www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 2 Sayı 23 - Aralık 2013 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com
KUT'LU BİR GÖREVİN ADAMI: ATSIZ BEĞ / Ahmet KANBUR ATSIZ’IN ARMAĞANI: AŞIKPAŞAOĞLU TARİHİ / Çağhan SARI TÜRKÇÜ DİNDAR OLAMAZ MI? / Vural Egemen SARIGÖZ BATI TRAKYA TÜRKLERİ VE SADIK AHMET ÜZERİNE NOTLAR / Abdullah KILAVUZ MAĞUSA LİMANI / Bülent ERDİL DEĞİŞİM / Selim UYSAL GÜNÜMÜZ TÜRK DÜŞÜNCESİNDE "BATI PROBLEMİ" / Haluk DOĞAN NATURA 2000 VE TÜRKİYE - 1 / Fatma Özge ÖZDEMİR CEMAAT HÜKÜMET KAMPLAŞMASINA TARAF ULUSALCI TUTUM / Sertaç EKEMEN KUTADGU BİLİG IŞIĞINDA YÖNETİCİ ALGISI / Hicran KIZIL
GENCAY
KUT'LU BİR GÖREVİN ADAMI: ATSIZ BEĞ Ahmet KANBUR Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir,
yayılan milliyetçilik akımı ile daha da ayyuka çıkan bu anlayış, beraberinde getireceği felaketin habercisi gibiydi. Almanya ve İngiltere'nin öncülüğüyle başlayan bu kaynak paylaşımı dünyayı ikiye bölmüştü. İttifak ve İtilaf adında oluşan iki ayrı gruba dünyadan çok sayıda devlet katılıyor; katılacakları grubu ise güçlü gördükleri ve kazanma ihtimalinin yüksek olduğuna inandıkları devletlerin yanında yer alarak belirliyorlardı. Zira İtalya, harbin başında İttifak grubunda yer alıyorken bir yıl gibi kısa bir süre sonra daha güçlü olduğu inancıyla İtilaf grubundaki yerini almıştı. Bu örnek, güç paylaşımının ne kadar keskin bir şekilde yapıldığının önemli bir kanıtı olarak hafızalarımızdaki yerini çoktan alıyordu.
Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmektir. Ölmezliği emektir,
düşünmek
Kahramanlık; dönmemektir.
saldırıp
boşuna bir
bir daha
Bu iki karşıt kutup böylesi bir keskinlikle mücadeleye başlarken belki de bu mücadelenin en bahtsız devleti olan Osmanlı Devleti, İttifak grubundaki yerini belirliyordu. Hem o ana kadar kaybettiği toprakları geri alma isteği hem de İttihat ve Terakki'nin başında bulunan Enver Paşa ile ittihatçı subayların Almanya'nın harbi kazanacağı inancını taşıması, Osmanlı Devleti'nin savaşa girmesinin başlıca sebeplerindendi.
Bu yazıyı, Türk tarihinin tanıklık ettiği en büyük fikir adamlarından ATSIZ BEĞ'i ebedi âleme göçünün 38. yıl dönümünde saygıyla anmak ve Türk tarihi huzurunda sergilemiş olduğu kutsal görevi anlatmak adına kaleme alıyoruz. Ruhu şad, mekanı uçmağ olsun...
İki taarruz ve dört savunma cephesi olmak üzere toplam altı cephede mücadele eden Osmanlı Devleti, Çanakkale ve Kafkas cepheleri dışında bütün cephelerde yenilgiye uğramış ve işin hazin tarafı Suriye - Filistin, Hicaz - Yemen ve Irak
1) BİRİNCİ DÜNYA HARBİ Yıl 1914... Birinci Dünya Harbi başlamak üzereydi. Sömürgecilik ve buna bağlı olarak hammadde elde etme isteği adeta dünyayı birbirine düşürmüştü. Fransa'dan 1
GENCAY cephelerinde İngilizlerin kışkırttıkları Araplar yüzünden bu cepheleri kaybetmiştir. Yıllarca aynı bayrak altında yaşayıp aynı amaç uğruna mücadele edilen Arap topluluğundan böylesi bir ihanet hareketinin gelmesi; "Türk'ün Türk'ten Başka Dostu Yoktur!" sözünü bir kere daha doğruladığı için Türk Milleti’nin ebediyete kadar taşıyacağı bir gurur nişanesi olarak göğsündeki yerini almıştır. -ATSIZ BEĞ de bu hareketi hiçbir zaman içine sindirememiş ve ölüm anına kadar bu acı gerçeği haykırmaktan geri durmamıştır. Yazının ATSIZ BEĞ ile ilgili kısmında bu konuyu daha da detaylı olarak ele alacağız.-
geçmeden toprak paylaşımına geçmiş ve Osmanlı Devleti’nin elinde kalan son toprak parçasını, Anadolu'yu da bölge bölge işgal etmişti. Adeta umutların tükendiği, çaresizliğin baş gösterdiği bir zamandı. Millet açlık ve sefaletle terbiye olur hale gelmişti. Bu sebeple mandacılığı kabul etmek isteyenlerin sayısı gittikçe artıyordu. Ta ki 1919'un 19 Mayıs'ına kadar... Atatürk ve silah arkadaşları Türk Milletinin düşürüldüğü bu dar boğazdan çıkması gerektiği inancıyla Samsun'da Milli mücadeleyi başlatıyor ve yeni bir Türk mucizesinin temellerini atıyordu. Orta Asya'dan Anadolu'ya, Avrupa'dan Afrika'ya kadar uzanan bu Kut'lu mücadelenin bitmediğini, aksine kaldığı yerden tüm hızıyla devam ettiğini bütün cihana ilan ediyordu. Hangi şart ve koşulda olunursa olunsun " Manda ve Himaye " kabul edilemezdi. Erzurum ve Sivas Kongreleriyle alevlenen bu - diriliş meşalesi - Türk milletinin yolunu aydınlatıyor, Sakarya'da düşmanın boğazına ilmek ilmek düğümleniyordu. 30 Ağustos günü tarih bir kere daha tekerrür ediyor; 1071'de Anadolu'nun kapılarının Türklere açıldığı gün, bu toprakların ilelebet Türk yurdu olarak kalacağı dağa taşa kazınıyordu. Tarihinde hiçbir millete boyun bükmemiş Türkler bu konuda ne denli kararlı olduklarını ispatlıyorlardı.
Birinci Dünya Harbi sona erdiğinde takvimler 1918 yılını gösteriyordu. Dört yıl süren savaşın ardından bütün dünyada on milyonun üzerinde insan hayatını kaybetmiş ve neredeyse bir o kadar insan da yaralanmıştı. Harbin sonunda Osmanlı Devleti'nin varlığı fiilen sona ermiş ve yaklaşık yedi asır dünyaya nizam veren bu ulu çınar tarihin tozlu sayfalarında adeta kaybolup gitmişti. Bütün bu gelişmeler Türk Milleti için her şeyin bittiği görüşünü ortaya çıkarsa da bu durumun aksine milli bir dirilişin habercisi olacağı çok geçmeden anlaşılacaktı. Ayrıca harp sonrası "sömürgeciliğin" yerini alan "mandacılık", Türk kurtuluş mücadelecisinin anahtar kelimesi haline gelecekti.
Şüphesiz zor şartlar altında verilen mücadelenin sonunda elde edilen bu zafer, yeni bir anlayışın ilk adımıydı. İslamcılık, Osmanlıcılık ve Batıcılık fikirlerinin dışında gelişen bu yeni anlayışın adı "Milliyetçilik" idi. Akçuralı Yusuf'un kaleminden çıkan "Üç Tarz-ı Siyaset" isimli inceleme yazısı, Milliyetçilik fikrinin diğer
2) TÜRK KURTULUŞ SAVAŞI VE YENİ CUMHURİYET Birinci Dünya Harbi sonrası Osmanlı Devleti'nin fiilen parçalanmış olması, onu Avrupalı devletler karşısında kolay lokma haline getirmişti. Anadolu'nun coğrafi öneminin farkında olan batı, çok 2
GENCAY fikir sistemlerinden daha makul olduğunu ve diğer fikir sistemleriyle artık ilerleme kaydedilemeceğini bildiriyordu. Atatürk başta olmak üzere birçok önemli ismin benimsediği bu düşünce, şüphesiz ATSIZ BEĞ'in de ilgisini çekmişti. Bu amaçla ilk olarak Ankara'da milli bir meclis kuruldu (TBMM). Meclisin açılmasının hemen ardından her alanda milli olgunun işleneceği Cumhuriyet ilan edildi. Artık her uygulama milli esaslar çerçevesinde yapılıyordu. Benimsenen ilkeler ve oluşturulan inkılâplar tamamen Türk Milliyetçiliği temelli idi.
imanın yıkılmak bilmeyen bir kale olduğunu biliyorlardı. Zeki Velidi TOGAN, Fuat KÖPRÜLÜ, Fethi TEVETOĞLU, Orhan Şaik GÖKYAY, Nihat Sami BANARLI ve ATSIZ BEĞ bu isimlerden sadece bazılarıydı...
Bu gelişmelerin yaşandığı yıllarda ATSIZ BEĞ 20'li yaşların henüz başındaydı. Osmanlı Devlet'inin yıkılışı ve yeni kurulan Milli Cumhuriyet sonrası oluşan milli irade ile onun çizeceği yol paralel olarak şekillenecekti. Nihayet inkılâplar bir bir gerçekleşiyor; kısa zamanda inanılması güç gelişmeler kaydediliyordu. Ekonomik alandan siyasi alana, sosyal alandan askeri alana kadar her bir olgu Türk Milliyetçiliği üzerine inşa ediliyordu. Bu amaçlarla kurulan Türk Dil ve Türk Tarih Kurumu, İzmir'de yapılan İktisat Kongresi ve Cumhuriyet'in altı temel ilkesi önemli örneklerden sadece bazılarıydı. Böylesi bir milli şuurla kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti Devlet'i, kısa sürede dünyanın gıpta ile izlediği bir hale gelmişti.
3) ATSIZ BEĞ'İN HAYATI VE KİŞİLİĞİ 1905 yılında dünyaya gelen ATSIZ BEĞ, Gümüşhane'nin Torul ilçesi nüfusuna kayıtlıdır. Baba tarafından asker kökenli bir aileden gelen ATSIZ BEĞ, bu geleneği devam ettirerek ilk ve orta öğretim eğitiminin ardından yüksek öğrenimi için Askeri Tıbbiye'ye girmiştir. Derslerinde başarılı bir öğrenci olmasının yanı sıra, dürüst kişiliği ile de örnek bir öğrencidir. Daha o yıllarda içini bir kor gibi kaplayan ülkü ateşiyle yanıp tutuşmaktadır. Yıllar birbirini olanca hızıyla takip ederken ATSIZ BEĞ, Türkçülük fikrini bütün benliğinde yaşamaya ve yaşatmaya başlamıştır. Bu konuda önemli fikir
Ta ki Gazi Paşa hayata gözlerini yumana kadar… Takvim 1938 yılının 10 Kasım'ını gösterdiğinde, bütün bu değerlerin banisi yüce ATATÜRK artık aramızda yoktu. Ancak kurmuş olduğu milli devlet ilelebet devamını sürdürecekti. Hem kendisi hem de geride kalan Türk milliyetçileri, bu 3
GENCAY adamlarını takip eden ATSIZ BEĞ, onların fikirlerinin üzerine kendi fikirlerini ekleyerek geleceğin fikri temelini oluşturmaya başlamıştır. Türkçülük fikrinin en önemli yapı taşlarından biri olan Ziya GÖKALP vefat ettiğinde ATSIZ BEĞ, Askeri Tıbbiye 3. Sınıf öğrencisidir. Öyle ki Ziya Gökalp’ın cenaze töreninin yapıldığı günün gecesi, Türkçülük fikrine karşı öğrencilerle kavga ettiği ve daha sonrasında ise aralarında bir takım problemler geçen Arap asıllı Bağdatlı Mesut Süreyya Efendi adlı bir mülazım (teğmen)'a selam vermediği gerekçesi ile 4 Mart 1925 tarihinde 3. sınıf talebesiyken Askeri Tıbbiye'den çıkarılmıştır yani, ülküsü geleceğinden daha önemli bir hale gelmiştir. Yeniden üniversiteye girmek için girişimlerde bulunan ATSIZ BEĞ, İstanbul Dârülfünûn’un Edebiyat Fakültesi’nin "Edebiyat Bölümü"ne kaydolmuştur. Burada yaptığı başarılı çalışmalarla beğeni toplayan ATSIZ BEĞ, arkadaşı Ahmet Naci ile birlikte hazırladığı 'Anadolu'da Türklere Ait Yer İsimleri' adlı makalenin Türkiyat Mecmuası’nın ikinci cildinde yayınlanması ile hocası olan Mehmet Fuat Köprülü' nün dikkatini çekmeyi başarmıştır. Mezuniyetinden sonra Edebiyat Fakültesi Dekanı olan hocası Prof. Dr. Mehmet Fuat Köprülü, Maarif Vekâleti’nde Atsız için girişimde bulunarak kendisine asistan olmasını sağlamıştır.
vasiyetnamesini yazmıştır. Günümüzde yaşadığımız temel problemlere baktıkça aslında ATSIZ BEĞ'in ne kadar önemli tespitler yaptığını daha derinden anlama şansına nail olabiliyoruz. Çünkü onun 1940'larda yazdığı bu vasiyetname, şuan içerisinde bulunduğumuz önemli bir beka sorununun bizlere o dönemden aktarılmasıdır. 1931'de başladığı yayın hayatında ilk olarak ATSIZ MECMUA'yı çıkarmış daha sonra ise Ötüken, Orhun, Orkun dergilerinde Türkçülük fikriyatını işleyen yazılar yayımlamıştır. Onun hangi yazısını incelersek inceleyelim temelinde Türkçülük fikriyatının olduğunu görürüz. Hatta o kadar kararlı bir duruş içerisindedir ki dönemin Başbakan'ı Şükrü Saraçoğlu'na Orhun Dergisi'nden gönderdiği açık mektupta, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve bakanlıktaki birkaç önemli görevlinin Marksist faaliyetlerde bulunduklarını ve Milli Eğitim Bakanı'nın "komünistleri kolladığını" ileri sürerek devrin Millî Eğitim Bakanı olan Hasan Âli Yücel'i istifaya çağırmıştır (Bkz. Orhun, sayı-16, Nisan 1944 ). Görüldüğü üzere inandığı değerler karşısında hiçbir gücü tanımayacak ve fikirlerinde hep sabit bir çizgi izleyecek kadar önemli bir ülkücüdür. 1944 yılında yaşanılan bir başka olayda Türkçülük - Turancılık davasıdır. İçlerinde rahmetli Başbuğ Alparslan Türkeş'in de bulunduğu otuz dört arkadaşı ile yargılanan ATSIZ BEĞ, yaklaşık 6 ay süren mahkemenin sonunda 6.5 yıl hapse çarptırılmış daha sonra bu ceza Askeri Yargıtay tarafından bozulmuştur. Bu dava yıllar sonra Türk Milliyetçiliği için dönüm noktası haline gelecektir. Kendisini böyle
ATSIZ BEĞ, iki kez evlilik yaşamış ve ikinci evliliğinden Yağmur ve Buğra adında iki erkek evlat dünyaya gelmiştir. Türkçülük ülküsünden hiçbir suretle taviz vermeyen ATSIZ BEĞ, bu anlayışını ailesine karşı da sürdürmüş ve büyük oğlu Yağmur'a; onu tanıyan hemen herkesin bildiği meşhur 4
GENCAY çileli bir hayatın içerisinde bulmuş fakat ne olursa olsun vazgeçmemeyi kendisine görev bilmişti ATSIZ BEĞ. Daha sonra Süleymaniye kütüphanesinde uzman olarak görev yapmış ve bir kez görevden ayrıldıktan sonra tekrar bu göreve gelip kütüphaneden emekli olmuştur.
Ona göre tek hedef Turan (Bütün Türkleri bir bayrak altında toplamak) dır. Çünkü bu inanç daha önce gerçekleşmiştir ve günümüzde de gerçekleşmesi için hiçbir engel yoktur. Bu ülküsünü destekler bir örnek vermek gerekirse; Ziya GÖKALP BEĞ'in:
Hayatının hiçbir döneminde ne paraya ne de güce tenezzül eden ATSIZ BEĞ, sıkıntılı olduğu dönemlerde dahi fikirlerinden vazgeçmemiş; sırf geçimini sağlamak için yazdığı kitapları satmış ama kalemini ve ideallerini satmamıştır ve nihayet her faninin karşılaştığı ölümle o da karşılaşmış ve 1975'in Aralık ayının 11’inde uçmağa varmıştır.
"BÜTÜN TÜRKLER BİR KATILMAYAN KAÇAKTIR;
ORDU,
YASAMIZDA YAZILI, HARBDEN KAÇAN ALÇAKDIR." beyitini dergilerinde sık sık tekrarlamış ve kapak yapmıştır. Birinci Dünya Harbi ve Milli Mücadele döneminde özellikle Türk Milletinin karşılaştığı ihanetleri görme şansı bulan ATSIZ BEĞ, aynı sıkıntıların tekrar etmemesi için milli eğitim sisteminin önemini sürekli vurgulamıştır. Hatta devlet dâhilinde görevlendirilecek önemli kişilerin Türk olması gerektiğini söylemiştir. Bu duruma gerekçe olarak da başka milletten bir yüksek kademe devlet memurunun sıkıştığında kendi istikbalini düşünebileceğini fakat asil kandan bir Türk için milletin ve devletin her şeyden üstün olduğunu savunur. Tanrı Kut Mete'nin bu konudaki kıstasını hemen hepimiz biliriz. "Atımı, avradımı ve silahımı veririm ancak toprağımı veremem. Çünkü toprak benim değil milletimindir." der. Aynı düşüncenin gerçekleşmesi ATSIZ BEĞ'in de hayalidir. Türkçülük fikriyatının öncü isimlerinden Ziya GÖKALP BEĞ'in uçmağa varışından sonra, kendi dönemi içindeki fikriyat sahiplerinden en önemlisi haline gelen ATSIZ BEĞ adeta bir millete unutturulmuş tarihini yeniden hatırlatmıştır. Onun müthiş gayretiyle Türk tarihinin İslamiyet öncesi devirlerini yakından tanıma imkânını bulduk. Kendi özümüzün, bizi biz
4) ATSIZ BEĞ'İN KENDİNE YÜKLEDİĞİ KUTSAL GÖREV Hayatının her döneminde Türkçü kalabilmeyi başaran ATSIZ BEĞ, bu şekilde birçok neslin sembolü haline gelmiştir. 5
GENCAY yapan değerlerin farkına vardık. ATSIZ BEĞ, her ne kadar onurlu bir mücadele vermiş olsa da hak etmediği çok sayıda eleştiri ile karşı karşıya kalmıştır. İslamiyet öncesi Türk tarihine karşı aşırı ilgisi olduğu için birçok kez din düşmanlığı ile suçlanmıştır. Bu kati suretle yanlıştır; zira ATSIZ BEĞ, yalnızca Türk tarihini İslamiyet'in kabulü ile başlatmak isteyenlere karşı çıkmıştır ve her seferinde bu düşüncenin milli bir cinayet olduğunu savunmuştur. Bunun yanında Birinci Dünya Harbi sonrasında Araplara karşı takındığı tavır - ki kesinlikle haklı - bu düşüncenin oluşmasında rol oynamıştır. İslam dinine karşı da son derece saygılıdır hatta pek sevmediği bilinen ve tamamen zıt düşüncelere sahip olan Necip Fazıl ile aralarında geçen şu mülakat, bu gerçeği bir kez daha göstermektedir:
Bu görevi kendisine hiç kimse vermemiştir. Görevden vazife çıkararak elini taşın altına sokmuş; çileli bir yaşam pahasına bu görevi üstlenmiştir. Şüphesiz bu milli olguyu genç dimağlara makalelerinden ve şiirlerinden çok romanlarıyla anlatmış ve sevdirmiştir. Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor, bir tarihi gerçekliği bizlere roman havasında anlatmıştır. Sadece Çin kaynaklarından ulaşabildiğimiz İkinci Göktürk Kağanlığı'nın nasıl ve ne şartlarda kurulduğunu bir roman edasıyla anlatır bizlere. Daha sonra Ruh Adam ile zirveye çıkar; oradaki Selim Pusat karakteri birebir kendisinin tasviridir. Kitap incelenecek olursa kahramanca ordudan atılan bir subayı anlatır ve bu hikâye bile bize milli bir ders niteliğindedir. Ayrıca sinema filmi çekilmeye müsait bir roman olduğu halde neden böyle bir girişimde bulunulmadığı da muammadır. Şiir konusunda da mükemmeli aratmayacak kadar iyidir. Yazının başında verdiğimiz “Kahramanlık” şiiri onun en değerli şiirlerinden bir tanesi olup kişiliğinin en önemli göstergelerindendir.
Necip Fazıl - İslam dini hakkında ne düşünüyorsunuz? ATSIZ BEĞ - Milletimin dinidir; hürmet ederim (Bkz. Bâbıâli / Necip Fazıl Kısakürek). Dolayısıyla böyle bir hürmet sahibi insan herhalde İslam düşmanı olamaz. Hem de bu cümleler birbirini hiç sevmeyen iki insandan biri olan Necip Fazıl'ın kaynağından geliyorsa... Bu keskin ve kararlı duruşu, Türkçülük fikrini savunan insanların onun etrafında toplanmalarını sağlamıştır. Etrafında oluşturduğu bir potansiyel vardır ancak hiçbir zaman kendine bir güç oluşturma hedefi içerisine girmemiştir. Onun tek derdi Türk Milleti ve Türk milletinin geleceğidir. Ziya GÖKALP BEĞ'in belli bir sisteme oturttuğu Türkçülük fikrini genç nesillere ve gelecek kuşaklara benimsetmek, benimsetirken de sevdirmek artık ATSIZ BEĞ'in görevidir.
Görüldüğü gibi ATSIZ BEĞ, hayatının her anında Türkçülük fikrini yaşamış ve yaşatmış, eşsiz bir şahsiyettir. Tek derdi Türk milletinin geleceği, tek kaygısı Türk vatanının geleceği olan bu aziz dava adamı tek başına bir ordu gibi mücadele etmiştir. Komünizm başta olmak üzere, siyasal İslam ve bölücü unsurlara karşı milli değerler ışığında bir savunma mekanizması geliştirmenin gayreti içerisinde olmuştur.
6
GENCAY Peki, onun ebediyete gidişinden sonra bizler ne yaptık? Onun milli davadaki elli senesinin karşılığını ona nasıl verdik? Bu konuda onun vefalı birkaç öğrencisi örnek gösterilebilir. Erol GÜNGÖR, Necmettin HACIEMİNOĞLU, Mustafa KAFALI ve Osman Fikri SERTKAYA bu vefalı isimlerden sadece bazıları… Böylece ATSIZ BEĞ, geleceğin nesillerinin zihnindeki yerini almış ve belki de beklediği tek karşılık olan milli bilincin sağlanması ülküsünü gerçekleştirmiştir.
- Atsız, insanlarla munasebetlerinde, bunlar kendisi ile dost olmasalar da çok zarif, nazik ve samimiydi. Dogru ve açık sozlu oldugu için uslubundaki sertlik tabii kabul edilirdi. Karşısındakini kızdırsa bile, kırıp ezmezdi. Koparıp kaçırmazdı. Bıktırıp bezdirmezdi. Bizce Hoca'nın en muhim hususiyeti, şahsiyetinin tam bir butunluk arz etmesiydi. Ruh, kafa ve fikir yapısında herhangi bir boşluk, eksiklik, yahut çelişki yoktu. Necmettin HACIEMİNOĞLU
5) ATSIZ BEĞ İLE İLGİLİ DÜŞÜNCELER - Nihal Atsız Bey; Turk Milliyetçiligi’ni, belli bir donemin, ozellikle 1938 sonrasının ezilmişliginden kurtaran; "Yeniden Doguş"un onculugunu yapan yigit bir ulkucu. Buyuk heyecanların, "Çetin Yollar"ın, Turk tarihini parçalanmaz bir butun olarak gormeyi ogretmenin temsilcisi ve Turk birliginin "dev" inançlı bekleyicisi. Kimse inkar edemez: Yaşayan Turk Milliyetçileri'nin hemen hepsinde emegi ve yetişmelerinde, unutulmaz payı var.
- Her cumlesi keskin bir kılıçtı. Anlatmak istedigi hiçbir fikri kelimelerin ardında gizlemiyordu. Turkçe'nin en aydınlık ve en engelsiz yolunu bulmuştu. Ahmet Bican ERCİLASUN
- Atsız, Turkçuluk tarihinin Ziya Gokalp'tan sonra ikinci buyuk şahsiyetidir. Buyuk bir samimiyetle inandıgı Turkçuluk ulkusunu, genç yaşlarından son nefesine kadar ısrarla savunmuş, bu ulkunun guçlenip yaygınlaşması için var gucuyle çalışmıştır. Bu şerefli yolda ıstırap çekmiş; haksızlıklara, iftiralara, hucumlara ugramış; zindana atılmış ve işkence gormuştur. Butun bunlara ragmen egilip bukulmemiş, hayatını bir ahlak ve karakter abidesi olarak tamamlamıştır.
Galip ERDEM
- Soyumuzun dogdugu ve dunyaya yayıldıgı Ortaasya'daki, Uzakdogu'daki yani, Anayurt’ta bugun de yukselen Orhun Abideleri'nin yazıldıgı gunlerden zamanımıza ulaşmış, nesillerimize erişmiş Turk Milliyetçiligi’ni, Turkçulugu, şahısların oyuncagı, kuruluşların propaganda aracı olmaktan kurtararak bir "milli mefkûre" hâlinde yukselten ve ebedileştiren, Buyuk Turkçu Atsız olmuştur.
Altan DELİORMAN
- Bir ip düşünün, dosdoğru bir ip... İşte o ATSIZ'dır. İskender ÖKSÜZ
Fethi TEVETOĞLU 7
GENCAY Görüldüğü üzere ATSIZ BEĞ'i önemli fikir adamları dahi yere göğe sığdıramıyor. Elbette ki böylesi bir şahsiyeti anlatmak kolay değil. Bizim bu yazıda eksilttiğimiz mürekkep, onun okyanusundaki zerre dahi olmayabilir. ATSIZ BEĞ'in bir dörtlüğüyle başladığımız yazımızı yine onun bir dörtlüğüyle bitiriyoruz.
KAYNAKÇA - Başvekil Saracoğlu Şükrü’ye İkinci Açık Mektup (21 Mart 1944, Maltepe)’, Orhun, Sayı.16 (1944) - Türk Gençliği Nasıl Yetişmeli?’, Çınaraltı, Sayı.35 (1942) - Türk Tarihine Bakışımız Olmalıdır?’, Çınaraltı, Sayı.1 (1941)
“Gün, senden ışık alsa da bir renge bürünse;
Nasıl
Ay, secde edip çehrene, yerlerde sürünse;
- Yirminci Asırda Türk Meselesi I. Türk Birliği’, Orhun, Sayı.8 (1934)
Her şey nazarımdan,
- Yirminci Asırda Türk Meselesi II. Türk Irkı = Türk Milleti’, Orhun, Sayı.9 (1934)
silinip
kayboluyorken
- Geri Gelen Mektup, Orkun, Sayı.44 (1951) - Bozkurtların Ölümü, İstanbul 1946. Bozkurtlar Diriliyor, İstanbul 1949.
Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse...” TANRI TÜRKÜ YÜCEDİR...
KORUSUN
O
ZATEN
- Ruh Adam, İstanbul 1972.
Ahmet KANBUR
8
GENCAY
ATSIZ’IN ARMAĞANI: AŞIKPAŞAOĞLU TARİHİ Çağhan SARI kuruluşundan 1472 yılına kadar geçen dönemi ele alır. 183 bâb yani, bölümden meydana gelmiştir. Aşıkpaşaoğlu 14001484 yılları arası yaşadığı tahmin edilmektedir ve kendi aktarımına göre Osmanlıların ilk yıllarını, gençliğinde okuduğu Yahşi Fakih'in yazdığı tarih kitabına dayandırmaktadır. Son derece mühim olan bu eseri, bugün araştırmacıların hizmetine sunan isim ise Hüseyin Nihal Atsız'dan başkası değildir. Hüseyin Nihal Atsız, bir dönem Ord. Prof. Dr. Fuat Köprülü'nün asistanlığını yaptıktan sonra üniversiteden ayrılmıştır. Kusursuz Osmanlıca bilgisi ile metodolojiye hâkim olması onun akademide olmayan bir akademisyen olmasını sağlamıştır. Aşıkpaşaoğlu tarihinin Osmanlıca baskısı 1914 senesinde İstanbul Kütüphanesi müdürü tarafından yapılmış idi. Yüzyıllar öncesinden kalma nüshalar ise bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi'ndedir. Hüseyin Nihal Atsız, bu eseri Latin harflerine çevirmek ve okuyucular için yeniden düzenlemek için bir kopya yanına almıştır. Yaptığı çalışmalar sonunda eser 1949 yılında yayınlanmıştır. Bu eseri hazırlarken Süleymaniye Kütüphanesi'nde uzman olarak çalışması muhtemeldir. Ancak asistanlığı döneminden düşündüğü bir çalışma olabilir; çünkü Süleymaniye Kütüphanesi’nde 25 Temmuz itibari ile uzmanlığa başladığını göz önüne alırsak önceden bu çalışma için hazırlık yapmış
Osmanlı Devleti'nin kuruluşuna ait kaynaklar, diğer dönemlerine nazaran bol değildir. Maalesef kuruluş ile ilgili bir kaç anonim Osmanlı Tarihi kronikleri mevcuttur. (Tevarih-i Âli Osman) Müellifin belli olduğu en önemli kaynak ise Aşıkpaşaoğlu Tarihi'dir. Bu eseri kaleme alan Aşıkpaşaoğlu, Osmanlı Devleti'nin 9
GENCAY olabileceğini düşünebiliriz. Bu hususta aydınlatıcı bir malumat olursa sonraki sayılarda okuyucuya aktarmakla mükellefiz.
Aşıkpaşazade'nin ölüm tarihinden sonra yazılan kısımları onun yakınları ya da devamında başka kişiler tarafından eklendiğini belirterek Atsız, hazırlanan kitaptan bu bölümleri çıkarmıştır. Anlam bütünlüğünü ve metin akıcılığını sağlamak için ise bâb sonlarında bozuk aruzla yazılan manzumeleri de çıkarmıştır.
Hüseyin Nihal Atsız'ın hazırladığı Aşıkpaşaoğlu Tarihi 1970 yılında Kültür Bakanlığı 1000 Temel Eser listesine girmiş ve üç baskı yapmıştır. Bugün sahaflarda kolayca bulunabilen bu baskıların haricinde Ötüken Neşriyat'ta 2011'de kitabın tekrar basımını yapmıştır. Kitabın Osmanlı Tarihi için önemine değinmişken kitabın üzerindeki Atsız emeği hakkında malumat verelim. Kitabın önsözünde Nihal Atsız, eserin müellifi hakkında detaylı bilgi vermektedir. Buna göre müellif kaç yaşında iken nerelerde bulunmuş, hangi savaşlara katılmış, Yahşi Fakih'in kroniğini nerede okumuş sorularına yanıt verir. Sonra kitabın bazı bilgileri hakkındaki bilimsel kuşkuyu açıklamıştır. Kitabın müellifi çok geç sayılabilecek bir yaşta kaleme aldığı için bazı tarih ve olayları karıştırabilme yahut unutabilme durumu ile karşı karşıya kaldığını okuyucunun dikkatinden kaçmamasını ister. Sonra el yazması nüshalardaki isim ve tarih farklılıklarının hepsini dipnotla belirtmiş, eserin hicri takvimlerini miladi takvime çevirip parantez içerisinde okuyucuya sunmuştur.
Önsözün sonunda ise 23 Şubat 1970 tarihi vardır. Bu eserin daha sonra Hammer'in Osmanlı Tarihi ile Mehmet Neşrî'nin Kitabı Cihannûma'sına kaynaklık ettiğini vurgulayarak Osmanlı Kuruluşu ile ilgili bugün yazılan akademik eserlerde de ana kaynak olduğunu vurgulamamız gerekmektedir. Atsız, sadece bir fikir ve dava adamı değil, yukarıda belirttiğimiz gibi hayatı, eserleri ile bir akademisyendir. 10
GENCAY
TÜRKÇÜ DİNDAR OLAMAZ MI? Vural Egemen SARIGÖZ İki kavramın tanımını yaptıktan sonra akıllı bir insan için fazla seçenek kalmıyor ve işi kaosa sürüklemek, polemiğe girmek yerine sağduyulu bir şekilde yaklaşmak kalıyor. Amacım Türkçü Dindar ya da Dindar Türkçü gibi bir kavramı ortaya atıp yeni tartışma konuları çıkarmak değildir. Amacım Türkçü olan bir kişinin aynı zamanda dindar olabileceğini anlatıp Türkçülüğün din üzerindeki hakkının, dinin Türkçülük üzerindeki hakkından çok olduğunu beyan etmektir.
Türkçülük ve dindarlık aynı kelime içerisinde kullanıldığında birçok insanı rahatsız eder. ‘’Türkçü olan kişinin bundan rahatsızlığı nedir?’’ sorusuna binaen kaleme aldığımız bu yazı da belki de bu yönünü işlemiş olacağız. Bu yazının birçok yayın organı tarafından sansüre uğrayacağını bildiğim için yazıp yazmama konusunda tereddüte düşmedim değil; ancak oğlum Egehan’ı düşününce en azından onun için yazmalıyım diye tereddütlerimin ipini gevşetip; fikir kısraklarımın Türkçü damarlarımda dörtnala koşmasına müsaade ettim.
Din tek başına bir şey iken önüne Türklük geldiği zaman apayrı bir lezzet olur. Tarihte yalnızca Müslüman olanların zafer kazandığını görenleriniz var mıdır? İslam Devleti kurulmazdan evvel bile millet savaşları yapılmış, millet savaşlarından arta kalan zamanlarda kavimler savaşmıştır.
Türkçülük, Türk Milleti’ni sevmek; Türk Milleti’nin menfaatlerini korumak ve yüce Türk Milleti’ne faydalı olmak demektir.
Yukarıdaki sözümü altını çizerek yeniden dile getirmek istiyorum. ‘’Türkçülüğün din üzerindeki hakkı, dinin Türkçülük üzerindeki hakkından çoktur.’’
Dindarlık, bir kul olarak Tanrı’ya karşı vazifelerini yerine getirmektir. Rahmetli cennet mekân Atsız Ata’nın dediği gibi ‘’Din bir ihtiyaçtır.’’ Din, insanoğlunun manevi ihtiyaçlarını karşılayan, inançlarını yerine getirdiğinde sorumluluklarını yaptığına kanaat getirten, insanın ölümden sonrası için müreffeh olmasını sağlayan bir olgudur.
Bu sözden kastımız şudur; Dindar olmakla, namaz kılmakla, dini vecibeleri yerine getirmekle yalnızca inançlarınızın kaynağı olan maneviyatınıza hizmet etmiş olursunuz. Bu şekilde yaşam tarzınızı biçimlendirir ve inançlarınızın gerektirdiği gibi bir hayat sürmeye 11
GENCAY çalışırsınız. Biraz daha iyi bir insan olursanız, dürüst bir birey, ahlaklı bir fert olursanız etrafındaki insanlara karşıda sorumluluklarını yerine getirmiş olursunuz.
‘’Milliyetçileri din düşmanı gibi göstermeliyiz.’’ şeklinde bir ifade yer alıyordu. Bu emellere alet olmamak için yapılması gerekenler basittir. Türkçülük fikrine dört elle sarılacağız ve dini Türkçülük fikrinin eksenine dâhil ederek korumaya gayret edeceğiz. Kimilerinin ‘’Allah mı, Tanrı mı?’’ tartışmalarına girdiğini görürsünüz. Dinde Tanrı demenin sakıncası yoktur; fakat milli bir değer olan Gök Tengri’den gelen bir değere sahip çıkmaz isek Türkçülük fikri zarar görebilir. Bu demek değildir ki Tanrı demek doğru Allah demek yanlıştır. Neden böyle bir kavram kargaşasının içerisine güzelim iki değerimizi dâhil ederek yıpranmasını sağlayalım ki… Tanrı diyen ile Allah diyen arasındaki tek fark vicdani ve manevi rahatlığından öte değildir.
Türkçü olarak yaşam tarzınızı yeniden düzenlerseniz ve bu yaşam tarzına göre hayatınızı idame ettirirseniz. Hem milli hem de dini değerlerinize faydalı olmuş olursunuz.
Allah’a Tanrı demek ile günah işlenmiş olmaz ve saygısızlık edilmiş sayılmaz. Tanrı demek İmam-ı Rabbani’nin Padişah demesi gibi bir tercih türüdür.
Rahmetli babam şöyle ifade ederdi; ‘’İslam bir şeyin özü ise Türklük onun kabuğudur.’’ derdi.
Ne diyor Hazret; ‘’Ey padişah…’’
rahmeti bol
Burada Padişah ile Tanrı’yı kastetmektedir. Şimdi Büyük İslam Alimlerinden olan Rabbani günah mı işledi ya da saygısızlık mı etti?!
Tek başına din muhafaza edilemez. Dini, milli değerler bezer, korur ve yükselmesini sağlar. Aynı şeyi tersine tez edersek nasıl olur? Din, Türklüğü koruyabilir mi? Din, Türklüğü bezer, yükseltir ama koruyamaz. Türkçülük fikri bir kuru kavram olarak algılanamaz.
Türkçülük fikrinin bizlere öğrettiği vatan sevgisi, bayrak sevgisi, millet sevgisi ile devletimiz de milletimiz de menfaatleri korunarak yükselmeye doğru ilerler.
Günümüzde milli ve dini değerler arasında çatışmalar çıkararak bu iki kavramı birbirinden ayırmayı hedefleyenler ve çalışmalarını bu yönde yoğunlaştıranlar vardır. AKP’nin bir raporunda
Bir inanış gereği, hadis-i şeriflerde çocuklara isim belirlerken Kur’an’da geçen bir ismin konulması ya da Peygamberimizin isminin verilmesi 12
GENCAY öğütlenir. Diyelim ki çocuğumuza dini bir isim verdik. Hepimiz verdik, bir nesil yetiştikten sonra Arap ülkesinden gayrı ne hali kalacak evlatlarımızın? Hâlbuki şöyle bir seçenekte var: hem Türkçe hem de Arapça bir isim verilerek günlük yaşamda Türkçe isim kullanılarak hem milli hem de dini değerlere sahip çıkılmış olmaz mı?
Milliyeti birbirinden ayırarak parçala, yut’’ taktiğidir.
‘’böl,
Bu topraklar üzerinde abdest alıp, namaz kılanlar Atatürk’e ne kadar teşekkür etseler azdır. Hür bir şekilde camilerine gidebiliyor, evlerinde namazlarını kılabiliyorlarsa bunu önce Tanrı’ya sonra Atatürk’e borçludurlar.
Türk’ün değerleri var oldukça Türk Devleti de var olacaktır. Türk’ün fikirleri geliştikçe Türk Milleti de var olacaktır. Dini değerlerimize, milli değerlerimiz ile sahip çıkabilir, dinimizi de milli benliğimiz ve kimliğimiz ile koruyabiliriz.
Atatürk’ün Harf İnkilâbı’nı eleştirenlere de bir anlam veremiyorum. Atatürk harf devrimi yaparak ‘’Kur’an Eğitimini bitirmeyi amaçlamış’’ mış. Sanki dilimiz Arapçaydı... Dilimiz Osmanlıcaydı… Arapça ile arasında birçok farklar mevcuttur. Diyelim ki dilimiz Arapçaydı. O vakit Kur’an-ı Kerim’i tam manasıyla mı anlayacaktık? Bu teoriye göre Arap milletine mensup herkesin evliya makamında olması gerekirdi.
Kurtuluş mücadelesini hatırlayalım. Vatanımızın her karış toprağı işgal edildiğinde bu millet Müslüman değil miydi? Evlere girilip kadınlara, kızlara tecavüz edildiğinde bu millet Müslüman değil miydi? Elbette Müslümandı. Ne zaman ki Türk’ün değerleri yitirildi, ne zaman ki Türk’ün benliği asimile edildi o vakit esaret ile burun buruna geldi.
Türkçülük olmadan dindarlık olmaz. Dindar olan bir kişinin Türkçülük yapmaya, Türkçü olan bir kişinin dindarlık yapmaya olan ihtiyacından daha fazladır. Birçok dindar kişi de bilir ki ‘’Kişi milletini sevmekle suçlanamaz.’’ hadis-i şerifi gereği Türkçülük yapmak Türk milletinin başlıca vazifelerindendir.
Adana’da Kurtuluş savaşları zamanından kalma bir hikâye anlatılır. Fransızlar şehri işgal ettiğinde tüm ezanları susturmuş, camileri kapatmıştır. Bu durum böyle sürüp gittiği halde Müslüman olan halk direnç göstermemiş abdestini evinde alıp, namazını evinde kılmıştır. Ne zaman ki şehir de bulunan Türk Bayrakları indirilmeye başlanmış o vakit şehir halkı silahlanarak ‘’Vatan elden gidiyor!’’ diyerek vatan müdafaasına başlamışlar.
Milli değerlerimizden ödün vermeden, milli benliğimizden taviz vermeden yine dini vecibelerimizi yerine getirebiliriz. Daha rahat ve refah ortamında inancımızın gerektirdiği şekilde yaşayabiliriz. Aksi durum düşünüldüğünde devlet olmadan, bayrak olmadan, milli değerlerimiz olmadan o namazı gizli gizli dahi kılamayız.
Atatürk hakkında da birçok iftiralar atılır. Birçok söylentiler dolaşır. Bu iddiaları ortaya atanlarında belirli dini cemaatlerin, toplulukların yaptığını görürsünüz. Bu bir karalama politikasıdır. Bu bir din ile
Yüce Türk Milleti ne kadar İslam ile şereflenmişse de İslam dini de Türk Milleti ile şereflenerek yükselmiştir. 13
GENCAY
BATI TRAKYA TÜRKLERİ VE SADIK AHMET ÜZERİNE NOTLAR Abdullah KILAVUZ “İlyada ve Odisse gibi Yunan destanlarını içine alan, diğer taraftan Manas destanını dışarıda bırakan bir öğretim programı hazırlayanların millî şuurdan yoksunluklarının derecesini belirtmeye yetecek bir kelime dünyanın hiç bir sözlüğünde bulunmaz.”
Türkistan’ın sonsuzluk şahikası ovalarından uçaklara kement atan Osman Batur, İstemi Yabgu’dan emanet Güney Türkistan’ın zindanlarından Abdulkerim Mahdum Beğ, İç Türkistan’ın geçit vermez dağlarında mitralyözlere at süren İsmail Enver Paşa, Meriç kıyısında hürriyet kovalayan Dr. Sadık Ahmet ve top yekûn Türk Dünyası’ndan nice isimsiz kahraman selamlar bizi…
Galip Erdem
Ülkemizde “milli” bir eğitim müfredatının hâlâ oluşturulamamış olmasının beklenen tezahürüdür ki günümüzde özel olarak tarih, edebiyat ve coğrafya ile alakadar olan belli bir kesim insanlarımızın haricinde, herkesin kafasında yer yapmış milli şuurdan yoksun kalıplar vardır. Bu kalıpların başında, Türk denilince akla sadece Edirne’den Kars’a uzanan Anadolu toprakları ve Kıbrıs Adası’nın kuzeyinin gelmesi vardır. Hemen ardından ise tarihimizin sadece Osmanlı Devleti’nden sonraki kısmıyla ilgilenip, evvelini yok sayması gelir.
BATI TRAKYA TÜRK KISA BİR BAKIŞ
TARİHİNE
“Haritalarda ırkımızın yaşadığı yerlere baktık, milletimize fenalık edenleri tarihte okuduk ve milli kini ateşten damgalar gibi kalbimize yazdık.” Hüseyin Nihâl Atsız
Kardeşlik hukukunun bir gereği olarak sınırlarımız dışında kalan kandaşlarının izine düşen Türk gençlerini ise kesintisiz bir tarih serüveni içinde Doğu Türkistan’da soykırım, Güney Türkistan’da işkence, İç Türkistan’da zulüm, Kıbrıs’ta kan, Sibirya’da ve Balkanlar’da ise asimilasyon politikaları karşılar.
Türklerin mazlum olduğu mahzun ve unutulmuş diyarlardan bir diğeri de büyük dava adamı Dr. Sadık Ahmet’in mücadele verdiği Batı Trakya topraklarıdır. Meriç ve Karasu nehirleri ile sınırları belirlenen Avrupa’nın güneydoğusunda ve
Tarih sahnesinin başı dik evlatlarına reva görülen bu zulümlere karşı ise Doğu 14
GENCAY Yunanistan’ın kuzeyinde bulunan bu bereketli toprakların Türklerin hâkimiyetine girmesi yaklaşık sekiz yüz yıl öncesine tekabül eder. 1335 yılında Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Gazi’nin Karesi Beyi olmasından sonra Osmanlı Türkleri, Evronos Paşa ve Hacı İlbey ile Trakya’nın fethine başlamıştır. Yüzyıllar boyunca Osmanlı’nın hâkimiyetinde ve evlâd-ı fâtihanın nezaretinde adaletin hâkim olduğu topraklar, I.Balkan Harbi’ne kadar huzur ve hoşgörü ile idare edilir. I. Balkan Harbi’nde Bulgarlar, II. Balkan Harbi’nde ise Yunanlılar tarafından işgal edilen Batı Trakya toprakları, %85 nüfusunun Türk olması sebebiyle Osmanlı Devleti’nin daima ilgisi ve planları dâhilinde olmuştur.
akınların neticesinde beklenen tepki gecikmemiş ve batılı devletlerin tehditleri üzerine Enver Paşa ve akıncı birlikleri tekrardan Edirne’ye çekilmek zorunda kalmıştır. Bu durumdan hoşnut olmayan Enver Paşa, Edirne’de oluşturduğu yüz er ve on altı subaydan oluşan yüz on altı kişilik çeteyi Kuşçubaşı Eşref Sencer’in emrine vererek Ortaköy üzerine tekrardan yollar. Mestanlı ve Kırcali’yi ele geçiren bu çete, Osmanlı Devlet yöneticilerinin “Durun!” emrine rağmen Kuşçubaşı Eşref’in bizzat Enver Paşa’dan aldığı “Trakya’nın tamamının işgali” emri doğrultusunda mücadeleye devam eder. Kısa bir süre sonra Enver Paşa’nın talimatıyla içinde Süleyman Askeri Bey’in de olduğu bir gurup subay ve erden oluşan askeri birlik, Trakya’daki kahraman askerlerin yardımlarına yetişir. 31 Ağustos 1913’te Gümülcine, 1 Eylül 1913’te ise İskeçe toprakları fethedilerek Dedeağaç haricindeki tüm Batı Trakya toprakları yeniden Türk yurdu haline getirilir ve 12 Eylül 1913’te Garbi Trakya Müstakil Hükümeti adıyla yeni bir Türk Devleti tarih sahnesindeki yerini alır.
‘Edirne Fatihi’ olarak bilinen İsmail Enver Paşa, Meriç Nehri’ne kadar toprakları tekrardan Osmanlı sınırlarına dâhil etmiş ve bu ilerleyiş başta Avrupa devletleri olmak üzere, Rusya’yı da tedirgin etmiştir. Batılı devletlerin baskısı neticesinde Meriç’in batısına geçmeme sözü veren Bab-ı Âli yönetimini dinlemeyen Enver Paşa, üç bin kişilik akıncı birliğiyle Bulgaristan topraklarına girmiş, bu
Dönemin ileri gelenlerinden Yüzbaşı Yakup Cemil o günleri şöyle anlatır: “Balkanlara hızla girip, kaybettiğimiz 15
GENCAY topraklarımızı geri almamız üzerine Düveli Muazzama derhal sadrazamın makamına koştular. Güya, Londra Antlaşması’nı tek taraflı olarak bozmuşuz, hemen işgal ettiğimiz topraklardan çıkmalıymışız. Kim kimin toprağını işgal etmişti? İttihat ve Terakki’nin uygun görmesiyle Süleyman Askeri Bey, Eşref Kuşçubaşı, Çerkez Reşid, Sapancalı Hakkı ve Fehmi Beyler gibi arkadaşlarla Meriç’i geçip Trakya’ya daldık. Gümülcine, Kırcali, Dimetoka gibi yerleri bir bir geri aldık. Serez’e de el atıp Yunan hududuna dayandık. Bulgarların Ege bağlantısını kesmiş olduk. Avrupa ayağa kalktı. Dış baskıları azaltmak için Garb-i Trakya Müstakil Hükümeti’ni kurduk. Bu bir cumhuriyetti ve Türk tarihinde bir ilki gerçekleştirmiştik. Bayrağımız vardı, başkentimiz Gümülcine’ydi, pul bile bastırmıştık…”
Bulgaristan tarafından ilhakını resmen kabul eder. Batı Trakya’nın Bulgaristan’ın eline geçmesinden sonra buradaki Türk unsurlarının varlığını ve birliğini devam ettirmeyi amaçlayan Enver Paşa, buraya imam, köylü, tüccar ve iş adamı kılığında Teşkilat-ı Mahsusa ajanları gönderir. Nüfusunun %80’inin, topraklarının ise %86’sının Türklere ait olduğu 1923 yılında, Lozan Antlaşması neticesinde Batı Trakya, Yunanistan’a bırakılır. Anlaşmanın içeriğinin esası ise (her ne kadar asla Yunanistan tarafından uygulanmayacak olsa da) Türkiye’de yaşayan gayrimüslimlerin sahip olduğu haklar ile Batı Trakya’da yaşayan Türklerin aynı hukuki haklara sahip olmasına dayanmaktaydı.
ENVER PAŞA’NIN YERDEN…
BIRAKTIĞI
ESMASIYLA MÜSEMMA Bİ R DAVA ADAMI: DR. SADIK AHM ET’İN HAYATI VE MÜCADELESİ “Tarih nankör değildir, bir hizmeti unutmaz; İstikbâlin vicdânı aşk istemez, kin tutmaz.” Enver Paşa’nın ve emrindeki fedailerin bu tarihi başarısı ne yazık ki çok uzun sürmeyecektir. Bulgaristan’ın Avrupa ve Rusya ile giriştiği diplomatik ittifak neticesinde, üzerine gelen baskılarla iyice köşeye sıkışan Osmanlı Devleti, Bulgaristan ile 29 Eylül 1913’te İstanbul Antlaşmasını imzalayarak elli beş günlük Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin
Mehmet Emin Yurdakul Batı Trakya topraklarının Bulgaristan’ın işgaliyle başlayıp Yunanistan’a teslimiyle devam eden zulüm gün geçtikçe kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlıyordu. Batı Trakya Türkleri, Yunanistan hükümeti tarafından etnik kimlikleri hiçe sayılarak sadece “Müslüman” olarak 16
GENCAY tanımlanıyordu. Bin senelik kinlerinin ateşiyle kavrulan Yunanlılar, tek geçim kaynağı çiftçilik ve hayvancılık olan Batı Trakya Türkleri’nin arazilerini çeşitli hukuki oyunlarla kamusallaştırıyor; topraksız kalan Türkleri açlık ve sefalete terk ediyordu. Bununla da yetinmeyen Yunan devleti, keyfi uygulamalar ile on binlerce Batı Trakya Türkü’nü vatandaşlıktan atarak bölgenin nüfus ve toprak dağılımında üstünlüğü bulunan Türkleri cebren saf dışı bırakıyordu. Lozan Antlaşması ile çerçevesi çizilmiş birçok hakkından mahrum olan Batı Trakya Türkleri’nin her namazda ellerini göğe kaldırarak yakardığı duaların kabulü ise 7 Ocak 1947 gününe denk gelir; Sadık Ahmet, Gümülcine’nin Küçük Sirkeli Köyü’nde gözlerini dünyaya açar.
alabilmek adına 1966 yılında Ankara’ya gelir ve aynı sene Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde tıp eğitimine başlar. 1967 senesinde tekrar Gümülcine’ye dönen Sadık Ahmet, tıp eğitimine burada devam ederek 1974 yılında ‘tıp doktoru’ olarak mezun olur. Mezuniyetinin ardından yaptığı 34 aylık askerlik ve mecburi hizmetin ardından nihayet doğduğu topraklar olan Batı Trakya’ya geri döner. Bir yandan Cerrahlık ihtisasına başlayan Sadık Ahmet, diğer yandan da Batı Trakya Türkleri’nin sorunları üzerine eğilerek, yarım asırdır susturulmuş olan halkının hak ve özgürlük mücadelesini ateşler. 1985 yılında, Batı Trakya Türkleri’nin sorunlarını dünya kamuoyuna duyurabilmek adına büyük bir imza kampanyası başlatır. Bütün engellemelere rağmen 15.000’e yakın imza toplayan Sadık Ahmet, 8Ağustos 1986 tarihinde Yunan makamları tarafından tutuklanır. Bu eylemden çok sonra, 1988 yılında imza kampanyası sebebiyle 30 ay hapse mahkûm edilir ancak karar temyiz edilir. Tüm tehdit ve engellemelere rağmen 25 Eylül 1987 günü tek başına Selanik’e gider ve o sırada toplantı halinde olan ‘Demokrasi İnsan Hakları’ üyelerine Batı Trakya Türkleri’nin sorunlarını anlatan bir broşür dağıtır. Eylemler, kampanyalar, konferanslar ve çeşitli etkinliklerle haklı mücadelesini Batı Trakya genelinde ve başta Almanya olmak üzere yurt dışında anlatmaya çalışan Sadık Ahmet, adeta kendisini davasına adar. Öyle ki hatıra defterini yazmasını isteyen küçük kızı Funda’nın bu küçük isteğini bile vakit bulamaması nedeniyle uzun süre sonraya erteler.
İlkokulu Küçük Sirkeli’de; orta ve lise öğrenimini ise Gümülcine’de, Celal Bayar Lisesi’nde tamamlar Sadık Ahmet… Birçok Batı Trakya Türkü’nün istediği ancak yapamadığını o yapar; daha iyi bir eğitim 17
GENCAY Sadık Ahmet, haklı mücadelesini bir adım daha ileriye taşıyarak 18 Haziran 1989 milletvekili seçimlerinde Batı Trakya’nın ilk bağımsız milletvekili olarak meclise girer. Ancak 5 Kasım 1989 genel seçimleri öncesinde, Yunan makamları tarafından milletvekili adaylığı iptal edilir.
düştüğü notlar, söylediklerimizi doğrular türdendir: “…İsmimizi duyan yardım istemeye geliyor. Yunanlılar ‘yarın milletvekili olursan cezaevlerinin bu halini mecliste dile getir. Sende bizi buradan çıkınca unutma. Bak, ne haldeyiz.’ Diyorlar. Herkes, kendine nasıl yardım etmemiz lazım geldiğini kendi açısından gelip anlatıyor. Dışarıdayken toplumun davalarıyla uğraştık diye hapse düştük. Burada da hapiste tutukluların sorunlarıyla uğraşıyoruz diye dışarı atacaklar. Peki, ondan sonra ben nereye gideyim? İçeri mi, dışarı mı? Buna kim karar verecek?”
Yaklaşık üç ay süren milletvekilliği döneminde, Sadık Ahmet’in Yunanlılar tarafından tahrip edilen Türk mezarlıklarından Mehrikoz’daki halkın telefondan istifade edememesine; Batı Tarkya’daki halkın taksi alma izinlerinin olmamasından benzin istasyonu açamamalarına, tapuların tanınmamasından nüfus işlemlerinin geciktirilmesine ve Satıköy’deki telefon kullanımından Türk rençberlerin elektrik kullanımında yaşadıkları problemlere kadar Batı Trakya Türkleri’nin tüm problemleriyle hemdert olması, bunları meclise taşımış olması dikkate şayandır.
Cezaevinden tahliye edildikten sonra mücadelesine kaldığı yerden devam eden Sadık Ahmet, 8 Nisan 1990 tarihinde gerçekleşen seçimlerde yeniden aday olur ve ikinci kez bağımsız milletvekili seçilir. 13 Eylül 1991’de ise Batı Trakya Türkleri’nin ilk siyasi teşekkülünü meydana getirerek Dostluk-BarışEşitlik(DEP) Partisi’ni kurar. Tüm bu gelişmeleri endişeyle takip eden Yunan makamları, Sadık Ahmet’in önünü kesmek adına 1993 genel seçimlerinden önce %3’lük seçim barajı getirir ve Batı Trakya Türkleri’nin siyasi temsil haklarını engeller.
Yunan Devleti’nin Türklere karşı uyguladığı politikaların bir diğeri ise onların sadece “Müslüman” olarak kabul edilmeleri, Türklüklerinin inkâr edilmesiydi. Bu politikanın neticesinde, 16 Ocak 1990 günü yaptığı bir konuşmada Batı Trakya Türkleri’ne “Türk” diye hitap ettiği için Sadık Ahmet 18 ay hapis cezasına çarptırılarak Selanik Dudullu Hapishanesi’ne gönderilir. Burada cezasının iki ayı infaz edildikten sonra para cezası karşılığında serbest bırakılır.
Ömrü boyunca milletinin selameti için verdiği mücadelesinde ‘esmasıyla müsemma’ bir duruş sergileyerek inandıklarına ‘sadık’ bir hayat yaşayan Sadık Ahmet’in vefatı da yaşadığı hayat gibi mahzun olur. Evli ve iki çocuk babası olan Sadık Ahmet, milleti uğruna verdiği mücadelesine nazire yaparcasına, Lozan Antlaşması’nın 72. Yıl dönümünde; 24
Sadık Ahmet, tarihin kaydettiği her kahraman gibi düşmanlarının dâhi takdirini toplayabilmiş, inancı ve azmi sayesinde kimi zamanlarda Yunanlıların bile umut kaynağı olmuştu. Dudullu Cezaevi’nde tuttuğu not defterinde 18
GENCAY Temmuz 1995’te, hâlâ aydınlatılamamış bir trafik kazasıyla, henüz 48 yaşında hayata veda eder.
kalarak sefalete terk edilir. 1983’te İnhanlı Köyü’nde Türklere ait 20 dönüm toprağın Rum köylüler tarafından gaspı, 1989 yılında tek geçim kaynağı çiftçilik olan 15000 Türk’e ait toplam 6000 dönüm arazinin cezaevi yapımı için kamusallaştırılması Türklerin maruz kaldığı hukuksuzlukların sadece bir kaçıydı. Kendi müftülerini seçme hakları bile ellerinden alınan bu Türkler’in, Lozan anlaşmasına göre haklarının savunucusu yani, hâmisi olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dâhi görmezden geldiği bu zulümden kurtuluş için yegâne umudu Sadık Ahmet olmuştu.
Sadık Ahmet, Batı Trakya halkının Lozan Antlaşması, Atina Anlaşması ve Ankara Anlaşması başta olmak üzere uluslararası hukuk çerçevesinde sahip oldukları tüm hakların takipçisiydi. Lozan Antlaşması imzalandığı zamanlarda nüfusunun %80’ini, topraklarının ise %86’nın Türklere ait olduğu bu toprakların dengesi zamanla değişmişti. Daha Lozan’ın ilk yılında mübadele dışı alan olarak tanımlanan Batı Trakya’ya 107.697 Rum yerleştiren Yunanlılar, Müslümanların kendi öz çocuklarına bile miras dışında taşınmaz mal bırakılmasına müsaade etmez yıllarca. 1974’te Türklere ait 3200 dönüm arazi, toprağı olmayan Rumlara verilir, toprağı ekmek isteyen Rumlara müdahale eden toprak sahibi Türklere ise devlet arazisini işgal suçundan hapis ve para cezaları verilir. 1978’te Gümülcine’de 4000 dönüm toprak sanayi sitesi için, 1980’te 3200 dönüm toprak üniversite kurulması için, 4300 dönüm toprak askeri tesis kurmak için, 1984’te 7000 dönüm toprak cezaevi kurulması için kamulaştırılır. Yüzlerce aile topraksız
Şimdilerde nüfusunun %36’sının, topraklarının ise ancak %40’ının artık Türklere ait olduğu Batı Trakya topraklarına bakınca kimsesiz kalmış bu mazlum milletin Sadık Ahmet’e ve haklı mücadelesine neden bu kadar değer verdiğini daha iyi anlıyoruz. Hem milleti hem de ümmeti bir olduğu halde Hazar Denizi’nin doğusundaki, Ural Dağları’nın batısındaki, Kıbrıs Adası’nın kuzeyindeki, Urmiye Gölü’nün güneyindeki, Kafkaslar’daki, Sibirya’daki ve Rumeli’deki kardeşlerini unutanlara veyl olsun… Ömrünü milletine adayan Osman Baturlara, Gaspıralı İsmaillere, Abdulkerim Mahdumlara, Rauf Denktaşlara, İsmail Enverlere, Eşref Sencerlere, Yakup Cemillere, Süleyman Askerilere ve Sadık Ahmetlere ise rahmet olsun. Tanrı Türk’ün düşürmesin! 19
yâdını
dillerden
GENCAY
MAĞUSA LİMANI Bülent ERDİL Mağusa limanı limandır liman, Beni öldürende yoktur din iman…
Batı Avrupalı, Rum ve Yunanlı motosikletli grupların oluşturduğu bir grup Kıbrıs’ta sınırları delip; Türk topraklarına girerek; Türk bayrağını indirip yerine Rum bayrağı çekeceklerini açıklarlar. Motosikletlilere Rum –Yunan Ortodoks kiliseleri de destek verir. ABD Büyükelçisi de sürekli Korgeneral Hasan Kundakçı’ya gelip, “Motosikletliler sınırınızı geçip bayrak direğinize bir bez parçası asacaklar; bundan bir şey olmaz.” diyerek, uyarılarda bulunurlar. Kundakçı Paşa da ABD Büyükelçisine, “Öyleyse Rauf Denktaş Bey’den izin alın, ben sessiz kalayım.” diyerek onlara tuzak kurar. Büyükelçi de böyle bir durumda KKTC’yi tanımış olacaklarını bildiğinden, bu tuzağa düşmez. Kundakçı Paşa, o halde kendilerini zorlamamalarını, sınırı geçen kim olursa olsun kurşunlayacaklarını söyler. Onun için sınırda bulunan bayrak direğine çıkıp Türk Bayrağı’nı indirmeye ve Rum bayrağı çekmeye asla yeltenmemelerini belirtir.
İskeleden çıktım yan basa basa, Mağusa’ya vardım kan kusa kusa… Uyan Alim uyan uyanmaz oldun, Yedi bıçak yarasına dayanmaz oldun… Çeşitli sanatçılarımızca seslendirilen ancak ortak duyguyu hissettiren acıklı bir Kıbrıs türküsüdür… Bundan yetmiş sene önce Limasol’da yaşayan Afrika kökenli bir Kıbrıs Türkü’nün hüzünlü hikâyesini anlatır. Arap Ali olarak anılan bu genç yöresinde yiğit ve mert biri olarak tanınmakta; oldukça sevilmekteydi. 1943 yılında Mağusa Limanı’na mal indirmeye gider. İşi bittikten sonra meyhaneye geçer. Orda bulunan İngiliz askerler, işgalci olmanın kibirliliğiyle Ali’yle alay edip; onu aşağılarlar. İşi ileri götürüp sözlü saldırıda bulunurlar. Yapılanlara dayanamayan Ali, askerleri eline alıp, teker teker dövmeye başlar. Dayağı yiyen askerler, olanca hınçlarıyla Ali’yi süngüleyerek öldürürler. Yörede oldukça sevilen Ali’ye ağıtlar yakılır. Bu ağıtlar sonradan türkülere dönüşür. Arap Ali türküsü olarak bu türkülerin çeşitli söylemeleri Kerkük’te bile halk arasında yayılmıştır. Ortak acı, millet olma bilinci… Farklı coğrafyalara dağılmış olsa bile…
Hasan Kundakçı Paşa, Türk askerlerine şunu söyler: “Eğer sınırlarımızı bir kişi geçer, bayrağımızı indirirse ben Türkiye’ye dönmem, dönemem. Alnıma tabancayı dayar, dokunurum tetiğe…” 11 Ağustos 1996 günü, işin ciddiyetini anlayan motosikletlilerden en az yarısı bu işten vazgeçer; ortada sadece Rum ve Yunanlılar kalır. 14 Ağustos 1996 günü 35 – 40 fanatik Rum ve Yunanlı Kıbrıs’a gelip; sınırı aşar. Türk bayrağını indirmeye
Yıl 1996, yer Batı Almanya… 20
GENCAY kalkınca, bayrak direğine tırmanan Rum, Türk Bayrağı’na dokunamadan tek kurşunla yere indirilir. Bu fanatiklere destek veren iki İngiliz askeri de kalçalarından vurulur. Bir anda bu olay tüm dünya gündemine oturur. Hasan Kundakçı Paşa’yı arayan BM Barış Gücü Komutanı Tuğgeneral ve BM Kurmay Başkanı İngiliz Albay: “ Sayın Generalim, çok kötü şeyler oldu. Bayrak direğine çıkan bir kişi öldü ve iki de İngiliz askeri kalçasından yaralandı.” der.
susar. Korgeneral Kundakçı devam eder: “Türk Bayrağı’nı indirmek isteyeni, şah damarından vurup öldürmek istedik, öldürdük. Sizin iki İngiliz’i öldürmek istemedik, sadece uyardık...” Yıl 1993… Kıbrıs’taki bayrak olayından üç sene öncesi… PKK, Lice’ye baskın düzenleyip ilçeyi ele geçirmek istemiştir. Saldırı sırasında Tuğgeneral Bahtiyar Aydın şehit edilmiştir. Bunu haber alan Korgeneral Kundakçı Paşa ile yardımcısı Tümgeneral İlker Başbuğ’u taşıyan helikopter yoğun kanas ateşi altında ilçeye inmiştir. Hasta ve yaralı askerlere moral verip; onları silahlandırarak, eşi görülmemiş bir direniş göstererek ilçenin düşmesi engellenmiştir.
Kundakçı Paşa da: “ Sizi kaç gündür uyarıyorum. Bu işe mani olabilirdiniz, olmadınız. Üstelik o vurulan İngiliz askerleri de motosikletli fanatiği direğe doğru yönelttiler. Engel olabilirlerdi, olmadılar. Merak etmeyin Albayım, biz iki İngiliz askerini uyardık. İsteseydik öldürebilirdik, sadece uyardık, öldürmedik. Onun için kalçalarından kurşunladık.” İngiliz Albay sesini yükseltince, Kundakçı Paşa odadaki havalı tabancayı alır, Albaya: “ Yan taraftaki hedefi yenile!” der. Albay şaşırarak hedefi yeniler. Paşa, 25 metreden beş el ateş eder. “ Oku puanları!” der. 50 üzerinden 5 kurşun da 49’a isabet etmiştir. Biraz önce küstahça konuşan İngiliz Albay şaşırır ve
Kundakçı Paşa, Çelik Harekatı’na da yine yardımcısı Tümgeneral İlker Başbuğ ile katılarak, PKK’ya karşı kahramanca çarpışmış, adeta terör örgütünün belini kırmıştır.
21
GENCAY Bu acı durumun daha vahim yanı, onu bu cezaya çarptıran tanıkların yıllarca Türk kanı akıtan PKK’lılar olmasıdır… Dünkü bebek katilleri artık tanık; kahraman Türk yiğitleri ise artık sanıktır…
Yıl 2013… Bu kahramanlardan, Genelkurmay Başkanı olan İlker Başbuğ, terör örgütü üyesi olmaktan tutuklanıp, müebbet hapis cezasına çarptırılır.
Kıbrıslı Arap Ali de şerefli Türk askeri de ne onuruna ne de namusuna leke sürdürmüştür. Ne acı ki vatanı ve milleti için canını hiçe sayan, milletinin şerefini koruyan Türk yiğitlerine leke sürülüp; Türk Milleti’nin namusuna kastedilirken; Türk Milleti sessiz kalmış; olanlara göz yummuştur…
22
GENCAY
DEĞİŞİM Selim UYSAL Tarih boyunca toplumlar, insanlar, yönetim biçimleri, inançlar değişedurmuştur. Kültürler değişmiş, ülkelerin sınırları değişmiş, milletlerin dinleri değişmiş, fikirler değişmiş, insanların kullandığı eşyalar değişmiştir. Ancak değişim hiçbir zaman günümüzdeki kadar hızlı bir hâle gelmemiştir.
tarih boyunca aynı seviyede olmamıştır. İnsanlar rahat, refah içinde ve mutlu iken değişimi çok fazla düşünmemişler; baskı, fakirlik, mutsuzluk arttıkça da değişimden yana olmaya başlamışlardır. İnsanın içerisindeki değişim isteği dışında da değişimi sürükleyen önemli etkenler vardır. Hatta bu etkenlerin günümüzde, insanın değişim isteğinden daha önemli hâle geldiğini söyleyebiliriz. Öyle ki bu etkenler, insanın değişim isteğini dahi etkileyebilecek bir konuma sahip olabilmişlerdir. Bu iki etken “bilgi” ve “iletişim”dir.
Değişimin tarihine baktığımızda gittikçe ivmesi artan bir grafik karşımıza çıkmaktadır. Tarih öncesi çağlar dediğimiz devirler binlerce yılda değişirken, dünyayı topyekün değiştiren olayların günümüze yaklaşıldıkça daha sık meydana geldiğini görmekteyiz. Hatta bugün değişim o denli hızlanmıştır ki değişimi yakalamak pek de mümkün olmamakta, ancak takip edilebilmekte, arkasından koşulmaktadır.
Şüphesiz, bilgi tarihin her döneminde vardı. Filozoflar bilginin var olup olmadığını tartışmış olsalar bile bilgi, hayattaki her alanda varlığını hissettiriyordu. Hz. Adem’e Allah tarafından öğretilen isimler birer bilgiydi. İnsanoğlunun tarih boyunca öğrendiği diğer şeyler de öyle... İnsanların isimleri, taştan aletin nasıl yapılacağı, ateşin nasıl yakılacağı, yazı işaretleri, suyun kaldırma kuvveti, Newton Kanunu, radyo dalgaları, atomun parçalanması ve daha nicesi... Sadece bilimler veya teknolojiyle ilgili öğrenilenler değildi tabii ki bilgi… Dinler, örf ve adetler, yasalar, yönetim biçimleri de bilgilerden oluşuyordu.
Peki, değişimin artan bir ivmeyle ilerlemesinin sebepleri nelerdir? Şüphesiz değişimin en büyük nedeni, insanoğlunun değişim isteğidir. İnsan her zaman değişimi sevmiş ve istemiştir. Ancak elbette bu değişim isteğinin yoğunluğu
Bilginin en önemli özelliği basit veya karmaşık, bilimsel ya da kültürel, hangi tür bilgi olursa olsun bir şeyler üretilmesini ve yeni bilgilere ulaşılmasını sağlamasıdır. Tarih boyunca bilimadamları ve düşünürler tarafından ortaya konulan 23
GENCAY veya peygamberler tarafından aktarılan bilgiler, arkadan gelen bilimadamı, düşünür veya inananlar için birer yol gösterici olmuş, onlar tarafından bir şeyler üretilmesine yardımcı olmuştur. Tabii bazen bu bilgilerin yanlışlığı da tartışılmış ve daha farklı sonuçlara ulaşılabilmiştir.
bu değişim ve artış, yeni iletişim yolları ve araçlarını beraberinde getiriyor. Bilginin kolay dolaşımı ve bilgiye kolay ulaşılması, onun geliştirilmesine ve ondan yeni bilgiler üretilmesine de olanak sağlamış oluyor yani, bilgi ve iletişim sürekli birbirini besleyen iki kardeş olarak bir kartopu misali gittikçe büyümekte, gelişmekteler. Birbirini besleyerek hızla büyüyen bu iki kardeş bize her gün yeni teknolojiler, yeni ürünler sunmaktadır. Dün bir bilgi ülkenin bir yerinden bir yerine haftalar hatta aylar sonra ulaştırılabilirken, bugün dünyanın öbür ucundaki bir kişiyle anında görüntülü ve sesli olarak iletişim kurabiliyoruz. Bilginin bu kadar hızlı akışı ve bilginin ürünlerinin hızlı değişimi insanları ister istemez değişime zorlamaktadır. Artık insanlar “baskı, fakirlik, mutsuzluk” olmadan da değişimi talep eder hale gelmiş durumdadırlar. Hatta insanlar değişmenin herhangi bir şarta bağlı olmadan gerekli olduğuna inandırılmışlardır.
Bugün teknoloji dediğimiz şeyin aslı da bilgiden başka bir şey değildir. Teknoloji çeşitli aletleri, eşyaları üretmek için kullanılan bilgi anlamına gelmektedir. Dolayısıyla “teknoloji hızla gelişiyor” şeklinde bugün sıkça duyabileceğimiz ya da kullanabileceğimiz cümlenin asıl anlamı “sahip olduğumuz bilgiler sürekli artıyor ve değişiyor”dur.
Bu durum çeşitli sonuçlara yol açmaktadır. Öncelikle fikirler hızla değişmekte; insanlar ve toplumlar bilgiye kolay erişebildikleri (veya bilgi bombardımanına uğradıkları) için kısa zamanlarda büyük değişimler geçirebilmektedirler. Bu değişimler en çok yaşam tarzı, dünya görüşü, kültür, tüketim alışkanlıkları gibi konularda görülmektedir.
Bilginin bir kişiden diğer bir kişiye, bir toplumdan diğer bir topluma veya bir zamandan sonraki bir zamana aktarılması ise iletişim yoluyla mümkün olmaktadır. Haberleşmede kullanılan duman, taşlara yazılan yazıtlar, papirüsler, kitaplar, radyo, televizyon, bilgisayar diğer insanlara, toplumlara veya zamanlara bilginin aktarılması yani, iletişimdir. Aynı zamanda ulaşım araçları da iletişimin birer aygıtıdır.
Öyle bir noktaya geldik ki insanlar birkaç ay önce almış oldukları son model cep telefonunu yeni çıkan modeliyle değiştiriyorlar, almış oldukları koltuk takımını henüz yeni olmasına rağmen değiştiriyorlar, arabalarını dahi sıkıldığı
İşte şimdi “değişimin artan bir ivmeyle ilerlemesinin sebepleri nelerdir?” diyerek sorduğumuz sorunun cevabını daha açık bir şekilde verebileceğiz. Bilgi ya da teknoloji gün geçtikçe artıyor ve değişiyor; 24
GENCAY için değiştiriyorlar. Daha iyi olup olmadığına bakmaksızın sürekli bir şekilde daha yeninin, en yeninin peşinde koşan insanlar, müthiş bir şekilde tüketiyor.
yok. Yalnız, amaçsız, hedefsiz ve kontrolsüz bir değişim insanlığı iyiye değil; karmaşaya götürebilir. Şu anda insanlık bir takım güçlerin istediği şekilde değişmeye devam ediyor. Tek dünya görüşü, tek kültür, tek dil ve sınırsız tüketim...
Tabii yukarıda belirttiğimiz gibi tek değişen tüketim alışkanlıkları değil… Birilerinin reklamlarla veya filmlerle insanlara sundukları hayat tarzına da özeniliyor. Eski hayat tarzları insanları tatmin etmez oluyor. Onu artık yanlış ve eski olarak görüyor, hatta eski hayat tarzına göre yaşayan yakınlarından utanıyorlar.
Şüphesiz, insanlık ve bizi en çok ilgilendiren bölümü olan Türk milleti, yönlendirmelere karşı koyarak, kendi benliğini, kültürünü koruyarak, kontrollü bir şekilde değişimini sürdürmelidir. Bunun nasıl yapılacağı ise ayrı bir yazının konusu...
Kültür değişiyor, müzik, resim, dil zevkleri değişiyor ve tabii ki zaman içerisinde dünya görüşleri değişiyor. İnsanlar artık dünyaya kendileri gibi değil, başkaları gibi bakmaya başlıyorlar. Kendileri gibi değil, başkaları gibi düşünmeye başlıyorlar. Bunun da doğru olduğuna inanıyor, dünya görüşünü değiştirmeyenlerin gerici olduğunu söylüyorlar. “Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir.” sözünün doğruluğuna şüphe
25
GENCAY
26
GENCAY
GÜNÜMÜZ TÜRK DÜŞÜNCESİNDE ‘’BATI PROBLEMİ’’ Haluk DOĞAN ‘’Aptal, Batı'ya (Doğu'ya) ya hayranlık duyar, ya nefret eder, abdal ise ne hayranlık duyar, ne nefret eder, sadece anlamaya çalışır.’’
bariz göstergesi de taklitçiliktir. Osmanlı’nın son dönem düşünürleri, eserlerini sürekli ‘’batı için’’ ya da ‘’batıya rağmen’’ ama hep ‘’batıya göre’’ vermeyi tercih etmişlerdir yani, bu dönemdeki düşünce eserlerinin temel ölçütü ‘’batı’’ olmuştur. Peki, günümüzde bu durum farklı mı? Bu sorunun cevabı, bize Türkiye’deki felsefe çalışmalarının sıhhati noktasında da ipuçları verecektir.
Dücane Cündioğlu
‘’Cihan-ârâ cihan içindedir ârâyı bilmezler Ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler" Hayalî Bey
Türk düşüncesindeki batı problemi, günümüzde varlığını tüm şiddetiyle göstermekte, Ahmet Haşim’in deyimiyle ‘’bize göre’’ eserler ortaya çıkmasının önünü tıkamaktadır. Batı ile olan bu hastalıklı münasebet, kendisini bazen ‘’batı hayranı’’, bazen de ‘’batı düşmanı’’ olarak göstermektedir. Bu da temel referans noktasının ‘’batı’’ olmasını zorunlu kılmaktadır. Tanzimat’tan sonra ortaya çıkan fikir akımları olan Batıcılık ve İslamcılık da bu problemin bir sonucudur. Tamamen batı hayranlığı üzerine kurulu olan bu düşünce, -meseleyi vulgarize edecek olursak- ‘’bizden adam olmaz’’
Türkiye’deki felsefe çalışmalarını incelediğimizde, felsefeyle ilgili en büyük problemimizin bir ‘özgünlük problemi’ olduğunu görürüz. Avrupa’nın sanayi devrimi, rönesans ve reform gibi tecrübeler yaşaması; buna mukabil, Osmanlı’nın kendini yenileme alanında sürekli zafiyet içinde bulunması, düşünce alanında da olumsuz gelişmelere, yaygın ifadeyle ‘’kötürümleşmeye’’ sebebiyet vermiştir. Bizce bu kötürümleşmenin en 27
GENCAY çizgisinde neşriyat yapmakta, adeta doğunun şerrinden Paris’in şefaatine sığınmaktadır. Bu anlayışın Türkiye’deki çoğu felsefe bölümünde devam etmesi de üzülerek kabul etmemiz gereken bir gerçektir. İslamcı ekolün günümüzdeki tezahürlerini, ülkemizdeki çoğu İlahiyat Fakültesi’nde görmek mümkündür. Bir nefret ilişkisiyle kendini tanımlayan bu ekol, zamanla aşka evrilmiş ve halkımızın arasında yaygın olan bir kanaati yani, ‘’büyük aşkların nefretle başlayacağı’’ kanaatini müşahhaslaştırmıştır.
eleştirilerini, batı düşüncesini eleştirirken temel referans noktası kabul ederiz. Bu yaklaşım, post-modern düşünürlerin de batı düşüncesine dâhil olduğunu ve bu düşünürlerin modernizmin birer ürünü olduğu gerçeğini ‘ıskalamamıza’ neden olur. Burada şu hususu da belirtmekte fayda var: Batı ile olan ‘hesaplaşma’dan önce, kendi tarihimizi ve kendi kültürümüzü de iyi bir şekilde araştırmalıyız. En az David Hume kadar Gazâlî’yi, en az Kant kadar Farabi’yi bilmezsek, kuru bir taklitçilikten de öteye gidemeyiz.
21. yüzyılda eğer bir Türkçe felsefe olacaksa bunun olmazsa olmaz şartı özgünlüktür yani, düşüncülerimizdeki temel referans noktasının kendi tarihimiz, kendi kültürümüz ve kendi medeniyetimiz olmasıdır. Bunu yaparken de objektif olma kriterini de gözden kaçırmamamız gereklidir. ‘’Batı, her şeyini bize borçlu!’’ anlayışıyla hareket etmek, hiçbir yaramıza merhem olmayacak; tersine, hakikatten uzaklaşmamıza neden olacaktır. Medeniyetimizin önemli isimlerinden İbn-i Sina’nın, Aristoteles’in düşüncelerini geliştirdiğini ve onun fikirlerinden hareket ettiğini unutmamalıyız. Batı düşüncesini eleştirmeden önce onu anlamaya, idrak etmeye mecburuz. Yoksa batılı postmodern düşünürlerin modernizm
İslam düşünürleri, ilk ortaya çıktığı dönemde Grek düşüncesinden ilham almış ve bu düşüncüleri kendi ihtiyaçlarını gidermek için kullanmışlardır. Bu ilham alışın bağlamı ise asla bir kopya etme değil; bilgiye olan hürmettir. İslam düşünürleri, kendilerinden evvel ortaya atılan fikirleri değerlendirmiş, komplekse girmeden de bu fikirlerden yararlanmasını bilmişlerdir. Yaşadıkları çağın temel problemlerini, kadim düşünürlerin fikirlerinden ilham alarak çözmeyi başarmışlardır. Bu sayede bir fikri canlılık oluşmuş, nadide eserler ortaya çıkmıştır.
28
GENCAY metaforundan hareketle, bir ayağımız zengin tarihi ve kültürel merkezimiz olan bu toprağa basmalı; diğer ayağımız ise insanlığın düşünce mirasına katkıda bulunan tüm medeniyetleri gezmelidir. Fakat her halükârda merkezimiz bu medeniyet yani, İslam medeniyeti olmalıdır. Ancak bu sayede İhsan Fazlıoğlu’nun dediği gibi ‘’Batı düşünürlerinin bayisi’’ olmaktan kurtuluruz. Bizim de teklifimiz; Batı ile olan münasebetimizi ‘’aşk’’ veya ‘’nefret’’ ikileminden çıkarıp; bu münasebeti, anlama ve sorgulama ekseninde yeniden gözden geçirmektir. Batı düşünürlerinin bayisi ya da kötü birer kopyacısı olmayıp; ufak da olsa ‘’kendi dükkânımızı’’ açma imkânını kovalamaktır. Tarihimiz, kültürümüz ve medeniyetimiz bize büyük fırsatlar sunuyor. Bu fırsatlara kayıtsız kalma ve onları görmezden gelme lüksüne sahip değiliz.
21. yüzyılda yaşayan insanlar olarak bizim yapmamız gereken de kadim düşünürlerimizin yaptıklarından farklı değildir. Bu gök kubbede söylenmiş tüm fikirlerin doğal varisi bizleriz. Bu fikirleri, kendi tarihimizden aldığımız ilhamla değerlendirip insanlığın hizmetine sunabiliriz. Mevlana’nın pergel
Şair haklı: ‘’İstikbal köklerdedir!’’
29
GENCAY
NATURA 2000 VE TÜRKİYE - 1 Fatma Özge ÖZDEMİR oluşumunu sağlayacak en önemli iki hukuki metindir. Kuş direktifi, Avrupa Birliği’nin en eski doğa koruma mevzuatıdır. Avrupa Birliği sınırları içinde bulunan kuş türlerinin; kirlilik, habitat kaybı, kaynakların aşırı kullanımı ve tahrip edilmesi sebebiyle azalması ile üye ülkelerce oy birliği ile bu yönetmelik kabul edilmiştir. Kuş direktifi, kuşların öldürülmesini, yakalanmasını, yuva ve yumurtalarının tahrip edilmesi gibi kuşların yaşamlarını doğrudan olumsuz etkileyen faaliyetleri yasaklar. AB’ye katılan yeni üye ülkelerin sahip olduğu yeni kuş türleri ve gereklilikler doğrultusunda, Kuş Direktifi’nde değişiklikler yapılarak, bu yeni türler direktif kapsamında hazırlanarak tür listelerine eklenmektedir. Natura 2000 kapsamında, Kuş Direktifi kapsamında Yabani Kuşlar Yönergesi bulunmaktadır. Yabani Kuşlar Yönergesi, kuş türlerin koruma altına alınabilmesi için Özel Koruma Bölgeleri'nin oluşturulmasını gerekli kılmıştır.
Natura 2000, 1992'de, Avrupa Birliği üyesi ülke, Avrupa içinde tehlikede bulunan doğal yaşam alanlarının ve canlı türlerinin koruma altına alınması amacıyla hazırlanmış bir çevre koruma ağıdır. Mayıs 1992'de, Avrupa Birliği üyesi ülkelerin hükümetleri, Avrupa içinde tehlikede bulunan doğal yaşam alanlarının ve canlı türlerinin koruma altına alınması amacıyla hazırlanmış bir yönerge tasarısını kabul etmişlerdir. 2004 ve 2007 yıllarında toplam on iki ülke Avrupa Birliği'ne katılmadan önce Natura 2000 koruma ağının Avrupa Birliği'nin toplam topraklarına oranı %18 olmakla birlikte; koruma altına alınan alanların sayı ve boyutu yeni ülkelerin de katılımlarıyla yeniden görüşülmektedir.
Habitat Direktifi; Avrupa Birliği'nin 1979 yılında kabul edilen Yabani Kuşlar Yönergesi'ni tamamlamak amacıyla yürürlüğe konmuştur. Bu direktif, Natura 2000 Ağı ve türlerin sıkı bir şekilde korunması sistemlerine dayanıyor. Direktif, binden fazla hayvan ve bitki türü ile sulak alanlar, otlaklar, özel orman türleri gibi iki yüzün üstünde habitat türünü koruma altına alıyor. Üye ülkeler Habitat Direktifi kapsamında her altı yılda
Natura 2000, Kuş Direktifi ve Habitat Direktifi yönergelerini kapsamaktadır. Bu iki yönerge, Natura 2000 ağının 30
GENCAY bir Avrupa Birliği’ne direktifin uygulanması ile ilgili durum raporu sunmak zorundadırlar. Raporların, Natura 2000 Ağı kapsamındaki alanların yanı sıra, bu alanları çevreleyen bölgeler ile ilgili bilgi ve veri içermesi gerekmektedir.
alanların belirlenmesi ve korunması ile ilgili kriterler, direktiflerde çok net bir biçimde tanımlanmış fakat gerekli adımların atılmasıyla ilgili tüm sorumluluk üye ülkelere bırakılmıştır. Korunması gerekli özel alanlar belirlenirken; direktifin eklerinde listelenen önemli habitatlar ve canlı türleri dikkate alınmak zorundadır. Alan ile ilgili bu verilerin yer aldığı liste, Avrupa Komisyonu bünyesinde çalışan bilimsel danışmanlar komitesine sunulur ve yapılan değerlendirmenin ardından, uygun bulunan alanların komisyon ve üye ülke tarafından en geç altı yıl içinde SAC olarak ilân edilmesi gerekir. SAC olarak ilan edilen alanlar AB Life adı verilen Natura 2000’in en önemli fon kaynağından yararlanma imkânı bulacaklardır.
Avrupa Birliği'ne üye her bir ülke, kendi sınırları içindeki en önemli doğal yaşam alanlarının ve buralardaki bitki ve hayvan türlerinin bir listesini derlemek zorundadır. Daha sonra derlenen bu liste, Avrupa Komisyonu'na teslim edilmelidir. Avrupa Komisyonu'nun ilgili makamlarınca değerlendirmeye alınan listelerde eğer koruma altında alınması gereken bir alan olduğu gözlenirse bu bölgeler Natura 2000'in koruma ağı içine girer. Bu koruma ağı kapsamında; Tuna Deltası, Burren Milli Parkı, İşkodra Gölü, Kuzey Vidzema Biyosfer Rezervi ve yaban keçileri örnek olarak gösterilebilir.
Özel koruma alanları belirlenirken; Kuş Direktifi kapsamında hazırlanmış listelerde yer alan kuş türlerini barındıran bir alanın dikkate alınması zorunludur. Bu alanları koruma altına aldığımızda doğal yapısının bozulması önlenmeli ve eğer alan ile alakalı herhangi bir proje varsa; bu
Natura 2000 Ağı, Avrupa Birliği kapsamında oluşturulmuş korunan alanları kapsar ve Habitat Direktifi bünyesinde oluşturulan “Korunması Gerekli Özel Alanlar (SAC)” ve Kuş Direktifi kapsamında oluşturulan “Özel Koruma Alanları (SPA)” ndan oluşur. Bu 31
GENCAY proje titizlikle ele alınmalı, alanın ÇED raporları çıkartılarak olumsuz bir etkisi olmaması koşuluyla projeler onaylanmalıdır. Korunması gerekli özel alanlar(SAC) ile Özel koruma alanları(SPA) arasındaki tek fark ise SAC’ler sosyal, ekonomik ve ekolojik unsurlar göz önünde bulundurularak, bütüncül bir yaklaşımla hazırlanan yönetim planlarına ihtiyaç duyarken, SPA’lar öncelikli olarak ekolojik sistemin ihtiyaçlarını gözeten bir anlayış içinde yönetilmesidir.
sulak alanları kurumuş, katı ve sıvı atıklarla kirlenmiş, balıkların veya beslendikleri diğer canlıların tükenmiş olduğu alanlarda yaşayamazlar. Bu bağlamda kuşlar insanlara çok benzetilmektedir. Çok çabuk olumsuz koşullardan etkilenip, yaşam alanlarını yitirirler. Dolayısıyla kuşların korunması, önemli ölçüde insan yaşamı için de olumlu etkiler yaratır ya da başka bir deyişle; kuşların yaşam alanlarının korunması demek, insanların yaşam alanlarının da korunması anlamına gelir.
Neden kuş türlerini korumalıyız? Başka hayvanlar değil de bundan otuz yıl önce başlatılan bir direktifte neden kuş türlerini temel alan direktif yürürlüğe konmuştur? Çünkü kuşlar, bir doğal alanın, habitatın doğal niteliklerini koruduğunun ve bu alandaki besin zincirinin sağlıklı bir şekilde işlediğinin önemli bir göstergesidir ve tarım kimyasallarının bilinçsiz ve aşırı kullanıldığı, bitki örtüsünü kaybetmiş,
KAYNAKÇA 1) http://ec.europa.eu/ 2) http://www.eea.europa.eu/ 3) Factsheet/ The Economic Benefits of Natura 2000
32
GENCAY
33
GENCAY
CEMAAT HÜKÜMET KAMPLAŞMASINA TARAF OLAN ULUSALCI TUTUM Sertaç EKEMEN daha iktidarının ilk günlerinde Milli görüş gömleğini çıkarttığını belirtmişti.
12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından yükselen Türkiye Siyasal İslamı’nın, revizyondan önceki temsil mekanizması Refah Partisi o dönemde radikal tutumları ile ortaya çıkan siyasal söylemlerini açık bir biçimde ifade etmekteydi. Bugün ortaya çıkan siyasal irade, aslında Refah Partisi ile beraber gelen radikal İslamî sentezin Türkiye içindeki kadrolarının tasfiye olması ile gün yüzüne çıkmaktaydı. Nitekim Refah Partisi ve onun soft Milliİslamî hareketi 28 Şubat darbesi ile alaşağı olmuş bununla beraber yükselen bağımsız İslamî organizasyonlar da kendini postmodern darbe çemberi içerisinde bulmuştu.
Bu süreç içerisinde, 28 Şubat sonrası ‘sabıkalı’ bir yapılanma içerisinde olan Yenilikçi Hareket, geliştirmiş olduğu söylemleri ile beraber kendini merkez sağa adapte etmeye ve 1946 Demokrat Parti iktidarından başlayan bir geleneğin milenyum sonrası temsilcisi olma görevini üstlenmeye çalışmaktaydı. Bu dönemden önceki Milli Görüş hareketinin Şer’i kaideler ışığında hareket eden ve İslamcı bir yönetimin amaç olduğu siyasal hedefleri, artık araç haline almış; yeni hareketin amacı “merkez” bir parti olup DP-AP-ANAP çizgisinde efsanevi bir merkez sağ olma güdüsüne nail olmuştur.
28 Şubatta, Ortadoğu ülkeleri ve hatta İran’daki rejimle paralellik gösteren ‘Batı karşıtlığı ve Panislamist düşünce temelleri’ Siyasal İslamcı Fraksiyonlar etkinlik mekanizmalarını bu tarihten itibaren bir anda kaybetmeye başlarken yenilikçi bir hareket olarak doğan Adalet ve Kalkınma Partisi 2002 yılında kendini kontrol mekanizması içerisinde buluyordu. Radikal Sunni İslam’la arasına bir fark koymak isteyen yönetişim mekanizması, 34
GENCAY AKP içerisinde İslamcı faktörlerin hali hazırda olmaya devam ettiği gerçeği bir kenara dursun; Adalet ve Kalkınma pratiği kendi meşruiyetini ve politika yapma kapasitesini, CHP ve tek parti yönetimi üzerinden, gerçekleştirmeye çalışmıştır.
koltuğuna İslamcı çizgide kalan ismi taşımak durumunda kalmıştır. Abdullah Gül’ün Devlet Başkanlığı statüsü ve Dışişleri Bakanlığı’ndan gelen ılımlı mizacı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın hırçın söylemlerine nazaran, ulusalcı ekol içerisinde daha cazip bir hal almaktaydı. Erdoğan’ın pragmatizmine karşın Bülent Arınç ve Abdullah Gül gibi AKP kurmaylarının İslamcı ideolojileri benimsemesi veyahut bu husustan taviz verdiklerine dair bir beyanda bulunmamaları… Ayrıca ‘Hizmet Hareketi’ içerisinde bir saygınlıklarının bulunmaları ‘Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olduğu dönemde (Fettullah Gülen’in tebrik mektubu ve Bülent Arınç’ın Pennsylvania görüşmeleri) Ulusalcı akımının içerisinde bulunduğu cemaat yakınlaşmasının rejime muhalif kanatlarla doğrudan ilişkiye geçme riski taşıdığının bir göstergesi olmakta ve Cumhuriyet’in kurgulandığı tarihlerden beri çizgisinden şaşmayan Ulusalcılığın ana muhalefet hareketi ile beraber bir dönem pragmatizmine gebe olduğunu bizlere göstermektedir.
AKP içerisinde radikal İslamcı mekanizmalar varlığı, sonuç ve gelişme içerisinde varlıklarını korumaktaydı. İşte bu yüzden Adalet ve Kalkınma Hareketi, yenilikçi yapılanması içerisinde bu İslamî odakları da yönetişime ortak etmek durumundaydı. Özellikle Cumhurbaşkanlığı seçim döneminde merkez sağ geleneğinden gelen Köksal Toptan’ın Meclis Başkanı seçilmesi, Ordu ve Parti içi İslamcı çevrelerin arasında kalan AKP dinamikleri, Cumhurbaşkanlığı
35
GENCAY
KUTADGU BİLİG IŞIĞINDA YÖNETİCİ ALGISI Hicran KIZIL devletidir. Halk ile devlet arası ilişkileri belirleyen, baskı ve otorite değil; ‘akıl’ ve ‘bilgi’ olmuştur.
Toplumların zaman içerisinde gelişimiyle birlikte siyasi teşkilatlanma artmış bu da devletin oluşumunu zorunlu hale getirmiştir. Devletin oluşumu konusunda bir görüş birliği olmamakla birlikte Rousseau, devleti insanların haklarını topluma devrederek siyasal toplumu oluşturması olarak; İbn-i Haldun ise sosyal örgütlenmenin bir zorunluluğu olan organik bir yapı olarak tanımlamaktadır.
Toplum yapısını ayakta tutan ‘daire-i adalet’ anlayışı ise: “Ülkeyi elde tutabilmek için orduya ihtiyaç vardır. Orduyu besleyip donatmak için çok mal ve servet gerekir. Orduyu besleyip donatacak parayı bulabilmek için halkın zengin olması lazımdır. Halkın zengin olması için de yöneticiler doğru yasa koymalıdır. Bunlardan biri ihmal edilecek olursa diğer dördü de işe yaramaz; dördü de işe yaramaz olunca devlet yönetimi çözülür ülke düzeni bozulur.” demektedir.
Türklerde devlet anlayışının dayandığı temel kavramlar; vatan, millet, bağımsızlık, egemenlik anlayışıdır. Bu kutsallar bozkır hayatından teşkilatlı siyasal örgütlenmeye geçme noktasında başat rol oynamıştır. Türk devlet yapısını, siyasal sisteminin ve yöneticilerin nasıl olması gerektiğini en iyi tasavvur eden eserlerin başında da şüphesiz Yusuf Has Hacip’in ‘Kutadgu Bilig’i gelmektedir. Kutadgu Bilig, 1070 yılında Türk yönetim yapısının nasıl olması gerektiğini ortaya koymuştur. Has Hacip’in ideal devleti, demokratik, laik, sosyal bir hukuk
Bu adalet anlayışının bozulmaması için bireylerin yasalara uyması kadar yöneticilerin de hukuka sadık kalması ve dolayısıyla hukukun herkes için eşit olması elzemdir. Bu noktada eline otorite geçen devlet adamları, bunu milletin üzerinde baskı aracı olarak kullanırsa, meşruiyetinin kaynağı olan millete karşı
36
GENCAY gelmiş olacak ve meşruiyetini yitirmiş olacaktır.
suratlılığım, sertliğim bana gelen zalimler içindir. İster oğlum, ister yakınım veya hısımım olsun, kanun karşısında benim için bunların hepsi birdir. Hüküm verirken hiçbiri beni farklı bulamaz. Beyliğimin temeli doğruluktur.”(2) Adalet ve doğruluk anlayışıyla devletin halka hizmet etmesi Türk devletlerinin en önemli özelliklerinden biridir. ”Devlet baba” deyimiyle kutsallık atfedilen devletten beklenen, adalet ve doğruluk anlayışından vazgeçmemesidir. Bu anlayıştan vazgeçilmesi, mevcut durumun gücünden faydalanarak senin gibi olmayanları ötekileştiren bir hükümranlık anlayışı, tiranlığın bir tezahürüdür. Devlet adamının yapması gereken toplumu kutuplaştırmak değil; bilakis, uzlaşma ve hoşgörü kültürünü yaymaktır. Kutadgu Bilig’de devletin kaynağı, insanlar arasındaki ilişkilerin ölçütü ‘akıl’ ve ‘bilgi’dir. Yöneticiliğin baş vasfı da esasen, Max Weber’in sınıflandırmasıyla bireyin istisnai özelliğine ve emrin kutsallığına dayanan ‘karizmatik otorite’ değil; normatif kuralların meşruluğu ve yasaların meşruiyetine dayanan ‘yasal otorite’ anlayışıdır. Yasal otoritede hiçbir görev yeri onu yapan kişinin mülkiyeti değildir. Bu da görevi elinde bulunduran kişiye bağımsızlık ve objektiflik atfeder. Hem devlet başkanlığında hem de bürokratik makamlarda bulunan kişilerde ‘liyakat’ anlayışı egemen olmalıdır. Aklı ve bilgiyi egemen olmayan hiçbir kişi layık olmadığı makama getirilmemelidir.
Liberal demokrasi ve küreselleşme aygıtları Ulus devletin meşruiyet kaynaklarını da değiştirmeye çalışmaktadır. Bu değişim bireysel, yerel ve küresel unsurlardır. Ulus devletin ise küreselleşme karşısında meşruiyetini devam ettirebilmesinin yegâne yolu, ‘hukuk devleti’ anlayışından taviz vermemesidir. Bu noktada devlet yöneticileri, siyasal temsilciler ve en başta otoriteyi elinde bulunduran kurumun başı ‘doğruluktan’ sapmamalı, kişisel menfaatlerden uzak durmalı, milletin faydasını her şeyin üzerinde tutmalıdır. Haklı olanlara karşı yumuşak başlı olmayı bildiği kadar zalimlere de ‘Yavuz’ olmaktan vazgeçmemelidir.
“Bilgisiz başköşeyi ele geçirirse, başköşenin değeri kalmaz. Eşik ondan daha değerli olur. Eğer bilgine eşikte oturmak düşmüşse, o eşik başköşeden daha değerlidir. İster
“Eğer doğru eğilirse kıyamet kopar. Ben işleri doğruluk ile hallederim, insanları bey veya kul diye ayırmam. Benim bu asık 37
GENCAY kürsü, ister değerlendiren, bilgidir.”
başköşe olsun burayı saygınlık kazandıran
başkanının ‘biz sizden öğrenecek değiliz’ gibi bir kibirle değil; bileni baş tacı yaptığı bir anlayışla yönettiği ülkede düzen sağlanacaktır. ‘’Doğruluk yerini Nice eğriliğe bıraktı. Gönüller katılaştı, diller yumuşadı. Doğruluğun kendisi uçtu gitti, kokusu kaldı. Düzen değişti, yasalar bozuldu; ak ve kara ayırt edilemez oldu. Her şeye gücü yeten Rabbim, sonumuzu hayırlı kılsın.’’
KAYNAKÇA Günümüz Türkiye’sinde ise devlet adamlığının temel şartı riyakârlık haline gelmiştir. Yöneticilerin rehberi ‘akıl’ ve ‘bilgi’ olmaktan çıkmış, yöneticiler siyasal otoritenin salt savunucusu haline gelmişlerdir.
1)Hacip, Yusuf Has, ‘’Kutadgu Bilig’’, Türk Diyanet Vakfı Yayınları, 2013 Ankara. 2) Weber Max, ‘’Bürokrasi ve Otorite’’, Adres Yayınları, 2011 Ankara. 3) Doğan, Nejat, ‘’ Kutadgu Bilig’in Devlet Felsefesi II’’, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi s:13 yıl:2002.
Neticede devlet başkanının bilgiye önem vermediği toplumlarda düzenin bozulacağı aşikârdır. Yusuf Has Hacip de bunun üzerinde çok durmuş “Hangi bey bilgili ve akıllı ise daima bilginleri kendine yakın tutmuş, onların bilgilerinden yararlanmıştır.” diyerek ‘danışma’ makamının önemini vurgulamıştır. Devlet
4) Ateş, Davut, ‘’Ulus Devletin Siyasal Meşruiyeti: Küreselleşmenin Yansımaları’’, Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, Güz: 2007, Cilt:3 Sayı:2
38
GENCAY
Sevgili Gencay Dergisi okurları; Gencay Dergisi, 2014 yılı ile birlikte yeni bir bölümle sizlerle buluşmaya devam edecektir. “Konuk Yazarlar” isimli bölümümüzde sizlerin yazılarına da yer verilecektir. Bunun için özgeçmişinizi ve yazı/şiir/öykü örneklerinizi bilgi@gencaydergisi.com adresine göndermeniz yeterli olacaktır. Editöryamız tarafından incelenecek olan yazılarınız, uygun bulunduğu(içerik, yazı kalitesi, imlâ kriterleri) takdirde sizlerin de bilgisi dâhilinde olmak üzere her ay sırayla yayınlanacaktır. İlk yazımız, Fatih Orta tarafından kaleme alınmıştır ve Ocak sayısında siz değerli okuyucularımızla buluşacaktır. Saygılarımızla… Gencay Dergisi
39
GENCAY
GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN
40
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.