kamu Hukuku. Ankara. (1994: s.1). 6. TURAN, Erol. Kamu Yönetimi Temel Kavramlar. Konya. (2016: s.74). 7. ERYILMAZ, Bilal. Kamu Yönetimi. İzmir. (1995: s.84).

33


GENCAY

ŞAMANDIRA Ayhan TUĞCUGİL Belki hâlâ o besteler çalınır, Gemiler geçmeyen bir ummanda. Yahya KEMAL

hatırlayamıyoruz? Tahrîp ettilerse kitaplar yakılmadı ya. Yazı değiştiyse yeni harfle tekrar basılanları yok mu? Sinan hâlâ İstanbul’da, Edirne’de yaşamıyor mu? Yunus, Bakî, Itrî: sayfada, plâkta durmuyor mu? Eksik de olsa elimizde değil mi? Okuyoruz: Lügatle de anlasak güzel olduğunu hissediyoruz. Dinliyoruz: Kulağımıza hoş geliyor. Fakat niçin o bahsedilen derinliği bulamıyoruz? Neden bizi gönlümüzden, ruhumuzdan tutup sarsamıyorlar Onlar ki derindi, şaheserdi, şahaneydi, şaşaalıydı... Hem, tahribattan sonra sanat diye, eser diye piyasaya sürülenleri o büyük güç neden bir çırpıda siliverip meydana kendisi hâkim olmuyor?

BİRİNCİ SORU «Kültürümüz büyüktü. Kültürümüz derindi. Avrupa, Rönesans’ın ışığıyla eski Yunan’ı görmeğe çalışırken bizim kültürümüzün güneşi yanında eski Yunan gölgede kalmıştı. Kültürümüz şaheserdi. Şahaneydi. Şaşaalıydı... Sonra onu bize unutturdular. Öğretmediler. Tahrip ettiler. Sonunda, her sahadaki gibi kültürde de Avrupa’nın ağzına bakar, Batı’ya el açar olduk. Mevlâna’nın, ’tozlu, örümcek kafalı tekkecilik’ ithamlarından kurtarılabilmesi - doğrusu, onu bulanık gösteren tozların kafamızın hiç olmazsa bir penceresinden silinebilmesi - için Avrupa’nın, «Mevlâna büyüktür!» hükmü gerekti. Yunus sırada bekliyor. Batılı vakit bulursa Itri’yi, Sinan’ı, Bâkî’yi, Şeyh Gâlib’i de göreceğiz; tabi yine Batı’nın gösterdiği kadar, yine Avrupa’nın gözüyle.»

Eski kültürümüzün yüceliğini bize anlatan bazan bir fıkra, bazan bir kitap, bazan saatler süren bir konferanstır. Fakat hepsi aynı sonla bitiyor: Yazan, konuşan, anlatan, adetâ bir takdimcidir. Sahneye çıkar, kapalı perdenin önünde durur. Ve der ki, «İşte şimdi göreceksiniz. Biraz sonra başlıyor. Eski kültürümüzü bütün debdebesiyle bu perdenin arkasına topladık. İşte şimdi...». Sonra haşmet vaad eden bir bestenin ilk notaları duyulur, atlas perde kıpırdanır... Elektrikler söner.

Bunlar, kültürümüzü müdafaa için söylenenlerin mealen özetidir. Müdafiler herhalde haklıdır. Dedikleri herhalde doğrudur.

Elektrikler dâima söner. Ve fıkrayı, kitabı bitirdiğimizde; sohbeti, konferansı dinlediğimizde, içimizde sâdece tatmin edilmemiş bir ihtiras kalır, o da az sonra bir burukluğa, sıkıcı bir tortuya dönüşür.

Fakat... Fakat: Bu derece güçlü, bu derece kuvvetli bir kültürü neden biz göremiyoruz? O kendi gücü ve kendi derinliğiyle kendini isbata muktedir değil midir? Unutturdularsa neden hemen

Niçin o hârika bize illâ bir şâhid aracılığıyla aktarılmalıdır? Kendi 34


GENCAY gözlerimiz, kendi kulaklarımız, kendi gönlümüzle onu niçin hissedemeyiz? Neden elektrikleri her seferinde söndürürler?

düşünce ve duyguca bizden hiçbir farkı yok. Hal böyle iken, mağaradan çıkmak için acaba neden 650 ömrün yani 50 bin yıldan 40 bin küsurunun geçmesini beklemişler? Değer verdiğimiz eserleri niçin yalnız son 4 bin yılda, yani bu zamanın son % 8’inde yapmağa başlamışlar? Ve edebiyattan mimarîye felsefeden hukuka kadar kıymetli olan her şeyin % 90’ı niçin son 2 bin yılın eseri? Yani son 30 ömrün? Neden bütün medeniyet ve kültürü yaratmak için zamanın % 90’ından fazlasını geçirmişler de sonra birden açılıvermişler?

Yoksa aldatılıyor muyuz? Yoksa o büyüklük bir yalan mı? Sakın, «Sizin klâsikleriniz nelerdir?» sorusuna, «Bizim klâsiklerimiz yoktur!» cevabını veren adam haklı olmasın... İKİNCİ SORU Bugünkü insanın ne zamandan beri yeryüzünde mevcut olduğuna dair tahminler birbirini tutmuyor. Çoğu 150 ilâ 200 bin yıl arasında değişiyor. Fakat hepsi, en az 50 bin yıldan beri dünyada olduğumuzda birleşiyor. Bir insanın ortalama ömrünü 62 yıl kabul edersek bu süre yaklaşık 800 ömür eder. Arkeoloji, bu 800 ömürden 650’sinin dünyanın her yerinde mağaralarda geçirildiğini gösteriyor. Ne tarım var, ne de ev. Nesilden nesile doğru dürüst bilgi aktarılması ancak son 70 ömürde mümkün olmuş. Çünkü yazıyı o zaman icad edebilmişiz. Bilgi aktarmanın ve biriktirmenin hâlâ en çok kullanılan yolu olan basım ise son 6 ömre has bir teknik. Sonra ânî bir patlama var: 1500 yılından önce bütün Avrupa’da bir yılda yayımlanan kitap sayısı en iyi tahminle 1000 civarındadır. 1950’lerde bu rakam 120.000’e ulaşmış. Zamanımızdaysa dünyada bir günde 1000’in üstünde kitap basılıyor.[i]

Zekâ aynı zekâ, kafa aynı kafa, ruh, duygu, düşünce hep aynıysa değişen nedir? İnsanlığın ömrüne nisbetle «daha dün» mağaradan çıkan ceddimizle bizi bu derece ayıran nedir? Son birkaç bin yılın insanını üstün kılan sır nerededir? İKİNCİ SORUYA CEVAP Atalarımız’a ilgili sorunun cevabı tek kelimede özetlenebilir: Hafıza. Yalnız buradaki hafıza, tek insanın değil, bütün insanların hafızasıdır. Maşerî hafızadır. Ok ve yay belki bin defa keşfedilmiştir. Fakta yüzlerce iptidaî yayın ilk kullanıcıları belki yeni icatlarını denerken bazan bir mağara kaplanına yem olmuş, bazan bir filin ayakları altında ezilmiş, ve geriye sâdece o bölgede birkaç yıl anlatılan bir masal kalmıştır. Hattâ lisanın başlangıcını bilmediğimiz için «masal»dan bile şüphe edebiliriz. Belki de bir dansla hikâye etmişlerdir... Nihayet, Afrika’daki yaydan Asya’nın, Asya’daki tekerlekten Avrupa veya Amerika’nın nasıl haberi olacaktı? Bilgi veya duygu nasıl muhafaza edilecek ve sonra nasıl iletilecekti?

50 bin yıldır insan zekâsının, insan kaabiliyetinin özünde hiçbir gelişme tesbit edilemiyor. Yeryüzünde en az 800 ömür süren atalarımızın bedence, kafaca, ruhça, 35


GENCAY Robert Burton’un[ii] çeĹ&#x;itli kalÄąplarda tekrarlanan bir sĂśzĂź vardÄąr: ÂŤBir devin omuzlarÄąna tÄąrmanan cĂźce, devden uzaklarÄą gĂśrebilir.Âť Medeniyet, bir devin deÄ&#x;il - bazÄąlarÄą diÄ&#x;erlerine kÄąyasla dev gibi de gĂśrĂźnse - aslÄąnda bir cĂźceler yÄąÄ&#x;ÄąnÄąnÄąn meydana getirdiÄ&#x;i bir daÄ&#x;dÄąr ki ona tÄąrmanan her akÄąl daima bir Ăśncekinden daha uzaÄ&#x;Äą gĂśrebilir. Medeniyet birikimdir. Bilginin, dĂźĹ&#x;Ăźnce Ĺ&#x;ekillerinin kalÄąplarÄąnÄąn birikimi... Ä°Ĺ&#x;te maÄ&#x;aralardaki ceddimizin tek eksik tarafÄą bu birikimi elde edemeyiĹ&#x;idir.

geliĹ&#x;miĹ&#x;i vardÄąr. Birkaç yĂźz kelimeyle konuĹ&#x;abilen insanlar gĂźnĂźmĂźzde de mevcut. Buna karĹ&#x;ÄąlÄąk 400-500 bin kelimeyi, yani o sayÄąda sembolleĹ&#x;tirilmiĹ&#x; kavramÄą taĹ&#x;Äąyabilen insanlar da asrÄąmÄązda yaĹ&#x;Äąyor. Lisan, birikim için gereken ilk Ĺ&#x;art ama yetmiyor. ÇßnkĂź menzili, insan sesinin gidebildiÄ&#x;i kadar. KalÄącÄąlÄąÄ&#x;Äą da tek tek insanlarÄąn hafÄąza gĂźcĂźyle sÄąnÄąrlĹ‌ Milletlerin sĂśzlĂź edebiyatÄąnÄąn asla yazÄąlÄąsÄą kadar hÄązlÄą bir geliĹ&#x;me gĂśsterememesinin sebebi iĹ&#x;te bu sÄąnÄąrlardÄąr. O zaman, ÂŤAkÄąlda kalmaz, satÄąrda kalÄąrÂťa geliriz ve yazÄąyÄą keĹ&#x;fetmemiz gerekir. Ĺžimdi Ĺ&#x;ifreleme ve çÜzme iki safhalÄądÄąr. Lisan için Ĺ&#x;Ăśyle bir Ĺ&#x;ema çizebiliriz:

Pisagor teoremi bile dĂźzinelerce defa keĹ&#x;fedilmiĹ&#x; olabilir. Ama geniĹ&#x; topluluklarÄąn anlayacaÄ&#x;Äą bir lisanla ifade edilmedikten ve gelecek nesillere yazÄą ile bÄąrakÄąlmadÄąktan sonra neye yarar? Kumda çizgilerden ibaret kalmaÄ&#x;a mahkĂťm, deÄ&#x;il midir? MaÄ&#x;ara teĹ&#x;bihini belki dĂźzinelerle Eflâtun dĂźĹ&#x;ĂźndĂź. Ama ancak birinin elinde lisan, kâÄ&#x;Äąt ve kalem vardÄą. Belki yĂźzlerce Ĺžeyh Gâlib yaĹ&#x;adÄą ama HĂźsn-Ăź AĹ&#x;k’Ĺ aratacak teĹ&#x;bihler, semboller, mazmunlar ancak son ßç ĂśmĂźrde birikebilmiĹ&#x;tir.

YazÄąda durum Ĺ&#x;u Ĺ&#x;ekle dĂśner: Ä°Ĺ&#x; zorlaĹ&#x;mÄąĹ&#x;, Ĺ&#x;ifreleme-çÜzme kademeleri ikiye çĹkmÄąĹ&#x;, fakat gerek mekân, gerek zaman menzili çok artmÄąĹ&#x;tÄąr. ArtÄąk tarih çaÄ&#x;larÄąna girebiliriz. Fakat insan kafasÄąnÄąn kavram biriktirme ve iletme yollarÄąnÄąn geliĹ&#x;mesi burada da durmaz. Yeni safhalara geçilir. Ancak bu yeni safhalar için de ilk ikisi, yani lisan ve yazÄą gereklidir. Ĺžimdi kelime guruplarÄąna yeni mânâlar yĂźklenecektir. Yeniden Ĺ&#x;ifrelemeler, yeniden sembol Ăźretimi baĹ&#x;layacaktÄąr. Ortaya, sembollerden inĹ&#x;a edilmiĹ&#x; semboller çĹkacaktÄąr. Bir taraftan geometri ve cebir sembolleri, dĂźĹ&#x;Ăźnceye, nakil ve birikime yeni bir hÄąz kazandÄąracak; diÄ&#x;er taraftan meĹ&#x;hur hâle geren teĹ&#x;bihler sayesinde bir kelimeye bir kavramlar silsilesi yerleĹ&#x;tirilebilecektir. đ??¸ = đ?‘š ∗ đ?‘? 2 de atomun gĂźcĂź Ĺ&#x;ifrelenmiĹ&#x;tir. ArtÄąk BatÄą mimarĂŽsinde iki sĂźtun Ăźzerine yerleĹ&#x;tirilmiĹ&#x; her basÄąk ßçgen, Atina’daki Partenon’dur. Ä°stanbul’da kubbelerin tekrarÄąyla yĂźcelen câmĂŽler, âlemlerin

Peki, birikimin sÄąrrÄą nedir? Gerek yaĹ&#x;ayanlar, gerekse yaĹ&#x;ayacaklar arasÄąndaki medeniyet ve kĂźltĂźr kĂśprĂźsĂź nasÄąl, neyle kurulur? Birikim, bir Ĺ&#x;ifreleme ve Ĺ&#x;ifre çÜzme vetiresiyle ve - en mĂźhimi - sembollerin yaratÄąlmasÄąyla gerçekleĹ&#x;ir. GĂśmenin, keĹ&#x;fedilenin dĂźĹ&#x;ĂźnĂźlenin ilk sembolĂź kelimelerdir. Bir insanÄąn kafasÄąnda doÄ&#x;an kavram, kelime dediÄ&#x;imiz seslerle Ĺ&#x;ifrelenir, karĹ&#x;ÄąsÄąndakine iletilir ve onun kafasÄąnda bu sesin Ĺ&#x;ifresi çÜzĂźlerek kavram, ona aktarÄąlmÄąĹ&#x; olur. En basit safha budur. Ancak bu safhanÄąn bile iptidaĂŽsi ve 36


GENCAY vahdetten yaratılışını şifreler. «Lâl», şimdi yalnız bir kıymetli taş değil, bütün hususiyetleriyle yârin dudağıdır. O da hemen tasavvufî aşka şifrelenir. «Gibi»ye, «sanki»ye lüzum kalmamıştır. İnsan yaratıcılığının bu zirvelerini biraz önceki şifreleme-sembol-çözme şemalarıyla ifadeye kalksak artık sayfalar dolar. Kademeler, katlar artık birkaç işarette, birkaç satırda saklanmakta ve nakledilmektedir. Nesillerden nesillere, her asırda değeri bir daha, bir daha katlanan bir miras devredilmektedir.

BİRİNCİ SORUYA CEVAP Elektrikler niçin dâima söner? Medeniyetler ve kültürler sembollerle aydınlanırken, sembollere kör gözler onları nasıl görsün? Kültürümüzü bir an için satranç oyununa benzetelim. Biz, satranç bilmiyoruz; oyunun sembollerinden, kaidelerinden bihaberiz. Fakat takdimci yakamıza yapışmış anlatmaktadır: «İşte dünyanın en güzel, en heyecanlı, en zevkli oyunlarından biri... Bak. Bak ne şâhâne.». Ve o çok zorlarsa, biz de kendimizi zon’ayıp bakıyoruz: İki adam, şekilli taşlarla dolu bir tahtaya dakikalarca eğilip duruyor. Çok ender, birinden biri kıpırdanıp bir taşın yerini değiştiriyor... Nedir güzel olan? Kendimizi biraz daha zorlarsak, mesela tahtanın iki renkli karelerine bir estetik vehmedebiliriz. Şaheser acaba atın kulaklarında mı? Kalelerin oyması mı güzel olan? Ve elektrikler daima söner.

Nihayet ve belki hepsinden de mühimi, şifreleme vetiresinin iki yönlü işleyişidir. Kavramlar bir taraftan lisan vasıtasıyla kelime sembollerine kavuşurken insan da kelimelerle düşünmeğe başlamış, bu ise yeni bir kolaylık, düşünceye yeni bir hız getirmiştir. Kelimeler kavramlardan doğar ama kavramları da doğurur. Sembolleştirme «lâl»i, yaratmıştır ama artık şair de «lâl» ile düşünmektedir. İlim adamı, E, m, c ile... Kavramlar sembolleşirken semboller de kavramlaşmış, mana kazanmıştır.

Bize kültürümüzün sembolleri unutturulmuştur. Onun için ışıklar hiç yanmaz. Tâ ki sembollerimizi yeniden kazanalım. Bâkî’nin cihan padişahı Kanunî için yazdığı büyük mersiyeden bir beyte bakalım:

İşte cedlerimizi hayvandan, bizi de cedlerimizden ayıran’ve daha dün mağaradan çıkanları müthiş bir helezon içinde yücelten sır, anahtar, insanoğlunun bu sembolleştirme kaabiliyetidir. Eşref-i mahlûkat, alet değil, rumuz kullanan mahlûktur[iii] Sembolleri olmasaydı o hâlâ mağaradaydı. Medeniyet ve kültür, maşerî hafızadır. Maşerî hafızaysa sembollerle mümkün olabilmiştir.

Deryalar etse âlemi çeşm-î güher feşân Gelmez vücûde sencileyin dürr-i şâhvar Şimdi, eğer en basit sembollerden birini, aruz veznini bilmiyorsak, bırakın mânâyı, ahengi bile duyamayız. «Şah(ı) var» imalesi yoksa vurgular, uzatmalar yerli yerinde değilse beytin modern söz yazarlarının «yapıt»larından pek farkı 37


GENCAY kalmaz. Diyelim bu safhayı başarıyla atlayıp doğru dürüst okuduk ve âhenge vardık. Kelimeleri bilmiyorsak - ki hâinler, bilmemizin lüzumsuzluğunu, bilmememiz gerektiğini yıllarca telkin etti ve büyük çapta kabul de ettirdi - sembolleri yine çözemeyiz. Haydi, onu da atlayalım:

ve Öfke» adını koymuştur. «Ses ve Öfke», İngiliz edebiyatının bir başka William’ının, William Shakespeare’in Macbeth oyununun beşinci perdesinin beşinci sahnesinde geçen bir ibaredir. Peki, ne olacak? Olan şudur: Milyonlarca Amerikalı ve İngiliz kültürü sahibi, Faulkner’in kitabı çıktığında onu kitapçı rafında gördükleri zaman, «Ha, evet, Macbeth!..» diye düşünerek sembolü çözmektedir. Ben size, «Deryalar Oldu Âlem» isimli bir kitap yazsam, onu gördüğünüzde, «Ha, evet. Kanunî!..» der misiniz?

Mücevherler saçan gözler âlemi deryalar etse Senin gibi şaheser inci oluşmaz. Şimdi artık, tahtadan ve taşlardan, atın kulaklarına, kalenin oymalarına geçmiş bulunuyoruz. Hele, inci saçan gözlerin ağladığını, bu ağlamanın dünyayı denizlere, çevirdiğini çözebilirsek - yani, yine bazı sembolleri deşifre edersek - belki ilk ışıklar belirecektir. Fakat kültürümüzün incinin vücuda gelişini nasıl anlattığını bilmeden aydınlığa kavuşmamız mümkün değildir; Nisan bulutları ilk damlalarını yeryüzüne bırakırken, istiridyeler suyun yüzüne çıkar ve birer damla alıp saklarlar. İşte inci, bahar yağmurunun bu ilk damlalarından vücuda gelir. Işıklar yandı mı? Yoksa «Seviyorum, di ba bi ba»yı mı tercih ederdiniz. Efendim?

Bugün Vaz geçtim Kanunîden de, Bakîden de... «Yağmur yağıyor, seller akıyor.» desem, camdan kimin baktığını söyleyebilir misiniz? Bir bebek, bir çocuk büyürken o 800 ömrü adetâ küçük mikyasta tekrarlar. Sırayla; seslerdeki mânâları çözer; cümleleri anlar; resimleri deşifre eder; harflere ses verir. Aldıkları birikir, hafızada üst üste yığılır ve nihayet karşımıza rüştünü isbat etmiş bir genç çıkar. Her beş senede bir «devrim» yapıp çocuğun hafızasını silerseniz, tıpta «amnezi» denilen marazî unutma hâlini yaratırsanız ne olur? Günümüz Türkiye’sinin küçük bir örneği olur. Ve ışıklar hiç gelmez.

Hafızamız yok edilmiştir. Bu unutturma, görüntülere, seslere ait bir unutturma değil, ileri sembollere, şifre içinde şifre taşıyan- ve kültürün, medeniyetin gelişmesinin ölçüsü olan karmaşık sembollere ait bir unutturmadır. Hatırlanması da bir sesin, bir görüntünün hatırlanması kadar kolay değildir.

Her gün televizyondan, radyodan, gazetelerden bize ahkâm kesenler; lâf ile dünyamıza nizamat verenler kendi yaratmadıkları, asla yaratamayacakları bir medeniyetin vasıtalarını kullanan mağara devri insanlarıdır. Onların kültürü, onların

İngiliz edebiyatının çağdaş klâsiklerinden William Faulkner eserlerinden birine «Ses 38


GENCAY medeniyeti o televizyonu, o radyoyu yapamaz. Onlar o kâğıdı, o ofset makinasını imal edemezler. Satın alıp tercüme ettikleri yabancı dizileri, yabancı romanları, yabancı fikirleri yazamazlar, oynayamazlar, tenkit edemezler. (Yapamayacaklarını her «sosyal içerikli yerli yapım»da bir daha isbat ediyorlar.) Onlar, belki kadim Mısır’da palyaço, mağara devrinde sanatkâr olabilirlerdi. Öğretmenleri ve profesörleri bile öyledir. (Yeni öğretmen olan bir DTCF mezununa, «Aman», dedim, «Bazı liselerde aruz öğretmiyorlar. Ne olur, sen talebelerine öğret.» Cevabı, «Bize öğretmediler ki ağabey.» oldu.)

adım, adım, atalarımızın yüce mirasına tırmanacağız. Tırmanış, o yücelikçe sarp ve zahmetli olacaktır. Sonra o sembollere hâkim, o ışıkları gören yüzbinlerce öğretmen yetiştirmeliyiz. İlk pırıltılar ancak ondan sonra belirecektir. Ve muhakkak ki her şeyden önce o sembolleri hâlâ bilen, yani gözleri hâlâ gören birkaç «ilk ateşçi »ye ihtiyacımız var. Bir paragrafta özetlediğimiz bu program birkaç nesil geçmeden gerçekleşemez. Amnezi hafızayı bir dakikada yok eder ama sildiği hâtıralar, bir ömürden evvel kazanılamaz. Fakat elimizi çabuk tutmazsak bizi dönüşü olmayan bir uçurum bekliyor: İlk ateşçileri ebediyen kaybedebiliriz. Bir Yahya Kemal, bir Arif Nihat göçünce bir devir kapanıyorsa, bir Tarlan kaybedildiğinde divan edebiyatının ışıklarını bize göstersin diye bütün gözler bir Ali Haydar Diriöz’e çevriliyorsa tehlike adımını kapımızdan içeri atmış demektir.

Maşerî amnezi öyle bir noktaya getirilmiştir ki, kullanılan Türkçe, mağaradan yeni taşınanların diline dönmüştür. Artık tercümeler bile zorlaşmaktadır. Yabancı filmlerde karanlık kalan taraflar bu çöküşün neticeleridir. Tercümanlar «çevirmen» olalı 500.000 kelimelik lisanlar 200 kelimeye tercüme edilmektedir.

Kültürümüz batmış bir gemiyse bizim neslimiz onu yüzdürecek güce sahip değildir. Gencimiz, genç orta yaşlımız, o sembollerin en çok varlığını bilmektedir. Derinliğini veya kendilerini değil. Bu satırların yazarı Bâkî’ye pamuk İpliğiyle tutunurken Şeyh Galib’e erişememekte ve aşağıda, çocuklarını yutmak için ağzını açmış bekleyen mağaraya dehşetle bakmaktadır. Biz bu gemiyi çıkaramayız. Ancak, «Burada battı-» diye bir şamandıra dikebiliriz ki gelecek nesiller onu -hiç olmazsa- yanlış yerlerde aramasınlar. Yoksa âlemi deryalar etsek bir daha o şah inci vücuda gelmez. Yoksa yalnız Itrî’nîn kayıp besteleri değil, bütün bir kültür

Sembol kademeleri kaybola kaybola ilk iki temel şifrelemeye gelinip dayanılmıştır. Şimdi de bu kademeler muhtevaca kemirilmektedir. Son iptidaî kavimler kaybolurken Türkiye’de modern bir iptidaî kavim doğmaktadır: Televizyon, buzdolabı kullanan mağara adamları. İlk 650 ömrün cetlerimizi mi görmek istiyorsunuz: Televizyonunuzu açın. ŞAMANDIRA Kaybettiğimiz üst sembol kademelerini kazanmağa, «Yağmur yağıyor, seller akıyor»dan başlamak lâzım.. Arkasından 39


GENCAY âlemi gemiler geçmeyen bir ummanda gömülü kalır.

[ii] Robert Burton, 1577 - 1640 arasında yaşamış bir İngiliz yazarıdır. Dev ve Cüce Teşbihi «Melankoli’nin Anatomisi» adlı eserinde geçmektedir.

[i] Alvin Toffler, «Future Shock», Bantam Books Inc., New York, N. Y., 1972. Sayfa: 9 - 32.

[iii] Bkz. : Susanne K. Langer, «Philosophy in a New Key - A Study in the Symbolism of Reason, Rite, and Art», Harvard University Press, Cambridge, Mass., A.B.D., 1942

40


GENCAY

İKBAL VURUCU – SONA DOĞRU “KÜRT AÇILIMI” (DEMOKRATİKLEŞME Mİ? YIKIM PROJESİ Mİ?) Milli Kitap Her gün bilinçaltımız sosyal medyada ya da kitle iletişim araçlarında “Masum Kürt çocukları”, “Ezilen halk” gibi söylemlerle, ülkemizin bölünmez bütünlüğünü hiçe sayılarak “Kürt coğrafyası” gibi tabirlerle ve sözde özgür düşünmeye yönelten önderlere “Kürt aydınları” gibi sıfatlar takılmasıyla zihinlerde Kürt-Türk ayrımcılığına itilmektedir. Böylece etnisite kavramını zihinlere yerleştirip, toplum psikolojisini etkilemeyi hedefleyen kitleler, bugünlerde hedeflerine ulaşmış gibi görünüyor. Vatan evlatlarının her gün birer birer vatan toprağına emanet edildiği şu günlerde, önümüzdeki sürecin hala farkında olmayan kesimler bulunmaktadır.

adlı kitap 2012 yılında Sarkaç Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Yazar, kitapta son yılların en can alıcı konuları olan; ontolojik ırkçılık, çok kültürcülük ve Kürt açılımı meselelerine Türk milliyetçiliği perspektifinden değerlendirmelerde bulunuluyor.“ Aydın yabancılaşması” denilen düğüm noktasının üzerinde duran yazar, zihinlerde bölünmüş bir dünyanın sosyolojik olarak da bölünmeye başladığına dikkat çekiyor. Kitapta yer alan makalelerin büyük bölümü yazarın çeşitli dergi, gazete ve sitede yayımlanan yazılarıdır. Fakat yazılar üzerinde yeni düzenlemeler yapılmıştır. Kitabı okurken Kürt Açılımı’nın ilan edildiği zaman dilimi göz önüne alınarak analizler yapılmalıdır. Kitap 6 bölümden oluşmaktadır: 1- Ontolojik Irkçılığın Anayasal Temeli: Anayasal Vatandaşlık 2- Ontolojik Irkçılığın Toplumsal Formasyonu: Çok-kültürcülük 3- Ontolojik Aydınlar

Irkçılığın

Yaratıcıları:

4- Ontolojik Irkçılığın Tezahür Süreci: Kürt Açılımı İkbal Vurucu’nun Kürt açılımı ve Kürt sorunu tartışmaları çerçevesinde Türk milletinin karşı karşıya kalmış olduğu büyük bir sorunla yüzleş(tir)mek amacıyla yazdığı Sona Doğru Kürt Açılımı (Demokratikleşme Mi? Yıkım Projesi Mi?)

5- Ontolojik Irkçılığın Farklı Görüntüleri 6- Ontolojik Irkçılığa Karşı Sivil-Düşünsel Direnç Merkezi: Türk Milliyetçiliği Kitapta yeni ırkçılık kavramı; 41


GENCAY “ Ortak yaşam alanı ve anlamlar evreninde, belirli simgesel unsurların dayanak yapılarak, farklılığın bu zeminde kurgusal olarak örgütlenmesi, farklılıkların tanınması, korunması, geliştirilmesi adına ayrıştırılmaya tabi tutulması, çoğunluğun toplumsal yapılardan ayrılarak etkileşimin kesildiği, etnik olarak temellendirilen bir mozaikleştirilme sürecinin aynı mekânda yürütülmesi” olarak açıklanmaktadır.

çalışılarak ontolojik ırkçılığın en somut örnekleri görülmektedir. Bu yüzden ontolojik ırkçılığın varacağı nihai nokta kandır, şiddettir ve sonunda bölünerek yok olmaktır. Hiç kimsenin kazanmadığı fakat Türkiye’nin kaybettiği bir savaştır bu! Bu durum da tarihsel tecrübelerimizle sabittir. Ontolojik ırkçılığa karşı Türk milliyetçiliğinin bir direnç merkezi olarak konumlandığı vurgulanan kitapta yazar, açılım sürecinde yaşananları geniş bir perspektiften okuyucuya sunmaktadır. Biz’e dair meselelerin tespitine ve çözümüne odaklanmış bizden bir kalemin fikirlerini bulacağımız Sona Doğru Kürt Açılımı (Demokratikleşme Mi? Yıkım Projesi Mİ?) kitabını süreci doğru değerlendirmek adına okumanızı tavsiye ederiz.

Eşitsizlik, ayrımcılık, öteki olma, kendi farklılığını ötekiyle pekiştirme ve var kılma olgusu yeni ırkçılığın postmodernist görüntüsü olarak yansımasını bulmaktadır. Yeni ırkçılık kavramını geleneksel ırkçılık kavramından farklı kılan özelliklerin başında ise yeni ırkçılığın arzu edilir bir konumda olması gelmektedir. Ülkemizde aynı kültürün, tarihin, dilin, coğrafyanın insanları sosyolojik olarak ayrıştırılmaya ve farklılaştırılmaya

İyi okumalar.

42


GENCAY

millikanal.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.