www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 2 Sayı 22 - Kasım 2013 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com
LATİN ALFABESİNE GEÇİŞ VE ATATÜRK / Ahmet KANBUR ATATÜRK’E DAİR / Çağhan SARI EVRİM TEORİSİ İSLAM VE MUHAFAZAKÂR DEMOKRAT TERBİYESİZLİĞİ M. Bahadırhan DİNÇASLAN DOĞU-BATI PERSPEKTİFİNDE DEMOKRASİ İLE İMTİHANIMIZ / Pirali Çağrı ŞENSOY ÖĞRETMENİN POSTMODERNİZM’LE SINAVI / Yunus Emre UYAR CEMİL SÖYLEMEZOĞLU İLE SÖYLEŞİ / Emre SEVİNÇ YEREL YÖNETİMLER FELSEFESİ TEMELİNDE BÜYÜKŞEHİR KANUNU / Hicran KIZIL KADIN ANLAYIŞLARI - 2 / Dilek AKILLIOĞLU NÜKLEER ENERJİ SANTRALLERİ VE TÜRKİYE / Fatma Özge ÖZDEMİR DİLERİM BİR GÜN DİVAN KURULURSA / Hüseyin Kürşat GEZE
GENCAY
LATİN ALFABESİNE GEÇİŞ VE ATATÜRK Ahmet KANBUR tarihimizin ilk yazılı metinleri olan Orhun Kitabeleri bu alfabe ile yazılmıştır. 1889 yılında Rus tarihçiler tarafından bulunan kitabelerin üzerindeki bilgiler, 1893 yılında Danimarkalı Türkolog Vilhelm Thomsen tarafından çözülmüş ve dünya kamuoyuna sunulmuştur. ( 1 ) Türk kültür ve medeniyetinin büyük bir vesikası olan bu kitabeler, devlet yönetiminden sosyal hayata, diplomasiden askeri alana kadar birçok konuda bizlere bilgi vermekte ve geçmişimize ışık tutabilmemizi sağlamaktadır. Ayrıca Bilge Kağan'ın öğütleri başta olmak üzere, Kül Tigin ve Tonyukuk'un, milleti için yaptığı çalışmaların bu kitabelerle sonraki nesillere aktarılması gayesi; Türk milleti için düşünülen birlik ve beraberlik amacına, alfabenin önemli bir katkısıdır. Görülüyor ki; alfabe, geçmişle gelecek arasında önemli bir köprü olma görevini çoktan üstlenmiştir. ( 1 ) Zira Orhun ( Göktürk ) alfabesi olmasaydı bugün kendi tarihimizle ilgili sahip olamayacağımız birçok konu olacaktı. Ayrıca Orhun alfabesi, Türk kelimesine rastlanılan ilk Türk alfabesi olma özelliği ile de Türk milleti için ayrı bir önem arz etmektedir. Daha sonra 18 harften oluşan Uygur alfabesi kullanılmış ve bu alfabe İslamiyet'ten sonra dahi Türkistan ve Kırım'da bulunan Türk devletlerinde kullanılmaya devam etmiştir. Bunun yanında Timur imparatorluğu ve kolları da bu alfabeyi kullanmışlardır.
Türk dili en zengin dillerdendir, Yeter ki bu dil bilinçle işlensin. M. K. Atatürk
Bu yazıyı, alfabenin birlik ve bütünlüğe olan muazzam etkisini anlatmak ve yeryüzündeki en önemli bağdaştırıcılardan biri olduğu vurgusunu yapabilmek adına sizlerle paylaşıyoruz. O sebepledir ki; bu gerçeği gören ve yerinde müdahalelerle Türk tarihine önemli katkılarda bulunan Ulu Önder Mustafa Kemal ATATÜRK' ü, Hakk'a varışının 75. yıl dönümünde bir kez daha rahmetle ve minnetle anıyoruz. Mekânı uçmağ olsun... Türk milleti olarak kendi namımıza kullandığımız ilk alfabe Orhun ( Göktürk ) alfabesidir. Bu alfabenin bizler için çok büyük bir önemi vardır. M.S. 8. yüzyılın başlarında meydana getirilen ve 1
GENCAY İslamiyet'in kabulünden sonra hem İslam dininin daha rahat anlaşılması hem de daha geniş coğrafyalara ulaşması amacıyla, Arap alfabesi kabul edilmiş ve yaklaşık 10 asır bu alfabe kullanılmıştır. Karahanlı ile başlayıp Selçuklu ile Anadolu'ya yerleşen bu yapı, Osmanlı ile zirve noktasına ulaşmıştır. Ancak Osmanlı devletinde; özellikle duraklama döneminin sonunda ve gerileme döneminde, halk ile saray arasında konuşma ve yazma dilinden kaynaklanan ciddi ve gittikçe derinleşen bir anlaşmazlık oluşmuştur. Saray özellikle Arapça ve Farsça kelimelerden oluşan divan edebiyatına yönelirken, halk Türkçe kelimelerden oluşan halk edebiyatına yönelmiştir. Bu farklılık saray ile halk arasında bir türlü önlenemeyecek bir ayrılığın da habercisi niteliğinde olmuştur. ( 2 ) Hatta saray o kadar ileri gitmiştir ki: Anadolu'da konuşulan dile " eşek dili " demiş, Anadolu'da yaşayan halka ise " avam " yani sarayın sahip olduğu bilgi ve kültüre sahip olmayan zümre gözüyle bakmıştır. Hal böyle olunca saray ile halk birbirini anlayamaz, birbirini tanıyamaz hale gelmiştir. Yani birlik ve bütünlük olgusu ortadan kalkmıştır. İkinci Meşrutiyet'e kadar devam eden bu farklılık aydınları yeni çözüm arayışlarına itmiştir. ( 3 ) İkinci Meşrutiyet' ten itibaren açıkça tartışılmaya başlanan Arap alfabesi konusu, Osmanlı aydınlarının fikir ayrılığına düşmesine sebep olmuştur. Bir grup aydın, Arap alfabesiyle okuma yazma öğrenmenin zorluğuna dikkat çekerek Türk milletinin yeni ve daha kolay kullanılabilir bir alfabeyi benimsemesi gerektiğini savunurken, başka bir grup aydın mevcut alfabenin ıslah edilerek okuma yazmanın kolaylaştırılması fikrini öne sürmüşlerdir. ( 3 ) Hatta Enver Paşa,
bu konuda 1910 yılından itibaren başlayarak ciddi bir adım atmış ve Hatt-ı Cedit isimli bir yazı demesinde bulunmuştur. Bu yazı denemesiyle, Arap alfabesindeki her bir harfin arasına bir sesli harf getirilecek ve bitişik yazılan Arapça kelimeler ayrı ayrı hecelerle yazılacaktır. Ancak bu deneme çok başarılı olamamıştır. Hem alışma süresinin uzun olması hem de Birinci Dünya Savaşı sürecinde olunduğu için kısa sürede tekrar eski yazıya dönülmek zorunda kalınmıştır. Birinci Dünya Savaşının ardından elimizde fiilen parçalanmış bir Osmanlı ve Anadolu'ya sıkışmış bir enkazdan başka bir şey kalmamıştır. Böyle bir ortamda yeni bir Türk mucizesi yaratan Atatürk ve silah arkadaşları, adeta küllerinden yeni bir milli devlet meydana getirmeyi başarmışlardır. Atatürk'e göre bu yeni devlet her yönüyle çağdaş, çağdaş olduğu kadar da milli bir devlet olmalıdır. Bu amaçla yeni inkılâplar hazırlanıyor, milli devletin oluşması için her alanda çağın gereklerine göre yenilikler öngörülüyordu. Bu kapsamda, Atatürk döneminin en önemli reformlarından bir tanesi de hiç şüphesiz harf inkılâbıydı. 1928 yılı Kasım'ın da gerçekleştirilen bu inkılâp; uygarlığa giden yolda atılan büyük bir adım olmanın yanı sıra, Türkler arasındaki birlik ve beraberlik olgusunun en önemli karşılığıydı.
2
GENCAY uygarlığa giden yolda önemli bir mesafe kat etmiş olacaktık. Gelelim Türk dünyasına... Şu ana kadar saydığımız ve aklımıza gelmeyipte sayamadığımız gerekçeler arasında en önemlisi Türk dünyası ile olan bağın sağlanması gerekçesidir. Çünkü Sovyet işgalinde bulunan Türk Cumhuriyetleri ( Azerbaycan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan ), bizim Cumhuriyeti ilan etmemizin ardından Stalin'in baskısıyla Latin alfabesi kullanmaya başlamıştı. Stalin eğer dil birliğimizi bozarsa, Türk Cumhuriyetlerini daha kolay asimile edebileceğini biliyordu ve bütün hamlelerini bu düşünce ekseninde belirliyordu. Bizde Atatürk'ün ileri görüşlülüğüyle bu gerçeği çok geçmeden fark etmiş ve nihayet 1 Kasım 1928'de Yeni Türk Harfleri'ni kabul etmiştik. Artık her şey çok daha güzel olacaktı, öz kardeşlerimizle aramızda dil ayrılığı olmayacaktı.
Yaklaşık on asır Arap alfabesini kullanmış olan Türk milleti için yeni alfabeye ( Latin alfabesi ) geçiş pek de kolay olmayacaktı. Alışılagelmişliğin yanı sıra, Arap alfabesinin terk edilmesi bazı kesimlerce dinden uzaklaşma olarak algılanıyordu. Ancak Atatürk'ün inandığı bir gerçek vardı. Dil bütünlüğü sağlanmadan milli bütünlük sağlanamazdı. Dil bütünlüğünü sağlamak için de ortak alfabeye ihtiyaç vardı. Hem Osmanlı'daki saray ve halk ayrılığı anlayışını bitirip tamamen bir dil birlikteliği sağlamak, hem de Türk dünyası ve Avrupa'dan ayrı kalmamak için bu düşüncesini kesinlikle gerçekleştirmeliydi. Osmanlı'daki durumu yukarıda yeterince anlatmıştık ancak kısaca saray halk ayrışmasına şu bilgiyi de ilave edebiliriz. Arap alfabesinin gırtlak yapısının farklı olması ve Türk dili için yetersiz ve elverişsiz olması başlıca sebeplerdendi. Peki, Avrupa ve Türk dünyası ile olan bağ dille nasıl sağlanacaktı? Bu sorunun cevabı çok zor olmamakla birlikte, Avrupa zaten Latin esasına dayalı bir harf sistematiği kullandığından bizim de Latin harflerine geçmemiz Batı Uygarlığı ile olan bağımızı daha da kuvvetlendirecekti. Böylece Latin alfabesiyle birlikte Batı ile olan ilişkilerimiz daha da sağlamlaşacak ve
Ta ki 1937 yılına kadar...
3
GENCAY Atatürk'ün yaptığı bu önemli hamleyi gören Stalin, zaman kaybetmeden yeni bir hamle yaptı ve Türk Cumhuriyetlerinin kullandığı Latin alfabesini kaldırdığını belirterek, onun yerine Kiril alfabesinin kullanılacağını ilan etti. Bu Türk dünyası için bir yıkımdı, çünkü dil birliğinin bozulması aynı zamanda milli birliğin bozulması anlamına geliyordu. Bu gerçeğin farkında olan Stalin'de çok geçmeden karşı hamleyi yapmıştı. Bu hamle ile sadece bizim Türk dünyası ile olan bağımızın değil, Türk dünyasında olan bütün Türk boylarının birbirleri ile olan bağlarının kesilmesi amaçlanıyordu. Bu amaçla 20'nin üzerinde farklı alfabe oluşturulmuştu. Böylece tamamen asimile olmuş, kendi öz benliğini yitirmiş ve paramparça edilmiş bir millet çıkarılacaktı ortaya. Hem de bunu sadece ve sadece alfabe ile yapacaklardı. Daha sonraki yıllarda bu amaç gerçek olacak; bırakın kan bağı olan boyların birbirlerini tanımasını, öz baba ile oğul birbirini tanıyamaz hale gelecekti. ( 4 ) Ve biz yıllar sonra bu gerçekleri Cengiz AYTMATOV'un eseri " Gün Olur Asra Bedel " kitabındaki " MANKURT " kelimesiyle öğrenecektik.
Ve günümüz... Şöyle geçmişe dönüp zihnimizi biraz yorduğumuzda; şuan sahip olduğumuz imkânlardan daha kısıtlı hallerde bile, günümüzdekinden çok daha fazla mesafe kat edildiğini görebiliyoruz. Şimdiye kadar sermayeden yemenin verdiği rahatlıkla 90 yılı aşabilmeyi başardık. Elbet bu sermaye bir yerde tükenecek. Cumhuriyetimizin kuruluş felsefesindeki heyecanla gelişmemize devam etmezsek, hiç istemeyeceğimiz kötü sonuçlarla karşılaşabiliriz. En son yapılan idari düzenlemeyle alfabemize eklenecek ( Q, X, W ) harflerine bir bakalım. Şuan için önemsiz gibi görülebilir ancak tarih bunun örnekleriyle dolu. Bugün alfabe ile dilimizi bozarsak, yarın bizde çocuklarımızla anlaşamaz hale gelir ve en sonunda da Türk milletinin milli birliğinin bozulmasına kendi ellerimizle vesile oluruz. Unutmayın !!! DİL BÜTÜNLÜĞÜNÜ SAĞLAMADAN, MİLLİ BÜTÜNLÜĞÜ SAĞLAYAMAYIZ.. DİPNOT
Atatürk gelecekte karşılaşabileceğimiz bu gerçekliklerin engellenebilmesi için önemli çalışmalar yapmıştı. Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu bunlardan sadece bazılarıydı. Ayrıca Gaspıralı İsmail'de; " Dilde, İşte ve Fikirde Birlik " derken, dille sağlanacak bir bütünlüğün haberini iletiyordu bizlere. Bu amaçla da aynı dil ve lehçelerle bütün Türk dünyasına açılacak bir mecmuanın önemini anlatıyordu.
1) Prof. Dr. Osman F. SERTKAYA (Yeni Avrasya Yayınları, Ankara, 2001) 2) Ziya GÖKALP (Türkçülüğün Esasları) 3) Ömer AYMALI (Dünya Bülteni/Tarih Dosyası) 4) Cengiz AYTMATOV (Gün Olur Asra Bedel)
4
GENCAY
ATATÜRK’E DAİR Çağhan SARI ilişkilerine kadar pek çok konuyu bu yazı içerisinde ufak kalem darbeleri ile aktarmaya çalışacağız. Ancak yazının sonunda yer alan kaynakça ile okuyucularımız ilgileri yönünde derinlemesine bir inceleme yapabilirler. Mustafa Kemal hakkında onlarca anekdot hatta kişisel çözümleme yapan kitaplar var iken dahası bunların bazılarının yayımlanma tarihi epey önce iken son yıllardaki TV programları ile belgesellerin ortaya koyduğu bilgiler çok tartışma konusu yaratıyor. Hâlbuki bu bilgiler o kaynakların çoğunda var ve yeni keşif gibi alacalı bulacalı nâkilin de doğruluğundan emin değiliz. Sözü uzatmadan girizgâhı tamamlayalım.
Atatürk’ün vefat yıldönümü ile son yıllarda göze çarpan gelişmeler var. Genellikle gazeteler gerek internet sitelerini kullanarak gerek bastıkları gazetenin yanında ekler vererek Atatürk’e dair az bilinen fotoğrafları okuyucuya sunuyor. Bazen onun az bilinen anekdotları ile insani yönlerini ele alan yazılar yayınlanıyor. Biz de bu ay Atatürk’e dair bir şeyler söylemek gayretinde olacağız. Sürç-i lisan edersek şimdiden hoşgörünüze sığınıyoruz.
Atatürk’ün erken vefatı genellikle siroz hastalığına bağlanır. Ancak o hastalık aşamasına kadar yaşadığı sağlık problemleri ve yorucu hayat hakkında malumat sağlıklı ele alınmaz. Bu da olmayınca Atatürk hakkında eksik bir intiba oluşması kaçınılmazdır. Atatürk için çok sağlıklı bir hayat sürdü diyemiyoruz. Maalesef bazı fotoğraflarda şehlalık olarak fark edilen bir göz sorunu yaşadı. Trablusgarp savaşından önce 1908’de çıkan Trablusgarp ayaklanmasını bastırmak için – gayelerden biri de İttihat ve Terakki merkezinden uzaklaştırılmaktı – ilk defa geldiği bölgede gözüne isabet eden kireçli bir taş yüzünden görme yetisinde sakatlık oluştu. Birkaç hafta gözünü kullanamadı ama hekimlerin gayretleri sonucu daha sonra görme yetisi
Onun yemek yeme alışkanlığından futbolla olan bağına, müzikten arkadaşlık 5
GENCAY geri geldi. Ama şehlalık kaldı. Sonra Birinci Dünya Savaşı yıllarında Avusturya’nın Karslbald şehrinde böbreklerindeki rahatsızlık nedeniyle kaldı. Sakarya Savaşı öncesi attan düşerek kaburgalarını kırdı ve Sakarya Meydan Muharebesi’ni kırık kaburga ile yönetti. Öğrencilik yıllarında da sıtma geçirdiğini ilave edelim. Görülüyor ki Atatürk böbrek ve karaciğeri yoran hastalıklarla boğuşmuş. Dahası bu hastalıkların o dönem tedavisinde kullanılan ilaçların kinin maddesi içermesi ve kinin maddesinin karaciğeri olumsuz etkilemesi de önemlidir. Tabi sağlığı ile söylenecek sözler bununla sınırlı değil. Nutuk’u dikte ettirirken 3 gün boyunca uykusuz çalışma temposu, sadece o günlerin yoğunluğunu ifade etmiyor, incelediğimiz bütün hatırat ve kaynaklarda onun bu tempoyu hastalanıp yatağa düşeceği zamana kadar kesmediği anlaşılıyor. Cumhuriyetin ilanından sonra iki defa enfarktüs geçirmesi yine bunu kanıtlar nitelikte.
doğru tüketmektedir. İrmik helvası, revani, dondurma sevdiği tatlılardandı. Ve hayatının nihayete ermesine birkaç gün kala canının enginar yemeği çektiği de malumdur.
Peki, Atatürk’ün sporla arası nasıldı? Aslında sporu oldukça seven Atatürk, güreş ve jimnastik dalları ile ilgilenirdi. Futbol ile ilgili onun çeşitli kaynaklardan Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray taraftarı olduğu yönünde iddialar olsa da bunlar çok zayıf. Tek izlediği futbol karşılaşması Büyük Taarruz öncesi Akşehir’de düzenlenen müsabakadır. Tabi Atatürk birçok kulübe yakınlık göstermiştir ama bu kulüplerden biri var ki ona yakınlığı farklıdır. Galatasaray’dan ayrılan topçuların kurduğu Güneş Sporun hem isim babası olmuştur hem de kulübe maddi yardımda bulunmuştur. Güneş spor da onun vefatından sonra kapanmıştır. Atatürk’ün milli takıma bıraktığı armağan ise bugün kullandığımız klasik forma tasarımımızdır. ‘Çocukların göğüslerine bayrakları dikin’ demiştir.
Sağlığının dışında beslenme alışkanlıklarını inceleyelim. Elbette Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele döneminin unsurlarını hatırlatmaya lüzum yoktur. Ülkece bir yokluk, yoksulluk mevcuttur. Ama Atatürk’ün diğer zamanlardaki yemek alışkanlığına ve zevklerine bakabiliriz. Evvela günlük sigara ve kahve tüketiminin fazla olduğu insanlarda iştahsızlık görülmektedir. Bu durum Atatürk için de aynı. Orman çiftliğinin oluşturulması sırasında sık sık çiftliği gezdiği sırada ayran ile katık ettiği ekmeği tükettiğini hatıratlardan anlıyoruz. En sevdiği yemeğin kuru fasulye ile pilav olduğunu da biliyoruz. Bunu da birer mektep niteliğindeki sofralarının sonlarına
Sporla olan ilişkisinden belki hayattaki en yoğun ilgisine geçiyoruz. Çok okurdu. Vefatından sonra Çankaya’daki hususi kütüphanesi müzeleştirilirken 5000’e yakın kitabı çıktı. Bunların bine yakını tarih ile ilgiliydi ve tarihin hemen her 6
GENCAY konusunu okuyordu. Elbette nice kitaplar okuduğunu hesaplayabiliriz. Büyük Taarruz öncesi Çalıkuşu romanını birkaç günde bitirmişti. Öğrencilik yıllarında Ömer Naci isimli arkadaşı ile başlayan okuma tutkusu ömrünün her anında onunla beraberdi. Sık sık gözleri kanlanacak kadar okur ve gözlerine ıslak tülbent tutarak mola verirdi.
arkadaşı olanda olmuştur, onun uğruna hayatına kıyan da.
İnsanların görmeyi – nedense- istedikleri türden dinsel tatbikleri yoktur. Ama eğitimini göz önüne alırsak Kuran-ı Kerim’e vakıftı. Ve dinler hakkında sayısız eser okumuş zaman zaman değerlendirmelerini not almıştır. Ateizmi ele alan Jean Messlier in kitabının yayınlanmasına da izin vermiş, ateizmi reddeden Şehbenderzade Filibeli Ahmet Efendi’nin kitabını da bastırmıştır. Milletinin de okuma ile aydınlanmasını istemese, sadece bir nazariyatı tutmasını istese herhalde uygulamalarına yansırdı.
Atatürk’ün zevkleri arasında tatillerdeki tercihlerine de yazımız içerisinde değinebiliriz. Son senesinde alınan Savarona yatı, ondan önce kullandığı Ertuğrul yatı, şuan anıtkabirde sergilenmekte olan Acar motoru ile boğaz gezisi yapmayı severdi. Ankara ve İstanbul’un yorgunluğunu ise Yalova’da atmayı seçerdi. Yalova’nın neredeyse şehir planında ciddi mesaisi olmuştur. Yalova’da birçok önemli anı oldu. Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasından, ona siroz teşhisi konulmasına kadar Yalova’daydı. Yurdun dört bir tarafını gezmiştir elbet ülkenin kurtarıcısı olması hasebiyle ama Yalova farklıdır. Aşkları elbette bu yazının hacmine sığamayacaktır ama her dönem hayatında kadınların izi olmuştur. Cephede mektup 7
GENCAY Hayvanları çok severdi, foks isimli bir köpeği vardı ve köpeği öldüğünde doldurulmasını kabul etmedi. Adının adı da Sakarya idi. Çiftliğinde hayvanları ile zaman geçirmeye çalışırdı.
KAYNAKÇA Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, Remzi Yayınevi Can Dündar, Sarı Zeybek, Milliyet Yayınları. Falih Rıfkı Atay, Babanız Atatürk, Bates. Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Bates. Haluk Sarı, Atatürk ve Spor, Toplumsal Dönüşüm Yayınları Ogün Deli, Agoni, Lazer Yayınları Cemal Kutay Atatürk’ün Son Günleri, İklim Yayınları Bilal Şimşir, Atatürk’ün Hastalığı, Türk Tarih Kurumu Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, Yapı Kredi Yayınları Salih Bozok, Yaveri Atatürk’ü Anlatıyor, Doğan Kitap
Son yıllardaki belgesellerin aksine bu yazının yazarının kanaatince yalnız bir insan değildir. Belki bu yalnızlık fiziken değil, kalben ve ruhen olabilir. Ama her dönem gelenler gidenler bekleyenler olurdu onun hayatında. Başında söylediğimiz gibi birçok ilave edilecek şey var elbette ama belli bir sayfayı göz önüne almazsak belki okunası bir yazı olmanın da ötesine çıkar ve Atatürk’ü tanıtmak için varmak istediğimiz gayeye ulaşamayabiliriz. Saygılarımla
8
GENCAY
EVRİM TEORİSİ, İSLAM VE MUHAFAZAKÂR DEMOKRAT TERBİYESİZLİĞİ M. Bahadırhan DİNÇASLAN Esen olsun.
kendilerine “lan” ve “gavat” diye hitap etmesini.
Öncelikle buna bir değineyim. Kendisine “Allah belanı versin” diyen vatandaşa “gavat” demiş bir vali. Bir de ceza kesilmiş vatandaşa.
Ben mi? Ben AKP’linin dahi tahkir edilmemesi gerektiğini savunan insan sever, terbiyeli, vakur bir Türkçüyüm.
Kabahatler kanununa göre kötü dilekte bulunmak suç değildir. Ancak sanırım kanunun ilk fırkalarında vali gibi makamlara neyin kabahat sayılacağına dair bir yetki veriliyor, anlamam, hukukçu değilim. Ancak, suç olmayan bir işi suç olarak göstermek hiç değilse vicdanımızda suçtur. Bir vatandaşa “gavat” demek, üstelik bunu yayın organlarının kaydettiği mahallerde yapmak T.C. yasalarına göre kesinlikle suçtur.
Biz bunları eserlerimizde yazmıştık Bkz: Muhafazakâr Demokratlık Neden Terbiyesizliktir? Buradan Evrim teorisi ve esasında genel olarak “had bilmezlik ve bilim” meselesine dönecek olursak; geçenlerde bir haber okudum. Bakan Suat Kılıç, bir öğrenciye “evrime mi inanıyorsun? Evrimi tabii ki sansürleyeceğim. Maymundan mı geldin?” diye sormuş.
Vali, iki suç işlemiş, benim eksik hukuk bilgime göre. İlki, bu hakaretten dolayı işlediği suç. İkincisi, kabahatler kanunu gerçekten kendisine yetki verdiyse, bunu şahsına dair kötü dilekte bulunan bir vatandaşa ceza kestirmek için kullanmak suretiyle, görevi kötüye kullanmak suçu. Ben bir bilim adamı değilim, evrim olgusu ve bu olgunun özetle “mahiyetini” kavramaya çalışan Evrim Teorisi konusunda uzman sayılmam. Ancak Adnan Oktar okuru kitleye nazaran kat kat bilgiliyimdir, bilgi de aktarmak
Sonra, dönelim “muhafazakâr demokratlara”. Başbakanın vatandaşa “lan”, valinin “gavat” diye hitap ettiği bir ülkenin hayalini kurar muhafazakâr demokrat AKP seçmeni. Bu terbiyesiz kitle bu yüzden hak eder AKP kodamanlarının 9
GENCAY sorumluluğu getirir. O yüzden, sorumluluğum uyarınca, bunu yazmak benim için bir namus meselesidir.
nesnesi gibi, sürekli gelişir ve değişir, evrilir.) Bu açıdan, evrim karşıtlarının kesinlikle tıbbın imkânlarından faydalanmamaları gerekir, eğer tutarlılık istiyorlarsa.
1. Evrim teorisi ve evrim olgusu ayrı şeylerdir.
3. Evrim Teorisi üzerine kuruludur.
Evrim bir “gerçek” ve bir “olgu”. Evrim Teorisi de, bunu anlamaya çalışan çok disiplinli bir teori. Bu teorinin eksik kaldığı yanlar olabilir, bu bilimin güzelliğidir, Darwin’den ve öncesinden beri binlerce bilim adamının ekledikleri, çıkardıkları ve geliştirdikleri sayesinde Evrim Teorisi, evrim gerçeğini anlamaya her geçen yıl daha çok yaklaşmıştır ve bu yaklaşma, yaşam sürdükçe devam edecektir. Amerikan Yaratılışçılarının yazıp çizdiklerini yalanlar ve halkın cahilliğinden faydalanmak alçaklığıyla Türkçeleştirmekten başka bir özelliği olmayan şarlatan mehdilerin evrim karşıtlığının sebebine daha sonra değineceğim.
ispatlı
temeller
Evrim Teorisi, bir bilimsel “mesele”dir. Amerikan merkezli yaratılışçı(!)ların iddia ettiği gibi safsatalar ve boş laf üzerine kurulmamıştır, iddialarının hepsi, en azından (en azından dememin sebebi, bilimsel yönteme sadakatimdendir, bilim her zaman mütevazı ve şüphecidir) bu evrim karşıtı kitlenin boş lafları ve dogmalarından daha elle tutulur ve yanlışlanabilir kanıtlar üzerine kuruludur.
4. Evrim Teorisi İslam’la çelişmez. Evrim olgusunu irdeleyen düşünceler, teori haline gelmeden evvel, epey geriye gider. “Her şey akar” diyen Herakleitos’tan başlar da, sayısız düşünür, filozof, din adamı vs.nin fikirlerinde farklı tahayyüller olarak kendini gösterir. Antik Yunan’ın mirasçılığını bir süre Arap-İslam Devletleri yüklendiği için, benzer düşünceler bu dönemde daha da gelişerek devam etmiştir: İbni Haldun’da, Cahiz’de, hatta
2. Evrim Teorisine borçluyuz. Bugün özellikle tıp alanındaki gelişmelere Evrim Teorisinin katkısı inanılmaz boyutlardadır. Bizler, insanı Evrim Teorisi sayesinde anlamaya yaklaştık. (Bilimde tamamen anlamak yoktur, bilim de, 10
GENCAY İbrahim Hakkı’da evrim algısını görürsünüz. Henüz bir bilimsel fikir haline gelmemiş olsa da onlardaki haliyle evrim, gözlemlenebilir bir şeydir ancak bu gözlem üzerine, “sebep” ve “nasıl” sorularına bugünkünden daha az doğru cevaplar vermişlerdir.
tutmayan bilimin tespit ve ürünlerini sözgelimi ırkçılık için kullandı diye Evrim kötü ise, çocukların ırzına geçmek için İslam’ı kullanan adamlar sebebiyle Müslümanlık da kötüdür.
Evrim, İncil’deki bazı bölümlerle çelişir. Sözgelimi, bazı Hıristiyanlar dünyanın 6000 yaşında olduğuna inanmak zorundadır. Bir kaç milyon yıllık fosilleri gördüklerinde, “o fosilleri oraya Tanrı koydu, imanımızı sınamak için” derler, inkar ederler. Oysa İslam’ın bildiğim kadarıyla böyle problemleri yok. Dolayısıyla, Evrim Teorisi ve İslam iki farklı şey: Birisi bilim, diğeri din, biri diğerini yanlışlamıyor ya da doğrulamıyor.
Evrim karşıtları, kitleleri hep “evrim lobisi”nin var olduğuna, insanların dinlerini ellerinden almaya çalıştıklarına, bu işin arkasında masonlar, uzaylılar, illuminati, yahudiler vs. olduğuna inandırmaya çalışır. Oysa Evrim Teorisi olmadan bilim düşünülemez, evrimi anlamak insanı ve doğayı anlamaktır; bunun engellenmesini isteyenlerin bir kötü ve büyük oyunun parçası olmaları daha muhtemeldir: Evrime düşman olan bir toplum, bilime düşmandır, bilime düşman olan bir toplumun adam olması imkânsızdır.
6. Evrim Karşıtlığı, gerçek oyundur.
Ancak, “dinlerarası diyalog”, “evrensel din” vs. gibi akımlarla sıkı bir ilişkisi olan evrim karşıtı sözde İslami topluluklar, sürekli Evrim Teorisi’ne saldırır, yalanlar, iftiralar ve akılsızlıkla çürüttüklerini iddia ederler. Bu, “sahipleri”ne özenmeleri sebebiyledir, Amerikan Yaratılışçılarının yayınlarını takip ederseniz, pek orijinal fikirlerle evrimi çürütüp Allah’ın hükmünü gerçekleştirdiğini iddia eden mehdilerimizin onlardan iktibas dışında bir boka yaramadıklarını görürsünüz.
(İşin bilimsel boyutuna girmedim, dediğim gibi haddim değil. Ancak çok dileyen olursa girebilirim, benden daha yetkin insanların Türkçe yayınlarını takip etmek isteyenler için ise http://www.evrimagaci.org/ adresini tavsiye ederim.)
5. Evrim teorisi insanları kötülüğe sevk etmez. İnsanı neyin kötülüğe sevk ettiği uzun bir meseledir ancak, evrimin insanları kötülüğe sevk etmesi diye bir şey varsa, İslam’ın insanları terörist etmesi diye bir şeyin var olduğunu da kabul etmeniz gerekir. Bir adam, herhangi bir taraf 11
GENCAY Şimdi gelelim, haddini bilmez bir bakanın, üstüne vazifeymiş gibi, bilimi sansürlemeye kalkmasına.
AKPli devlet adamlarının keyiflerince evrim, sezaryen, kürtaj konularında karar almaları ve halka dayatmaları, işte tam da evrim karşıtlarının istediği Türkiye manzarasıdır: Akıl ve bilimden uzak bir anlayışla ölüme, hastalığa vs. mahkûm edilen kadınlar, gelişemeyen bilim, aptallaşan bir toplum.
“Evrimi tabii ki sansürleyeceğim” demek, “Türkiye’yi tabii ki bilimden mahrum bırakacağım” demektir. (araya not: Bence, Adnan Oktar ve benzerlerinin “evrim yoktur, evrim çürüdü, evrimciler panikte” kafasını aşanların Türkiye’de milliyetçiler olması gerekir, “bilimsel sosyalizm” adı altında yobazlığın ve tahammülsüzlüğün “lacivert” kitabını yazan solcularımız değil.)
Bir hadis ekleyeyim araya: “Bir iş, ehli olmayana verildiği zaman kıyameti bekle.” Öyleyse diyebiliriz ki (öyle başa böyle tarak), AKP bir kıyamet alametidir. Bunun yanında, kitlenin terbiyesizliğine de değinmek lazım. AKPliler, “helali olmayan” kadınların cinsel organlarıyla biraz fazla ilgilenmiyorlar mı sizce?
“Sen maymundan mı geldin?” Sorusu ise, “ben bilimden anlamıyorum hacı, hiç bir şey bilmiyorum” demektir. Bilimden, bilimsel yöntemden, evrim olgusunun ne olduğundan habersiz adam tabii ki bakan olabilir, eğer yetki alanına giren konularda uzmansa. Ama bu adama evrimi sansürleme hakkı vermek, Türk’e ve Türkiye’ye ihanet etmektir.
Ezen bolsun karındaş kalık.
12
GENCAY
DOĞU-BATI PERSPEKTİFİNDE: DEMOKRASİ İLE İMTİHANIMIZ Pirali Çağrı ŞENSOY Ülkemiz bir “mefhumlar keşmekeşi”. Bugün, belki de en çok tartıştığımız mefhumların başında “demokrasi” mefhumu geliyor. Alelade bir tartışmadan, Anayasa’nın değişmesi tartışmalarına kadar her yerde “demokrasi” bahsi geçiyor. “Anti-demokratik olmak” veya başka ifadeyle “demokratik olmamak”; insanlara “pis”, “kötü”, “yaramaz” gibi olumsuz bir mana ifade ediyor. Peki ya, demokrasi nedir? Demokrasi bir gaye midir? İnsanlar demokratik oldukları kadar muteber, devletler demokratik oldukları kadar meşru, cemiyetler demokratik oldukları kuvvetli midir? Demokrasi bizim için ne ifade ediyor?
edebiliriz. Kralın otoritesini kısıtlayan bu sözleşme; Orta Çağ’da daha da güçlenen kilisenin, kralın mutlak otoritesini sınırlamak çabası neticesinde imzalandı. Otoriteler arasındaki kavgayı dengeleyen bu sözleşme, kralın otoritesini –kilise için olup demokratik kaygılarla olmasa dasınırlandırdığı için modern demokrasinin ilk mihenk taşı kabul ediliyor. Buna benzer bir sözleşmeye bizim tarihimizde de 1808’de Sened-i İttifak’la karşılaşıyoruz. Gerçek ve modern manada demokratik hareketlere ise 1776 Amerika Bağımsızlık Bildirisi’nde ve 1789 Fransız İhtilali’ne rastlıyoruz. Bugünden yaklaşık üç yüz sene evvel.
Yazımızda Türk ve Dünya tarihinde demokrasinin kısa tarihi inceledikten sonra; “Neden Demokrasi?”, “Demokrasi kültürümüz batıdaki demokrasi kültürüyle eş değer mi?”, “Demokrasi en iyi sistem mi?”, “Demokrasi bize uygun bir sistem mi?” gibi sorular üzerinde tefekkür edeceğiz. Demokrasinin Kısa Tarihi Demokrasi, tüm dünya için henüz yeni bir mefhum. Batı medeniyeti için antik dönemde, bizim medeniyetimiz içinse “Cumhuriyet Devri” olarak anılan dört halifenin iktidarları döneminde yaşanılan gelişmeleri göz ardı edersek; 1265 Magna Carta Sözleşmesi’nin modern anlamdaki ilk demokrasi kıvılcımları sayıldığını ifade
Amerika Bağımsızlık Bildirisi, Britanya’nın sömürgelerinden 13
Büyük olan
GENCAY Amerika kolonilerinin; 1775’te Büyük Britanya’ya karşı başlattığı “Amerika Bağımsızlık Savaşının” ardından, 1776’da “On Üç Koloni” tarafından ilan edilen ve “yaradılış itibariyle her insan eşittir” ana fikrine dayanan bir bildiri olarak karşımıza çıkıyor. Demokrasi adına kayda değer ilk örnek olan bu bildiri, aynı zamanda Amerika Birleşik Devleti’nin “Bağımsızlık Günü” olarak kabul ediliyor. 1787’de ABD’nin kuruluşunun ardından, 1788’de kabul edilen ABD Anayasası gerçek manada ilk yazılı anayasa olarak tarihte yerini aldı. -Bu anayasa, üzerinde yapılan değişikliklerle birlikte tekâmül ederek bugün hâlâ varlığını devam ettiriyor.-
gibi sebeplerle 14 Temmuz 1789’da Fransız halkı Bastille Hapishanesi’ni basarak mahkûmları saldı. 26 Ağustos 1789’da Fransa Millî Meclisi’nde kabul edilen, 1791’de de Fransa Anayasasının başlangıç kısmına ilave edilecek olan “1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi” demokrasi adına dünyayı sarsıcı kuvvette bir etki uyandırdı. 1793 yılında XVI. Louis’in “vatan hainliği” suçuyla idam edilmesinin ardından dünyaya “Liberalizm”, “Demokrasi”, “Özgürlük”, “Milliyetçilik”, “Üniter Devlet” gibi yeni mefhumlar yayılmaya başladı. Tarih görüşümüze göre Yeni Çağ’ın kapanıp Yakın Çağ’ın başladığı 1789 Fransız İhtilali’nin ardından dünya pek hızlı bir değişime uğradı. Çok uluslu imparatorlukların yıkılıp ulus-devletlerin ortaya çıkmaya başlaması; başta varisi olduğumuz Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere, birçok güçlü imparatorluğun dağılmasına, küçük-büyük millî devletlerin kurulmasına ortam hazırladı. Demokrasiyle Tanışmamız Dünyayı böylesine sarsan, bir çığ gibi büyüyen ihtilalin etkilerinden kendimizi soyutlamamız mümkün değildi. Osmanlı Devleti gibi Avrupa kıtasının muteber bir kısmına malik olan bir devlet, tabiî olarak yayılan fikirlerden ve yaşanan gelişmelerden etkilendi.
ABD’de bu gelişmeler yaşanırken; Amerika’nın İngilizlere karşı verdiği Bağımsızlık Savaşına, asırlık düşman İngiltere’nin karşısında yer almak ve İngiltere’ye darbe vurabilmek maksadıyla giren Fransa, savaştan olumsuz etkilenmiş, mali sıkıntılar ile çalkalanıyordu. Rönesans ve Reform hareketlerinin yarattığı aydın hava, saray masraflarının artmasına karşın halkın sefalet çekmesi
Avrupa’ya karşı üstünlüğünü kaybetmeye başlayan Devlet-i Aliyye, 18. Yüzyıla tekabül eden ıslahatlar nam-ı diğer Lâle Devri’nde, Avrupa’nın üstünlüğünü kabul etmeye başlamış ve bazı ıslahatlarda bulunmuştu. Bu ıslahatların en 14
GENCAY önemlilerini Londra, Paris ve Viyana’da açılan elçilikler ve İbrahim Müteferrika’nın matbaayı getirmesi teşkil ediyor. Açılan elçiliklerle Avrupa’yı daha yakından takip edilmek hedeflenmiş, matbaa ve kâğıt fabrikasının açılması ile de ortaya atılan fikirler daha çabuk yayılma imkânı bulmuştu. III. Selim döneminde Yeniçeri Ocağı’nın kapatılarak Avrupaî Nizam-ı Cedid ordusunun kurulması, Avrupalılaşma çalışmalarının askerî alandaki tesiri olarak karşımıza çıktı. Nihayet 1839’da Gülhane Hatt-ı Şerifî diğer adıyla Tanzimat Fermanı yayınlandı. Tarihimiz adına ilk demokratik adım olan Tanzimat Fermanı ile milliyetçilik akımının etkisi azaltılmaya çalışılarak Osmanlılık kimliğine ve eşit yurttaşlığa vurgu yapıldı. Ancak Tanzimat Fermanı’nın fikir hayatımıza en büyük katkısı bu dönemde gazete ve mecmuaların yayınlanmaya başlamasıyla oldu.
“Milliyetçilik” fikirlerinin Osmanlı Devleti’nin fikir hayatına girmeye başlaması ile 1876’da I. Meşrutiyet, 1908’de II. Meşrutiyet ve nihayet 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması silsilesinin yolu açıldı. Tanzimat Döneminde Jön Türklerin Avrupa’daki anayasal monarşilerden etkilenmeleri, 1876’da V. Murat’ın tahttan indirilip yerine meşrutiyet sözü veren II. Abdülhamid’in çıkmasını sağladı. II. Abdülhamid 23 Aralık 1876’da ilk anayasamız olan Kanun-i Esasi’yi ilan ederek Osmanlı’da Meşrutiyet dönemini başlattı. Meşrutî sistemine göre -bugün hâlâ İngiltere’de uygulanan sistempadişahın yanında seçim yoluyla gelen Meclis-i Mebusan ve atama yoluyla gelen Meclis-i Ayan olmak üzere iki meclis bulunuyordu. Ancak milliyetçi fikirlerin yayılmaya başlaması ve balkan milletlerinin parlamentoda daha etkin hâle gelmeye başlamasıyla 93 Harbi’ni de bahane eden II. Abdülhamid, parlamentoyu fes ederek Meşrutiyet Dönemi’ni sonlandırdı. Demokrasi taraftarı olan milliyetçi ve hatta Türkçü İttihat ve Terakki Cemiyeti (Birlik ve İlerleme Partisi) 1908’de yaptığı baskılar sonucu II. Abdülhamid’e yeniden meşrutiyeti ilan ettirmiş ve II. Meşrutiyet olarak anılan bu dönemden sonra meclis daha etkin, padişah sembolik bir hâle gelmişti. Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar devam eden bu sistem, Osmanlı’nın en talihsiz devrine denk gelmesi hasebiyle Balkan Savaşları ve I. Cihan Harbi’ne, nihayette de Osmanlı Devleti’nin parçalanıp dağılmasına tanıklık etti.
Avrupa’ya eğitim görmeleri maksadıyla gönderilen, Jön Türkler(Genç Türkler) olarak da anılan münevverler; siyasî, felsefî, edebî fikir ve yeniliklerle beraber memleketimize döndüler. Namık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi”nin en somut bir örneği olduğu “Hürriyet”, “Liberalizm”, 15
GENCAY Osmanlı Devleti’nin parçalanması ve İstiklâl Harbinin yapılarak kazanılmasından sonra, 1923’te Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde demokratik bir Cumhuriyet kuruldu. Gazi Mustafa Kemal’in ömründe tek partiyle sınırlı kalan sınırlı demokrasiye, ilk defa 1946’da Demokrat Parti’nin kurulmasıyla fiili olarak geçilebildi. Bu dönemde de kaçırılan seçim sandıkları, henüz yeni kurulan bir partinin hazırlıksız seçime gönderilmesi, DP’ye oy atan seçmenlere yapılan darplar ve demokrasiye düşen şaibeler, nihayet 14 Mayıs 1950’de DP’nin iktidara gelmesiyle son buldu. Türkiye, ilk defa 1950 yılında hukukî ve fiilî olarak demokrasiye kavuşabildi. Maalesef ki bu dönem de uzun sürmedi. Dünyada yaşanan savaşlar ve ekonomik krizler, Türkiye’ye de başarıya ulaşmaya çalışan sosyalist fikirler ve siyasî tartışmalar ülkede 1960 ve 1980 darbelerine, 1971 muhtırasını; siyasî çekişmeler 28 Şubat’ı da dâhil edersek dört defa demokrasinin sekteye uğramasına sebep oldu. Bugün tek başına iktidara gelen AKP hükümetinin demokratik görünümlü baskıcı yapısı bize, “tam bir demokrasi”ye kavuşmak için hâlâ atmamız gereken adımlar olduğunu söylüyor.
Dünya çekişmelerin, ihtiras ve kavgaların dünyası olarak daima içinde kötülükleri barındıracaktır. Çünkü insan, yaratılış itibarıyla meleklerden bile üstün olabilecek kadar temiz olmaya da, hayvanları imrendirebilecek kadar vahşi olmaya da meyilli yaratılmıştır. İnsanlar ne kadar dürüst, ahlaklı olsalar da; aralarında namussuz, şerefsiz, haysiyetsiz kimseleri barındıracaklardır. O zaman dünyada en iyi sistem olarak karşımıza çıkacak olan sistemin vazifesi, bu tür kötü niyetli insan ve düşüncelere karşı engel olabilecek, namuslu insanlara sahip çıkabilecek bir sistem olmaktır. Batı tarihine şöyle bir göz gezdirdiğimizde çok uzun yıllar süren bir Feodalite dönemiyle karşılaşıyoruz. Feodalite döneminde insanlar derebeylerinin kölesi, hiçbir hakka sahip olmayan ezilmeye mahkûm yığınlardı. O derece iğrençleşen feodaller olmuştur ki, evlenen bir kadının ilk gece hakkının feodallere verildiği aşağılık uygulamalar tarihin karanlık sayfalarına geçmiştir. Çalışmaktan başka hiçbir hakkı olmayan bu insanlar, bir de kilisenin Cennet’ten arsa satan boş vaatleriyle kanmış, “Aforoz edilmek” endişesiyle derebeylerine itaat etmişti. Çalışmalarından dolayı “aforoz” ve idam edilen bilim adamları, dönemin karanlığını tam bir çıplaklıkla ortaya koyuyordu.
Neden Demokrasi? Buraya kadar demokrasinin dünyadaki ve bizim tarihimizdeki gelişimine kısaca göz attık. Şimdi de bütün bu demokrasi tartışmalarının altında yatan gerekçeyi sorgulayacağız: Neden demokrasi? Demokrasi en iyi mi? Kuşkusuz, dünyada “en iyi” bir sistem olamaz. Dünyada Cennet’i hayal etmek ancak bir ütopyadır, hayal olarak kalabilir.
Haçlı Seferleri neticesinde meşruiyeti sarsılan Kilise ve Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fetih etmesi ve büyük toplar döktürmesi neticesinde yavaş yavaş son bulan Derebeylikler, Avrupa’da aydınlanma çağının başlamasına yol açtı. Rönesans ve Reform hareketleri Avrupa’yı dinî ve içtimaî olarak dönüşüme sevk etti. 16
GENCAY Bu dönüşüm, ferdiyetçi ve fert merkezli bir anlayışla gerçekleşti. Artık insanlar kendi değerlerinin farkına varıyor, o derece ki, insanı ilahlaştıracak hümanist fikirler ortaya atılıyordu. Yıllarca ezilmiş, horlanmış, köle olmaya mahkûm edilmiş insanlar, artık devletten ve kiliseden intikam almaya gayret ediyordu. Saltanat hakkının kan bağıyla geçmesinin mantıksız olduğunu idrak edenler insanlar; “neden prensi ben doyurayım”, “kralın benden insan olarak ne farkı var” diyerek “her insan yaradılış itibarıyla eşittir!” fikrini ortaya koydular. Böylelikle saltanat tahtından indirilen kralların yerine cümle bir cemiyet olarak insanlar oturdu.
kavgalı… Yıllardır Avrupa’nın bir ferdi olmaya gayret etsek de, biz Doğulu ve Asyalı bir milletiz. Düşünüşümüz, zevklerimiz, yaşayışımız tamamıyla batıdan farklı. Ve tabiî ki tarih tecrübelerimiz de… Yukarıda, demokratikleşme sürecinde ve öncesinde batılı insanın çektiği ıstıraplardan bahsettik. Peki ya bizde de bu ıstıraplar mevcut muydu? Biz demokrasi adına nasıl bir tarih yaşadık? Bizim demokratikleşme sürecimizin ve tarih tecrübemizin batıdan ne farkı var?
Demokrasi, Batılılar için olmuş ve olabilecek sistemlerin en iyisi. Çünkü demokrasiyle beraber insanlar, bir kişinin keyfiyetine göre ölmek yerine, bütün bir cemiyetin müşterek kararları neticesinde hareket edilecekti. Yaşama hakkı bile olmayan insanlara iktidarda pay vermek, demokrasiyi ilahlaştırabilecek kudrette bir bağıştır. Artık insanlar kilisenin veya kralın iznine muhatap olmadan istediği gibi yaşayabilecek, istediği zaman çalışıp istediği zaman dinlenebilecek, istediğiyle evlenip istediği yemekleri yiyebilecekti.
Batılılar devlete “Leviathan” diyorlar. Yani “Ejderha”. Çünkü batılılarda devlet, kral, feodal; yıllar yılı batılıyı hep ezmiş, sömürmüş, sürekli batılının elinden bir şeyler almış, fakat hiçbir şey vermemiş. Biz ise devlete “baba” veyahut Kemal Tahir’in ifadesiyle “Devlet Ana”, “Kerim Devlet” diyoruz. Çünkü bizde devlet; ana gibi şefkatli, “açken doyuran çıplakken giydiren”, yoksullara el açan bir devlet. Bizde başımız dara sıkıştı mı “Nerede bu devlet baba?” diyerek kapısına koştuğumuz bir devlet tecrübesi mevcut. Böyle olunca, batılının ancak Yakın Çağ’da
Peki ya “Biz”de? Öyle zannediyorum ki; tarihi, içtimaî, felsefî, hatta ilmî herhangi bir meseleyi ele alırken bütün dünya adına konuşmak pek doğru değil. Çünkü insanlık, Cemil Meriç’in ifadesiyle “Büyük bir aile ve bu ailede de bazı Habiller ve Kabiller var.” Batı ve Doğu, tıpkı Habil ve Kabil gibi iki farklı kardeş… Birbirinden çok uzak, çok farklı ve sürekli 17
GENCAY yakalayabildiği sosyal devlet anlayışına, biz, Orta Asya devletlerimizden beri sahip olmakla, farklı bir bilinçle yoğrulmuşuz. Batıda devlet korkulacak bir organizasyon, bir ejderhayken; bizde uğruna ölmenin şeref sayıldığı kutsal bir kurum. Batıda devlette itaatin temelinde baskı ve korku yatarken, biz devlete şükran ve sadakat için itaat ediyoruz. Batıda feodaller insanların sahibiyken, bizde tımarlı sipahiler halkın güvenliğini sağlamaktan vazifeli, kadılara -yani hukuka- karşı sorumlu devlet memurlarıydı. Batıda bir başıboşluk ve vahşet hâkimken, bizde adalet ve hukuk mevcuttu. Padişah veya Kağan bile uymaya mecbur olduğu bir hukuk ve şeriatla sınırlıydı.
Demokratikleşme Sürecimiz Demokratikleşme süreci, batılılaşma sürecimizle hemen hemen birlikte hareket etti. Yukarıda da bahsettiğimiz üzere batının üstünlüğünü kabul etmekle birlikte batılılara benzeme ihtiyacı hissettik. Batılıları ilmi olarak taklit etmekle kalmayıp, içtimai, hatta kültürel olarak taklit ettik. Batıda, halkın isyanı sonucu “Hak verilmez, alınır!” denilmiş ve demokrasi halkın çabaları neticesinde kazanılmıştı. Bu haklar, bunun için kıymetli. Bizde ise, batıdakinin aksine; zaten adalet ve haklar mevcut olduğu için halkın demokrasi gibi bir talebi olmamıştı. Bunun için de demokrasi, batının aksine, tabandan tavana bir talep değil, tavandan tabana bir bağış olarak gerçekleşti. Bu da bizde demokrasinin kıymeti olmamasının bir diğer gerekçesi…
Böyle olunca, hâliyle, batı için vazgeçilmez, ciddi manada yeni haklar olan sosyal adalet, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi bazı mefhumlar, bizim tarih tecrübemizde yıllardır süregelen bir alışkanlıktan başka bir şey değil. Bunun için batı bu haklara dört elle sarılıp muhafaza etmeye muhtaçken; Mehmet Ağa için bu hakların pek bir ehemmiyeti yoktur, muhafaza etmeye gerek olduğunu bile düşünmez. Çünkü atalarından gelen tarihî tecrübesi ona “Devlet senin babandır. Şefkatlidir. Adaletlidir. Asla seni haksızlığa uğratmaz. Onun sözünden çıkma. Onun uğrunda ölmek bile şereftir.” demiştir.
Uzun lâfın kısası biz, gerçekten de batıdan farklı bir tarih ve tecrübeye sahibiz. Bizim milli karakterimiz, taban-tavan kavgasıyla değil, aksine, taban-tavan kucaklaşma ve bütünleşmesi ile gerçekleşti. Bizde de yöneten ve yönetilen vardı elbette. Ama bizde hukuk da vardı. Batıda, Fatih gibi kudretli bir hükümdarın mahkeme tarafından elinin kesilmesine hükmedilmesi tahayyül edilemez. Batının yeni yeni kazandığı hukukun üstünlüğüne biz yüzyıllardır sahibiz. Bizde yönetenin ezmeye yetkisi, yönetilenin de yöneticiye kini yoktu. Bizde yönetenler şefkatli, yönetilenler hürmetliydi.
Mehmet Amca, John Amca’dan farklı olarak, devletinin adaletinden emindir.
Memleketimizin demokratik karaktere sahip olamamasında; tabiî, demokrasiye ihtiyaç olunmadığı, hukukun zaten teamüller gereği devleti kontrol ettiği gibi 18
GENCAY gerekçelerle demokrasiye sahip çıkılmamasının yanında; bir de demokrasi kültürünün farklı olması var. Batıda, demokrasiyi halk, cemiyet olarak birlikte kazandığı için demokrasinin işleyişinde de tek kişi yerine birçok fikrin katılımı aranıyor. Bunun için batıda oy kullanan bir seçmen, tercihini parti kadrosuna göre belirliyor. Bizde ise siyaset tartışmaları genel olarak hep liderler etrafında dönüyor. Oy kullanan seçmenlerimiz parti kadrosundan bile habersiz olarak, parti liderine bakarak oy kullanıyor. Her konuda olduğu gibi, bunun gerekçesine de tarihimizde bulmak mümkün. Türkler, yüzyıllar boyu kahraman ve büyük devlet adamları yetiştirdiler. Ve sahip oldukları bu devlet adamlarına itaatle muvaffak oldular. Çünkü bu devlet adamları âdete birer serdengeçtiydi. Şahsi ihtiraslarını bir kenara bırakıp kendilerini millete adamışlardı. Türkiye Cumhuriyeti’ne demokrasiyi bahşeden Mustafa Kemal Atatürk bile, bir “tek adam”dı. Biz, kurtarıcı bir “tek adam”a muhtacız. “Tek adam” olmadığı sürece kendi aramızda sürekli çekişmekteyiz, iki adım yol bile yürümeye birlikte karar kılamamaktayız. Ancak bir lider çıktığında hemen o lider etrafında kenetlenip adsız kahramanlığa aday olmaktayız.
Ayet) Çünkü çoğunluk bir idrak değil, psikolojidir. “Yığın düşünmez, maruz kalır.” Bir sistemin iyi olabilmek için şartının namussuzları cezalandırıp namusluları korumak olduğunu ifade etmiştik. Peki ya demokrasi bunu gerçekleştirebiliyor mu? Açıkça ifade etmek gerekiyor ki, çoğunluk yönetimi olan demokrasi, çoğunluğun hoşuna giden namussuzluklara elbette engel olmuyor. Batıdaki namussuz cereyanların giderek hız kazanması, mustağripliği şeref sayan gençlerimizin pornoya ve cinsel ihtirasların pençesine düşmesine demokrasi engel olamamaktadır. Demokrasi bizatihi kendini koruyamayan bir sistemdir. Çünkü “çoğunluğun istediği olur” düsturuna sahip bir sistemin, “ya çoğunluk bu haktan imtina etmek isterse” çelişkisine verebileceği bir cevap yoktur. “İhkak-ı haktan istinkâf”, yani haktan vazgeçme yasağı, hukukî bir özdeyiş olarak aslında demokrasinin ana felsefesine tezat düşmektedir. Yeri gelmişken şunu da ifade etmek gerekmektedir ki, demokrasi ile hukuk aynı manaları ifade etmemektedir. Bugün dünyada birçok demokratik devletin hukuk dışı uygulamalarına tanıklık etmekteyiz. Demokratik bir ülke iddiasındaki Türkiye bile, meşruti monarşiyle idare edilen İngiltere’nin yanında hukuk ve insan hakları konusunda pek geri kalmaktadır. O zaman karşımıza Recep Tayyip Erdoğan’ın çok dikkatimi ve takdirimi çeken şu sorusu çıkıyor: Demokrasi araç mı, yoksa amaç mıdır? Demokrasi –zat-ı şahanelerin siyaset malzemesi yapmasının aksine- hak, hukuk,
Neden Kendi Nizamımız Olmasın? Demokrasi, gerçekten de ehven-i şer bir düzen. Çünkü demokrasiyle alınacak yanlış bir hükümden herkes sorumlu olacağı için, kimsenin başkasını suçlamak gibi bir lüksü yok. Yanlıştan bütün bir cemiyet sorumlu… Peki ya çoğunluk her zaman doğru karar verir mi? “İnsanların çoğuna uyan sapıktır.”(En’am Suresi 116. 19
GENCAY adalet sağlamada bir araçtan başka bir şey değildir. Demokratik olmak bir gaye değil, hukukun üstünlüğü yolunda izlenebilecek bir yoldur.
bağrından kopan doğulu bir milletiz! Mevcut mütefekkir, siyasetçi, ideolog ve hukukçularımız bize uygun bir sistem var edebilecek yeterlilikte değilse, istikbaldeki mütefekkir, ideolog ve hukukçular olarak bu vazifeyi üstlenmeye hazır ve gayretli olmalıyız. Demokrasi, Türk milleti için de ehven-i şer bir sistemdir. Türk milleti olarak devlet ve tarih tecrübemizden; kendimize yabancılaşmadan ve millî hüviyetimizi inkâra kalkışmadan, en doğru ve güzel sistemi yaratabilecek kudretteyiz. Ve “Türk, Türkleştikçe güçlenir”. Kendi sistemimizi oluşturmaya, batıdan farklı ve kendine has bir kimlik olduğumuzun kabulü ve tespiti ile başlamalıyız. Ve tekrar tekrar haykırmalıyız: Ben batılı değilim. Batılı olmaya muhtaç değilim. Düşünüş ve yaşayışımla batıdan çok farklı bir kimliğim. Ben batının, batı olabilmek adına kendisinden ilham aldığı Türk’üm! Kendimi en iyi şekilde idare edebilecek nizamı batıdan devşirmek veya iktibas etmek yoluyla değil, kendi tarih ve tecrübemden yararlanarak tanzim edebilirim. Çünkü ben, yüzyıllar boyunca dünyayı idare eden ve adaletin sancaktarlığını yapan Türk’üm!
O zaman hemen soralım: Demokrasi bizim karakterimize uygun bir sistem değilse, zorla demokratik olmak mecburiyetinde miyiz? Demokrasiden ne anlamamız gerekiyor? Demokrasiden insan haklarını, hukuk üstünlüğünü anlayacaksak, demokratik bir monarşi dönemi gibi bir tezat tecrübelerimiz oldu. O zaman demokrasiden anlamamız gereken şey, uygulamaya bakarak, “demokrasi, halkın çoğunluğunun istekleri doğrultusunda devletin idare edildiği bir yönetim sistemidir”. Peki, yukarıda saydığımız bunca gerekçe neticesinde, hâlâ demokratik olmaya inat etmemiz gerektiğini düşünüyor muyuz? Son Söz Niyetine Biz, yüzyıllarca dünyanın en büyük devletlerini kurmuş, hiçbir zaman devletsiz kalmamış kuvvetli bir devlet tecrübesine sahip Türk milletiyiz. Hüviyetimiz, düşüncelerimiz, istek ve beklentilerimiz, mukaddesatımız ile batıdan farklı bir dünyayız. Biz, Asya’nın
Haykırışımıza, Bilge Kağan’ın haykırışları da karışsın: Ey Türk! Titre ve kendine dön!
20
GENCAY
ÖĞRETMENİN POSTMODERNİZM’LE SINAVI Yunus Emre UYAR Postmodernizm’le gelen başlıca sav mutlak bir hakikatin bulunmadığı, onun özneye göre değiştiğidir. Bu, bilginin genel geçer bir doğru değil halihazırda yapılandırılmakta olan bir veri olduğunu savunur. Böyle bir sav karşısında Türk öğretmeninin tutumu ne olacaktır. Tarih ona birtakım mutlak doğrular yüklemiştir. Bu noktada onun kimliğini sınıfın dışında bırakması ve eğitim programlarını takip etmesi gerektiği söylenebilir hem programına da bilginin öznel olduğu iddiasındaki Yapılandırmacı eğitim felsefesi egemendir. Üstelik o programı hazırlayan, onaylayan, kullanıma süren siyasi otoritenin o programla ulaşmak istedikleri daha sonra değinilecek Postmodern arzuların birçoğuyla taban tabana zıttır. Böyle çelişkili bir durumda öğretmenin kendini bilginin mutlaklığı ve hangi bilginin mutlak olduğu konusunda konumlandırma problemi ortaya çıkmıştır. Onun için “rejimin adamıdır, rejimin mutlak doğrularını hareket noktası yapması gerekir” deyip işin içinden çıkmak güçtür. Çünkü bambaşka bir değerler sistemini içselleştirmiş bir öğretmenle karşılaşıldığında onun bu öğüdü tutacağını sanmak safdillik olur. Sözgelimi “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kâfirin ta kedileridir.” anlayışına sahip bir öğretmenden laik düzeni yücelten bir söylem geliştirmesini beklemenin ne kadar gerçekçi olduğu düşünülmelidir. Görülen o ki
Öğretmen eğitimin toplumla olan ilişkisinde kilit role sahip bir etmen olarak kültürleme sürecinin baş aktörlerindendir. Öyle ki pedagojinin tüm kuramsal altyapısını görüngül bir gerçekliğe kavuşturmak için o vazgeçilmez bir değişkendir. Kuramın uygulamaya dönmesi sürecinde istenen esnekliği sağlamaktaki başarısı bilimle mesleğin buluşma şansını belirler.
Dünyanın her sahasında olduğu gibi eğitimde de atmışlı yıllardan bu yana etkisini giderek arttıran Postmodernist yaşam algısının karşında lisans eğitimi boyunca bu akımla ilgili hiçbir ciddi eğitim almamış olan bir öğretmen ordusu bulunduğu ve bu ordunun Postmodernizm’le olan ilişkisinin doğrudan toplumun Postmodern hayat görüşünün tasavvuruna yaklaşımını belirleyeceği ön kabulünden hareketle öğretmenin Postmodernizm’le sınavı üzerinde düşünmek bir 24 Kasım Öğretmenler Günü’nde manidar olacaktır.
21
GENCAY Postmodernizm’in bu söylemi karşısında öğretmenin alacağı konum için işlevsel bir öneri bulmak epey zor. Bunun bulunması için eğitim felsefecilerinin çalışmalarını merakla takip etmek gerekir.
devrindeki öğretmenin toplum odaklı bakış açısıyla çelişir. Bu çağın öğretmeninin ezberlerinden olan bireyi ve toplumu yani göğü değil de yeri odak noktası belirleme anlayışının Postmodernizm’in söz konusu tutumu karşısında nasıl evrileceği şimdilik merak konusu. Öğretmenin bu evrimde nasıl bir yol tutması gerektiği başlı başına tartışılması gereken bir problem durumu olarak ortada duruyor.
Postmodernizm nesnelliğe hücum eder. Onu otoritenin kullandığı ideolojik bir aygıt olarak görür. Bu da öğretmen için ezber bozan bir iddiadır. Ne de olsa o asırlardır iyiyi, doğruyu, güzeli, yararlıyı öğretmek için görevlidir. Ancak bu kavramlar için herhangi bir ölçüt tanımayan Postmodern söylem karşısında alacağı konum merak konusudur. Bunlarda nesnel olunabileceği iddiasını savunamıyor olmak öğretmeni hemen kendine bunların yaslandığı bir taraf seçme görevi de yükler. Tam da bu seçim aşamasında yukarıdaki bahisteki türden bir karmaşa ortaya çıkacaktır. Sözgelimi öğretmen, liseli ergen bir öğrencisinin evlilik dışı yollarla cinsiyet gereksinimini gidermesinin onun içinde bulunduğu gelişim döneminin bir gerekliliğini yerine getirerek onun psikolojisine olumlu bir etkide bulunmayı olumlayan bir tarafa yaslanırken bir başkası dinî bir temele yaslanarak oldukça kısıtlayıcı bir söylem geliştirebilir. Bu da öğretmenin sahip olduğu genel tarzın parçalanmasına, çoğullaşmasına neden olur ki bu hâlde o tipliğini yitirmeye başlayıp karakterleşir.
Postmodernizm’in evrensel bir benlik tasavvuruna muhalif olması da evrensel bir benlik üretme çabasındaki eğitim sisteminin uygulama emekçilerini düşündürmeli. Üstelik bu noktada onların vazgeçilmezlerinden olan klasikler de tehdit altında. Evrensel insanî özelliklerin vesikası niteliğinde olmasıyla hem de daha sonra sözü edileceği gibi Postmodernizm’in büyük anlatılara karı çıkmasıyla onun hedefi konumunda. Dünyanın her yerinde, her koşulda görülen, ortaya çıkan belli başlı ortak insan özelliklerinin toplamı şeklinde vücut bulan evrensel benlik tasarımı çok kültürcülükten yana olan Postmodernizm’in benlik algısıyla çatışma halindedir. Üstelik onun millî bir benlik tasavvuru oluşturma iddiası da yoktur.
Postmodernizm ya herhangi bir odak kabul etmez ya da tüm kültürleri odak kabul ederek çok odaklılık iddiası taşır. Diğer iddialarından asla bağımsız düşünülmemesi gereken, onların doğal bir sonucu ve kısmen de destekleyicisi olan bu sav hem din devrindeki öğretmenin Tanrı odaklı bakış açısıyla hem de ulus 22
GENCAY Postmodernizm’in eklektik yapılara verdiği önem, bugün için öğretmenin bir avantajı gibi duruyor. Ancak seçme işleminin yapılacağı sahanın sınırlarını tespit etmek önemli. Bu gözden kaçırıldığında ortaya hem köken kaygısı taşımayan (soysuz) hem de belli bir ahenk dâhilinde birleşememiş bir mozaik (ucube) çıkabilir. Bu da çok şeyden önce bir ulus devlette istendik sonuçların dışında kalmak demektir.
Postmodernizm’in toplum mühendisliğini totaliter bir iş olarak görmesi ise öğretmenlik mesleğiyle en esaslı çatışma vasıtasıdır. Çünkü öğretmenliğin doğasında toplum mühendisliği vardır. Öğretmen, önündeki sıralardan geçip gitmekte olan kuşakları siyasi otoritenin öngördüğü doğrultuda bir mühendis gibi tasarlayan yetkili makamların işçisi görevindedir. Görülen o ki Postmodern dalgalar öğretmen için birtakım avantajlar getireceği gibi onun uğraşıyla, doğasıyla taban tabana karşıt bazı söylemlere de sahiptir. Bu durumda öğretmenin kendisini bu akım karşısında konumlandırması, üst anlatılar, toplum mühendisliği, eklektizm, yerel benlik tasavvuru gibi birtakım meseleleri mesleği dâhilinde yeniden düşünmesi gerekir. Bu yoldaki üretimlerin her biri en anlamlı öğretmenler günü hediyesi niteliğindedir.
Postmodernizm’in üst anlatılara birer baskıcı öykü gözüyle bakması da başlı başına bir problem durumu olarak durmaktadır. Bir kere öğretmen devletten sınıfa, bir ideoloji taşıyıcısıdır. Toplumsal normları, rejimin resmi ideolojisinin mevcut siyasî erkçe biçimlenmiş hâlini aktaran bir görevlidir. Tüm bunlar birer üst anlatıya yani baskıcı öyküye dayanır. Bunların başında Kur’an, T.C. Anayasası, Nutuk gelir.
23
GENCAY
CEMİL SÖYLEMEZOĞLU İLE SÖYLEŞİ; GÜDÜL KAYARESİMLERİ ve SERVET SOMUNCUOĞLU Emre SEVİNÇ Cemil bey, öncelikle söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. 1:Bize biraz ilçeniz Güdül ve köyünüz Salihlerden bahseder misiniz? Doğası, insan yapısı, geleneksel etkinlikler, ekonomik faaliyetlerden mesela. Güdül, Ankara’ya bağlı şirin bir ilçemiz. Nüfusu azdır. Ayaş, Kızılcahamam, Beypazarı üçgeninin tam ortasında yer alır. En büyük su kaynağı Kirmir Çayıdır. Köyümüz Salihler ise 210 hanelidir. Halk tarım ve hayvancılık ile uğraşır. Ankara’ya ise sürekli gidilip gelinir. İnsanlarımız misafirperverdir. Bu konuda bir örnek vermek istiyorum… 35-40 yıl önce köyümüze dinleri araştıran ve gayrimüslim olan bir bilim adamı gelmiş. Bir müddet köyümüzde kalmış ve Müslüman olmaya karar vermiş. Köylü ona Lokman ismini takmış. Burada halkımızın sıcakkanlılığının ve misafirperverliğinin payı oldukça çok tabi.
Cemil Söylemezoğlu, Türk tarihi için oldukça önemli olan Güdül kayaresimlerini keşfetti ve Servet Somuncuoğlu’na duyurdu. Onun bu keşfi Türklerin, Anadolu’ya -yerleşmek amacıylailk olarak 1071′de gelmediklerini kanıtladı. Aslında Türkler milattan binlerce yıl önce Anadoludaydılar. Ve bıraktıkları kayaresimleri ile bunu bizlere kanıtladılar.*
Köyümüzün geçmişine bakacak olursak, atalarımız Karkın boyundandır. Yani Bozoklardan Yıldız Han’ın soyundan. 2:Bize kendinizi de anlatır mısınız? İşiniz, aileniz, ilgilendiğiniz konular.
24
GENCAY Ben bir memur çocuğuyum, babam rahmetli oldu. Bir üniversitede memurluk yapmaktayım. Nihal ve Hilal adlarında 2 tane kızım var.
devam etti. O yerleşim yerinin sokaklarını, tarlalarını, mezarlarını buldum. Hatta bu bölgeye anagidiş yol güzergâhını tesadüf keşfettim, yüzeysel araştırmalarım ile.
Ben memurluğun yanı sıra hafta sonları mutlaka köyüme giderim. Gittiğim zamanda çiftçilikle uğraşmayı severim. Tarihi çok seviyorum. Tarihi yerleri Gezmeyi de oldukça severim. Hatta başka ilçelerde böyle alanlar varsa oralara araştırmaya ve bakmaya giderim. Bendeki tarih sevgisi çocukken vardı.
Her neyse bir gün işten geldim. Evde şöyle bir uzandım. Tabi ben eve gelince benim kızlar hemen tv kanalını değiştirirler. Belgesel kanalında ‘KARLI DAĞLARDAKİ SIR’ belgeselini gördüm. Şöyle baktım ki kafam tanladı. Dedim ”Haaa! Ulan bu benim gördüğüm kaya resimleri de buna benziyor.”
Ayrıca ava gitmeyi balık tutmayı da severim.
Sonra bu resimlerden bir kaçını çekip bizim köyün internet sitesine attım. Servet hocam oradan benim resimleri görmüş. Benimle temasa geçti. Sonra buluştuk. Bana her şeyi anlattı. Şöyle böyle derken benim heyecanım tavan yaptı tabi.
3:Güdül’deki kayaresimlerini siz keşfettiniz ve Servet Somuncuoğlu’na bildirdiniz. Bu keşif sürecinden bahseder misiniz?
Bildiğim alanları gösterdim Servet hocaya. Sonrasında araştırmaya devam ettim. Acaba başka nerelerde olabilir diye.
Ha şimdi tam can alıcı noktaya geldik. Dedim ya tarih meraklısıyım diye. Köyümüzde araştırdım tam 6 tane eski yerleşim yeri var, hepsi de susuzluktan göç etmişler.
Ancak bu oldukça zamanımı alıyordu. Servet hoca bana bu kayaresim alanlarının ne tür yerlerde olabileceğini anlattı. Bundan sonra daha da kolaylaştı bu alanları bulmak.
Rahmetli babam Ankara’dan köye geldiğinde dağa oduna giderdi. Çocukken ben de gideceğim diye ısrar ederdim. Sen küçüksün diye götürmek istemezdi. Ama götürürdü sonuçta. Odunlar hazırlandıktan sonra oğlum şöyle bir bazlamamızı yiyelim yola koyulalım derdi. Yemek yerken ben etraftaki kayalara taşlara bakıp bunların neden yapıldığını sorardım. Tabi babam bilmiyorum derdi. Ben de çocukluk ya ısrar ederdim. Meğer sorduğum yerler ya yerleşim yeri ya da kurganmış. İleriki yıllarda bu alanlara tekrar tekrar gittim. Araştırmalarım
İlk olarak Atlas Dergisinde yayınladı bu çalışmalar. Tabi heyecanım da oldukça arttı bu konulara bundan sonra.
25
GENCAY Ve çalışmalara devam ettim. Ben buldukça Servet hocaya telefon ediyordum. O da hiç zaman geçirmeden geliyordu Güdül’e. İstanbul Ankara arası mekik dokuyordu. Ben yeni alanlar buldukça geliyor ve binlerce fotoğraf çekiyordu.
köyde bana da sorular sorarlardı, meraklanarak. Ben de Servet hocadan dinlediğim kadarıyla cevap vermeye çalışırdım. Belgesel çekimleri sırasında yemeklerimiz köyden geliyordu. Biz bu konuda da yardımcı olduk bu çalışmalara. Yemekler ailem tarafından hazırlanıyor ve kayınpederim Bilal Söylemezoğlu tarafından- bir eşekle beraber- çekim alanına getiriliyordu. Servet hoca bu eşeğe GAYZER adını vermişti.
Başka köylerde de araştırmalar yapıyordum. Ama bazen sıkıntılar oluyordu oralarda. Şikâyetler oluyordu mesela. Kendi köyümde de bazı sıkıntılar olmadı değil hani. Atlas dergisi gelmişti o zamanlar bana, bu kayaresimleri ile ilgili yazı olduğu için. Aldım bu dergiyi gösterdim köy kahvehanesinde. Bunu görenler biraz sakinleşti tabi. Hatta köylü bu konularla ilgilenmeye bile başladı. Köyden arkadaşlarım benimle beraber alan araştırmaları bile yapmaya başladılar.
Bölgemizdeki jandarmalar da yardım etti bize ama bir yanlış anlaşılmadan sonra tabi. Komşu köylerden çekim ekibini görenler jandarmaya haber vermiş. Jandarma geldi. Etrafımızı çevirdiler, silahlarla. Bu yanlış anlaşılma hemen anlaşıldı. Servet hoca çok sevindi buna. Sonunda bizi ka’le alan birileri oldu diye. Sonra kendisini tanıttı ve belgelerini gösterdi. Jandarmalar sonrasında bize çok iyi davrandılar. Herhangi bir sıkıntı yaşarsanız haber verin dediler ve ayrıldılar bölgeden.
4:Salihler’de kayaresimlerinin ortaya çıkması, köyünüze araştırmacıların gelmesi, köyünüzde belgesel çekilmesi köylü tarafından nasıl karşılandı? Güdüllülerin bu duruma tepkileri ne durumda? Köyümüzde kayaresimlerinin çıkması herkes gibi köylüyü de mutlu etti tabi. Köyümüzün isminin gazetelerde, dergilerde görünmesi ve özellikle de bir belgesele konu olması köylümüzün oldukça bu konuyla ilgilenmesini sağladı. Bu konuyu kabullenmeyen bazı köylüler de oldu. Ama zamanla, kazanılan başarılar sayesinde bunlar azınlıkta kaldı.
5:Avrasya Yazarlar Birliği, Servet Somuncuoğlu’nu Anma Etkinliğinde yeni kayaresim alanları bulduğunuzdan bahsetmiştiniz. Bu alanların özelliklerinden bahseder misiniz? Evet, bu etkinlikte yeni kayaresim alanları bulduğumu ilk defa söylemiştim. Böyle alanlar var ve daha da ortaya çıkacağa benziyor. Buralarda araştırmalar da yaptım. Ama tam olarak bitmedi bu araştırmalar. Yazıtlar da var üstelik bu
Oldukça meraklandılar da köylülerimiz. Servet hocamız akşamları köy kahvehanesine gelirdi. Köylü ona kayaresimleri ile ilgili sorular sorar, o da bu soruları cevaplamaya çalışırdı. Bazen 26
GENCAY alanlarda. Diğer alanlarla gösteriyor bu alanlar da.
benzerlik
içeyim şu meredi” dedi. İçti sigarasını. O an açtı telefonu, birkaç kişiyi aradı. Telefondakilere şöyle nara atıyordu. ”Hocamm, hocamm Güdül’de değilim, sanki Orta Asya’dayım, Orta Asya’dayım”. Ben ferahladım tabi. Sonra ”Gel lan benim kahramanım seni bir öpeyim” dedi.
Akademisyenlerden yardım bekliyorum bu konuda. Sonuçta ben gönüllü biriyim. Ve bu alanları gezmek benim için zevkli ve gururlu olsa da işlerimi aksatıyor. Ankara’da memurluk yapıyorum ve köyde de işlerim var. Geçimimi sağlamak zorundayım. Ama bu akademisyenlerin asli görevi.
7:Güdül’de bir kağana ait olan kurgan tespit edilmişti. Bu kurganda arkeolojik bir çalışma yapıldı mı? Evet, önemli kurganlardan 3 adet var. Kağan Kurganı da bunlardan en önemlisi. Gazi Üniversitesi Arkeoloji bölümü, ölçüm yaptı, ”Arkeolojik kazı yapacağız” dediler. Hala yapmadılar. Neden yapmadıklarını bilmiyorum tabi. ”Bazı prosedürler var, bunları aşamadık” diyorlar.
6:Servet hoca ile olan anılarınızdan bahseder misiniz? Belgesel çekimleri sırasında, akşamları kamp alanına çekildiğimizde sohbetler ederdik. Ben, Orta Asya’dan gırtlak müziği yapanların, Azerbaycan lehçesi ve diğer Türk lehçelerinden insanların taklidini yapardım. Servet hoca bazen gülmekten arkasına aşardı. ”Ulan ne adamsın?”derdi.
8:Bu kayaresimleri milletimiz ve dünya mirası için oldukça önemli. Peki, bu alanlar gereğince korunuyor mu, bu açıdan yapılan çalışmalar var mı? Bence bu en önemli sorulardan biri. Can alıcı bir noktaya değindin. Bu alanlar öylece duruyor. Bunları, köyümüzle, kendi çabalarımız ile koruyoruz. Çobanlara tembihliyoruz, ”dikkatli olun, gelenegidene bakın” diye. Keşke devletimiz buralar için çalışmalar yapsa.
Onu Kağan Panosu’na götürdüğümde endişeliydim. Bunu beğenmeyebilir diye. Hocam sizi bunun için çağırdım dedim. Geldik Kağan Panosu’na, şöyle bir duraksadı, baktıı baktıı. ”Bana bir müsade edin, bir sigara içeyim” dedi. Eee tabi ben de merak var. Soruyordum, ”hocam neresini beğenmedin”diye. Cemil bir dur, 27
GENCAY Bir firma Deliklikaya mevkiinde taş ocağı ruhsatı almıştı. Hemen başvurduk, iptal ettirdik bu ruhsatı. Yoksa Yandaklıdere ve Deliklikaya resimleri elimizden gidecekti.**
araştırma bahsediyorlar.
yapamadıklarından
Burada akademisyenlere yine görev düşüyor. Bu alanlar ödevlere veya tezlere konu olabilir. Bunları yaptıracaklar ise yine akademisyenlerdir.
9:Servet hocanın ardından Güdül’de araştırma yapan oldu mu? Çalışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
11:Servet Somuncuoğlu, Bilinmeyen Türk Tarihi konusunda bir çığır açtı. Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz? Genel bir değerlendirme yapar mısınız?
Cengiz Saltaoğlu önemli çalışmalar yapıyor. Geliyor, resimler çekiyor, yazıtları okuma denemeleri yapıyor. Ve bunları güzel bir dergide yayımlıyor.
Evet, Servet hoca Bilinmeyen Türk Tarihi konusunda çok önemli çalışmalar yaptı. O, bize bas bas bağıran, orada öylece duran taşları akademisyenlerin önüne serdi.
Hacettepe Üniversitesinden emekli hocamız Necdet hoca ve Kazım Mirşan araştırmalar yapıyor. Nejdet hocaya alanları gezdirdim, resimler çektik. Bir kitap çıkaracaklarmış.
Önemli bir şey söylüyor Servet hoca. ”Taştaki Türkler bize ne anlatıyor diye sinir uçlarına şöyle bir dokunalım dedik, ortaya yüzlerce kitaba sığacak kadar tarih fışkırdı.”
Bazen de değişik üniversitelerden gelen hocalar oluyor. Gezmek, yerinde tespit etmek amacıyla geliyorlar. Hafta sonları müsait olduğumda onlara yardımcı oluyorum. Sadece gezi amaçlı gelenler de var.
Son olarak, ben dağlarda sıradan bir Türk vatandaşı olarak araştırma yaparken nasıl çocuklarımdan ve köydeki işlerimden fedakârlık yapıyorsam bilimadamları da öyle fedakârlık yapmalıdır.
10:Akademisyenlere bir mesajınız var mı? Daha önce bazı akademisyenlere sitemkâr sözlerinizi duymuştuk.
... *Bu konuda daha fazla bilgi edinmek için tıklayınız…
Akademisyenlere mesajım çok aslında. Neden köklü bir araştırma yapmıyorlar? Başka konularda açık açık yorumlarda buluyorlar. Ama konu Türk kaya resimlerine geldiğinde bir fikir bile üretemiyorlar.
**http://envanter.gov.tr/sit/index/detay/3 8137 -Bu söyleşi sanal ortamda, feysbuk(facebook) üzerinden yapılmıştır.
Genç akademisyenler bilgiye, bilime daha aç bence. Gelen genç araştırmacılar genelde maddi imkânsızlıklardan
-Soruların hazırlanma aşamasında yardımlarını esirgemeyen Ayten ALTAYLI’ya teşekkürlerimle. 28
GENCAY
29
GENCAY
YEREL YÖNETİMLER FELSEFESİ TEMELİNDE BÜYÜKŞEHİR KANUNU Hicran KIZIL Dünya 1980 sonrası küresel rekabet piyasasının egemenliği altına girmiştir. Türkiye’de de 1980 sonrası post-fordist uygulamalar kamu yönetimi anlayışımızın da büyük bir dönüşüm geçirmesine sebep olmuştur. 1980 sonrasında Özal hükümetiyle başlayan neo-liberal politikalar kapitalist evrilmeyi güçlendirmiştir. Bu anlayış çerçevesinde de yönetimde ‘’yönetişim ‘ uygulamaya geçmiştir. Yönetişim kavramsal olarak; kamu kesiminin, özel kesiminin ve sivil toplum kuruluşlarının yönetim sistemine dahil edilmesini amaçlar. Yönetimin hantallığının giderilmesi, şeffaflığın sağlanması, siyasal katılımın artırılarak demokrasinin işlevsel hale getirilmesi gibi amaçları ön planda tutulur. Ancak yönetişim ile birlikte Devlet tamamen rekabet piyasasının basit bir aktörü haline getirilmektedir.
biçimlendirilmektedir: Ulusüstüleşme, bölgeselleşme ve yerelleşme… Türkiye’de de özelleştirmeler, yabancı sermayenin artışı, sosyal devlet anlayışından vazgeçilerek rekabetçi devlet anlayışına geçilmesi Ulus devletin ne denli tehdit altında olduğunu göstermektedir. Türkiye’ de son yıllarda artan kamu yönetimi reformlarının yapılması ‘’adem-i merkeziyetçi’’ anlayışın bir tezahürüdür. Dünya Bankası ve IMF gibi örgütler, Kalkınma Ajansları gibi kuruluşlarla küresel sermayenin hâkimiyetini sağlamak istemekte, en nihayetinde de tamamen merkezi yönetimin yetkilerini yerele devretmek amaçlanmaktadır. Rekabetçi bölgesel ekonomiler yaratma hedefindeki bölgeselleşme, yeniden ölçeklendirme yoluna giderek üretim ve yönetim ölçeği olarak ulus devletin yerine bölgeleri koymaktadır. 6360 sayılı ‘’Büyükşehir yasası’’ da yerelleşme surecinin uygulanmaya koyulduğu, Türk İdare sistemini kökten değiştiren bir yasadır. Bu yasayla birlikte: Büyükşehirin sınırları il mülki sınırları olacak, köyde yaşayan vatandaşlar şehrin imkânlarının çok ötesinde yaşamalarına rağmen bir gecede şehirli olmanın bedelini yeni vergi, resim ve harçlarla ödeyecektir.
Ulus devletlerin temelleriyle oynayan egemen görüş çeşitli argümanlarla, emperyalizmin yeni hali olan Küreselleşmeyi uygulamaya koymak istemektedir. Bu amaçla, ulus-devletler üç taraftan baskı altına alınarak yeniden
14 il belediyesi büyükşehir belediyesi haline gelirken, büyükşehir sınırları içerisinde yer almayan 51 ildeki belde ve belediyelerden nüfusu 2000’in altında 30
GENCAY olanlar kapatılmıştır. 29 ildeki İl özel idaresi de kapatılarak kaynaklarının %70’i belediyelere aktarılmıştır. Bu da bazı belediye başkanlarının o yörede adeta derebeylerine dönüşmesine neden olacaktır.
Yerel Yönetimde reform diye kamuoyuna aktarılan bu yasa, yerel yönetimin felsefesiyle uyuşmamaktadır. Yerel yönetimler halkın kamu hizmetlerine en yakından ulaştığı yerlerdir. Hizmete ulaşamamanın yanı sıra siyasal katılımı da oldukça etkisiz hale getirirken nasıl yerelleşme sağlandığı büyük bir soru işaretidir. Netice itibariyle merkezi yönetimin görev ve yetkileri yerel yönetimlere sevk edilecektir. Amaçlanan Küreselleşme “yerelin evrenselleşmesi, evrenselin yerelleşmesi” olarak da nitelendirilebilmektedir. Yani bölgeler arası eşitlik sağlanmayacağı gibi uçurum daha da büyüyecektir. Yerel yönetimlerin Dünya bankası, IMF gibi kuruluşlar tarafından desteklenmesinin temelinde de yereli pazara açmak ve küresel sermayenin egemenliğini sağlamaktır. Tüm bu gerçekler ışığında demokrasiyi yerleştirebilmek için uygulanması mutlak görülen yerelleşme de esasen demokrasiyi yaşama geçirmekten çok öte Küresel bir yapıyı amaçlamaktadır.
Büyükşehir yapılırken sadece 750 bin nüfus kıstasının esas alınması da sığ bir yaklaşımdır. Büyükşehir olmanın gereklerine sahip olmayan pek çok il büyükşehir yapılarak o illere şekli bir statü verilmiştir.
KAYNAKÇA 1) Özer, Mehmet Akif, ‘’Yönetişim Üzerine Notlar’’, Sayıştay dergisi, SAYI: 63. 2) Dura, Cihan, Derin Komplo: Türkiye’nin Yeniden İşgali, İleri Yayınları, İst. 2008.
Bu yasa Türkiye’nin 1988 yılında imzaladığı ‘Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartnamesinin ‘’ de 5. Maddesi olan, önemli bir değişiklik yapılacakken yöre halkının onayına sunma referandum yapma zorunluluğunu ihlal etmektedir. Oysaki Uluslararası antlaşmaların iç hukuk düzenlemelerine üstünlüğü vardır.
3) Karasu, Koray, ‘’ Yeni bir tur merkezileşmenin aracı olarak bölge kalkınma ajansları’’, Ankara Sbf. 4) Yılmaz, Ali, ‘’ Kalkınma Ajansları ve yerel yönetişim’’, Türk İdare dergisi, sayı 466, Mart 2010.
31
GENCAY
KADIN ANLAYIŞLARI - 2 Dilek AKILLIOĞLU durum karşısında neden-sonuç ilişkisini anlamaya ve sistemin nasıl işlediğini çözmeye çalışır. Sistemde hangi girdilerin hangi sonuçları ürettiğini bilmek ister. İster bir şirket olsun ister bir futbol maçı, erkek söz konusu sistemin işleyişindeki kuralları anlayıp hangi değişikliklerin hangi sonuçları doğuracağını öngörmek ister.
'SORUN' “Bir kadın ayni zamanda hem sevdalı, hem anne olamaz... “ -Andre MauroisOlumlu, olumsuz, daha çok olumsuz tonlamayla giriştiğimiz 'kadın' konusu, işaretlerin eşliğinde yorumlanmaya devam etmektedir. Kimlerin kadın ile sorunu var diye soracak olduğumuzda tarihin kadınlara karşı yorumu, evlilik kurumunun kadına karşı karşı yorumu, evlatların, sanatın, güncel yaşamın yorumları mevcuttur. İlla her alan kadın ile yorumlaşır demek imkânsızdır. Erkeklerinde yorumlaştığı alan kadınlarla eşittir. Zira yazının amacı eşitlik, adalet ve özgürlük gibi kavramlarken bunu söylemek yanlış olacaktır. Soruyu değiştirdiğimizde 'kadının kimlerle sorunu vardır?' ifadesi ortaya çıkmaktadır.
Kadın beyni ise ilişki kurmaya programlanmıştır. Kadın, kişinin duygularını anlamaya ve bu duruma duygusal bir cevap vermeye çalışır. Kadının bu davranışı psikolojik deyimiyle “empati” kurmak, kendini karşısındakinin yerine koyarak, onun ne hissettiğini anlamaya çalışmaktır. Bu nedenle normal bir kadın, mesela karşısındaki üzgünken kendisi de üzgün hisseder ama aynı durumda bir erkek muhtemelen söz konusu kişinin neden ağladığını anlamaya çalışıp kendince en etkin çözüm yöntemini önerir. Kadın empatik bir ilişki kurarken; erkek sistemin aksaklığını nasıl gidereceğini düşünür. (Simon BaronCohen) Sorunun tarifi burada başlamaktadır. Biyolojik olarak farklı
“Kadının kimlerle sorunu vardır?” Zor ilişkinin çağrımını yapan kadın; Dünya ve cinseyetçilik ile karşı karşıya kalmaktadır. Kromozlarla oluşan cinsiyet, kromozomlar, hormonlar aracılığıyla vücudu ve davranışı etkilemektedir. Cinsiyet hormonları doğumdan önce kişilik ve cinsiyet üzerinde etkili olmaya başlamaktadır. Bütün ceninler dişi olarak gelişmeye başlar. Ancak erkeklik hormonu olan testosteronla bu değişir. (Wilson, 1989, s.2628). Beyin yapısı ve işleyiş de bundan sonra değişmeye başlar. Erkek beyni sistem kurmaya programlaşır. Bir 32
GENCAY doğan bu iki cinsiyet toplumsal, kişisel olarak farklılaşmaya devam etmiştir
Bu trajik durumun gerçeklik tarafını oluşturan şey ise zorluk; yapılaşmadır. Yani var olmayla birlikte yapılaşmış olanlardır. Yapısallaşma ile birlikte erkek, sorun teşkil edecek her davranışın içine girmiş, kadını yok kabul etmiştir. Kadın ile kurulan iletişim bile sonuç alma aşamasıdır. Etkiye tepki olarak yok olma reaksiyonuna kapılan dişi yapılaşmaya dolaylı olarak yarar sağlamıştır. Türkçedeki cümle kurma işine benzeyen bu yapılaşmada özne olamayan kadın, cümlenin sorunlu yüklemi, dolaylı tümleci haline gelmiştir. Kendi sorunu sebebi ile kadın, varlığını yeryüzünden silmez. Bunun yerine araştırmaların sonucu olan aşk olgusu ile etkiliğini vurgular. Sorunlu olduğu kuruluşu onunla bağ kurarak kontrol altına almak ister. Bu bir araya gelişin ardından tam tersine erkek, kadına seçtiği köşeyi gün yüze çıkarır. Kadının fark etmediği ise sorunlarını unutması, kadından beklenen durumların kadınlığın toplum tarafından oluşturulan bilincinde olması ve bu dişiselliğe sahip çıkmayacağı anlamına gelen genel-geçer düşünceyi kabul etmesiyle başlar.
Sosyal yaşam içerisinde kadın ve erkeğin bir araya gelmesi, yaratılış olarak birbirine benzeyen kadın ve kadının bir araya gelmesi ve son halka olan kadın ve çocuğun ortaya çıkışı birçok 'kim' ve 'soruna' haliyle gebe kalacak demektir. Bu bölümde ilk önce erkek ile sorununa giriş yapacağız. Fakat öncelikle baktığımızda kadının sorunları kendi ile başlamaktadır. Bunu önceki yazıda kimlikleşme süreci olarak belirtmiştik. Varlığını eksik olarak tanımlaması, kendisi yarım olarak kabul etmesine sebep olmuştur. Bedenin, ruhunun varlıklar içerisinde eksik olduğunu düşünen kadın, sorunlarıyla ilk önce kendini baş başa bırakır. Maslow'un ihtiyaç tablosunda en üst bölümdeki kendini tamamlamayı sağlayamamaktadır. Verilen eğitim ve görgü kurallarının kız ve erkeğe göre değişiklik sağlaması da bunda etkilidir. Burada bir parantez açarak tarihteki büyüklüğü, kutsallığı anlatılırken kadın neden hala ezik ve eksik olmaya devam etmedir? Sorunun cevabı bana kalırsa; süslü anlatımlarla onun durumu düzeltilemez. Anlatımlar var olan durumu ortaya koyamaz. Erkeklerde cinseyetçi tablo oluşturma, erkeklere ailenin geçimini sağlamak için “avcılık”; kadınlar ise çarşı-pazarda “toplayıcılık” rollerini vererek, sonuca varmadan sadece bağ kurmak için yapılan konuşmalar ile onu amaçsız kabul etmek, kadın için sorunların en büyüğüdür. Kadın tabiatı denilen çerçevenin kaynakları bunlardır. Böylece “Kadının hayatı gerçekten çok zorlaşacaktır.” (1) Zorlaşan durumlarda yeni kaoslara neden olacaktır.
Doğanın ona bu işlevleri verdiğini kabul ettiren erkek, çocukluğunda da cinsine verilen özellik olarak kadın ile yarışmayı bırakmaktadır. Bir rekabet ortamında 33
GENCAY kadının kaybedeceğini onun duygusal olmasına bağlayarak, ezici bir iktidarlığa oturmaktadır. Kadınlar çevresel ayrıntılara takılıp kaldıkları için sonuca ulaşmaları zaman almaktadır. Erkek için bu zaman kaybı anlamını taşımaktadır. Sorun ve kadın tanımlarının birlikte kullanılması da bana kalırsa bu sebepledir.
olarak bağımsızlarının kısıtlı olmasını, sorunlara sahip olmasını sağlar. ( Arber, 1999). Zamanın çoğunu dışarıda, sokakta geçiren erkek bunu bir kimlik olarak kendine yapıştırmıştır. Diğer günlerinde de aynı şekilde tehlike ve güç gerektiren işlerin kendinde olduğu kabullenmesi ile evine gelmektedir. Kadın ise ilişki kuran görevini uygun görülmektedir. Bu atalardan günümüze geçmiş bir mirastır. İnsanlığın özü de bu kodlar mevcuttur. Bu kodlar kadının sorun yaratmasını sağlamaktadır.
Kadın ayrıntılar ile sonucu elde etmek isterken erkek hafızasını düz bir şekilde harekete geçirerek sonuca ulaşır. Normalde ayrıntı algılama süreci ile ilişkilidir. Zaten ortalama olarak kadınların algılama hızı daha yüksektir. Kadınların renkleri ve renk farklılıklarını algılamaları ve periferik görüşleri erkeklerinkinden güçlüdür. Erkekler ise çevreyi fark etmek yerine, hedefin yönünü ve daha uzak mesafeleri iyi görürler. Bu yüzden erkekler evde aradıkları nesneleri bulamazlar, buzdolabında baktıkları şeyleri göremezler. (Rahman Q, Wilson )
Cebirsel bir anlatımla, “sorun yaratma” gibi bir denklem içine birden fazla değişken koyarsanız, sonsuz sayıda çözüm bulursanız, hepsi de geçerli çözüm olur ama tekil olarak hiçbir çözüm de mutlak çözüm olmaz. İşte kadınlar birden fazla bilinmeyeni olan bir denklem içinde mükemmel çözüm arayanlardır. Çözümü ararken de erkekler sayesinde yeni sorunlar ortaya çıkarırlar.
Sonuç olarak düşünce olarak her kalıpta yer alan kesim, kadınla ilgili soruları sarpa sardırmaktadır. Öyle ki; kadın ya da kadınlıktan konuşmak ataerkil önyargıların yinelenmesinden ibarettir. Aterkil yorumlamalar kadının ortalama
KAYNAKLAR (1) Felsefe ve Kadın; Zor Bir İlişki, Fatmagül Berktay, Cogito 6-7, Kış, Bahar 1998, “Şiddet” Sayısı
34
GENCAY
35
GENCAY
NÜKLEER ENERJİ SANTRALLERİ VE TÜRKİYE Fatma Özge ÖZDEMİR Geçtiğimiz günlerde gazetelerde yer alan, Sinop’ta yapımı planlanan ikinci nükleer santral haberleri eminim ki hepinizin dikkatini çekmiştir. 20-22 milyar dolar toplam yatırım tutarına sahip, 4 üniteden oluşacak olan santralin kurulum gücünün yaklaşık 4500-5000 megawatt arasında olması öngörülüyor. Ancak bu nükleer santrali inşa edecek konsorsiyumda Japan Mitsubishi Heavy Industries Ltd., Itochu Corporation Fransız GDF Suez bulunuyor.
Dünyanın enerji ihtiyacının her geçen gün, bir önceki güne nazaran artması insanoğlunu başka enerji kaynakları üretmeye ve bu kaynakların fazla enerji üretmesini talep etmeye itmiştir. Bu yüzden enerji fiyatları sürekli artan bir seyir izlemiştir. Kömürle başlayıp, petrol ve doğalgazın birbirini takip etmesiyle, bu üç fosil yakıtın dünyanın toplam enerji tüketiminin %80-85’ini sağlamaya başlamıştır. Ancak küresel iklim değişikliği problemi ve bu süreç basında Kyoto Protokolü’nün ülkemiz tarafından imzalanmış olması fosil yakıtlardan uzaklaşma gereğini ortaya çıkarmıştır.
Bu konsorsiyum, Türkiye’ye Atmea tipi reaktör öneriyor. Bu reaktörde Mutsubishi Heavy Industries ve Areva’nın ortaklığında Fransa’da(!) kurulu Atmea Şirketi tarafından üretilecektir. Nükleer santralin ülkemiz için ne kadar yararlı olacağı vurgulanan sözlerde ve yapılan anlaşmalarda kendini gösterirken; ülkemize kurulacak olan nükleer santralin neden Japonlar ve Fransız-Japon konsorsiyumu tarafından kurulacağı kafalarda soru işaretleri oluşturmaktadır. Dünyada işlerimizi kolaylaştırmak için her gün işleyen makinalar vardır. Bu makinaların sürekli işlemesi için enerji gerekmektedir. Bu durum enerjiye olan bağımlılığı daha da arttırmaktadır. 19. YY sanayi devrimi kömürle, 20. YY teknoloji devrimiyse petrolle, gerçekleşmiş ve 21. YY’da nükleer enerjiler kullanılmaya başlanmıştır.
Değişik kaynak arayışı içine giren enerji piyasası yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelip, sera gazı salınımını azaltmanın yollarını bulduğunu düşünürken, yenilenebilir enerjinin sağlıklı fakat enerji bakımından yetersiz olduğu fark edilince daha fazla endişeli bir enerji piyasasıyla karşı karşıya kalınmıştır. Enerji, çağdaş toplumların hava, su kadar değerli bir hammaddesidir. Yenilenebilir enerjinin geliştirilip, depolanması daha olanaklı hale getirilinceye kadar, aradaki enerji ihtiyacını fosil yakıtlardan da sağlayamayan sektör, enerji ihtiyacını daha yoğun kaynaklarla desteklemek istemiş ve nükleer enerji bu fikirlerle ortaya çıkmıştır.
36
GENCAY Kamuoyunun gözünde nükleer reaktörler atom bombalarıyla özdeşleştirilmeye, radyasyon riski de abartılarak, görünmez bir tehdit olması nedeniyle sorun olarak algılanmaya başlanmıştır. Bu yüzden nükleer enerji teknik bir konu olmasından ziyade siyasi bir rant aracı haline gelmiştir. Peki, nedir bu nükleer santraller hiç düşündük mü? Bizlere yararı ya da zararı var mıdır? Yoksa nükleer santrallerle alakalı tek bildiğimiz şey Çernobil faciası ya da Three Mill Island nükleer kazaları mıdır? Nükleer Enerji Nedir ve Enerjilerin İşleyişi Nasıldır?
radyoaktiftir ve radyasyon yayar. Bu nedenle nükleer santraller, açığa çıkan bu radyoaktif maddelerin ve radyasyonun, normal çalışma ve kaza durumunda reaktör ve santralin dışarı çıkmamasını ve çevreden yalıtılarak muhafaza edilmesini sağlamak üzere ‘’Derinliğine Savunma’’ ilkesine dayandırılarak tasarlanır. Derinliğine savunma, nükleer santrallerde kazaları ve eğer kaza gerçekleşirse kaza sonucu radyoaktif salınımı önlemek için alınan tedbirlerin ve analizlerin bütünüdür. Bu derinliğine savunma ilkesi, radyoaktif salınıma karşı beş fiziksel bariyerin tasarımda yer almasını sağlamıştır. Bu bariyerler nükleer yakıt tanklarının korunmasında görevlidir ve daha sağlıklı çalışmasını sağlar.
Nükleer
Ağır atom çekirdeklerinin nötronlarla bombardımanı sonucunda çekirdekler parçalanır ve fisyon ürünleri ile 2 veya 3 adet nötron elektron volt(eV) düzeyinde bir enerji açığa çıkarır. Gerçekleşen bu tepkimeye ‘’fisyon tepkimesi’’ ve tepkime sonucunda elde edilen enerjiye de ‘’nükleer enerji’’ adı verilir.
Nükleer enerji santralleri işleyişi de termik santral işleyişine benzer bir metottur. Termik santrallerde kömür yakılarak su kaynatılır ve elde edilen buhar gücü bir türbini döndürür. Dönen türbin elektrik üretir. Nükleer enerji santrallerinde ise, gerekli ısı atomların bir reaktörde bölünmesiyle üretilir.
Nükleer reaktörlerde bu şekilde işleyen sistem, ortaya çıkan nötronların kontrollü bir şekilde tekrar fisyon tepkimesine girmesine neden olarak, ortaya zincirleme bir tepkime çıkarmaktadır. Bu şekilde nükleer enerjinin sürekliliği sağlanmaktadır. Elde edilen nükleer enerji, ısı enerjisine dönüştürülerek, buhar üreticisiyle ikincil çevrime aktarılarak yoğuşturucu ve pompa ekipmanları sayesinde türbin sisteminde kinetik enerjiye ve daha sonra da jeneratör sisteminde elektrik enerjisine dönüştürülür. Reaktör içinde meydana gelen kontrollü fisyon tepkimeleri sonucunda açığa çıkan fisyon ürünleri
Nükleer Etkiler?
Santraller
Çevreyi
Nasıl
Ülkemiz enerjide dışa bağımlı (bırakılan) bir ülkedir. Bu yüzden nükleer santraller nerji konusunda cazipmiş gibi gösterilmektedir. Fakat; her enerjinin kendine göre avantajları ve dezavantajları vardır. Örneğin; fosil yakıtlar yüksek enerji sağlarken, büyük ölçüde çevre kirliliğine sebep olur. Yenilenebilir enerji kaynakları ise, çevre dostu bir enerji politikası gösterirken, istenilen düzeyin çok altında bir enerji sağlamaktadırlar. Bu 37
GENCAY nedenlerden dolayı nükleer enerji santralleri cazip bir hal almaktadır.
bulunan ‘’Turkey Point’’ nükleer güç santralinin soğutma suyunda timsah yetiştirilmektedir. Ayrıca nükleer enerji sera gazı salınımına en iyi çözümdür. Bu nedenle iklim değişikliğine sebep olan atmosferdeki sera gazı salınımının azaltılmasında büyük rolü vardır. Uzun vadede küresel ısınmaya en iyi çözüm olarak gösterilmektedir.
Nükleer santraller, karbondioksit, sülfürdioksit ve nitrojen oksit gibi çevreye zararlı gazları havaya vermemektedir. Uranyum’ a dayalı bir sistem olmasından dolayı uranyum tanınması, zenginleştirilmesi sırasında bazı salınımlar olabilir. Fakat bu salınımlar temik santrallerdeki kadar fazla değildir ve çevreye aşırı zarar veren gazları da içermemektedir.
Kamuoyunun gözünde nükleer santraller atom bombalarıyla eş değerde tutulmaktadır. Radyasyon riskide abartılarak görünmez bir tehdit olarak algılanmaktadır. Fakat; termik santrale yakın yaşayan bir kişi kömür içerisinde doğal bulunan radyoaktif elementlerin duman ve kül olarak etrafa yayılmasıyla, nükleer santrale yakın yaşayan bir kişiye göre 3kat daha fazla radyasyona maruz kalmaktadır. Bu yüzden nükleer enerji teknik bir konu olmaktan ziyade siyasi bir rant aracı haline gelmiştir.
Nükleer santrallerde buhar üretmek ve soğutmak için su kullanılır. Göl ve nehirlerden alınan sular neticesinde, suyun alındığı bölgedeki balıklar ve diğer sucul canlılar olumsuz etkilenir ve çevrenin faunasının, florasının değişmesine neden olurlar. Nükleer santraller hayvan ve bitkilerin doğal yaşam alanlarını yok ederler. Herhangi bir toprağa karışımı neticesinde toprağın yeniden kullanımını engellerler. Ağır metaller ve tuzlar nükleer santrallerin kullanım alanlarında çok fazla birikime sebep olmaktadırlar. Fakat; kullanılmış nükleer yakıtlar petrol ya da doğalgaz gibi değildir. Yeniden işlenip, enerji üretimi için tekrar kullanılmaktadır. Bu da çevresel ve ekonomik olarak bir avantajdır.
Sonuç olarak; enerji verilerine bakıldığında nükleer enerjinin çevreye verdiği zarar minimum değerdedir. Fakat; nükleer enerji iki tarafı keskin bir bıçak gibidir. Günümüzde enerji kapsamından çok siyasi bir alanda ilgileri üstüne çeken nükleer enerji, şu anda nükleer enerji programımızın güvenliğini ellerin insafına sığınmamıza sebep olmuşlardır. Japonya’dan gelen abiler ise; insafına sığındığımız ve canımızı, malımızı insaflarına bıraktığımız birer araç olmaktan öteye geçememişlerdir.
Dünyada pek çok tarım ülkesi nükleer santrallerden faydalanmaktadır. Örneğin; ABD’de yer alan Kalifornia eyaletinde
38
GENCAY
DİLERİM BİR GÜN DİVAN KURULURSA Hüseyin Kürşat GEZE
"Dilerim bir gün divan kurulursa; Haksıza karşı susmaz dilim olsun.. Kim Türk'e hesapsız kin güdüyorsa Eceline vesile elim olsun !!..
Bu düzeni bozanla hesabım var Bu savaş sürecek mahşere kadar Önüme engel koysalar da duvar Tek ALLAH'a ulaşan yolum olsun
Şehidin başında ana ağlatan Ecdadımın kemiğini sızlatan Ben sağ iken değil toprak bir Vatan Taşı dahi koruyan halim olsun
Ecdadımın sözüdür her ne dersem Sözümle vursunlar eğer dönersem Olur da ansızın ölür gidersem Ardımdan gelecek bin delim olsun !.
Kim ölmez ki bu son ülkü uğruna Kaç can düşmez ihanetin bağrına Sen buyruk ver, biz gelelim çağrına DEVLET, başıma Yavuz Selim olsun..."
39
GENCAY
GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN
40
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.