www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 3 Sayı 25 - Şubat 2014 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com
İLK KAN / Prof. Dr. Justin McCarthy ULUS DEVLET VE ÇOKKÜLTÜRLÜLÜK ÇIKMAZI / Hicran KIZIL İDARENİN DÖRDÜNCÜ TEMEL ORGANI: MEDYA / Ahmet KANBUR İMPARATORLUKLAR DİLİ VEYA YARINSIZ DİL: TÜRKÇE / Veysel Gökberk MANGA GÖSTERİ ÇAĞI TARTIŞMALARI İÇİN BİR PROLOG - I / Halil İbrahim KOÇ RESMEDİLMEMİŞ BİR MANZARAYA GÜLDÜN / Muhammed BÜYÜKKÖROĞLU SADECE BİR YORUM / Dilek AKILLIOĞLU ATATÜRK’ÜN DOĞUM GÜNÜ HAKKINDA NOTLAR / Çağhan SARI SAYILAR İÇİNDE NELERİ KAYBEDİYORUZ / Emre ECE TÜRKLERİN MİTOLOJİSİ Mİ VAR? / Açelya OĞUZ
GENCAY
İLK KAN Prof. Dr. Justin McCarthy
önyargılarla uyuşmayan olaylar bir tarafa bırakılmak ve göz ardı edilmek yerine ele alınmalıdır. Türk ve Ermeni tarihi ile ilgili yazılmış bir kitap Ermeniler tarafından öldürülen Türklerin tarihini ihtiva etmezse gerçek sayılamaz. Bu gayet açık… O kadar açık ki zikretmek bile gereksiz. Fakat biz bunun zikredilmesinin gerekli olduğuna inanıyoruz, çünkü birçok tarihçi doğru tarih yazmanın ilkelerini unutmuş. Siyasetçilerin de tarihçiler gibi gerçeğe ulaşma görevleri vardır. Siyasetçiler tarihle ilgili bir açıklama yaparlarsa, tarihçilerin görev ve yükümlülüklerini de üzerlerine almış olurlar. Tarihsel kayıtları, hatta kayıtların tümünü dürüstçe incelemek zorundadırlar. Siyasal baskı gruplarının söylediklerini doğru kabul etmemelidirler. Başkalarının doğru kabul ettiği şeyi doğru kabul etmemelidirler. Kendi önyargılarından hareketle herhangi bir şeyi kabul etmemelidirler. Siyasetçiler tarih konusunda beyanda bulunacaksa, tarihle ilgili konularda kararname çıkaracaklarsa, tarihin ilkelerine uymak zorundadırlar. Aksi takdirde siyasetçilerin açıklamaları gerçeği yansıtmayacaktır. Böyle davranmak siyasi açıdan kendilerine
Giriş Tarihçiler gerçeği sevmelidir. Bir tarihçi sadece gerçeği yazmakla yükümlüdür. Tarihçiler yazmadan önce tüm ilgili kaynaklara bakmak zorundadırlar. Kendi önyargılarını gözden geçirmeli ve bunların gerçeği etkilememesi için ellerinden geleni yapmalıdırlar. Ancak bundan sonra tarih yazmalıdırlar. Tarihçilerin temel ilkesi şudur: "Bir konuyu bütün yönleriyle ele al; önyargılarını bir kenara bırak. İşte o zaman gerçeği bulmayı ümit edebilirsin." Tarihçiler her zaman bu ilkeyi izlerler mi? Hayır, fakat iyi tarihçiler gayret gösterirler. Bir tarihçinin görevinin gereğini yerine getirip getirmediğini anlamanın yolları vardır. Tüm önemli ilgili kaynakları incelemelidir. Amerikan tarihi ile ilgili bir kitap sadece Fransızca kaynaklara dayanıyor, Amerikan kaynaklarından faydalanmıyorsa gerçek tarih olamaz. Önemli olayların hepsi dikkate alınmalıdır. Alman ve Yahudi tarihi ile ilgili bir kitap Holocaust'ta öldürülen Yahudilerden bahsetmiyorsa gerçek kabul edilemez. İnsana rahatsızlık veren olaylar, yanlış düşünce ve 1
GENCAY faydalı olabilir. Belki oylarını da artırabilir ama bu, hiçbir zaman gerçek olamaz. Şu tekrar açıkça ifade edilmelidir. Şayet siyasetçiler kendilerini tarihçi sanıyorlarsa, tarihçilerin de ilkelerine uymak zorundadırlar. 'Sözde Ermeni Soykırımı' konusunda karar çıkaran parlamentolar derslerini maalesef iyi öğrenememişler. Bu parlamenterlerin tarih konusunda insanı dehşete düşüren açıklamaları kötü tarihçiliğin örneklerindendir. Ermenilerle ilgili karar alan Fransız veya Avrupa Birliği Parlamentosu önyargılarıyla çelişen herhangi bir kanıtı göz önünde bulundurmuşlar mıdır? Asla. Başkan Jacques Chirac kısa bir süre önce tüm hükümetlerin Ermeni Soykırımını kabul etmelerinin gerektiğini söylerken, Osmanlı arşivleri dâhil tüm kaynakları detaylı olarak incelemiş midir?
kapsamlı araştırma yapmaya vakitleri yoktur. Tarihle ilgili hemen hemen hiçbir eğitim almamışlardır. Arzu etmeseler de onlara şunu salık veririm: Gerçeğe ulaşmak için gayret göstermiyorsanız, hiçbir şey söylemeyin. Şunu itiraf etmeliyim ki bir tarihçi olarak meseleyi tüm yönleriyle incelemeyi bir tarafa bırakıp ön yargılarıyla ve politik çıkarları için konuşanlara kızıyorum. Ayrıca, beni Ermeni meselesini tüm yönleriyle incelediklerini söyleyen ancak böyle bir şeyi yapmayan insanların ikiyüzlülükleri de kızdırıyor. Tarihsel bilgi tartışmaya dayanır. Bir meseleyi tüm yönleriyle anlayabilmek için gayret göstersek de hepimiz yanılabiliriz. Bütün tarihçiler hata yapabilir. Hatalarımızı tartışma ile anlayabiliriz. Bizden farklı düşünenleri dinler, delillerimiz değerlendirir, bazen de fikirlerimizi değiştirebiliriz. Başkalarının delillerini hesaba katmayanlar bilim adamı olamazlar. Başkalarının değerlendirmelerini görmezlikten gelenler gerçek tarihçi değildir. Son günlerde Almanya ve Amerika'da Ermeni meselesi ile ilgili çeşitli toplantılar düzenlendi. Amerika'dakiler genellikle kapalı kapılar ardında yapıldı. Gizliydi. Toplantılara katılanlar dışında, hiç kimse bu toplantılarda ne olup bittiğini bilmiyor. Bazı toplantılara az sayıda izleyici kabul edildi ama 'Ermeni Soykırımına' şüpheyle bakan konuşmacılara hiç yer verilmedi. Buna rağmen bu toplantılara hem Ermenilerin hem de Türklerin katıldığı ilan edildi. Ermeni milliyetçiler, "gördüğünüz gibi Türk bilim adamları da bizimle aynı görüşte", dediler. Kim bu Türkler? Topluluklarına katılmalarına izin verilmeden bir testten geçen insanlar. Bu topluluğun bir üyesi olmadan önce
Hayır. Amerikan Kongresine 'Ermeni Soykırımını' kabul ettirmeye çalışanlar bu çatışmalarda milyonlarca Türk'ün öldüğünü kabul etmişler midir? Asla. Bu önyargılı tarihçilerin düzmece tarihinde ölenler sadece Ermenilerdir. Fransız Parlamentosu veya Avrupa Birliği Hükümet üyelerinin hiçbir zaman tarihçilerin prensiplerine uymadıkları iddia edilir. Tarihsel konularla ilgili 2
GENCAY Türklerin 'Ermeni Soykırımını' kabul etmeleri gerekir. Ermeni milliyetçileri kendileriyle aynı fikirde olmayanlarla asla bir araya gelmezler; hatta konuşmazlar. Bunun için, bu toplantıların bilimsel niteliği yoktur; bunlar olsa olsa Türkleri mahkûm etmek isteyen kişilerin bir araya geldiği siyasi toplantılardır. Maalesef Türkleri mahkûm etmeye çalışanların bazıları da Türk. Burada şaşılacak bir şey yok. Size ideolojilerini, tarihsel muhakemelerini bir yana bırakan Türklerin de olduğunu hatırlatmama gerek yok. Fikir ayrılığı iyi bir şeydir, çünkü bilgelik tartışmaktan doğar. Ancak bu tür tartışmaların ana meselesi de işte budur. Bunlar tartışmak için düzenlenmemişlerdir. Son zamanlarda Ermenilerle görüşen Türkleri kınayan birçok elektronik posta ve mektup okudum. Diğer Türkler de onları bir yönüyle ülkelerine ihanetle itham ediyorlar. Bu asla doğru değil. Hiçbir bilim adamı çoğunluğun paylaşmadığı şeyleri söyledikleri için suçlanmamalıdır. Özgürlük bilimselliğin temelidir ve yanlış yapma özgürlüğünü de kapsar. Kendileriyle aynı fikri paylaşmayanları suçlamak, profesörlerin evlerini bombalayan, öldüren, bilim adamlarını tehdit eden ve adaletten uzak Fransız yasalarından yararlanarak konuşmaya cesaret eden profesörlere dava açan Ermeni milliyetçilerinin takip ettiği bir yoldur. Umarım Türkler hiçbir zaman bu yolu takip etmezler. İstanbul ve Ankara'da kitapçıları dolaştığımda, Türkler tarafından yazılmış Türkçe kitaplar görüyorum. Bu kitaplar Türklerin soykırım yaptıklarını iddia ediyor. Ermeni milliyetçileri tarafından yazılmış gibi gözüken röportajlar içeren Türk gazeteleri
okuyorum. Yazılanlara gülüyorum. Bazen de kızıyorum ama yazmanın ve konuşmanın güzel bir şey olduğuna inanıyorum. Bu tür yazılar Türkiye'nin farklı görüşlere izin verecek kadar olgun ve özgüvene sahip bir ülke olduğunun kanıtıdır. Peki, bu nedenle bilim adamları eleştirilmeyecek mi? Evet. Onları hiçbir şekilde tasvip etmiyorum; benimle aynı fikirde olmadıkları, yanlış yaptıkları ve Türkiye'ye ihanet ettikleri için değil; onları bilimselliğe ihanet ettikleri için suçluyorum. Gizli toplantıları kınıyorum. Aralarında konuşup bunu diyalog şeklinde göstermeye çalışan herkesi suçluyorum. Farklılıkları reddedenleri onaylamıyorum. Gizli toplantıları sürdüren Türk ve Ermenilere tek bir sorum olacak. Yalnız ideolojik dostlarıyla konuşan Türk veya Ermenilere tek bir sorum var. Her türlü bilimsel tartışmayı reddeden Türk veya Ermenilere bir sorum var. Niçin korkuyorsunuz? Dürüst bir tartışma için davetimi tekrarlıyorum. Davalarına inananlar savunmalarını da sözleriyle yapmak mecburiyetindedirler; tartışmak için istekli olmalı ve sadece kendileriyle aynı fikri paylaşanlarla konuşmamalıdırlar. Parlamenter ve tarihçilere bir önerim daha var: Siyaseti bir tarafa bırakın ve tarihle ilgili sorular sorun. Ermeni ve Türk tarih çalışması şu asli soru sorulmadıkça incelenemez: Türklerin yaptıkları, soykırım veya müdafaa, nasıl ifade edilirse edilsin Türkler bunu niçin yapmış olabilir?
3
GENCAY Ermeni milliyetçilerinin beyanlarındaki en önemli meselelerinden biri Türklerin Ermenilere neden saldırdığı sorusudur. Türkler ve öteki Müslümanlar, Müslüman bir imparatorlukta çoğunluktaydılar. Asırlarca Ermenilerle beraber yaşamışlar ve Ermenilerin dinlerini ve geleneklerini sürdürmelerine izin vermişlerdir. Fakat Ermeni milliyetçilerine göre, Türkler aniden Ermenilere saldırmaya karar vermişler. Bundan da kötüsü, Türkler planlı bir soykırımla tüm Ermenileri yok etmeye karar vermişler. Ermeni milliyetçileri Türkler için atfettikleri bir sürü hayali planla birçok neden üretmişlerdir. Türkler Ermenilerin mallarını çalmayı düşünüyorlarmış. Anadolu Türkleri’ni Orta Asya'ya birleştireceklermiş fakat Ermeniler yollarının üzerinde bulunuyormuş. Osmanlıların Balkan Savaşları’ndan gelen mültecileri yerleştirmek için Ermenilerin yaşadığı topraklara ihtiyacı varmış. Daha duygusal nedenler de uydurulmuş: Türkler Ermenileri kıskançlık sebebiyle öldürmek istiyorlarmış, çünkü Ermenilerin üstün olduğuna inanıyorlarmış. Yoksa Türklerin din düşmanlığından kaynaklanan sebepleri mi var? Türkler Ermenilerin mallarını gasp etmek istemişler midir? Şayet öyle olmuşsa, İstanbul, Edirne ve İzmir'deki zengin Ermenilerin mallarına dokunmayıp, Doğu Anadolu'daki yoksul Ermenilere karşı savaş açmaları bir hayli tuhaf. Türklerin Ermenilerin mallarına imrendiklerini hiçbir zaman ispat edemeyiz. Fakat mallarını kimin çaldığını sorabiliriz. Hırsız kimdi? Mağdur kimdi? Birinci Dünya Savaşı başladığı zaman Ermeniler Erivan, Karabağ ve Kars'ta Türklerden ele geçirdikleri topraklarda yaşıyorlardı.
Türkler Ermenilerin topraklarını değil, Ermeniler Türklerin topraklarını çalmışlardı. 1. Dünya Savaşı esnasında, Ruslar Doğu Anadolu'yu işgal ettiklerinde bir kez daha Türklerin ve Kürtlerin mallarını talan eden Ermenilerdi. Anadolu Müslümanları evlerini ve çiftliklerini kaybettikten 100 yıl sonra intikamlarını alır ve Ermeni topraklarını ele geçirirler. Orta Asya Türkleriyle birleşme arzusu başta Enver Paşa olmak üzere bazı Osmanlı liderlerinin ilginç ülkülerinden biriydi. Bu, Azerbaycan hariç hiçbir zaman ciddi bir şekilde düşünülmemiştir. Ermeniler böyle bir plan için nasıl engel olabilirler ki? Orta Asya'ya giden yol Ermenistan'dan değil İran'dan geçiyordu. Ermenistan üzerinden geçmeyi düşünmeleri için çılgın olmaları gerekir. Bunu ispatlamak için haritaya bakmak kâfidir. Orta Asya'ya varmak için kuzeye ilerleyen Türk Ordusu Kafkas dağlarının zirvesinden, çöl ve step alanından geçmek zorunda kalacak, sonunda Aral Denizi'nden güneye ulaşacak. Bunu Enver Paşa bile deneyemezdi. Cengiz Han bile kıyı şeridinden gitmişti. Osmanlı Anadolu'sunda yaşayan öteki Ermeniler Osmanlıların doğu çıkartması esnasında yollarını keser miydi? İlerlemeyi engellemek için orduları harekete geçirseler mesele oluştururlardı. Gerçekten de Osmanlılara karşı silahlandılar, fakat Ermeni ayaklanmasının Orta Asya ile hiçbir alakası yoktu. Osmanlıların Balkan savaşı mültecilerine yer bulmak maksadıyla Ermeni topraklarına göz diktiği iddiası tamamen yanlıştır. Mültecilerin tamamı 1. Dünya Savaşından önce yerleştirilmişti. Hepsinin yerleştirildikleri yerler Trakya ve Batı Anadolu idi; Doğu Anadolu değil. 4
GENCAY nefret etmeye ve korkmaya başlamışlardı, fakat bu, Ermenilerin ve Rusların yaptıklarından dolayıydı. Ermeni milliyetçilerinin tartışmaları son tahlilde tek bir iddiaya dayanır: Türkler delidirler. 700 yıl boyunca birlikte yaşadıktan sonra Türkler bir anda Ermenilerden nefret etmeye başlamış ve onları öldürmeye karar vermişlerdir. Bundan başka hiçbir açıklama Ermeni milliyetçilerinin Türkleri suçlama isteğini tatmin edemez. Sözde soykırım için yapılan tüm açıklamalar Türklerin tamamen akıl dışı hareket ettikleri iddiası üzerine kurulmuştur. Bu açıklamaların mantıklı olduğuna dair tartışmalar da duydum. Neticede, Almanlar da Yahudileri öldürdüklerinde akıl dışı hareket etmişlerdir. Aralarındaki farklar araştırılmaya değer. Nazilerin Yahudi düşmanlığı konusunda uzun gelenekleri var. Avrupa tarihi Yahudilere yapılan saldırılarla doludur. Aynı zamanda, Almanların Yahudilere karşı karalayıcı ve şeytani bir edebiyat geleneği vardır. Bu nedenle Hitler ve yandaşları uzun bir nefret geleneğinden yararlandılar. Yahudilere karşı iktidara gelmek için önyargıları bir araç olarak kullandılar. Benzeri bir durum
Türkler kendilerinden üstün olduklarını düşündükleri için mi Ermenilerden nefret edip, onları öldürmeye kalkıştılar? Hiçbir Osmanlı arşivinde veya beyanında böyle bir kanıt yoktur, fakat benim tercih ettiğim kanıt Türklerle yaşamış olan her- kesin kanıtıdır. Son 35 yıl içinde birçok Türk'le tanıştım. Bu Türklerin çoğu insanların eşit olduğunu düşünüyorlardı. Türklerin hiçbirisi Türklerin herhangi birinden aşağı olduklarını düşünmüyordu. Osmanlı Türklerinin de farklı düşündüklerini sanmıyorum. 'Dini nefretle' alakalı iddialara gelince, tarih bunun gülünecek bir yalan olduğuna işaret ediyor. Müslümanların, Ermenileri 700 yıl boyunca kabul ettikten sonra, İslam’ın hükümlerini bir kenara bırakarak Hıristiyanların haklarını reddedeceklerine kim inanır? Osmanlı tarihinin hoşgörü konusunda örnek olduğu ve Hıristiyan devletlerden çok daha iyi bir geçmişe sahip olduğunu kim unutabilir? Hayır, Doğudaki Müslümanlar Ermenilerden
Osmanlı İmparatorluğu’nda görülmüş müdür? Ermeni ayaklanmaları başlamadan önce, Ermenilere, Almanların Yahudilere yönelik saldırılarına benzer saldırılar yapılmış mıdır? Hayır. Osmanlı popüler edebiyat geleneklerinde Ermeni karşıtlığı mevcut mudur? Hayır. Herhangi bir Türk siyasi partisi kampanyasını Ermeni düşmanlığı fikrine dayandırmış mıdır? Hayır. Esasında, Ermeni milliyetçiler Osmanlı İmparatorluğu’na karşı ayaklanıyorken bile, diğer Ermeniler 5
GENCAY Osmanlı devletine memnuniyetle kabul ediliyorlardı. Ermeniler Osmanlı İmparatorluğu’nda yüksek mevkilere gelmişlerdi. Avrupa tarzı ırksal düşmanlık Osmanlı İmparatorluğu’na yabancı bir konuydu. Alman Yahudilerinin ölümü ile sonuçlanan bir önyargı Osmanlı İmparatorluğu’nda hiçbir zaman gerçekleşmedi. ‘Irksal düşmanlığın’ Ermenilere karşı saldırganlığa yol açtığına dair iddialar tama- men hayal ürünüdür. Türkler ve Ermeniler arasında ortaya çıkan çatışma için geleneksel sebepler bulmaya çalışmak daha anlamlıdır. Türklerin Ermenilerle savaşmalarının gerçek sebebi kolayca açıklanabilir ve tamamen makuldür: Türkler, kendilerini savunuyorlardı. Bu, bir diğer soruyu beraberinde getirir: Türkler ve Ermeniler arasındaki savaşı kim başlatmıştır? Saldıran taraf kimdir? Kendini savunan taraf kimdir? Diğer tarihçiler ve ben genellikle bu sorulardan kaçınmışızdır. Türklerin ve Ermenilerin tarihi üzerine düşüncelerimi dile getirirken ve yazarken, bu savaşı insanlık tarihinin talihsiz bir dönemi olarak nitelendirmişimdir. Hatta asıl konunun kimin haksız olduğu değil, Türkler ya da Ermeniler olsa da, insanlığın acı çektiğini söylemişimdir. Bu, hala en önemli husustur. Fakat saldıran tarafın kim olduğu sorusu şu anda göz önünde bulundurulmalıdır, çünkü tüm insanlığın acısına merhamet etmek, Türkleri suçlayan siyasileri hiçbir zaman tatmin etmemiştir. Ermeni milliyetçileri herhangi bir biçimde Türklerin acılarından bahsederken, Türklerin ölüm nedeninin savaş, Ermenilerin ölüm nedeninin ise soykırım olduğunu belirtmişlerdir. Önce Türklerin Ermenilere zulmettiklerini, daha sonra da kendi başlattıklarının mağduru
olduklarını söylemişlerdir. Bu doğru mudur? Türkler Ermenilere saldırdıkları için mi acı çekmişlerdir? Olanlar Türklerin suçu mudur ve bu yüzden Türklere daha az merhamet mi göstermeliyiz? Bu soruları cevaplamak için Türkler ve Ermeniler arasındaki çatışmaları kimin başlattığını araştırmalıyız. Genellikle söylenilenlerin aksine, Türkler ve Ermeniler arasındaki çatışma 19. yüzyılın sonlarında Osmanlı İmparatorluğu’nda değil, 18. yüzyılda dönemin İran İmparatorluğu’nda ortaya çıkmıştır. İçlerinde Ermeni Kilisesi yetkililerinin de bulunduğu Ermeniler, Rus istilacılarıyla güç birliği yapmışlardır. 1796’da, Rusların Derbent Hanını mağlup etmesi ve Derbent şehrini ele geçirmesine, o şehirde yaşayan Ermeniler aracı olmuştur. 1790’larda, bir Ermeni piskoposu, Ermenilerin ‘kendilerini Müslüman himayesinden kurtarmak için’ Rus birliklerine katılmaları gerektiğine dair vaazda bulunmuştur. Azerbaycan Ermenilerinin çoğu tarafsız kalmışlardır, fakat taraf tutanlar Rusları desteklemiştir. Ermeni gönüllü askerleri, Azerbaycan ve Erivan’ın Ruslar tarafından işgali süresince Ruslarla yan yana savaşmışlardır. Ermenilerin Ruslara karşı sadakati, her şeyden ziyade Rus himayesi altında yaşama arzularından bellidir. Ruslar Karabağ ve Erivan’ı ele geçirdiklerinde, oralarda yaşayan ve çoğu Türk olan Müslümanları öldürmüş ya da tahliye ettirmişlerdir. Müslümanlardan kalan boş ev ve arsaları İran’daki ve Osmanlı Anadolu’sundaki Ermeniler almıştır. Sonraki on yıl boyunca ne kadar Türk tahliye ettirildiyse, o kadar Ermeni onların yerini almıştır. Unutulmamalıdır ki, Rus istilası gerçekleşmeden önce, bugün Ermeni Cumhuriyeti olan 6
GENCAY topraklardaki nüfus çoğunluğunu Türkler oluşturmaktaydı. Fakat istiladan kısa bir süre sonra, çoğunluk artık Türklerin değildi. Ermeniler, Güney Kafkasya bölgesinde 700 yıl boyunca Türklerle beraber yaşamışlardır. Ne Türklerin ne de Ermenilerin yaşamları kusursuz olmuştur, fakat Türklerin o bölgeye gelişinden 700 yıl sonrasında Ermenilerin hala orada yaşıyor oldukları gerçeği, Ermenilere hoşgörü ile muamele edilmiş olduğunun ispatıdır. Ermeniler dağlarda saklanıp ateşli bir şekilde bağımsızlık mücadelesi vermek durumunda değillerdi. Bölgenin her kısmında ikamet ediyor ve şehirlerde çalışıyorlardı ki istenilseydi buralarda kolaylıkla yok edilebilirlerdi. Fakat barış içerisinde yaşadılar. Ermeni toplumu bölgenin her tarafına dağılmış bir toplumdu ve Güney Kafkasya’nın hiçbir vilayetinde çoğunluk değillerdi. Rusların gelişiyle, Ermenilerin çoğu kendi hükümetlerine karşı olup Rus işgalci güçlerine katıldılar. Ruslarla birlik olan bu Ermeniler, Rus ve Ermeni azınlıkların, 700 yıl boyunca egemenlikleri altında yaşadıkları Müslüman çoğunluğu yönetmesini istiyordu. Bu demokrasi isteği değildi. Bu halk iradesi isteği de değildi. Onlar yönetimi ele geçirmek istiyorlardı ve bu yolda Ermeni milliyetçilerin karşısına çıkan her Müslüman yok edilecekti. Türkler Ermenilere değil, Ermeniler Türklere saldırmışlardır. Ruslar, 1828-29 yıllarındaki bir savaşla ve (1853-1856 arası) Kırım Savaşı’yla, işgallerini Doğu
çekilmek zorunda kaldıklarında ise, binlerce Ermeni onlarla birlikte bölgeyi terk etmiştir. Kısacası, Ermeniler kendi ülkelerinin düşmanı ile taraf olmuşlardır.
1.
1877-78 Rus - Türk Savaşı
1877-78’de Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu arasında ortaya çıkan savaşın başlarında, Osmanlılar, Hıristiyan ya da Müslüman da olsa, kendi tebaalarına itimat edebilmeliydiler. Aslında, Hıristiyanların Osmanlı Ordusu’na kabul edilmelerinin daha ilk gününde, Erzurum’da yaşayan 84 Hıristiyan gönüllü askeri hizmet için Osmanlı Ordusu’na başvurmuştur. Ancak, Erzurum’daki Rus konsolosluğu, Hıristiyan piskoposlara, Rusya’nın ülkesi için savaşan Hıristiyanlara iyi gözle bakmadığını bildirmiştir. Böylece, piskoposlar Hıristiyanlara Osmanlı Ordusu’na hizmet etmemelerini söylemiş ve Hıristiyanlar gönüllü askeri hizmet için kaydolmayı bırakmışlardır. Savaş alanında yaşayan her insan acı çeker, fakat Doğu’da yaşayan Ermeniler ne Osmanlı Hükümeti tarafından özellikle seçilmiş, ne de savaş esnasında Osmanlı’nın zulmüne maruz kalmışlardır. Tam aksine, Avrupa kaynaklarında sivil ve Müslüman yetkililerin Ermenileri Kürt saldırılarından
Anadolu’ya kadar sürdürmüşlerdir. Ruslar Doğu Anadolu’yu işgal ettiklerinde, Anadolu ve Rus Ermenileri onlarla taraf olmuş ve onlar için casus ve keşif eri olarak vazife görmüşlerdir. Ruslar geri 7
GENCAY koruduklarına dair çok miktarda delil bulunmaktadır. Ne yazık ki Osmanlılar, savaşı kaybettiklerinde, Müslümanları Ermeni saldırılarından koruyamamışlardır. Kars Rusların eline geçtiğinde, orada yaşayan Ermeniler hem Osmanlı askerlerine hem de sivil Türklere saldırmışlardır. İngilizler, Ermenilerin, yaralı Türklerin öldürülmesinde Ruslara yardım ettiklerini rapor etmiştir. Erzurum’u işgal etmez, Ruslar polis teşkilatının başına bir Ermeni’yi geçirmiştir. Türklere zulmedilmeye başlanmıştır. 6000 Türk ailesi şehri terk etmeye zorlanmıştır. Bunun üzerine İngiliz Büyükelçisi şöyle yazmıştır: “Şüphesiz ki Ruslar Erzurum’u işgal ettiklerinde Ermeniler, elde ettikleri Rus korumasından faydalanarak Müslüman nüfusa zarar verdiler, acımasızca davrandılar ve onları tahkir ettiler.” Savaş esnasında Osmanlı’nın Doğu bölgesinde yaşayan Ermenilerin çoğu Ruslarla taraf olmuştur. Osmanlı’daki Ermeniler Rus işgalci güçleri için casus ve keşif eri olarak vazife görmüşlerdir. Hiç kimse, Eleşkirt vadisi Ermenilerinin yaptığı kadar candan bir şekilde Ruslarla güç birliği yapmamıştır. Onlar, güven içerisinde Rusların fethettikleri her yeri ellerinde tutacağını umuyorlardı. Fakat öyle olmayacaktı. Diğer Avrupa güçleri Rusları Eleşkirt’ten çekilmeye zorladı. Bu geri çekilme esnasında 2000-3000 kadar Ermeni ailesi de Ruslara katıldı. Bu Ermenilere verecek ev ya da arsa olamaması gibi bir durum söz konusu değildi, çünkü Ruslar istila ettikleri bölgelerdeki 70.000 Türk ailesini göçe zorlamışlardı.
2.
İhtilalci Ermeni Örgütleri
Genelde Taşnaklar olarak bilinen İhtilalci Ermeni Örgütü Taşnak (Dashnaktsuthion) Partisi, 1890 yılında Tiflis’te, Rusya İmparatorluğu’nda kurulmuştur. Bu parti, Anadolu’da Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkma tasarısında daha önce kurulmuş olan Ermeni milliyetçi partileriyle birlik olmuştur. İdeolojik anlamda, parti sosyalist ve milliyetçiydi. Parti Manifestosu’nda ‘Ermeni halkının Türk hükümetine karşı savaşını ilan etmiştir. ‘Ulusal özgürlüğü korumanın ürkütücü külfetinden’ söz etmiştir. 1892 yılının Taşnak Program’ı, toprakların yeniden paylaştırılması, toplumsal kardeşlik ve iyi bir yönetim gibi çağrıların arasında, aslında ihtilalci eğilimlerini dile getirmiştir. Bu eğilimler, ihtilalci örgütler ile savaş toplulukları kurmayı ve ‘halkı’ silahlandırmayı kapsamaktaydı. Taşnaklar amaçlarının “savaşı teşvik etmek ve hükümet görevlilerine karşı şiddet kullanmak” ve “hükümet kuruluşlarını yağmalama ve yıkılmaya maruz bırakmak” olduğunu resmen bildirmişlerdi. Takip eden yıllarda planlarını gerçekleştirdiler.
8
GENCAY Taşnak özdeyişi (1896) şöyleydi: “Silahlara sarılın! Savaşın! Zafer bizimdir!” Burada Taşnakların ve diğer ihtilalci Ermeni hareketlerin düzenini ve felsefesini açıklamaya ne zaman ne de gerek vardır. Kendi sözleri, amaçlarının Osmanlı İmparatorluğu’na karşı kanlı bir ayaklanma olduğunu açıkça belirtmektedir. Onların eylemlerini incelemek, sözlerini incelemekten daha önemlidir. İhtilalcilerin amaçları hususunda anlaşılması gereken bir gerçek vardır, fakat Ermeni ihtilalcilerinin amaçları, diğer milliyetçi devrimcilerin amaçlarından oldukça farklıdır. İtalya’da yaşayanlar İtalyan’dılar ve İtalyan devrimleri çoğunluğun yönetimde olduğu bir devlet amaçlıyordu. Aynı şekilde, Polonya milliyetçileri, Rus azınlıklar tarafından yönetilen ve ezilen Polonyalı çoğunluğun yönetimde olduğu bir devlet meydana getirmeyi amaçlıyorlardı. Aynı durum tüm dünya için geçerliydi. İyi ya da kötü, yöntemleri nasıl olursa olsun, bu milliyetçiler en azından çoğunluğun kendi kendini yöneteceği bir ülke için savaşıyorlardı. Fakat Ermeni milliyetçileri için durum aynı değildir. Ermeni ihtilalcileri, kendilerinin, nüfusun yüzde yirmisinden az oldukları bir ülkeyi fethetmek için savaşıyorlardı. Üzerinde hak iddia ettikleri ‘Altı Vilayet’ olarak bilinen bölgede, Müslüman halk nüfusu Ermeni halkını dörde katlamaktaydı. Polonyalıların, İtalyanların, Özbeklerin, Güney Afrikalıların ve Cezayirlilerin aksine, Ermeniler, emperyalist bir hükümet tarafından yönetilen bir çoğunluk değillerdi. Ermeniler, ülke çoğunluğunu bozguna uğratıp onların topraklarını ellerinden almak isteyen küçük bir topluluktu. Ermeniler
ülkelerinin düşmanlarından yardım alan küçük bir azınlık grubuydu, çünkü dışarıdan yardım almadan Müslüman çoğunluğu yenmeleri imkânsızdı. Eğer Ermeniler amaçlarında başarıya ulaşsalardı ne yaparlardı? Tarih bize Balkanlar’daki Türklerin acı verici akıbetinden dersler vermektedir. Bir ‘Ermenistan’ meydana getirmenin tek yolu çoğunluğu ya sürgün etmek ya da öldürmekti. İhtilalciler kendilerini Müslüman egemenliğinden kurtarmadıkları sürece,
Anadolu’da bir Ermeni Devleti asla var olamazdı. Osmanlının Ermeni ihtilalcilere verdiği karşılık düşünüldüğünde bu gerçek mutlak suretle akılda bulundurulmalıdır. Osmanlılar sadece kendi hükümetlerini savunmuyorlardı. Osmanlılar, Ermeni ihtilalcilerin başarıya ulaştığı takdirde sürgün edilecek ya da öldürülecek olan kendi halkını savunuyorlardı. 3.
1890 Ayaklanmaları
Ermeni ayaklanmaları 1860’larda ve daha öncesinde Batı Anadolu’da başlamıştır. Fakat 1890’larda ihtilalci Ermeni örgütleri tasarılarını tam anlamıyla uygulamaya geçirmişlerdir. 1894’te, Sason bölgesindeki Ermeniler hükümete karşı ayaklanmıştır. Geniş isyancı topluluklar saldırılarını Osmanlı Devleti’ni temsil eden 9
GENCAY vergi toplayıcılarına, hükümet görevlilerine ve resmi dairelere yöneltmişlerdir. Aynı zamanda, bu topluluklar Kürt aşiretleriyle de savaşmışlardır. Eskiden beri, Ermeniler ve Kürtler arasında bir düşmanlık var olagelmiştir. Bu yüzden, işin bu kısmı anlaşılabilir. Ermeni ayaklanması ister tasvip edilsin ister edilmesin, şu anlaşılmaktadır ki isyancılar hükümete ve kendi ezeli düşmanlarına saldırmışlardır. Daha sonra cereyan eden olaylar ise hiçbir şekilde mazur görülemez. Osmanlı ordusu isyancıların üzerlerine gitmiş ve isyancılar geri çekilirken yolları üstündeki köy sakinlerini katletmişlerdir. Ancak buna karşılık olarak, Osmanlı ordusu ve sivil Müslüman halk Ermenileri öldürmüştür. Önce Müslümanlar Ermenileri değil, önce Ermeniler Müslümanları öldürmeye başlamıştır. Sonuç iki taraf içinde bir felaket olmuştur.
isyan güçlerinin kendileri olmuştur. Türkler karşılık vermiştir. Çünkü onlar sadece devletlerini değil aynı zamanda halklarını da koruyorlardı. Samsun’da, Van’da, Maraş’ta ve Adana‘da katliamı başlatan Ermeniler olmuştur. Kendi ülkelerindeki Osmanlı vatandaşlarını öldürmeye başlayanlar Ermeniler olmuştur. Türkler Ermenilere değil, Ermeniler Türklere saldırmışlardır.
4.
Birinci Dünya Savaşı
Öncelikle 1912 ve 1913 yıllarındaki Balkan Savaşları göz önünde bulundurulmadan, Birinci Dünya Savaşı’nda yaşanan olaylar anlaşılamaz. Balkan Savaşları, ihtilalcilere, stratejilerinin başarılı olacağına inanmalarını sağlayan bir sebep sunmuştu. Milliyetçi çeteler Balkanlar’daki Türkleri öldürmüş ve onları evlerini terk etmeye zorlamışlardı. Orduların denetimini ele geçirmek, katliam ve sürgün olaylarının sonuncusu olmuştu. Çoğu Türk olan Müslümanlar, 1912 yılında, Osmanlı İmparatorluğu’nda artık az bir çoğunluğa sahip hale gelmişlerdi. Balkan Savaşları’nın sonlarında ise tamamen azınlık durumundaydılar. Osmanlıların Bal- kanlardaki Müslüman halkının yüzde yirmi yedisi ölmüştü. Geriye kalan ise kendilerini Müslüman nüfusundan
Zeytun ve Maraş bölgesindeki Ermeni isyancıların yaptıkları da neredeyse aynıdır. İsyan, bölgede yaşayan Müslümanların toplu halde katledilmesi olmuştur. Ermeni liderin kendisi 25.000 Müslüman öldürdüğünü belirtmiştir. Osmanlı ordusunun bu katilleri cezalandırmaya bile imkânı olmamıştır çünkü Avrupa güçleri onları korumuştur. Aynı yıl içinde Van’da, Ermeni milliyetçilerin yeniden ayaklanması sonucunda, isyancıların kendileri ve birçok masum Müslüman ve Ermeni hayatını kaybetmiştir. 1909 yılında Adana’daki durum da aynıdır: Hiç gelmeyen Avrupa desteğine güvenen Ermeniler ayaklanma başlatmışlardır. En çok kaybı Ermeniler vermiş olsa da, şüphesiz ki çatışmayı başlatan Ermeni 10
GENCAY arındırmış Bulgar, Yunan, Karadağ ve Sırp Devletleriydi. Bir zamanlar Müslüman çoğunlukların bulunduğu topraklarda artık Hıristiyan çoğunluklar bulunmaktaydı. Bu, Ermenilerin daha uzun vadede yapmak istedikleri şeyin tamamen aynısıydı ve Balkanlar’da işe yaramıştı. İki tarafta Balkan Savaşları’ndan bir şeyler öğrenmişti. Türkler, Ermeni ihtilalcilerin başarıya ulaşması durumunda başlarına ne geleceğini biliyorlardı. Anadolu’daki Ermeni ihtilalcilerin amacı, Türkleri Balkanlardan gitmeye zorlayan ihtilalcilerin amacıyla aynıydı. Batı Anadolu’nun “Ermenileşmesi” için o bölgede yaşayan Müslüman çoğunluktan kurtulmak istiyorlardı. Bunu yapmak için de Balkanlar’da etkili olan taktiklerin aynılarını uygulayacaklardı. Henüz Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce bile, Ermeni gerilla örgütleri Rus İmparatorluğu’nda teşkilatlanmaya başlamışlardı. Bu örgütler hem Rusya hem de Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermenileri kapsıyordu. Takriben sekiz bin kadar Osmanlı vatandaşı talim görmek ve teşkilatlanmak üzere Kağızman’a gitti. Altı bin kişi Anadolu’dan Iğdır’a, daha fazlası da diğer eğitim kamplarına gitti. Türklere karşı savaşmak ve Rusların savaş mücadelesine destek olmak üzere geri döndüler. Çok sayıda silah, cephane, erzak ve hatta üniforma Anadolu’daki ambarlarda kullanıma hazır bir şekilde gizlenmişti.
ve iyi eğitilmiş isyancı örgütlerden geldi. Sayıları neredeyse yüz bin kişiye kadar ulaşmaktaydı. Osmanlı yetkilileri sadece Sivas Vilayeti’nde takriben otuz bin gerilla olduğunu hesaplamışlardı. Ermeni tarih miti, barışsever Ermenilerin ortada hiçbir kışkırtma olmaksızın Türklerin saldırılarına maruz kaldıklarını öne sürmektedir. Gerçek, bundan oldukça farklıydı. Vaziyeti anlamak için, 1915 baharında Osmanlı-Rus sınırındaki durumu tasavvur etmeye çalışmak gerekir. Rus cephesindeki Osmanlı ordusu virane durumdaydı. Enver Paşa cesur fakat kötü tasarlanmış bir saldırıyla Rusları Sarıkamış’ta yenmeye çalışmıştı. Fena halde başarısızlığa uğramış, ordusunun dörtte üçünü kaybetmişti. Osmanlı topraklarıyla Rus işgalci güçleri arasındaki tek engel Doğu cephesindeki Osmanlı Ordusu’ndan sağ kalanlardı. Bunlardan bazıları oldukça iyi birliklerdi. Araziyi tanıyan ve Doğu’daki jandarmalardan oluşan birlikler bilhassa etkiliydiler. Fakat Osmanlı güçleri sayıca azdı. Ruslar sayıca daha fazlaydı ve daha iyi teçhizatlanmış durumdaydılar. Osmanlı birliklerinin tek şansı savunma durumunda kalmaktı. Ön cephede herkese ihtiyaç duyuluyordu. Ancak, binlerce kişi ön cepheye ilerleyememişti. Onların savunma hattının arkasında savaşmaları gerekmekteydi. Aslında iyi askerlerin bazıları ön saflardan çekilip, içteki düşmanlarla, Ermeni isyancılarıyla savaşmaya yollanmıştı. Rus cephesi tehlikeliydi. Nihayet çöktü. Sonunda Ruslar beraberlerinde Ermeni isyancıları getirerek Doğu Anadolu’yu istila ettiler. 1915’te, Anadolu’daki Rus istilasına hem Osmanlı Anadolu’sundan hem de Rusya’dan gelen Ermeni birlikleri öncülük ettiler. Ermeniler Rusların
Bu örgütler küçük gerilla birlikleri değillerdi. Belli bir planı olmayan terörist saldırılar yapan birkaç kişiden ibaret değillerdi. Aslında bu tarz kişisel saldırıların sayısı da oldukça fazlaydı ancak, asıl Ermeni saldırısı iyi silahlanmış 11
GENCAY rehberliğini yaptılar. En önemlisi, Ermeni çeteleri ulaşımı engelleyerek Doğu’daki askeri haberleşmeyi kesti. Ermeni komitacı ve çetelerinin oluşturduğu tehlike hem Osmanlı İmparatorluğu’nun hem de Anadolu’daki Müslümanların hayatlarını ciddi bir şekilde tehdit ediyordu. Ermeni milliyetçileri ayaklanmaları örgütlemeye başlamadan hiçbir Ermeni sürgün edilmemiş, hiçbir Ermeni politikacı idam edilmemiş, hiçbir Ermeni Osmanlı askerleri tarafından öldürülmemiş, hatta resmi olarak savaş ilan edilmemişti. Ermeni isyancılarının eylemleri yalnız ayaklanmalardan ibaret değildi. Osmanlı Ermenileri Rus ordusuna casusluk yapıyorlardı. Kendi ülkeleri olan Osmanlı İmparatorluğu baş düşmanı Rus İmparatorluğu ile savaşırken, Ermeniler Rusya’nın yanında savaştılar. O zaman da itiraf ettikleri gibi, kendi ülkelerinin baş düşmanlarıyla bir olup onlarla birlikte savaşan vatan hainleriydiler. Ermeni ayaklanmasının etkilerini görmek için haritaya bakmak gerekir. Ayaklanmalarının yalnızca merkezleri gösterilmektedir. Ermeni çeteleri Doğu Anadolu’da faaliyet göstermekte, ulaşımı engellemekte, haberleşme hatlarını kesmekte ve en ücra Müslüman köylere saldırmaktaydılar. Haritada sadece büyük çetelerin asıl faaliyet alanları gösterilmektedir. İlk bakışta, bazı ayaklanma bölgelerinin garip bir şekilde seçildiği dikkati çekmektedir. Niçin Sivas? Bir ayaklanma için hiç de müsait bir yere benzememektedir. Sivas ilinde nüfusun sadece yüzde on üçü Ermeni’dir. Sivas hem cepheden hem de Rus desteğinden uzaktır. Fakat bir de yollara bakınız. Rus cephesine varmak için savaş malzemeleri ve taburlar Sivas’tan geçmek zorundadır. Aynı
zamanda, Sivas tüm savaş bölgesine giden telgraf sisteminin de merkezi durumundadır. Sivas, ulaşımın ve haberleşmenin dar kavşağıdır. Sivas’taki herhangi bir kırılma Osmanlı savaş gücüne vurulmuş ağır bir darbe olacaktır. Kilikya ve Urfa’daki Ermeni ayaklanmalarının olduğu yerler de stratejik öneme haiz noktalardır. Toros tünelleri tamamlanmadığı için, Irak cephesine gönderilecek savaş malzemeleri ve askerler Kilikya’dan gemi aktarması yapılarak Urfa’dan geçmek zorundaydılar. İngilizler Gelibolu’ya saldırmak yerine Kilikya’ya saldırmayı ciddi şekilde düşünmüşlerdi (öyle yapsalardı başarılı olurlardı). Van’daki ve Rus sınır bölgelerindeki Ermeni güçleri de potansiyel stratejik etkiye sahipti. Ruslar Batı İran’ı istila etmişlerdi. Osmanlıların Doğu’daki varlığını tehdit ederek Irak’a saldırıp İngilizlerle birleşmeyi planlıyorlardı. (Hiç kimse Osmanlı’nın İngilizleri yeneceğini beklemiyordu) Rusların ilerlemesini durdurmak için Osmanlılar Doğu’ya hareket etmeliydi. Anadolu’dan İran’a muhtemel iki yol vardı; kuzeyde Beyazıt’tan geçen yol veya güneyde Van’dan geçen yol. Bu iki yolun Ermeni ayaklanmasının ana merkezleri olması sadece bir tesadüf müdür? Rus ordusunun Ermeni çetelerine verdiği emirler araştırılıp incelenmediği müddetçe, Ermeni ayaklanmalarının ne oranda Rusların amaçlarına hizmet etmek üzere planlandığını öğrenemeyiz. Bu tür stratejik noktaların seçimi asla tesadüfle açıklanamaz. Burada önemli olan neden buraların seçildiği değil, Osmanlı orduları için oluşturdukları ciddi tehlikedir. Osmanlılar ayaklanmaları bastırmak mecburiyetindeydiler, çünkü Ermeni 12
GENCAY çeteler Müslümanları katlediyordu; fakat Osmanlılar bunu askeri sebeplerden dolayı yapmak zorundaydılar. Ermeni isyancılar, Osmanlıların yenilmesi için Ruslara yardım eden düşman güçleriydi. Ermenilerin Ruslara en önemli katkısı Osmanlı askerini ayaklanmalarla meşgul ederek Osmanlı’nın savaş gücünü büyük oranda zayıflatmaktı. Fakat olaya insanlık açısından bakılırsa, Ermeni ayaklanmasının en vahim sonucu, masum Müslüman halkının Ermeni çeteleri tarafından öldürülmesidir. Unutulmaması gereken diğer bir konu da, masum Ermeni sivillerin de intikam adına öldürülmeleridir. İlk kanı döken Ermeni isyancılardı. Müslümanlar çok daha fazla kayıp verdi.
5.
Azerbaycan ve Ermenistan
Birinci Dünya Savaşının sonunda saldırılma sırası Azerbaycan Türklerine gelmişti. Bakü’deki Bolşeviklerle ittifak yapan Ermeni milliyetçileri, Türk nüfusunun yarısını şehri terk etmeye zorladı. Sadece Bakü’de, neredeyse hepsi Türk olan, 8 bin ile 10 bin kişi kadar Müslüman öldürüldü. Ermeni gerilla lideri Andranik 60 binden fazla Türk mülteciyi kaçmaya zorlayarak Nahçivan ve Güney Azerbaycan’daki köyleri yakıp yıktı. 420 köy talan edildi. Yüzlerce köy hasar gördü ve binlerce Türk katledildi. Erivan’daki Türklerin üçte ikisi öldürüldü. Türkler Bakü’de ve diğer bazı yerlerde intikam aldılar, fakat öldürülen ve sürülenlerin çoğu Türklerdi. Erivan, Kars ve Azerbaycan’daki Türkler tamamen Rusların kontrolü altındaydı. Hemen hemen hepsi silahsızdı, savaşmak için ne istekleri ne de güçleri vardı. Savaşı başlatan Ermenilerdi. Türkler Ermenilere değil Ermeniler Türklere saldırdı.
Osmanlılar Ermenileri neden göçe zorladı? Bunu, daha öncede ispatlandığı gibi, düşmana yardım ve yataklık edeceği belli olan sivillerin yerini değiştirmek için yaptı. Belki Ermenilerin çoğu Osmanlılara karşı gelmeyecekti, fakat Osmanlılar, Ruslara, İngilizlere ve Fransızlara kimin yardım edip kimin etmeyeceğini nasıl bileceklerdi? Bence, savaşın kızıştığı anda imparatorluklarını ve halkını korumak için Osmanlılar önlem almak istediler ve isyana karışmayan birçok Ermeni’yi de göç ettirdiler. Fakat şu unutulmamalıdır ki Osmanlıların bu hareketin arkasında geçerli nedenleri vardı ve gene unutulmamalı ki Müslümanları yurtlarını terk etmeye ilk zorlayan Ermeniler ve Ruslardı. Ortada şüphe kabul etmez bir gerçek var. Birinci Dünya Savaşı esnasında daha önceki yüzyılda olduğu gibi Ermenilere karşı ilk savaşı açan Türkler değildi. Savaşı başlatan Ermenilerdi.
13
GENCAY 6.
Ermeni İddiaları
öldüler. Türkler Ermeni saldırılarına karşılık verdi. Türkler bazen aşırı tepki gösterdiler, bazen intikam duygusu ile hareket ettiler, bazen de Türklerin ve Kürtlerin yaptıkları doğru değildi. Fakat kan dökmeyi Türkler başlatmadı. Türkler ve Ermeniler arasında 1790’larda başlayan çatışmayı Türkler başlatmadı. Türkler ve Ermeniler arasında Birinci Dünya Savaşı esnasında çıkan çatışmayı da Türkler başlatmadı. 1796’da Ermenilere saldıran Türkler miydi? Hayır, kendi ülkelerinin düşmanlarıyla ittifak yapanlar Ermeni isyancılardı. 1828’de Ermenilere saldıran Türkler değildi. Fakat Türklerin evlerine ve arazilerine el koyanlar Ermenilerdi. 1878’de Ermenilere saldıran Türkler miydi? Hayır, Rus istilacılara bir kez daha yardım edenler Ermeni isyancılardı. Erzurum’daki Türklere işkence edenler de Ermenilerdi. 1890’larda Ermenilere ilk saldıran Türkler miydi? Hayır, Türklere ilk saldıranlar Ermeni isyancılardı
‘Ermeni Soykırımı’ olduğunu iddia edenlerin, meseleleri olduğu gibi ele almak yerine ayıklayarak ve bağlamından çıkararak inceleme alışkanlıkları var. Bize Osmanlı Devletinin Ermenileri göçe zorladığı ve birçok Ermeni’nin bu sırada öldüğü anlatılıyor. Ölenlerin sayısı abartılmışsa da doğru yanları var. Fakat hangi nokta göz ardı ediliyor? O da şudur: Göçten sonra Ermenilerin çoğu hayatta kalmıştır. Bu da soykırım planının olmadığının göstergesidir. Bize 1890’larda on binlerce Ermeni’nin Müslümanlar tarafından öldürüldüğü söyleniyor. Bunun doğru tarafı var. Hiç bahsedilmeyen ise on binlerce Müslüman’ın Ermeniler tarafından öldürüldüğü ve bu katliamı Ermenilerin başlattığıdır. Birinci Dünya Savaşı ile alakalı hiç bahsedilmeyen bir gerçeği iyi biliyorsunuz; on binlerce Müslüman öldü. Sadece bir tarafın ölülerinin sayıldığı her savaş soykırımmış gibi görünür.
. 1909’da Ermenilere ilk saldıran Türkler miydi? Hayır, fakat Müslümanlara saldırmaya başlayanlar Ermeni ihtilalcileriydi. 1915’de Ermenilere ilk saldıran Türkler miydi? Hayır, Van’ı istila edip oradaki Müslümanları öldürenler Ermeni isyancılardı. Müslüman köylerine baskın düzenleyip Müslümanları yollarda öldürenler Ermenilerdi. Osmanlının memurlarını öldüren, Osmanlı ordusunun haberleşme sistemini tahrip eden, casus, gerilla ve partizan gruplar olarak Rusların yanında yer alanlar Ermenilerdi. 1919’da Ermenilere ilk saldıran Bakü Türkleri miydi? Hayır, Türklere saldıran Ermenilerdi. Bazıları Osmanlılar tarafından iyi yönetilmediklerini bahane
Sonuç Bugün tartıştığımız fakat asla bahsedilmeyen bir gerçek var: Ermeniler kendi başlattıkları savaşlar yüzünden 14
GENCAY ederek, Ermeni isyancılarının eylemlerinde haklı olduklarını iddia ederler. Tarihteki birçok dönemde Osmanlının Doğu Anadolu’yu iyi yönetmediği doğrudur. Fakat Ermeni isyanının başladığı dönemde Osmanlı yönetiminin büyük ölçüde ilerleme kaydettiği de bir gerçektir. II. Mahmut’la başlayan, Tanzimat döneminde sürdürülen ve İttihat ve Terakki Partisinin reformlarıyla doruğa çıkan 19. yüzyıl reformları, Osmanlı hükümetinin doğudaki kontrolünü arttırmıştı. Ermenileri, aynı Zeytun’da olduğu gibi ayaklanmaya sevk eden aslında bu gelişme ve ilerlemeydi; çünkü güçlü bir merkezi yönetim vergileri daha iyi topluyordu.
Müslümanların tepkileri haklı görülebilir. Müslümanların aşırılıkları tıpkı Ermenilerin aşırılıkları gibi hiçbir zaman haklı gösterilemez, fakat Ermeni ayaklanmasına karşı gelmek ahlaki ve politik açıdan elzemdi. Ayaklanan Ermeniler Müslüman çoğunluk üzerinde egemenlik kurmak isteyen bir azınlıktı. Böyle bir adaletsizliğe karşı savaşmak padişah hükümetinin vazifesiydi. Azınlıkların barış içinde yaşama hakları vardır. Bütün yasal haklarıyla, yasalar önünde eşit olmalıdırlar. Dini özgürlükler olmalı ve korunmalıdır. Tüm bu haklar azınlıklara garanti edilmelidir. Fakat bir azınlığın çoğunluk üzerinde egemenlik kurma hakkı asla olmamalıdır. Bir azınlığın çoğunluğu öldürerek ve yurdundan sürerek çoğunluğu ele geçirme hakkı asla olmamalıdır. Milliyetçi Ermeni isyancılar işte bunları yapmaya çalıştılar. Ermeni isyancılara karşı duran Türkler ahlaki açıdan doğru olanı yaptılar. Kullandıkları yöntemler her zaman doğru değildir. Savaşın kızıştığı anlarda suçlar işlendi, hatalar yapıldı. Fakat Türkler bir azınlığın egemenliğine karşı koymakta kesinlikle haklıydılar Türklerin kendilerini savunma hakları vardı. Daha önce ifade etmiştim ama bir kez daha tekrarlamaya değer. Osmanlılar Ermeni asilere karşı koyarken akılcı bir davranış içindeydiler. Ermenilerin öteki asilerden hiçbir farkı yoktu. Osmanlılar Doğu Anadolu, Arabistan ve Bosna’da Müslüman isyancılara, Balkanlarda ise Hıristiyan isyancılara karşı savaşmışlardı. İmparatorluklarını ve halkını korumak için savaşmışlardı. Doğal olarak aynı şekilde Ermeni isyancılara karşı savaştılar. Birçok hataya karşın, Osmanlılar görevlerini ifa etmeye çalıştılar. Türkler ve Kürtler
Ermeni isyanları sırasında hayat şartları daha iyiye gidiyordu. Rus istilasına uğrayan ve Müslümanların sürüldüğü bölgeler bu iyi şartların dışında kalıyordu. Rus eylemleri de Ermeni milliyetçileri tarafından destekleniyordu. Suçlanması gerekenler Ermeni milliyetçileri ve onların Rus müttefikleriydi. Ermeni ayaklanmalarının nedeni her ne olursa olsun Osmanlıların ve oradaki 15
GENCAY kimseyi kırmayan masum kuzular mıydı? Hayır. Fakat saldırıya maruz kaldılar ve karşılık verdiler. Bazen hiddetle öldürdüler ve masumlar zarar gördü. Her iki tarafta da masum Türkler ve Ermeniler zarar gördü. Bazen Ermeniler Türklerden daha çok mu zarar gördü? Evet. Savaşta geçen bir yüzyılda bazen Türkler daha fazla kaybetti, bazen de Ermeniler: savaş hali. Bunun yanında savaşı başlatanlarla savaşa karşı duranların eylemleri arasında ahlaki bir fark vardır. Masum sivilleri öldürenlerin mazereti olamaz, ancak asıl suçlu katliamı başlatanlardır. Benim ülkem Amerika, Adolf Hitler ve Nazilerin vahşetine Alman şehirlerini bombalayarak karşılık verdi. Bu esnada sivilleri de öldürdü. Bazı eylemler, mesela Drestlen’in bombalanması affedilemez. Ancak asıl suçlunun kim olduğu konusunda şüphesi olan var mı? Suçlu olanlar Hitler ve yandaşlarıydı. Asıl suçlu olanlar davaları uğruna öldürme eylemini ilk başlatanlardı.
Kimse Türklerin tamamen masum olduğunu iddia etmesin, fakat asıl suçlu masumları öldürmeyi ilk başlatanlardır. Meseleleri kimin başlattığı sorusu önemlidir. Hem ahlaki, hem tarihî yönden önemlidir. Yüzyılı aşan bir savaş hali süresince Türkler ve Ermeniler birbirlerini öldürmüşlerdir. Öldürme eyleminim kimin başlattığı sorusu iyi anlaşılmalıdır, çünkü saldırganlık nadir olarak, fakat savunma hakkı her zaman haklı gösterilebilir. Kendilerini savunanların eylemleri zaman zaman savunma sınırlarını aşabilir ve tam bir intikama dönüşebilir. Bu, savaşta çok sık karşılaşılan bir durumdur ve eleştirilmemelidir. Fakat suçlanması gerekenler, savaşı başlatanlar, ilk vahşeti yapanlar ve kan dökülmesine sebep olanlardır. Meseleleri başlatan her zaman Ermeni milliyetçileri olmuştur. Ermeni isyancıları olmuştur. Suç daima onların üzerinde kalacaktır.
*Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı: 19 Yıl: 2005/2 (341356 s.)’den iktibas edilmiştir.
16
GENCAY
ULUS DEVLET VE ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK ÇIKMAZI Hicran KIZIL Ulus devletin felsefi ve ideolojik temelleri daha öncelere dayanmakla beraber, Ulus devlet 18. yy’nin sonuna doğru bir devlet modeli olarak yayılmaya başlamıştır. Ulus devlet dayanağını, ulusun iradesinde bulur. Bu irade, hukuki bir sözleşmeyi ifade eder. Devletler; monarşilerden, imparatorluklara, oradan da ulusun egemenliğine dayanan yönetim biçimlerine doğru bir tarihsel süreç yaşamışlardır. Ulus devletlerde bu rasyonaliteleri münasebetiyle bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır.
ülkeler daha da güçlenmektedir. Modernizmin ‘mutlak egemen kültür’ anlayışına karşı olarak ortaya atıldığı söylenen çok kültürlülük uygulamaları ise söylenildiği gibi demokratikleşmeyi sağlamanın aksine çatışmayı daha da artıran emperyalist bir kavram olmaktan öte bir anlam taşımamaktadır. Küreselleşme çeşitliliği değil homojen bir batı kültürü oluşturmayı amaçlamaktadır. Bu anlayışla 1980 sonrası süreç içerisinde Batı, bir nevi kendi yerelini evrenselleştirmiştir.
Günümüzde ulus devletin dönüştürülmeye çalışıldığı bir dönemin içerisinden geçmekteyiz. Batı hegemonyası bunu Küreselleşme aygıtları aracılığıyla gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Bu dönüştürme araçlarının en önemlilerinden biri de ‘Çok Kültürlülük’ uygulamalarıdır.
Ulus Devlet, modern dönemin bir zorunluluğudur. Modern devlet, sınırları belirli toprak parçası içerisindeki vatandaşları kucaklar. Devlete bağlılık belli bir uyruğa ait olmayı değil, anayasal olarak vatandaşlık bağını ifade eder. Bu vatandaşlık ise tüm vatandaşların hukuk önünde eşit olmasını gerektirir. “Ulus devletle birlikte ortaya çıkan modern yurttaşlık anlayışında birey medeni, siyasal, sosyal ve kültürel gibi birtakım hak ve ödevlerle donatılmıştır. Kişilerin bağlı oldukları cemaatler üzerinden siyasal sisteme eklemlendikleri imparatorlukların aksine, ulus devlette yurttaş doğrudan devlete bağlıdır.” Batı hegemonyasına dayalı modernizmin tek tipleştiriciliğine tepki mahiyetinde
Küreselleşmeyle birlikte az gelişmiş ülkelerin sorunları artarken, gelişmiş batılı 17
GENCAY çıktığı söylenen Post- Modernizm, esasen ayrılıkları ve çatışmayı daha da artırıcı bir amaç gütmektedir.
görmekteydi. Ancak bu ideolojinin geçersizliğini tarih bize göstermiş ve ulus egemenliğine dayalı Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Günümüzde de ‘Yeni Osmanlıcılık’ havarileri, ‘Çok kültürlülük’, ‘Türkiye mozaiği’ gibi safsatalarıyla ulus devletin temellerinin sarsıldığı iddiasını savunmaktadırlar. Bir yandan ulus devletin tarihsel sürecini tamamladığını savunurken diğer yandan, etnik unsurların emperyal odaklar aracılığıyla ‘kendi devletlerini kurmaları’ için her türlü desteğin verilmesi de ‘çok kültürlülüğün’ en büyük çelişkisi olsa gerek!
“Çok Kültürlülük, grup aidiyetlerini öne çıkararak bireysel özgürlükleri engellemektedir. Modern ulus devletin bir getirisi olan Anayasal Vatandaşlık Kurumu ise; ırk, dil, din gibi pek çok farklılıktan kaynaklanan çatışmayı işlevsiz hale getirerek, bireylerin sırf vatandaş olmaları münasebetiyle sahip olduğu hak ve özgürlükleri korumayı amaçlamaktadır.” Ulus devletin vatandaşlık kimliği adeta bir şemsiye görevi görerek herkesi kapsamaktadır. Bireysel özgürlüklerin ön plana çıktığı bu sistemin terki ise grup aidiyetini öne çıkararak, kabile kültürü anlayışına dönmektir.
Vatandaşlık illiyeti gereken hoşgörüyü sağlayacak nitelikte olup, uygulamaya geçirilecek olan Çok kültürlülük uygulamaları bütünleştiriciliğe zarar verecektir.
Avrupa menşeili Çok Kültürlülük, uygulamaya konulduğu pek çok ülkede, ülkeye uyumu sekteye uğrattığı gerekçesiyle işlevsiz hale gelmiştir. Çok kültürlülüğün tahribatları, mikro milliyetçiliğin artmasına ve ırkçılığa yol açmıştır. Esas itibariyle, ülkeye göçen insanların entegrasyonunu sağlamak amacıyla uygulamaya konulan çok kültürlülük uygulamaları, Türkiye’nin bir göçmen sorunu olmaması nedeniyle de işlevsiz bir projedir.
Çok Kültürlülük esas itibariyle çok uluslu şirketlerin de desteğiyle küreselleşmenin, ulus devleti dönüştürme amacından öte bir anlama taşımamaktadır. Türkiye’nin şartları göz önünde bulundurulduğunda da uygulanması çatışmayı daha da artıracaktır. Amaçlanan, Türkiye’nin birtakım farklılıklarını daha da ayrıştırarak belirginleştirmektir. KAYNAKÇA 1) Türkdoğan, Orhan, ‘’Kimlik Sorunu Ve Dinamikleri’’, 2023 dergisi. 2) Vurucu, İkbal, ‘’Anayasal Vatandaşlık ve Çok Kültürlülük’’, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü. 3) Özalp, Ahmet, ‘’ Ulusçuluk ve Çok Kültürlülük: Tarihsel- Sosyolojik Bir Analiz’’, Kırıkkale Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü. 4) Çelik, Osman, ‘’Yeni Osmanlıcılık Projesine Eleştirisel Bir Bakış’’, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, Haziran 2009.
Siyasi söylemde de sık sık karşılaştığımız ‘Çok kültürlülük’ propagandasının temelleri Osmanlı Devleti’ne kadar götürülebilir. Osmanlı Devleti’nin yıkılış surecine girmesiyle birlikte ortaya çıkan fikir akımlarından biri de Osmanlıcılıktı. Bu akım, devletin kurtuluşunu, çok etnisiteli, çok milletli bir yapıda 18
GENCAY
İDARENİN DÖRDÜNCÜ TEMEL ORGANI: MEDYA Ahmet KANBUR “Eğer dikkat etmezseniz medya mazlumlardan nefret etmenize, zalimleri sevmenize sebep olur.” Malcom X
Ne var ki isteğimiz her zaman aynı paralelde olmamış ve zaman zaman dengesel değişikliklere uğramıştır. Şüphesiz, bu dengesel değişikliklerin temelini iktidarlar oluşturmakta ve kendi nüfuzları gereği yanlış olan bu anlayışı "mubah" görmektedirler. Hepimiz biliriz, "son yıllarda vatandaşlarımızın kişilikleriyle en iyi örtüşen kelime - mubah - kelimesi olmuştur." Hemen her vatandaş, kendi inandığı değerlerin gerçekleşmesini o kadar derinden istemektedir ki bu derinlik, toplumsal bütün değerleri yerinden oynatmış ve sadece kişisel amaçların gerçekleşmesi için her yolun denendiği (mubah) bir hale gelmiştir. Cumhuriyetimizin kuruluş felsefesiyle uzaktan ya da yakından örtüşmeyen bu anlayış, toplum olabilme olgusundan uzaklaştığımızı ve kişisel çıkarların ön plana geldiği gerçeğini acı bir şekilde yüzümüze vurmuştur. Özellikle son birkaç yılda yaşadığımız olaylar bu gerçekliğin somut birer tezahürü olarak karşımıza çıkmaktadır. Geçmişte yaşanan ve gelecekte yaşanma ihtimali yüksek olan böylesi menfii (mubah) olayların, kuşkusuz birden fazla sebebi vardır. Liberal/Kapital dünya anlayışından tutun da inanç eksenli ahirete yapılan yatırımlara (!) kadar birçok gerekçe sayabiliriz.
İdarenin üç temel organı olan Yasama, Yürütme ve Yargı'yı bilmeyenimiz yoktur herhalde. Bu organlar, bir devletin var olma sebeplerini ifade eder bizlere. Öyle ki hukuki hayattan sosyal hayata, siyasal hayattan ekonomik gelişmelere kadar devleti devlet yapan bütün yapı taşlarının güvencesi niteliğindedir. Her bir organ, kendi içerisinde kapsadığı alanlarla ilgili gelişmelerin çatısını oluşturur ve diğer bir organın hâkimiyet alanına karışmaz. Bu anlayış, hep desteklediğimiz ve en ufak bir otorite boşluğunun oluşmasını istemediğimiz "Güçler Ayrılığı" ilkesinin ifadesidir.
Böylesi yıkıcı bir anlayış olanca hızıyla tüm yurdumuzu kaplarken, bu yıkıcı anlayışın ekmeğine yağ süren bir gelişme 19
GENCAY (ahlâki gerileme) yaşandı ülkemizde. 1990’lardan itibaren hızlı bir ivme kazanan Görsel Medya (ilk özel televizyonun kurulması), toplumda önemli yargı (bakış açısı) değişikliklerine neden oldu. "Başlangıçta önemli bir gelişme olarak algılanan Görsel Medya'nın, gelecekte bir baş belası olabileceğini kimse tahmin edemezdi ". 2000'lere gelindiğinde internet kullanımı yaygınlaşmış ve Yazılı/Görsel Medya'nın yanında bir alternatif olarak yerini almıştır. Bütün bu araçlar bilgiyi en çabuk ve en etkili şekilde öğrenebilmenin amacıyla insanlığın kullanımına sunulmuştur. Öyle ki dünyanın diğer ucunda yaşanan bir hadiseyi daha hızlı öğrenebilmenin yolu şu ana kadar bulunamamıştır.
Biraz zihnimizi yorarsak hatırlarız, Gazi Paşa'yı eleştirmek için Harf Devrimi ile bütün âlimlerin bir gecede cahil olduğunu söylerler (ki külliyen yalandır, öyle olsaydı Arapça bilen herkes âlim olurdu. Şu an bile Arabistan'da yaşayıp Kur'an'dan bihaber olan insanlar var.)" Bugünkü manzara da tam tersi, bilgisayar başına geçen herkes âlim! Gazi Paşa'yı acımasızca eleştiren tarafsız (!) arkadaşları, ne yazık ki bu konuda konuşurken hiç duymadım."
"Gelecekte bir yerden diğer bir yere ışınlanabilir miyiz bilemem ancak şu an için elimizdeki imkânlar bunlar ". İnternet kullanımının giderek yaygınlaşması ile medya sektörü yeni bir boyut kazanmış ve tabiri caiz ise sosyalleşmiştir-. 2000'li yılların sonlarında başlayan bu atak, günümüze kadar gelmiştir. Günümüze gelişerek gelmesinin yanında, kendine has özellikleri ile de içerisinde bulunduğumuz döneme damgasını vurmuştur. Bu güne kadarki görevi, bilgiyi doğru ve hızlı bir şekilde bir yerden diğer bir yere aktarmak iken günümüzde bu görev çok daha ileriye giderek "bilgi yaratmak" ( ya da oluşturmak, aslında yaratmak kelimesini kullanmayı pek sevmem) misyonuna dönüşmüştür. Hal böyle olunca, bilgiyi kullanmaktan çok oluşturmayı seven herkes soluğu bilgisayar başında almaya başlamıştır.
Medya olanca hızıyla bu sosyalleşmeyi yaşarken, gelişmelere bağlı olarak yeni bir terim atıldı ortaya " SOSYAL MEDYA." Peki, neydi bu sosyal Medya? - Aynı fikri savunan bir zümre ya da kendini bir zümre olarak gören şahısların (?), geniş kitlelere ulaştırmak istedikleri bilgileri, teknolojinin de yardımıyla en hızlı şekilde aktarmak… Hatta bu anlamda Sosyal Medya (internet) kullanımı, Görsel/Yazılı Medya'yı da geride bırakmış ve başlı başına bir yapıya bürünmüştür. Artık insanlar nezdinde o kadar etkilidir ki birçok vatandaş Sosyal Medya'yı kendisine kaynak olarak görmektedir. Nitekim Sosyal Medya, beraberinde sosyal dinamikleri harekete geçirmiş ve toplumsal bir ivme oluşturmuştur. Tabi 20
GENCAY gelecekte bu -sosyallik- patlama boyutuna ulaşır mı (?) onu da zaman gösterecek.
değişikliler... Bu örnekler daha da çoğaltılabilir ve bütün bu yaşananlar Medya aracılığı ile kamuoyuna takdim edilmiştir.
Özellikle Sosyal Medya ile birlikte kazanılan önem ve insanların gözlerindeki algı gittikçe artarken, "Medyan'nın yönlendirilmesi" ile ilgili sorun konuyu daha başka ve belki de içerisinden çıkılmayacak bir boyuta taşımıştır. Yukarıda da ifade ettiğim gibi insanlar, Medya'nın kaynak olduğuna kendilerini inandırırken (hatta bir kesim vatandaş için tek doğru kaynak), kendi doğrularını da yine medya aracılığı ile insanlara ulaştırmanın gayreti içerisine girmişlerdir.
İktidar sahipleri, yaptıkları doğruları insanların gözünün içine sokmak ya da yaptıkları yanlışları doğruymuş gibi insanlara aktarmak için Medya'yı kullanabilirler veyahut da rakiplerini alaşağı etmek için bu yola başvurabilirler. Her iki durumda da bilginin doğruluğu tartışmaya açıktır. Konunun özü aslında şudur: Toplumu belli bir kalıbın içerisine sokmak, idarecilerin en belirgin amaçlarındandır. Bu amaç doğrultusunda politikalar gerçekleştirir ve çalışmalar yürütürler. Daha fazla demokrasi söylemlerinin arkasındaki yönetimsel anlayış bile "kalıp idaresi"ne dayanır. Görsel/Yazılı Medya'da böyle bir gelişme (!) gösterince, yöneticilerin avuçlarını nasıl ovuşturduklarını tahmin etmek zor olmasa gerek. Böylelikle devletin, toplum yönetiminde kullandığı üç temel organın yanında dördüncü olarak Medya'nın yerleştiğini artık net bir şekilde ifade edebiliriz.
Böyle bir ortam, tam da ülkeyi bir kalıba sokmak isteyen yöneticilerin değirmenine su taşımıştır. Kendi ideolojisini (hatta ütopyasını) vatandaşa aktarmak isteyen yöneticilerin yolu, artık Medya'dan geçecektir. Artık Medya doğru bilgiyi aktaran değil, bu -başıbozuk- anlayışın elinde "anlatılması istenilen" bilgiyi aktaran aracı görevini üstlenecektir. Nitekim bütün gerçeklerin göz ardı edildiği ve doğruya ulaşmanın giderek zorlaştığı bir süreç karşılayacaktır bizi. Son bir kaç yıl içerisinde yaşanan gelişmelere bir göz atarsak, konuyu daha da iyi kavramış olacağız. Ekonomik göstergelerin değiştirilmesi için oluşturulan "manipülasyonlar", siyasal dengelerin değiştirilmesi için yayımlanan "müstehcen" (yani âhlaksız) görüntüler, "özü sözü bir olmak" deyimiyle uyuşmayacak typeler (ses kayıtları), anketsel rakamlar üzerinde yapılan sinsi
Bu gerçeği ifade etmek şu an için normal karşılanabilir. Ancak böylesi yanlış bir yapı için bir tek söz kullanmak doğru olacaktır. Ulu Tanrı bizi doğru, dürüst ve inançlı idarecilerle karşılaştırsın!
21
GENCAY
İMPARATORLUKLAR DİLİ VEYA YARINSIZ DİL: TÜRKÇE Veysel Gökberk MANGA kendisidir. Hattâ o kadar çok kendisidir ki kültürün, kültür incelenirken dilin ilgi alanına girmeyen şeyler incelemenin dışında bırakılsa, fazla bir şey kaybedilmeyecektir.
Dilin ne olduğu konusunu, uzmanları binlerce kez tartıştı. Her ne kadar, mensubu olmakla iftihar ettiğim Türk milliyetçiliği, beni hayatımın her devrinde, kültürün ana kollarından biri olan dil ile alâkadar olmaya itmişse de, Türk dilinin neliği ve kimliği hakkında çok fazla tefekkürde bulunduğumu söylemekten imtina ederim. Bu satırların müellifi bu konunun uzmanı değildir. Bu sebeple, okuyacağınız yazı bir tecrübe kıymetinde ve hükmünde olmaktan ileri gitmeyecek.
Bir toplumun dili, bu işlerle ilgilenenlerin ortak kabûllerine göre, toplumun açıklığı ve/veya kapalılığı ile doğru orantılı olarak gelişir. Toplum diğer toplumlarla münâsebete girdikçe, nasıl ticârî faaliyetleri ve refahı artıyor ve halk huzura kavuşuyorsa, aynı münâsebet toplumun kendisini ifâde etmesini sağlayan dili de alışverişe sokacak; bu alışveriş, çoğu kez yazıya dökülmesi dahî mümkün olmayan ve söylenemeden uçup giden birçok fikir ve hissin, çok daha iyi anlatılmasını sağlayacaktır. Bir milletin diğerleriyle münâsebete geçmeden evvel hududlandırılmış olan ufukları bu temaslar neticesinde genişleyecek, bu yolla düşünme kaabiliyeti de gelişecektir. Birçok dilci, sağlıklı bir düşünmenin olabildiği kadar fazla kelime ve kavram bilmekle mümkün olabileceğini söyler. Ömrü boyunca görmediği bir varlığın adını, hiçbir millet bir çırpıda koyamayacağı için, başka milletlerle temâs kapalı bir toplumun zihnini alışverişe açacak, dış tesirlere ve münâsebetlere açılan toplumun kültürü eğer hakikaten sağlamsa bir sömürge kültürüne dönüşmeyecek, toplum boy mertebesindeyse merhale katederek
Çeşitli zaviyelerden bakıldığında dil, birçok farklı mânâya gelir. Bir tarihçi için geçmişte yaşanmışların nakil vasıtası olan dil, bir gazeteci veya haber sunucusu için hâlde yaşananların bugüne ve geleceğe aktarılmasını sağlayan bir araçtır. Kültür tarihçiliği için milleti millet yapan birkaç unsurdan biridir. Fakat bence, her tür olayı anlatma kabiliyetine sahip olan bu kutlu vasıta, kültürün tamamı ve 22
GENCAY boylar birliğine, oradan millete tekâmül edecek; ve kültürü hâlâ bozulmuyor, böyle büyük bir yükü sırtlanabiliyorsa beynelmilel hâle gelecek ve medeniyete dönüşecektir.
somut meseleleri konuşmayı bırakıp soyuta yol alacaktır. Onların dilleri de artık kabile dili olmaktan çıkacak, bir millet dili, bir kültür dili olacaktır. Dünyada her şey birbiriyle savaş hâlindedir. İnsanlar savaşır; aileler, boylar, milletler, devletler savaşır. Kültürler savaşır. Bu savaşlar her zaman menfî ve birinin canı pahasına olmaz. Bâzen de savaş rekâbet seviyesinde kalır ve icraate dökülmez. Bu tip savaşlar gelişimle neticelenebilir.
Yukarıdaki girizgâha göre dilleri kabile, millet ve imparatorluk dilleri olarak tasnif edebiliriz. Elbette bu tasnif eleştirilmeye, geliştirilmeye ve genişletilmeye muhtaçtır. Kabile dilleri en fazla, kabilenin fertlerinin gördüklerini ve yaşadıklarını anlatmaya muktedirdir. Bu ne demek? Meselâ hiçbir vakit kutupta yaşayan penguenleri görmemiş Afrikalı bir kabile için böyle bir varlığı değil tasavvur ve ifâde, tefekkür etmek, akla getirmek bile mümkün değildir. Çok büyük zekâlar hariç hiç kimse, böyle bir hayât içinde gördüklerinden fazlasını ifâde ve tefekkür etmeyi tecrübe etmeyecek ve onların sınırlı hayâtlarıyla sınırlı fikirleri, birçok kez ifâde edilemeden sahipleriyle birlikte toprak olacaktır.
Bir kültür her zaman gelişmeye müsait ve namzettir. Bu durumu onu kültürlerin savaştığı meydana iter, savaşa girmeye zorlar. Savaş kültürlerin alışverişi mânâsına gelir. Alışveriş çok çetindir; bu meydan kültürler mezarlığıdır. Fakat çoğunun varlığı bile unutulmuş kültürler… Çünkü savaş mütemâdiyen devâm etmektedir ve ölenleri düşünmeye zaman ve şartlar müsaade etmez. Çetin savaşın sonunda galip gelenler ise artık eski kültürler değildir. Savaş görmüş her canlı varlık gibi eski hâllerinden çıkarlar. Göğüslerine birkaç galibiyetten sonra “medeniyet” nişânesi bir madalyon
Milletleşebilmeyi becerebilen toplumlar için durum çok farklıdır. Onlar, önceki yaşamlarından ayrı olarak, çok daha fazla toplumla ilişkiye girecek, fikrî dünyaları bambaşka bir görünüm arz edecektir. Bundan sonra o milletin aklında yalnızca maddeler değil, mefhumlar da olacaktır. Ve böylece milletleşen toplumlar, yalnızca 23
GENCAY iliştirilir. Ve bu medeniyeti siyâsî sahada, genellikle imparatorluklar temsil ederler. Dilleri de artık kültür değil, medeniyet dilidir. Bu kademe, şanlı bir kademedir. Bir gün o imparatorluk ve medeniyet yıkılsa dahî o millet ve topluluk, eski günlerin hâtırası olarak münasebete girdiği milletlerin dillerinden ve kültürlerinden epeyce parçayı mahfuz tutacaktır.
millet tarafından konuşuldu ve yazıldı. Bugünkü birçok dile de temel teşkil etti. İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce bunlardan. Eski Arapça ve Farsça yine aynı yollarla yayıldı ve bu sâyede bugün büyük alanlarda konuşuluyor.
Medeniyet dilleri imparatorluk dilleridir. Gerçi bir görüşe göre tarihte kurulmuş imparatorlukların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Fakat ben buna katılmıyorum. Bir topluluğun medenîleşmesi demek, kültürünü başka toplumlara da şâmil etmesi demektir. Burada elbette alışveriş de vardır; fakat hâkim kültür ana unsurun kültürüdür. Ve bu şâmil kılma ancak güçlü bir siyâsî yapılanmayla süreklilik kazanabilir. Bu siyâsî yapının adı imparatorluktur.
Türkçe bunların arasında ayrıcalıklı bir farka sahiptir. Latince Roma İmparatorluğunun, Arapça Emevî ve Abbasî eliyle yükseltilen Arap İmparatorluğunun diliydi. Fakat Türkçe, yalnızca bir imparatorluğun dili olmamak itibariyle ayrıcalıklıdır ve imparatorluk dili de değil, daha fazlasıdır; imparatorluklar dilidir. Burada imparatorluk kelimesini müspet mânâda kullandığımı özellikle belirtirim. Hun, Köktürk, Cengiz, Selçuklu, Timur ve Osmanlı imparatorlukları Türkçeyi kullandılar.
İmparatorluk kurmak her millete nasip olmadığı gibi, imparatorluk ve medeniyet dili olmak da her dile nasip olmaz. Bunun için yalnızca yapısal olarak dilin her tür gelişmeye açık olması yetmez. Hattâ bir dilin mükemmel olması bile onu medeniyet dili yapamaz. Bu açıklık, hareketlilik, süreklilik ve mükemmellik, cevvallikle, kahramanlıkla, kanla ve canla desteklenmelidir. Fikrin ve ifâde kaabiliyetinin mükemmelliği, mükemmel savaşçıların ellerinde yoğrulmalı ve mümkün olan en geniş coğrafyaya yayılmalıdır. Bir dil ancak bu yolla medeniyet dili olabilir.
Türkçe nasıl olmuştur da böyle bir konumu elde edebilmiştir? Bunun bir sebebi Türklerin soyunun bereketiyse, bir sebebi de Türkçenin her an almaya ve vermeye hazır oluşudur. İlk bakışta kimliksizlik gibi algılanabilecek bu durum, aslından bir lütûfkârlık ve kendinden eminliktir. Zirâ kendinden emin olmayan
Latince, Arapça böyle yayılan dillerdi. Latince Roma İmparatorluğu eliyle muazzam bir coğrafyaya yayıldı, birçok 24
GENCAY bir varlığın, eğer yok olmak ve yutulmak istemiyorsa, kabuğuna çekilmek ve içe kapanmak zorunluluğu vardır. Her kurumuyla ve tarihin her devrinde kâmil olan Türk milleti ve Türkçe ise, hiçbir zaman böyle bir acze düşmemiştir.
çağlarda Thessalonika’yı Selânik, gul’u gül yapan Türkler, Fransızca kelimeleri Fransızlar nasıl söylüyorsa öyle söylemeye özen gösterir oldular. Ve o büyük kültürün, medeniyetin dili, dâhil olduğu medeniyetle berâber bocalamaya, afallamaya başladı. Kültür ve medeniyet kelimelerini özellikle yanyana kullandım. Farabî “Medinetü’lFâzıla”sında ideal bir dünyanın nasıl olması gerektiğini tartışır. Bu eserin adı bugünün Türkçesine “Erdemli Şehir” olarak tercüme edilir. Fakat Farabî yalnız bir şehri anlatmaz; onun anlattığı toptan bir hayat tarzıdır. Şehir veya şehirlileşme kavramları, bizim medeniyete yüklediğimiz mânâyı taşımaz. Bugün Türkiye’de ve dünyada kurulan birçok şehir olması gerektiği gibi değildir ve bu yanlışlıklar, “çarpık şehirlileşme, doğru şehirlileşme” gibi, medeniyete yüklediğimiz mânâya hiç yakışmayan sıfat terkiplerini doğurur. Şehirlileşme veya medenîleşme dediğimiz şey aslında siteleşmedir; ama biz “site medeniyeti” terkibini de bolca duyarız. Bu “şehir şehirlileşmesi” demek olur ki, bir acayib şeydir. Aynı şekilde kültür kelimesi de Latince kökenlidir ve “toprağı ekip biçmek” mânâsına gelir. Hiçbir îzâha lüzûm bırakmadan bu kelime de kendisine yüklediğimiz mânâyı hiç hak etmediğini ispatlar.
Gerçi biz Anadolu Türkleri olarak, koskoca bir Osmanlı, bizim imparatorluğumuz Batı’nın bitmez çabaları sonucu yıkılırken, ülkemizin dışıyla her zamankinden daha az, sadece hayatî millî menfaatlerimizin gerektirdiği kadar ilgilenmek zorunda kaldık. Savunmaya çekildik. Millî Mücadele’yle bu coğrafyada hâkimiyet hakkımızın bâki olduğunu son kez ispatladık ve beklemeye başladık. Çok uzun süredir elimizde tuttuğumuz medeniyet meşalesini ise, bundan biraz evvel Batı’ya kaptırmıştık. Buna rağmen kültürümüz ve toplumumuz hiçbir zaman kapanmadı. Atılgan ve öncü olduğumuz çağlarda türlü faydalarını gördüğümüz açıklığımız, aynı açıklıkla söylemek gerekirse, medeniyetimizin sükûta uğradığı devirlerde başımıza belâ oldu. Bütün bir İslâm dünyasının liderliğini yaparken Arap ve Fars dilinden aldığımız kelimeler canımızı yakamazdı. Biz, bu âmir ve itimatlı tavrın etkisiyle, inkırâz devrimizde Fransızcadan devşirdiğimiz kelimelerin de bize zarar vermeyeceğini sandık. Yanıldık. Hattâ onları devşirdiğimizi sanarken bile yanıldık. Eski
Kasten seçtiğim ve yazının başından beri benim de kullandığım bu kelimeler, okur yazarlarımızın dahî Türkçeyi kullanırken ne kadar dikkatsiz, hoyrat ve müsrif davrandığının delilidir. Daha neler neler! Ülkü kelimesini mi, ideal kelimesini mi kullanacağız? İdeal diyeceksek, koskoca Türkçe bir kelimenin karşılığını bulmaktan 25
GENCAY âciz midir? Ülkü diyeceksek, ideal kelimesinin sıfatlaştığı yerlerde ülkü kelimesinin kifâyetsiz kaldığı gerçeğinin altından nasıl kalkacağız? “İdeal dünya” dememek için “ülkü dünya” gibi saçma tâbirler mi üreteceğiz? İnkılâp, ihtilâl, darbe kelimelerinin tamamını uydurma ve soğuk, cansız “devrim” kelimesiyle karşılamaya devâm mı edeceğiz? Mânâ farklarını bir yanlış Batılılaşmaya fedâ mı edeceğiz? Etmeyeceksek, bu Arapça kelimeleri olduğu gibi kullanacak mıyız, yoksa yerlerine yeni, maksadı karşılayan kelimeler mi türeteceğiz?
Ziya Gökalp’te ve daha eskilerde aranmalıdır. Fakat koskoca bir medeniyet dilinin, birkaç imparatorluğun berâberce harcını kardığı bir medeniyet dilinin Batı’nın bütün telkinlerine karşı savunmasız, Doğu’nun bütün kelimelerine karşı çâresiz kalması, yürek parçalayacak cinsten bir trajedidir. Sıkıntılarımız çok. Dünyanın en iyi mantık ve matematiğine sahip, öznesi başta, yüklemi sonda olmak itibariyle düşünülmeden konuşulması mümkün olmayan dilini yaratmış olan Türk milleti, bu meselenin hallini de kendi kültürel kodlarının en gizli yerlerinden birinden çekip çıkarmakta zorluk çekmeyecektir. Belki akademi kurarak, belki seksen küsûr yılda bir etimolojik sözlük çıkarmayı beceremeyen Türk Dil Kurumu’nu Allah’a havale ederek veya akışı milliyetçi mütefekkirlerin eline bırakarak… Fakat hangi yol seçilirse seçilsin, Türk devleti ve milletinin bir ân önce bu meselenin hallini istediğine dâir sarsılmaz bir irâde göstermesi şarttır.
Bir sürü mesele! Hepsinin de cevâbı vardır ama ciltlerce kitap doldurur ve bu yazının sınırlarını ve kapsamını çok çok aşar. Cumhuriyetin ilk yıllarında bunlar çok tartışıldı. İtidal ve akıl sahibi kişilerin görüşleri bir tarafa atılıp dil dâvâmız müfritlerin eline terk edildi; ki bizim görüşe mensub olanlar o müfritlerin kimler olduğunu çok iyi bilirler. Gerçi genç cumhuriyet bu konuda sanıldığı kadar suçlu da değildir. Onun ve özellikle Mustafa Kemal’in niyeti temizdir. Temeli
26
GENCAY
GÖSTERİ ÇAĞI TARTIŞMALARI İÇİN BİR PROLOG - I Halil İbrahim KOÇ
dediği gibi; “Batı göz, doğu ise söz medeniyetidir.”
Kısaca kitaba dâir… Neil Postman’ın televizyon, bilgisayar vb. (görsel iletişim) ve bunun kültüre (toplumsal yapı) etkisi bağlamında yazdığı “Televizyon: Öldüren Eğlence”, her iletişimcinin başucu eseri olması gerekir. Eserin birinci bölümünde anlatılanlar, Walter J. Ong’un “Sözlü ve Yazılı Kültür / Sözün Teknolojikleşmesi” adlı eseriyle ve Jean Baudrillard’ın “Simülasyon ve Simülakr” isimli kuramıyla beraber okunabilecek bir içeriğe sahiptir. Postman’ın özellikle, televizyonun ve onun doğurduğu sonuçların kültüre yönelik etkisini Huxley’in fütürist yorumları ışığında ele alması, Baudrillard’ın “Sessiz Yığınların Gölgesinde Ya Da Toplumsalın Sonu” isimli eserindeki “toplumsalın kitleselleşerek erimesi” iddiasını da hatırlatmaktadır: “Kitle: Toplumsalın içinde kaybolduğu kara deliktir.”1
Kitapta yer alan, gösteri çağında aracın epistemolojiye ve insanın zihinsel etkinlik süreçlerine yönelik etkide bulunduğu görüşü ise oldukça dikkat çekici bir tezdir. Özellikle görsel kültürde soyutlayıcı düşünceden çok gördüğünü anlama durumu, bağlamdan ziyade –Baudrillard’ın dediği gibi- anlam kaynaması ve algılama çeşitliliği olgusu paralelinde, bu görüş üzerinde durulması gereken bir görüş niteliği barındırmaktadır. Tüm bunlar neticesinde, eserin, gösteri dünyasının ve postmodern dünya hususunda toplum ve kültür yapılarının şifresi hakkında ipucu verebilecek bir değeri taşıdığı kolaylıkla söylenebilir.
Postman’ın tezlerini daha çok Amerikan toplumu çerçevesinden örneklerle güçlendirmeye çalışması ise, eserin “gösteri çağının şekillendirdiği kamusal söylem” savı hakkında, tüm dünyaya hitap edebilme anlamında bir kaygı yaratabilir. Neticede medeniyet ve kültür farklılığı, yapısalcılık ve post-yapısalcılık düşüncesinden ayrı düşünülürse, bu hususta önemli bir faktördür. Bir filozofun
Giriş Neil Postman’ın “Televizyon: Öldüren Eğlence” adlı eseri, iletişim araçlarının (matbaa, telefon, telgraf, tv vb.) sosyolojik anlamda kültüre etkisini içerir ve özellikle teknolojik gelişmenin bir sonucu olan 27
GENCAY (teknopoli) gösteri çağında, televizyonun kültüre yönelik kavrayıcı ve kapsayıcı hakimiyetini, düşünürün kendi toplumundan ve ülkesinden örnekleriyle, açıklamaya çalışır. Eserin ana teması ile bahsini kavrayabilmek için, kitabın “Önsöz”ü dikkate alınmalıdır. “Kafatasınızın santimetreküp değildi.”
içindeki dışında,hiçbir
yasağa gerek dahi duyulmayacağı şeklindeydi. Birisinde insanlar acı çektirilerek, diğerinde ise hazza boğularak denetlenecekti. Hâsılı, Orwell bizi nefret ettiğimiz şeylerin mahvetmesinden korkarken; Huxley, bizi sevdiğimiz şeylerin mahvedeceğinden çekiniyordu. Postman’e göre ise Huxley haklıydı.
birkaç şey sizin
[Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, 1984] Postman bu önsözde kültürel yaşama dair Huxleyci ve Orwellcı fütürist yorumları ve öngörüleri karşılaştırmış ve eserinin felsefi altyapısını ise –Önsöz kısmında da anlatıldığı gibi- Huxley’in “kültürün ölçüsüz pekiştirilerek, insanların ise acı çektirilerek denetlenmesi yerine; onların önemsizleştirilerek ve duyarsızlaştırılarak dumura uğratılacağı” öngörüsü üzerine inşâ etmiştir. Postman’a göre George Orwell’in 1984 adlı alegorik-politik romanındaki kehanetleri gerçekleşmemiş, böylece sağduyulu Amerikalılar da sağlam çıkan liberal demokrasilerine usul usul övgüde bulunmuşlardı. Ama unuttukları başka bir kehanet daha vardı: Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya adlı romanı. Ancak Huxley ile Orwell’in kehanetleri aynı şeye ilişkin değildi. Orwell’ın öngörüsü, dıştan dayatılan bir baskının bize boyun eğdireceği yönündeydi. Huxley’e göre ise, insanlar süreç içinde üzerlerindeki baskıdan hoşlanmaya, düşünme yetilerini dumura uğratan teknolojileri yüceltmeye başlayacaktı. Birisinin kaygısı kitapları yasaklayacak olanlardı, diğerinin korkusu ise kitap okumak isteyen kalmayacağı için böyle bir
Birinci Bölüm ve “Araç, metafordur…” Postman, aracın (medya) başlıbaşına “metafor” hâlini ve bunun neticesi olarak epistemolojik bir biçimde işlev gördüğünü ileri sürer; bunun yanında da kitle iletişim araçlarının, kültür –ve dolayısıyla insanın konuşma, davranış, ifade vs- biçimi ile düşünce, ifade ve duyarlılığa yeniden yönelim kazandırması noktasındaki etkilerini örneklendirerek açıklar. “Araç, metafordur” söylemiyle aracın gösteri dünyasındaki etkisini dile getirir: şehir imajında sembollerin, politikada estetiğin, ticarette ise reklamın bir kaldıraç görevi gördüğünü iddia eder. Örneğin; Las Vegas şehrinin eğlence kültürünü çağrıştırmasında dev tabelalarda bir kabare kızının resminin olması, New York’u hatırlatan Özgürlük Heykeli, Toyota’nın bütçesinin büyük bir çoğunluğunun reklama ayrılması gibi. Ayrıca bu söylem noktasından “iletişim biçimlerinin kültürel içeriğe etkisi” savı da 28
GENCAY çıkarılabilir. Postman kitabın bu bölümünde “Araç, metafordur” söylemi için daha açıklayıcı olabilecek bir örnek daha verir: Dumanla iletişimin kurulduğu dönemlerde felsefe yapılamaz. Çünkü duman halkaları, varoluş ile ilgili düşünceleri aktarabilecek bir niteliğe ve karmaşıklığa sahip değildir. Öyle olsaydı, bir Kızılderili filozof ikinci aksiyomunu göndermeden elindeki bütün yakacaklarını tüketirdi. Dolayısıyla buradan çıkarılacak sonuç, Postman’a göre bir toplumun konuşma (iletişim) araçları, o kültürün çerçevesinde meydana gelen olayları değerlendirmede başvurulacak en doğru yoldur.
okuryazarlık, insanın zihinsel seviyesini yükseltirken, telgraf gibi enformasyonu “meta”ya dönüştüren araçlar ise sadece eğlence kültürü ortaya çıkarabilir” şeklindeki ifadesiyle de medyametaforlarımızın kültürel etkisinin önemine de vurgu yapar. “Sahip olduklarımız bize sahip oluyor.” [1999] “Epistemoloji Olarak Medya” başlıklı kısımda ise Postman, aracın düşünme biçimi ve kültür içeriği noktasında bir etkiye sahip olduğu kadar, hakikate ilişkin yönelimlerimizi ve düşüncelerimizi tanımlama ve düzenleme hususunda da bir işlev gördüğünün altını çizer. Bu kısımda en çarpıcı misâli, bir doktora öğrencisinin tez metninde yazılı kaynaktan ziyâde bir ortamda geçen konuşmaya atıfta bulunması olayıyla verir. Heyet tarafından öğrencinin bu aktarmayı değiştirmesi istenmiştir. Bu isteğe karşılık öğrencinin “bir yazılı kaynaktan alıntıyı doğru olarak varsayıyorsunuz da, neden bir konuşmaya yapılmış atıfı doğru saymıyorsunuz?” itirazına ise, heyet “yazılı söz dayanaklı, ağızdan çıkan söz uçucudur. Bu sınavı geçtiğinizde komisyonun size vereceği yazılı belge iş görecektir, aksi takdirde bizim söylediklerimiz sadece ‘söylenti’ olarak kalacaktır. Yazılı belge ‘hakikat’i temsil edecektir” şeklinde karşılık vermiştir. Postman, “görmek inanmaktır”, “söylemek inanmaktır”, “duymak inanmaktır” gibi epistemolojiye dair aksiyomların, kültürlerin değişen medya biçimleriyle geçirgen olduğu gerçeğini gösterdiğini ifade etmiştir. Ayrıca Postman, gösteri çağında kültürlerin
Postman, “araç, metafordur” demekle aslında McLuhan’ın “araç, mesajdır” aforizmasına da işaret eder -neticede bir dilin gramatik özellikleri dahi, “dünya görüşü”nü doğrudan etkileyebilmektedirve McLuhan’ın aforizmasını uyarladığının altını çizer: “Mesaj, dünyayla ilgili özgül, somut bir açıklamayı yansıtır. Ancak bizim medyamızın biçimleri –konuşmaya zemin hazırlayan semboller dahil olmak üzerebu tür somut açıklamaları yansıtmaz. Bizim medya biçimlerimiz, daha çok, özel gerçeklik tanımlarını yerleştirmeye yarayan anlaşılması zor, ama güçlü içermeleriyle etkili olan metaforlara benzerler.” Aracın metafor olduğunu öne süren Postman için, kendi yaşamımıza ister söz ister basılı yayınlar ister kamera merceğinden bakalım, medyametaforlarımız dünyayı bizim adımıza sınıflandırır, çerçevelendirir, renklendirir, küçültür, genişletir, renklendirir ve dünyanın görünümüne ilişkin savlar ortaya atarak bu savları özümsememizde etkili olur. “Matbaanın sonucu olan 29
GENCAY epistemolojisinin televizyonla şekillendiğini de belirtmektedir.
Postman, yazılı kültür ile görsel kültürün düşünme hususundaki farkını bu örnekle belirginleştirir. Yorumlama Çağı’nın bitişine, Gösteri Çağı’nın başlangıcına sebep olan olay ise telgrafın bulunmasıyla olmuştur. Postman, telgrafın enformasyonu sadece bir metaya dönüştürdüğünü, sürekli değişebilir/değiştirebilir hale getirdiğini ve sadece yarar sağlanabilmesi durumunda enformasyon niteliği taşıyabilecek bir anlayışı geliştirdiğini yazar.
“Tipografi Amerikası” başlıklı kısımda, matbaanın gelişmesi ve yayılmasıyla tipografi insanının Yeni Amerika’da yer alışı ve özellikleri açıklanmıştır. Örneğin; Tipografi Amerikası’ndaki konuşma biçimleriyle şimdiki Amerika toplumunun konuşma biçimleri ve yönelimleri oldukça farklıdır; nitekim o dönemlerde Lincoln ile Douglas’ın saatlerce süren politik tartışmaları halkın yoğun ilgisini görmektedir. Üstelik o dönemin Amerikalısının hitabet biçimi dahi, bir politik konuşma havası yaratmaktadır. Postman’a göre Tipografik İnsan demek, analitik düşünceyi önceleyen, mantığa bağlı ve çelişkiden kaçınan insanı demektir. Bu tipolojinin hâkim olduğu dönem için ise Yorumlama Çağı kavramsallaştırmasını yapmaktadır. Tipografik İnsan, bir kamusal ismi düşündüğünde dahi, aklına o ismin argümanlarını, eserlerini, kamusal konumunu getirirdi. Gösteri çağında ise daha çok o ismin medya aracılığıyla yansıtıldığı görüntü akla gelir. Misâl, Einstein denildiğinde akla daha çok gazetecilere dil çıkararak poz verdiği fotoğraf gelir.
Eserin “Ce-ee Dünyası” başlıklı kısmında ise daha çok fotoğrafın bulunması ve yayılması ile “tipografi” yerine “fotografi”nin yer alması anlatılmıştır. Postman’a göre fotoğrafın yaygın bir araç haline gelmesi, gösteri çağına ilk adımdır. Fotoğraf, dünya hakkında genel bir fikir veya kavram sunmaz. Bir fotoğraf, tek başına uzakta ve soyut olanın üstesinden gelemez. Tek bir kişiden bahseder, insanlardan bahsedemez; tek bir ağacı anlatır, ağacı anlatamaz. Doğa fotoğraflanamadığı gibi; aşk, onur, hakikat gibi geniş soyutlamalar da fotoğraflanamaz. Bu durumda, “fotografi” bağlamı da yoketmiştir. Üstelik Postman için fotoğraf, “sahte bağlam” bile yaratabilmektedir. Bu savını şu örnekle açıklar: Bir yabancı, hiç bilmediğiniz bir yaprak türünün nasıl açtığından bahsettiğinde, siz bunu zihninizde canlandırarak daha iyi çıkarmaya çalışacaksınız. Fakat önce “bu yaprak nasıl bir şey?” diye soracaksınız ve bu yaprağın fotoğrafına bakacaksınız. Fakat olay bütünüyle kapalıysa ve bu olayla ilgili geçmiş deneyiminiz ya da gelecekle ilgili planınız yoksa bu bağlam bir yanılsama 30
GENCAY olacaktır. Bu yüzden görselin yarattığı sahte bağlamın işlevi problem çözmek, eylem veya değişimden ziyade “eğlendirme”dir. Görsel kültürde, bir olayın aniden görüş alanına girdiği ve sonra hemen kaybolduğu bu eğlendirme biçimine Postman, “ce-ee dünyası” benzetmesini yapmaktadır. Bu ce-ee dünyası, fotoğraf ve telgrafla başlasa da, Postman, bunun tam olarak televizyondan sonraki kültürel yaşam için savunulabileceğini öne sürmüştür. Ayrıca bu kısımda televizyonun bir “üst-araç” (meta-medium) statüsüne, yani sadece bilgimizi değil, bilme yollarına ilişkin bilgimizi de yönlendiren bir araç statüsüne yükseldiği iddiası da yer almaktadır.
(Devam edecek) ________________________________________ * Bu yazının kaleme alınmasında –kaynak olarak- Neil Postman’ın “Televizyon: Öldüren Eğlence (Gösteri Çağında Kamusal Söylem)” adlı eserine başvurulmuştur. Ayrıca yazı, Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi İletişim Sosyolojisi dersi kapsamında hazırlanan ödevin düzenlenmiş/değiştirilmiş hâlidir. [1] Jean Baudrillard, Çev: Oğuz Adanır, Sessiz Yığınların Gölgesinde / Toplumsalın Sonu, Doğu Batı Yayınları, 5. Basım, 2013, s. 12
31
GENCAY
32
GENCAY
RESMEDİLMEMİŞ BİR MANZARAYA GÜLDÜN Muhammed BÜYÜKKÖROĞLU
Kehkeşan yalnızlığı Kırıntı simitlerde kaybolan dostluklar martılarda susuyor bak Yahut ağlıyorlar yabancı ülkelerin matemine Hıçkırıkları boğuyor Haliç’i Duyulmadık siren seslerine kurşun Namlular boşaltıyorlar tüm günahlarını Tetik çekmemiş nice ellerden Titriyor gül dalından kopmaya Usulca esen lodos şuurundan… *** Sahi bizimde sevdiklerimiz vardı Yaldızlı bir iki fotoğraf Ana kokusu taşıyan cevşen Menzilini bulmuş berrak dualar… ***
33
GENCAY Mağara adamları türedi sonra Dulda akşamlarımızın kabile korkusu İptidailik kitaplarda kayboldu sanırdık Cilalı taş yüzleri, kilise mumları Asaları da vardı belki de Savaşmamış güvercinler öldü Defin merasiminin asri mezarlığına Menkuş Revzen’leri kırarak katıldı cinnet Sonrası cinayet… *** Sen güldün. Garların başıbozukluğunda Hörgüçlü insanların toynak dişlerine bakıp En sertinden bir tütün sarıp Avuçlarında kavla yakıp Güldün… *** Resmedilmemiş mazbut bir manzara Kayıp atlastan en yüce mabet Sahi var mı öyle bir yer Ya da oldu mu hiç.
34
GENCAY
SADECE BİR YORUM Dilek AKILLIOĞLU endişesindedir. Aslında tam olarak kendini hiçbir zaman bulamayacağı korkusundadır. Kendisinin kim olduğu ona tanıtılmamıştır. Belki de bu sebeple birçok isyan yöntemine başvurmaktadır. Ne yapmak gerektiğini söyleyecek uzmanlar, gençler üzerine araştırma yapmalarına rağmen, gençlerin sosyolojisine ilişkin araştırmalar çok azdır ya da yorumlamalar nadirdir, diyebiliriz. Gençliğin toplumsal konumu ile ilgili ilk girişimlerden birisi, S.N. Eisenstadt'ın "From Generation to Genaration” isimli çalışmasıdır.(3) Eisenstadt, çalışmasında gençlik kültürlerini, sorunlarını yorumlamaya çalışmıştır. Gençlik hareketlerini ve olayları karşılaştırmalı tarihsel çözümlemeler ile anlamaya çalışmıştır. Gençlik ve kültürü, gençlik ve akran ilişkilerini, toplumsal değişim dönüşümlerinde genç katılımın tarihsel, siyasal önemi gibi konuları ele almıştır. Gençliğe ilişkin bu gibi kavramlar, konular organizma içerisinde reaksiyonları görmemiz, ülkemizden başladığımız eleştirilerin aşılması anlamında gereklidir.
"Bugünkü Türk gençliği, büyükleri tarafından terkedilmiş çocuklardır. "(1)
Bir milletin gençliği o milletin karakterinin oluşum, gelişim tarafıdır. İyi, kötü özellikleri bir arada taşıyan bu kitle, hem biyolojik hem de zihinsel açıdan hızla dönen çarklar gibidir. Çarkların dişleri zamanla öğütülerek kullanılmaz hale gelebilirken, bazıları da üstünlükleri, farklılıkları ile yapıya, bütünlüğü kazandıran unsur haline gelebilmektedir. Gençliği, bütünlük unsurlarını, toplum içerisinde parçadan bütün yani, bir millette bulunabilecek yararlı kesimdir diye düşünmek yerine toplumun her çağında ilerleyebilmesini sağlayan neferler olarak görmek gerekir. Ülkemizde gençlik bilinci noktasında çocuklar, gençliğe doğru yetiştirilirken yanlışlar yapılmaktadır. Bizler çocuklara "oyunun eğlence, okulun, derslerin vazife, mesleğin de hayatta kalma yolu olduğunu öğretmekteyiz."(2) Yanılgılar da bu düşünce ile başlamaktadır. Bizim çocukluğumuz, gençliğe adım atarken kaygılar dâhilinde, kendini bulma 35
GENCAY Üçüncü Dünya gençliğinden devam edecek olursak, gençliğin karşısına koyduğumuz toplum, küçüklüğünden itibaren mesleği gayesi olarak göstermektedir. Düşünceler, hayal gücü, başarı gibi kavramlar nitelik açısından büyüklerin gözünde mühimken nedense birinci sırada hayatta kalabilmek adına para kazanmak, hayat yoluna girmek gelmektedir. Bu büyükler için korumacı ya da garantiye alma düşüncesidir. Duygusal açıdan anne babanın bu davranışlarını anlamak mümkündür. Fakat büyükler gençliklerinde bu kazanımlar ile yetiştikleri için karşılarındaki nesli de bu kalıba sokmaya çalışmaktadırlar. Düzeltilebilme umudunu taşıdığım bölüm ise burasıdır. Bundan sonra devamı gelecek gençlik hakkında daha fazla bilgi toplamak, uygulamalı olarak örnekleri incelemek yoluyla gençlik hakkında farklı bir fotoğraf çekilebilir. Çekilen fotoğraf öncelikli olarak aileden başlayarak toplumun her kademesinde gençliğin kendisini anlatmalıdır. Bir toplumun ideolojisinde, siyasetinde, sanatında, estetiğinde, sporunda öncülük edebilecekleri alanlar olmalıdır. Gençliğin yer alacağı alanlar dinamizmi taşımalıdır. O çağda dinamiklik birinci sırada olduğu için alanların hareket kabiliyetlerine destek sağlaması lazımdır. Bu biçimde alanlar günümüzde de varlığını sürdürmektedir ama süreğenliği devam eden alanlarda gençler çizilen bir yolda yürümektedir. Alanlar onların düşünceleri etrafında şekillenmiş değildir. Burada kalabalık bir fotoğraf albümünden bahsettiğimizden farkında olmak gerekir. Kalabalık kesimlerin çeşitli fikirlerinin, yönlerinin olması mümkündür. Anlatılmak istenen ise toplum karşısında sesini duyurmak için bağırmak zorunda kalan,
ölmek zorunda kalan gençleri öldürmeden konuşturmaktır. Şarkıları varsa yüksek sesle söylemelerine izin vermek gerekir. Zira şarkılar zarar verici yaratımlar değildir. Bir ulusun ışığı olan gençlerin büyüme halkalarını daraltmak demek sürekli yıktığımız bir inşa demektir.
Toplumumuzun inşa ettiği diğer yargı da genci, birey olarak görmemektir. Hayatın tam karşısında yer aldıkları çağlarda, gençler kurtuluş için çözümler yaratmak isteyeceklerdir. Çözümler ürettikçe var olduklarını, başka insanlarla bir arada olabildiklerini görmektedirler. Doğduğu andan itibaren birtakım haklara sahip olan genç, kabul edilmediği ya da görülmediği düşüncesi ile hayata atılacağı dönem olan gençlik çağında, kaba kuvvete ya da sesini duyurabilecek eylemlere yönlenmektedir. Fikir sahibi olabileceklerini kabul etmeyen bir toplum karşısında giriştikleri her adım boşa çıktığında, yokluğa attıkları adımlarını geri çekeceklerdir. En 36
GENCAY tehlikelisi de adımlar atmak yerine eşkıyalık vasıtası ile kendilerini göstermeye başlayacaklarıdır. Bu iki ihtimal içerisinde yetişen nesiller için uygun görülen, seslerinin çıkmaması ve verilen görevlerin yerine getirilmesidir. İnsanların çoğunluğu hayattaki gayesinin ne olduğu hakkında soruları yetişkinlik dönemlerinde dile getirmektedirler. Sürekli olarak gençlik ya da çocukluk çağlarında görevlere boğulan nesil bu soruyu baştan değil sonradan sorma fırsatı bulmaktadır.
da benzeri yaklaşımları bu şekilde daha kolay kendi içine alacaktır. Genç, bir mekanizma değildir; kurulsun ve işlesin diye düşünülen… İşlediğini sorarak, arayarak kutusuna atmalıdır. Bu istendik davranışı ona kazandırmayacağımız anlamına gelmez. Gelmeyecektir. Sonuç olarak, sistemde gündeme gelecek olan gençlerin roller çizdiği düşünceler, durumlar, öğrenimler, tezle hem mikro yapı olan ailede hem de genel tabloda, toplumda özgür; eğitimsel, bilimsel, düşünsel, sosyal alanlar yaratma fikri hayata geçirilmelidir. Kitaplarda yer alan dünyaları edindirmeye özendiğimiz vasıflar eğitim sistemimizin temellerinde de yer alarak ulusu oluşturan tabana seslenmelidir. Gençleri yaşatmak, onların gözlerinden görmek usta eğitimciler, usta bilim adamları usta düşünürler demektir. İlerlemesini istediğimiz toplum için aramak şarttır. Aramaya izin vermek şarttır.
"En başta sorsa ne değişir?" Bireyin gençlik döneminde arayacağı yere gitme ihtimalinin daha yüksek olduğunu düşünüyorum. Tüm biyolojik fonksiyonların ya da duygusal dürtülerin zirvede olduğu bu çağda hata yapma ihtimali yüksektir. Kabul ediyorum. Çekilen her hayat fotoğrafını incelemek gerekir. Anne- baba, toplum, bunu kendinden başlayarak yapabilir. Annebaba, zamanında kendi alamadığı kararlar için üzülmüştür. Aksine izin verilmeyen ve sonradan yanlış olduğunu anladığı durum için şükretmiş de olabilir. Burada benim anahtar kelimem 'aramak'. Modern eğitimde araştırmasını istediğimiz gençler yetiştirmeye çalışıyoruz. Aramasını söylüyoruz. Hayatı aramasına izin vermeye erken başlarsak hayattaki yerini de erken aramaya başlayacaktır. Hayatı tanımaya başlamasını geciktirmek yerine amacını sormasına izin vermek gerek diye düşünüyorum. Soru sormak, öğrenmeye doğru bir adımdır. Öğrenmek için atılan adımlar o büyüdükçe büyüyecektir. Küçüklüğünden beri hedeflediğimiz yaratma, problem çözme, duyarlı olma ya
Kaynakça 1. Prof. Dr.. Erol GÜNGÖR (2007), Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Ötüken Neşriyat. 2. Dr. Benjamin Spocks, (2001), Bebek Bakımı ve Çocuk Eğitimi, Kariyer Yay. Çev. Vedat Yılmaz. 3. S.N. Eisenstadt 'ın "From Generation to Genaration http://books.google.com.tr/booksid=zA62Q FOkynYC&pg=PR3&hl=tr&source=gbs_selec ted_pages&cad=3#v=onepage&q&f=false
37
GENCAY
38
GENCAY
ATATÜRK’ÜN DOĞUM GÜNÜ HAKKINDA NOTLAR Çağhan SARI
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün biyografilerinin ortak eksikliği, doğum tarihinin gün ve ay kısmının yazılı olmamasıdır. Bunun nedeni 19. yüzyılda özellikle başkent dışındaki şehirlerde nüfus kayıtlarının gün ve ay kısımlarının yazılmamasıdır. Sadece yılın yazıldığı kayıtlarda, Atatürk'ün doğum yılı Rumi 1296 olarak yazmaktadır. Atatürk'e doğum günü sorulduğunda ise, kendisi 'İlk Baharda doğduğum söylenir bu neden 19 Mayıs olmasın' cevabını vermiştir. Kendi doğum gününü Milli Mücadele'nin başlangıcı kabul edilen gün ile eşleştirmesi mecazi jestin dışında mana taşıdığı aşikardır.
Atatürk'ün doğum gününün tespiti için bugüne kadar yapılan metotlar hatıralar ve diğer kayıtların incelenmesi şeklinde olmuştur. En önemli çalışma Atatürk'ü dünyaya getiren insanın hatıralarının kayıt altına alınmış olmasıdır. Bugün bile yaşı belli bir tarihin üstündeki insanların doğum tarihleri nüfus kayıtlarında hakiki olmayabilmektedir. Bu durumda da annelerinden duydukları tarihleri kabul etmektedirler. Örneğin Hıdrellez veya Nevruz bayramı, kırk ikindi yağmurlar, zemheri ayazı, cemrelerin düşmesi gibi halk arasında malum tarihleri doğumların hatırlanılmasında kullanıldığı göz ardı edilmez. Mustafa Kemal Atatürk'ün validesi Zübeyde Hanım ile Enver Behnan Şapolyo'nun yaptığı mülakat 'Mustafa Kemal ve Milli Mücadele' isimli eserinde yayınlanmıştır. Bu mülakatta Zübeyde Hanım:
Elbette bu güzel anekdot ile bugün gençlik ve spor bayramı olarak kutlanan tarihe hoş bir anlam yüklenmesi Atatürk'ün doğum tarihini araştırmak isteyen tarihçi, araştırmacı ve gazetecileri tatmin etmemiştir. 39
GENCAY
Yıl hakkındaki bu çelişmeyi aktardıktan sonra tekrar gün ve ay hususuna dönelim. Atatürk'ün annesinin erbain soğukları şeklinde tarihi belirtmesi ise önemlidir. Erbain soğukları Miladi Takvime göre 23 Aralık - 31 Ocak tarihleri arası kabul edilmektedir. Atatürk'ün doğum tarihini tarihçiler bu günler arasında aramaktadır. Ancak sınırları çizilen günlerin dışında veri veren kayıtlar da vardır. TBMM'ye verilen biyografi bilgilerinde sadece Rumi 1296 yılı yer almaktadır. Bu yılın Miladi takvime göre denkliği 13 Mart 1880 -12 Mart 1881 olarak yer almıştır. Ankara Nüfus Müdürlüğü'ndeki bilgilere göre Atatürk'ün doğum tarihi arasında 1 Ocak 12 Mart 1881 arasında olabilir çünkü müdürlüğün verdiği bir tezkere bulunmaktadır.
''O zamanki Hamidiye kayıtlarına gün ve ay yazılmaz. Yalnız yıl yazılırdı. Ben oğlum Mustafa'yı Erbain soğukları devam ederken doğurdum. Bu doğum benim aklımda kaldığına göre 23 Kanunu Evvel 1296 tarihlerine düşmektedir'' demiştir. Enver Behnan Şapolyo, 23 Aralık 1880 tarihini verir. Faik Reşit Unat ise 7 Mayıs 1962 tarihli Ulus gazetesinde bu konuyu ele alan bir köşe yazısı yayınlamıştır. O da aynı gün ve ayı ancak yılı 1881 olarak vermiştir. Yıl konusundaki tutarsızlık da Atatürk'ün ilk nüfus kayıtlarında doğum yılı olarak 1880 olarak görülmesidir. Salih Bozok'ta anılarında Atatürk'ün çocukluk arkadaşı olarak onun arkadaş çevresinde yaşça diğerlerinden büyük olduğunu aktarır. Askeri okulda 'Çiçek Künye' diye tabir edilen öğrencilerin doğum yıllarının yazılı olduğu kayıtta 1881 yazar. Yine Atatürk'ün Türkiye Cumhuriyeti olarak ölümüne kadar kullandığı son nüfus cüzdanında da doğum yılı 1881 yazmaktadır
40
GENCAY Yalnız Enver Behnan Şapolyo'nun verdiği tarih hakkında unutulmaması gereken bir detay vardır. Bunu da Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam isimli eserinde vermiştir. Rumi takvim ile Miladi takvim arasındaki tarih çevrilmesinde 13 gün ilave edilmesi gerekir. Bunu daha sonra Ali Güler de kaleme aldığı Sarı Mustafa'm isimli eserinde kabul eder. Evet, 23 Aralık tarihine 13 gün eklenerek 4 Ocak 1881 tarihinin altını çizerler. Resmi kayıtlar ile hatıranın çelişmemesi Ali Güler tarafından değinilmiştir. Mustafa Kemal Atatürk'ün doğum günü 4 Ocak 1881 olarak bir çok araştırmacı tarafından kabul edilmekle beraber, yine Aydemir'e dönüp bakalım. Tek Adam'da doğum günü mevzubahsini kapatırken, 'fakat Mustafa'nın doğum günü, ayı ve yılı hakkındaki bütün bu belirsizlikler, çelişmeler ne ifade ederler? Hiç! Çünkü, Mustafa için kader tayin edici olan, onun dünyaya gelmiş olmasıdır. Yoksa bu doğumun şu gün, şu mevsimde veya bir yıl önce sonra oluşu değil'.
Kaynakça Ali Güler, Sarı Mustafa'm, Truva Yayınları, İstanbul 2010. Eren Akçiçek, Atatürk'ün Sağlığı, Hastalıkları ve Ölümü, İzmir Güven Kitabevi, İzmir 2005. Şemsi Belli, Makbule Atadan Anlatıyor Ağabeyim Mustafa Kemal, Selis Kitaplar, İstanbul 2005. Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün Hayatı, haz. Komisyon, Ankara 2010. Ogün Deli, Kemal Atatürk, Alter Yayıncılık, İstanbul 2013.
41
GENCAY
SAYILAR İÇİNDE NELERİ KAYBEDİYORUZ Emre ECE
Sürekli sayılar geliyor gözümün önüne. Yanına sonradan eklenmiş gibi duran, sırıtan kelimelerde ve işaretlerde şirin bir görünme çabası var. 17 Aralık... 17 ve Aralık. Nedir 17 Aralık’ı 16 Aralık’tan ayıran ya da ayın 17’sinde ne olmuştur da 18 Aralık, 16 Aralık’tan farklı bir gün oluvermiştir? İçeriğe girip de çamura batmaya hiç niyetim yok. “Görünen köy, uzakta değildir.” Her şey (?) de ayan beyan ortada ya da ortaya saçıldı.
“Aman 3+1 olsun.”, “1+1 olsun tek kalacağım.” Bunları hep işitiyoruz fakat şunları diyeni hiç duydunuz mu? “Ben karanlık evde oturamam.” “Önü açık olmayan ev beni boğar.” “Komşularım iyi olsun da...”
Şimdi burada “3-5 kuruş” hesabı yapacak değilim, nitekim para da devletin değil imiş (?). Benim asıl değinmek istediğim, “17 Aralık”, “3-5 kuruş”, “Türksat 4A” bütün bunlarda sayılara, milyonlara, uzaya bakarken, neyi kaçırıyoruz?
Çok azdır bunları söyleyen, düşünen. Hemen sayılara yöneliyoruz. Oda sayısına, metrekaresine… Fakat küçük ama önü açık bir ev, kocaman mahzenden daha nitelikli değil midir?
Ev ararken önce oda sayısına bakarız. 42
GENCAY Devlet bir alım mı yapacak, önce sayı açıklanır: “Şu kadar öğretmen alınacak.”, “Şu kadar memur alınacak.” İlk açıklanan yine sayıdır, nitelikler –ki bunlar devlet alımlarında, genel ayırt edici nitelikler değildir ve standarttır- daha sonra ilan edilir. İlan detaylarında şu yer alır: “Falanca fakülte mezunu olan, şu sınavda şu kadar puan almış kişiler başvuracak ve puanlarına göre sıralanacaktır.”
İşte tam bu noktada kendisini “KPSS’de şu sıralamadayım”, “YDS’de 70 almalıyım.” Diyerek yani, yine bir sayıyla ifade etmeye zorunlu bırakılmış bireyler, sırıtıyor toplumumuzda. Nereye koyarsak sırıtıyorlar. Görevlerinin hakkını veremiyorlar. Ya buna imkân yok ya da nitelikleri yok. Çünkü o kendi niteliği ile değil, sırf diğer adayların arasından sıyrılabildiği için orada. Sıyrılmaya odaklanmış bu bireylerden, yolsuzluklara karşı duyarlılık, sandıkta cevap verme davranışlarını beklemek abes geliyor. Ona göre iktidar zaten birincidir ve birinciler, niteliğine bakılmaksızın, takdiri hak etmiştir. Neden başkası değil de o birinci olmuştur? Çünkü o hak etmiştir, sıyrılabilmiştir.
Yine mi niteliğe bakamadık? Bakamadık. Niceliklerin girdabından kurtulup, yeni nesilleri şekillendirecek öğretmenlerin niteliklerine bakamadık. Yahut devlette çalışmak isteyen bir mühendisin, KPSS’de mühendislikle alakasız soruları çözüp, yine bir yarış atı mantığı ile “birinciliğe” oynaması gerekecek. Birincilik yani, yine nitelik değil nicelik… Sıralama... Sayılar...
Kendisi de bir gün birinci olacaktır, öyle umar ya da birincilerin kulübüne girecektir. Niteliklilerin değil, nicellerin, sayıca çok olanların, birincilerin otağı ona, kazananların ülkesidir.
Sayılar ile kurulmuş ve nitelikleri ezen, toplumdaki bireyleri niteliksiz hale getiren bu sistemi, adaletli bir sistem olarak görebiliriz belki… Fakat adaleti sağlayacağız diye, sayılar bizi kalıplara basıyor, farkında değiliz.
Sayıların birliğini, egemenliğini yıkacak; niteliği bize tekrar hatırlatacak bir sahne! Tarkovski’nin Nostalghia’sından: “1+1=1”
43
GENCAY
TÜRKLERİN MİTOLOJİSİ Mİ VAR? Açelya OĞUZ Mitoloji, tarihi kökleri güçlü olan toplumların kâinatı anlama ve yorumlama biçimleridir. Fiziksel olarak tabiat karşısında zayıf olan insanın tabiat olaylarına karşı duruşunu ifade eder. Yaşayabilmek için ava çıkmak veya bitki toplamak zorunda kalan insanoğlu vahşi hayvanlar tarafından parçalanmayı da göze almak zorundadır. Bu vahşi hayvanlardan korunmak, av sırasında sis oluşumunu engellemek veya kötü hava koşullarının verebileceği zararı en aza indirgemek için birtakım ritüeller gerçekleştirilir. İşte bahsi geçen bu ritüeller, günlük pratiklerden doğar mitoloji.
karısı aynı zamanda kız kardeşidir. Bu ilişkilerin yanı sıra Zeus karakter olarak da zayıf bir tanrıdır. Ölümlü genç kızların odalarına girerek gayri meşru ilişkiler yaşar. Çok kıskanç olan tanrıça Hera, çapkın kocası Zeus’un sevgililerini bir bir ortadan kaldırır. Bugün çizgi filmlerle çocuklarımızın beynine kazınan tanrı Zeus mitolojik kaynaklarda bu şekilde yer edinir. Köklü bir geçmişi olan Yunan mitolojisi varken Yunanlılardan daha önce Orta Asya bozkırlarında yaşayan Türk milletinin mitolojisinin olmaması beklenemez. Türk mitolojisi üç grupta değerlendirilir. Bunlar; göksel tanrı ve ruhlar, orta dünya, aşağı dünya. Türk mitolojisinin tanrısı Kayra Han’dır. Ülgen, Yayık, Suyla, Karlık ise göksel ruhlardır. Kayra Han’dan bahsedilirken baş tanrı ifadesi Türk mitolojisi için kullanılamaz. Çünkü Türkler’in tanrısı tektir. Kayra Han, on yedinci felekte oturarak evrenin kaderini idare eder. Kayra Han’ın dışında bir de demiurglar vardır. Demiurg, Kayra Han’dan sudur etmiş, Kayra Han’ın emirlerini yerine getirmekle yükümlü ruhlardır. “Tengere Kayra Kan bugün dahi semanın on yedinci katında oturur ve orada kâinatın kaderini idare eder. Kayra Kan’dan sudur yoluyla aşağıdaki üç yüksek ilah meydana gelmiştir: Semanın on altıncı katında altın bir dağ üzerinde yaşayan ve orada altın bir taht üzerinde oturan Bay Ülgen; semanın dokuzuncu katında oturan Kızagan Tengere ve semanın yedinci
Toplum tabakalarına inilip “Mitoloji nedir?” sorusu sorulduğunda hiç şüphesiz verilecek ilk cevap “Zeus” olur. Cevabın Zeus olması manidardır. Zeus, ak sakallı, elinde şimşeği tutan, bulutların üzerinde oturan kasvetli bir tanrıdır. Asıl sorun bize bu şekilde dayatılan görkemli tanrının (!) Yunan Mitolojisinde nasıl yer edindiğidir. Baş tanrı olup annesiyle evlenebilmek için babası Kronus’un iktidarına baş kaldırmıştır. Babasını hapsettirip annesiyle evlenir. mitdeki ensest ilişki göze çarpar. Mitoloji, toplumsal yapının kurgulanarak yeniden canlandırılmasıyla oluşur. Mitolojiye böyle bir olgunun yansıması, iç evliliğin yani ensest ilişkinin toplumda sıradanlaştığının göstergesidir. Aynı şekilde diğer anlatılar incelendiğinde baş tanrıça Hera, Zeus’un 44
GENCAY katında yaşayan akıllı Mergen Tengere; gökle yeri aydınlatan güneş ana (kün ana) burada bulunur.” (Radloff’tan aktaran Çoruhlu, 2011: 28) Tabiat olaylarını, insan ilişkilerini düzenleyen, kadın ve çocukları yeraltında yaşayan kötü ruhlardan koruyan ruhlar, iyeler, demiurglar Türk mitolojisinde sıkça karşılaşılır. Bu göksel ruhlardan (demiurg) biri olan Yayık’ın diğer adı Kuday’dır. Kuday insanları korur ve onlar arasında yaşar. Suyla, insanlara gelecekleri hakkında haber verir.
Aşağı dünyada Erlik Han yaşar. Erlik Han, iblis benzeri bir ruhtur. İnsanlara ölüm ve hastalık getirir. Biri öldüğü zaman ölen kişiden bahsedilirken: “Erlik Han ruhunu kaçırdı.” ifadesi kullanılır. Erlik, ölüm getirmesine rağmen adaklar adanan, Tanrı ve diğer ruhlarla birlikte saygı duyulan bir ruhtur. Görüldüğü üzere Türk mitolojisinde, Yunan Mitolojisinin aksine sapkın olarak nitelendirilebilecek her hangi bir ögeye rastlanmaz. Köklerinden koparılmış bir toplum çürümeye ve yok olmaya mahkûmdur. Bu mahkûmiyet gök tanrı inancından İslâmiyet’e geçiş sürecinde geri plâna atılmıştır. Müslüman bir toplumun kendi mitolojisini bilmemesi dindarlık değil inkârcılıktır. Türk mitolojisine sahip çıkmak gökyüzüne tapınmak değildir. Nitekim Türk tarihi boyunca göğe secde etme gibi bir ayin zaten düzenlenmezdi. Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün ifade ettiği gibi: “Geçmişini bilmeyen geleceğine yön veremez.”
Orta Dünya tasavvurunda yer alan kısım yeryüzüdür. Orta dünyanın demiurglardan biri ise Umay Ana’dır. Umay Ana kadın ve çocukları korur. Çocuklar ad alıp erginlenene kadar onları bütün kötülüklerden korur. Bolluğun ve bereketin sembolüdür. Kadın demiurg olan Umay Ana ile diğer demiurglar veya Tanrı arasında hiçbir gayri meşru ilişki yaşanmaz. Çünkü Türk töresinde aile çok önemlidir. Hiçbir şekilde iç evlilik veya ahlak dışı bir anlatıya rastlanmaz. Yukarda Radloff’un ifade ettiği ‘ilah’ kelimesi Avrupalı inanç sisteminin bir yansıması olarak ifade edilir. Umay Ana’dan bahseden en erken kaynak ise Orhun Abideleri’dir. Orta dünyada yer alan Yo Kan, doğanın; Talay Kan ise denizlerin hakimi ölülerin koruyucusudur.
Kaynakça Çoruhlu, Yaşar. Türk Mitolojisinin Ana Hatları. Kabalcı Yayınları. Ankara: 2011.
45
GENCAY
GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN
46
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.