www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 3 Sayı 24 - Ocak 2014 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com
SAYMALI’DA AŞK – DAMGALARIN ÖYKÜSÜ / Emre SEVİNÇ ORHUN ABİDELERİNE GÖRE KÜL TİGİN / Emre KUM TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ’NİN MESELELERİ / Bahadırhan DİNÇASLAN HANGİ MİLLİ İRADEYE DARBE? AYAKLAR ALTINDAKİNE Mİ? / Ahmet KANBUR BİR DÜŞ GÖRDÜM / Muhammed BÜYÜKKÖROĞLU KADIN ANLAYIŞLARI - 3 / Dilek AKILLIOĞLU BİTKİSEL İLAÇ OLARAK PAZARLANAN ÜRÜNLER HAKKINDA / Alperen KIZIKLI SELÇUKLULARDA EĞİTİMİN TEMEL DİNAMİĞİ / Fatih ORTA - Konuk Yazar
GENCAY
SAYMALI’DA AŞK -Damgaların ÖyküsüEmre SEVİNÇ
Saymalının verimkâr toprağını delerek ortaya çıkan gelincikler, ballıbabalar, şebnemler, beyaz kar ile birleşmiş kayaları süslüyor, alana yayılmış yeşil dağ soğanları da yayılan hayvanlara bayram ettiriyordu.
Çağlardan bir çağ idi… Saymalı'da karlar erimeye başlayınca doğa eşsiz güzelliğini gösterir; çiçekler, otlar yeşermeye başlardı. Çiçeklerle, otlarla birlikte kaya resimleri de ortaya çıkar; binlerce yıllık anılar tazelenir; sevgilersevgililer hatırlanır; hayat, adeta yeniden başlardı.
Çok eski çağlarda Türkler, Tanrı’ya minnetlerini, yakarışlarını, Tanrı’dan dileklerini, yüksek yerlerde, turkuaz taşlara kazır, nakış nakış işlerlerdi. Külbey de böyle yapmış ve çok sevdiği Asya’sını bir taşa kazımış, Tanrı’ya ‘hiç ayrılmayalım’ diye yalvarmıştı.
Günlerden böyle bir gündü. Saymalı'da uzun ve yorucu bir kışın ardından karlar erimiş, ortalık cıvıl cıvıl olmuştu. Geyikler alana yayılmış, yemyeşil otlarda yaylanıyorlardı. İnatçı dağ keçileri, yamaçlara tırmanmış, birbirleri ile kafa tokuşturuyor, oynaşıyorlardı. Ok atan adamlar ise atlarını dörtnala koşturup keçileri okluyor, birbirleri ile yarışıyorlardı. Karların kalkmasını sevinçle karşılayan Saymalı halkı, Güneş Başlı Adamlar'ın çevresine toplanmış, halaylarla oynaşıyor, şiirlerle söyleşiyor, elleri Gök'e kaldırıp dualaşıyorlardı.
Neydi burada amaç? Tanrı Asya’yı bu hayatta mı Külbey’ine kavuşturacaktı yoksa bir başka alemde mi? Kim bilir?.. Asya, kahve bakışları ile yıllardır Külbey'i büyüler, nazlanmalarıyla avlar, gülüşüyle ona cenneti yaşatırdı. Rüzgâr, Asya'nın saçlarını uçuşturduğunda Külbey’in de hayalleri uçuşur, Gök’e ulaşırdı. Asya 1
GENCAY kızınca köz olur, sert bakışları sevdiğini kül ederdi.
eğlendirirlerdi. Avcıları gördüklerinde ise kaçacak delik ararlardı. Bir yandan Külbey’i boynuzları ile itekleyen bir dağ keçisi:
Asya nazlanarak ve sevgilisinin elini şefkatle sıkarak:
-Hey nazlı Asya! Anlat Külbey’in Ad Törenini…
-Ah, ah! Aşkımızı çizecek başka bir yer bulamadın değil mi?
şu
dedi gülerek. Saymalı halkı bu hikâyeyi biliyordu; kahkahalar göğe ulaşmıştı.
Derken Asya’nın yumuşak ellerinin sıcaklığı Külbey’i daha da yakıyordu. Sevgilisinin ne denli nazlı olduğunu biliyordu:
Türk beyleri kan dökmeden Ad almazlardı o zamanlar. Törenler yapılır, büyükler toplanır, adsız çocuklara ad verilirdi. Yanaklarında ıssız bir gülüş, içinde sevilmenin gururu vardı Asya’nın. Başladı anlatmaya:
-Fena mı yaptım çizdim de? Bak binlerce yıldır beraberiz. Sen demiyor muydun hiç ayrılmayalım diye?.. Kız biraz yumuşamıştı. Nazlanmasının yanına biraz da cilve kattı şimdi. Bakışları sevgilisine kızıyor gibiydi. Gözlerinin içi ise binlerce yıldır süren bir aşkı betimliyordu Saymalı halkına... Külbey’in ateşine su serpmezdi hiç… Sevgilisini kül etmeye bayılırdı. Arada sırada güler, gülünce bir başka güzel olur, dolgun yanaklarında gamzeler can bulurdu. Külbey de bu gamzelerin çukuruna düşer kaybolurdu.
Küçük dağ keçileri katarlardı. Alaylar
bakalım
-Okuyucular ev ev gezmişlerdi, bu adsız beyin ad töreninin yapılacağını bildirmek için. Heyecanlıydım. Aylardır birbirimize aşk ile bakışır dururduk. Şimdi sevdiğim gerçek bir Türk olacaktı. Gün geldi; şiirler söylendi; dualar edildi; yemekler yenildi. Ben de tabi korkuyorum bey için... Ne o gözlerini benden alabiliyor ne de ben ondan. Bu adsız beyin karşısına bir boğa saldılar. Bey de sağlamdı boğa da... Bey toydu; boğa kaçgın... Bey kutsanmışdı; boğa hırslanmış... Aylardır kalbimdeydi tabi bu bey. Pek korkuyor gibi değildi. Gözleri boğanın üzerinde değildi zaten. Sanki birini arıyordu. Bakışları beni yakaladığında durdu kaldı. Gözlerinde bir beklenti vardı. Sanki benden bir şey
Saymalı’ya neşe eder, güldürür, 2
GENCAY bekliyordu. Salınan boğa ise hızla onun üzerine koşuyordu burunlarından duman çıkartarak... ‘Beyyy boğa geliyor’ diye bağırdım.
gözü bende... Bir dede geldi yavaş yavaş başlarına, adı Gökbeg. Dedi ki, ‘He, he, heyyyy! Bu bey aşkından kül olmuş. Adı da Külbey ola gerek’.
Külbey gülerek girdi araya:
Saymalı halkı şimdi daha da heyecanlıydı. İki sevgili her yıl böylecene bu hikâyeyi anlatır, Külbey de en son Asya’sına bir şiir yakardı.
-Asya’nın bağırışını duyunca gücüme güç geldi tabi. Ancak boğa da kafasıyla yere sermişti beni. Kalkarsam boğayı alt edecektim ama boğa beni kendimden geçirmişti, bayılayazdım. Kalkmam, Asya’ma kavuşmam lazımdı. Gözlerimi açtığımda Asya’nın yanakları yaşlıydı.
-Kahverengin bu kalbimi dağladı -Seni bana büyüledi, bağladı -Bu deniz gözler her gece dalgalı
Ve Asya devam etti:
-Islattı yanaklarımı sen ile
-Bey, beni ağlar görünce birden zıpladı düştüğü yerden ve boğaya doğru atıldı. Boğa da kafasını eğmiş onun üzerine geliyordu. Bey ile boğa çarpıştı. Bey boğayı alt etmişti. Bey kesti bıçağı ile boğanın başını...
Kızın kahve gözleri yaşlanmıştı. Gözyaşları dolgun yanaklarından süzülüverdi. Külbey şiiriyle onu etkileyeceğini biliyordu. Şimdi Asya ile Külbey’in kalpleri Saymalı’nın sessizliğine bir ritim olmuş, gözleri ise bu ritimde dans ediyordu. Tam bu sırada bir yiğidin haykırışı çiniletti Saymalı'yı… Sonra bir kamçı sesi ve bir atın kişnemesi... Yiğit, atı dörtnala koşturageldi. -‘Gelen vaaarrr!’ Diye heyecanla bağırdı. Saymalı’da kalpler küt küt atmaya başladı. Binlerce yıldır Türk Milleti’nin uğrak yeri olan Saymalı, son yıllarda oldukça ıssızdı. Arada sırada gelen olurdu. Onlar da coşku ile karşılanırdı. Hele bir de Türk'se... Saymalı halkı kayalarda can buluyordu. Yıllar önce Türk milleti tarafından çizilmişlerdi ve halen canlıydılar.
Herkes toplandı boğa ile beyin başına. Başını okşayanlar, alnını öpenler… Beyin 3
GENCAY Gelen bir Türk'tü, hissetmişlerdi. Saymalı halkı sevinçle koşuşturdu sese doğru. Dağ keçileri şimdi heyecanla koşarken bile tokuşuyorlardı birbirleri ile... Okçular da bir yandan keçileri okluyor bir yandan da sese doğru sevinçle, naralar atarak atlarını koşturuyorlardı. Göklerin kağanları kartallar da süzülerek bu gelen Türk’ü selamlıyorlardı. Karlar Saymalı’yı terk etmiş olsa da güneş görmeyen vadiler, oyuklar halen kar ile doluydu. Üzeri kar kaplı kaya resimleri çırpınıyorlardı; ağlaşıyorlardı gelen bu Türk’e koşabilmek için…
gibiydi kaşlarının altından ürkek ama emin bakan gözleri... Saymalıların gördükleri bu adam bir bilgeydi, belli... Bu bilge, ellerini göğe açtı ve aynı Saymalılar gibi şükretti. Saymalı halkının heyecanı ise dinmemişti. Külbey ile Asya şimdi gelen bu bilgenin sevinci ile birbirlerine sarılıyorlardı. Keçiler sevinçten boynuzları ile birbirlerini iteliyor, koşuşturuyorlardı. Sevinç çığlıkları, mutluluk gözyaşları birbirine karışmıştı. Bilge adam sanki duyuyordu da onları. Bir dağ keçilerine koşup bakıyordu; bir Asya ile Külbey’e dokunuyor; üzerlerindeki karı tekrar tekrar serpip uzun uzun izliyordu.
Asya, Külbey'i de unutmuştu artık, yanaklarından akan yaşları da. Külbey de hemen onun peşinden koşuyordu.
Bilge adam elindeki fotoğraf makinesini hiç kullanmadı o gece. Masmavi gecenin arasından sıyrılan yıldızları, yıldızlara anlam veren hilali seyretti ve hayallar kurdu.
Kimdi bu gelen kişi? Herkes merak ediyordu.
Ve Saymalıların artık bir Servet’i olmuştu. Külbey ile Asya birbirlerine kavuşabilmişler miydi; kim bilir? Bilge Adam o gece ne hayaller kurmuştu o gece; kim bilir? Yazın tam ortanca günüydü. Saymalı’ya hâlen kar yağıyordu ve bu kaya resimlerinin pek hoşuna gitmiyordu. Uzun boylu, aksakallı adam atını dörtnala sürdü kaya resimlerine doğru… Vücudunda sanki uzun bir yolun yorgunluğu vardı ama bakışlarında da başarmanın gururu görünüyordu. ’İşte şimdi oldu.’ diyor
4
GENCAY
ORHUN ABİDELERİNE GÖRE KÜL TİGİN Emre KUM “Küçük kardeşim Kül Tigin vefat etti. Ben yaslandım. Görür gözüm görmez gibi; bilir bilgim bilmez gibi oldu. Ben yaslandım. Zamanı Tanrı takdir eder; kişioğlu hep ölmek için türemiş”
Milletinin unutamadığı bir savaşçı haline gelmiştir. Onun arkasından ağabeği Türk Bilge Kağan’ın diktirdiği muazzam abide, onun ne büyük bir bahadır olduğunu gözler önüne sermekte ve bize yaşamı boyunca neler yaptığını anlatmaktadır. İşte söz konusu olan bu büyük bahadırın hayatını, yaptıklarını, ardında bıraktıklarını ve ardından söylenenleri kaleme aldığımız bu makalenin amacı Kül Tigin’in ölümsüz hatırasını yaşatmak ve Türk Milletinin her ferdine öz kahramanının vasıflarını anlatmaktır.
-ÖzetAltay ve Tanrı Dağlarının eteklerinde doğup, tarih boyunca geniş coğrafyalara yayılan ve gittiği her yerde hâkim unsur olarak bulunan Türkler, hâkim oldukları coğrafyalarda en çok savaşçılıkları ile akıllarda yer etmişlerdir. Bu savaşçılıklarına layık olarak nice ölümsüz bahadırlar yetiştirmişler ve bu bahadırların başarılarını hatırlamak ve gelecek nesillere aktarmak için, onları anlatan eserler bırakmışlardır. Şüphesiz ki bu eserlerin başında Orhun Abideleri gelir.
Anahtar kelimeler: Gök-Türk Devleti, GökTürkler, Orhun Abideleri, Kül Tigin, Türk Bilge Kağan.
II. Gök-Türk Devleti döneminde, bu imparatorluğun kurucusu olan İlteriş (Kutluk) Kağan vefat ettiğinde ardında biri yedi, diğeri sekiz yaşında olmak üzere iki erkek çocuk bırakmıştı. Zamanla büyüyen ve Gök-Türk Devletinin yönetiminde bulunan bu iki kardeşten büyüğü Türk Bilge Kağan, küçüğü ise Kül Tigin’dir. Kül Tigin, Türk Milletinin yetiştirdiği en büyük bahadırlardan biri olmakla beraber, vefatında da arkasından yıllarca ağıt yakılan bir kardeş, komutan ve Türk 5
GENCAY -GİRİŞ-
ve doğu yüzleri ile güney ve batı yüzleri arasındaki kenar kısımlarında da küçük yazıtlar bulunmaktadır. Türkçe küçük bir yazıt anıtın batı yüzüne kazınmıştır.
Dünya tarihinde askeri kültür ve harp sanatı açısından dikkat çeken milletlerin başında Türkler gelir. Türk milletinin tarih boyunca elde etmiş olduğu siyasi ve askeri başarılar bunun en belirgin göstergesi olduğu gibi, Türklerin askerlik sanatındaki ustalıklarından, savaşlarda uyguladıkları taktik ve stratejilerden ve bu silahları kullanma konusundaki ustalıklarından bahseden muasır kaynaklar da bu gerçeği açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Bu anıt ‘kon yılka yiti yigirmike’ yan, ‘Koyun yılının on yedisinde (27 Şubat 731)’ ölen ve hükümdar Türk Bilge Kağan’ın kardeşi olan Kül Tigin’in anısına dikilmiştir. Batı yüzündeki Çince yazıt 1 Ağustos 732 tarihinde, Türkçe yazıtlar ise bundan yirmi gün sonra, yani 21 Ağustos 732’de tamamlanmıştır. Buna göre de anıtın dikiliş tarihi de 21 Ağustos 732 olmalıdır.
Türklerin askerlik sanatının en ince ayrıntılarını ve bu sanatı uygulayan en iyi bahadırını Orhun Abidelerinde görmekteyiz. Orhun Abideleri (Bilge Kağan ve Kül Tigin anıtları) Moğolistan Halk Cumhuriyetindeki Orhun ırmağının eski yatağı yakınlarında, ‘Koço Çaydam’ adlı göl civarındadır (Aşağı-yukarı 47 derece enlem ve 102 derece boylam). Anıtlar arsındaki uzaklık 1 km. kadardır. Kül Tigin anıtı düşük nitelikli kireç taşı veya mermerden yapılmış dört yüzlü tek parça büyük bir taştır. Taşın yüksekliği 3.75 m.’dir. Taşın doğu ve batı yüzleri dipte 1.32 m. üstte ise 1.22 m. genişliğindedir. Anıtın kuzey ve güney yüzlerinin eni de 46 ile 44 cm. dir. Kül Tigin anıtının bütün yüzleri 2.75 m. boyunda yazıtlarla kaplıdır. Batı yüzünde uzun bir Çince yazıt vardır. Anıtın öbür yüzleri baştan başa Türkçe yazıtlarla doludur. Anıtın doğu yüzünde 40 satır, güney ve kuzey yüzlerinde de 13’er satır vardır. Ayrıca, anıtın kuzey ve doğu, güney
Kül Tigin ve Bilge Kağan yazıtlarının yazıcısı Kül Tigin’in “atı’sı” Yollug Tigin’dir. Moğolca karşılığı ‘açi’ olan ‘atı’ kelimesinin oradaki (Orhun Abideleri) anlamları “Kız veya erkek torun; birinin oğlunun veya erkek kardeşinin çocuğu” dur. 6
GENCAY Kül Tigin anıtının güney-doğu ve güneybatı kenarındaki kısa yazıt Yollug Tigin’in sözleridir. Kül Tigin yazıtının güney yüzündeki son cümle de Yollug Tigin tarafından yazılmıştır.
esnasında öldü ki; (Kül Tigin) yaya olarak atılıp, hücum etti ve yakaladığı kumandanın yeğenini, kağanına götürdü. Neticede Çin ordusu orada imha edildi. Bu husus Orhun Abideleri Kül Tigin Anıtında, Türk Bilge Kağan tarafından şöyle anlatılmıştır: “Umay gibi annem hatun devletine, küçük kardeşim Kül Tigin er adını aldı. On altı yaşında amcam kağanın (Kapgan Kağan) ilini, töresini şöyle kazandı: Altı Çub Soğdak’a doğru ordu sevkettik, bozduk. Çinli Ong vali, elli bin asker geldi, savaştık. Kül Tigin yaya olarak atılıp, hücum etti. Ong valinin yeğenini, silahlı, elle tuttu, silahlı olarak kağana takdim etti. O orduyu orda yok ettik!”
* * * 684 yılında doğduğu anlaşılan Kül Tigin’in savaş alanlarındaki bilinen ilk başarısı 700 yılındaki Kansu seferi sırasında, Çin ordusunun kumandanı “Wei Yüanchung’un” yeğenini canlı yakalayıp amcası Kapgan Kağan’a sunmasıdır. Ancak bundan önce Kül Tigin’in katıldığı diğer askeri faaliyetler olabilir.
Kül Tigin 705 yılında Çinli General Sha-t’o Chung-i ile yapılan savaşa katıldı. Çarpışmalar sırasında önce Tadık Çor’un boz atına, arkasından Işbara Yamtar’ın boz atına, sonra Yeğen Silig Beğ’in giyimli doru atına binerek hücum etmiş, ancak atların hepsi ölmüştü. Neticede adı geçen Çinli kumandanın 80 bin kişilik ordusu da mağlup edildi. Kül Tigin’in bu kahramanca mücadelesi ve savaşçılığını ağabeği Bilge Kağan’ın şu sözlerinden anlıyoruz; “Yirmi bir yaşında iken, Çaça generale karşı savaştık. En önce Tadıg’ın Çor’un boz atına binip hücum etti. O at orada öldü. İkinci olarak Işbara Yamtar’ın boz atına binip hücum etti. O at orada öldü. Üçüncü olarak Yeğen Silig Beğ’in giyimli doru atına binip hücum etti. O at orada öldü. Zırhından, kaftanından yüzden fazla ok ile vurdular, yüzüne, başına bir tane değirmedi. Hücum ettiğini, Türk beğleri, hep bilirsiniz. O orduyu orada yok ettik!”
Altı Çub Soğdaklarına yapılan Kapgan Kağan idaresindeki Kül Tigin ve Bilge’nin de katıldığı hücumda, önce onlar (Soğdaklar) bozguna uğratılmıştı. Arkasından Çinli Ong Tutuk, yani Wei Yüan-chung elli bin kişilik bir ordu ile üzerlerine geldi. Her halde atı çarpışmalar 7
GENCAY Gök-Türklerin 710 yılından önce, Türgi Yargun gölünün kenarında Yir Bayırkuların Uluğ Erkin’i ile yaptıkları savaşta Kül Tigin büyük yararlılıklar göstermiş, mağlup Uluğ Erkin az sayıdaki askeri ile kaçıp gitmişti. Bilge’nin 710 yılındaki Kırgız seferinin arkasından Türgişler üzerine yapılan hücumlara Kül Tigin bizzat katılarak, çok sayıda muvaffakiyet elde etmişti. Hatta Az’ların valisini eliyle yakalamak gibi üstün bir başarı da göstermiş, Türgişlerin arta kalanları öldürülmüştü. Geri kalanlar ise Tabar’da yerleştirilmişti. ,
Bu olaylar Gök-Türk ülkesinde ve o coğrafyada büyük yankı uyandırmış olacak ki Türk Bilge Kağan bu konudan bahsederken pişmanlığını vurgulamış ve küçük kardeşinin kahramanlığından söz etmiştir; “Soğd milletini düzene sokayım diye İnci nehrini geçerek Demir Kapı’ya kadar ordu sevk ettik. Ondan sonra Türgiş avam halkı (kara budun) düşman olmuş. Kengeris’e doğru gitti. Bizim askerin atı zayıf, azığı yok idi. Kötü kimse er ….( bu kısım abidede silindiği veya zarar gördüğü için okunamamıştır) kahraman er bize hücum etmişti. Öyle bir zamanda pişman olup, Kül Tigin’i az erle eriştirip gönderdik. Büyük savaş savaşmış. Türgiş avam halkını (kara budun) orda öldürmüş, yenmiş!”
Türk Bilge Kağan, bahsi geçen vuruşmanın detaylarını, inceliklerini ve Kül Tigin’in kahramanca mücadelesini şöyle anlatmıştır: “O yılda Türgiş’e doğru Altın ormanını aşarak, İrtiş nehrini geçerek yürüdük. Türgiş kavmini uykuda bastık. Türgiş kağanının ordusu Bolçu’da ateş gibi, fırtına gibi geldi. Savaştık. Kül Tigin, alnı beyaz boz ata binip hücum etti. Alnı beyaz boz …. (bu kısım abidede silindiği veya zarar gördüğü dolayısıyla okunamamıştır) tutturdu. İkisini kendi yakalattı. Ondan sonra tekrar girip Türgiş kağanının buyruğu Az valisini elle tuttu. Kağanını orada öldürdük, ilini aldık. Türgiş avam halkı (kara budun) hep tabi oldu. O kavmi Tabar’da kondurduk. Bu akından sonra Gök-Türkler Demir Kapı’ya sefere çıkmışlar, fakat arkada bıraktıkları Türgişler yine düşman olmuşlar ve Maveraünnehr’e doğru gitmişlerdi. Kül Tigin az sayıda askerle onların peşinden gönderilmiş, büyük bir savaş olmuş ve neticede Türgişler yine bozguna uğratılmıştı.
Türgişlere yapılan akından önce bir de Kırgızlara doğru sefer yapılmıştır. Girişte vurguladığımız Türklerin harp sanatının ve stratejisinin en önemli örneklerinden biri olan bu seferin ince ayrıntılarını Türk Bilge Kağan detayları ile anlatmış ve bu başarıyı yine küçük kardeşine ithaf etmiştir: “Kül Tigin yirmi altı yaşında iken Kırgız’a doğru ordu sevk ettik. Mızrak batımı karı söküp, Kögmen ormanını aşarak yürüyüp, Kırgız kavmini uykuda bastık. Kağanı ile Songa ormanında savaştık. Kül Tigin, Bayırku’nun ak aygırına binip atılarak hücum etti. Bir eri ok ile vurdu, iki eri kovalayıp, takip ederek 8
GENCAY mızrakladı. O hücum ettiğinde, Bayırku’nun ak aygırını, uyluğunu kırarak vurdular. Kırgız kağanını öldürdük. İlini aldık!”
Türk Bilge Kağan’ın bahsettiği “İl’in sarsılması” döneminde Dokuz Oğuzlarla bir yılda tam beş kez savaşılmış, hepsi de Kül Tigin’in gayret ve başarıları ile kazanılmıştı.
Kül Tigin 711 yılında patlak veren Karluk isyanlarının bastırılması işlerinde de baş rol oynadı. Karluklarla Tamag İduk Baş’ta savaştı (714). Karluklar yenildikten sonra Az’lar üzerine yüründü; çünkü onlar da düşman olmuştu. Kara Göl’de Az’larla savaşılmış, Kül Tigin üzerine düşen görevi yapıp Az’ların reisi İlteber’i canlı yakalamış, boy halkları da ağır bir bozguna uğratılmıştı.
Çin kaynaklarından ve Orhun Abidelerinden anlaşıldığı üzere milletini çok seven ve bu konuda hassas olan Türk Bilge Kağan, bu isyanlar hakkında da uzun uzun bilgi vermiş ve olayları büyük bir ızdırapla anlatmıştır. Bu olayların bastırılmasında önemli bir yeri olan kardeşini de şu sözlerle yüceltmiştir: “Dokuz Oğuz milleti kendi milletim idi. Gök, yer bulandığı için düşman oldu. Bir yılda beş defa savaştık.
II. Gök-Türk Ülkesi tamamen karıştığında, Doğuz-Oğuz boyları da başkaldırmışlardı. İzgiller mağlup edilmiş; ancak Kül Tigin’in çok değerli Alp Salçı Kır At’ı çarpışmalar esnasında ölmüştü.
En önce Togu Balık’ta savaştık. Kül Tigin Azman akına binip atılarak hücum etti. Altı eri mızrakladı. Askerin hücumunda yedinci eri kılıçladı.
Türk Bilge Kağan bu isyanlardan üzüntü ile bahsetmiştir: “Amcam Kağan’ın ili sarsıldığında, millet, ‘hükümdar’ diye ikiye ayrıldığında; İzgil milleti ile savaştık. Kül Tigin Alp Salçı Ak’ına binip atılarak hücum etti. O at orada düştü. İzgil milleti öldü!
İkinci olarak Kuşalguk’ta Ediz ile savaştık. Kül Tigin Az Yağızı’na binip atılarak hücum edip, bir eri mızrakladı. Dokuz eri çevirerek vurdu. Ediz kavmi orada öldü. Üçüncü olarak Bolçu’da Oğuz ile savaştık. Kül Tigin Azman Ak’ına binip hücum etti, mızrakladı. Askerini mızrakladık, ilini aldık. Dördüncü olarak Çuş Başında savaştık. Türk Milleti ayak diretti. Perişan olacaktı. Beşinci olarak Ezginti Kadız’da Oğuz ile savaştık. Kül Tigin Az Yağızı’na binip hücum etti. İki eri mızrakladı, çamura soktu. O ordu orada öldü!
9
GENCAY Bütün bu olaylardan sonra Gök-Türkler devlet yöneticileri ve orduları çok zor durumlara düşmüşlerdi. Bu savaşlarda öldüğü kuvvetle muhtemel olan Kapgan Kağan’ın küçük oğlu Tonga Tigin’in yuğ merasiminde de Tongralar baskın yapmıştı. “İlerleyip gelmiş ordusunu Kül Tigin püskürtüp, Tongra’dan bir boyu, yiğit on eri çevirip öldürmüştü.”
Kağanı Kapgan, pusuya düşürülüp öldürülmüştü. Çin kaynakları bu olayı bütün ayrıntıları ile açıkça göz önüne sermiştir. “Evvelce Kapgan Kağan kuzeye doğru bir sefer yaparak Bayırkuları ‘Tu-lo-shui’ (Tola) nehrinin kıyılarında büyük bir bozguna uğratmıştı. Fakat zafer sarhoşluğu içinde bulunan Kapgan, yurduna dönerken kendisi için gereken emniyet tedbirlerini almamıştı. Bir gün Kapgan bir söğüt ormanından geçerken, ‘Hsiehchic-lo’ adındaki, bozguna uğramıştı. Bayırku askeri aniden ormandan çıkarak Kapgan’ı öldürdü. O sırada da ‘Ta-wu-chün’ ordusunda ‘Tzuchiang’ rütbesini taşıyan ‘Hao Ling Chü’an’, Çin elçisi olarak Gök-Türk ülkesinde bulunuyordu. ‘Hsieh-chic-lo’ Kapgan Kağan’ın başını ‘Hoahing-chüan’a’ teslim ettikten sonra onunla beraber Çin sarayına geldiler. İmparator ‘Hsüan-tsung’, Kapgan Kağan’ın başının Çin başkenti ‘Cha’angan’ın ana caddesinde bir direğe asılıp, halka gösterilmesini emretti…”
715 yılına gelindiğinde Gök-Türk ordusu Amgı Kalesi’nde kışlamış ve kıtlık başlamıştı. Bu yılın ilkbaharında GökTürkler Oğuzlara doğru sefer etti. Sefer sırasında birinci ordu yola çıkmış iken ikinci ordu daha merkezde (Ötüken) idi. İşte bu sırada üç Oğuz ordusu baskın yaptı. Hatta Oğuzların bir grubu Bilge ve Kül Tigin’in evini barkını yağmalamaya kalkışmış, onları zor durumda bırakmıştı. Gök-Türklerce kutsal, ‘İduk’ sayılan Ötüken’in savunması işini başarı ile yerine getiren Kül Tigin’in yaşadığı müddetçe yaptığı en büyük işin bu olduğunu söyleyebiliriz. Zira yaşamlarını Kül Tigin’in savaşçılığına bağlayan Türk Bilge Kağan milletine ve ailesine şöyle demiştir: “ Amga Kalesinde kışlayıp ilkbaharında Oğuz’a doğru ordu çıkardık. Kül Tigin’i evin başında bırakarak, müdafaa tedbiri aldık. Oğuz düşman, merkezi bastı. Kül Tigin Öksüz Akı’na binip dokuz eri mızrakladı, merkezi (Ötüken) vermedi. Annem hatun ve analarım, ablalarım, gelinlerim, prenseslerim! Bunca yaşayanlar cariye olacaktı, ölenler yurtta, yolda yatıp kalacaktınız. Kül Tigin olmasa hep ölecektiniz!” Bir süre de olsa durulan olaylardan sonra bir akın yapılmış ve bu akın başarı ile tamamlanıp dönülürken Gök-Türklerin
Kapgan Kağan ölmeden önce oğlu fuchü’yü “İni-İl Kağan” ilan etmişti. Fakat Türk karizmasına göre İlteriş’in 10
GENCAY oğullarından gerekiyordu.
birisinin
tahta
geçmesi
bunu şiddetle reddetti. Bu sebeple Bilge kağan, Kül Tigin’i Sol Şad tayin ederek ona bütün askeri yetkileri verdi.”
Devletin her tarafını isyanların sardığı dönemde İnel Kağan başarılı olamadı. Bunun üzerine Kül Tigin, bütün boyunu topladı. Yeni kağana ihtilal yapan ve bu mücadele sırasında her şeyini ortaya koyan cesur Kül Tigin, İnel Kağan (İni-İl Kağan) ile birlikte bütün çocuklarını ve adamlarını ortadan kaldırarak kağanlığın kaderini değiştirmiş ve o, Çin kaynaklarında adı ‘Mo-chih-lien’ şeklinde okunan ve abidelerde ise Bilge olarak geçen ağabeğini kağanlık tahtına oturtmuştur. Türk Bilge Kağan ise bu ihtilal ile ilgili şunlara değinmiştir ve bu ihtilali meşrulaştıran ana bir sebep sunmuştur: “Küçük kardeşim Kül Tigin ile konuştuk. Babamızın, amcamızın kazanmış olduğu milletin adı sanı yok olmasın diye, Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Küçük kardeşim Kül Tigin ile iki şad ile öle yite kazandım.”
Gök-Türkler arasında ‘Küçük Şad’ olarak tanınan Bilge, kardeşi Kül Tigin’in kağan olmasında ısrar etmiş, fakat Kül Tigin büyük bir erdemlilik göstererek bunu reddetmiştir. Bunun üzerine kağan olan ‘Türk Bilge’ kardeşini orduda ki en üst makam olan Sol Şad (sol bilge elig) makamına tayin etmiştir. Bu olaylar anlatılmıştır:
Çin
arşivlerinde
şöyle
7 yaşından beri ömrünü Türk milletinin yücelmesine hasreden, cesareti ve savaşçılığı hem Türk, hem Çin vesikalarında övülen Kül Tigin bu övgüleri fazlası ile hak etmiştir. Hatta 725 yılında imparator ‘Hüan-tsung’`un başkanlığında yapılan bir toplantıda şöyle konuşuluyordu:
“…Bu sırada Kapgan Kağan’ın küçük oğlu küçük kağan (fu-chü) tahta çıktı. Fakat çok geçmeden Kutluğ’un (İlteriş) oğlu ‘Chüeh Tigin’ tarafından basılıp, öldürüldü. Kül Tigin ayrıca adeta Kapgan Kağan’ın bütün oğulları ve candan adamlarını öldürüp, ağabeğisi Sağ Şad olan ‘Mo-chic-lien’ (Bilge)’i kağan ilan etti. Bu zat ‘Pi-ch ieh’ (Bilge) Kağandır. Bilge Kağan Gök-Türkler arasında ‘Hsiao-sha’ (küçük şad) olarak tanınırdı. Bilge Kağan, Kardeşi Kül Tigin’in kağan olmasında ısrar etti. Fakat Kül tigin
“… Gök-Türklerin ne zaman ne yapacağı bilinmez. Kağan Bilge iyidir, milletini sever, Türkler de ondan memnundurlar… Kül Tigin harp sanatının üstadıdır, ona karşı koyacak bir kuvvet güç bulunur…” 11
GENCAY Çin kaynaklarında Kül Tigin’i büyüklerine karşı gösterdiği saygı ve bağlılıktan dolayı överler. Kül Tigin kendi siyasi kuvvetine bakarak Türk töresini ve adaletini hiçbir zaman bozmamış, devlet içerisindeki görevini eksiksiz yerine getirmiş ve yaptıklarına karşılık daha fazlasını istememiştir. Hatta bu husus Bilge Kağan’a Orhun abidelerinin Çince kısmında şöyle arz edilmiştir: “O (Türk Bilge Kağan), işlerinde muhabbet ve kardeşlik hissi ile hareket ettiğinden ve kardeşinin askeri başarılarından ve onunla (Kül Tigin) beraber çalıştığından dolayı muvaffak oldu.” Yani Çin Devleti, Türk Bilge Kağan’ın başarılı olmasının tek sebebini kardeşi Kül Tigin’e bağlıyordu.
taşıyan bu kitabe ile birlikte Kül Tigin’in anıt-kabri ve içindeki nakış ve tasvirler tamamlanmış ve büyük yuğ töreni 1 Kasım 731 günü (“Koyun” yılının 9. Ayının 27’si) yapılmıştır. Kül Tigin’in yuğ törenine Gök-Türklerin komşularının hepsinden katılımlar olmuştur. Doğuda Kıtanlar temsilci göndermişlerdi. Başlarında Uder vardı. Çin imparatoru ise binlerce top ipekli kumaş, altın ve gümüş eşya yollamıştı (Çin kaynaklarında Chang Ch’ü-i ve Lü Hsiang’ın cenaze törenine katılmak ve kurban kesmek için gönderildiği bildirilmektedir). Tatabılar ise hükümdarlarının temsilci Bökün ile katıldılar. Batı taraftaki uzak komşulardan Soğdlar, İranlılar ve Buhara şehri halkından General Nek ve Oğul Tarkan gelmişlerdi. Türk Bilge Kağan’ın damadı da olan Türgiş (on-ok) kağanından ‘Tamgaçı’ (mühürdar) Makaraç ve Oğuz Bilge onları temsilen katılırken, Kırgız kağanını Tarduş İnançu Çor temsil etmişti.
731 yılına gelindiğinde ise II. Gök-Türk Devleti büyük bir kahramanını kaybetti. Türk Bilge Kağan’ın küçük kardeşi Kül Tigin vefat etmişti. Ölümü kağanlıkta büyük üzüntü yaratan kahraman hakkında abidelerde samimi ifadeler yer almıştır. Öyle ki Türk Bilge Kağan; “Bunca Töreyi kazanıp, küçük kardeşim Kül Tigin öylece vefat etti.” derken onun ölümünün erken olduğunu düşünmüş olmalıdır. Kül Tigin için bir abide dikilecekti. Kül Tigin’in ölümü Çin’de de aynı üzüntüyü yarattığı için imparator hususi elçi ile Ötüken’e başsağlığı mektubu göndermiş, Kül Tigin’in hatırasına dikilecek abidede Çince bir metnin de bulunmasını arzu etmişti. Kül Tigin yazıtı bilindiği gibi, Türk Bilge Kağan tarafından küçük kardeşinin hatırası yaşatılmak için diktirilmiştir. GökTürk tarihi, kültürü ve Türk dil ve edebiyatı yönlerinden emsalsiz bir değer
Kahraman Kül Tigin için olağanüstü güzel bir türbe inşa ettirilmişti. Ressam ve heykeltıraşlara içi süslettirildiği gibi, türbenin içine heykeller de konulmuştu. 12
GENCAY Çin Yıllıkları Kül Tigin’in Çinli ressamlar tarafından yapılan heykelinin çok güzel olduğunu ve Türk Bilge Kağan’ın buna her bakışında kardeşi Kül Tigin’i hatırlayarak hüngür hüngür ağladığını yazmıştır. Yazıt tamamlanınca, Kül Tigin’in hatırasının ölümsüz olmasına ve canlı tutulmasına binaen, kaplumbağa şeklinde oyuk bir kaide taşına oturtulmuştur.
Türk Bilge Kağandan başka bu ölümsüz kahramanı yad etmek maksadıyla ‘atısı’ Yollug Tigin de abidede kendi görüşlerini şairane bir biçimde şöyle vurgulamıştır: “Bunca yazıyı Kül Tigin’in atısı Yollug Tigin, yazdım. Yirmi gün oturup bu taşa, bu duvara hep Yollug Tigin yazdım. Değerli oğlunuzdan, evladınızdan çok daha iyi beslerdiniz. Uçup gittiniz…”
Kardeşinin vefatı ile tarifsiz bir kedere bürünen Türk Bilge Kağan, Kül Tigin için diktirdiği abidede içine düştüğü karanlığın ancak bir kısmını ifade etmiştir: “Kül Tigin kendisi 47 yaşında bulut çöktürdü… Küçük kardeşim Kül Tigin vefat etti. Ben yaslandım. Görür gözüm görmez gibi; bilir bilgim bilmez gibi oldu. Ben yaslandım. Zamanı Tanrı takdir eder; kişioğlu hep ölmek için türemiş. Öyle düşünceye daldım. Gözden yaş gelse mani olarak, gönülden ağlamak gelse geri çevirerek düşünceye daldım. Müthiş düşünceye daldım. İki şadın ve küçük kardeş yeğenimin, oğlumun, beğlerimin, milletimin gözü kaşı kötü olacak deyip düşünceye daldım.”
Kül Tigin’in ölümü, Gök-Türklerin amansızca mücadele ettiği Çin’i bile yasa boğmuştu. Çin İmparatoru böyle mert, cesur ve hayranlık uyandıran bir savaşçının ölümünden duydukları üzüntüyü abidelerin Çince kısmında uzunca bir edebi dil ile şöyle belirtmeye çalışmıştır: “Bu methiyede mevzubahis olan şahıs Kül Tigin ismi ile maruftu. O, Kutlug Han’ın ikinci oğlu ve şimdi hüküm süren Bilge Han’ın küçük kardeşi idi. Onun adının şöhreti kendi yurdunda kabilesi halkına dehşet verirken, babasına ve kardeşine olan hürmet ve merbutiyeti uzak memleketlerde gayet iyi biliniyordu. Kül Tigin’in bu tarzda tanınması, evvela onun kendi şahsında toplayıp inkişaf ettirebildiği büyük babasının babası olan Beg İtimish’in mevrus iyi niyetlerinin, saniyen büyük babası Ghekin Kutlug’un alışkın olduğu ve haleflerinin birbirleri ile gıpta edercesine taklide çalıştıkları hayır ve lütufkârlığın neticesinden başka ne olabilirdi? Aksi takdirde bu kadar değerli bir adamın başardığı işler için ne sebep gösterilebilir?”
Kardeşinin ölümü ile ilgili en acı sözleri dile getiren Türk Bilge Kağan, eli pusat tuttuğu günden bu yana hep Türk Milleti için çalışan Kül Tigin’e ölümsüz olan ismini şu sözlerle vermiştir: “Küçük kardeşim Kül Tigin …. (bu kısım abidede silindiği veya zarar gördüğü dolayısıyla okunamamıştır) için, öle yite işi gücü verdiği için, Türk Bilge Kağan, nezaret etmek üzere, küçük kardeşim Kül Tigin’i gözeterek oturdum. ‘İnançu Apa Yargan Tarkan’ adı verdim. Onu övdürdüm.
Methiye şöyle devam ediyor: “Kumların ve soğukların diyarı olan Ting-Ling ülkesi, senin evvelki krallarının arasında birçok kudretli ve asker ruhlu şahsiyetler 13
GENCAY yetiştirdi. Senin kişiliğin yabancı ülkelere böylece şeref vererek payidar olsunlar! Senin prensiplerin, bizim Tang’ımızla dostluğu gaye edinerek ‘her yerde’ tanınsınlar! Böyle adamların (Kül Tigin) ebediyen payidar olacaklarının muhakkak olmadığını kim söyleyebilir? Uğurlu haberleri ebediyen ilan için, gelecek hadsiz hesapsız nesillerin dimağlarında onların müşterek muvaffakiyetlerinin şaşaasının hergün yeniden canlanması için, uzakta ve yakında bulunan herkesin bunu öğrenmesi için, şimdi dağ gibi yüksek ve bilhassa muhteşem bir yazıt dikilmiştir!”
-SONUÇSadece Gök-Türk tarihinin değil, bütün Türk tarihinin en önemli şahsiyetlerinden biri olan Kül Tigin, savaşçılığı, harp sanatındaki mahareti, zekâsı ve milletine olan bağlılığı ile yaşadığı döneme damga vurmuş bir kahramandı. Kül Tigin’in devleti ve milleti uğrunda çalışıp çabalaması ve fedakârlıkları, sadece hafızalarda yer edinip dilden dile dolaşmakla kalmamış, hatırasına dikilen bengü taşlara kazınarak ölümsüzleştirilmişti. O, örnek şahsiyeti ve tarihi rolü itibarıyla sadece Türklerin değil komşu devlet ve kavimlerin de saygı ve sevgini kazanmıştı. Öyle ki Gök-Türklerin düşmanı olan kavimler dahi böyle mert bir düşmanın ölümü için yas tutmuştu.
Kahraman Kül Tigin öldüğü vakit çok büyük bir servete sahip idi. Abidelerde Kül Tigin’in altınını, gümüşünü, hazinesi, servetini idare eden Tuygut adında birinden bahsedilir. Hatta atlarının sayısının dört bin olduğu söylenmektedir. Herhalde bu servet, onun ölümünden sonra ağabeği Türk Bilge Kağan’a ve çocuklarına, dolayısıyla devlete kalmış olmalıdır.
O, hayatı boyunca ağabeyi Türk Bilge Kağan’ın en büyük yardımcı ve destekçisi olmuş, asla daha fazlasını istememişti. Bu bakımdan Gök-Türk devletinin dönemin en büyük gücü hâline gelmesinde onun büyük bir payı vardı.
II. Gök-Türk Devletinun Kül Tigin’e kadar olan soy ağacı şöyledir:
14
GENCAY
TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ’NİN MESELELERİ M. Bahadırhan DİNÇASLAN Esen olsun.
edenler, Türk Milliyetçileridir. Ancak, sebepleri başka ve uzun bir yazının konusu olmakla birlikte, bir “kokuşturucu evrim”, Türk Milliyetçiliği’ni fikri açıdan git gide yoz, yüzeysel ve saçma bir hale dönüştürmüştür.
Elbette yazının başlığı çok iddialı ve ben kendimi “efradını cami ağyarını mani” bir yazıyla Türk Milliyetçiliği’nin bütün meselelerini anlatabilecek çapta görmüyorum. Ayrıca, her bir tespit için bu tespiti yaratan ya da bu tespitle ilişkili milyonlarca noktanın açımlanması, uzun uzun irdelenmesi gerekir; bunu da yapamayacağım. Ancak bu, genç bir milliyetçi olarak Türk Milliyetçiliği’nin meselelerini nasıl gördüğüme dair fikirlerimi beyan etmeme mani değildir.
Sözgelimi, Türk milliyetçileri, evrensel bir düzlemde, “hakem”in kör ve tarafsız olduğu bir “müsabaka”da kendilerinin üstünlükleri ve haklılıklarını ispat edecek bir fikir arayışı ve sürekli gelişme meyli yerine sair sebeplerden, “el yumruğunu yemeyen kendininkini balyoz sanır.” atasözüne benzer bir ruh haliyle, boş ve saçma bir kendini övme kısır döngüsüne girmiştir. Türkiye’ye bilimsel düşünceyi ve birçok bilimsel disiplini tanıtan Türkçüler olduğu halde (öyle ya, bilimsel olmayan Türk Tarih Tezi’ne karşı çıkan Zeki Velidi Togan bir Türkçüydü, Sosyoloji’yi Türkiye’de tesis etmeye başlayan Gökalp de, Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları kitabını yazan, dilbilim üzerine eserler vermiş Sadri Maksudi Arsal da, Türk tarihine İskender Öksüz’ün deyimiyle “özüne oryantalist” bakışla bakılmasındaki çarpıklığı gözler önüne serip, Türk’ü “içeriden” anlayarak tarihe bakmayı savunan Atsız da...) şimdi Türk milliyetçileri, bilimsellikten, akıldan uzak, mistik, ne idüğü belirsiz zırvaların tutsağı bir fikrin git gide artan tahakkümü tehlikesiyle karşı karşıyadırlar ki bu sorun, “Türk’ü tanımadan Türkçülük yapmak” çıkmazına Türk milliyetçilerini
Meseleleri ele alırken alanına göre bölümlendirmek faydalı olacaktır. Öyleyse, ilk olarak, “fikir meselesi” diyebiliriz. Türk Milliyetçiliği’nin fikri evrimini uzun uzadıya analiz ettiğim çeşitli yazılarım varsa da bu yazıda buna girişmeyeceğim. Ancak şunu diyebilirim ki Türkiye’de cumhuriyeti kuran, buraya seküler anlayışı getiren, toplumculuk ve aydınlanmacılığı büyük ölçüde tesis 15
GENCAY götürmektedir. Kısmet olursa Dava dergisinin gelecek sayısında bu konuya değineceğim. Bu konuda sadece şunu söylemekle yetineyim ki Oğuz Ata’mızın “Kün tuğ bolgıl kök kurıkan” (güneş tuğ olsun gök çadır) deyişi, Türk’ün her zaman evrensel bir değer yaratmak arzusunda olduğunun işaretidir; körü körüne var olanı muhafaza etmek arayışında değil…
kurulduğu temellerin, sosyalizmin de, diğer görüşlerin de kapsayamayacağı kadar “derin”, “geniş” ve başat olduğu iddiasının ispatı başka bir yazının konusudur.) milli motifler olduğu için bunları kullanarak, milletinin ve imkân olursa milleti vasıtasıyla elini uzatacağı dünya insanlığının “daha güzel bir dünyada” yaşamasını amaçlamaktır.
Milliyetçi fikrin bilimsel eksikliğinin yanında (ki söz gelimi benim milliyetçi fikrim- bilimsel bir temel üzerine oturmuştur. Sonuçlar, yorumlar ya da hedefler farklı olmakla beraber, çeşitli milliyetçi fert ya da gruplarda da bu müspet tavır mevcuttur; ancak “genel kitle” git gide yobazlaşmakta, nasıl bir veraset sistemine dâhil olduğunu unutmakta ve dolayısıyla Ortadoğululaşmakta, aptallaşmaktadır.) bir de, “görev sorunu”muz var. Öyleyse ikinci mesele, “görev” meselesidir.
Bu konuda, Siyah Beyaz Kültür ve Sanat Platformu dergisinin 6. Sayısı’nda kısa bir tarif yapmıştım: “Biz, Türk’ün ve Türkçü’nün diğerlerini boğduğu bir dünya değil, insanlığın müşterek ziggurat inşası olan “medeniyet” harikasının en tepesindeki rasathanenin bileği, yüreği ve kaleminin hakkıyla Türk’e ait olduğu bir dünya düşlüyoruz.” (Buradaki “hakkıyla” ibaresi, bir evvel değindiğim mesele ile ilgilidir. Hak etmiyorsan, objektif bir sahada kendini ispatlamadıysan, salt “biz şöyle uluyuz; böyle mükemmeliz” diyerek üstün bir millet olduğunu iddia edemezsin; milliyetçilik yapmak hakkın da yoktur. Bu tarz milliyetçiler, birey olmayı başaramamış, dolayısıyla kendinde sevilecek ya da övülecek bir şey bulamayan ya da başka bir takım psikolojik komplekslerin elinde esir insanlardır.)
Milliyetçilik, özetle, milletinin kültürel verasetine vakıf olup, bunu özümseyerek “üzerine koymak”, geleceğe aktarmak, mümkünse bu mayadan evrensel bir değer yaratıp -sözgelimi bugün Amerikan kültürünün “kültür endüstrisi” denen çağımız laneti vasıtasıyla dünyayı “etkileyen kültür” olması gibi, kendi kültürünün “etkileyen kültür” olmasını; milletini olduğu gibi (sözgelimi tecavüzcü bir Türk, Türk Milliyetçisi’nin muhafaza etmek isteyeceği bir Türklük anlayışına sahip değildir.)- muhafaza etmek değil; milletinin daha iyi, daha doğru, daha gerçek ve daha güzele evrilmesini, son tahlilde, toplumsal dönüşümleri yaratan temel erk (ben bunu “mit ve rit” kuramıyla açıklıyorum ancak, milliyetçiliğin üzerine
Haliyle, milliyetçilerin bir “görevi” vardır. Vaktiyle, “MHP’nin Görevi” başlıklı bir yazımda şöyle demiştim: Görülüyor ki insanoğlu, “toplumsal hafıza”sını zaman içinde git gide, kurumlara terk ediyor, ki internetten 16
GENCAY bulunabilecek “Millet Kavramının Evrimi” yazımda da değindiğim gibi bu sebepten, bütün “kavram”lar git gide, müşahhastan mücerrede yöneliyor ve bir kurumun tekeline terk ediliyor. Fransız İhtilali ile olan da budur; milli hisler, milliyetçilerin ve ulusal devletin egemenliğine terk edilmiş, kurumsallaştırılmıştır.
Türk milliyetçiliğinde bu evrimi özetlersek, söz gelimi Budizm’e karşı duran Tonyukuk’ta bir tavır ve yönelim olarak, Firdevsi’nin mezarını “Kalk ayağa! Küçük gördüğün Türk geldi!” diye tekmeleyen Timur’da bir savunma güdüsü olarak, Gaspıralı, Akçura, Gökalp gibi aydınlarda bir toplumcu kaygı ve fikir, İttihat ve Terakki Hükümeti, Atatürk Cumhuriyeti deneylerinde önce fikri reaksiyonun politik boyutu, ardından müstakil-politik birer doktrin ve kurum, Alaş-Orda ve İsa Yusuf Alptekin’in Uygur hareketlerinde bir milli kıyam/rönesans/restorasyon, MHP’de bir siyasi/partici oluşum olarak, milliyetçilik dallansa da ana “yol”unu muhafaza eden bir evrim takip ederek bu güne gelmiştir.
Bu görev, milletinin öncüsü, hamisi, banisi, sözcüsü ve en önemlisi öğretmeni olmaktır. Alıntıda değinmiş oldum, uzun uzadıya ta ilk insandan bu güne “sanallaşma”, “devletleşme”, “dinleşme” ve dolayısıyla “kurumlaşma”yı anlatmayacağım ancak, tekrar edeyim ki Fransız İhtilali akabinde değişen algı ve dünya “milliyetçiliği yaratmamıştır.” Aksine, “tıp” biliminin bir takıp mistikler (söz gelimi şamanlar ya da druidler, yaşlı kadınlar) elinden alınıp, kurumsallaşıp doktorlara terki gibi bir şekilde milliyetçilik tanımı değişmiş ve kurumsallaşmıştır. Değişen toplum yapısında, eskinin “kolektif anlayışında”, kolektif bilinçaltında, kasıtsız ve kendiliğinden oluşan motif ve itkilerle “manifesto edilen” milliyetçilik, artık bir kurum haline dönüşmüş, “üst bilinç düzeyi”ne çıkmıştır.
Hâl böyleyken, Türkiye’de Türk milliyetçileri, Türk Milleti’nin hastalıklarını muhafaza etme çabasını terk etmeli, öğretmenlik görevlerini hatırlamalı, Türk Milleti’ne öncülük etmelidirler. İlginç değil mi? İnsan hakları, adalet, eşitlik, doğruculuk, bilimsellik, akılcılık, insan merkezcilik, evrensellik, halkçılık gibi konulara hiç değinme, bu alanlara hiç girme; bu boşluğu ya sol, ya da Fetullahçı kafa doldursun. “Ben neden bütün müspet şeyleri bu adamlara terk ettim” diye kendini hiç sorgulama, sadece bu adamlar savunuyor göründüğü için İnsan hakları, adalet, eşitlik, doğruculuk, bilimsellik, akılcılık, insan merkezcilik, evrensellik, halkçılık gibi konulara düşmanlık besle. Bu, şüphesiz milliyetçinin yapacağı şey değildir, Türkiye’de insan haklarının,
17
GENCAY bilimselliğin, halkçılığın Türkçüler olmalıdır.
öncüleri
bugün dahi etkisinde kalarak, Türkçü Turancı fikri “herkes ölsün işte, ne bileyim” kafasına indirgeyenler, meselenin bu boyutunu görmezler.
Ki, bu konuda ufak bir yazı yazmıştım Kuzey Kıbrıs özelinde. Ondan bir parçayı burada alıntılamak istiyorum: (kendi yazılarımdan sık sık alıntı yapıyorum. Bunun sebebi, farklı mecralarda yayımlanmış olmalarıdır.)
Mahiyetini ve bize kaybettirdiklerini çeşiti yazılarımda açıkladığım devletçilik tekelinde hastalıklı bir yapıya bürünmüş milliyetçilik ve Türkiye Cumhuriyeti’ne şimdiye dek hakim olan Türk’e zararlı kafa da, meselenin bu noktaya gelmesine hizmet etmiştir. Görülüyor ki, milliyetçilik büyük bir güç, bir ülkeyi Hitler Almanyasında olduğu gibi müthiş bir cehenneme de çevirebilir, yeryüzünde bir cennet de yaratabilir. Milliyetçiliğimizi, devletin bir takım oligarklar ve dünya düzeni denetçileriyle ittifak halinde ortaya koyduğu insanlık, eşitlik, özgürlük gibi evrensel ilkelere ve aynı zamanda bizzat milliyetçiliğe aykırı politikalarına alet ettik. Oysaki, milliyetçilik, “evrensel”e “milli” bakmak, evrensel kıstaslarda milletin konumunu yükseltmeye çabalamak ve milliyetçi aydınlarımızdan/önderlerimizden öğrendiğimize göre en hakir bir ruh ile kendimizi kardeş sayıp, paçavralar altındaki yoksulun acısıyla acılanmaktır. O yüzden bu savruk ve kötürüm yazıda esas söylemek istediğimi söyleyeyim: Ben, derece derece ülkemde, Türk dünyasında ve dünyada herhangi bir olumsuzluk, haksızlık, zulüm olduğunda buna ilk sesini yükseltenlerin Türkçüler olduğu, buna çözümü Türkçülerin bulduğu bir gelecek hayal ediyorum, yanıbaşındaki Kıbrıs meselesine merkeze “Türk”ü koyarak bir tavır geliştirmekten aciz, “anlamıyorum niye böyle yapıyorlar, biz onları kesilmekten kurtardık”tan öte bir şey diyemeyen milliyetçiler beni kahrediyor.
…Kuzey Kıbrıs’ta Türkiye Cumhuriyeti’nin uyguladığı politika tam bir faciadır. Yaptığı işin devamını getirememekte, hadi güçsüz olduğundan getiremiyor desek, çözüm de sunmamakta. Günübirlik politikalarla Kıbrıs’ın anasını ağlatıyor devletimiz. Halk git gide soğuyor, meydan kafasızlara kalıyor, halk kafasıza meylediyor; özellikle yeni nesil. O açıdan, her Türk milliyetçisi için “Kıbrıs meselesi” ciddi derecede önemlidir. Çok uzağa gitmeye gerek yok; “özgürlük götüreceğimiz kardeşler”imizden ilki Kıbrıs’tı, ilk “deney”imiz buysa, Turan hiç kurulmasın, daha iyi. İğne kendine, çuvaldız başkasına demişler; “milli” ve akıllı, insan odaklı, asil bir anlayışla politika güdülmezse, ambalajın milli olması bir şey ifade etmez. Türkçülük ve Turancılık, bugün üzücü bir şekilde ruh hastalarının ve temelini bir takım ilkel duygularının üzerine bina ettiği “sözde fikir” takipçi ve öncülerinin eline kalıyor olsa da, beslendiği gelenek ve sahip olduğu potansiyel ile son derece akılcı, bilimsel, tutarlı ve insan odaklı bir görüştür. Öyleyse, Türkçü Turancı için ilk hedef, milletinin refahı ve bekasıdır. Savaş zamanları seferberliği kuvvetlendirmek için yaratılan ruh iklimi ve propagandanın 18
GENCAY Aynı zamanda bu durum, Türk’ün Türklükten uzaklaşmasını hızlandırıyor, çeşitli yazılarımda değindiğim gibi, bu çağda, milli bilinç toplumun tamamından beslenen ve tamamını etkileyen bir primordial ve “kendiliğinden” bileşenden, etken, dolayısıyla daha “gün yüzünde” ve bu sebepten daha savunmasız bir “kurum” haline geldi. Bu, “milli bilinç eskiden doğal bir şekilde oluşur ve edilgen bir şekilde, evrimin kör saatçisinin kontrolünde, kolektif şuuraltında yaşadığı halk ile birlikte savrulur, evrilir, yaşardı. Artık, milli bilinç etken yüzeye çıkmıştır, milliyetçilerin emrindedir ve milliyetçileri emri altına almıştır. Eğer milliyetçiler yenilirse milli bilinç yenilir, milliyetçiler bozulursa milli bilinç bozulur” demektir.
Bir diğer meseleye geçersek, “kurum sorunu”ndan söz edebiliriz. Bu aslında bir “sorun şemsiyesidir” ve ben “MHP’nin İletişim Sorunu”, “Ülkü Ocakları’nın Geleceği”, “Ülkücüler ve Sokak” gibi yazılarda daha ayrıntılı alt sorunlara bölerek bu konuyu incelemiştim. Özetleyecek olursak; milliyetçi kurumlar, iletişimsel, kurgusal, konumladırma ve yönetme sorunları yaşamaktalar ve bu sorunlar, “fikir” kurumların etki alanında olduğu için, Türk milliyetçiliği ve milletine zarar vermektedir.
Özetle, milliyetçi, Türkiye’yi değiştiren, kokuşturan ve bozan İslamcılık, Ortadoğululuk gibi zehirlerin (bugünlerde adına muhafazakâr demokrasi diyorlar.) karşısında duracak olan adamdır, oy kaygısı ya da körlük sebebiyle bunu aptalca savunacak olan değil. “Sağ seçmen”i kaybetmemek adına onun damarlarına giren zehri görmezlikten gelmek değil, “sağ seçmen”i uyandırmak bizim görevimizdir ki bu kitle, Türkiye’nin ekserisini oluşturan bu kitle, bu “yanlış”ını söyleyen ülkücüler olduğu zaman, solculara verdiği tepkiyi vermeyecektir, sanırım hasbelkader milliyetçilerin lideri olanlar, milliyetçilerin gerçek gücü, sorumluluğu, görevi ve etki değerinden habersizler.
Bir örnek verecek olursak, milliyetçi kurumlar, milletimizden kopmuş, tecrit olmuş bir vaziyetteler. Sözgelimi bir “ülkücü şarkıcı”, ocak gecelerinde sahne alıyorsa, milletin geri kalanı tarafından benimsenmiyorlar, oysa bir “solcu şarkıcı”, marjinalize edilmenin zararını daha az görüyor, halkla iç içe geçebiliyor. Bu, milliyetçilerin yanlış bir kafayla milletten koparılmasının sonucudur ki sebeplerine değindiğim “MHP’nin İletişim Sorunu” başlıklı kısa yazımdan bir parçayı, yazının genelini tamamlayacağı için, buraya koymak istiyorum: MHP’de Korku Havası, Kongre ve Ülkücü Gençler diye bir yazı yazmış, siyasi hesaplar yüzünden birbirine düşen “büyük” ülkücülerin ben ve benim gibi düşünen gençleri nasıl tiksindirdiğini 19
GENCAY anlatmıştım. MHP’ye sızan bu “Bizans hastalığı” ne zaman müşahade etsem midemi bulandırıyor. Yazıya giriş yapmadan önce, “parti içi iletişim sorunu”na değineyim hemen: Bir mevzuda fikir ayrılığı yaşayanlar hemen “ocak dışı” ilan ediliyor. Böyle olduğunda, Paşa Tambay’ı ve ölümünü hatırlıyorum. Kendisiyle görüşlerimiz aynı değildi ama, ölmeden evvel son sözlerinden biri, “Bizim ülkücülüğümüzden şüphe eden, anasının nikahından şüphe etsin” oldu. O ve onun gibi insanlar belki hatalar yapmışlar, başka yollara sapmışlardır ama, bu sapışta, hep baskıya uğramalarının, muhatap bulamamalarının, en ufak muhalif tavırlarında kovulmalarının da payı vardır mutlaka.
Şahsen, fikir açısından da MHP’nin geneline hakim olan görüşten ayrılıyorum ve buna dair yazıp çiziyorum, ancak bu fikren farklı olmak hiç sorun yaratmamışken, iletişim sorunu, beni ve benim gibileri MHP’den uzağa itiyor, bu yüzden hayli önemlidir. İlk ve genel sorun, “insan kaynaklı sorun”lar. Ülkü Ocakları’na dair yazdığım çeşitli yazılarda, mevcut anlayışın, parti tarafından ocağa biçilen rolün, ülkücülerin tecrit olmasına, insan kazanamamasına, kötü imaj çizmesine sebep olduğuna değinmiştim, o yüzden “Ocak” konusuna girmeyeceğim.
Bu “hızlı ve öfkeli” girişten sonra, genç bir iletişimci olarak, aldığım eğitim ve şahsi okumalarıma dayanarak, MHP’de iletişim sorunları nelerdir, onlara değinmeye başlayayım. Milliyetçi Hareket Partisi’nin beslendiği fikir havzası, beğenelim ya da beğenmeyelim, Türkiye insanının kültürel kodlarıyla en uyumlu arkaplana sahiptir. Buna rağmen, üstelik yeterli [kırk yıldan uzun] bir süre geçmiş olmasına ve parti bir şekilde baskı ve “yok sayma”yı kırıp meclise defalarca girmiş, medyayı kendisine yer vermeye mecbur bırakmış bulunmasına rağmen, iktidar alternatifi yaratamıyor, iktidar olamıyorsa, orada mutlaka bir iletişim sorunu vardır. MHP adını anmadan değineceğimiz savlar, farazi bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı algısında olumlu imaj yaratacakken, MHP boyası çalındığında insanları itiyorsak, bu iletişim sorunu hayli büyük demektir.
MHP’nin “omzu düşük” tabir ettiğimiz, 80 faciası sonrası yeni düzende kendine yer bulamayışıyla “dejenere” olmuş “kayıp” neslinin mümessilleri, insanlara itici mesajlar veriyorlar. Bu konuya, yazının sonunda Gezi olaylarına değinerek yeniden gireceğim, o yüzden bu kadarlık bir tespitle yetineyim. Bu neslin arasında, hem eylemci ve gerekirse silahla çatışacak ruhunu muhafaza eden, hem de değişen dünyayı “kimliğini değiştirmeden” realist bir şekilde okuyarak kendini yeniden konumlandıranlar da var, onlar, bayrağı devralacağımız “öncü”lerdir.
20
GENCAY İnsan kaynaklı sorunlardan bir diğeri, liyakat ölçüsüne göre değil, “kulis” ve “para” gücüyle belli makamlara gelmiş insanların, liyakatli gençlerin yükselmesini, “koltuğumu kaybederim” korkusuyla engellemesidir. Bu sorun, MHP’nin maalesef “ortadoğu partisi” haline gelmesine zemin hazırlamaktadır.
düzgün, ön plana çıkan isimlerin biri diyelim cemaat ajanı, diğeri Ergenekoncu, öbürü kripto Ermeni, beriki mason, öteki dönek; tek doğru ülkücü partiyi şu kadar yıldır yönetip iktidar yapamayan, Hüseyin Çelik gibi bir hadsizin bizi öfkeden deliye döndüren açıklamalarına ortam hazırlayan, gençlere açılım yapamayan, “AKP Payandası” sıfatını üstümüze bırakan, en önemlisi, gündem belirleyemeyip, hep yaratılan gündemde küçük hesapların peşinde “merkez sağ” odağında konum almaya çalışan mevcut yönetim midir? Ben şahsen Mansur Yavaş’ı pek sevmem, mevcut yönetimi eleştirenlerin de, özellikle kongre zamanında, ne kadar iğrençleşebildiğini görüp, yönetimi müdafaa eden yazılar yazmıştım ki genel merkezden kimi isimlerin sevgisini kazanmıştım. Ama bunu söylemek lazım, söylemek lazım ki Hüseyin Çelik gibiler, Mümtazer Türköne gibilerden değil, ülkücü bir gençten duyun, ağırınıza gitmesin, el yıkmak için eleştirir, “gardaş” yapmak için.
İkinci sorun ise, “bilimsel yetersizlik” sorunudur. MHP, -yapıyorsa bilmiyorum, eğer öyleyse, yanlış yapıyor demektir. Zira burada örneklemekten utandığım o kadar ciddi iletişimsel hatalar var ki, AKP ya da CHP hiç propoganda yapmasa dahi, kendi kendimizi fena halde baltalıyoruz- ciddi iletişimcilerin bilimsel rehberliğinde kendisine bir yol çizerek, bilimsel, kurumsal ve realist bir iletişim karması hazırlamalı, bütün söylemlerini buna göre, çok yönlü ve uzun vadeli bu karmaya uygunluk esasına dikkat ederek belirlemelidir. Sözgelimi, Gezi Parkı olayları sırasında Bahçeli’nin bir destekleyen, bir köstekleyen, sağdan sola savrulan açıklamaları ciddi bir eksikliği gözler önüne serdi. Kendi partim olmasa gülerdim, maalesef dişlerimi sıkıp üzülmekle yetindim.
Dördüncü sorun, girişte değindiğim, “tahammülsüzlük” sorunudur ki, üçüncü sorunla da ilişkilidir. Tepeden inmeci, “lider teşkilat doktrin tartışılmaz” diyen usul, Türkiye’deki iç savaş şartlarındaki gereksinimlerden ortaya çıkmıştır, artık ne MHP’de, ne genel siyasette yeri vardır. Hal böyleyken, bir ülkücü genç olarak, tahammüllü, kapsayıcı, kuşatıcı, gerekirse özür dileyebilen, samimi bir şekilde aramıza karışan, “odunla adam döven öğretmen” tipi değil, “müşfik ve vakur baba” karizmasında bir lider istiyorum.
Üçüncü sorun, yönetim sorunudur. Yaşım ve ilgi alanım itibariyle siyasi dedikodulara derinlemesine vakıf değilim ama, MHP sürekli ön plana çıkan, sorun yaratan ve ayrılan/üstü çizilen adamlar döngüsü yaşıyor. Son örneği Mansur Yavaş’tır. Ümit Özdağ bunlardan biridir. İş, git gide, Stalin’in, Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren isimlerden her birini teker teker kurşuna dizdirip “sağcı”, “troçkist”, “menşevik” suçlamalarıyla karalamasına dönüyor: Partinin yetiştirdiği eli yüzü 21
GENCAY Beşinci sorun, söylem sorunu. MHP ana propogandasını hep hamasi tutuyor, sosyal sorunlara, Gezi Parkı gibi sosyal reaksiyonlara yeterince eğilmiyor, “insana dair ne varsa” bütünüyle kapsamıyor, sanki varoluş karmasının içinden sadece “milli reaksiyonerlik”i seçmiş ve “ben iktidara gelmeyeyim, sadece arada bir Türk lafını kullanarak hamasi bir nutuk çekecek bir parti mecliste, renklerden biri olarak mevcut olsun” der gibi. Bu bizim çok eskiden beri gelen bir sorunumuzdur ve buna karşı şahsen önerdiğim “evrensel milliyetçilik” bakışı, kimileri tarafından “beynelminelcilik” olarak algılanıyor, beni eleştiriyorlar. Varsın eleştirsinler, haklı olduğum ortaya çıktığında onlar bu fikrin en ateşli savunucuları olacaklar.
değiştirir” diyor, gençleri MHP’ye kanalize etmek amacını belirtiyor.
MHP, ne olursa olsun benim partim olduğu için, yazasım gelenleri kırptım, diyeceklerimin çoğunu demedim. Ülkücüler ve Sokak, Gezi Parkı Olayları ve Milliyetçi Analiz başlıklı yazılarımı okursanız, daha aydınlatıcı olacaktır. Eğer bu yazıya “öyle değil” gibisinden geri dönüşler alırsam, böyle olduğunu ispatlayacak, daha etraflı bir yazı yazacağım, ayrıca “çözüm ne olmalıdır?” sorusuna eğileceğim. Şimdilik, mevcut yönetimi, doğru olanın o olduğuna inandığım için savunduğumda teveccühünü kazandığım “makamlı” ve “makamsız” kimi isimlerin tepkilerini ölçmek istiyorum.
-Yahu ülkücü anne babanın ülkücü çocuğuyum, ben verirken gönülsüz veriyorum, dışladığın, aşağıladığın, görmezden geldiğin, dilinden konuşma ihtiyacı duymadığın herhangi bir Türk genci neden oy versin?-
Evet, 10 milyon oy iktidar değiştirir, ve Bahçeli’nin meyl u muhabbetini kazanmaya çalıştığı bu 18-25 yaş arası gençler, gezi parkı için düzenlenen eylemlere büyük oranda destek veriyorlar. Bahçeli tam tersi bir konumlandırma yaptı kendine. Şimdi, “gençler bize oy verin” diyor. İlk yazdığım yazıda açıklamıştım, o gençlerin büyük çoğunluğunun ilk “politize olmak” tecrübesiydi bu eylemler, ve orada “yanında” gördüklerine meyl edecekler. Biz milliyetçi gençler, orada bulunarak, hiç değilse bizi gören gençlerin teveccühünü kazandık, Bahçeli, Gezi Parkı olaylarının en büyük kaybedeni oldu.
[Mhp'nin bu iletişim sorunu, genel merkez binası kadar büyük. Bunun sorumlusu Bahçeli de değil, çok derine inen ve genişe yayılan bütüncül bir "dekadans". (sözcüğün türkçesini kullanmaya içim elvermedi.)]
Gelelim Gezi Parkı olayları meselesine. Uzun uzun dört yazı yazdım bu konuyla ilgili, tekrar analize girişmeyeceğim. Sadece ilerisi için bir öngörüde bulunmaya çalışayım. Bahçeli, “10 milyon oy iktidar
22
GENCAY Gezi parkı olaylarını, bu açıdan yorumlayınca, bir işarettir: Yeni neslin “algı”sı farklı. Bu algının ne olduğuna, neden değiştiğine dair sosyolojik analizler başka bir yazının konusudur. Sadece şunu diyeyim, ben ki ülkücüyüm, MHP’nin ortaya koyduğu eylem ve söylem karması beni çekmek şöyle dursun, itiyor, yanlış, saçma, gereksiz ve muzır bir kurgu var çünkü. Ülkücülükle hiç alakası olmayan gençler içinse, çok daha feci bir durum var.
hristiyan demokratlarına benzer bir “muhafazakar liberal” havaya, solcular “sosyal demokratlık”a meyledecekler. Milliyetçiler ise, treni kaçırdıkları için yok olacaklar, yok olmaması için tek çare, bahsettğim sorunları aşıp, seküler, bilimci, realist ve çok yönlü bir “evrensel milliyeçtilik” anlayışıyla Türk miliyetçiliğinin ve milletinin öncüsü haline gelmektir. …
Öyleyse, Gezi parkı olayları, yeni neslin, “arabesk” kafadan, “avrupalı” kafaya geçişinin göstergesidir. Buradaki “arabesk” ve “avrupalı” terimlerini, henüz dönüşüm yeterince tamamlanmadığından, uygun terimlerimiz yokluğu sebebiyle, müteşabih olarak seçtim, “araplar” ya da “avrupalılar” ile ilgisi yoktur.
Zaman darlığından oldukça yüzeysel tuttuğum bu yazı yine de bir dergi yazısı olarak biraz uzunca oldu, okuyucunun affına sığınırım. Uzun yılların sorunlarını 23 yaşında genç bir iletişimci olarak ele almak zaten benim yetkinliğimi aşan bir iş, üstüne bir de gündelik hayatın gailesi eklenince, yazı savruk ve lezzetsiz olmuş olabilir. Dilerim, “Türk’ü Tanımadan Türkçülük Yapmak” meselesini kaleme alırken daha güzel bir yazıyla sizlerle buluşurum.
Bu “Avrupalı algısı”na geçiş, en büyük kazanımdır. Bu yeni algı, bir alternatif yaratmayacak, AKP’yi indirmeyecek, ihtilal tetiklemeyecek. Bu algı, mevcut hareketlerin “kendine çeki düzen vermesini sağlayacak: İslamcılar avrupa
Ezen bolsun karındaş kalık.
23
GENCAY
HANGİ MİLLİ İRADEYE DARBE? AYAKLAR ALTINDAKİNE Mİ? Ahmet KANBUR Ancak konunun bizleri ilgilendiren önemli bir kısmı daha var. Hatırlayacağınız üzere, olayın ardından Sayın Başbakan açıklama yapmış ve bu olayın uluslararası bir operasyon olduğunu söylemişti. Hatta bu sözlerle yetinmeyip vurgulu bir ses tonuyla "BU OLAY MİLLİ İRADEYE DARBE TEŞEBBÜSÜDÜR." demişti. Tabi, milli olan her şeyi ayaklarının altına aldığını ifade eden Başbakan'ın bu çıkışı, her kesimi fazlasıyla şaşırttı. Biz de hem bu şaşkınlığın verdiği sersemlik halini üzerimizden atabilmek, hem de bu olayın gerçekten Milli İrade'nin engellenmesi olup olmadığını öğrenebilmek adına, zihinlerimizi biraz yorarak geçmişe bir göz attık.
Neden mi bahsediyorum? Tabi ki ülkemizde son dönemin en önemli hadiselerinden biri olan yolsuzluk iddialarından sonraki gelişmelerden bahsediyorum. Hiç şüphesiz büyük çoğunluğunu Müslüman kesimin oluşturduğu bir ülkede, yolsuzluk gibi bir olay pek de hoş karşılanmaz. Hatta "yetim ve öksüzlerin hakkı yenmektedir." düşüncesiyle haram kabul edilir ve bu inanç konunun manevi boyutunu oluşturur. Manevi düşüncenin yanında bir de konunun Milli yönü vardır ki o da devletin ve devleti oluşturan milletin çıkarlarını esas alır.
Şimdi sayacak olduğumuz konular derinlemesine bir araştırma değil; aksine yüzeysel ve üzerinde çok çaba sarf etmeden herkesin hatırlayabileceği konulardır. ”Bu konuları sıralamaktaki amacımız, gerçekten ortada bahsedildiği gibi bir Milli İrade varsa bu yaşananlar, yaman bir çelişki değil midir?” Sorusunun cevabını aramaktır. (Yukarıda ifade ettiğim gibi bu yazı derinlemesine bir araştırmayı içermediği için kronolojik sılama göz ardı edilmiştir.)
Yolsuzluk oldu mu, olmadı mı? Bu sorunun cevabı sadece yargıda olmakla birlikte, masumiyet karinesi gereği ceza kesinleşinceye kadar her bir zanlı masum kabul edilmek mecburiyetindedir. O sebeple, biz de kamuoyu olarak yargı sonucunu bekleyeceğiz.
- Sayın Reisi Cumhur, "Güzel Şeyler Olacak!" açıklamasını yaptıktan sonra "KÜRT AÇILIMI!" dahil her konuda açılım yapıldı; bir tek TÜRK MİLLETİ açılamadı! 24
GENCAY - Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir, TÜRK DEVLETİ'ne " Meşe Ağacının Dalları"nı önerdi. Cevap verilmedi!
- Yine İstiklal Marşı’mızdaki "Kahraman Irkıma Bir Gül" bölümü, ırkçı bulunduğu gerekçesi ile tartışmaya açıldı. Yine cevap verilmedi
- Habur'da dağdan inen PKK'lılar, şimdiki isimleriyle "Aktivistler" için kurulan TÜRK MAHKEMELERİ, TÜRK MİLLETİ dışında bütün milletler adına karar vererek hem hukuk, hem de MİLLİ İRADE hiçe sayıldı!
- Irak'ta TÜRK ASKERİ'nin başına çuval geçirildi. TÜRK MİLLETİ "nota" verilmesini beklerken, "NE NOTASI, BU MÜZİK NOTASINA BENZEMEZ." cevabı alındı! - Gazze için yakılan ağıtlar, Musul, Kerkük, Süleymaniye ve Halep gibi TÜRKMEN ŞEHİRLERİ'nde yapılan katliamlar için yakılmadı!
- Vatani görev olan "Askerlik Görevi" paralı hale getirildi!
- Mısır'daki olaylarda sembol haline gelen "Rabia", miting meydanlarının propagandasını oluştururken; Çin zulmüne maruz kalarak sistematik bir şekilde yok edilmeye çalışılan Doğu Türkistan'ın sembol ismi olan "RABİA KADİR" görmezden gelindi! - Barzani Türkiye'ye geldi. Toplantı salonunda "Türkiye Seninle Gurur Duyuyor" sloganlarıyla karşılanan Barzani'nin, ülkemize takım elbise ile girip toplantıya peşmerge kıyafetiyle katıldığı anlatılmadı! (Güzel şeyler olmaya devam ediyordu.)
- Ülkemizin ve cumhuriyetimizin banisi yüce Atatürk'e "Ayyaş" benzetmesi yapıldı. Bırakın özür dinlenmesini, bu ithama cevap dahi verilemedi! - "MİLLİ İRADE"nin tecellisi için canlarını ortaya koyan aziz şehitlerimize "KELLE", onlarının canlarına sebep olan terör hamisine "SAYIN" denildi!!!
- Ergenekon gibi TÜRK MILLETİ için önemi anlatılmayacak kadar büyük olan bir kelime, Silahlı Kuvvetler'i kapsayan bir operasyona isim olarak verildi. Daha sonra bu isim iddia edilen örgütün ismiymiş gibi kamuoyuna takdim edilerek hem ruhsal bir karmaşa yaratılmasına sebep olundu hem de bir gurur abidesi olan Ergenekon kelimesinin halk tarafından korkulan bir karşılığı oluştu. Kimse çıkıp bu konunun
- İsminde barış ve demokrasi kelimelerinin bulunduğu siyasal partinin milletvekilleri TÜRK POLİSİ'ni tokatladı, demokrasiye geçiş sürecinde aşama kaydediyoruz cevabı alındı! - İstiklal Marşı’mızın şairi Mehmet Akif ERSOY'un TÜRK olmadığı söylendi! 25
GENCAY aydınlatılması için açıklama tenezzülünde dahi bulunmadı!
yapma
- Yetişecek yeni nesillerin milli şuura sahip olabilmeleri için her sabah okullarımızda okutulan "ANDIMIZ" kaldırıldı! - Alfabemizde bulunmayan "X, W, ve Q" harfleri alfabemize eklenerek, TÜRK MİLLETİ'nin en önemli değerlerinden olan TÜRK DİLİ'nin yozlaşmasına zemin hazırlandı! - AKP MKYK üyesi Prof. Dr. Yasin AKTAY, "TÜRK IRKI YOKTUR" dedi. Bu açıklamaya karşı tepki oluşsa da vatandaş diplomanın sadece bir kağıttan ibaret olduğu gerekçesiyle AKTAY'ı kâle almadı!
- TÜRK KIZILAYI'nın çıkardığı ürünlerin üzerindeki bu ibare değiştirilerek, sadece "KIZILAY" yazıldı. TÜRK kelimesinin neden kaldırıldığı açıklanmadı!
- Başbakan "Her Türlü Milliyetçilik Ayaklarımın Altındadır." dedi. Tepki olsa da geri adım atılmadı!
- Kurumlarımızın başında yazılı bulunan TÜRKİYE CUMHURİYETİ ibaresi olan "T.C." kaldırılmak istendi. Birçok kurumda kaldırıldı ancak tepkiler yoğunlaşınca birkaç noktada geri adım atıldı. Vatandaş açıklama beklerken, gerekli açıklama Başbakan'dan geldi: "Uygulamadan Haberim Yok." dedi!
Milliyetçilik adına burada yazılı olan ve aklımıza gelmeyen bütün değerler hiçe sayılmışken, bugün MİLLİ İRADEYE DARBE YAPILIYOR iddiasının pek inandırıcı olmadığını belirtmek isterim. Bu vesileyle, yazımı bitirirken başlık haline getirdiğim soruyu tekrar sormak istiyorum: HANGI MİLLİ İRADEYE DARBE, AYAKLAR ALTINDAKİNE Mİ?
26
GENCAY
27
GENCAY
BİR DÜŞ GÖRDÜM, PEMBE Mİ BEMBE Muhammed BÜYÜKKÖROĞLU
Furkan günlerinin bekleyişindeydik Avuçlarımızda zerdali çiçekleriyle Pembe mi pembe Günahtı belki sükut, cılız kollarından Ayak bastığımız ikindi yağmurlarına Tutarak serçe kanatlarından ayna Ardına yazılmış elif be Pembe mi pembe *** Anlatıları olur yortu günlerinin Çıplak bir heykel hayasızlığında Kaşlarımızdan ibibikler yükselirdi Sonra, sonra ve daha sonra Kaçtık seninle şehirlerinden Nefeslerimiz yoldaşımız oldu en derinden *** Tembihledim sana korkmayacağız Ama savaşmayacağızda Kaçmayacağız hem bir daha
28
GENCAY Tamam değişini tesbih gözlerinden okudum *** Mor muydu ne gördüğüm düş Rüzgarlar öpüyordu boynumu Terliyorduk boncuk boncuk İpe diziliyordu sonra gözlerimiz Amma lakin imamesiz Boncuk boncuk *** Ağlamamalıyız demiştim hani Eski şairlerin şiirlerine Gizli bir hakikat ifşa etti dudakların Konuşmadım oysaki daha sonra Ben 'SEN' demiştim, şair 'MONA ROSA' *** Yılsızsız akşamlardan korkardın Ateş saçardı tutamadığım ellerin Sahi tutamazdım Dokunurdum fakat, Tutsam yanardım *** Ismarlanılıp adi kaldırım taşlarına Kaç ayak bastı şimdiye dek Küçük, büyük, düz, kadınsı Söylenip yabancı şarkılarda sendeleyerek Islandım gözlerimde gözlerini bekleyerek 29
GENCAY *** Lal mıydı ki bu hancı Yoksa konuşmayı mı unutmuştu Tuz ekmek samimiyeti de yoktu *** Duvarlara resmediyorduk birbirimizi Kireç tadındaydı yanaklarımız Önce arkama baktım durup durup, sonra sola Daha sonrada daima sana Ben 'SEN' demiştim, şair 'MONA ROSA' *** Irgatı olurduk fesleğen tarlalarının Ay çiçeklerinin gece bekçisi Onlar 'güne aşık'tılar bilirsin bizim oralarda Benzerlerdi çocuk resimlerine Pembe mi pembe *** Zaman yelesindeydi yağız bir atın Ve toynaklarına kazılıydı kaderimiz Bir gece ansızın yokuşlara vurdular Saatleri on birde durdular Pembe mi pembe Peki ya sonra Ben 'SEN' demiştim Şair mi? O da 'MONA ROSA'
30
GENCAY
31
GENCAY
KADINLAR Dilek AKILLIOĞLU vasıflandırmanın getirdiği algılar sayesinde de hakları savunma meselesi haksız olan kadına değil diğer mercilere kalmıştır. Zira diğer merci olan erkekte hak ya da eşitliğin evrim teorisi gibi kısır bir alan olduğunu düşünerek öncü olmayı reddetmiştir. Muhafazakârların yaptığı davranışlarla başka köşelere saklanmıştır.
'Sonsuz Sayıda Çözüm' İnsan hakları söylemi, 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi ile pozitif hukuka geçen, özellikle de 1949 Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve Avrupa Sözleşmesi ile olgunlaşan hukuk teorisidir. Ünlü olması ve insan yaşamına girişi bu şekilde gerçekleşen insan hakları söylemi, aynı zamanda savunucularının eşit olmayanlar tarafından yaptıkları bir koşuşturmadır. Bu biçimde bir savunuculuğun örneklerini görmek mümkün olduğu için insanın kendi eliyle yarattığı hukuk ve benzeri yasa, haklarda, eşitliklerde denge mutlak bozulmaktadır. İşte bozuk dengede 'kadın' kavramı ve yarattığı sorunlar hakkında iki yazı boyunca yorumlara yer verilmeye çalışılmıştır. İnsan haklarının, insanlara verilmesi mümkün olamayacağına göre bu haklardaki eşitsizliklerin kadın yönüne değinerek sonuç yazıma başlamak istiyorum.
Kadında hak neye yarar? Eşitlik ya da bir çağ düzeni olan adaletin sağlamasına kadınların açısından bakmamak lazımdır. Çünkü kadınların gelişmesini sağlamak demek, aynı zamanda ana-çocuk unvanlarında köklü değişiklere, aile yaşamında da kendini geliştirmiş kadının daha verimli hale gelmesini sağlamak demektir. İsveç, toplumsal cinsiyet eşitliği planında: “Cinsiyet eşitliğini geliştirme konusundaki çabalar çok uzun bir süredir sadece kadınlara yöneltildi. Böylece sanki sorun onlardaymış ve erkeklerin yaşam tarzına ve düşünce yapısına uyarlanma sorumluluğu onlara aitmiş gibi algılandı. Oysa toplumsal cinsiyet eşitliği, erkek değerlerine uyum göstermekle ilgili bir şey değildir. Cinsiyet eşitliği, kadınlar ve erkekler için eşit haklara, yükümlülüklere ve fırsatlara dayanan yeni ve eşit ilişkiler kurulması anlamına gelir.” uydu- uyum ilişkisi yerine daha gelişimci bir ortam kurulduğunda her alana kadın girebilecek, aile, ana ve yurttaşlığın etkin yanı olarak demokratik ülkenin kültürünü oluşturabilecektir. Francis Bacon'un
Kadın hareketinin toplandığı bir yer ya da kurum belirlemek güç olmasına rağmen tarih boyunca insan hakları denildiğinde kadınlar ve çocuklar kavramları hep ön planda tutulmuştur. Bu eksik 32
GENCAY dediği gibi dersek; “Bilinebilir doğa, kadınsı bir şey gibi sunulur ve bilimin görevi bu kadın üzerinde doğru türden tahakküm kurmaktır.”
Descartes metot üzerine konuşmada kesin bilgiye ulaşmak için geliştirdiği bilgi yönteminin 'kadınlarda bile' işe yarabileceğini yazmıştır. Kartezyan ise “Erkek Akıl'ın şeylerin doğru bilgisine ulaşmak için aşması gereken duyusal alandan kadınlar sorumludur. O, erkek ise eğer bilimin nihaî temelini yakalamak istiyorsa, bilimsel etkinliğin büyük bir bölümünde, disiplinli imgelem düzeyinde ve katı, saf anlık düzeyine geçmek zorundadır. Kadının görevi, erkek aklın avuntu, ısı ve gevşeklik ihtiyacını gidereceği alanı, zihin ve bedenin birbirine karıştığı alanı korumaktır. Erkek, eğer aklın en yüce biçimini uygulamak istiyorsa yumuşak duyguları ve duygusallığı geride bırakmak zorundadır; onları erkek için koruyacak olan kadındır.” Kadına erkeği yöneteceği mesajını vermiştir.
Felsefeciler 'Kadın' dediler mi? Hukuksal olarak baktığımız kadın için toplum bilimi olarak felsefeciler de yorumlar yapmışlardır. Kadının sorun ve sorunsallarının üzerine, kadının varlığı üzerine bir cümle de olsa belirtmişlerdi ki onların bu gibi cümleler belirtmeleri kadınlar sonucu için olumludur. Öncelikle Platon, evrendeki akıl ve düzenin yansımasının kadın ruhunda erkek ruhundaki kadar net olmadığını varsaymıştır. Örneklere devam ettiğimizde, Philo, “Aslında erkek olana yönelerek, kadın cinsiyetini terk atmaktan başka bir şey değildir; çünkü kadın cinsi maddidir, edilgendir, cisimsel ve duygualgısaldır; oysa erkek olan etken, rasyonel, cisim dışı ve zihin ve düşünceye daha yakın olandır. “ demiştir. Augustinus göre kadın, rasyonel zihinsel zekâ kapasitesi bakımından eşit yaradılışa sahiptir; fakat taşıdığı bedenin cinsiyeti nedeni ile eyleme arzusunun rasyonel zihinle doğrudan edimde bulunma becerisi için erkeğe bağımlı yaratılmıştır yani, erkek varken her şeydir. Erkek yokken bir hiçtir.
Rousseau, D' Alambert'e Mektup'ta kadından şikâyet eder: “Hiçbir halk hiçbir zaman aşırı şaraptan mahvolup gitmemiştir; mahvolanlar hep kadınların kural tanımazlıklarından mahvolmuştur.” der.
Kant, Yüce ve Güzel Üzerine de bilgilenme çabasında olan bir kadın, “sakal sahibi olmayı istese daha iyi olur; çünkü edinmeye uğraştığı derinlik havasını bu şekilde daha iyi ifade edebilir.” demiştir. Shopenhauer 'Kadınlar Hakkında' adlı bir 33
GENCAY denemesinde kadının akıl yürütme gücünün yoksun oluşunu, doğuştan gelen bir olgunlaşmamışlık olarak dile getirmiştir. Shopenhauer, kadınların sınırlı türden bir hafıza yürütme becerisi olduğunu “bütün yaşamları boyunca büyük bir çocuk olarak” kalacaklarını düşünmüştür. Hegel, Hukuk Felsefesi'nde, kadın bilincinin kişiliği olan “mutlu düşünceleri, beğeni ve zerafet”i erkeğin “tümel bir yeti” gerektiren başarısı ile ölçmüştür. “Kadın, bilgiyi edinerek değil, yaşayarak adeta fikirleri soluyarak öğrenir. Buna karşılık erkek, erkeğin statüsü ancak düşüncenin gerilimiyle ve teknik bir çabayla kazanılır.” (1)
kadın ve hakikat ilişkisini değinmiş, Nietzsche'nin üslubunu, kullandığı isimleri incelerken kadın kavramına da eğilmiştir. Derrida'nın dikkat çektiği Nietzsche'nin kullandığı dilde dişil özellik taşımasıdır. Benim ise metinlerinde kullanmak istediğim bu dişil durum üzerinden nitelendirdiği kadın tipleridir. Bu tiplemeler kadın kavramı hakkında kesin olmasa bile kimlik ve arayış açısından bana kalırsa kadına tam oturan yorumlardır. Derrida, ilişkilendirdiği felsefede üç kadın biçimi ortaya çıkarmıştır: Birinci tiplemede bahsettiği kadın korkulan kadındır. Bu kadın gerçek kadını bulma çabasında olan kadındır. Katı kuralcı ve feministtir. Derrida’nın ifadeleriyle, “Bir erkek gibi olmayı arzulayan bir kadının işleminden başka bir şey değildir ve eril dogmatik filozofa benzemek için bu kadın, bütün iğdiş edilmiş erkeklik/iktidar yanılsamalarıyla hakikate, bilime ve nesnelliğe-onun sahip çıktığı kadar-sahip çıkar.” (Derrida, 2007, s.151) Var olana olduğu gibi inanan bir kadın tiplemesi şeklinde belirtilen bu kadın metafizikseldir. Nesnel olarak konuşmayı sevmektedir.
Bunca söylemin içinde kadının ne olduğu ve ne isteği toplumu gözlemleyenler tarafından savlar halinde sunulmuştur. Toplamda kadın için ortak bir yorum çıkmamasına rağmen toparlayıcı fakat aynı zaman dağıtıcı vasıflar ortak kanaat olarak alınabilir. Geçerli çözümleyici cümleler olarak kabul edilebilir. Bilmecenin sonu; unutmuşum' (2)
İkinci biçimleyici tanımda ise kadın yanılsama ile özdeşleştirilmiştir. Derrida bu kadın için unutkan olmasından ve hedeften gözünü ayırmasından dolayı yakınmaktadır. “Kendisini gizlemek, metafizikçinin kendisini ve kendi anlamını sabit kılma girişimine karşı koymak için hakikatle oynayan sanatçıdır: “En büyük sanatı yalandır, en yüce ilgisi görünüş ve güzellik” (Derrida, 2007, s.153). Ancak bu
'Şemsiyemi
“-Ancak konum kadın olacak.” (3) Derrida yukarıdaki cümleyi Nietzsche'nin Üsluplarını incelerken kurmuştur. Derrida 34
GENCAY tür kadın, fanatik biçimde kendi ideallerine yapışır ve aslında bu idealleri kendisinin yarattığını unutursa, kendi yanılsaması tarafından rahatça ayartılabilir. “ Ayartma sonucu olarak yanlış sonuçlara ulaşabilir.
söylemektedir: Olumlayıcı kadın ise hakikat ve yaşamı perspektife dayandırarak bütün temelleri ve kesinlikleri terk eden Dionysosçu güce karşılık gelir: “Olumlayıcı bir güç, bir usta bir sanatçı, bir coşku olarak kabul edilip olumlanır ve artık onu olumlayan erkek değildir. Kadın, erkekte bizzat kendini olumlar.” (Derrida, 2007, s.165). Derrida’nın vermiş olduğu anlayışlardan ‘kadın için kadına ait olan her şey kullanılmaya hazırdır’ çıkarımını yapabilir. Çünkü kadın Derrida'nın dediği gibi hakikat ile ilgilenmeyi pek sevmez. Kadın hakikatlerini kendi ayartır. Süslerini, aldanışlarını, güzelliğini, asilliğini, dişiliğini, analığını, siyasetçiliğini ele geçirmeyi kendi gün yüzüne çıkarır. Sonuç olarak denilebilir ki onu ifade eden imza, yine onu tanımakla mümkündür.
“Bu yakında insanlığın karşısına, şimdiye dek ona yöneltilmemiş en çetin istekle çıkacağımı göz önüne alarak, önce kim olduğumu söylemeyi gerekli buluyorum. Aslında bilinmeliydi bu: “Kimliğimi saklamış” değilim çünkü…” (Nietzsche, 1998, s.7)
KAYNAKLAR 1. (Erkek Akıl, Ayrıntı,1996, İst.)
Genevieve
Lloyd,
2. Mahmuzlar Nietzsche'nin Üslupları, Jacgues Derrida, Babil Yayınları, 2002 3. Öztürk, H. (2008). Derrida’nın Nietzscheleri: İsim, kadınlar ve şemsiye üzerine denemeler. Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi
Nietzsche'nin bu cümlelerinden destek alarak kimliğini saklamayan, sonuncu kadın tiplemesinde ise Derrida şöyle
35
GENCAY
36
GENCAY
BİTKİSEL İLAÇ OLARAK PAZARLANAN ÜRÜNLER HAKKINDA DERLEME Dr. Alperen KIZIKLI Ülkemizde son on yıl içinde dünyada alternatif tıp olarak tanımlanan bitkisel ilaçlara ilginin arttığı görülmektedir. Bu artış gelişmiş ülkelerde son yirmi yılda olmuştur. Şu anda bitkisel ilaçların bütün dünyadaki toplam pazar payının 2000 yılı için yaklaşık altmış milyar dolar olduğu tahmin edilmektedir ve bu, dünyadaki yıllık ilaç pazarının yaklaşık %20’sini oluşturmaktadır.
gerektiği de vurgulanmıştır. Yıllarca piyasada ilaç olarak satılan zayıflama ilacı “Sibutramin”in, kalp ve karaciğere olumsuz etkileri nedeniyle piyasadan çekilmesine karar verilmiştir. Buna rağmen Çin’den ithal edilen ‘tamamen doğal’ bazı bitkisel zayıflama ilaçlarının içinde yasak olmasına rağmen yüksek dozlarda Sibutramin olduğu tespit edilmiştir.
Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) 2000 yılındaki raporunda, Avrupa, Avustralya ve Kuzey Amerika’da yaşayan insanların yaklaşık %50’sinin alternatif-destekleyici tedavi metotlarından birini kullandıklarını ve bu metotlar içinde en çok kullanılanın da bitkisel ilaçlar olduğunu açıklamıştır. Aynı raporda Çin’de kullanılan bitkisel ilaçların, aynı ülkede total olarak kullanılan ilaçların yaklaşık %30-50’ni oluşturduğu ve ekonomik açıdan daha sıkıntılı olan ülkelerde ise (Afrika kıtası gibi) halkın halen geleneksel tedavi metotlarını kullandığı ifade edilmiştir.
Kişilerin özellikle hekim veya eczacı kontrolü olmadan kendi kendilerine ya da uzman olmayan kişilerin tavsiyeleri ile kullandıkları bitkisel ilaçlar ve ürünler yaşamı tehdit edebilecek ölçüde ciddi yan etkilere yol açabilmektedir. Bu konu ile ilgili olarak, özellikle lisansı olmayan, kalite, etkililik ve güvenirliliği gösterilmemiş, etiketlenmesi ve standardizasyonu uygun olarak yapılmamış, daha çok denetimsiz ve reçetesiz ilaçların kullanımlarının artması üzerine başta ABD ve Avrupa olmak üzere tüm dünyada yan etkilere dikkat çekmek
Dünya Sağlık Örgütü’nün 2004 yılında yayınladığı raporunda, bu konuda birçok ülkede yasal düzenlemelerin yetersiz olduğu, kalite kontrol, etkinlik ve güvenlik çalışmalarının yapılmadığı, bunun sonucunda da halk sağlığı için büyük bir tehdit olduğu ifade edilmiştir. Raporda özellikle Çin, Hindistan ve Pakistan’dan gelen ürünlere daha fazla dikkat edilmesi 37
GENCAY için yapılan bilimsel yayınların sıklığı belirgin şekilde artmıştır. Bu yan etkiler daha çok öngörülemeyen, doza-bağımlı olmayan, bazen çok ufak etkisiz dozda bile ortaya çıkabilen, olağan-dışı ve potansiyel olarak daha ciddi reaksiyonlardır. Bununla birlikte “Doğaldır, o halde zararsızdır.” fikrinin doğru olmadığını, yapılan klinik çalışmalar açık bir şekilde göstermiştir. Bitkisel ilaçlar hakkında birçok kişi genel olarak “Bunlar doğal ürünlerdir, o nedenle güvenlidir.” görüşünü benimsemiştir. Bu görüş, tüm dünyada bu ürünlerin kullanımının hızla artmasına neden olmuştur. Ayrıca bu ürünlerin herhangi bir fiyat kontrol mekanizması da bulunmaktadır ve yüksek kârlılığı nedeniyle bitkisel ürünlerin pazarlanmasına olan ticari ilgi giderek artış göstermektedir.
Bitkisel ürünlerin bazıları gerçekten yararlı olabilir fakat bu ürünlerin yararlı olduklarını gösteren kanıtlar ve bilimsel çalışmalar sınırlı sayıdadır. Eczanelerde satılan herhangi bir ruhsatlı ilaç, çeşitli faz çalışmalarından geçip piyasaya çıkarken bitkisel ürünler kısa sürelerde daha kolay ve güçlü söylemlerle ortaya çıkabiliyor. Bitkilerle tedavinin temelinde gözlem, kültür ve gelenek ön plandadır; bilimsel deneyler daha ziyade geri planda kalmaktadır. O nedenle bu ürünlerin yararları kanıta değil, varsayımlara dayanmaktadır.
Hem ülkemizde hem de dünyada bitkisel ilaç furyası, kontrolsüz bir biçimde tavan yapmıştır. Tüketimin artmasına paralel, bitkisel ürün pazarı giderek genişlemiştir. Doğal tedavi şeklinde de pazarlanan ürünler hastalara çok cazip gelmiş ve ürünlerin zararsız olabileceği algısına da yol açmıştır. İnternet üzerinden yapılan ticaret, bitkisel ürün pazarının, hem yaygınlaşmasına katkıda bulunmuş hem de denetlenmesini zorlaştırmıştır. Ülkemizde bu tür bitkisel ürünleri hazırladıklarını iddia ederek satan kişilerin bilinçsizlikleri ve kontrol mekanizmalarının yetersiz olması, hastalarda çeşitli yan etkilerin ortaya çıkmasına ve ölümlere yol açabilmektedir.
Bitkisel ürünlerin içinde çoğu zaman ne olduğu tam olarak bilinmemektedir; üretici firmaların ürünlerinin içerdiği madde miktarlarını dozlarıyla birlikte yazmadığı görülmektedir. Bitkisel ürünlerin içeriği mevsimsel ritimler, iklim değişiklikleri, tarım metodu 38
GENCAY ve hasat sonrası depolama koşullarına göre değişmektedir. Sonuç olarak; aynı miktar bitki içinde, çok farklı miktarlarda aktif madde olabilir. Bununla birlikte tüm bu süreçlerde bitkilere mikrop veya ağır metallerin bulaşması birçok yan etkiye neden olabilmektedir. İçlerinde ağır metal olarak adlandırılan kurşun, cıva gibi yabancı maddeler tespit edilebilir.
etkisi olmayan, bakanlık onaylı, alternatif tedavi ya da destekleyici tedavi gibi söylemlerle insan sağlığı tehlikeye atılmaktadır. Daha vahim bir nokta ise hastalar reklamların etkisiyle bu ürünleri ilaç gibi kullanmalarına rağmen doktora muayeneye geldiklerinde kullandıkları bu ürünleri ilaçtan saymamaktadırlar. Hekime bu ürünleri kullandığına dair herhangi bir bilgi vermemektedirler.
Bitkisel ürünlerin yarattığı çeşitli sorunlar, hastanın doktor tarafından verilen ilaç tedavisini aksatması, tedaviye uyumsuzluk yaratması, bitkisel ürünlerin ilaçlarla etkileşime girmesi, kan basıncını yükseltebilmesi, medikal tedaviye direnç geliştirebilmesi şeklinde ifade edilebilir.
Toplumda yaygın olarak doktorların bitkisel ürünlere karşı olduğu gibi bir düşünce vardır. Aslında hekimler bitkisel ürünlere karşı değildir. Ancak bu konuda kanıtlanmış bilgilerin az olması ve bitkideki madde miktarlarının standart olmaması nedeniyle hekimler bitkisel ürünlerle tedavi seçeneğini hastalarına sunamamaktadırlar.
Ayrıca bitkisel ürünlerin gebelerde, süt veren annelerde kullanılması sakıncalıdır. Bu tür ürünlerin çocuklarda kullanımından kaçınılması gerekmektedir. Çünkü çocukların vücut metabolizmaları erişkinlerden farklıdır; metabolik enzim sistemleri tam olarak gelişmemiştir ve vücut ağırlıklarına göre doz ayarlaması yapılamadığı için öldürücü dozlara kolaylıkla ulaşılması mümkündür. Bunun yanında çok miktarda ilaç kullanmak durumunda olan yaşlı hastaların kullandıkları ilaçlarla aldıkları bitkisel ilaçların etkileşimleri de göz ardı edilmemesi gereken başka bir konudur.
1987 yılından itibaren, Sağlık Bakanlığı’nın bitkisel ilaç politikası kesinti ve dalgalanmalar gösterdiği için bu ürünleri ithal etmek isteyenler Tarım Bakanlığı'na başvurmuş ve gıda desteği şeklinde izin alarak bu ürünleri (Ginseng, Ginkgo biloba) piyasaya sürmüşlerdir. Bu yol çok sayıda bitkisel zayıflama çayı ve bitkisel ilaçlar için de kullanılmıştır. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı sahip olduğu izin verme işini, Türk Gıda Kodeksi çıktıktan sonra daha yoğun bir şekilde yapmaya başlamış ve aslında ilaç gibi eczanelerde satılması gereken birçok ürün, eczane dışında aktar ve benzeri dükkânlarda, süper marketlerde, zincir mağazaların dükkânlarında satılmaya başlamıştır. 2002 yılında Tarım Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı arasında bir protokol
Bilimsellikten uzak söylemlerle yapılan reklamlarda, sanki bitkisel tedavi ile tüm hastalıkların iyileşeceğine dair yanıltıcı bilgiler verilmektedir. Bitkisel ürünlerin etkilerinin ortaya konması için gerekli laboratuvar değerlendirmelerinin ne düzeyde yapıldığına dair şüpheler giderilmeden tamamen bitkisel, hiçbir yan 39
GENCAY imzalanarak bu tür ürünlerin ruhsatlandırılma ve ithâl izinleri Sağlık Bakanlığı’na devredilmiştir. Türkiye’de Sağlık Bakanlığı’nın bitkisel ürünler üzerindeki denetimi halen istenilen düzeyde değildir. Halen piyasada yer alan birçok bitkisel ürünün geçmişte piyasaya sürülmesini onaylamış bakanlık, Gıda-Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı'dır. Kişiden kişiye değişen çeşitli etkileri tam anlamıyla ortaya konmamış olan bu bitkisel ürünler Sağlık Bakanlığı tarafından denetlenmediği ve ruhsatlandırılmadığı için ilaç vasfını tam manasıyla taşımamaktadır. Bu sebeple kullanımı konusuna şüpheler giderildiği zamana kadar hiç bir gerçek hekim bu ürünleri hastalarına bir çare olarak sunmamalıdır.
Siz değerli okuyucularımıza huzur ve mutluluk dolu bir ömür diliyorum. Sağlıcakla kalınız. Bu derleme yazının hazırlanması esnasında Uz. Dr. Süleyman URAZ 'ın “Bitkisel ilaçlar hakkında bilmeniz gerekenler” adlı makalesinden; Prof. Dr. Mine Sibel GÜRÜN ve Prof. Dr. Öner SÜZER tarafından yazılmış “Süzer Farmakoloji” kitabının 62. konusu olan “Bitkisel İlaçlar” bölümünden faydalanılmıştır.
Hastalarımızın da bu ilaçları öneren hekim ünvanlı pazarlamacılara dikkat etmesi, reklamlara kanarak kendi medikal tedavilerini aksatmamaları gerekmektedir.
40
GENCAY
SELÇUKLULARDA EĞİTİMİN TEMEL DİNAMİĞİ: NİZAMİYE MEDRESELERİ Fatih ORTA / Konuk Yazar Giriş
âleminde içtimaî nizamı tehdit eden seviyeye gelmişlerdir. Bu durumda Sünnî Abbasî halifesi dahi müşkül durumda kalmıştır. Bu sırada Tuğrul Beğ de Abbasî halifesinin ve dahi İslâm âleminin hamiliğine soyunarak Türk milletini bir nevi İslâm âleminin koruyucusu makamına getirmiştir. Tabi böyle bir durumda Türklerin diğer mezheplere düşmanlığı olası bir beklentidir ama öyle olmamıştır. İslâm dinini ve Selçuklu İmparatorluğu’nu yıkmak için çeşitli teşkilâtlar kuran Batıniler ve müfrit Şi’iler müstesna, Selçuklu sultanları ve beyleri mezhepler arası farklara ve kavgalara asla müdahale etmemişler; ancak nadir ahvalde içtimaî nizamı korumak ve mücadeleleri yatıştırmak maksadiyle uzlaştırıcı bir rol oynamışlardır. Selçuklular kendi devlet teşkilâtlarını ve İslâm âlemini batıl itikatlardan muhafaza etmek için bazı tedbirler almışlardır. Selçuklular Şiî ve Rafizi cereyanlara aynı zamanda kültürel sahada da karşı çıkmışlar, bu maksatla türlü himaye ve eğitim faaliyetleri ile fikri yönden İslamiyeti takviye edici tedbirler almışlardır ki bunların başında medreselerin kuruluşu gelmektedir. İsmaililer eliyle Suriye ve Irak, hatta İran coğrafyasının muayyen bir kısmında güçlü bir örgütlenme inşa etmiş olan Şiî Fatımîlere karşı bir yandan Abbasîleri bir yandan da Sünnî İslamı koruma rolüne soyunan Selçuklular, askeri mücadelenin
Selçuklular Türk tarihinin en önemli kısımlarından birini teşkil etmektedir. Çağrı Beğ’in keşif harekâtlarıyla Anadolu’yu yurt kurmak için plânlamalar yapılmış ve Türkmen kitleleri fethe zemin olmaları amacıyla Anadolu’ya intikal ettirilmiştir. Dandanakan (1040) zaferiyle bağımsız bir devlet hüviyetine bürünen Selçuklular 1071 Malazgirt Savaşı ile de Anadolu’yu fethedebileceğine iman etmişlerdir. Böylece Selçuklu Türkleri Anadolu’da iz bırakabilmek ve kalıcı olabilmek amacıyla büyük ilim ve kültür atağına kalkarak Türk-İslâm Medeniyeti’nin en mühim eserlerini yapmışlardır. İlim hayatında da tesis edilen Nizamiye Medreseleri Türk-İslâm Medeniyeti’nin neticelerinden birisidir.
1.Nizamiye Medreseleri’nin Kurulması Hz. Peygamberimizin vefatını takiben ve Hulefa-i Raşidin dönemlerinde ortaya çıkan olaylar İslâm âlemini iki zıt kutba ayırmıştır. Şia itikadı ve Rafizilik İslâm 41
GENCAY yetersizliğinin farkına vararak Fatımîlerin üst düzey medreseleri olan Darü’l Hikme’ye karşı Nizamiye Medreseleri’ni kurmuşlar; bu şekilde İslâm âleminde yeni bir çığır açmışlardır.
açılmış iken Sultan Alp Arslan devrinde, Nizamü’l Mülk’ün gayretleri ve teşvikiyle ilk olarak Bağdat’ta açılan Nizamiye Medreseleri dini, fenni ilimlerin İslâm âlemindeki öncüsü konumuna gelmiştir. Adını Sultan Alp Arslan’ın veziri İranlı Nizamü’l Mülk ’ten alan Nizamiye Medreseleri ilimdeki öncülüğünün yanı sıra Sünnî akaidin batıl itikatlara karşı mücadele ettiği bir merkez durumundadır. Bu medreseler sayesinde eğitim sistemleştirilmiş ve teşkilâtlandırılmıştır.
Şiî ve Sünnî diye iki ayrı kutba ayrılan İslâm âleminde Fatımîler Şiîliğin, Abbasîler ise Sünnîliğin hamisi veya lideri konumundaydılar. Selçuklular, Şiî Fatımîlere karşı güçsüz durumda bulunan Abbasî halifesine yardım sağlayarak onları tekrardan muktedir kılmaya çalışmıştır. İslâm âleminde kendisine bir vazife veya mevki arayan Selçuklular da Abbasî halifeliğinin acziyetini fark ederek onlara yardım etmiş ve böylece İslâm âleminde sevilir, sayılır ve sözü geçer olmuştur. Sünnî akidelere bağlı Selçuklu sultanları önce Bağdad hilâfetini kurtarmışlar ve halife el-Kaaim bi-emrillah’-ın minnettarlığını kazanmak yoluyla Müslüman memleketlerini kolayca hâkimiyetlerine almaya muvaffak olmuşlardır. Bu itibarla Sünnîliğin korunması Selçuklu Devleti’nin devamı için hayatî bir mesele idi. Kılıçla müdafaa edilmekte olan bu ana prensibin birçok ilim ve fikir kuruluşlarıyla takviyesine girişildi. İşbu noktada faaliyete geçirilen Nizamiye Medreseleri’nden evvelde İslâm illerinde medrese ve türevleri mevcuttu. Ancak bunlar basit usullerle ve sistemsiz bir şekilde faaliyet gösteren kurumlardı. Nizamiye Medreseleri, dağınık ve usulsüz bir şekilde eğitim vermekte olan medreseleri devlet bünyesinde birleştirerek çağın en önemli eğitim kurumu haline getirmiştir.
2.Nizamiye Eğitim
Medreseleri’nde
Verilen
Bağdad’da, Dicle kenarında, bütün teşkilât ve binalarının o devrin parası ile 60.000 dinar (altın)a yapılmıştır. Masrafları Sulan tarafından vakfedilen çarşı ve çiftliklerin gelirinden karşılanan iç düzeni ve ders programları özenle tertiplenip devlet kontrolünde uygulanan ve bir de zengin kütüphane ile donatılan Nizamiye, o zamana kadar eşi görülmemiş bir yüksek ilim ocağı olup dini bilgilerle birlikte
İlk Selçuklu medresesi Tuğrul Beğ vaktinde 1030’lu yıllarda Nişabur’da 42
GENCAY felsefe (kelâm), filoloji, matematik, astronomi vb. ilimler de okutulduğu ve Avrupa’da ve başka ülkelerde bu tip öğretim çok daha sonraları görüldüğü için dünyada ilk üniversite sayılmaktadır. Medreseler İslâmî ilimler yanında riyaziye, hey’et, tıp ve felsefe gibi aklî ilimlerin okutulması mahalli kültür durumuna ve ilim adamlarının ihtisas ve mevcudiyetine bağlı bulunuyordu.
önemli vazifelere atanmışlar, yüksek makamlara getirilmişler ve memlekette saygıdeğer kişiler olmuşlardır. Nizamiye Medreseleri’nde en başta gelen görevli müderris olmasına rağmen daha pek çok alanda çalışan görevliler mevcuttu. Nizam’ül-Mülk’ün vakfiyesine göre medreselerde müderrislerden başka bir vaiz, kütüphaneci, Kur’an okumayı öğretmek üzere bir öğretmen, Arap dilini öğretecek bir gramerci görevli idiler. Nizamiye Medreseleri hızlı bir teşkilâtlanma ile kısa süre içerisinde Selçuklu ilinin birçok yerinde açılmıştır. Nizamiye Medreseleri Bağdat’dan sonra Selçuklu ilinin Belh, Herat, Basra, Nişabur, İsfahan, Rey, Tus, Amul ve Musul gibi şehirlerde de tesis edilerek ilmin gelişmesini, âlimlerin yetişmesini ve Sünnî İslâm akadininde yayılmasını ve savunulması vazifelerini ifa etmiştir. Fakat açılan nizamiye medreseleri içerisinde Bağdat Medresesi’nin her zaman önemi diğerlerinden daha yüksek olmuştur. Bununla birlikte Nişabur, Belh, Herat, Merv gibi önemli merkezlerdeki nizamiyelerin ders programları ve usulleri de Bağdat Nizamiyesi ile aynıdır.
Medreslerde eğim öğretimden sorumlu kişi müderrislerdi. Günümüzde üniversitelerde vazifeli öğretim üyeleri veya profesör unvanlarının karşılığı olan müderrislik, medreselerde ders veren kişidir. Nizamiye medreselerinde ders veren müderrislerin mezhebi bir sıkıntı kaynağı değildi ve ölünceye kadar göreve devam ediyorlardı. Büyük medreselerde müderrislik görevi çok önemli idi. Eğer bu görevde şöhretli bir ilim adamı bulunmakta ise talebeler onunla çalışmak için uzak mesafelerden gelmekte idiler. Müderrislere ve talebelere aylık olarak maaş bağlanıyor, çalışkanlar ve kabiliyetliler içinde teşvikler tahsis edilerek ilmi yaşantıdaki mükemmeliyet arttırılıyordu. Bağdad medresesinde ilim tahsil edip buradan yetişenler her zaman 43
GENCAY 3.Selçuklu Sultanları Medreseleri
ve
Nizamiye
lideri olmuştur. Bağdat, İsfehan, Rey, Belh, Herat ve daha birçok önemli şehirlerde faaliyet gösteren Nizamiye Medreseleri arasında en çok tercih edilen, saygı gösterilen ve ilim merkezi olarak görülen medrese ise Bağdat Nizamiyesi’dir. Burada tıp, matematik, astronomi, felsefe gibi çok önemli dersler verilmiştir. Buraya İslâm âleminin hemen hemen her yerinden talebe gelmekteydi. Talebeler kabiliyet ve çalışkanlıklarına göre teşvike tabi tutuluyorlardı. Buradan mezun olan talebeler önemli işlere getirilirdi. Selçuklu Sultanları Nizamiye medreselerine maddîmanevî tüm yardımları yapmışlar ve desteklemişlerdir. Nizamiye Medreseleri aynı zamanda dünyadaki ilk üniversite olma özelliğini de taşımaktadır. Nizamiye Medreseleri ufak tefek farklılıklarla kendilerinden sonra teşekkül edecek olan birçok Türk-İslâm devletinde de var olmuştur. Nihayetinde Sünnî İslam’ın temsilciliğini yapan Selçuklular ilim alanında da Nizamiye Medreseleri’ni tesis ederek İslâm âleminin hamiliğini ve liderliğini üstlenmiştir.
Selçukluların ve onlardan doğan devletlerin medeniyet tarihinde en büyük hizmetleri, şüphesiz, Tuğrul Bey’den itibaren İslâm dünyasının her tarafını cami, medrese, kütüphane, tıp mektebi, hastane, imaret, zaviye ve kervansarayla ile doldurmaları bu müesseslere büyük vakıflar yapmalarıydı. Melikşah, kurduğu medreseler ve kültür müesseselerinden başka âlim ve mutasavvıflara yılda 300.000 dinar (altın) ihsan ediyordu. Sultan Sancar medeniyet tarihinde çok büyük bir mevki sahibidir. Altmış yıllık saltanatı esnasında zamanın âlimlerini, ediplerini, ve sanatkârlarını yetiştirmesi ve himayesiyle çok hizmet etmişti. İlmi önemseyen ve âlimi destekleyen Selçuklu Sultan ve beğleri hem Anadolu’nun ve Orta Doğunun bir ilim yuvası olmasını sağlamış hem Anadolu’da yaptıkları işlerle kalıcı olmayı istemiş ve sağlamış hem de batıl itikatlara karşı Sünnî akaidini muhafaza ederek İslâm dünyasının hamiliğini gerçekleştirmiştir. İşbu yolda Nizamiye Medreseleri de ilim yuvaları yetiştirdiği öğrencilerle Selçuklu ilim ve bürokratik yaşantısını ilerletmiş ve İslâm âleminin Avrupa’dan çok önde olmasını sağlamıştır.
KAYNAKÇA ERSAN, Mehmet-ALİCAN, Mustafa, Selçukluları Yeniden Keşfetmek, İstanbul, 2012 KAFESOĞLU, İbrahim, Büyük Selçuklu İmparatoru Sultan Melikşah, İstanbul, 1973 KAFESOĞLU, İbrahim, Selçuklu Tarihi, İstanbul, 1972 KAFESOĞLU, İbrahim, Türk-İslâm Sentezi, 4.Baskı, İstanbul, 2008 MERÇİL, Erdoğan, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, 3.Baskı, Ankara, 1997 TURAN, Osman, Selçuklular Tarihi ve Türkİslâm Medeniyeti, 16.Baskı, İstanbul, 20
Netice Sultan Alp Arslan’ın veziri olan Nizam’ül Mülk’ün adından gelen Nizamiye Medreseleri, Şiî ve Sünnî diye iki kutba bölünmüş İslâm âleminde Şiî Fatımîlere karşı acziyet içinde olan Abbasî halifelerine yardımın bir neticesi olarak Sünnî akaidin ilim âleminde temsilcisi ve 44
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.