www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 2 Sayı 17 - Haziran 2013 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com
GEZİ PARKI OLAYLARI VE MİLLİYETÇİ BİR ANALİZ / M. Bahadırhan DİNÇASLAN GEZİNTİ / Veysel Gökberk MANGA DEVLET BAHÇELİ GEZİ PARKI OLAYLARINA NE DEDİ? / Emre ECE GEZİ OLAYLARI VE SONRASINA DAİR BİR DEĞERLENDİRME / Habibe DENİZ TARİHİN ÜVEY EVLADI TÜRKMEN / M. Bahadırhan DİNÇASLAN ORHAN PAMUK’ÇU MUSUNUZ; NİHAL ATSIZ’CI MI? / Alperen KIZIKLI HAYATI YENİDEN ANLAMAK İÇİN: GENÇLİK… / Dilek AKILLIOĞLU TARİHİ TÜRK YURDU ORTA ASYA’DA SİYASİ DEĞİŞİMLER / Emre SEVİNÇ SÜVEYDA’YA NOTLARDAN: ANKARA’DA ÂŞIK OLMAK / Abdullah KILAVUZ BİR NAMAZ HİKÂYESİ / Vural Egemen SARIGÖZ RUH ADAM’IN KÖŞESİ / Yalçın Selim PUSAT
GENCAY
GEZİ PARKI OLAYLARI ve MİLLİYETÇİ BİR ANALİZ M. Bahadırhan DİNÇASLAN Ajitasyonu önleyen, yerleri temizleyen, taş atanı engellemeye çalışan bir halk var.
Esen olsun. Bu yazı iki bölümden oluşacak, ilk bölümde olayların iç yüzüne dair, kahpe medya ve onun afyonuyla olayları kaba etlerinden yorumlayan cahil tayfaya inat, birinci elden bilgi vereceğim. İkinci bölümde Bahçeli’yi ve bu direnişe destek vermeyen milliyetçi olduğunu iddia edenleri eleştirecek ve bunun neden milliyetçilik olmadığını ispatlamaya çalışacağım.
Ve gördüğüm kadarıyla en belirgin grup, CHP seçmeni. Arkasından, her ne kadar çoğu birbiri ile kavgalı olsa da, koyu sol grupların toplamı geliyor. Ve milliyetçiler, üçüncü büyük çoğunluk olarak oradalar, resmi bir örgütlenme olmamasına rağmen. Atılan sloganlar arasında en çok katılım sağlayanı, “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” ve Tayyip diye bilinen, başbakan diye anılan vatandaşın aile fertlerine referanslar içeren bir takım sloganlar ki benim terbiyem o sözleri bir köşe yazısında alıntılamaya müsaade etmez.
Bölüm 1: Gezi Parkı Kısa Kısa Gezi Parkı protestosu, esasında, yıllardır artan stresin boşalmasıdır. Türkiye’de toplum mühendisliği ile bir kaç nesil apolitik hale sokuldu. Üstüne, var olan politik ayrılıklar bilendi, ülke için kaygı duyan gruplar ajite ve marjinalize edildi ki, ülkücüler de bundan nasibini almıştır. Bu sebeple yıllardır tepki vermesi gereken anlarda “sanal” sebepler yüzünden birleşip tepki veremeyen millet, “doğa” gibi apolitik ve kucaklayıcı bir mesele üzerinden birleşebilmiş ve tepkisini ortaya koymuştur. Ve birinci elden şahidiyim ki, her ne kadar (esasında biz de dâhil olmak üzere) kimi gruplar eylemi sahiplenmeye çalışıyorsa da, orada halk var. Ve en güzeli, gazı yediği, suya maruz kaldığı halde kaçtıktan sonra geri dönüp, polisi söküp atana kadar direnen bir halk var.
Bölüm 2: Milliyetçi Bakış Ben bir Türk milliyetçisi olarak bu protestolara neden dâhilim ve neden bağlı bulunduğum milliyetçi örgüt, Siyah Beyaz KSPD, bu eylemi örgütsel olarak destekliyor? Bunların cevabını vermek lazım.
1
GENCAY Öncelikle, şahsi bakıyorum. İnsanlığım adına bakıyorum, diyorum ki, o değerli arazide bir takım rant oyunları dönsün diye halkın parkının, ağaçlarının katledilmesinin karşısında olmalıyım. Karakter yapım icabı bakıyorum, diyorum ki, önüne gelene biber gazı sıkıp öz halkına işkence eden polisin karşısında olmalıyım. Milliyetçiliğim icabı bakıyorum: Milletim ilk defa (evet, görüşü ne olursa olsun orada Türkler var.) böyle uyanmış, AKP zulmüne “dur” demek için bir fırsat doğmuş, katılmam lazım.
2. Esasında BDP eylemleri desteklememesine ve AKP ile arasının iyi olmasına, resmi olarak eylemde olmadığını açıklamasına rağmen, Sırrı Süreyya gibi “şovmen”ler, bu haklı kavgada öne çıkmaya çalışıyor. Sırf bu yüzden, en önde atılmalıyım ki, halkım gerçek kahramanın kim olduğunu bilsin. Öyle de yaptık ama yazının devamında anlatacağım şeyler yüzünden, milliyetçi gençler kahraman olamadı. 3. Ülkemiz çıkarları, milletimiz çıkarları; AKP ve AKP’nin elde ettiği devletin çıkarları ile çatışmaktadır. Ve AKP “muktedir”dir, elinde devlet imkânları vardır, halkın boğazına kement atmış, sıkmaktadır. Buna karşı meydanda mücadele verilmezse, mücadele asla kazanılmayacak: AKP’nin seçimlere, ihalelere, her şeye fesat karıştırdığını biliyoruz. Öyleyse, bir milliyetçi olarak ben, devlet ve hükümete, onun paralı askerlerine karşı, milletimin yanında olmalıyım.
Biraz daha açayım. Dediğim gibi bu olaylar bir toplumsal protestodur, AKP’ye, birleştirici ve haklı bir amaç etrafında toplanılarak verilen bir tepkidir. Bu yüzden, zaten insan olduğunuz için katılmanız gerekir. Bir de ek olarak, milliyetçi olduğunuz için katılmanız gerekir zira;
4. Türk halkı, “peşinen devletçi” afyon ve bahsettiğim toplum mühendisliği yüzünden “koyun”, uysal, ezik ve pasif bir kimliğe bürünmüştü. Bu kırılıyor, her ne renge boyanırsa boyansın, böyle bir “gelenek” kazanılması, Türk halkının bozkırlı atalarımız gibi dinamik bir karaktere bürünmesi beni mutlu eder. Ben bir Tük milliyetçisi olarak “lider teşkilat doktrin tartışılmaz” devrinin geçtiğine inanıyor ve milliyetçi söylemin, en özgür ortamda, en demokratik yollarla, doğru ve akılcı bir yöntem ve tavır ile anlatılırsa, halkı ikna edeceğine güveniyorum, korkum yok. Ve bir milliyetçi yazar, editör ve dernek başkanı olarak yaptığım
1. Bugün millet, yüzde yüz haklı olduğu bir protestoda, yanında kimi görürse, ona teveccüh edecektir. Ben milliyetçi olarak, milletimin yanında olmakla mükellef olduğumu düşünüyor ve yarın milletimin, Türk milliyetçilerini bağrına basmasını istiyorum. Bizi Türk Milliyetçileri olarak orada görenlerin gözleri ışıldadı, bundan dolayı gururluyum.
2
GENCAY milliyetçi propagandada yaşadığım sıkıntı insanların milliyetçilik ile ikna edilememesi değil, aldırmaması. Öyleyse, “aldıran”, eylemci gelenek kazanmış bir Türk halkı, benim için, rengi ne olursa olsun kazanımdır, o halka milliyetçi söylemi taşımak daha kolaydır.
1. “Eylemde BDP’liler var, o yüzden gelmiyoruz.” Biz orada en önde kasten yürüdük, kasten ölümü göze aldık ki halk sırrı süreyya gibileri kahraman göreceğine bizi görsün. Bu haklı bir halk ayaklanmasıdır ve buna destek veren halkın yanındadır. Halk da yarın, kendisiyle olana teveccüh gösterecektir. Eğer bir görüşün, zihniyetin, partinin öne çıkmasını hazmedemiyorsanız, buyrun, bugün “bozkurtlar burada” yazdık taksime giden yola karış karış. Kanımızı döktük, mücadele ettik.
5. Bu protestoların, Türk Milleti’nin en büyük düşmanı olan bu hükümetin ihanetlerinin engellenmesi adına büyük bir ümit olduğunu düşünüyor, ilk defa “muktediri korkutan sıradan halk” gördüğüm için, Kaygusuz’un Türkmenler için dediği “kelebek ok yay almış ava şikare çıkmış / donuzları korkudur ayuları koçmağa” dizelerini hatırlayıp toplumcu bir refleks ile protestolara katılıyorum.
Ama maalesef siz keyif çattığınız için kimse bizi kahraman ilan etmedi, sırrı süreyya kahraman oldu. Suçu kendinizde arayın derim ben, bir kerecik.
Şimdi gelelim Bahçeli’nin açıklamaları ve kimisi cahillikten kaynaklanan, kimisi art niyetli kimi “milliyetçi” eleştirilere.
2. “Devlete karşı gelinmez.” Devlet millete karşı geliyorsa, devleti ait olduğu yere, millete iade etmek, milletin cumhuriyet kazanımlarını korumak ve birilerinin çöplüğü olmasını engellemek içi her şeye karşı gelinebilir. Kutsal devlet yoktur, kutsal ülkü vardır. 3. “Kardeş kavgası olmasın, Bahçeli çok üzülür, ağlar sonra.” Bahçeli kardeş kavgasından dem vurup, devlet millet karşı karşı karşıya gelmesin diyor. Geldi yahu? Geldik. Ben millet değilsem kimse değildir arkadaş. Şu milliyetçiliğe sızmış “peşinen devletçi” zehri bir atamadık gitti, safdiller ile hainler devlet bizimmiş gibi davranıyorlar hala. Kardeş kavgasıymış, ben kardeşimle meydandaydım ve polis kardeşime tazyikli su sıktı. Kardeşler, AKP’nin paralı 3
GENCAY askerlerine karşı omuz omuza savaşıyordu, kardeş kavgasından kasıt bu mudur? Oysa evet gurur duyuyorum kardeşimle, tek başına pankartı açıp “sıkın lan” derken bozkurt yapıyordu. Bahçeli de katılsın kardeşlerinin safına. Unutmayız yoksa.
5. “Bu marjinal grupların eylemidir.” Ben bir Türkçü olarak gayet marjinal olduğumu düşünüyorum. Sen gelme zaten ayı. 6. “Ama ya Devlet Bahçeli kızarsa? Onun kesin bir bildiği vardır. Zaten bu eylemler hep dış güçlerin oyunları.” Eğer “bu eylemler dış güçlerin oyunları” komplo teorisine rağbet ederseniz ben de pekâlâ “Bahçeli Türk Milliyetçiliği’ni iğdiş etmek için tutulmuş bir kukladır” diye bir komplo teorisi atabilirim ortaya. Ama böyle yapmayacağım, akılcı ve mantıklı bir şekilde Bahçeli’nin neden milliyetçi olmadığını yazacağım, yazıyorum. MHP benimdir, Bahçeli’nin değil. Ama eğer Bahçeli’ninse ve dediği gibi MHP’nin hiç bir ferdi bu olayların içinde yer almadıysa, ben MHP’li değilim. Zaten sırrı süreyya gibi bir adamın dahi “kahraman” olabildiği “haklı” bir direnişte yer almayı beceremeyen bir adamın partisiyle işim olmaz.
4. “Eylemciler şiddete meyyal, polisimiz uf oluyor.” İlk gaz yediğimizde yaklaşık 10 kişilik milliyetçi, Siyah Beyaz KSPD üyesi bir grup olarak, “Polis halkına ihanet etme” diye bağırıyorduk. “Arkadaşlar, üstünüze gelirse sadece oturun, şiddete başvurmayın” diye duyuru yaptığımdan sadece 15 dakika sonra. Ve bizzat ben ölümden döndüm. Polisimiz şiddete meyyal. Polisimiz, eli sopalı AKP’lileri de yanına almış, onların hukuksuzluğuna göz yumuyor. Yani “polisimiz” yok, “polis” var.
“Polisin ne günahı var? Emir kulu sonuçta” diyen bir adam, “ülkücülük” ne demek bilmiyor demektir. Biz ülkücüler, Türkçüler, Türk milliyetçileri “erdem”, “ahlak”, “şeref” gibi meselelerle ilgileniriz, verilen emre uymayıp milli mücadeleye katılan subaylar ile gurur duyarız. Bahçeli, bir kaç ay önce ağırlayıp övgüler yağdırdığı bir grup gencin, gezi parkı protestosu olaylarında en önde yer alıp, içlerinden bazılarının hastaneye kaldırıldığını, o gençlerin sözcüsünün polisle arasında yirmi metre varken polisin nişan alıp sıkışına şahit olduğunu 4
GENCAY bilse utanır mıydı? Sanmıyorum artık, ağzıyla kuş tutsa, güvenimi yitirdi.
bir disiplin, irade ve kahramanlık gösterisi ile bu eyleme sahip çıktığını hayal edin. Örgütsüz halk ve kendi aralarında dahi kavgalı olan küçük sol gruplar, eşyanın tabiatı gereği ülkücüleri takip ederdi ve önceden apolitik olup, bu olay ardından politize olan/olacak kesim, MHP’ye meyl ederdi. AKP erken seçim kararı almak zorunda kalır, MHP iktidarı zorlayacak bir oy potansiyeline erişirdi. Ama yapmadı zira Bahçeli, her ne kadar biz onu (çoğu zaman homurdana homurdana) savunsak da, gerçekten AKP payandası olduğunu ispatladı.
Tarihe not düşülsün, biz Türk milliyetçileri, MHP’nin kurumsal değil ancak gerçek sahipleri, bu olaylarda yer aldık, birçok noktada polisin üzerine baskıyı kuran, düşenin yardımına koşan, elinden geldiğince AKP zulmüne karşı gezi parkı kıvılcımıyla çıkan bu başkaldırıya destek veren şerefli mücadeleciler olarak üstümüze düşeni yaptık. Tarih, Bahçeli’yi, kendisine her şeye rağmen ümit bağlayan insanları hayal kırıklığına uğratmış bir “emanetçi” olarak yazacaktır. Yazmazsa, o tarihi yazandan şüphe edin. Millet için bir haklı mücadeleye dâhil olmadan “milliyetçi” olunmaz. Gerçek MHP sokaklardaydı. Şimdi de ben bir soru sorup, cevabını vermeye çalışayım. “Bahçeli bu işe sahip çıksaydı, ne olurdu?” Türkiye’deki Türk halkının genelinin profili, milliyetçi-muhafazakârdır. Ben Türk-İslamcı değilim o ayrı ancak, Türkİslamcı propaganda, halkın kodlarıyla bu kadar uyumlu olduğu halde, neden iktidara gelmiyor sizce? İletişim ve eylem zafiyetinden. Ve bu zafiyet, bir kez daha, halkla bütünleşme fırsatı kaçırıyor:
Orada halk, milliyetçileri görmek istiyor. Bu milletin sözcüsü, hamisi, banisi, öncüsü Türk Milliyetçileridir. Eğer bugün halkı yalnız bırakırsak, yarın onlar bize teveccüh göstermediğinde, şikâyet edemeyiz. Az sonra tekrar eylem alanına gideceğim için kısa ve savruk yazdım. Bu daha başlangıç, ileride konuyu tekrar tekrar açacağım.
Okuduğum haber doğruysa, bir kaç gün önce Erzurum’da polis, akil adamları protesto eden ülkücülere gaz sıkıyor. İl Başkanı tek bir laf ediyor: Bir daha gaz sıkarsanız, burayı kan gölüne çeviririz. Ülkücü hareket, bu kadar güçlüdür işte.
Olaylar sürdükçe, bir parçası olacağım. Siyah Beyaz Kültür ve Sanat Platformu, bir parçası olacak.
Şimdi, bu ülkücü hareketin, Tandoğan mitingini yapan ülkücü hareketin, sağlam
Ezen bolsun karındaş kalık. 5
GENCAY
“GEZİ”NTİ Veysel Gökberk MANGA Bekledim; bu yazıyı yazmak için çok bekledim. Derli toplu bir değerlendirme yapabilmek için bu elzemdi. Hem sokakların gazını, hem dört duvar içinin sükûnetini tatmak, tanımak, hem de başbakanın ülkeye dönüşünü, olayların nereye evrileceğini anlayabilmek için beklemek gerekiyordu. Şimdi konuşabilirim.
bütün uzuvlarıyla sokaktadır, insanlar bir süreliğine particiliği, siyasî görüşçülüğü, apolitikliği, hatta bizim ülkemizde milat sayılacak şekilde futbol takımı taraftarlığını bile ayrıştırıcı etkenler olarak görmekten vazgeçip birlikte hareket etmektedir. Olayların başında halk vardır; devamlılığını halk sağlamaktadır; bitecekse halk bitirecektir. Bunun dışında söylenenlerin hepsi yalan.
Herkes biliyor ama ben konuşmaya yine de en başından başlayacağım: Biz, milliyetçiler olarak evlerimizde, rahat koltuklarımızda oturma, sıcak yataklarımızda uzanma eylemleri yaparken-hiç kimseyi tenzih etmiyorummemleketin ağaçlarını korumak maksadıyla iş makinelerinin önüne bir BDPli atladı, yıkımı durdurdu. Biz gerçi, o kadar da sokaklardan uzak adamlar değildik, her ay en az bir kez bir şeyleri protesto etmek suretiyle sokaklara inmiş oluyorduk; fakat farkında olmadan insanlığımızı unutmuş ve siyaset batağına ziyâdesiyle batmıştık. Memleketin ağaçlarını milliyetçiler, en çok ve ilk başta milliyetçiler savunmalıyken biz,-şimdilikdağdan inmiş bulunan teröristlerin partisinden bir adamı “önce beni, sonra ağaçları yık” derken bulduk. Ve sonra, yavaş yavaş sokağa indik; en azından arkadaşlarımla ben ve namusluluğuna güvendiğimiz onlarca insan…
Tabiî birkaç gün içinde mevzu, park ve ağaç mevzuu olmaktan çıktı, eylem iktidar karşıtı bir eylem oluverdi, insanları birleştiren AKP muhalifliğiydi. Hatta en başından beri bunun böyle olduğunu söylemekte beis yoktur. Zirâ biz, sokağa ilk kez çıktığımız cumartesi gününden itibaren bizi sokağa iten ana etkenin muhalifliğimiz olduğunun farkındaydık. Daha fazlası, siyaset dışı kalmayı tercih eden halkın böyle büyük bir patlamayla sokağa indiğini gördüğümüzde, bu tip bir hareketi doğru yönlendirebilirsek, Türk milliyetçiliğine ve dolayısıyla milletine çok büyük yararlar sağlayabileceğimizin de farkındaydık; bunun hiçbir zaman farkına varamayan liderlere rağmen sokaktaydık. Çekincelerimiz vardı, onları da sabahın
Bir yerin hâlinden haberdâr olmak için orada olmak zarureti vardır. İstanbul eylemlerine katılamasam da, Ankara’da eylemdeydim. Orada anladım ki, millet 6
GENCAY erken saatlerinden itibaren arkadaşlarla istişare ettik, bazen sertçe tartıştık. Bu olaya yurtdışından bu kadar fazla destek gelmesi normal değildi, ortada biber gazı kokusundan çok daha pis bazı kokular vardı, normalde kavgalı olduğumuz onlarca grupla beraber eylem yapacaktık; fakat sokakları, doğmasını beklediğimiz büyük enerjiyi başkalarına bırakmamalıydık ve hepsinin üstünde bir de, şerefli bir şemsiye olarak ağaçlar uzanıyordu. Nihayetinde olayların büyüklüğü ve enerjisi bizi çok çok aştı, kendisine “çapulcu” denmesinden hoşlanan bir kitle yarattı; yine de milliyetçiler olarak sokağa inerken bizim en büyük vasfımız iktidar karşıtlığı değildi, böyle düşünmek insafsızlık olur. (Burada “milliyetçiler” derken, olduğunu iddia eden ama aslında hiçbir zaman yaşamamış bir camiayı değil, belki de “aktivist milliyetçiler” diyebileceğim kitleyi kastediyorum.)
kullanılırken Türkmenler bundan hiç gocunmuyorlardı. Bugünkü hâle bakarak, “teşbihte hata olmaz” kaidesince keyif aldıklarını bile tahmin edebiliriz. Nihayetinde, terminolojiye de uygun olduğu için, bu harekete “Türkmen ayaklanması” vasfını yakıştırırsam, pek de haksız sayılmam. Eylemler gerçekleşirken başbakanın bir türlü birleştirmeyi beceremeyen tavırları, üslûbu, olayları daha fazla büyüttü. Zaten olayların alevi de en başta dış mihrakların kışkırtmasıyla(!)-meselâ-dış mehtapların altında oturan eylemcilere orantısız biber gazı sıkılmasıyla palazlanmıştı. Bu sıralarda “insanları evlerinde zor tutuyoruz” yahut “biz sizi bir kaşık suda boğmasını biliriz de… demokratlığımıza verin” gibi lâflar kepçe olup tencerenin içine daldı, iyice karıştırdı ve bu lâfların sahiplerine, insanları boğmak için biber gazı destekli tazyikli suların tonlarcasının ve tomalarcasının kâfi gelmeyeceğini “öğretti.” Zannederim başbakan tam bu arada, kendisinden daha sakin ve tecrübeli bazı büyük ve arkadaşları tarafından yurtdışına gitmesi için “ikna edildi.” Cumhurbaşkanının ve ARINÇ’ın bu minvalde telkinler yaptığını tahmin ediyorum. Ve biz, yepyeni bir rütbeyle karşı karşıya kaldık: “başbakan vekilliği.” Bunun yeniliğini, başbakanın bile ARINÇ’tan bahsederken “başkan” demesi, yanılması ispatlar. Başbakan defalarca yurtdışına çıkmış; fakat onun yerine vekâleten bakan beyefendi hiçbir zaman onun adına konuşmamıştı; en azından ben hatırlamıyorum. ARINÇ, başbakan vekili olmakla başbakan adına konuşuyor, özür diliyor ve aslında başbakanın kendisi olmamakla ERDOĞAN’ı hiçbir yükümlülük
Çapulcu lâfı bana çok şey ifâde ediyor. Yerleşmeyi zül sayan Türkmenler de yerleşik Selçuklu’ya, Osmanlı’ya göre çapulcu idi. Bunu bize tarih, bir vakıa olarak gösteriyor. O gün Türk ve Türkmen adları tahkir ve tezyif mânâsında 7
GENCAY altında bırakmıyordu: mükemmel bir siyasî manevra. Cumhurbaşkanı ve başbakan vekili, sevgili Kasımpaşalımızın olmadığı zamanlarda insanları daha sakin davranmaya davet ettiler, görece başarılı da oldular. Ama başarılı olmalarının asıl nedeni, bence, polisin müdahale şiddetini biraz daha azaltması oldu ve ortaya, insanların polislerle kurdukları samimi diyalogların fotoğrafları çıktı. Olaylar karşısında idraki kapanmış iktidarı, hiçbir şey yapmayarak korumaya başlayan-bu kavramı da yeni öğrendim-”ana akım medya” artık devrin değiştiğini ve sosyal medya var olduğu için kendisinin halkın karşısında çok güçsüz kaldığını gördü. Önceleri yalnızca bir iki kanal ve gazete olayları meskût geçmedi, fakat onların haberleri de her zaman pek güvenilir olmuyordu. Onlara bakılırsa şimdiye kadar elliye yakın insan ölmüş olmalıydı.
yalancılıkta ilk kaptırmadılar.
sıraları
kimselere
Olaylar boyunca sokaklarda çoğunluğu, 15-25 yaş arası bir kuşak oluşturdu. Bunlar, yaşları kendilerininkinden çok büyük olan adamların reyleri yüzünden duyuramadıkları seslerini sokaklarda duyurmak ihtiyacı hissettiler. Yaptıkları eylem aslında bu çocukların çok zeki ve memleketsever olduğunu da gösterdi. Tam da hevesler kırılmış, umutlar kesilmişken “biz de buradayız, biz de sizdeniz” dediler. Sokağa indiğim ândan sonra kalabalık, bana Yunanistan’ı veya Arap kalabalıklarını hatırlatmadı. Arap Bahar’ının aslında bir sonbahar olduğunu ve ardından kış getirdiğini kestiremeyen veya kestirdiği hâlde bambaşka niyetlerle Türk Baharı goygoyculuğu yapan adamlara hiç itibar etmedim. En başından beri aklıma, Fransa’da liseli gençlerin emeklilik yasasına karşı ayaklanması geldi ve bunu, Türk demokrasisinin geçirdiği bir istihale, geçtiği yeni bir merhale, attığı yeni bir adım olarak gördüm. Bu olaylar, Yunanistan’daki ve Arap Yarımadası’ndaki olaylardan çok farklıydı. Atılan sloganlara rağmen, aklı başında hiç kimse böyle bir hareketle bir ânda hükûmet düşürebileceğini sanmıyordu. Türk gençliğinin demokrasi algısı bu kadar
Yalnızca onlar yalan haber yapmıyordu tabiî; Dolapdere’de pekakanın yaktığı bayrağı eylemcilerin üstüne yıkmaya çalışan, apo posterleri ile Türk Bayrağı’nı yanyana getiren bazı işgüzarların çok eski fotoğraflarını ısıtıp servis eden “yandaş medya”nın da hakkını vermek gerekir. Onlar işe çok geç dâhil oldular; fakat 8
GENCAY gelişmiş vaziyetteyken, gençlik rüştünü ispat etmişken hükûmetin gençlik kadar geniş fikirli ve demokrat olmadığını da görmüş olduk. Çünkü Fransa gibi ülkelerde bu kadar büyük bir hareket en azından birkaç koltuğa mâl olurdu ve devletin başındaki adam ufak da olsa bir özür dilerdi; ki birçok insan, SARKOZY devrinin kapanmasında bu hareketlerin payı olduğunu da kabul ediyor. AKP’nin, memleketin yarısını diğer yarısına fedâ eden demokrasisi ve insanları yalnızca biber gazı karşısında eşit gören adaleti sınıfta kaldı.
kullanmak olmadığını öğrendiler. Sokağa inmenin, “eylem”in tadına vardılar. Biber gazı yediler ve bir “biber gazı edebiyâtı” yarattılar, ortaya çok eğlenceli şeyler çıktı. Kendilerinin iktidardan daha muktedir olduğunu, millet olduklarını, “hâkimiyetin kayıtsız şartsız milletin olduğunu” anladılar. Hükûmet bunu-bence-bilmiyor değildi; fakat bilmiyor gibi davranıyordu. Onlar da bunları hatırlamış, üzerinden geçmiş, ezber etmiş oldular ki, bundan sonra toplumun belli bir kesiminin muhalif olacağı bir şeyler yapacaklarında birkaç kez düşüneceklerdir ve birçok uzun geceleri uykusuz geçecektir.
Fakat hareketin kendisini tam olarak yönettiğini söylemek de doğru olmaz. Bir lider çıkmadı. Her kesimden adamın bir arada böyle bir eylemi aylarca yürütmesini zaten bekleyemezsiniz. Yine aklıma bir misâl geliyor: İttihat ve Terakki’nin meşrutiyeti, anayasayı tekrar getirmek istediğini, fakat o geldikten sonra ne yapacağını bilmediğini söylerler. Bu da öyleydi. Hattâ ortak bir amacın olduğunu söylemek bile pek mümkün değil. Bir enerji patlaması tecessüm etti ve sokaklara döküldü. İnsanlar iktidara, “iktidarsın ama her şeye muktedir değilsin, Allah değilsin” demek istediler. Topluluğun İttihat ve Terakki’den farkı şuydu galiba: Ortak sıkıntılar vardı, ortak hedef yoktu. Gündüz halk sokaklardaydı, gece onun yerini marjinal sol gruplar aldılar ve ERDOĞAN bu kozu çok iyi kullandı, kullanıyor ve kullanacak.
İktidar bu kalabalığı dış güçlerin güdümünde olmakla suçladı ve “evlerinde tuttuğu” %50′yi sokaklara indirmekle tehdit etti. Ama birkaç yazı ve bir iki fotoğraf gösterdi ki, %50 sokaklara inmeye o kadar da meyyal değildir. Peki, bu kalabalık yabancı güçlerin güdümünde miydi? Bu söylentiyi birçok AKP’li genç de dillendirdi; fakat ben de bir eylemci olmama rağmen CIA’dan falan para almadığımı söyleyebilirim. Yani, belki başka kuvvetler de işin içinde idi ama bu, eylemin haklılığını zedelemez ve başkaları,
Bu hareket hem halka, hem de hükûmete bir şeyler öğretti. İnsanlar, henüz istediklerini tam olarak kazanmamış olmalarına rağmen, demokrasinin yalnızca muayyen zamanlarda sandıklara gidip oy 9
GENCAY yabancılar bu harekete destek veriyor diye bu eylem meşrû olmaktan çıkmaz.
cevap verdiler. Fakat daha ilgi çekici olan, AKP’lilerin MHP’nin sloganlarını kullanmaya başlaması oldu. Tekbirler, “Ya Allah, bismillah, Allahuekber”ler… AKPli gençler neredeyse bozkurt çekeceklerdi.
Tabelalardan devletin adının kaldırılması mevzusunda sosyal medyanın kuvvetini gören hükûmet, bu olayda halkın kaba kuvvetini de karşısında buldu. Ona karşı gelemeyeceğini, onu öldürmeden yıldıramayacağını ve hiçbir iktidarın halkını öldürmek hakkı olmadığı için mağlup olacağını fark etti. Hükûmet üyeleri geri adım attılar. ARINÇ özür diledi. Derken ERDOĞAN Türkiye’ye geri döndü.
Galiba milliyetçi camia, bu olayla tam olarak ikiye bölündü. Oylardan bahsetmiyorum ama bir bölünmüşlük var. Bu olay için, bazıları AKP tarafına kaydılar ve Akperenler oldular. Diğerleri ise, kendilerini bir lâfla partiden ihraç eden Devlet BAHÇELİ ile pekiyi anlaşamayacak görünüyorlar. Yani, Devlet BAHÇELİ artık muhafazakârlığı müdafaa edemedi ve onun tabanının bir kısmı, kendisini AKP’nin temsil ettiğini düşünmeye başladı. Sloganlar ve Rize’deki “bozkurt hareketi yapan ülkücüler” bunu gösteriyor. AKP gençleri, MHPlileşmeye başladı. Bu söz yanlış anlaşılmasın: Bu, AKPli gençler MHP’ye oy verecek mânâsına da gelmez; fakat onlar, muhafazakârlığı MHP’nin hazır sloganları ile savunmak yoluna gittiler. Diğer kısım ise hâlâ muhafazakâr ve MHPli olmakta ısrarcı olmasına rağmen bir aidiyet bunalımı yaşıyor.
Gerilimi başbakan bitirebilirdi. Bir özür, halkı sokaklardan çekmeye yetecekti. Ancak başbakan özür dileyemedi ve “biz de aynı şeyleri söylemiştik” diyerek ARINÇ’ın özrünü gizlice tasdik etti. Sonra, uçaktan iner inmez kendisini karşılamaya giden partililere bir konuşma yaptı. Birleştirmedi; ayırdı. Konuşmanın ayrıntılarından bahsetmeyeceğim.
Sonuçta, Türk halkı ve demokrasisi kazandı. AKP kaybetti. AKP’nin gençlerinin tam olarak MHP’lileşip MHP’lileşmeyeceğini ise bundan sonraki süreçte göreceğiz. Ne demek istiyorum? Ülkücüler, son yılları saymıyorum, fiilî mücadele adamlarıydılar, sokaklara iner, dövüşürlerdi. AKPliler de aynı cesareti gösterebilecekler mi? Meselâ, bundan sonraki süreç Taksim’i ezme teşebbüslerine gebe mi? Bekleyeceğiz.
Konuşma sırasında dikkatimi en çok celbeden şey, AKPli kalabalığın sloganları oldu. “Yol ver gidelim, Taksim’i ezelim.” terbiyesizliğine gece 03:30 sıralarında Ankara ve İstanbul beraberce, “Yol ver gelsinler, insanlık görsünler.” sloganıyla
10
GENCAY
DEVLET BAHÇELİ GEZİ PARKI OLAYLARIYLA İLGİLİ NE DEDİ? Emre ECE Meydan’dan Bir Gözlem: 3 Haziran
Bu insanların bir derdi var. Siz bunu hükümeti yıkmak olarak adlandırabilirsiniz, ben saygı ve adalet arayışı olarak görüyorum. Onlar bu ülkede bir araya gelmiş bir çıkar zümresinin, ülkeyi uçuruma sürüklemesine artık dur diye bağırıyorlar.
Bugün sırf iddiaların hangisi doğru hangisi yanlış diye meydana çıktım ve olanları gözlemledim. Çoğunluğu lise talebesi kalabalık bir grup vardı ve Kızılay AVM’nin karşısında Güvenpark’ta slogan atıp protesto ediyorlardı. Bırakın taşkınlığı küfür dahi duymadım 15 dakika boyunca.
Tayyip Erdoğan’ın dün yapmış olduğu banklarda kızla erkeğin oturmasına saygı GÖSTERMİYORUM cümlesine öfkeliler, içki içen ALKOLİKTİR sözüne öfkeliler, insanların imanlarının ölçülmesine öfkeliler. Daha birçok adaletsizlik var. Ama tekrar söylüyorum bugün Kızılay’da 12.30′da polis ilk gaz bombasını atmadan göstericiler sadece slogan atıyorlardı.
Sloganlar çoğunlukla “Tayyip İstifa”, “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz”, “Her yer Taksim, her yer direniş”, “Direne direne kazanıyoruz” du. Müdahale başladığında 2-3 adet gaz bombası atıldı ve kalabalık YKM’ye doğru koşmaya başladı YKM’nin kapısında bir yığılma oldu ben de kapının önündeydim. Tam o anda gaz bombasından kaçmak için yere yatmış insanların üzerine 2 tane gaz bombası daha atıldı ve başımın kenarından geçti.
Devlet Bahçeli Gezi Parkı Olaylarına Ne Dedi? Gezi parkı olaylarında belki de aklı en çok karışan siyasi grup MHP’li ve Ülkücü vatandaşlar oldu. Gezi parkındaki ağaçların kesilmesini protesto eden insanlara yapılan sert müdahaleye karşı birleşen bir grup vardı ortada. Ekseriyetle sol görüşlü insanlar ama yanında başörtülüsünden tutun da Ülkücüyüm diyenine kadar. Birleştikleri nokta “Ben istedim, yaparım” fikrine karşı durmaktı.
O an anladım ki karşımızda milletin polisi yok, hükümetin kolluk güçleri yer alıyor. Eğer polis emir kuluyum diyorsa eyvallah, ama bilerek ve isteyerek bu dozda müdahale ediyorsa Allah onlara vicdan versin. Alanda bulunduğum sürece bir müdahale, bir tekrar toplanma oldu. İlk müdahale sonrasında insanlardaki öfke 10 katına çıktı diyebilirim. Sloganlar da aynı şekilde sertleşti. O havada normalde 10 saniye bile durmazsınız ama insanlar tekrar eski yerlerini almaya çalışıyorlardı.
Devlet Bey’in en baştan beri gösterilere tavrı MHP’lilerin katılmadığı ve katılmayacağı yönünde oldu. Bunu daha çok MHP dışından, az da olsa parti içinden 11
GENCAY tepkiyle karşıladılar, ama bu tavır yumuşamadı aksine sertleşti. Genel başkanın gösterilere katılacak vekillerin, istifasını verip katılmaları sözünü söylediği bile iddia edildi. Bugün ise kendileri twitter’dan çok net mesajlar verdi. Gördüğüm kadarıyla bu mesajlar gösterilere katılanlar tarafından da takdirle karşılandı. Şimdi bu açıklamalara bakalım. Yoruma pek gerek bırakmayan çok net sözler söylemiş.
oluşan “7-K”lı tahribat zincirine engel olmalıyız.
Çok hareketli, çok çetin ve çok sıkıntılı günler yaşıyoruz.
Şu günlerde sanal medyanın yerli veya yersiz, gerçek ya da asılsız haberlerin, yorumların merkezi olduğunu görüyorum.
Despotluklara, insan hayatına müdahale ve hükmetmeyi alışkanlık haline getirmiş tiranlara itiraz ederken kışkırtmalara gelmemek lazım. Çalkantının bitirilmesi, belirsizliğin aşılması için sakin olmaya, teenniyle harekete ve empatiye ihtiyacımız var.
Nerede duracağı, hangi sonuçları ortaya çıkaracağı ve nasıl bir bünyeye taşıyıcılık yapacağı belli olmayan olay ve oluşumlara şahit oluyoruz.
Asparagas haberleri, kendinden kaçmak ve kurtulmak için sanal âlemin hayallerine, kayganlıklarına tutunanları ciddiye almamak gerekiyor.
Özelini tehdit altında gören, dışlandığını hisseden, saygı bekleyen, sahipsiz olduğunu düşünen ve ilgi gözleyen muazzam sayıda insanımız var.
Toplumsal psikolojiye hasar veren, soğuk savaş döneminden kalma taktiklerle akılları karıştıranlara fırsat vermeyelim.
Bu kardeşlerimiz demokratik haklarıyla, bireysel özgürlükleriyle, kimlikleriyle ve gelecekleriyle ilgili haklı olarak endişe taşıyorlar.
Ayrıca Twitter’a bela olarak değil, katılımcılığı teşvik eden, kişisel ifade beceri ve özgürlüğünü pekiştiren bir platform olarak bakıyorum.
Bunların hepsini görüyorum.
meşru
Bela olarak görenlere de bu ortamlardan uzak durmalarını öneriyorum.
Ancak masum beklentilerin nefsi müdafaası yapılırken, kötü niyetli plan, tertip ve hedeflere mutlaka dikkat edilmesi gerektiğine inanıyorum.
Yarınlarda keşke dememek için bugünlerde acaba denilmesi zannederim çok hayırlı sonuçlara vesile olacaktır.
anlıyor
ve
Özellikle “Kriz, Kargaşa, Kaos, Korku, Kutuplaşma, Kavga, ve Karanlık” dan
12
GENCAY
GEZİ OLAYLARI ve SONRASINA DAİR BİR DEĞERLENDİRME Habibe DENİZ Neler değişmedi ki bu ülkede… Her yeni güne hangi sürprizle uyanacağınız asla belli olmadı. Enflasyonlar, zamlar, işsizlik ve daha tonlarca dertle yıllar geçmişken kabuğuna daha çok çekilen halkın bir kısmı yavaş yavaş milli uyanışa geçti.
Siyasetten anlayan anlamayan herkes yorumluyordu kendince. Kimisine göre provokasyon kimisine göre dış güçlerin oyunu(!) Herkesin çoğu kez es geçtiği bir şey vardı: Zulüm.” Zulüm, Azrail olsa da hep Hakk’ı tutacağım.” diyen bir yiğidin yolundan giderken haksız yere işkence edilen o insanları sadece seyretmek kanımca yakışık almazdı.
Yıllarca ekonomik kalkınma adı altında yapılan özelleştirmeler, kültürel ve milli kimliğimizde oluşturulan hasarlar, terörle müzakere adı altındaki peşkeşler… Gün geldi her türlü ideolojiyle savaşa girildi fakat esas girişilen savaş Türk milliyetçiliğiyleydi. Türk milliyetçiliğine savaş açılırken göz göre göre Kürt milliyetçiliğini savunan kesim koruma altına alınıyor, sırf onlar için yasalar çıkarılıp eylemleri yasal hale geliyordu. Bir ülke düşünün ki yöneticileri benim seçmenim benim vatandaşım, sünni vatandaşlarım gibi laflarla ayrılık tohumları serpsin vatan topraklarına. Ezilenler iktidar olacak sloganıyla ortaya çıkan hükümet zamanla kendi tabirleriyle kalan yüzde elliyi ezme çabasına girip çelişki noktasını doruğa çıkartmıştı. Daha bir sürü yapılan hatalar bardağı taşırma noktasına getirdi ve Gezi Parkı eylemlerine yapılan haksızca müdahale ile sürekli aralarına nifak sokulmaya çalışılan yüzde elliyi sokağa döktü.
Gezi Park’ına müdahaleye engel olmak için ellerinde kitaplarıyla gayet de demokratik haklarını kullanmak üzere oraya giden gençlere polisin zor kullanmasıyla başlamıştı her şey. Zamanla yoğun biber gazı, tomaların ağır saldırısı, polisin copla vs. şiddeti ile had safhaya ulaştı. Bu durum 13
GENCAY yurdun her yerinde duyarlı kardeşlerimizle birçok kesime ulaştı. Ankara’da da Tunalı ve Kızılay’da, Taksim’de, İzmir’de, Eskişehir’de vs. zaman zaman olayları polis insan mezalimine çevirmek istese de, bazı provokatörler zarar vermeye çalışsa da bu bir halkın sesini duyurma çabası olduğundan hepsinin üstesinden el ele gelmeye çalıştılar. Yaralanan ve ölen kişilerden sonra bile polis bir adım geri atmazken işkencelerine daha da ağırlık verdi. Bir söz vardır tarih herkesin bir kez fotoğrafını çeker önemli olan o tek seferlik karede gözlerinizin açık çıkmasıdır. Kimin gözlerinin açık kimin gözlerinin kapalı olduğunu zaman gösterecektir fakat halkına bu kadar zulmeden bir hükümetin gözlerinin açık çıkması imkânsızdır. Her şeyden önemlisi milletini düşünen insanları saf dışı bırakmaya çalışan; milliyetçileri kötüleyen hiçbir hükümet tarih sahnesinde gururla yer almamıştır. Hele ki her şey bir yana her türlü ideolojisini bir kenara bırakıp kenetlenmiş bu insanlara o meydanlarda bunlar yapıldıktan sonra…
Ama unutulan bir şey vardı. O meydanda türbanlısı, açığı, ülkücüsü, solcusu yan yanaydı. Biber gazından etkilenilirken size yardım edenin kim olduğu bile bilmiyordunuz. Herkes kenetlenmişti. Artık zulmün bitmesini, seslerini duyurabilmeyi istiyorlardı.
Gelecek günler bizler için ne gösterir bilinmez ama daha çetin günlerin kapıda olduğu aşikâr. Tek yapmamız gereken itidalden öte olaylar karşısında donanımlı bireyler de olabilmek.
Sabrın taşmasıydı bu Türk kimliğine verilen zararın, kültürel yıpranmanın, yabancılara olan peşkeşlerin, polisin zulmünün, doğal alanların tahribinin artık aşırı artmasıyla halkın sesini yükseltmesiydi. Bu bir uyanıştı bir ağaçla başlayan.
14
GENCAY
TARİHİN ÜVEY EVLADI TÜRKMEN M. Bahadırhan DİNÇASLAN olmasın diye bu teslimiyetçiliği kendime yakıştıramıyorum.
Esen olsun. Esasında, Türkmen’e dair bir yazı yazmak, benim gözümde, sırf Türkmen olduğu için katledilen, sürgüne uğrayan, geleceği tahdit edilen yedi dedem hükmünce en doğal hakkımsa da, bu zamana dek ne zaman Türkmen için yazı yazmaya otursam, dilimin ucuna gelenleri söyleyemiyor, kıyısından, ufak bir örneklemle kendimi sınırlandırarak değiniyorum esas meseleye. Bu yazı da korkarım ki öyle olacak, zira Mehmet Emin’in meşhur şiirinin sonunda dediğine benzer bir şekilde, toplumcu öfkeniz belli bir sınırı aştıysa, laf, söz, yazı kifayetsiz kalır, ancak sert sert bakar, yumruklarınızı sıkarsınız. O yumruk, bir gün darbe vurup, “hakkımdır ulan!” narasını atacak mı bilinmez, ama yedi dedemin çağından beri bizim sülalede birileri hep yumruğunu sıkmış, ben de bir gün oğlum olursa Asya’nın olanca öfkesiyle sıkılmış bir yumruk miras bırakacağım ona, o kadar.
Türkmen tarihi uzun ve ciddi bir meseledir, ne bir köşe yazısına sığar, ne 22 yaşında bir Türkmen çocuğu olarak aksakalların ve kalem erbabının Türkmen’in kolektif hafızasından deşirdiği gülleri demet yapıp okuyucuya sunacak bir yeteneğe sahibim. Ancak sanırım Türkmen’in bugünün dünyasında düştüğü durumun manzarasını kör-topal çizebilir, birilerinin rahatsız olmasını sağlayabilirim.
Şimdi burada, Türk ile alakası olmayan bir firma olan Nissan’ın “Kaşkay” isimli bir modeli var, ürettiği arabanın dayanıklılığı ve arazi şartlarına uyumunu vurgulamak için bizim Kaşkaylara gönderme yapmış, biz ise bu mahiyette bir düzlemi oluşturmaktan fersahlarca uzağız, görklü Tengri topumuzun belasını versin diyerek durumu özetleyip, kahır dolu bir teslimiyetle “acı söz” ile mührü vurmak da vardı ama, sırf ölen dedelerim boşa ölmüş
“Kelebek ok yay almış ava şikare çıkmış / Donuzları korkudur ayuları koçmağa” diyor Kaygusuz Abdal. Bu müthiş edebi tasvir ile tablosu çizilen Türkmen, öz gardaşının hışmına uğrayan Türkmen’dir: Bizanslaşma yolunda Osmanlı, faturayı Türkmen’e kesmiştir. Ki, yıllar sonra bizim Avşar Türkmenlerine de aynı zulüm reva görülecek, öz gardaşının zulmüne uğrayan
15
GENCAY Avşar ozanı Dadaloğlu soracaktır haklı olarak:
ihanetine, hilesine, pususuna ve düşmanlığına rağmen, “il”ini değilse de, töresini ve hiç değilse biyolojik varlığını bu güne değin getirmiştir ki, “hakim düzen”e büyük bir ders veriştir bu; mazlum için hala ümit olduğuna bir işarettir. Bütün mazlumlar bir noktadan sonra erir, yiter, solar giderken, Türkmen’in her şeye rağmen “ben varım ulan!” diye haykırabilmesi, bütün bir coğrafyanın mazlumlarının bayraktarlığı ve remzliğine Türkmen’i yükseltmektedir.
“Coşkun sular gibi dolanıyorduk Ne duruluyok ne bulanıyorduk Firkatten firkate ulanıyorduk Sankim neydi bunda suçu Avşar’ın?” Tağutlara ve en küflü, en çürütücü haliyle şehirleşmeye en bozkırlısından tertemiz bir rest çeken Türkmen, o çağdan beri tarihin üvey evladıdır, çünkü Türkmen anlamaz, bi-idrak derler ona; kahreden düzenin, annesinden süt emen bebenin rızkına ipotek koyan devranın işleyişini anlamadığı ve “hayır!” dediği için. Ve bir kelebek narinliğiyle okunu, yayını alır, domuzun karşısına geçer; kazanmak için değil, ölerek utandırmak için.
Türkmen’in bugünkü tablosuna bakınca da, Türkmen devletleri olan Türkmenistan, Azerbaycan ve Türkiye’nin, İran Türklerinin, Suriye-Irak Türkmenlerinin ilişkisine birazcık nazar etmek, durumun vahametini kavramaya yardımcı olacaktır. Zira, Atatürk’ün sözünden ilhamla, hiç değilse dağlarda tüten birkaç Yörük ocağı olarak bu güne kadar gelebilen Türkmen’in tarihi veraseti, artık külliyen yok olma tehlikesi ile karşı karşıyadır: Türkmen ovaya inmek, şehre yerleşmek zorunda artık, şehre tertemiz yerleşip kirlenen gardaşları gibi. Ancak ona yol gösteren, ışık tutan, yardım eden kimse yok; öyle bir acının ağıdı yükseliyor ki Türkmeneli’nden (Evet, herkese ve her şeye inat, Gagavuz Yeri’nden Aral Gölü’ne kadar Türkmeneli’dir, Ortadoğu denen necaset çukuru değil!) “kıyım kıyım doğranmışam gavim gardaş / hardasan” diye, öz kardeşin mankurtlaşması sebebiyle kıyım kıyım doğranan bir insan grubuna şahit oluyoruz. Tarihte bir çok benzer trajedi yaşandı ama, hem bu trajedinin yaşanmasına doğrudan o toplumun aymazlığının sebep olması, hem de, bu trajedinin nihayetinde yok olan Türkmen kimliğinin, mazlumların
Babek ve Afşın Haydar çağından beri, işte bu yüzden, bu coğrafyada ne zaman savaş çıksa, mazlum olan Türkmen olmuştur. Biri İran dinine hizmet eden, diğeri Arap devletinin hizmetindeki bu iki Türk komutan, “başkalarının çıkarları” uğruna birbirlerine düştükten beri, Türkmen’in iki yakası bir araya gelmemiştir. Son örneği sanırım, Irak-İran savaşıdır; iki taraf da, en ön saflara Türkmen askerleri sürmüş, karşı cepheden Türkçe sesler duyan askerler bunalıma girmişlerdir. Ve Türkmen, hem öz gardaşının, hem onu asla “buralı” kabul etmeyen, Türkmen’in temsil ettiği bozkırlı ve saf vicdanın kurabileceği yeni nizamdan (ki Osmanlı’nın, Selçuklu’nun, ve Hazarlar, Göktürkler gibi müthiş Türk devletlerinin tohumunu atan bu vicdandır, başkası değil. Ancak yazık ki, tohumu zehir ile suladık hep, soldurduk.) korkan “yadırgı”ların 16
GENCAY başkaldırabilmesi ihtimalinin de yok olması anlamına geleceğinden, insan yumruğunu sıkmaktan geri duramıyor.
sizin adınıza değil, sizin ipinizi tutanlar adına kullanılması demektir ki, biz buna kendi aramızda “Yeni Osmanlıcılık” diyoruz.
Din, yerel lehçe farkı, coğrafya gibi suni sebeplerle ayrılan aynı dili konuşan bu 150 milyon nüfusa yaklaşan topluluk, bütün Türk dünyası içinde, Asya’nın, Avrupa’nın ve Afrika’nın bütün güzelliklerinden bir tadımlık kâm almış olmakla eşsizdir. Ve bu topluluk, bugün küresel oyunlarda piyon olarak kullanılırken, topluluğun tarihi verasetinin ana damarının temsilcisi Türkiye; yozlaşan Türkmenlere (Osmanlı) reaksiyon gösterecek kadar Türk kalabilmiş Türkmenlerin (Kuvayı Milli) kurduğu devlet, bu topluluğun çıkarı ve birlikteliğini odağına alıp siyaset üreteceği yerde, Telafer’de direnen Türkmen’e “terörist”, İran’da direnen Türkmen’e “provokatör”, Suriye’de Esad ve ÖSO diktaları arasında kendisine yol çizmeye çalışan taze gerilla Türkmen’e ise “piyon” muamelesi yapıyor. Tarihi bilmem ama Türkmenler bunun hesabını çok acı soracaktır, zira Türkmen devlet kurmakla meşhur olduğu kadar, tek iz kalmamacasına devlet yıkmakla da maruftur, Nesimi’nin dediği gibi:
Ve Ramiz Rövşen gibi Türkmen ozanları ağıt yakıyor, “Vatan” şiirinde, petrol yüzünden geldi bunlar başımıza diyerek: “Neftle getdi bereketin, bereket qaçdı senden. Neftle getdi bekaretin, borular keçdi senden.” Eğer vatanımızın bekâreti Amerika ya da Rusya’nın ortasından geçirdiği borularla bozulduysa, anamızın, bacımızın, eşimizin, kızımızın ırzına geçilmiş demektir. Türk’ün böyle bir zulüm karşısında nasıl bir öfkeye kapıldığını ise, geçmişten kalma birkaç deyiş anlatıyor: Öpkem kelip ogradım harekete geçtim)
(Öfkem
gelip
Arslanlayu kükredim)
(Aslan
gibi
kökredim
Alplar başın togradım (Alplerin başını kestim)
“Gönül yağma kılanımdır, beni derde salanımdır
Emdi meni kim tutar (Şimdi beni kim tutar?)
Yine derman olanımdır, dahi Türk ü Tatarımdır”
Dolayısıyla Türkmen eli, aslanlar gibi kükreyip, adı Alp, içi mankurt adamları doğrayacak adamlar arıyor, ta Kaygusuz Abdal çağından beri. O zaferler getiren atların nalları altındandı, şimdi tahtlarımız altından, yüreklerimiz pamuktan.
Siz bir coğrafyada “etken” ve “üretken” değilseniz, edilgen kalmaya mahkûm edilirsiniz. Ve bu edilgenliğiniz, eğer Türkmenler gibi müthiş bir tarihi mirasa sahipseniz, sahip olduğunuz zenginliğin
Ezen bolsun karındaş kalık. 17
GENCAY
ORHAN PAMUK’ÇU MUSUNUZ; NİHAL ATSIZ’CI MI? Alperen KIZIKLI
Şahsım olarak arkadaşımın mensup olduğu İslamcı kesimlerde (biz gâvuruz sanki!) mesela Orhan Pamuk hakkında da Nihal Atsız kadar sert konuşulduğu, Orhan Pamuk’un da en az Atsız kadar şiddetli kınandığını hiç görmedim. Burada nedense bir pozitif ayrımcılık söz konusu.
“İslamiyet Türkler sayesinde yaşadı ve yükseldi. İslamiyet Türkleri değil, Türkler İslamiyet’i yüceltti. Biz İslam olmadan önce de büyüktük. Keramet İslamiyet’te olsaydı her Müslüman millet yükselirdi.” Hüseyin Nihal Atsız Kıymetli okuyucu!
Mesela Orhan Pamuk “Kar” adlı romanında “İmam ikindi namazı saatinde caminin balkonuna çıkarak ikindi ezanını okudu.” şeklinde yazdığı cümleden sonra nedense bu kesimlerden hiç bir tepki görmüyor. “Türkler 1,5 milyon Ermeni’yi katletti, soykırım yaptı” cümlesiyle demeç veren birine ” Bre soysuz, seni kınıyorum” demiyor.
Yazımın girişinde paylaştığım bu söz üzerine geçenlerde bir arkadaşımla tartıştık. Kendisi bu sözü o kadar yanlış bir şekilde yorumlamış ki beni ve bu cümlelere hak veren herkesi kâfir noktasına bile getirmeye kalkıştı. Şüphesiz arkadaşım bu sözü kendisinin mensup olduğu grup tarafından sıkça dile getirilen klasik bir Hüseyin Nihal Atsız ön yargısıyla anladı ve bu ön yargıya göre tepkisini gösterdi. Hâlbuki bu söz Hüseyin Nihal Atsız tarafından değil de sadece benim tarafımdan söylenmiş olsaydı; eminim bu kadar sert cümlelerle beni eleştirmezdi.
Filistin’e Müslüman olduğu için sahip çıktığı kadar Kerkük, Hocalı, Doğu Türkistan’a sahip çıkmıyor, onlarla ilgili meselelerde nedense üç maymunu oynuyor. Öncelikle şunu söylemek gerektir. Nihal Atsız bu coğrafyanın insanıdır, bu 18
GENCAY toplumun kısacası bu milletin tarihçisidir, fikir adamıdır. Neden mi? Nihal Atsız pek ala şunları bilir:
mukaddesattandır. Millî mukaddesatı olmayan millet, millet değil hayvan sürüsüdür.”
1- Namazın saati olmaz vakti olur. Saat ve vakit ayrı kavramlardır.
“Türkler mi İslamiyeti yüceltti; İslam mı Türkler’i yüceltti?” tartışmaları yıllardır Atsız’ın tezleri üzerinden yapılıyor. Lakin bir neticeye varılmış değil. Sanırım bu tartışma bir sonuçsuzluk arz ediyor ve tartışmaya dâhil olmak bir nevi tarafını belli etmek manasına geliyor. Ben de bu tartışmada karınca misali tarafımı belli etmek ve kendimce konuyu biraz daha genişletmek adına tarihimizden örnekler vererek fikirlerimi beyan etmek istiyorum.
2. Minarenin balkonu olmaz şerefesi olur. Üstelik ezan şerefeye çıkarak değil içeriden okunur. 3. Ezanı imam değil müezzin okur. İşin aslına gelirsek Nihal Atsız’ın “Nurculuk Denen Sayıklama” başlıklı makalesinden ötürü nice tarikat ve cemaat ehlince hedef tahtasına konulduğu bilinen bir gerçektir. Hakkında yapılan menfi propagandaların temel sebebi Türkçü (onların kanaatince Irkçı) olması, İslam diye yutturulan bir takım hurafelere ve peygamberleştirilen şeyhlere tepki koymasıdır.
Tarihe şöyle bir göz attığımızda Türkler’in, Kuran-ı Kerim inmeden önce de tek tanrılı bir dine inandığını görüyoruz. Türkler; ateşe, güneşe tapmıyor, insanın bir Tanrı tarafından yaratıldığına inanıyor, devletini yönetene Tanrı’dan kut verildiğini, düzeni sağlaması için yetkilendirilmiş bu insana saygıda kusur edilmemesini pek ala biliyordu.
Yazımın girişindeki Atsız’a ait bu cümlelerden, “Türkler İslamiyet’e girmeseler de olurdu.” manası çıkarmak en bayağısından bir art niyetliliktir. Öncelikle Türk ve Müslüman olmaktan, bu ülkede doğup Türk milletine mensup olmaktan dolayı kıvanç duyan herhangi bir insan nasıl olur da bir cümlesiyle günahkâr noktasına getirilir! Hâlbuki Atsız’ın şu cümleleri kendisinin manevi meselelerdeki hassasiyetini apaçık ortaya koymaktadır: “İnsanlar mizah ve şaka yapabilirler. Fakat bazı konular vardır ki onlar asla şakaya gelmez. Orada ciddî olmak insanlık borcudur. Millî tarihle eğlenemezsin. Bayrakla alay edemezsin. Kuran’ı mizah konusu yapamazsın. Aile namusunu hiçe sayamazsın. Bunlar millî
Türklerin İslamiyet’ten önceki yaygın dini (konar-göçerlerin) Gök Tanrı dinidir. Bu din kesinlikle Şamanizm değildir. Şaman kelimesi Rus tarihçilerin Yakut bölgesinde halen bu dine inan Türklerin dinini aşağılamak için kullandıkları bir kelimedir ve “şarlatan” anlamına gelmektedir. Ağaca, taşa, toprağa, ateşe tapmamış Türkler, asla Arap kavmi gibi öğlen ekmekten yaptığı putu akşam yememiştir. İnandığı varlık yeryüzünde erişebildiği birşey asla olmamıştır. Çünkü Türk milletinde Tanrı yücedir, ulaşılmazdır uğruna mücadele edilir, onun isteği yeryüzüne hâkim kılınmalıdır. İşte Cihan 19
GENCAY hâkimiyeti mefkûresi ve İslam’ın Cihat anlayışı gibi sayabileceğimiz nice benzer etken Türklerin Müslüman olmasına vesile olmuştur. Talas Savaşı ise bu ilk tanışmanın mimarıdır.
Türkiye topraklarında ellerini kollarını sallayarak iş çeviremiyorlar. İtiraf etmekten korkmayalım. İslamiyet Arap kavimini yükseltememiş, İngiliz alçaklığına alet olmaktan kurtaramamıştır. Arap kavminin mayası bu yüceliğe hazır değildir. Türk’ün mayası tarih boyunca hep yüksekti ve İslamiyet bu mayaya farklı bir tad ve rayiha vermiştir. Türk’ün hedefleri İslamiyet ile birlikte sadece kendi faydasına değil Allah’ın hâkim kıldığı en son din olan yüce İslam’ın da faydasına yönelmiştir.
Şunu rahatlıkla söylemekten çekinmiyorum. Türkler İslamiyeti yüceltmiştir. İslam’ın Batı’ya karşı temsilini İslam tarihinin büyük bir kısmında Türk milleti yapmıştır. Arap toplumu Emevi, Abbasi, Fatimi gibi sayısız kollara bölünüp birbirleriyle Cemel Vakası’na tutuşurken, bu bölünmelerin neticesinde peygamberin torununu ve damadını dahi katledebiliyorken, Türkler on tane haçlı seferine karşı dimdik durmuştur. Üstelik Türkler 1. Cihan Harbi’nde hilafet makamına sahip olmalarına rağmen Yemen’de, Arabistan’da, Şam’da Araplarca da yalnız bırakılmıştır. Hristiyan dünya ile savaşan Müslüman Türklere destek verilmemiş, çoğu zaman ihanet dahi edilmiştir.
Hiç kimse Arap’ın Türk’ten İslamiyet’e hizmet noktasında üstün olduğunu bence iddia edemez ve takvada bir üstünlük söz konusuysa eğer; bu üstünlük kanaatimce Türk milletine aittir. Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirinde de dediği gibi: “Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi.
Türkler Müslüman olmayıp Gök Tanrı dinine mensup olarak kalsalardı, Anadolu’ya Müslümanların elinden Kudüs’ü almak için gelen 1. ve 2. haçlı seferlerine karşı Talas Savaşı’nda Çin’e karşı Müslümanların yanında olduğu gibi yine Müslümanların yanında olurdu. Vesselam bu ancak yüksek bir ahlak, kültür ve mayaya sahip olan milletin yapacağı bir iş olurdu.
Senin uğrunda ölen ordu, budur yâ Rabbi. Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın, Galip et, çünkü bu son ordusudur İslâm’ın!” Türkler bu dinin son ordusudur ve Türkçülük, İslamiyeti karşısına almayıp aslında ona da hizmet etmektedir.
Bu gün hala İslamiyet’in en medeni kavimi Türkler’dir. Somali, Habeş, Mısır, Tunus, Suriye, Irak, Afganistan, Pakistan ve Suudi Arabistan gibi ülkelerde emperyalistler gönüllerince hareket edebiliyorken; henüz
Artık bir karar verme zamanıdır. Orhan Pamuk’çu musunuz; Nihal Atsız’cı mı?
20
GENCAY
21
GENCAY
HAYATI YENİDEN ANLAMAK İÇİN: GENÇLİK… Dilek AKILLIOĞLU İnsan gelişiminin en inişli, çıkışlı dönemi olan gençlik yine yukarıda belirtildiği gibi yaşamdaki keskin sınırlar arasına girmektedir. Freud, gençlik çağı için bocalamalı ve fırtınalar içinde geçen bir dönem demiştir. Bir yazar için düşündüğümüzde yazının en can alıcı yada ana temayı vereceği paragraf, şarkının nakarat kısmı gençliktir. Gençlik dönemi ‘kendi alevinde yakmakla yükümlü’ sayılabilecek bir çağdır. Gençlik kişilik gelişimin başlangıcı olan bir sınırdır. Kişi bu sınırını o dönem içerisinde edindikleri ile oluşturmaktadır.
“Amaç ve sonuçlar birbirine benzerler…” (John DEWEY) Gençlik, çocukluk ile yetişkinlik arasında yer alan bir dönemdir. Hem toplumsal hem de ruhsal bir kavramdır. Toplumların en hareketli halkasıdır. Yaşama hazırlık olarak isimlendirilmektedir. Birleşmiş Milletler örgütünün tanımına göre gençlik: 15-25 yaşları arasında, öğrenim gören, hayatını kazanmak için çalışmayan ve ayrı bir konutu bulunmayan bir kişidir.(1)
Ülke olarak genç nüfusun baskın olduğu bir toplum olarak ‘gençlik’ kavramı bizim için daha mühimdir. Nüfus yapımız, geride bıraktığımız yaklaşık 50 yıllık dönemde çocuk ve gençlerden oluşan nüfus kesiminin ağırlıklı olduğu yapıda iken önümüzdeki 30–40 yıllık dönemde genç ve yetişkinlerin oranının ağırlıklı olacağı bir nüfus yapısına doğru dönüşüm yaşamaktadır. Gençliğin üzerine yazılacak yazılarda bu kavramın anlamı gibi hareketli ve enerji içeren şekilde olmalıdır. Gelecek ile ilgili hayallerin, hedeflerin oluşumunu içeren Gençlik çağı Türk toplumunda biraz daha farklı bir anlam taşımaktadır.. Gençlik bizim toplumumuzda içine kapanık, etrafa karşı sinirli ve her yargıya muhalif olan bir süreç olarak nitelendirebilmektedir. Toplumsal rolün belirlenmesi için sınır olarak kabul gören bu dönemin psikolojik
Tanım olarak etkisiz yorumu çıkarılabilecek bu dönem, sosyolojik ve psikolojik açıdan bakıldığında çok önemlidir. Hem insanlığa hem de bir devlete yol çizecek olan kesim gençliktir. 22
GENCAY olarak değerlenmesi sonucunda içine kapanık gibi bir yargının ortaya atılması hem birey hem de toplumsal açıdan mühimdir.
önüne alınırsa önemlidir.
yukarıdaki
cümle
Gençlik benlik oluşturma çağı ise kanaatimce benlik ve algı ilişkisi üzerine yorum yapılabilecektir. Yazıda bu çağın içerisindeki bireylere verilecek mesajların algılama boyutuna baktık. Benlik kavramında da algı olgusu temel yapı taşıdır; biçiminde bir çıkarsama ile kişinin benliği ile algılaması doğru orantılı olacaktır. Algılamayı sağlayacak unsurların en başında algı sürecini başlatan ateşleyici gelmektedir. Bu ateş/ ateşleyici “eğitim” olarak vücut bulduğunda ‘algı-bireyhayatta bireyin rolü’ veya bu şekilde uzayan evrimler önümüze gelmektedir. Bu küçük fakat hayati ayrıntıyı belirtikten sonra ‘gençlik’ çağına değinmeye devam edelim.
Gençlik kendini gerçekleştirme, yapma, en iyisine, en dikkat çekicisine sahip olma eğilimi taşıyan bir çağdır. Algıların tam olarak açık olduğu bu çağda kaynaktan verilecek mesaj yine gençlik döneminin getirdiği algılama, yönetme durumuna göre hafızaya kaydedilecektir. Burada algılama olgusuna değinecek olursak Aristoteles, ruh üstünde yapıtında, duyuların dış dünyadaki nesneler tarafından uyarıldıklarında algılama fiilini gerçekleştirdikleri üzerinde durmuş ve bu durumun sebeplerini araştırmıştır. Aristoteles, algılama sürecini yanmaya hazır olan bir maddeye benzeterek bu maddenin faaliyetine başlamak için de ilk ateşlemeyi yapacak olan dışsal bir ateşleyiciye gereksinim duyduğundan bahsetmiştir.(2) Bahsedilen duruma gençlik açısından baktığımda verilecek her mesaj/ateş konumlandırma açısından, yapma yönelimine dokunacak şekilde bütün yönleriyle genç algılayıcıya göre birleştirilmiş olmalıdır. Aksi takdirde yönelme, yanlış algılama/ hatalı ateşleme yada yanlış algılamaya müsait mesajlar/ateşler sebebiyle genç bireyin içinde bulunduğu kargaşa ile birlikte denge mekanizmaları sarsılacaktır. Ardından birey depresyonit bulgulara itilmiş olacaktır. Bunun bir ileri adımı ise eylemsel tepkilere sürüklenmek olacaktır. Duyguların, düşüncelerin ya da zihindeki tüm etkenlerin kısa zamanda çeşitlendiği bu dönemde rahatsız bir rol elde etmek kolaydır. Duygusal istismarın genç birey döneminde daha etkili olduğu da göz
Gençlik doğal bir performans sınırı izlendiğinde gelişim süreçleri özelliği ile kişinin kendisini bulma dönemidir. Gençlik, bireyin özgül tanımlamalar yapma çabaları ile ortaya çıkardığı yazıdır. Yazıya yapılacak her farklı muamele ekonomik, siyasi, kültürel olarak yer edinebileceği gibi günümüzde en çok sıkıntısını çektiğimiz depresyon, güvensizlik, başarısızlık, bağımlılık ve intihar gibi kötü sonuçlara yol açabilecektir. Aile- genç, toplum-genç ilişkisinin bu tür sonuçları toplumun kendi içerisinde ilerleyici bir politika seyretmesinde de olumsuz bir zincir olarak eklenecektir. Aile- genç ilişkileri toplumu ve toplumun gençlik ile arasındaki lisanı çerçevelemektedir. Gençlik bir toplumda isyankâr, algılamasına yanlış ifadeler kazınmış rollerle karşı karşıya bırakılacak olursa bir
23
GENCAY sonraki kuşakta gençlik kavramını hatalı yorumlamaya devam edecektir.
olacaktır. Bu çağa dokunabilecek, dokunduğu anda bu çağı olması gerektiği gibi saracak ‘eğitim’ sayesiyle gerçekleşmelidir. Gerçekleştirilen bu sonuç ile toplum onu oluşturan kesime dokunabilecektir.
Zeytinoğlu tarafından gençlik üzerine yapılan araştırmalardaki raporlarda, ülkemizde gençlik kendisinin aşağılanmasından, ilgisiz ve sevgisiz bırakılmasından kişiliğini tam olarak belirleyemediğinden şikayetçidir. (3) Bireyler şikayetçi oldukları konularda doyum sağlayacakları sonuca ulaşamadıklarında yaşamlarının en hareketli dönemlerinde şiddet, yabancılaşma veyahut kurumsal düzenekleri bozmaya gidebileceklerdir. Bu tür tepkiler gençlerin ruh durumu ile şikayetleri, oluşturmaya çalıştıkları benliklerine yapılan etkilerle bağlantılıdır. Etkileri kontrol altına alabilecek algılama köprüleri bu köprülerin oluşturulmasını sağlayacak her türlü yayın organı, ulaşım materyalleri tanımlaması uzunca yapılmaya çalışılan hareketli çağa ayak uyduran bir enerji kaynağının kurulması ile kaçınılmaz olmalıdır. Bu kaynağın kurulması ve genç için psikoloji, sosyoloji ya da ruh sağlığı üzerinden yapılacak yorumlar, çözümler ‘eğitim’ ile mümkün
Son olarak,Ethem Özgüven’nin deyimi ile “ülkemiz geleceği ve sürekliliği olan bu grubun iyi tanıyıp, yetiştirilmesi, sorunlarına değinilmesi büyük önem taşımaktadır.” (4)
KAYNAKLAR 1. Türkiye 2008 İnsani gelişme Raporu: http://www.undp.org.tr/publicationsdocu ments/NHDR_tr.pdf 2. Aristoteles, (2001), Ruh Üzerine, Çev: Doç. Dr. Zeki Özcan, Alfa Yayınevi, 2. Baskı, İstanbul 3. (KOZCU-98, ZEYTİNOĞLU-1988) 4. Üniversite Öğrencilerinin Sağlık ve Psikolojik Sorunları-Ulusal Psikoloji Kongresi, İzmir,1990)
24
GENCAY
25
GENCAY
TARİHİ TÜRK YURDU ORTA ASYA’DA SİYASİ GELİŞMELER Emre SEVİNÇ Orta Asya, Türklerin ata yurdu ve bölgenin tarihsel, dilsel, kökensel yapısını Müslümanlıkla tanıştıktan sonra batıya göz önünde bulundurursak bugün de bu doğru göçe başladığı bir merkez olmakla coğrafyaya Türkistan, devletlerin geneline beraber, en büyük kıta olan Asya’nın da de Türk cumhuriyetleri –Tacikistan hariçortasıdır. Kuzeyinde dünyanın yüzölçümü dememizde herhangi bir sakınca yoktur. bakımından en büyük ülkesi Rusya’nın, doğusunda dünyanın en kalabalık nüfusuna sahip Çin’in ve güneyinde de ciddi ekonomik potansiyele sahip Pakistan ve Hindistan’ın yer alması Orta Asya’nın önemini stratejik olarak arttırmaktadır.(1) Genel olarak Hazar Denizi ve Karadeniz’in doğusu, Afganistan’ın Hindukuş dağlarının kuzeyi, Çin Seddi’nin batısı, Moğolistan dâhil Çin’in kuzeybatı bölgeleri ve Kazakistan’ın kuzey bölgelerini içeren alana Orta Asya adı verilmektedir. Yani çöl ve bozkırın bittiği yerler Orta Asya’nın sınırıdır.(2) Bu bölgede bugün Orta Asya devletleri adı ile bildiğimiz 5 devlet, yani Özbekistan, Kazakistan, Türkmenistan, Kırgızistan ve Tacikistan geçmişte Türkistan olarak anılmaktaydı. Hatta bu coğrafyada SSCB’nin ilk yıllarında Türkistan Otonom Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adıyla ayrı bir idari yapı vardı. Ancak hemen takip eden yıllarda bugünkü cumhuriyetler oluşturularak aslında birbirlerine çok yakın farklı boylardan ve Taciklerden oluşan bu coğrafyada her boyun millet olma süreci başlamış oldu. Şimdi bölgede, Özbekistan, Kazakistan, Türkmenistan, Kırgızistan cumhuriyetleri ile Taciklerin yaşadığı Tacikistan Cumhuriyeti vardır.(3) Bu
18. yüzyıldan sonra bölgede Rusların genişlemesi söz konusu olmuştur. 16. Yüzyıl başlarında Rusya küçük bir knezlik(Moskova Knezliği) iken biraz da Türk dünyasının içindeki çekişmelerden ve bölünmüşlüklerden yararlanarak Karadeniz’e doğru yayılmaya başlamıştır. Deli Petro(1682-1725) Akdeniz’e inme politikasında başarılı olamayınca yayılma faaliyetini Asya’ya yöneltti. Orta Asya’daki durumu öğrenmek, Orta Asya’nın ve Hindistan’ın zengin ticari imkânlarını ele geçirmek için 1715’te Albay İvan Bucholz’u İrtiş’e, 1716’da da Prens Aleksandır Bekoviç Çerkovsky’i Hive üzerine gönderdi. Fakat orduları mağlup ve perişan bir şekilde geri dönmek mecburiyetinde kaldı. Bu kez 1723’te Orta Asya’ya ilerlemede rehber olarak kullandığı adamlardan Telekev’e şu direktifi vermiştir: ‘’Her ne kadar 26
GENCAY Kazaklara ve Kırgızlara güvenmek mümkün değil ise de onların memleketini mutlaka himayemiz altına sokmak zorundayız. Zira Kazak ve Kırgız bozkırları bütün Asya’ya açılan en önemli kapılardır.’’ Nitekim 19. yüzyıla gelindiğinde Orta Asya’nın büyük bir bölümü Rus İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altına girmiştir.(4) Bu hâkimiyet 20. yüzyılın son yıllarına kadar sürmüştür.
üretiminde gereken stratejik mineraller açısından zengin olması da bölgenin önemini arttırmaktadır.(6)
Yıllar 1990’ları gösterdiğinde ise bu devletler birer birer bağımsızlıklarını kazandılar ve uluslararası ortamda önemli bir rol oynamaya başladılar. Ancak bölgenin gerek jeostratejik gerek jeopolitik açıdan oldukça zengin olması bu devletler üzerinde bazı hâkimiyet mücadelelerine neden olmuştur. Bu açıdan karşımıza ilk olarak çıkan ABD ve Rusya birinci derece aktörler arasında yer almaktadır. Bu iki devletten sonra ise Çin, Hindistan, İran gibi bölgede önemli ekonomik atılımlar yapmış veya yapması beklenen devletleri ve bölge ile kültürel, dilsel, tarihsel yakınlığı olan Türkiye’yi örnek gösterebiliriz.
Kazakistan
TABLO 1: Orta Asya’daki Beş Ülkenin Tespit Edilmiş Petrol ve Doğal Gaz Rezervleri(7) ÜLKELER PETROL (Milyar DOĞALGAZ (trilyon kübik feet-tcf) 10-17
Türkmenistan 1.7
53-83 98-155
Tacikistan
0.012
Kırgızistan
0.04
Özbekistan
0.6
40-88
1.033.2
5.142
Dünya
Varil)
0.2 0.2
Orta Asya’dan çıkartılan doğalgazınözellikle batı ülkelerine- ulaştırılması da önemli bir mücadeleye sahne olmaktadır. Günümüzde petrol ve doğalgaz gibi enerji kaynaklarının alıcılara taşınması boru hatları ile yapılmaktadır. İşte bu boru hatları da geçtikleri ülkeler için stratejik ve ekonomik açıdan getiri sağlamaktadır.
DOĞALGAZ VE ORTA ASYA Bilindiği üzere geçtiğimiz yüzyılda petrol Orta Doğu’yu dünya üzerinde önemli kılmış, büyük devletler bölgede var olmak için oldukça çaba harcamışlardır. 21. Yüzyılda ise petrolün yanına önemi gittikçe artan enerji kaynağı olarak doğalgaz eklenmiştir. Orta Asya’da var olan doğalgaz rezervlerinin gerek Avrupa gerek Asya'nın ihtiyaçlarını karşılayacağı görülmektedir.(5) Ayrıca bölge devletlerinin doğalgaza artı olarak altın, petrol gibi kaynaklar ve nükleer enerji
RUSYA’NIN KURDUĞU HEGEMONYA
27
GENCAY SSCB döneminde Moskova Orta Asya’ya daha çok tarım bölgesi gözü ile bakmış ve buradaki enerji kaynaklarını fazla önemsememiştir. Bölge devletleri bağımsızlıklarını kazanıp bu kaynaklar üzerinde projeler gerçekleştirmeye başlamasıyla Rusya kendisini bölgedeki enerji kaynakları üzerinde rol oynamak durumunda hissetmiştir. Zamanla bölge devletleri ile doğalgaz anlaşmaları yapmış ve bölgeden önemli derecede ucuz doğalgaz sağlamıştır. 2008 rakamlarına göre Türkmenistan’dan yaklaşık 42.3, Özbekistan’dan 14.2, Kazakistan’dan da 9.6 milyar metreküp doğalgaz almıştır. Rusya Orta Asya’dan aldığı bu ucuz gazı Rus iç pazarında kullanmış, Rusya’daki rezervleri de dünyanın dört bir tarafına daha yüksek fiyattan ihraç ederek hegemonyasını kurmuştur.2009 yılında ekonomik krize bağlı olarak ve Nisan 2009’da Orta Asya-Merkez (Rusya) boru hattındaki kaza nedeniyle Orta Asya’dan alınan toplam gaz miktarında düşüş yaşanmıştır (Toplam 37.3 milyar metre küp alınmıştır). (8) İki ülkenin bu sorun üzerinde anlaşmaya varamaması ve Türkmenistan’ın maddi zarara uğraması doğalgaz satışını başka bölgelere de yönlendirmesine neden olmuştur.
Ancak Rusya’nın kurduğu bu hegemonya, bölgedeki rakiplerinin yüzyılımız içerisinde yaptığı ve planladığı doğalgaz boru hatları sayesinde kırılmaktadır… Bu açıdan karşımıza çıkan en büyük güç Çin’dir. Son dönemlerde yüksek nüfusu ve geniş sanayi hacmi ile doğalgaza ihtiyacı artan Çin, 2008 yılında 80 milyar metreküp, 2000 yılında 24.5 milyar metreküp doğalgaz kullanmıştır. Çin’in günümüzde kullandığı doğalgaz miktarı ise 100 milyar metreküpün üzerindedir. Bu rakamın ilerleyen yıllarda daha da artması beklenmektedir. Çin, artan bu doğalgaz ihtiyacını karşılamak amacıyla Orta Asya’ya yönelmiş ve Orta Asya-Çin boru hattı projesini Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan ile birlikte hayata geçirmiştir. 2003 yılında temelleri Kazakistan ve Çin arasına yapılan bir mutabakat ile atılan projenin, Türkmenistan ve Özbekistan’ın da katılmasıyla 2008 yılında inşasına başlamıştır.(9) Uzunluğu 2000 kilometre olan bu boru hattı Türkmenistan’dan başlayarak Özbekistan ve Kazakistan’dan Çin’in Doğu Türkistan bölgesine bağlanmaktadır. Boru hattı ile 2011 yılında Türkmenistan Çin’e 25 milyar metreküp, Özbekistan ise 5 milyar metreküp doğalgaz sağlamıştır. Bu rakamlar günümüze kadar artarak gelmiş, gelecekte ise yine bu şekilde devam edecektir. 2020 yılında Türkmenistan’ın 100 milyar metreküp doğalgaz ihraç edeceği tahmin edilmektedir. (10)
RUSYA’NIN BÖLGEDEKİ HEGEMONYASI KIRILIYOR
Yüzyılımız içerisinde bölge ile birlikte boru hattı inşa ederek doğalgaz ticareti yapan bir büyük güç ise İran’dır. Yapımı 2010 yılında tamamlanan ve 30.5 28
GENCAY kilometre uzunluğundaki DevletabadSerahs-Hangeran doğalgaz boru hattı sayesinde de Türkmenistan’dan İran’a yılda 20 milyar metreküp gaz akması beklenmektedir. Projenin açılış töreninde konuşan İran Cumhurbaşkanı Mahmut Ahmedinejad, ‘’ Bu proje Türkmenistan enerji kaynaklarını İran üzerinden Avrupa’ya ve Basra Körfezi’ne ulaştırma anlamında işbirliğinin geliştirilmesini de sağlayacaktır.’’ diyerek daha önce Avrupa’ya Rusya eli ile aktarılan Türkmen gazının bu bölgeden aktarılabileceği mesajını vermiştir.(11)
SONUÇ Sonuç olarak Rusya’nın Orta Asya’da kurduğu bu hegemonya, içinde bulunduğumuz yüzyıl itibari ile kırılmaya başlamıştır. Daha önce bölgenin tüm gazı bu ülkeye akarken günümüzde Çin, İran, Hindastan, Pakistan gibi ülkelere pay edilmeye başlamıştır. Ayrıca Asya’da bu gaza alıcılar daha da çoğalacağa benzemektedir. Bölge gazını Orta Asya’dan ucuza alıp Avrupa’ya daha yüksek fiyata satan Rusya, ilerleyen yıllarda gazı aktarma konusunda da sıkıntılar yaşayacağa benzemektedir. Gerek İran ve Hindistan’a doğru yapılan boru hatları ile gazın bu alandan batı bölgelerine taşınma olasılığı gerekse NABUCCO VE TANAP gibi projelerle Orta Asya gazını Anadolu üzerinden Avrupa’ya taşınma düşünceleri gerçekleşirse Rusya’nın bu alanda da kozunu kaybetmesine neden olacaktır.
Son olarak ‘’Türkmenistan-AfganistanPakistan-Hindistan’’(TAPİ) doğalgaz boru hattı da planlanan boru hatları arasındadır. Başlangıçta TürkmenistanAfganistan-Pakistan’ın çalışmaları ile başlayan proje 2008 yılında Hindistan’ın da katılması ile bu ismi almıştır. Toplamda 1680 kilometre olarak tasarlanan TAPİ’nin, 170 kilometresi Türkmenistan’dan, 830 kilometresi Afganistan, 400 kilometresinin Pakistan ve 280 kilometresinin de Hindistan’dan geçmesi planlanmaktadır. (12) Bu proje sayesinde 33 milyar metreküp doğalgazın Güney Asya’ya akması beklenmektedir. 2017 sonunda faaliyete geçmesi öngörülen proje sayesinde günlük Afganistan’a 20, Pakistan’a ve Hindistan’a 35’er milyon metreküp olmak üzere 90 milyon metreküp doğalgaz akacaktır.(13) Projeye ayrıca Bengladeş, Kazakistan, Türkiye gibi ülkelerin de dâhil olması dillendirilmektedir.
Dipnot 1-Savaş KAFKASYALI(ed.); Bölgesel ve Küresel Politikalarda Orta Asya, Ankara, 2012, http://yayinlar.yesevi.edu.tr/static/kitapl ar/bolgesel_ve_kuresel_pol_ortaasya.pdf, s.5. 2-Erkin EKREM; Çin’in Orta Asya Politikaları, Ankara, 2011, http://yayinlar.yesevi.edu.tr/static/kitapl ar/cin_ortaasya_raporu.pdf, s.17. 3-İhsan ÇOMAK; Orta Asya Ülkeleri Arasında Bölgesel İşbirliği, http://www.bilgesam.org/tr/index.php?o ption=com_content&view=article&id=419: 29
GENCAY orta-asya-ulkeleri-arasinda-bolgeselisbirligi&catid=83:analizlerortaasya&Itemid=149, (4.Ağustos.2009)
9-Orta Asya Doğalgazı Savaşları; http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=3967 60, (4.şubat.2013)
4-Kürşat GÖKKAYA; Yeni ve Yakın Çağ Tarihi, Ankara, 2011, s.206.
10-Canat MOMINKULOV; Çin ve Türkmenistan’ın Enerji İlişkileri, http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.as px?ID=4399, (11.Nisan.2013)
5-Eren OKUR; Enerji Kaynakları ve Orta Asya’nın Geleceği, http://www.bilgesam.org/tr/index.php?o ption=com_content&view=article&id=433: enerji-kaynaklar-ve-orta-asyanngelecei&catid=83:analizlerortaasya&Itemid=149, (20.Ağustos.2009)
11-Türkmenistan-İran Doğa lgaz Boru Hattı Açıldı; http://www.milliyet.com.tr/Dunya/SonDa kika.aspx?aType=SonDakika&ArticleID=1 182585, (6.Ocak.2010)
6-Aslıhan P. TURAN; Orta Asya’da Dönüşüm, http://www.bilgesam.org/tr/index.php?o ption=com_content&view=article&id=619: orta-asyadadoenueuemv&catid=83:analizlerortaasya&Itemid=149, (26.mart.2010)
12-Betül Buke KARACİN; TürkmenistanAfganistan-Pakistan-Hindistan Doğalgaz Boru Hattı Projesi, http://www.usakgundem.com/yorum/37 8/t%C3%BCrkmenistan-afganistanpakistan-hindistan-do%C4%9Falgazboru-hatt%C4%B1-projesi.html, (7.Nisan.2011)
7- EKREM; a.g.e., s.28.
13-Türkmen Gazına Yeni Müşteri; http://www.sabah.com.tr/Ekonomi/2012 /05/30/turkmen-gazina-yeni-musteri, (30.Mayıs.2010)
8-İlyas KAMALOV; Rusya’nın Orta Asya Politikaları, Ankara, 2011, http://yayinlar.yesevi.edu.tr/static/kitapl ar/rusya_ortaasya_raporu.pdf, s.45.
30
GENCAY
31
GENCAY
SÜVEYDA’YA NOTLARDAN; ANKARA’DA ÂŞIK OLMAK Abdullah KILAVUZ Lalelerin henüz boy verdiği bir Nisan sabahıydı.
kitaplarla yaklaştığını gördü. Önünde ki taşa serseri bir tekme attı Ömer… “İki sene geçmiş” diye geçirdi zihninden… Gülümsedi…
Daha önce birçok kez geçtiği yolların ilk kez bu kadar güzel oluşuna şahitlik ediyordu hayretler içinde. Hamamönü, yaşadığımız dünyaya ait olmayan ve adeta kutsal kitaplarda vaat edilen bütün güzelliklerle kucaklamış gibiydi ilkbaharı. Sarıkadı sokağından yükselen çocukların neşeli çığlıklarına, Kamil Paşa Konağı’nın üstünden geçen güvercinlerin kanat çırpışları eşlik ediyordu… Ankara’da ki binlerce minare, masmavi bir kâğıda uzanan beyaz kalemler gibi gökyüzüne yükselirken, kubbelerin gölgesine sığınmış yeşilin bütün tonları göz kırpıyordu Taceddin-i Veli Dergâhında medfun isimsizlere… Şaşkınlık içinde etrafı seyre dalmış, bahara atfettiği tüm güzellikleri “belki bir daha göremem” endişesiyle zihnine işliyordu Ömer.
Bir yanı koşar adım yaklaşmak isterken, diğer yanına kulak verip onun gelişini seyretmeyi yeğledi. Ocak ayının sonlarıydı, kar yağıyordu. Az önce dalıp gittiği mazinin sıcaklığından, fark edememişti ellerinin buz kesildiğini. Hemen ellerini, yakasını kaldırmak âdetinden bir türlü kurtulamadığı siyah paltosunun cebine koydu. Hayallere dalmış Süveyda’nın dersten çıkışını beklerken o kadar huzurluydu ki, öz memleketi burasıymış gibi az daha akşam yola çıkacağını unutacaktı. Mütebessim çehresiyle “Nasılsın” diye soran Süveyda’ya, “iyiyim” dedi Ömer tereddüt etmeden… Hiç hoşlanmadığı bir şeydi esasında yalan söylemek. “Sen nasılsın” diye sorduğunda benzer bir yalan da Süveyda’dan duyacağını bildiği için sormadı.
Esasında tüm bu güzelliklerin, görür görmez İrem bahçelerinden yeryüzünü şereflendirdiğine kesin kanaat getirdiği, mahcup çehresinden bereket fışkıran bir ben-î âdemden kaynaklandığını anlaması çok sürmeyecekti… Kâlû belâ’dan beri tanışık olduğuna, hatta tanışıktan öte âşık olduğuna yeminler edebileceği; ayak topuklarının dokunduğu yeri bahara döndüren bu melâke’nin güzelliğini seyrederken takıldığı kaldırım taşını düşünürken, Süveyda’nın karşıdan, elinde
Yürüdüler… “Akşam gidiyorsun değil mi?” diye sordu Süveyda içinden bir aksilik çıkmış olması en azından bilet temin edememiş olmasıiçin dualar ederek. “Evet ” dedi Ömer, “Akşam saat 6′da”.
32
GENCAY Birden kara bulutlar kapladı adeta dört yanı. Uykuya daldı sanki Ankara. “çıt” çıksa uyanacak gibi koca şehir, sessizliğe büründü ikisi birden. Usul usul yürümeye devam ettiler. Süveyda şemsiyesini kapattı… Ömer zaten oldu olası hoşlanmazdı gökyüzüyle arasına perde girmesinden. Kar tanelerinin nezaretinde uzaklaştılar dört mevsim baharı yaşadıkları yerden. Buruk bir vedanın girizgahı, yine Hamamönü’ne denk gelmişti. Ağaçlara, isimsiz mezar taşlarına, asırlık mabetlere, yollara ve taş konaklara selam verdiler sanki tekrarı olmayacakmış gibi bu vuslatın. Öğrenci yurdunun önünde ki birkaç alışverişin yeşerttiği hukuka saygısızlık olmasın diye, Sivas’lı kestaneciyi de selamladı Ömer kirpikleriyle… Otobüsün hareket saati iyice yaklaşmıştı.
diye sordu Ömer. Göz kapaklarıyla onayladı Süveyda, zaten konuşmaya mecalinin kalmadığı her halinden belliydi. Çay istedi Ömer iki tane. Süveyda tek şeker atardı, Ömer iki. Bu defa ikisi de şeker atmayı unutmuştu anlaşmış gibi. Karşılıklı susmanın tadına varmış gibi, bakarak anlatmanın kelimelerden kurtulmuş özgürlüğünü yaşıyorlardı. Bir bardak çay süresince sürdüler sefasını aynı gökyüzünü paylaşıyor olmanın. Zamana direnemeyeceklerini biliyorlardı, kalktılar ve yürüdüler yine. Yürüdüler… Otobüslerin ardından el sallanılmasından hoşlanmıyordu Ömer. Bunu, çekilen ızdırabın katlanmasından başka hiçbir anlamı olmayan saçma bir ritüel olarak gördüğünü söylüyor ve her defasında AŞTİ’ye varmadan vedalaşıyordu Süveyda’yla. Yine öyle yapmak istedi.
Gecenin ardında ki nehârı, kışın ardında ki baharı ve hatta hayatın ardında ki ölümü bile kabullenen zihnine sığmayan vuslatın ardında ki gurbet hakikatine bir türlü teslim etmek istemiyordu kaderini, paltosunun cebindeki parmaklarını yumruk yapmıştı çaresizlikten.
Saat 18 sularıydı. Akşam, bütün hüznüyle bürümüştü Ankara’yı.
Yürüdüler… Dökülen yapraklara ve ağaçlara iltica etmiş güvercinlere bakınarak geçtiler Kurtuluş Parkı’nın önünden. Serçelere merhamet beslediler içten içe. Yere dökülen yapraklara, ağaca olan hasretlerini düşünerek basmamaya gayret ettiler.
Tunalı Hilmi’nin Allahsız çığlıklarına meydan okurken Hacı Bayram Veli’nin “inna lillahi ve inna ileyhi raci’un” sükûtunda ki selâları; Çubuk Ovası’nda boynunu bükmüş Beyazıd gibi dönüyordu Ömer Ankara’dan… Cebeci kaldırımlarındaki gölgesini ve Beştepe yokuşlarındaki dualarını emanet ediyordu Süveyda’ya.
Farkında olmadan, sessizlik içinde Kızılay’a gelmişlerdi. Son arzusu sorulan ölüm mahkûmları gibi, “bir çay içelim mi” 33
GENCAY Cebinden beyaz bir kâğıt çıkararak ve “hasretin, yüreğimin sadık bekçisi” olacaktır diyerek Süveyda’nın avuçlarına sıkıştırdı.
Ben artık yetimim, nisan sabahlarına bayram düşleyen Siyah ile beyaz, ateş ile kar, rûyi- zeminde bayram eder Bizim ki bir içli hikâye, ancak dergâh-ı İbrahim’de sükût eder.
Saatlerdir hapsettiği gözyaşlarını artık tutamadı Süveyda. “Yine gelirsin, değil mi?” diye sordu hıçkırıklar içinde… Yutkundu, göz damarlarının bu manzaraya dayanabilmesi için dualar ederken Ömer. Süveyda’nın gözyaşlarını parmaklarıyla sildi ve gözlerine bakarak “Ölmez isek, inşallah gelirim” dedi her zaman dediği gibi. “İlk fırsatta… Hatta her fırsatta!”
Avuçlarımda gurbet kokusu, bedenim kan revan Ben artık düşkünüm, yüreğimde gözlerin büyüklüğünde yara Kâinat perdeler ardında bir yokluğa gizlenmiş sanki Ben artık bir âmâyım, senden arda kalan bütün renkler kara Ve yolların kapansa da bana her rüyam sana çıkar Ben artık bir deliyim, gözlerimi kapattığım her köşe Ankara
Ömer’in sureti karanlıkta kaybolduktan sonra ancak aklına geldi avuçlarının arasında duran kâğıt. Arkasından el sallanmasını istemeyen bir adamın, kendi elleriyle yazdığı bir şiirdi bu. Hatta tarihi ve saatine bakınca, aynı gün içinde yazılmış olduğunu anlamıştı. Okumaya başladı:
Âşık ile Maşuk, Yusuf ile Züleyha memalik-i acem’de meşk eder Bizim ki bir melâle boyanmış hikâye, ancak Azrail’e tebessüm eder Dolanıyorum köşesiz ve çıkmayan sokaklarda cesetsiz Ben artık hiçim, kalmadı mevcudiyetime kanıt zeminde Duymuyor, anlamıyor ve nedendir bilmem konuşamıyorum Ben artık sükûtum, dudakların arasında sıkışan sözünde Ve her aynada senin gülen çehren ile karşılaşmak yok mu, âh! Ben artık senim Süveyda, beyaz bir yıldız gibi gökyüzünde
“Yokluğunun kefenine sarıldım çepeçevre Ben artık mevtim, dipdiri ayakta duran Gözlerim seni son gördüğü yerde kapandı Ben artık kara toprağım, ak topuklarına vuran Ve varlık ile yokluğun çilesini çeker oldum Ben artık meczubum, vuslatına hayaller kuran Şimal ile cenup, şark ile garp İsfahan’da vuslat eder Bizim ki bir garip hikâye, ancak kabirde nihayet eder.
Yıldız ile güneş, rûzigâr ile yağmur gökyüzünde raks eder Bizim ki bir ayrık hikâye, ancak huzuru mahşerde sulh eder”
Sıkıştım mısralara, boğuyor beni kelimeler Ben artık şairim, yitik mısralara hasret söyleyen Kitaplar dolusu halim var, bilmem nasıl arz edeyim Ben artık kırık kalemim, mürekkebinde ismin gizleyen! Ve şaşırdım ben kimim, nereliyim ve neyim?
34
GENCAY
BİR NAMAZ HİKÂYESİ Vural Egemen SARIGÖZ Metehan mütevazı bir ailenin oğluydu. Normal bir öğrenim hayatı sürdürüp liseyi tamamladıktan sonra üniversiteyi Açık Öğretim Fakültesi’nde okumak ve bu sayede kendi ayakları üzerinde durarak çalışmayı amaçlamıştı.
İşlediği bütün günahlardan tövbe etti. Pişmanlık duyarak tüm günahları için gözyaşı döktü. Artık vakitlerinin büyük çoğunluğunu ibadet ile geçiriyor kalan zamanında ise ailesine vakit ayırıyordu. Babasının ‘’ Abdestsiz dolaşma’’ tembihini ancak 15 yıl sonra yerine getirebiliyordu. Babası çok sıkıntılar çekmiş, çarıklı erkânı denilebilecek bir kişilikti. Babası kitap okumayı ve şiir yazmayı çok severdi. Bu iki güzel hasletini oğluna da aşılamış ve ne vakit bir araya gelseler ya sabahlara kadar kitaplardan söz ederler ya da birbirlerine şiirler okumuşlardır.
Nasip olmadı okulunu tamamlayamadan bırakıp askere gitmek zorunda kaldı. Etrafındakilere göre siyasi sebeplerden askere gitmişti. Kendisine göre ise hak bildiği yolda yürümesine izin vermedikleri için askere gitmişti.
Babası türlü sıkıntılar çekmiş ancak çektiği her sıkıntının kendisi için bir imtihan olduğunu bir an bile aklından çıkarmamıştı Hanımından ötürü çok mustaripti, kendisi ne kadar anlayışlı ve hoşgörülüyse hanımı yani Metehan’ın annesi de bir o kadar zıt bir karakterdi.
Askerden döndüğünde Adana’da iş imkânı bulsa da Adana dışına çıkmayı tercih etti. Gurbet ellerde 5 yıl kadar çalıştı.5 yıl içinde hayatında birçok değişiklik oldu. Evlendi ve bir oğlu oldu.
Metehan annesini şu kısa cümle ile özetleyebiliyordu. ‘’ Alnı secdeden kalkmayan bir adamın alnı secdeye gelmemiş karısı’’…
Bu zaman zarfında bekârlıkta edindiği bütün kötü alışkanlıklarını bıraktı. İçkiyi, sigarayı, zinayı, kötü arkadaşları hepsini birer birer terk edip mütevazı bir aile babası olma yolunda ilerlemeye başladı.
Metehan ne zaman bu durumdan şikâyet edecek olsa babası ona Nuh Aleyhisselam’ın hanımını anlattı, ne zaman karşı çıkacak olsa ona başka örnekler verdi.
35
GENCAY Ve öyle bir an geldi ki Metehan’ın annesi eşini terketti. Bu haberi ilk duyduğunda üzüntüden bütün gece uyuyamadı. Annesi Metehan’ın yanına gelmiş ve ‘’ artık bitti babanı terkettim, bir daha geri dönmeyeceğim’’ demişti. Bu sözler bütün gece Metehan’ın kulaklarında çınladı.
dönemezdi. İznini uzattı ve babasını yalnız bırakmadı. 1 ay kadar bir zaman geçmesine rağmen babası iyileşmiyordu. Doktora gidip geliyorlar, türlü türlü ilaçlarla tedavi oluyordu ama bir türlü iyileşmiyordu. Metehan bu süre içerisinde haddinden fazla iznini uzattığı için işten çıkarıldığı haberini aldı. Bir Ramazan bayramına günler kala işten çıkarıldığı haberinin gelmesi Metehan’ın belini büktü. Henüz 6 aylık olmuş oğlunun ihtiyaçları, babasını tedavi masrafları derken üç kuruşluk birikimi de tükenmişti.
Annesi babasına günü birlik oğlumuzun yanına gidiyorum diyerek evden çıkmıştı. Babasının henüz terkedildiğinden haberi dahi yoktu. Bu kötü haberi babasına söyleme görevi Metehan’a kalmıştı. Gece boyunca düşündü. Annesi ile hanımı da pek anlaşamıyordu. Metehan’ın hanımı da kayınvalidesinden az çekmemişti. Hanımı ile annesini de baş başa bırakamazdı. Annesini aynı şehirde yaşadığı dayısına bırakıp eşi ve oğlu ile birlikte Adana yollarına düştü.
Allah’a sığınıyor ve yalnız ondan yardım diliyordu. Adana’da iş aramaya başladı. Günler geçti henüz bir iş bulamamıştı. Önceki işinde yönetici konumunda çalışıyordu ancak yeni bir işe girip yönetici konumunda bir iş bulmak oldukça zordu. Nihayet bir tanıdığı vasıtasıyla bir fabrikada yöneticilik için bir açık olduğu haberi geldi. Derhal gidip iş başvurusunda bulundu. Olumlu geçen iş görüşmesinin ardından beklemeye koyuldu. Beklediği haber bir türlü gelmiyor, günler su gibi akıp geçiyordu. İhtiyaçlar üst üste biniyor ve her geçen gün karşılanması imkânsız hale geliyordu.
Nihayet kavurucu sıcakların hüküm sürdüğü bir Haziran akşamında Adana’ya vardılar. Gecenin bir yarısı oğlunu, gelinini ve torununu kapıda gören baba sevincinden yere göğe sığamaz olmuştu. Metehan hemen söyleyemedi babasına birkaç gün geçti ve nihayet ‘’ Baba annem bir daha dönmeyecekmiş’’ diyebildi güçlükle..
Artık başka bir iş aramak için yollara düştü. En sonunda bir Mobilya Fabrikasında üretim elemanı olarak iş buldu. Gerekli evrakları tamamlayıp Pazartesi günü iş başı yapmak için sözleşildi. Günlerden Cuma idi… İş görüşmesinden iş bulmuş olmanın verdiği mutluluk ile doğru Cuma namazına koştu. Cuma namazından sonra gerekli evrakları
Metehan’ın babası sanki biliyormuş gibi ‘’hayırlısı be oğlum’’ dedi kısık bir sesle… İçinde fırtınalar kopan bir adamın nasıl dingin bir deniz gibi durabileceğinin örneğini sergiliyordu babası… Metehan 1 hafta kadar babasını yanında kaldı ve bu süre içerisinde babası git gide hastalanıyordu. Onu bu halde bırakıp 36
GENCAY tamamlamak için resmi daireleri dolaştı ve nihayet evrakları tamamladı. Artık hava kararmış ve eşi telefon da endişeli bir ses ile ne zaman geleceğini soruyordu. ‘’ Birazdan evde olurum inşallah’’ dedi.
memnun olur ve bizleri o kadar çok memnun ederler. Namazını evde kılarsın, bizim patronlar namaz kılanlara pekiyi bakmazlar’’ dedi. ‘’Namaz kılanın kötü neyi var ki ‘’ dedi.
Eve geldi gününü eşine ve babasına anlattı. Babası ‘’Oğlum sen yönetici idin şimdi bir üretim elemanı olarak, fabrika işçisi olarak çalışmak ağırına gitmeyecek mi?’’ dedi.
‘’Kötü bir şey yok elbette ama müsaade etmiyorlar’’ dedi ustabaşı. Metehan ‘’ olmaz usta benim namazımı kılmam lazım, gerekirse patrona kadar çıkar derdimi anlatırım’’ dedi.
Metehan ‘’ hayır baba neden ağırıma gitsin, iş iştir. Çalıştıktan sonra masa başında otursan ne makine başında çalışsan ne’’ dedi.
Ustabaşı eliyle büyük bir binayı işaret etti. ‘’ Git, patron o binanın en tepesinde oturuyor’’ dedi.
Metehan yıllardır eli klavyeden başka iş görmemişti. Böyle beden gücü ile çalışmak ona zor gelecekti.
Metehan hiç tereddüt etmeden sert adımlarla binaya doğru ilerledi. Kapıdan girdi ve danışmada ki güvenliklere patron ile görüşmek istediğini söyledi. Güvenlik patronun sekreterini aradı, sekreter patrona bilgi verdi ve patron Metehan ile görüşmeyi kabul etti.
Nihayet Pazartesi oldu. Eşiyle birlikte sabah namazını kıldıktan sonra güzel bir kahvaltı yaptılar. Metehan eşiyle vedalaşıp işe doğru yola çıktı. Servise bindi ve yeni işinin başına geçti. Ustabaşı ona yapması gerekenleri anlatı. İlk gün olduğu için çok ağır iş vermeyeceklerini söylediler. Tempolu bir çalışmanın ardından saat öğlen olmuş ve yemek saati gelmişti. Usta geldi ve ‘’ Hadi gel yemeğe gidelim’’ dedi. Birlikte yemeğe gittiler. Yemek esnasında biraz sohbet ettiler. Yemekten sonra bahçeye çıkarken Metehan ‘’ Usta öğlen namazının vakti girdi, namazımı nerde kılabilirim’’ dedi.
Asansörde 9. Katın düğmesine bastığında ayetel kürsü okumaya başlamıştı bile. Nihayet patronun odasındaydı. Görkemli bir masa da oturan patron ve üzeri toz içinde kalmış bir işçi karşı karşıyaydı. Patron ‘’ buyur’’ dedi. Metehan ‘’ Efendim ben sizin fabrikanızda bu gün işe başladım. Öğlene kadar elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım. Öğlen olduğunda öğle namazı vakti girdiği için namaz kılmak istedim ancak ustabaşı bir türlü müsaade etmedi. Ben de son çare olarak sizin yanınıza geldim. Ben namaz kılmak zorundayım. Gerekirse öğlen yemeğine çıkmayayım, ya da akşam 30
Ustabaşı bıyık altından gülerek ‘’ burada namaz kılamazsın’’ dedi. Böyle bir tavır beklemiyordu Metehan… ‘’Neden’’ diye sordu. Ustabaşı elini Metehan’ın omuzuna koyarak ‘’Bak Metehan, burası bir iş yeri, patronlarımız ne kadar çok üretim çıkarsa o kadar çok 37
GENCAY dakika 1 saat geç bırakayım işi ama yine de namazımı kılabileyim’’ dedi.
İş kıyafetlerini çıkardıktan sonra, işyerinden ayrılıp sokaklarda yürümeye başladı. Çukurova’nın kavurucu yaz sıcağı zerre merhamet göstermeden Metehan’ın tenini kavuruyordu.
Patron ‘’ namaz senin için bu kadar mühim mi? ‘’ dedi. - Çok mühim dedi Metehan…
Asfalttan yüzüne vuran bunaltıcı sıcağın etkisiyle öfkesi an be an artıyordu.
Patron ‘’ Biz namaz kılmaya müsaade etmiyoruz. Namazı suiistimal edenler çok oluyor’’ dedi.
Aklına şu hadis-i şerif geldi ‘’ Öfkelenince abdest alınız.’’
‘’Ben mesai saatimden çalmak için istemiyorum bunu, kılacağım 10 dakikalık namaz için fazladan 2 saat bile çalışabilirim’’ dedi.
Kafasını kaldırıp etrafı bir süzdü pek de iyi bilmediği bu semtte bir minare aradı gözleri ve uzakta bir yerde bir minarenin ancak ucu görünüyordu. Yönünü camiye doğru çevirip hızlı adımlarla ilerlemeye başladı, her adımın ayağının yere vuruşunda ‘’Allah’’ diyordu. ‘’Allah, Allah, Allah, Allah’’ bir sağ bir sol bir sağ bir sol her adımda bir Allah zikri…
Patronun yüzündeki sert ifadeyi hiçbir çözüm önerisi yumuşatmıyordu. ‘’Bizim şartlarımız böyle, namaza müsaade etmiyoruz. Ya namaz kılmadan çalışacaksın, ya da işi bırakacaksın evinde oturup namaz kılacaksın’’ dedi yüzündeki sert ifadeyi çare bulmuş bir çizgiyle süsleyen patron.
Dilini damağına yapıştırıp kalbe Allah dedirtebilmeye çalışmak Allah dostlarının terbiye yöntemlerinden birisiydi. Nefsi adam etmenin yollarından birisi de dili susturup, kalbi konuşturmaktı.
‘’Tamam, o halde işi bırakıyorum’’ dedi Metehan. Metehan ‘’ yarım günde olsa bana iş verdiğiniz için teşekkür ederim.’’ Dedi. Patron yarım günlük çalışmasının karşılığını muhasebeye uğrayarak alabileceğini söyledi ancak Metehan ‘’ ben namaza hürmeti olmayan bir işverenin parasını almam, değil yarım günlük yarım asırlık param olsa almam’’ dedi. Arkasını döndü ve çıktı. Soyunma odasına giderken kara kara düşünüyordu. Şimdi ne olacaktı, bir gün önce iş bulduğu için sevinen eşine bu gün işi bıraktığını nasıl söyleyecekti.
Bu düstur üzerinde camiye vardı. Şadırvanda güzel bir abdest alıp, öğle namazını kıldı. Namaz bittikten sonra kaldırıp şöyle dua etti. 38
ellerini
göğe
GENCAY söylediler. Cep Telefonundaki saate baktı, saat 13.30’du… Hemen bir dolmuşa binip o istikamete doğru yola çıktı. Yolda dualar ediyordu, ayetel kürsüler okuyordu. Nihayet gelmişti. Dediği gibi saat ikideki randevuya yetişmişti. İnsan kaynakları müdürü ile görüştü, insan kaynakları müdürü Metehan’a ‘’ seni birazdan işverenimiz ile görüştüreceğim’’ dedi. ‘’Allah’ım sen yerlerin ve göklerin sahibisin, senin rızan için sıkıntıya düştüm, sen benden razı olasın diye işimden vazgeçtim. Senin için neyi terkettiysem hep bana daha iyisini nasip ettin. Senden daha iyisini de değil, beni sıkıntıdan kurtaracak bir kapı açmanı istiyorum. Bu dualarımı âlimlerin, evliyaların, ermişlerin, erenlerin, dervişlerin, sevdiğin kulların, peygamberlerin, meleklerin ve âlemlere rahmet olarak gönderdiğin Hazreti Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi ve sellem efendimizin yüzü, suyu, hürmetine kabulüyle Allah’ım’’ diyerek dua etti ve gözlerinden yaşlar süzülmese de dolu dolu olan gözlerindeki yaşlar kan olup yüreğine damladı.
Birlikte birkaç kat merdiven çıkıp büyükçe bir kapıdan büyükçe bir odaya girdiler. İçeri girdiğinde 50’li yaşlarda normal görünümlü birisi gördü. Tavırlarından ve etrafındakilerin saygısından patronun o olduğu kolayca anlaşılıyordu. Patron ayağa kalkıp Metehan’a ‘’hoş geldin’’ dedi. Hoş bulduk diyerek gülümsedi. Kendisine gösterilen yere oturdu. Patron insan kaynakları müdürü tarafından önüne bırakılan başvuru formunu incelemeye başladı. Başvuru Formunda metehan ismini okuduktan sonra ‘’Evet Metehan eli yüzü temiz birisin. Başvuru formunda da epeyce meziyetli olduğunu görebiliyorum ancak bizim için yüz güzelliğinden ziyade kalp temizliği, meziyetten önce iş ahlakı önemlidir. Anladığım kadarıyla her türlü bilgisayar programını kullanabilecek kapasitedesin ve daha önce yöneticilik tecrüben var. Bizim için bunlar yeterlidir. Müdürümüz sizinle daha önce birkaç kez görüştü. Ve bana olumlu kanaatlerini bildirdiler. Yüzünüze bakınca benimde kanaatim olumlu’’ dedi.
Camiden çıkıp ayakkabılarını giyerken her zaman aklına geldiği gibi peygamber efendimizin ayakkabılarını giyerken önce sağ ayakkabısını giydiğini hatırladı. Bismillah diyerek önce sağ sonra sol ayakkabısını giydi. Camiden henüz çıkmıştı ki cep telefonu çaldı. Rehberinde kayıtlı olmayan bir numara arıyordu. ‘’Efendim’’ diyerek açtı telefonu.
‘’İlk etapta sana fazla bir maaş veremeyeceğiz 1000 lira ama sigortanı hemen yapacağız, servisin, yemeğin ve hafta sonu tatilin olacak’’ dedi. ‘’ Eğer bu
Günlerdir yöneticilik açığı olan firmadan arıyorlardı ve saat iki de gelmesini 39
GENCAY şartları kabul edersen başlayabilirsin’’ dedi.
hemen
‘’İstediğin zaman namaz kılabilirsin, her Cuma iki tane servisimiz Cuma namazı için kalkar’’ dedi ve yüzündeki memnun ifade ile şunları ekledi.
Metehan yüzündeki ifadeyi değiştiremiyor ama yüreğindeki bunaltıcı efkâr git gide un ufak olarak yok olmaya başlamıştı. ‘’Senin bizden bir talebin var mı’’ dedi Patron… ‘’Metehan, evet var deyince oda da bulunanların hepsi şaşırdı.’’ ‘’Ben namaz kılarım ve mesai saatlerim içerisinde yer alan vakit namazlarımı bir de haftada bir gün Cuma namazlarını kılmak isterim, namazlarım için harcadığım vaktin daha fazlasını çalışmaya razıyım, isterseniz akşam işi birkaç saat geç bırakabilirim, dilerseniz hafta sonu da çalışabilirim yeter ki namazlarımı kılabileyim ‘’ dedi.
‘’Namaz kılanı Allah sever, sevdiğini biz de severiz’’ dedi…
Allah’ın
Metehan yarın işbaşı yapmak üzere sözleştikten sonra içini kaplayan huzur ile adımlarını aheste aheste atıyor ve her adımda kalbine yine Allah dedirtiyordu. Eve döndüğünde mutlu haberi ailesi ile paylaştı. Metehan mutlu, ailesi mutluydu.
Patron gülümsedi, memnuniyeti yüzündeki tebessümden okunabiliyordu.
Hamdolsun…
40
GENCAY
BİR ŞİZOFREN’İN GÜNLÜĞÜNDEN Yalçın Selim PUSAT (… )
kadar büyük bir söz. Sen de ya benimsin ya değilsin. Benimsen eğer hiç mesele yok, her şey yolunda demektir. Ama benim değilsen hiçbir şey yok demektir. Farkındayım, bir insana böylesine bağlanmak bayağılığın da ötesi bir şey. İşte bu yüzden aklıma bu düşünce geldiğinde durmadan bir korku çöküyor yüreğime”.
Bir gün, sıkıntılı olduğum zamanlardan bir zaman, salonda oturuyorduk üç koca adam: Ben, Sezai Karakoç ve Kafka. O kadar iyi anlaşıyorduk ki tek bir kelime dahi etmeden, görseniz şaşardınız. Ben o ikisini tanıyordum gerçi, belki Karakoç da Kafka’yı tanıyordu ama kesin olan tek şey beni tanımadıklarıydı.
Sükût hâkim oldu ortama.
-Hayırdır
Sonra çok uzaklardan gelen bir ses duyduk, bağlama sesiydi bu. Çalan çok güzel çalıyordu. Zaten sessiz olan ortam, daha da sessizleşmişti. Kim olduğunu merak ediyorduk çalanın. Ama çıkartamadık.
Dedi Karakoç, babacan bir tavırla -Hayırdır, neyin var? Ne diyebilirdim ki, sustum sadece.
Ve bağlamayı çalan hafiften mırıldanmaya başladı
Anladım ben dercesine bir gülümseme belirdi şairin dudaklarında.
“Zahide kurbanım ne olacak halim Gene bir laf duydum kırıldı belim Gelenden gidene haber sorayım Zahide bu hafta oluyor gelin
-Ah gençlik ah, ne diyebilirim ki sana? Ve o çok bilinen şiirinden bir parça okudu. “Açma pencereni perdeleri çek Mona Roza seni görmemeliyim Bir bakışın ölmem için yetecek Anla Mona Roza, ben bir deliyim Açma pencereni perdeleri çek
Hezeli dedeli gönül hezeli Çiçekdağı da döktü m’ola gazeli Dolaştım alemi gurbet gezeli Bulamadım Zahidem’den güzeli Gurbet ellerinde esirim esir Zahide kurbanım hep bende kısır Eğer anan seni bana verirse Nemize yetmiyor bu ev kadar hasır”
Zeytin ağaçları söğüt gölgesi Bende çıkar güneş aydınlığa Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi Seni hatırlatıyor her zaman bana Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi.”
Ve uzun bir süre konuşmadık; Mona Rosa’nın hatırı için, Milena’nın hatırı için, Zahide’nin hatırı için ve Leyla’nın hatırı için.
Kafka ise bir kenarda sesini çıkartmadan bizi dinliyordu. Ama nedense bizi anladığını fark ettim.
Sadece sustuk.
Karakoç şiirini bitirince “Ah Milena” diye sözü aldı Kafka, “ “Ya hep ya hiç” sözü ne
(…) 41
GENCAY
BİLGİ ŞÖLENLERİNDEN
42
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.