www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 3 Sayı 27 - Nisan 2014 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com
TÜRK TARİHİNİN İLK SEYEHATNAMESİ: ORHUN ABİDELERİ / Emre SEVİNÇ DUMLUPINAR FACİASI / Çağhan SARI LOZAN ANTLAŞMASI HAKKINDA BİR KİTAP/ Yavuz SAYGILI ÇOCUKTA EGO / Dilek AKILLIOĞLU EMPERYALİZMİN EĞİTİME UZANAN KOLU / Ahmet Afşin KÜÇÜK HUKUK DEVLETİ GAYESİ VE DEMOKRASİ / Pirali Çağrı ŞENSOY NÖBETİ DE “KÜRT” MEHMET TUTSUN! / Ahmet KANBUR ANADİLDE EĞİTİM PROJESİ / Durmuş HOCAOĞLU MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ GENÇLİK SEMİNERLERİ / Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ
GENCAY
TÜRK TARİHİNİN İLK SİYASETNAMESİ:
ORHUN ABİDELERİ Emre SEVİNÇ Milli Eğitim Bakanlığınca hazırlanan ‘’Türk Edebiyatında İlkler’’ listesinde siyasetname maddesinin karşısında ‘’Kutadgu Bilig’’ adlı eserimiz yer almaktadır.1 Yani okullarımızda resmi olarak bu şekilde öğretilmektedir. Durum akademik yazılarda da hemen hemen aynıdır. Bazı akademik yazılar sözkonusu eseri Türk tarihinin ilk siyasetnamesi olarak değerlendirmektedir.* Genel olarak ise makaleler Türk tarihinin ilk siyasetnamesi konusunda net bir şey söyleyememektedir. Yine sosyal hayatımızda da ilk siyasetname olarak Yusuf Has Hacip’in eseri bilinmektedir.
1-Siyasetname Kavramını Tanıyalım
Orhun Yazıtları’nın** içeriği derinlemesine incelendiğinde bu eserlerin de siyasetname özelliği taşıdığı ve Türk tarihinin ilk siyasetnamesi oldukları anlaşılacaktır. Bu yazımızda biz sözkonusu yazıtların içeriği hakkında bilgi verip ortaya attığımız bu tezi kanıtlamaya çalışacağız.
Siyasetname kavramı en basit şekli ile ‘’Devlet yönetimine dair eserlerin ortak adı’’ olarak tanımlanmıştır.2 Agah Sırrı Levend de ‘’Siyaset-Nameler’’ adlı makalesinde bu kavramı geniş geniş anlatmakla beraber ‘’siyasetle, devlet yönetimiyle ilgili eser’’ şeklinde kısaca tanımlamıştır.3 Türk Dil Kurumu Güncel Türkçe Sözlükte ise siyasetname ‘’siyaset bilimini anlatan ve bu konuda öğüt veren eser’’ şeklindedir. Kelimenin en yakın geçmişine bakacak olursak siyasetname Arapça siyaset(Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya anlayış) ve Farsça name(mektup) kelimelerinin birleşiminden ortaya 4 çıkmaktadır.
2-Çağın Şartları Çerçevesinde Göktürk Kağanlığı 3- Orhun Abidelerine Bakışımız Nasıl Olmalıdır? 4-Siyasetnamelerin İçerik Özellikleri 5- Siyasetnamelerin İçerik Özellikleri Bakımından Orhun Abideleri 6- Kut İnancı ve Orhun Abideleri … 1-Siyasetname Kavramını Tanıyalım
Burada amacımız Kutadgu Bilig ile Orhun Yazıtlarını karşılaştırmak değil sadece Orhun Yazıtlarının siyasetname özelliği taşıdığını ortaya koyarak Türk tarihinin ilk siyasetnamesi olduklarını kanıtlamak olacaktır. Yazımızın ilerleyen kısımlarında yukarıda ortaya koyduğumuz tezi güçlendirmek için şu konu başlıklarına değinilecektir: 1
GENCAY Siyasetname üzerine yazılan kaynakların çoğu bu türe İslam devletleri çerçevesinden bakmaktadır. Şüphesiz siyasetname türü İslam kültüründe çokça rastladığımız ve hakkında birçok kapsamlı eser ortaya konulmuş bir türdür. Ancak bu İslam’dan önce bu tarz bir eserin varlığını örtmemelidir.
siyasi ortamına bir göz atmak yararlı olacaktır. Göktürkler yaklaşık 50 yıl süren bir Çin esaretinden sonra 682 yılında Kutluk Kağan’ın önderliğinde bir isyan ile tekrar istiklallerine kavuşmuşlardır. Göktürk Kağanlığı Kutluk Kağan’ın ardından kardeşi Kapgan Kağan tarafından idare edilmiştir. Kapgan Kağan döneminde sık sık iç isyanlar çıkmıştır. Bu isyanlar Kapgan’ın halkına karşı aşırı sert zalim davranması nedeniyle gerçekleşmiştir. Kapgan bu isyanların sonuncusunda pusuya düşürülerek öldürülmüştür. Kapgan Kağan’dan sonra kısa bir süre oğlu İnel kağan oldu. Ancak devlette herhangi bir başarısı olmayan İnel’in kağan olması hoş karşılanmadı. Kül Tegin bir ihtilal yaparak onu ve taraftarlarını öldürdü. Kağan olarak da ağabeyi Bilge’yi tahta geçirdi. İşte söz konusu yazıtlar da bu zamanda yani Göktürklerin Çin hâkimiyetinden kurtulmasından 40-50 yıl kadar sonra, birçok iç isyanın, siyasi ve askeri çekişmelerin yaşandığı bir dönemden sonra dikilmiştir. Bu nedenle bu yazıtlara geçmişteki başarısızlık ile halkın-yöneticilerin yaptığı hatalar ve içerisinde bulunulan çağın başarısı yoğun olarak yansımıştır. Ayrıca Çin esaretinde geçen yılların ve Kapgan Kağan dönemindeki uygulamaların halkta ve devlet adamlarında yarattığı psikolojik algı onları, yapılan hataların tekrarlanmaması için bir etkinliğe itmiş ve bu eserlerin içeriğinde bu öğelere bolca değinilmiştir.
Siyasetname genel bir kavram olarak karşımızdadır. Bunu biraz daha özele indirgeyerek ‘hükümdarlar için yazılanlar’, ‘vezirler için yazılanlar’ veyahut ‘kim için yazıldığı belli olmayan’ siyasetnameleri belirleyebiliriz. Bunlara ek olarak ‘halk için yazılanları eklememizde bir sakınca yoktur. Biz Orhun Yazıtlarının içeriğinde bu özelliklerin birçoğunu bir arada görmekteyiz. Bu eserlerin çoğu geniş kapsamlı ve hacimli olmakla beraber küçük kitapçıklar veya mektup(name) şeklinde hatta Göktürk Yazıtlarında göreceğimiz üzere taşlara kazınmış halde karşımıza çıkmaktadır.5 Siyasetnamelerdeki amaç -genel olarakgeçmişten ve özellikle din gibi inançlardan ders alarak yönetenlere ve yönetilenlere devlet yönetimi hakkında bilgiler, öğütler vermek yani ülke siyasetini bu unsurlara öğretmektir. 2-Çağın Şartları Çerçevesinde Göktürk Devleti Tarih biliminin temelinde şüphesiz bilgi kavramı vardır. Ancak yöntem kavramı da en az bilgi kavramı kadar önemlidir. Yöntem açısından baktığımızda da olay, olgu ve eserleri çağının şartları göz önünde bulundurularak incelemek oldukça önemlidir. Bu nedenle dönemin
Bu yazıtların asıl mimarı özellikle bilgeliği ile göze çarpan Tonyukuk’tur. Tonyukuk’un ailesi, Doğu Göktürk Kağanlığı Çin hâkimiyetine girdiğinde 2
GENCAY Çin’e yerleşmiştir. O da burada doğmuş, eğitimini almış ve yüksek mertebelere ulaşmıştır. Kutluk Kağan’ın bağımsızlığından sonra onun yanına gelmiş ve veziri olmuştur. Tonyukuk hem bu dönemleri hem de Kutluk’tan sonraki dönemleri yaşayan bir tecrübe olarak bu yazıtların dikilmesinde ve devletin siyasiaskeri seyrinde önemli rol oynamıştır.6
Kut vermiş Gök Tengrimiz de dinimiz de. Siyasi ilişkilerimiz de burada… Çin entrikaları-bunlara çözümler, kağanların görevleri, halka-Tanrıya karşı görevler, devlet yönetimimiz ve daha niceleri… Bu yazıtları bir de ilk siyasetnamemiz olarak ifade edilen Kutadgu Bilig adlı eserimiz ile karşılaştıralım… Kutadgu Bilig, Orhun Abidelerinden yaklaşık 300 yıl sonra kaleme alınmıştır. Ayrıca bu süre içerisinde kâğıt-kalem kullanılmaya başlanmış, dil, yazı ve üslup gelişmiş, siyaset bilgisi-felsefesi vb. konularda bilgibirikim artmıştır. Bu nedenle kapsamkalite açısından baktığımızda Kutadgu Bilig adlı eserimiz bu abidelerden – siyasetname türü açısından- tabi ki üstündür. Ancak bu Orhun Abidelerinin birer siyasetname olduğunu gerçeğini değiştirmez.
3- Orhun Abidelerine Bakışımız Nasıl Olmalıdır? ‘’Bu anıtlar her şeyden önce bizim dil anıtlarımızdır. İçinde tarihimiz var, içinde edebiyatımız var, içinde dini anlayışımız var, sosyal anlayışımız var, devlet anlayışımız var, kültürümüze ait parçalar var; ama her şeyden önce onlar bizim dil anıtlarımız…’’7
4-Siyasetnamelerin İçerik Özellikleri Siyasetname türü hakkında yazılan eserlerde siyasetnamelerin içeriğinde olması gereken özellikler geniş geniş işlenmiştir. Bu konuda verilen eserler aynı şeyleri farklı kelimelerle anlattığından biz, tek bir kaynaktan, İslam Ansiklopedisi ‘siyasetname’ maddesinden yararlanacağız. Bu özellikleri şöyle sıralayabiliriz:
Ahmet Bican ERCİLASUN’un bu tespitleri belki de ‘Orhun Abidelerine Bakışımız Nasıl Olmalıdır?’ sorusuna en güzel cevap. Bu tespitleri yine ERCİLASUN’un üslubuyla açalım mı?
a) Devlet yönetiminin temel ilkeleri b) Devlet başkanında bulunması gereken başlıca özellikler c) Yönetimde dikkat edilmesi veya kaçınılması gereken başlıca unsurlar d) Devlet görevlilerinin tayin ve denetimleri e) Beytülmal idaresi
Türkçemiz, edebiyatımız bu abidelerde. Dil bilgimiz, adlarımız, ünvanlarımız, sayılarımız… Tarihimizin, geçmişimizin, varlığımızın, yaşadığımızın kanıtları bu abideler. Askeri kavramlarımız, savaştığımız toplumlar, kazandığımız topraklar da var Kut almış beylerimiz de 3
GENCAY f) Devletlerarası ilişkilerde uyulması gereken kurallar g) Hükümdarın Allah’a(tanrı olarak değiştirmekte fayda vardır) ve halka karşı sorumlulukları h) Devletin ayakta kalmasının temel şartları8
Az milleti çok kıldım. Değerli iliden, değerli kağanlıdan daha iyi kıldım…(KTG-D-29) - ... O töre üzerine amcam kağan oturdu. Oturarak Türk milleti tekrar tanzim etti, tekrar besledi. Fakiri zengin kıldı, azı çok kıldı. Amcam kağan oturduğunda kendim prens… Tanrı buyurduğu için(BG-D-14)
5- Siyasetnamelerin İçerik Özellikleri Bakımından Orhun Abideleri
- amcamızın kazanmış olduğu milletin adı sanı yok olmasın diye Türk milleti için gece uyuyamadım, gündüz oturmadım. Küçük kardeşim Kül Tigin ile, iki şad ile öle yite kazandım. Öyle kazanıp bütün milleti ateş, su kılmadım. Ben kendim kağan oturduğumdan her yere gitmiş olan millet yaya olarak, çıplak olarak, öte yite geri(BGD-22)
Orhun Abideleri’nin içeriğinde siyasetname özelliği taşıyan oldukça çok kısım olduğunu daha önce de söylemiştik. Aşağıda bu kısımlar listelenecektir.*** a- Devlet yönetiminin temel ilkeleri - hep düzene soktum. O şimdi kötü değildir. Türk kağanı Ötüken ormanında otursa ilde sıkıntı yoktur. (KTG-G-3)****
- geldi. Milleti besleyeyim diye kuzeyde Oğuz kavmine doğru; doğuda Kıtay, Tatabı kavmine doğru; güneyde Çine doğru on iki defa ordu sevk ettim… savaştım. Ondan sonra Tanrı buyurduğu için, devletim, kısmetim var olduğu için, ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli kıldım. Fakir milleti zengin kıldım.( BG-D23)
- gitmiş olan millet öle yite, yaya olarak çıplak olarak dönüp geldi. Milleti besleyeyim diye, kuzeyde Oğuz kavmine doğru, doğuda Kıtay, Tatabı kavmine doğru, güneyden Çine doğru on iki defa büyük ordu sevk ettim,… savaştım…(KTGD-28)
- ... Ben kendim kağan oturduğum için Türk milletini… kılmadım. İli, töreyi çok iyi kazandım… toplanıp…( BG-D-36)
- sonra, Tanrı bağışlasın, devletim var olduğu için, kısmetim var olduğu için, ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli, fakir milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım. Değerli iliden, değerli kağanlıdan daha iyi kıldım…(KTG-D-29)
- doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar, onun içindeki millet hep bana tabidir. Bunca milleti hep düzene soktum. O şimdi kötü değildir. Türk kağanı Ötüken ormanında otursa ilde sıkıntı yoktur…( BG-K-2)
- milleti hep tabi kıldım, düşmansız kıldım. Hep bana itaat etti. İşi gücü veriyor…(KTGD-30) - sonra, Tanrı bağışlasın, devletim var olduğu için, kısmetim var olduğu için, ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli, fakir milleti zengin kıldım.
- kala kalacağız. Kendi içi dıştan tutulmuş gibiyiz. Yufka olanın delinmesi kolay imiş,
4
GENCAY ince olanı kırmak kolay. Yufka kalın olsa delinmesi zor imiş. İnce(TN1-G-6)
çöktürdük, başlıya baş eğdirdik…(KTG-D18)
- Türk Bilge Kağanı Türk Sir milletini, Oğuz milletini besleyip oturuyor.(TN2-K-4)
- sonra, Tanrı bağışlasın, devletim var olduğu için, kısmetim var olduğu için, ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli, fakir milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım. Değerli iliden, değerli kağanlıdan daha iyi kıldım…(KTG-D-29)
b- Devlet başkanında gereken başlıca özellikler
bulunması
- aç, fakir milleti hep toplattım. Fakir milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım. Yoksa, bu sözümde yalan var mı? Türk beyleri, milleti, bunu işitin! Türk milletini toplayıp il tutacağını burda vurdum. Yanılıp öleceğini yine(KTG-G-10)
- Demir Kapıya kadar kondurmuş. İkisi arasında pek teşkilatsız büyük Gök Türk’ü düzene sokarak öylece oturuyormuş. Bilgili kağan imiş, cesur kağan imiş. Buyruku bilgili imiş tabii, cesur imiş tabii. Beyleri de milleti de doğru imiş. Onun için ili öylece tutmuş tabii. İli tutup töreyi düzenlemiş. Kendisi öyle vefat etmiş.( BGD-4)
- Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insan oğlu kılınmış. İnsan oğlunun üzerine ecdadım Bumın Kağan, İstemi Kağan oturmuş. Oturarak Türk milletinin ilini töresini tutu vermiş, düzenleyi vermiş.( KTG-D-1)
- Kağan uçtuğunda kendim sekiz yaşında kaldım. O töre üzerine amcam kağan oturdu. Oturarak Türk milleti tekrar tanzim etti, tekrar besledi. Fakiri zengin kıldı, azı çok kıldı. Amcam kağan oturduğunda kendim prens… Tanrı buyurduğu için(BG-D-14)
- pek teşkilatsız Gök Türk öylece oturuyormuş. Bilgili kağan imiş, cesur kağan imiş. Buyruku yine bilgili imiş tabii, cesur imiş tabii. Beyleri de milleti de doğru imiş. Onun için ili öylece tutmuş tabii. İli tutup töreyi düzenlemiş. Kendisi öylece(KTG-D-3)
- amcamızın kazanmış olduğu milletin adı sanı yok olmasın diye Türk milleti için gece uyuyamadım, gündüz oturmadım. Küçük kardeşim Kül Tigin ile, iki şad ile öle yite kazandım. Öyle kazanıp bütün milleti ateş, su kılmadım. Ben kendim kağan oturduğumdan her yere gitmiş olan millet yaya olarak, çıplak olarak, öte yite geri(BGD-22)
- yedi yüz er olmuş. Yedi yüz er olup ilsizleşmiş, kağansızlaşmış milleti, cariye olmuş, kul olmuş milleti, Türk töresi bırakmış milleti, ecdadımın töresince yaratmış, yetiştirmiş…( KTG-D-13) - … Amcam kağan oturarak Türk milletini tekrar tanzim etti, besledi. Fakiri zengin kıldı, azı çok kıldı.( KTG-D-16)
- geldi. Milleti besleyeyim diye kuzeyde Oğuz kavmine doğru; doğuda Kıtay, Tatabı kavmine doğru; güneyde Çine doğru on iki defa ordu sevk ettim… savaştım. Ondan sonra Tanrı buyurduğu için, devletim, kısmetim var olduğu için, ölecek milleti
- Yekün olarak yirmi beş defa ordu sevk etti, on üç defa savaştık. İlliyi ilsizleştirdik, kağanlıyı kağansızlaştırdık. Dizliye diz
5
GENCAY diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli kıldım. Fakir milleti zengin kıldım.( BG-D23) - dağıttım. Tanrı bahşettiği için, ben kazandığım için Türk milleti kazanmıştır. Ben küçük kardeşimle beraber böyle başa geçip kazanmasam Türk milleti ölecekti, yok olacaktı. Türk beyleri, milleti, böyle düşünün, böyle bilin! Oğuz kavmi… Göndermeden, diye ordu sevk ettim.( BGD-33) - beslemiş olan, kahraman kağanına ihanet etti…(BG-D-35) - … başlıya baş eğdirdim, dizliye dik çöktürdüm. Üstte Tanrı, altta yer bahşettiği için(BG-K-10)
c- Yönetimde dikkat edilmesi veya kaçınılması gereken başlıca unsurlar - anlaştım. Altını, gümüşü, ipeği ipekliyi sıkıntısız öylece veriyor. Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırırmış. Yaklaştırıp, konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman düşünürmüş.( KTG-G-5)
- yürüyormuş; kağanı cesur imiş; müşaviri bilici imiş; …(TN1-G-3) - kağanı kahraman imiş, müşaviri bilici imiş ne zaman bir şey olsa öldürecektir…( TN1-D-4) - … İltiriş Kağan bilici olduğu için,( TN2-G4)
- ovasına konayım dersen, Türk milleti, öleceksin! Orda kötü kişi şöyle öğretiyormuş: Uzak ise kötü mal verir, yakın ise iyi mal verir diyip öyle öğretiyormuş. Bilgi bilmez kişi o sözü alıp, yakına gidip, çok insan, öldün!( KTG-G-7)
- cesur olduğu için, Çine karşı on yedi defa savaştı. Kıtaya karşı yedi defa savaştı, Oğuza karşı beş defa savaştı. Onlarda müşaviri(TN2-G-5) - Kapgan Kağan yirmi yedi yaşında… orda… idi. Kapgan Kağan oturdu. Gece uyumadı,(TN2-D-1)
- o yere doğru gidersen, Türk milleti öleceksin! Ötüken yerine oturup kervan, kafile gönderirsen hiçbir sıkıntın yoktur. Ötüken ormanında oturursan ebediyen il tutarak oturacaksın. Türk milleti, tokluğun kıymetini bilmezsin. Açlık, tokluk düşünemezsin. Bir doysan açlığı düşünmezsin. Öyle olduğun(KTG-G-8)
- Türk Bilge Kağanı Türk Sir milletini, Oğuz milletini besleyip oturuyor.(TN2-K-4)
6
GENCAY - … Ötüken ormanından daha iyisi hiç yokmuş. İl tutacak yer Ötüken ormanı imiş. Bu yerde oturup Çin milleti ili (KTG-G-4)
- ipekliyi sıkıntısız öylece veriyor. Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırırmış. Yaklaştırıp, konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman düşünürmüş. İyi bilgili insanı, iyi cesur insanı yürütmezmiş. Bir insan yanılsa kabilesine, milletine, akrabasına kadar barındırmaz(BG-K-4)
- için, beslemiş olan kağanının sözünü almadan her yere gittin. Hep orda mahvoldun, yok edildin…(KTG-G-9) - …Ondan sonra küçük kardeşi büyük kardeşi gibi kılınmamış olacak, oğlu babası gibi kılınmamış olacak. Bilgisiz kağan oturmuştur, kötü kağan oturmuştur. Buyruku da bilgisizmiş tabii, kötü imiş tabii.( KTG-D-5)
- bilmez kişi o sözü alıp, yakına varıp, çok insan öldün! O yere doğru gidersen Türk milleti, öleceksin! Ötüken yerinde oturup kervan, kafile gönderirsen hiç sıkıntın yoktur. Ötüken ormanında oturursan ebediyen il tutarak oturacaksın. Türk milleti, tokuluğun kıymetini bilmezsin. Acıksan tokluk düşünmezsin. Bir doysan açlığı düşünmezsin. Öyle olduğun için beslemiş olan kağanının(BG-K-6)
- Beyleri, milleti ahenksiz olduğu için, Çin milleti hilekar ve sahtekar olduğu için, aldatıcı olduğu için, küçük kardeş ve büyük kardeşi birbirine düşürdüğü için, bey ve milleti karşılıklı çekiştirdiği için, Türk milleti il yaptığı ilini elden çıkarmıştır.( KTG-D-6)
- sözü almadan her yere gittin. Hep orda mahvoldun, yok edildin. Orda, geri kalanınla, her yere zayıflayarak ölerek yürüyordun…(BG-K-7)
- kılınmamış olacak, oğlu babası gibi kılınmamış olacak. Bilgisiz kağan oturmuştur, kötü kağan oturmuştur. Buyruku da bilgisizmiş tabii, kötü imiş tabii. Beyleri, milleti ahenksiz olduğu için, aldatıcı olduğu için, Çin milleti hilekar ve sahtekar olduğu için, küçük kardeş ve büyük kardeşi birbirine düşürdüğü için, bey ve milleti(BG-D-6)
d- Devlet görevlilerinin denetimleri
tayin
ve
- Dokuz Oğuz beyleri, milleti! Bu sözümü iyice işit, adamakıllı dinle: Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar, onun içindeki millet hep bana tabidir…(KTG-G-2)
- Türk milleti, ilini, töreni kim bozabilecekti? Türk milleti, vaz geç, pişman ol! Disiplinsizliğinden dolayı, beslemiş olan kağanına, hür ve müstakil iyi iline karşı kendin hata ettin, kötü hale soktun. Silahlı nereden gelip dağıtarak gönderdi? Mukaddes Ötüken ormanının milleti, gittin! Doğuya giden, gittin! Batıya,( BG-D-19)
- … Şimdiki Türk milleti, beyleri, bu zamanda itaat eden beyler olarak mı yanılacaksınız?( KTG-G-11) - … Buyruku yine bilgili imiş tabii, cesur imiş tabii. Beyleri de milleti de doğru imiş. Onun için ili öylece tutmuş tabii…(KTG-D3) 7
GENCAY - kahraman er bize hücum etmişti. Öyle bir zamanda pişman olup Kül Tigini az erle eriştirip gönderdik. Büyük savaş savaşmış… (KTG-D-40)
sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırırmış. Yaklaştırıp, konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman düşünürmüş.( KTG-G-5)
- idi. Kağan adını burda biz verdik Kız kardeşim prensesi verdik…(BG-D-17)
- ovasına konayım dersen, Türk milleti, öleceksin! Orda kötü kişi şöyle öğretiyormuş: Uzak ise kötü mal verir, yakın ise iyi mal verir diyip öyle öğretiyormuş. Bilgi bilmez kişi o sözü alıp, yakına gidip, çok insan, öldün!( KTG-G-7)
- sözümde yalan var mı? Türk beyleri, milleti, bunu işitin! Türk milletini toplayıp il tutacağını burda vurdum. Yanılıp öleceğini yine burda vurdum. Her ne sözüm varsa ebedi taşa vurdum. Ona bakarak bilin. Şimdiki Türk milleti, Beyleri, bu zamanda itaat eden beyler olarak mı yanılacaksınız? Babam (BG-K-8)
- ipekliyi sıkıntısız öylece veriyor. Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırırmış. Yaklaştırıp, konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman düşünürmüş. İyi bilgili insanı, iyi cesur insanı yürütmezmiş. Bir insan yanılsa kabilesine, milletine, akrabasına kadar barındırmaz(BG-K-4)
- Casusun sözü şöyle: Dokuz Oğuz milletinin üzerine kağan oturdu der. Çine doğru Ku’yu, generali göndermiş. Kıtaya doğru Tongra Esimi göndermiş, sözü şöyle göndermiş: Azıcık Türk milleti(TN1-G-2)
g- Hükümdarın Allah’a(tanrı olarak değiştirmekte fayda vardır) ve halka karşı sorumlulukları
- yürüyormuş; kağanı cesur imiş; müşaviri bilici imiş; o iki kişi var olursam seni, Çini öldürecek derim; doğuda Kıtayı öldürecek derim; beni, Oğuzu(TN1-G-3)
- diye, Türk milleti için gene uyumadım, gündüz oturmadım. Küçük kardeşim Kül Tigin ile, iki şad ile öle yite kazandım. Öyle kazanıp bütün milleti ateş, su kılmadım. Ben kendim kağan oturduğumda, her yere(KTG-D-27)
- kağanı kahraman imiş, müşaviri bilici imiş ne zaman bir şey olsa öldürecektir. (TN1-D-4) - gündüz oturmadı. Kızıl kanımı döktürerek, kara terimi koşturarak işi, gücü verdim hep. Uzun keşif kolunu yine gönderdim hep.(TN2-K-2)
f- Devletlerarası ilişkilerde uyulması gereken kurallar
- gitmiş olan millet öle yite, yaya olarak çıplak olarak dönüp geldi. Milleti besleyeyim diye, kuzeyde Oğuz kavmine doğru, doğuda Kıtay, Tatabı kavmine doğru, güneyden Çine doğru on iki defa büyük ordu sevk ettim, … savaştım. Ondan(KTG-D-28)
- anlaştım. Altını, gümüşü, ipeği ipekliyi sıkıntısız öylece veriyor. Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı
- Az milleti çok kıldım. Değerli illiden, değerli kağanlıdan daha iyi kıldım. Dört taraftaki milleti hep tabi kıldım, düşmansız
e- Beytülmal idaresi
8
GENCAY kıldım. Hep bana itaat etti. On yedi yaşımda Tanguta doğru ordu sevk ettim. Tangut milletini bozdum. Oğlunu, karısını, at sürüsünü, servetini orda aldım…(BG-D24)
- gitmiş olan millet öle yite, yaya olarak çıplak olarak dönüp geldi. Milleti besleyeyim diye, kuzeyde Oğuz kavmine doğru, doğuda Kıtay, Tatabı kavmine doğru, güneyden Çine doğru on iki defa büyük ordu sevk ettim,… savaştım. Ondan(KTG-D-28)
- gözle görülmeyen, kulakla işitilmeyen milletimi doğuda gün doğusuna, güneyde… batıda… Sarı altınını, beyaz gümüşünü, kenarlı ipeğini, ipekli kumaşını, binek atını, aygırını, kara samurunu,( BG-K-11)
- Türk milleti, ilini, töreni kim bozabilecekti? Türk milleti, vaz geç, pişman ol! Disiplinsizliğinden dolayı, beslemiş olan kağanına, hür ve müstakil iyi iline karşı kendin hata ettin, kötü hale soktun. Silahlı nereden gelip dağıtarak gönderdi? Mukaddes Ötüken ormanının milleti, gittin! Doğuya giden, gittin! Batıya,( BG-D-19)
- Mavi sincabını Türküme, milletime kazanı verdim… kedersiz kıldım. Üstte Tanrı kudretli… Türk beylerini, milletini(BG-K-12) …besleyin, zahmet çektirmeyin, incitmeyin!... benim Türk beylerim, Türk milletim,… kazanıp… bu…. Kağanından, bu beylerinden… soyundan ayrılmazsan, Türk milleti, (BG-K-12)
- geldi. Milleti besleyeyim diye kuzeyde Oğuz kavmine doğru; doğuda Kıtay, Tatabı kavmine doğru; güneyde Çine doğru on iki defa ordu sevk ettim… savaştım. Ondan sonra Tanrı buyurduğu için, devletim, kısmetim var olduğu için, ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli kıldım. Fakir milleti zengin kıldım.( BG-D23)
h- Devletin ayakta kalmasının temel şartları - … Amcam kağan oturarak Türk milletini tekrar tanzim etti, besledi. Fakiri zengin kıldı, azı çok kıldı.( KTG-D-16)
- Türk Bilge Kağanı Türk Sir milletini, Oğuz milletini besleyip oturuyor.(TN2-K-4)
- Yekün olarak yirmi beş defa ordu sevk etti, on üç defa savaştık. İlliyi ilsizleştirdik, kağanlıyı kağansızlaştırdık. Dizliye diz çöktürdük, başlıya baş eğdirdik. Türgiş Kağanı türkümüz, milletimiz idi…(KTG-D18)
6- Kut İnancı ve Orhun Abideleri Orhun abideleri ve siyaset arasındaki ilişkide bahsedilecek bir önemli konuda ‘’Kut İnancı’’dır. Kut sözcüğü, ‘’İlahi bir kaynaktan gelen rahmet, bereket’’9 olarak tanımlanmaktadır. Türk yöneticileri görevlerini Tanrı’dan aldıklarını ve ona karşı görevleri olduğu inancındadırlar. Durum böyle iken siyaset ile Tanrı hayatın her yanında ilişkilendirilmiş ve bu metinde de bolca bu konudan bahsedilmiştir. Bu bölümümüzde de
- diye, Türk milleti için gene uyumadım, gündüz oturmadım. Küçük kardeşim Kül Tigin ile, iki şad ile öle yite kazandım. Öyle kazanıp bütün milleti ateş, su kılmadım. Ben kendim kağan oturduğumda, her yere(KTG-D-27)
9
GENCAY abidelerdeki Kut İnancı ile ilgili kısımlar şu şekilde listelenecektir:
Az milleti çok kıldım. Değerli iliden, değerli kağanlıdan daha iyi kıldım. Dört taraftaki(KTG-D-29)
-… Tanrı buyurduğu için, kendim devletli olduğum üçün, kağan oturdum. Kağan oturup(KTG-G-9)
-Tanrı gibi Tanrı yaratmış Türk Bilge Kağanı sözüm: Babam Türk Bilge Kağanı… Sir, Dokuz Oğuz, İki Ediz çadırlı beyleri, milleti… Türk tanrısı(BG-D-1)
-…Ondan sonra küçük kardeşi büyük kardeşi gibi kılınmamış olacak, oğlu babası gibi kılınmamış olacak. Bilgisiz kağan oturmuştur, kötü kağan oturmuştur. Buyruku da bilgisizmiş tabii, kötü imiş tabii.( KTG-D-5)
-kılınmamış olacak, oğlu babası gibi kılınmamış olacak. Bilgisiz kağan oturmuştur, kötü kağan oturmuştur. Buyruku da bilgisizmiş tabii, kötü imiş tabii. Beyleri, milleti ahenksiz olduğu için, aldatıcı olduğu için, Çin milleti hilekar ve sahtekar olduğu için, küçük kardeş ve büyük kardeşi birbirine düşürdüğü için, bey ve milleti(BG-D-6)
-Yukarıda Türk tanrısı, Türk mukaddes yeri, suyu öyle tanzim etmiş. Türk milleti yok olmasın diye, millet olsun diye babam İltiriş Kağanı, annem İlbilge Hatunu göğün tepesinde tutup yukarı kaldırmış olacak. Babam kağan on yedi erle dışarı çıkmış. Dışarı(KTG-D-11)
-Türk Tanrısı, mukaddes yeri, suyu öyle tanzim etmiştir. Türk milleti yok olmasın diye, millet olsun diye, babam İltiriş kağanı, annem İlbilge Hatunu göğün tepesinden tutup yukarı kaldırmıştır…(BGD-10)
-… Tanrı kuvvet verdiği için babam kağanın askeri kurt gibi imiş, düşmanı koyun gibi imiş. Doğuya, batıya asker sevk edip toplamış, yığmış. Hepsi (KTG-D-12)
-inmiş. Toplanıp yetmiş er olmuş. Tanrı kuvvet verdiği için, babam kağanın askeri kurt gibi imiş düşmanı koyun gibi imiş.
-…Tanrı lütfettiği için illiyi ilsizleştirmiş, kağanlıyı kağansızlatmış, düşmanı tabi kılmış, dizliye diz çöktürmüş, başlıya baş eğdirmiş…( KTG-D-15)
-… Ondan sonra Tanrı buyurduğu için, devletim, kısmetim var olduğu için, ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli kıldım. Fakir milleti zengin kıldım.( BG-D-23)
-… Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye, babam kağanı, annem hatunu yükseltmiş olan tanrı, il veren Tanrı, Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye,(KTGD-25) -kendimi o Tanrı tabii…(KTG-D-26)
kağan
-Az milleti çok kıldım. Değerli illiden, değerli kağanlıdan daha iyi kıldım. Dört taraftaki milleti hep tabi kıldım, düşmansız kıldım. Hep bana itaat etti. On yedi yaşımda Tanguta doğru ordu sevk ettim. Tangut milletini bozdum. Oğlunu, karısını, at sürüsünü, servetini orda aldım. On sekiz yaşımda Altı Çun Soğdaka (BG-D-24)
oturttu
-sonra, Tanrı bağışlasın, devletim var olduğu için, kısmetim var olduğu için, ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli, fakir milleti zengin kıldım. 10
GENCAY -… Tanrı kuvvet verdiği mızrakladım,( BG-D-32)
için
orda
-hanını bırakıp teslim oldun. Teslim olduğun için Tanrı öldürmüştür. Türk milleti öldü, mahvoldu, yok oldu. Türk Siir milletinin yerinde(TN1-B-3)
-dağıttım. Tanrı bahşettiği için, ben kazandığım için Türk milleti kazanmıştır. Ben küçük kardeşimle beraber böyle başa geçip kazanmasam Türk milleti ölecekti, yok olacaktı. Türk beyleri, milleti, böyle düşünün, böyle bilin!...( BG-D-33)
-Oğuz geldi. Askeri üç bin imiş. Biz iki bin idik. Savaştık. Tanrı lütfetti, dağıttık… (TN1-G-9) -…Tanrı lütfettiği için, çok diye(TN2-B-5)
-evini barkını bozdum. Oğuz kavmi Dokuz Tatar ile toplanıp geldi. Aguda iki büyük savaş yaptım. Ordusunu bozdum. İlini orda aldım. Öyle kazanıp… Tanrı buyurduğu için otuz üç yaşımda… idi. Seçkin, muhterem, güç(BG-D-34)
-korkmadık, savaştık. Tarduş şadına kadar kovalayıp dağıttık. Kağanını tuttuk. Yabgusunu, şadını(TN2-B-6) Sonuç Bu yazımızda içerisinde birçok ilki barındıran Orhun Abidelerinin Türk tarihinin ilk siyasetnamesi olduğunu kanıtlamaya çalıştık.
-beslemiş olan, kahraman kağanına ihanet etti. Üstte Tanrı, mukaddes yer, su, amcam kağanın devleti kabul etmedi olacak…(BGD-35)
Bu yazıtlar içerisinde döneme ait birçok siyasi unsur sözkonusudur. KağanlarıN Tanrı’ya ve halka karşı sorumlulukları, geçmişte yapılan hataların tekrarlanmaması için öğütler, başarılı kağanlarda bulunan özellikler, dışişlerinde yapılan hataların hatırlatılması, devletin ayakta kalabilmesi için yapılması gereken işler bu unsurların başında gelmektedir. Yukarıda da alıntıladığımız bu unsurlar sözkonusu eserlerin siyasetname olduğunu kanıtlamaktadır.
-Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağanı, bu zamanda oturdum…(BG-K-1) -… Tanrı buyurduğu için, kendim devletli olduğum için kağan oturdum. Kağan oturup aç, fakir milleti hep toplattım. Fakir milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım. Yoksa bu(BG-K-7) -kağan, amcam kağan oturduğunda dört taraftaki milleti nasıl düzene sokmuş… Tanrı buyurduğu için kendim oturduğumda dört taraftaki milleti düzene soktum ve tertipledim… kıldım…(BG-K-9)
Günümüzde gerek sosyal hayatımızda gerekse okullarımızda ilk siyasetname ise Kutadgu Bilig olarak ifade edilmektedir. Bu ve bunun gibi birçok yanlışı düzeltmek Türk tarihi için oldukça önemlidir. Bu görev ise özellikle akademisyenlerimize düşmektedir.
-…Üstte Tanrı, altta yer bahşettiği için(BGK-10) -Türk milleti hanını bulmayıp Çinden ayrıldı, hanlandı. Hanını bırakıp Çine tekrar teslim oldu. Tanrı şöyle demiştir: Han verdim,( TN1-B-2)
11
GENCAY KAYNAKÇA
Doğu=D
* Örnek için bakınız: http://www.sosyalarastirmalar.com/cilt3 /sayi12pdf/turkdogan_melike.pdf
Batı=B (1)http://mebk12.meb.gov.tr/meb_iys_do syalar/06/13/962846/dosyalar/2013_02 /22041736_trkedebiyatndalkler.pdf erişim tarihi:14.02.2014
** Şüphesiz bu yazıtlar da birbirinden ayrı yerlerde ayrı zamanlarda ve ayrı kişilerce dikilmişlerdir. Ancak gerek bu zaman, yer ve kişilerin birbirine yakınlığı gerekse eserlerin aynı amaçlarla, aynı dil ve üslup ile yazılmış olması bizlere bu abideleri Orhun Abideleri adı ile bir bütün şeklinde inceleme fırsatı vermektedir.
(2) ADALIOĞLU, Hasan Hüseyin, “SiYASETNAME ”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), C. 37, s.305 (http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ pdf/c37/c370200.pdf) erişim tarihi:14.02.2014
*** Türkçe kaynaklar açısından Orhun Abidelerinin çözümünde iki önemli eser sözkonusudur. Bunlardan birincisi Prof. Dr. Muharrem ERGİN’in Orhun Abideleri adlı eseri, ikincisi de Prof. Dr. Talat TEKİN’in Orhon Yazıtları adlı eseridir. Bu iki çözümlerin anlamı açısından aynıdır. Sadece –başlıklarından da anlaşılacağı üzere- bazı kelime farklılıkları vardır. Bu nedenle iki kaliteli eser arasından herhangi birinin seçilmesi gerekli olmuş ve birincisi seçilmiştir.
(3) LEVEND, Agah Sırrı, ‘’SİYASETNAMELER’’s.168http://www.tdk.gov.tr/i mages/css/TDA/1962/1962_9_Levend.pd f) erişim tarihi:14.02.2014 (4)http://www.tdk.gov.tr/index.php?opti on=com_gts&view=gts erişim tarihi:14.02.2014 (5) ÖZBEK, Süleyman, ‘’SİYASETNÂME ÖZELLİKLERİ AÇISINDAN RÂHATÜ’SSUDÛR’UN DEĞERLENDİRMESİ’’ Sosyal Bilimler Dergisi, C9, S: 2 , s.149
ERGİN, Muharrem, ORHUN ABİDELERİ, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 2012
(6) TAŞAĞIL, Ahmet, ‘’GÖKTÜRKLER’’, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2012, s.301-307
****(KTG-G-3)=(Yazıtın adı-Yazıtın yönüYazıtın satır numarası)
(7) KIRPIK, Güray vd. ‘’TÜRK EĞİTİM TARİHİ’’ Otorite Yayınları, Ankara, 2012, s.21
Bilge Kağan=BG KÜL TEGİN=KTG
(8) ADALIOĞLU, a.g.e.,s305
TONYUKUK= TN1(Birinci taş)-TN2(İkinci taş)
(9)http://www.tdk.gov.tr/index.php?opti on=com_gts&view=gts erişim tarihi:14.02.2014
Kuzey=K Güney=G
12
GENCAY
DUMLUPINAR FACİASI Çağhan SARI 4 Nisan 1953 tarihinde Çanakkale Nara burnu açıklarında İsveç Bandıralı Naboland şilebi ile Dumlupınar denizaltımızın kazası saatler içerisinde tüm ülkeyi yasa boğdu. 81 deniz aslanı Çanakkale'de şahadete ulaştı. Yıllar sonra Dumlupınar için şiirler ve kitaplar yazıldı; belgeseller çekildi. Nisan sayısında Dumlupınar'ı bir kez daha hatırlamak vesilesi ile yazıyoruz.
ardından donanma ile ülkeye geldi. 19 Aralık'ta İstanbul boğazında amiral gemisi Yavuz'un top atışları altında denizaltının donanmaya katılma töreni tamamlandı. Ancak Dumlupınar denizaltısının makûs talihi yeni filosunda da devam etti. Dumlupınar'ın iki defa kanatlarının kaza geçirmesi ve daha önce Dumlupınar adını taşıyan İtalyan yapımı bir başka denizaltının da 1949'da kaza yapması uğur ve uğursuzluk inancının güçlü olduğu denizciler için düşünüldüğünde insanı müteessir eden bir başka detaydır. Gelelim Dumlupınar'ın herkesin yüreğini yakan son kazasına... 3 Nisan'ı 4 Nisan'a bağlayan gece, Dumlupınar ve I. İnönü denizaltılarımız Akdeniz'de gerçekleştirilen NATO tatbikatından dönüyordu. Dumlupınar'da Komodor Albay Hakkı Burak bulunduğu için önde giden denizaltıydı. Gemilerin son durağı Gölcük Denizaltı Komutanlığı Ana Üssüydü.
Dumlupınar denizaltısı Balao sınıfı olarak İkinci Dünya Savaşı yıllarında Amerika Birleşik Devletleri'nde yapıldı. 24 Nisan 1944 tarihinde USS Blower adıyla hizmete başladı. Newland denizaltı üssünden ayrılan Blower ilk cephe görevi için Panama'ya giderken bir devriye botuyla çarpışarak talihsiz bir başlangıç yapmıştır. Blower'in yara aldığı yer, yıllar sonra onun son yarasını alacağı yerdir. Savaş sonunda Amerika, yardım programı kapsamında 1950 yılında Blower denizaltısını ülkemize hibe etti. Adı Dumlupınar oldu. Dumlupınar'la beraber Amerika'nın hediye ettiği diğer denizaltıya da Çanakkale adı verildi. Denizaltı, Türk heyeti tarafından on haftalık bir eğitimin 13
GENCAY Çanakkale boğazında denizciler için en zor geçiş yeri Nara Burnu'ydu. Burası boğazın hem en dar noktasıydı hem de derinlik sağ kesimde 25 metreye kadar azalıyordu. Ayrıca sert kavisli olduğu için buradan geçerken gemiler çok dikkatli olmak zorunda idi. Boğazın bu en tehlikeli mevkisine yaklaşan Dumlupınar'ın bir diğer talihsizliği, iki gündür su altında tatbikat görevinde olan geminin mürettebatı çok yorgundu. Hava durumu ise sisli olduğundan görüş mesafesi çok kısalmıştı.
Çarpışma sonucu denizaltının santral dairesinde patlama meydana geldi. Manevra dairesinde yangın çıktı ve elektrikler kesildi. Patlamadan sağ kurtulanlar dairelerin içine kendilerini kilitlemek suretiyle hayatta kalmaya çalıştılar. Dumlupınar'da son ana kadar kurtulmayı bekleyen 22 denizci, geminin en arkasına, kıç torpido dairesine kendilerini attılar. Çarpışma sırasında güvertede olan sekiz denizciden ikisi, Naboland'ın pervanelerine kapılarak, bir başka denizci Şaban Mutlu da başını demire vurarak şehit oldu. Beş kişi Naboland'ın çabaları sonucu denizden çıkarıldı.
Nara Burnu'na Dumlupınar, saatte 9 mil hızla girerken, Çanakkale Boğazı’nın Ege'ye çıkışı istikametinde seyreden İsveç bandıralı Naboland şilebi 21 mil ile karşı yönden belirdi. Dumlupınar bu karşılaşmayı atlatmak için hızlı olmak zorundaydı, çünkü aralarındaki mesafe, kazadan kurtulanların tanıklığına göre 1300-1800 metre arasıydı. Önce vardiya amiri Hasan Yumuk, 'Sancak 15' talimatını verdi. Dumlupınar böylece Naboland'ın sol tarafına atlamayı, gerekirse karaya oturmayı böylece çarpışmaktan kurtulmak istediği anlaşılmaktadır. Ancak bu talimattan hemen sonra Süvari Yüzbaşı Komutan Sabri Çelebioğlu, 'Komuta bende. İskele alabanda' emrini verdi. Bu sefer denizaltı tam tersi istikamete yöneldi. Naboland'ın sağ tarafından atlayıp gitmeyi düşünüyordu. Denizaltı bu iki zıt emirle süre kaybetti. Son çare Çelebioğlu, 'Son yol tornistan' diyerek motorları gerisin geri çalıştırarak Naboland'ın önünden çekilmeyi denedi, ancak süre yetmedi. Naboland, -kuzey ülkesine ait bir gemi olmasının da talihsizliği- buzkıranıyla denizaltının baş torpido dairesinin sancak (ön sağ) tarafından çarptı.
Kazadan sonra derhal Gölcük Denizaltı Filosu Komutanlığı uyarıldı. Daha sonraki yıllarda 7. cumhurbaşkanı olacak Fahri Korutürk denizaltı filo komutanıydı. Hemen Gölcük muhribi ile Çanakkale'ye doğru yola çıktı. Eceabat'ta demirli olan Gümrük motoru yine haber üstüne kaza noktasına geldi. Kurtarılan beş denizciyi 14
GENCAY Çanakkale Devlet Hastanesi'ne götürdü. Sabah saatlerinde balıkçılar denizaltının battı şamandırasını buldular. Denizaltı batarken gövdesinden telefon kablosu bulunan bir şamandıra bırakarak, kurtarma işlemi için gerekli asansörün bağlanmasını sağlamakta idi. Saat 10 sularında Gümrük motorunun ikinci çarkçıbaşısı Selim Yoludüz, hemen ardından da I. İnönü denizaltısı ikinci komutanı Dumlupınar ile görüşme imkanı buldu. 22 denizciye moral verildi ve kurtarılmaları için sakin olmaları bildirildi. Denizciler ise 'vatan sağ olsun!' sözü ile karşılık verdiler.
sabahı Milli Savunma Bakanlığı, kazadan bu yana yedinci tebliğini de yayınlayarak kurtarma çalışmalarının netice vermediğini Türkiye'ye duyurdu. Başaran gemisi denize çelenk bırakarak şehitler için deniz üstünde bir tören düzenledi. Olayın ardından yıllarca süren yargılamalar sonucunda hatalı kumanda verdiği gerekçesiyle Sabri Çelebioğlu bir yıl sekiz ay hapis cezası aldı. Naboland gemisinin kaptanı ise 10 millik sürat hattını aşıp ölüm ve kazaya sebebiyet vermesi nedeniyle önce bir yıl hapis cezası verildi, ancak kurtarma çalışmalarındaki faydalığı ve iyi niyeti göz önüne alınıp cezası yarıya indirildi. Dumlupınar denizaltısının yürek burkan hikayesinin ardından donanmaya katılan üçüncü Dumlupınar'ın da önce Haydarpaşa önlerinde bir motorla, Çanakkale boğazı çıkışında da Rus bandıralı bir şileple çarpışması üzerine 1978 yılında hizmetten ayrılır ve bir daha hiçbir gemiye Dumlupınar adı verilmemiştir.
Kurtaran gemisinin gelmesi ile kurtarma çalışmaları başladı. Bu sırada Dumlupınar'ın son şanssızlığı yaşandı. Kurtarma çalışmaları sırasında, denizaltının battı şamandırası koptu ve aktı. Böylece dalgıçların denizaltıya ulaşmaları çok zorlaştı, çünkü Dumlupınar 91 metrede yatıyordu. Dalgıçlar en son 80 metreye kadar ulaşabildi ama bütün çalışmalar neticesiz kaldı. 72 saatin dolmasıyla ümitler kesildi ve 7 Nisan
15
GENCAY
LOZAN ANTLAŞMASI HAKKINDA BİR KİTAP Yavuz SAYGILI Gazi’nin de belirttiği üzere, asırlık hesapların görüldüğü Lozan Konferansı, yakın tarihimizin en önemli köşe taşlarından biridir. Ama ne yazık ki bu önemli konferans, istediğimiz sonuca ulaşmanın zor olmadığı, delegelerin sadece imza töreni için toplandığı şeklinde zihinlerimizde yer almaktadır. Hâlbuki Lozan, başlı başına bir mücadele, bir savaş, bir hesaplaşma, bir dönüm noktası, bir tarihtir. Üzerinde sayısız araştırma yapılabilecek, onlarca tez yazılabilecek genişlikte bir araştırma konusudur. Ülkemizin en büyük gazetelerinden biri olan Milliyet’in kurucularından Ali Naci Karacan da tarihe karşı olan sorumluluğunu yerine getirmiş, basın delegesi olarak katıldığı Lozan Konferansı hakkında yirmi yıl araştırma yaptıktan sonra, konferans hakkında kapsamlı bir eser hazırlamıştır.
Karacan’ın bahse konu olan eseri hakkında bir yazı hazırlamaya karar kıldım.[1] Elimdeki baskısında eser 576 sayfadan ibaret. İlk baskı için Başvekil Şükrü Saraçoğlu ve Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’in yazdığı sunuş yazıları, antlaşmanın orijinal nüshasından görüntüler, Nutuk’tan barış teklifleri hakkında alıntı, birkaç fotoğraf, 1914–22 arası değişen Türkiye haritası ve iki karikatüristin konferans hakkında mükemmel çizimleri mevcut. Şimdi ise kitapta ilgimi çeken bazı noktaları aktarırken konferans ve kitap hakkında naçizane kendi görüşlerimden bahsedeceğim. BARIŞIN ÖNEMİ Barışın bir an önce sağlanmasının taraflar için gerekliliğini şöyle sıralayabiliriz. Müttefikler Penceresinden: Ülkelerine ellerinde savaş ile dönmek istemiyorlar. Tüm dünya halkları gibi onların halkları da savaştan bıkmış durumda. Onlar da biliyor ki Türklerle çıkacak yeni bir savaşta dünya kamuoyu müttefikleri haksız görecektir. Bu duruma gelinmesinde İsmet Paşa ve heyetimizin fırsatını buldukça haklı davamızı dünyaya anlatma çabalarının katkısı yadsınamaz. Türkler penceresinden: sağlanmadığı her dakika yarışından geri kalıyoruz.
16
Barışın medeniyet İnkılâplar,
GENCAY kanunlar, gelişmeler ve ülkemizin imarı her gün gecikiyor.
Yunanistan’ı desteklemişlerdi ama biz, 1918’de bizi yenen İngiltere, Fransa, İtalya ve 1922’de yendiğimiz Yunanistan ile karşı karşıyaydık. Çözümü zor olan bütün meseleler hep üç müttefik devletleydi. Yeni bir savaş tehlikesi mağlup Yunanistan ile değil, dünyanın hâkimi İngiltere’yleydi. Bizim avantajımız ise, Sakarya ve Büyük Taarruz Zaferlerini bu ülkeye armağan eden kadrolar arkasında ölüme gitmeye razı bir ordu ve millete sahip olmamızdı.
LOZAN’I DEĞERLENDİRİRKEN En başta bilinmeli ki, Lozan sadece iki üç yılın meselelerinin çözüldüğü bir konferans değil. Şevket Süreyya Aydemir’in “Bu büyük hesaplaşmada Ankara, eski bir imparatorluğun bütün hesaplarının tasfiyesine muhatap tutuldu.’ tespitine hak vermemek mümkün değildir.[2]
LOZAN NEYİN MÜCADELESİYDİ? Unutulmamalıdır ki Lozan, Türklerin ve Türkiye’nin kendisini bütün dünyaya kabul ettirme savaşıydı. Ve asıl zaferimiz bu noktada idi. 13 Kasım’da başlayacak olan konferansı kendi programları için bir hafta erteleyen ama bunu Türk Heyetine bildirme zahmetine girişmeyen müttefikler, 9 ay sonra, ilk imza şerefini İsmet Paşa’ya layık görmüşlerdi. Bu, gönlümüzü okşayıp, bizim aleyhimize olan bir antlaşmayı imza etmemizi sağlayan bir oyun değil, tüm delegelerin, üyelerin, basın mensuplarının ve kamuoyunun İsmet Paşa ve Türk Heyetine duydukları saygının bir göstergesiydi. Lord Curzon’un Fransız başdelegesini çocuk gibi azarladığı bir ortamda İsmet Paşa kendisine saygı duyulmasını sağlamıştır. Böylesi bir kendini kabul ettirme ancak ve ancak haklı bir davanın yılmaz savunucusu, sağlam karakter sahibi İsmet Paşa’ya mahsus olsa gerekir.
Konferans değerlendirilirken bazı noktalar göz ardı edilmemelidir. Bir yanda altmış yaşında, İngiltere’nin en asil ve köklü ailesinden gelen, Kraldan daha soylu olduğunu vurgulayan, İngiltere diplomasisinin seçkin üyelerinden olan azılı bir kurt politikacı Lord Curzon of Kedlestone ve onun sözünden çıkmayan müttefik delegeleri, diğer yanda 39 yaşında bir Türk generali. Bir yanda sayısız konferans, toplantı, görüşme, pazarlık görmüş diploması üstatları, diğer yanda ilk sivil elbisesini Lozan yolunda sırtına geçiren İsmet Paşa. Müttefiklerin tecrübelerini göz ardı etmemek lazımdır.
Başta Lozan olmak üzere bütün dünya kamuoylarında müttefikler yoğun propaganda yapıyorlardı. İsmet Paşa’nın davamızı net ve akıl dolu söylemler ile savunması bütün havayı lehimize çeviriyordu.
Müttefikler açısından baktığımız zaman, biz Kurtuluş Savaşı’nda sadece Yunanistan’ı yenmiştik. Tüm müttefikler 17
GENCAY İsmet Paşa’nın onlarca görüşmede müttefiklerin türlü türlü tekliflerini ‘geleceğimizi rehin alamam’ diyerek reddetmesi, Paşa’nın uzun vadeli düşünmesinin sonucu, bugün ayağımızda bir bağ olmamasının nedenidir.
‘muzaffer Türk’ görmemişlerdi. gözünde ve dimağında Türkler, millet’ti. Önemli olan bu değiştirmek, asıl başarı bunu çevirmekti.
Onların ‘mağlup yargıyı tersine
Bu sebeplerledir ki Lozan, özelde maddeler açısından başarılı ya da başarısız olarak değerlendirilebilir. Ancak genelde Türk Milleti ve Devletini egemen güçler seviyesine kabul ettirmesi açısından parlak bir diplomatik başarıdır. Lozan’dan arta kalan sorunlarda her ne kadar Musul’u üzücü bir şekilde kaybetmiş olsak da Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Lozan’ı tamamlayan bir dış politika zaferidir. Lozan’ın Türk tarihi açısından ne kadar büyük ve önemli bir dönüm noktası olduğunu Times gazetesi de yayınladığı bir makalede vurgulamıştır.
BAŞARI MI, BAŞARISIZLIK MI? Bugüne kadar Lozan Antlaşması hakkında birçok kişi kesin galibiyet ile ağır mağlubiyet arasında değerlendirmelerde bulunmuştur. Bu konuda yapılan araştırmalar, varılan sonuçlar akademik olduğu seviyede değerlidir. Karşılıklı pazarlık usulünde geçen bir konferansın sonucunda tabi ki istediğimiz ve istemediğimiz maddeler olacaktır. Musul’un kaybı(kanaatimce bu süreç Lozan’ın devamıdır) başarısızlık olarak değerlendiriliyorsa kapitülasyonların kaldırılması ‘başarı’nın sözlük anlamı olmalıdır. Mazisi 400 yıla dayanan ayrıcalıkları birkaç ayda kaldırmak normal bir zaferin ve sıradan bir diplomasinin yapacağı iş değildir.
Sinir Harbi “… Sohbet ediyorlar, fakat belli ki konferanstan söz etmiyorlardı. Çünkü gülüşüyorlardı…”
Lozan ve Mudanya’dan önceki konferanslarda delegelerimiz yabancı delegeler karşısında söz bile söyleyemiyorlardı. Lozan’a her ne kadar zafer sonrası gitmiş olsak da İngiltereFransa-İtalya delegeleri 250 yıldır
Kitapta geçen bu cümleler bile konferansın gergin havası için bir örnektir. Dokuz ay süren konferansta, böylesi gergin, kasvetli, 18
GENCAY sinirli bir havaya dayanmak çelik gibi sinir, sarsılmaz azim ve yılmaz mücadele ister. Bütün delegelerin, uzmanların, basın mensuplarının kendisine saygı duymasını sağlayan İsmet Paşa, konferans boyunca sabır, mücadele, azim ve kararlılık dersi vermiştir. Müttefik delegelerin zaman zaman kendilerini kaybettiği noktalarda o hep akıllıca davranmıştır. Diğer meselelerin çoğunluğu çözüldükten sonra borçların ödeneceği para birimi tartışmalarında haftalarca süren sinir harbini İsmet Paşa öyle güzel yürütmüştür ki aralarından su sızmayan müttefikler birbirlerine düşmüşlerdir. Bir defasında İtalya ile Fransa arasında diplomatik bir kriz yaşanmıştır.
çeşitli uygulamaları her ne kadar rakip devlet olsa da muhatap konumunda olan bir devlete yapılmaması gereken nezaketsizliklerdir.
Şu küçük anekdot ise bizim aşina olduğumuz bazı şeylere İsviçrelilerin ne kadar yabancı olduğunu gösteriyor. “İlk kez bu akşam bir İsviçreli, İsviçre toprağında siyasi bir cinayet işlemiştir.”
Yazar bir başka kısımda Lozan’ın durumunu insanların sinirlerinin çekilip bırakıldığı bir jimnastik salonuna benzetmiştir.
BARIŞI GETİREN DEĞİŞİKLİK Mayasında tevazu ve alçakgönüllülük bulunmayan, kibrin ve kendini üstün görmenin vücut bulmuş hali olan Lord Curzon ve onun yaverleriymiş gibi davranan Fransız ve İtalyan başdelegeleri yerine ülkemizi, karakterimizi ve hassasiyetlerimizi bilen Sir Horace Rumbold, General Pelle ve Bay Montagna’nın ikinci dönem için atanması, genel çerçeveden baktığımızda barışın gelmesini sağlayan kilit noktaydı. İlk
LOZAN’DA BİR CİNAYET Kitaptan öğrendiğim yeni şeyler arasında beni en çok şaşırtan Rus delegesi Vorovski’nin öldürülmüş olması oldu. Delegelerinin kısmen ihmal sonucu öldürülmesinin yanında müttefiklerin Rusya’yı çağırmak istememesi, ikinci dönemde görüşmekten kaçınmaları, Vorovski’nin cenazesine katılmamaları, 19
GENCAY dönemdeki başdelegeler ile barışın sağlanması mümkün değildi. Bu değişiklik müttefik devletlerin Türkiye’yi ve Türkleri ikinci sınıf göremeyeceklerini anlayıp, eşit şartlarda bir barışa razı olduklarının ispatıdır.
“… Doğuda, hatalarımız yüzünden İngiltere’nin arkasına takılı bir devlet tesiri bırakmaya başladık. Bunun içindir ki Türkler bize önem verilmeye değmez bir toplum muamelesi yapıyorlar. İşte düzeltilmesi gereken başlıca hata budur. … ”
GÜZEL BİR TAKTİK İsmet Paşa ve heyetimiz genel olarak konferansta çok güzel bir taktik uygulamışlardır. Birinci dönemde davamızı akla, mantığa ve gerçeklere uygun şekilde savunmuşlardır. Bu kararlı savunma müttefikleri çoğu zaman çileden çıkarmıştır. Hiçbir zaman kendini kaybetmeyen temsilcilerimiz görüşmeleri başarıyla yürütmüştür. İkinci dönemde ise veremeyeceğimiz tavizler istemekten vazgeçen, kırmızı çizgilerimizi fark eden müttefiklere karşı dik bir duruş sergilenmiş, egemenliğimiz ve haklarımız kabul ettirilmiştir.
KISA KRONOLOJİ Konferansın seyri hakkında kısa kronoloji vermek istersek şöyle aktarımda bulunabiliriz.
bir bir
13 Kasım: Konferansın duyurulan başlama tarihi. Müttefikler keyfiyetlerine göre erteleme yapmış, heyetimize haber vermemişlerdi. İsmet Paşa, bu vaziyetin bir nezaketsizlik olduğunu ve böylesi durumlarda sessiz kalmayacağını ilk günden habercilere söylemiştir. Tüm dünya beklediğinden çok farklı karakterde Türklerle muhatap olacağını anlamıştır.
İngilizlerle olan meseleleri önce halledip, diğer müttefik devletleri İngiliz desteğinden mahrum bırakarak mümkün olduğu kadar iyi pazarlık etmişizdir. Pratiğe dökmek gerekirse, Fransa’nın borç senetleri için bütün sorunlarını çözmüş İngiltere savaşı göze almazdı. BÜYÜK DEVLET, KÖTÜ DİPLOMASİ, VAHİM SONUÇ!
20 Kasım: Konferansın törenle açılması. 4 Şubat: Müttefiklerin oldubittiye getirerek imzalatmak istedikleri, egemenliğimize aykırı bir antlaşmayı reddetmemiz üzerine müttefiklerin Lozan’ı terki, İsmet Paşa’nın Ankara’ya doğru yola çıkması ve konferansın kesintiye uğraması.
Konferansın birçok oturumunda Fransız heyeti, İngiltere’nin iddialarını onaylamaktan başka bir şey yapmamıştır. Koskoca Fransa’nın yanlış diplomasi yüzünden düştüğü durumu Fransız Journal gazetesi başka söze gerek bırakmadan anlatıyor:
20
GENCAY 23 Nisan: Konferansta ikinci dönemin başlaması.
alması, kaliteli bir araştırmanın ürünü olması dolayısıyla kitabın, konuyla ilgili bilgi sahibi olmak isteyenler tarafından okunması gerektiğini düşünüyorum. Kitaptaki bazı eksikleri burada zikretmek durumundayım. Bunlardan başlıcasın İsmet Paşa ile Ankara arasındaki telgraf trafiğinden çok az bahsedilmesi. Meseleler hakkında bütün inisiyatifin delegeler heyetinde olduğu kanısı okuyucuda oluşabilir. Paşa ve heyetimiz kendilerine yüklenen görevi büyük bir özveri ve başarıyla yerine getirmişlerdir. Tüm bunlar olurken Ankara'nın isminin çok az geçmesi, oynadığı rolden bahsedilmemesi biraz sırıtmaktadır.
17 Temmuz: İmza edilecek antlaşma üzerinde tam mutabakatın sağlanması. 4 Şubat teklifinin hemen hemen bütün maddeleri lehimizde değiştirilmişti. 5 ay önce bundan daha iyi bir antlaşma elde edemezsiniz diyen müttefikleri İsmet Paşa’nın getirdiği nokta takdir edilmelidir.
Bence tarihi olarak fevkalade öneme sahip olan bir telgrafı kitapta görmemek beni üzdü. Paşa'nın müttefiklere kabul ettirdiğini Ankara'nın yeterli görmediği, Ankara'nın isteklerini müttefiklere kabul ettiremediği zamanlardan birinde, imza için izin beklerken Ankara'ya çekilen şu telgraf çarpıcıdır:
24 Temmuz: Trablusgarp, I. ve II. Balkan, I. Dünya ve Kurtuluş Savaşları’nı ardı sıra yapmış, her birinde canını, malını, gücünü kaybetmesine rağmen sonuncusunda var gücüyle düşmana ağır bir darbe indirmiş olan aziz milletimiz ebedi barışa kavuşmuştu. Birbiri ardınca yapılacak inkılâpların önünde hiçbir engel kalmamıştı. Sıra ülkemizi imar etmeye; sağlık, eğitim, adalet vs. alanlarında düzenlemeler yapmaya gelmişti.
“Eğer hükümet kabul ettiğimiz şeyin kesin olarak reddinde direniyorsa, bunu bizim yapmaklığımıza imkân yoktur. Düşüne düşüne benim bulduğum yol, İstanbul’daki komiserlere tebligat yapıp, imza yetkisini bizden almaktır. Bu hal de gerçi bizim için dünya yüzünde görülmemiş bir skandal olur. Fakat vatanın yüksek menfaatleri şahsi düşüncelerin üstünde olduğundan, milli hükümet kanaatini uygular. Hükümetten teşekkür beklemiyoruz. İşlerimizin muhasebesi, millete ve tarihe bırakılmıştır.” [3]
KİTAP HAKKINDA Kitabın güzel ve eksik yanlarından bahsetmek gerekirse şu ayrıntıları sayabilirim. Konferansın bütün o sıkıcı diplomatik görüşmelerini, bitmek bilmez tartışmalarını akıcı bir roman üslubunda anlatmak her kalemin harcı değildir. Yazarın bunu yaparken de tarihi gerçeklerden, tarih yazıcılığından taviz vermemesi kitabı değerli kılan asıl noktadır. Konuyu kapsamlı bir şekilde ele 21
GENCAY kıyaslanmasıdır. Müttefikler I. Dünya Savaşı sonunda Almanya ile Versay, Osmanlı ile Sevr Barış Antlaşmaları'nı imzaladılar. Sevr bir milletin ölüm fermanıydı. Kabul edilesi değildi ve tabi ki kabul etmedik. Onurumuzu, ülkemizi, toprağımızı savunduk ama iki taraf da büyük acılar çekti. Kurtuluş Savaşı'nı savaş meraklısı değil özgürlük ve bağımsızlık sevdalısı olduğumuz için yaptık. Kurtuluş Savaşı, Sevr'in kaçınılmaz bir sonucuydu.
DEĞERLENDİRME Tarihi bir olay tek bir açıdan incelenmemelidir. Hem olayın tarihin akışına olan etkisi incelenmeli, hem de muadilleriyle kıyası yapılmalıdır. Lozan Barış Antlaşması şu yönlerden incelenebilir. Tarih sahnesine çıktığımızdan bu yana, bir asra yakın süre barış içerisinde yaşadığımız dönemler son derece azdır. Bu durumun sebebi gerek sürekli devlet yıkıp devlet kuran bir millet olmamız, gerek dünyanın en güzel coğrafyalarında yaşıyor olmamızdır. Tüm bunlarla birlikte bu durum ayrı bir araştırma konusudur. Lozan'dan bu yana geçen 87 yılda dünyanın kazanının kaynadığı Ortadoğu’da yaşamamıza rağmenherhangi bir devlet ile savaşa girmedik. Bu barış dönemini yaşamamızda, üzerine devlet kurduğumuz Lozan'ın ve barış sevdalısı liderlerimizin payı büyüktür. Lozan Antlaşması ve İsmet Paşa, bizi, bütün dünyanın birbirine saldırdığı II. Dünya Savaşı'ndan bile uzak tutmuştur. Lozan, milletimizi son büyük barış devresine sokmakla ne kadar büyük bir barış antlaşması olduğunu kanıtlamıştır.
Almanya ile imzalanan Versay Antlaşması Hitler'i, Hitler'in uygulamaları ise on milyonların hayatını kaybettiği II. Dünya Savaşı'nı doğurdu. Sevr Anadolu'yu, Versay tüm dünyayı yakarken, Lozan bir ülkeyi barışa kavuşturdu. Buradan, 'Tarafların egemenliğinin ve eşitliğinin kabul edilmediği bir barış, tarafları er geç savaşa sürükleyecektir.' sonucunu çıkarabiliriz. Ne mutlu ki Lozan, her bir noktası için amansız mücadele ederek, alnımızın akıyla kazandığımız onurlu bir barıştır. [1] Ali Naci Karacan, Lozan, Hazırlayan Hulusi Turgut, Ocak 2010, İstanbul, 576 sayfa, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. [2] Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, III. cilt, Şubat 2008, İstanbul, 95. sayfa, Remzi Kitapevi.
Atlanmaması gereken bir diğer nokta ise Lozan'ın kendisiyle aynı dönemde imzalanan barış antlaşmalarıyla
[3] adı geçen eser, s. 124
22
GENCAY
ÇOCUKTA EGO Dilek AKILLIOĞLU Her insanın içinde kullanmaya hazırladığı bir kuvvet vardır. Bu güç biyolojik, zihinsel-bilişsel gelişim ile ortaya çıkmaktadır. Bu gücün amacı ise bağımsızlıktır. Bağımsızlığı kendini yönetmek ve benliğini bilme dürtüsü olarak nitelendirirsek; asıl gaye, yönetimdir diyebiliriz.
yaptığı gibi çocuk gerçek dünyanın eşyalarını ele alır. Onlardan bambaşka bir dünya oluşturur. Hayata ait olan nesneleri oyunun içine öyle bir yerleştirir ki dünyanın hakikati ile oyun hayli yer değiştirir. Kapının dışındaki yeryüzü hakikati ile oyun sayesinde bağ kurmaya çalışmasının nedeni, o dönemde anne ve babasının veya büyüklerin onu tatmin edici şeyler söylemiyor olmasıdır. Sorduğu sorular karşısında ebeveynlerin verdiği yanıtlar tatmin edici değildir. Beyninde kurmaya çalıştığı dünya onların bu anlattıklarının yanından geçmez. Bu sebeple bağını oyun yöntemiyle kurmaya yönelir. Aslında küçük bedeniyle yapmaya çalıştığı şey; "Gerçekler hoşuna gitmiyorsa bunu değiştir." savıdır. Çözümü oyun ile yepyeni bir dünya kurmaktır. Haksız olduğu söylenemeyeceği gibi büyüdükçe karşılaşacağı gerçekler sebebi ile bu düşüncesine tam olarak büyükler destek vermeyecektir. Burada onları haklı yapan parantezlerden biri oyunlarının içerisine gerçek yeryüzünün motiflerini de yerleştiriyor olmalıdır. Belki büyüklerin yanıtları anlamlı değildir. Lakin oyunun içerisine çocukların anlamlı hale getirilmesi ile yerleşebilmektedir. Olmak istediği bireyi ya da bireyleri bu anlamalar aracığıyla oyunda taklit eder. Yanıtlarda bulamadığı anlamı oyunu sayesinde gerçekleştirir.
Kendini idare gücü, içe dönük olup aynı zamanda dış ile bağlantı kurmaya çalışan bir köprüdür. İnsan gelişiminde bu bağı sağlamlaştıran temel yöntemlerden biri oyundur. Frued'un ‘Sanat ve Sanatçılar Üzerine’ isimli eserinin çıkış noktasında oyun konusunda bahsettiği yargılar, aradaki köprüye örnek niteliğinde olabilir. Frued sanatsal yaratılar ile çocukluk dönemi arasında hısımlık kurmuştur. Sanatçının işini ciddi bir şekilde yerine getirmesi, çocuğun en ciddi işi olan oyunun büyümüş halidir. Tıpkı sanatçının 23
GENCAY
Çocuk kişilik doğduğunda id
İstediğini alır. Koşullanmayı sevmez. Ertelenmek istemez. Doğumunun 8. ayından itibaren id’sinin evrilmemesiyle ortaya ego çıkar. Çocuk egonun baskın olduğu bu dönemde gerçeklik ilkesini kendine uydurur. Oyununda gerçekleştirdiği ya da günlük yaşamında ulaştığı her isteği bu karar organı olan ego ile yerine getirir. Demek istediğim gerçekleştirmeyi hedeflediği her şeyi bu çağda elde eder. Bunu uzlaşma yoluna giderek yapar. Bu uzlaşmada oyunun etkisi bana kalırsa büyüktür.
gelişimi açısından kavramını karşılar.
24
GENCAY
EMPERYALİZMİN EĞİTİME UZANAN KOLU: YABANCI DİLLE EĞİTİM Ahmet Afşin KÜÇÜK DÜŞÜNCE VE DİL
çevre koşullarınca, ekonomik koşullarca, fiziksel ve toplumsal koşullarca belirlenen çerçeve içinde yapacağı özgür seçimler, bireyin kendi kendini oluşturması anlamına gelir.
18. yüzyılın büyük aydınlanma filozofu Immanuel Kant, şöyle diyor: “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. Sapere aude! (Düşünmeyi bil; düşünmekten korkma!) Aklını kendin kullanmak cesaretini göster.” (Aktaran: M. Sadık Aslankara, Adam Sanat, Mart 2001, s.89)
Dil, düşüncenin altyapısıdır. İnsan, bir dile sahip olmadan birey olamaz. Dili olmayan düşünemez, iletişim kuramaz. Dil, birey olmanın da koşuludur.
Aydınlanma, insanın tebaa olmaktan, kul olmaktan vatandaş olmaya, birey olmaya yöneldiği süreçtir. Birey olmak ise bağımsız düşünebilmekle, Kant’ın dediği gibi insanın kendi aklını kullanma cesaretini gösterip sorumluluğunu üstlenmesiyle gerçekleşebilir. Dil ile düşünce arasındaki ilişki çeşitli düşünürler ve bilim insanlarınca enine boyuna irdelenmiştir. Ben ancak benim dilimle düşünebilirim. Bu şu demektir: düşünürken ve iletişim kurarken kullandığım dil beni oluşturur. Başkasının diliyle düşünmeye çalışmak, doğrudan doğruya o başkasının düşünce çerçevesini, düşünce altyapısını benimsemek anlamına gelir. Bağımsız düşünce, bağımsız dil olmadan olmaz. Bağımsız düşünce, bireyin kendi aklıyla doğruyu aramasıdır. Bireyin kendi kendini oluşturmasıdır. Elbette
Eğitime gelince, tanımı hem kolay hem de zordur. Toplumsal davranış, kişilerarası iletişim, değerlere saygı, kültürlülük, çalışma disiplini, aşırı duyguları kontrol altına alma gibi konularda kişileri eleştirirken hemen eğitimden söz ederiz. Burada eğitim bir mihenk taşıdır. Prof. Ertürk’e göre; eğitim bireye istendik davranışlar kazandıran bir süreçtir. Türk vatandaşları, altı yaşından başlayarak Türk okullarında eğitim görürler. Bireyler konuşma, okuma, yazma, insanlara ve birbirlerine karşı saygı ve sevgiyi, yaşama bilgisini, toplum düzenini, matematiği, gelenek ve 25
GENCAY göreneklerle ulusal, kültürel, ahlaki, estetik ve toplumsal değerler ve değer yargılarını kendi tarihini, coğrafyasını, müziğini hep bu süreçte öğrenip bütün bunları ana dilinde, ana dilinin kavramları içerisinde, ana dilinin felsefesi ve bakış açısıyla algılarlar. Yaşantısındaki her olayda bunların etkisi, çağrışımı, alışkanlığı, kolaylığı ve yönlendirmesi vardır. Bireyin kişiliğinin gelişmesine yön veren onun ana dili ve kültürüdür. Kalıtımsal olarak getirdiği genlerin yanı sıra, ait olduğu toplumun dili, kültürü ve yukarda saydığım öteki öğeler, onun dünyayı anlayıp algılamasında, yaşam biçiminin seçimi, kararları, düşünceleri ve çalışma alanındaki başarı ya da başarısızlığında rol oynar. İşte böylesine bir bütün, bitmez bir kaynak, bireyin tüm bilişsel, duyuşsal ve işlevsel beceri dünyasını biçimliyor, besliyor, eğitilmesini sağlıyor ve onu toplumda vazgeçilmez ve değerli kılıyor: ana dili ve ayrılmaz bir parçası olduğu kültür. Dillerin anlam içerikleriyle parçası oldukları kültürlerin içerikleri arasında tam bir örtüşme ya da özdeşlik vardır. Dil kültürünün aynası onun simgelerle yansıtılmasıdır.
örgün eğitimin her aşamasında öğretilir. Ninni, türkü, şarkı, masal, mani, destan, şiir, öykü, roman, fıkra, tüm fen ve sosyal dersler, bilim kitapları, makaleler, oyunlar, konferans, dinleti, duygu ve düşüncelerimiz, sevinç, keder, öfke, kızgınlık, mutluluk, yorgunluk, üzüntü ağıt ifadeleri ve hatta küfürlerimiz bile bu dil ve kültürün içinde eğitimin malzemeleri arasındadır.
TÜRKİYE’DE YABANCI DİLLE EĞİTİMİN TARİHÇESİ Okullar Osmanlı İmparatorluğu’nda yabancı dil öğretimi genelde dini amaçlar ile örtüşmüştür. Eğitim boyutunda yabancı dil eğitimi çoğunlukla Arapça ve Farsça üzerine yoğunlaşmış; bu dillerin yapısal özellikleri üzerinde durularak bu dillerde oluşturulan yazılı eserlerin incelenmesi ön plana çıkmıştır. İmparatorluğun son dönemlerinde Batı karşısında alınan yenilgilerden sonra yenileşme çalışmaları başlamış, siyasi, ticari ve askeri açıdan Batı’yı yakalamak için yabancı dil öğretimi önem kazanmıştır.
Eğitim, dilimizi kullanarak kazandığımız bilginin yaşamda uygulanması, toplumca fark edilmesi, bireyin anlayış, davranış ve düşüncelerindeki olgunluk ve gelişme biçiminde görülür. Bu bilgi, görgü, gelenek ve kültür kalıpları aileden başlayarak
Batılılaşma çalışmaları çerçevesinde, Osmanlı İmparatorluğu 18.yy’nin ikinci yarısından itibaren yenileşme çalışmalarını hızlandırmıştır. Yeni okullar 26
GENCAY ve okullaşma, yenilikler için ön koşul olarak görülmüştür. Bu amaçla, reformlarla birlikte Batı tarzı devlet okulları ve özel okullar da ortaya çıkmıştır. Orta dereceli okulların programına yabancı dil, Tanzimat Fermanı’ndan sonra girdiğinden, Osmanlı İmparatorluğu’nda yabancı dil öğrenimi ve öğretiminin gelişmesi açısından Tanzimat Fermanı’nın etkisi oldukça büyüktür. Bu süreçte okullar ilk önce yabancılar tarafından açılmıştır ve çok iyi düzeyde yabancı dil eğitimi verilmeye çalışılmıştır. Yabancı dilin artan önemi üzerine özellikle İstanbul’da hem iyi düzeyde yabancı dil öğretecek hem de devletin sivil kadro ihtiyacını karşılayacak iyi düzeyde bir okul açılması için çalışmalar hızlanmış, bu amaçla kurulan bir okul, “Galatasaray Sultanisi” adıyla 1868’de Fransızca olarak eğitime başlamıştır (Demirel, 2003). İlk özel Türk Okulu olan Darüşşafaka 1873 yılında derslere başlamıştır. Darüşşafaka özellikle o dönemde matematik ve fen dersleriyle, Fransızca derslerinde diğer okullardan daha iyi olmakla ün kazanmıştır (Demircan, 1988).
mümkündür. Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk kurulan yüksek öğretim kurumlarında da yabancı dilde eğitim yapılmıştır. Mühendishane-i Bahrî-i Hümâyûn (1773), Mühendishane-i Berrî-i Hümâyûn (1795), Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye (1831) gibi okullarda, o günlerde okutulacak Türkçe ders kitabı ve bu dersleri verecek nitelikte Türk öğretim üyesi bulunmadığından, eğitim yabancı dilde sürdürülmüştür (Demircan, 1988; Akyüz, 1993). Cumhuriyet döneminde ise Orta Doğu Teknik Üniversitesini (ODTÜ) (1956), Robert Koleji ve daha sonraki adıyla Boğaziçi Üniversitesini (1957), Hacettepe ve Cerrahpaşa gibi bazı tıp fakültelerini ve tüm vakıf ve özel üniversitelerini yabancı dilde eğitim veren yüksek öğretim kurumları olarak nitelemek mümkündür. (Çelebi, 2006)
Cumhuriyet döneminde “Türk çocuklarını, yabancı bir dil öğrenmek için yabancı okullara gitmekten kurtarmak” (Demircan, 1988) amacıyla 31 Ocak 1928 tarihinde Türk Eğitim Derneği kurularak, 19281934 yılları arasında bugünkü TED koleji ortaya çıkmış, bu okul 1951 –1952 öğretim yılından sonra tamamen İngilizce eğitime geçmiştir. 1956 yıldan itibaren kolej adıyla (daha sonraki yıllarda da Anadolu Lisesi adıyla) ve deneme amacıyla yeni tür okullar açılmaya başlanmıştır (Demircan, 1988). Yüksek öğretimde de yabancı dilin ağırlığını görmek
Görüldüğü gibi batılılaşma ile birlikte okullaşma ve okullaşma ile birlikte yabancı dil eğitimi, eğitim-öğretim sistemimizin ayrılmaz bir parçası olmuştur. DİL GELİŞİMİ ÜZERİNE YABANCI DİLİN TESİRİ Hızlı bilimsel ve teknolojik ilerlemeye ayak uyduramayan, tembel ve dilini zenginleştirmeyen bir ulus kalıcı olamaz. 27
GENCAY Diğer bir deyişle dilimiz için şu atasözümüzü anımsamalıyız: “İşleyen demir ışıldar.” Yabancı terimler ancak Türkçe dil kurallarına uyan ve yeni türetilen sözcüklerle dilimize alınmalı ve dil zenginleştirilmelidir. Yabancı sözcükler moda, özenti, bilgiçlik taslama, tembellik, ihmal, anlaşılmazlığın getirmesi beklenilen saygınlık, zorunluluk adına bilim dilimize girmektedir. Zorunlu sözcüklere karşı Türkçelerini bulmayı görev edinerek ve anadilimize güvenerek onu zenginleştirmeli, saygı, sevgi ve doğrulukla kullanmalıyız. İngilizce’nin dilimizi işgal etmesi evrensel niteliğinden çok ekonomik ve siyasal nedenledir. Yoksa Türkiye’deki bazı bilim çevrelerinin ileri sürdüğü gibi İngilizce, kesinlikle evrensel bilim dili değildir. İngilizce’ye değin ilk yazılı belgelerin 7. yüzyıla, Türkçe’ye değin ise M.Ö. 2 bin yıla dönük olmasına karşın 1980 basımı sözlüklerde İngilizce’de 700 000 Türkçe’de ise ancak 70 000 sözcük bulunmaktadır. İlkokulu bitiren çocukların belleğine İngilizce konuşanlarda 70 000, Türkçe konuşanlarda ise ancak 7 000 sözcük yerleştirilebilmektedir. Türkçe ad ve eylem tabanları ile yapım işlevli ekler kullanılarak iki milyona yakın (teorik olarak sonsuza kadar) sözcük türetilmesinin olanaklı olduğu saptanmıştır. Anadilimizin bunca ihmali artık sona ermelidir!
Bilimle uğraşan bir kişi, “Ben konuşurum, yazarım; anlayan anlar” demek hakkına sahip değildir. Çalışmalarını özenle Türk dilini kullanarak, öncelikle halkına anlatabilmelidir. Dil yalnız bir araç değil kültürü de yaratan bir etkinlik olduğundan, dilimize sızan her yabancı sözcüğün, ait bulunduğu kültürü de taşıyarak gelmekte olduğunun bilinci içinde olmalıyız. Basın ve yayınımızda yer alan fal-astroloji, medyum kirlenmesinden basının üyeleri ve kendini aydın, okumuş kabul edenler kadar bilim insanları da sorumludur.
İngilizce’nin sözcük sayısına bakarak en zengin dil olduğunu savunmak, ülkelerin bilime katkılarını yalnız yayın sayıları ile değerlendirmekle aynıdır. Bilim insanının görevi yabancı dillere teslim olmak, onlardan sözcük çalmak değildir. Sözcük bilgisi sınırlarının aynı zamanda 28
GENCAY düşüncenin de sınırları olduğu bilincine vararak, gerekli sözcüklerin üretilmesine katkıda bulunmak, ana dilimizde düşünsel ortamda üretebilmeyi sağlayacak zenginliği kazandırmaya çalışmaktır.
olunamayacağını, okuma-yazmanın da dilsel gelişmenin itici gücü olduğunu bilen Atatürk, günümüzde din toplumunun yerine gelmiş bulunan sanayileşmiş ve bilgi toplumu ismi verilen küreselleşmenin pençesindeki Amerikan egemenliğindeki teknoloji ve Pazar ekonomisinin sömürgesi haline dönüşmekte olan Türkiye’ye çok önemli ilkeler bırakmıştır. Kendi yaşamının son yıllarında, Alman baskısından kaçan Yahudi kökenli biliminsanlarının Türkiye’ye kabul etmemekle kalmamış, onların bu ülkede görevli oldukları üçüncü yıldan itibaren derslerini Türkçe olarak vermelerini zorunlu kılmıştır.
Aydınlanma; insanın tebaa olmaktan, kul olmaktan vatandaş olmaya, birey olmaya yöneldiği süreçtir. Başkasının diliyle düşünmeye çalışmak, doğrudan o başkasının düşünce çerçevesini ve altyapısını benimsemek anlamına gelir. Bağımsız düşünce, bağımsız dil olmadan olmaz. Bağımsız düşünce bireyin aklıyla doğruyu aramasıdır. Bireyin kendi kendini oluşturmasıdır. Dil düşüncenin altyapısıdır. Günümüzde Kur’an’ın Türkçeleştirilmesine karşı çıkanlar, insanların dini kendi akıllarıyla yorumlamasına, anlamasına karşı çıkanlardır. Bilim dilini de anadilinde anlamayan bilim-insanı ve halk sırlarına ulaşamadığı bir bilimle sonuç getiremeyecek bir ilişkiye girer ancak. Yapabileceği, sadece başkalarının keşif ve icatlarını taklit etmekten ve kavramaya çalışmaktan öte değildir. Bir bilim-insanı için yabancı dil ile araştırma yapmak, beynin bir yarısını kullandığı o yabancı ülkenin insanlarına kiralamak ve kendi insanına yararlandırmamak anlamına gelmektedir. Ve bu nedenle ülkemizin bilim dünyasına pek de katkısı olamamaktadır.
Ulusal Dilin Önemi Öncelikle yabancı dillerin boyunduruğundan kurtularak Türkçe düşünmenin önemini anlamak, bir bilim dili arayışından kurtulmanın birinci şartıdır. Türkiye’de niçin Türkçe düşünmek önemlidir? Bir ülkenin vatandaşları, o ülkenin ulusal dilinde yetkinleşmezlerse bu, başta doğrudan doğruya o vatandaşların yaşam alanlarının kısıtlanmasına, ardından da o ülkenin dilsel, kültürel, politik ve ekonomik yönden ufalanarak yok olmasına yol açar. Ulusal dillerin korunması sorunsalı, doğrudan doğruya
Atatürk dil devrimiyle işte bu en önemli aydınlanma adımının da öncülüğünü yapmıştır. Toplumsal dille bireysel dili bir araya getirmiş, dahası Arap abecesi yerine Türkçe’ye daha uygun Latin abecesini getirerek okuma-yazma devrimini gerçekleştirmiştir. Dil olmadan birey 29
GENCAY ulusal ekonomilerin ve insan refahının korunması sorunsalından ayrılamaz. Örneğin; Fransa Akademisi, Fransız dilinin dünya çapında saygın konumunu korumak ve geliştirmek için her türlü çabayı gösterirken, ulusal ölçekte de dilin yabancı diller saldırılarına karşı korunması görevini üstlenmiş bulunmaktadır. Eğer bilimsel anlamda bir yabancı dilin evrenselliği kabul edildiğinde bilimsel etkinliklerimiz de üçüncü sınıf taklitçilikten kurtulamayacaktır. Peki, öyle olsa ne olur? Amerikalı, Avrupalı ya da Japon bilim adamları bütün sorunlarımızı çözmezler mi?
Bu Sümer ve Hitit uygarlıklarında da, Yunan ve Roma uygarlıklarında da, 9. ve 10. yüzyıl İslam uygarlığında da, Rönesans ve Aydınlanma Avrupası’nda da böyle olmuştur.
20. yüzyılın bilimsel ve teknolojik devrimi de tek tip düşüncelerle değil, bağımsız düşünmekten korkmayan aydınlık kafalarla gerçekleşmiştir. Eğer dünya bugünkü tek pazar, tek dil, tek tip insan egemenliğini aşamazsa bizleri (torunlarımızı) bekleyen çevre felaketleri, açlık, savaş, kitlesel yok oluş, uzun bir karanlık çağ olacaktır.
Tarih aksini gösteriyor. İnsan zenginliği, yaratıcılığı, bilim ve sanat, öyle tek tip insan topluluklarınca değil; aydınlık, düşünen bireylerin oluşturduğu toplumlarca doruklara taşınmıştır.
Başka bir deyişle, insan yaratıcılığı için, yeniden aydınlanma için, bağımsız düşünebilmek için ulusal dilimizde eğitime gereksinimimiz vardır.
30
GENCAY
31
GENCAY
HUKUK DEVLETİ GAYESİ VE DEMOKRASİ Pirali Çağrı ŞENSOY “Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten”
Fikir dünyamız, birbirine karıştırılmış mefhumlardan oluşan bir keşmekeş. Birbirine karıştırılan bu mefhumlarımızdan ikisi, hiç kuşkusuz: Demokrasi ve Hukuk’tur.
Demokrasi Teorisi”ne göre demokrasi yalnızca “halkın iktidarı” değil, aynı zamanda bu iktidarın kararlarını halkın istekleri doğrultusunda vermesidir. Bu anlamda demokrasi, Abraham Lincoln’ün ifadesiyle “halkın, halk tarafından, halk için yönetimidir.” Normatif Demokrasi Teorisi, demokrasi teorilerinin olanı değil, olması gerekeni olup “bütün güzellikler gibi dünyada uygulama alanı bulunmamaktadır”. Demokrasi üzerine geliştirilen ikinci teori ise “Ampirik Demokrasi Teorisi”dir. Ampirik demokrasiler, Normatif Demokrasiye yaklaşmakla muvaffak olan demokrasilerdir. Bu anlayışa göre bir devlete demokratik denilebilmesi için bazı şartların yerine getirilmiş olması yeterlidir. Bu şartlar; seçim serbestliği, birden çok siyasî partinin varlığı, muhalefetin iktidar olma şansı gibi şeylerdir.
Tüme varım için bu mefhumların ayrı ayrı izahlarını yaparsak: Yunanca “dimos” (cumhur, halk) kelimesi ile “kratos” (iktidar, egemenlik) kelimesinin evliliklerinden dünyaya gelen demokrasiyi “halkın iktidarı” olarak basitçe tanımlamak mümkündür.
O zaman denilebilir ki, ideal demokrasiye ulaşmak mümkün olmadığı için, bir kısım şartların hukukî temellere dayandırılması ve etkin siyasal makamların adil yapılan seçimlerle belirlenmesi dünyada var olan en ideal demokratik sistemi vücuda getirir. Buradan çıkarılabilecek bir netice de, demokratik bir sistemin uygulanabilmesi için adaletli bir iktidarın ve demokrasi
Demokrasi mefhumu üzerine Anayasa Hukukçuları tarafından geliştirilmiş iki “Demokrasi Teorisi” bulunmaktadır. Bu teorilerden ilki olan “Normatif 32
GENCAY bilincine sahip bir “dimos”un varlığının zorunluluğudur.
Yukarıda da izahatlarını yaptığımız üzere “Hukuk Devleti” ile “demokrasi” birbiriyle alakasız olmayan ve fakat birbirlerinin yerine de kullanılamayacak iki mefhumdur. İfade edilebilir ki, demokrasi Hukuk Devleti olma yolunda kullanılabilecek bir sistem, hukuk da Demokrasinin sağlam temeller üzerine oturup meyvelerini verebilmesini sağlayan şarttır.
Mefhumlarımızdan ikincisi olan Hukuk Devleti’ni muhakeme etmeden evvel, “Hukuk” kelimesi üzerinde duralım. Arapça “Hak” kelimesinin çoğulu olan “Hukuk” kelimesi “Haklar” manasına tekabül etmektedir. “Hak” kelimesi “Hukuk düzeni tarafından korunan, kullanılıp kullanılmaması sahibinin iradesine bırakılan menfaat ve tercihler” olarak ifade edilebileceğine göre, Hukuk bu menfaat ve tercihlere saygı gösterilmesini ve bunların korunmasını ifade etmektedir. O zaman mefhumlarımızdan ikincisi olan Hukuk Devleti’ni Anayasa Mahkemesi’nin bir kararındaki tanımlamasıyla şöyle ifade edelim: Hukuk devleti, “İnsan haklarına saygılı ve bu hakları koruyucu âdil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmekle kendisini yükümlü sayan, bütün işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlettir.”
Peki, bu kavramlardan hangisi amaçtır, hangisi araçtır?
Birçok Anayasa Hukukçusu Hukuk Devletini “Polis Devleti’nin karşıtı” olarak ifade eder. Bir şeyin ne olduğunu anlatmaktansa, ne olmadığını anlatmanın faydalı olduğu hususlarda kullanılan bu metoda göre Hukuk Devleti şöyle tanımlanabilir: “Kamunun refah ve selameti için, her türlü önlemi alabilen, bu amaçla kişilerin hak ve özgürlüklerine alabildiğine müdahale edebilen, onlara külfetler yükleyebilen ve fakat tüm bunları yaparken idaresi hukuka bağlı olmayan” polis devletinin zıddıdır.
Şüphesiz ki dünyada asıl olan insanın varlığı ve hürriyetlerdir. Bu sebepten hukuk kuralları ve kanunlar yorumlanırken Osmanlı Medenî Kanunu olan Mecellenin 9. maddesindeki “Sıfat-ı arızada aslolan ademdir.” (Bir şeyin sonradan eklenmesinde asıl olan yokluktur.) ilkesi geçerlidir. Bu maddeden de yola çıkarak denilebilir ki “yetkiler dar, hürriyetler geniş yorumlanır”. Demek ki, sıfat-ı arıza olan devlet karşısında,
İki mefhumu yeterince izah ettiğimizi zannederek, asıl mevzumuza dönmek istiyoruz. 33
GENCAY şahısların hürriyet yorumlanır.
ve
hakları
geniş
demokrasi böyle bir devlette varlığını ancak seçimden seçime gösterebilmektedir. Bu devlet, ampirik manada demokratik fakat bir polis devletidir. Nihayet Hitler ve Nazi Almanya’sı bunun güzel bir örneğidir.
Devletin varlık temellerini, Hüseyin Hatemî’nin şu ifadelerinde anlıyoruz: “Devlet diye –somut bireyler, gerçek kişiler gibi- bir varlık yoktur. Bireyin insan onurunu ve insan hakkını veren Tanrı’dır. Ancak; bireyin iradesi de özgür olduğu için, herkes birbirinin insan onuruna saygı göstermeyebilir. Hâbil’in karşısına Kabil çıkabilir. Bu sebepler; insan haklarını – doğuran değil- tanıyan, buna karşılık bir “ülke” üzerinde ‘Devlet’ adını verdiğimiz düzeni –tanıyan değil- doğuran bir sözleşmeye gerek vardır.” Böyle bir mecburiyetten “doğmuş” devlet karşısında kutsal olan ve sahip çıkılması gereken şahıstır ve şahsın haklarıdır. Dolayısıyla bir devletin demokratik olup olmamasından daha ziyade, bir devlette, şahısların hürriyetlerini hukukî (burada Hukukî derken pozitif Hukuk kurallarını değil evrensel olanı ve hatta ondan da öte ideal hukuku kast ediyoruz.) sınırlar çerçevesinde kullanabilmelerini ve insanların insan onuruna yaraşır bir hayat seviyesinde yaşamalarını arıyoruz. Her ne kadar demokratik olsalar da; insan hürriyetlerinin sınırlandırıldığı, insanların hayat standartlarının düşük olduğu ve hukukî güvenceleri olmadığı sistemleri istemiyor ve onlara karşı çıkıyoruz.
Bir devlet de düşünelim ki, yöneticileri halk tarafından seçilmemiş, hatta bunun tam zıddı olarak bir haneden halkı tarafından yönetilir olsun. Fakat bu devlette insan hakları ve hürriyetleri meşru çerçevede sınırlandırılmasın, devlet karşısında şahısların hakları savunulsun. Faraza ki, devlet başkanı hırsızlık yaptığında, aklanmak için iktidarını kullanamasın ve halkla aynı müeyyidelere tâbi tutulsun. İşte bu devlet ideal bir devlettir ve her insan bu devlette yaşamak ister. Kurduğumuz farazî devletlerden çıkan sonuç şudur ki, mühim olan iktidar sahiplerinin nasıl seçildiği değil, seçildikten sonra insan hak ve hürriyetlerine verdikleri değerdir. Ütopya kuracak olursak, ilk işimiz, devletimizin yöneticilerinin nasıl seçileceğini belirlemekten önce, insan hak ve hürriyetlerine saygılı bir sistem tesis etmek olacaktır. Maksat bu olduktan ve bu maksada erildikten sonra sistemin demokratik olup olmamasının da pek bir anlamı kalmayacaktır.
Bir devlet düşünsek ki, iktidarı düzenli aralıkla yapılan ve âdil olduğuna inanılan bir yöntemle halk tarafından seçilsin, fakat iktidarı eline aldıktan sonra insan haklarını ve hürriyetlerini askıya alsın. Böyle bir devlette yaşamayı herhalde istemeyiz. (Belki zalim olup ezen tarafta olmayı isteyenler de çıkacaktır.) Üstelik
Namık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi”yle başlamıştık, yine öyle bitirelim: “Ne mümkün zulm ile bidâd ile imhâ-yı hürriyet Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten”
34
GENCAY
NÖBETİ DE “KÜRT” MEHMET TUTSUN! Ahmet KANBUR göre yorumlarını ardı ardına dizelerken, BDP’li Sırrı Sakık meclis başkan vekilinden söz istedi ve kürsüye geldi.
Gecikmiş bir yazı... Bu başlığı ilk okuduğunuzda şaşırdığınıza eminim. Ben de ilk duyduğumda çok şaşırmıştım. Daha sonra şaşkınlığım yerini içimde hissettiğim acılara bıraktı. Hem de öyle acılar ki ne söylesem, ne anlatsam yetersiz. Hani der ya Fuzuli: "Söylesem Tesiri yok, Sussam Gönül Razı Değil " işte öyle bir hal.
İkindi
Konuşmasına beklendiği gibi yolsuzluk olaylarıyla başlayan vekil ( ! ), konuyu beklenmedik bir anda "Kürt Meselesine!" getirdi. Kürt çocuklarının sürekli ezildiğini hatta sömürüldüğünü anlattı. Zaten bu ülkede bir tek Kürt çocukları sömürülüyordu! Eziyet çeken, aşağılanan, hor görülen hep Kürtlerdi! Konuşmasına artan şiddetle devam eden vekil, konuyu sürekli dağıtıyor ve tabiri caiz ise daldan dala atlıyordu. Belki de bu yaptığı psikolojik bir harekattı. Ya da bilgisi o kadar... Bende yüzümde beliren tebessümler arasında sürekli dağılan konuları birleştirip bir bütün oluşturmaya çalışıyordum. Öyle ya, normal zekaya sahip bir insan için birbirinden bağımsız konuların toparlanması pek kolay olmuyordu. Daha sonra zorlandığımı fark ederek, not tutmak için içeriden kağıt kalem almaya gittim.
vaktiydi...
TBMM TV'yi açtım. Her zamanki gibi hararetli tartışmalar yaşanıyordu (son 12 yılda olduğu gibi). Yine bağrışmalar çağrışmalar içerisinde kürsüye bir vekil çıkıp, bir vekil iniyordu. Kürsüye her çıkan vekil, kendinden önce konuşan vekili eleştiriyor ve anlatılan konunun aksini ispatlamaya çalışıyordu. Tartışmalar olanca hararetiyle devam ederken, konu; "yolsuzluk olayları ve sonrasında gündemi bir hayli meşgul eden yeni HSYK düzenlemesine" geldi. Tabi konu Adalet (!) olunca, herkes bir anda "mülkün temeli benim" edasına bürünmeye başladı. Ne de olsa ülkemizde herkese göre bir adalet vardı! Her vekil kendi adalet anlayışına
Dedim ya konular olanca hızıyla değişiyor diye... 35
GENCAY toprakları bize vatan yapan Mehmetçiğimiz artık Kürt olmuştu. Böylece son yıllarda yitirdiğimiz değerlere bir yenisi daha eklenmişti. Aslında olacağı da buydu. Sen sahip çıkmazsan, savunacak değerlerinde işte böyle elinden uçup gidecekti. Anadolu'nun fethinden tutunda, büyük Türk kumandanı Selahattin Eyyübi'ya kadar olan bütün değerlerimiz bir kenara hiç bir değerin yitirilmesi beni bu kadar etkilememişti.
Kalem ve kâğıdı alıp geldiğimde BDP’li vekil yine farklı bir konunun derinliklerindeydi. Ancak bu seferki konu, öncekilerden çok daha fazla ilgimi çekmişti. Çünkü konu askerlikti ve vekil askerlerin yaşadıkları sıkıntılardan bahsediyordu. Gariban ailelerin çocuklarının askere gitmek zorunda olduğunu fakat zengin ailelerin çocuklarının para karşılığında bu zaruriyetten kurtulduğunu anlatıyordu. Bende bu konuşmalar esnasında son yıllarda yaşanılan süreçleri gözümün önünden geçirirken, bir anda vekilin meclis salonuna karşı yaptığı sert çıkışlarla kendime geldim. Vekil bağırarak bakan ve başbakan çocuklarının askerlik yapmadığını haykırıyordu. Yolsuzluk olayları da ayyuka çıkınca, anlaşılan sinirleri daha da gerilmişti.
Peki, bundan sonra... Ne yalan söyleyeyim, korkularım gittikçe artmaya başladı. Yarın bir gün Oğuz Kağan'ın Kürt olduğunu ve bizim inandığımız bütün değerlerin aslında Kürtler tarafından gerçekleştirildiğini ispatlamaya kalkarlarsa şaşırmayacağım. Çanakkale'de bizde vardık diyebilen bir zihniyetten beklenebilecek başka ne var ki! Bir Türk evladı olarak bize düşen, bu değerlerin savunulması ve gelecek nesillere aynı tazeliğiyle aktarılmasıdır. Her bir vatan evladının davasını müdafaa mecburiyeti doğmuştur ve vazifeye koyulmak için hiç bir şart beklenmemelidir.
Konuşma süresi gittikçe kısalıyor ve bu sebeple cümlelerini olanca hızıyla ardı ardına sıralıyordu. Kabinedeki bakan çocuklarının askerden kaçtıklarını söylerken, belki de tarihe geçecek bir cümle çıkıvermişti ağzından. Bir anda " sizin çocuklarınız zevk-i sefa içinde gezsin, diğer taraftan Kürt Mehmet nöbete " demişti. Bizim ülküsü için gözünü kırpmadan canını feda eden ve bu
Ne diyelim; Tanrı Türk'ü asıl şimdi korusun... Bu vesile ile 4 Nisan 1997 tarihinde ahirete göç eden cennet mekân Başbuğ'umuz Alparslan TÜRKEŞ beyefendiyi saygıyla anıyoruz. Ruhu şad, mekanı uçmağ olsun…
36
GENCAY
37
GENCAY
ANADİLDE EĞİTİM ÜZERİNE ODAKLANDIRILMIŞ BİR BÜYÜK PROJE Durmuş HOCAOĞLU çok yerde örtüşür. Yâni, Dil, kendisini en basit ihtiyaçlar düzleminden en yüksek beşerî faaliyetler düzlemine varıncaya dek, kesintisiz bir şekilde, bütün beşerî alanlarda ortaya koymaktadır. Bunu şu şekilde de ifâde edebiliriz: Dili bizzat ve bizâtihî "kendisi olarak" bir değer ve anlam ifâde etmez; zîra, O, kendisini aşan başka bâzı şeyler için vardır.
Girizgâh: Eğitim, Dil ve Siyâset Üzerine Türkiye'de son zamanlarda yaşadığımız çok dikkat çekici gelişmelerden birisi de hiç şüphesiz, "Eğitim" konusundadır. Ancak, burada sözünü etmiş olduğumuz Eğitim tartışmaları, daha iyi, daha yüksek kaliteli, daha yüksek seviyeli bir eğitim konusunda değil, bambaşka bir konuda odaklanmış bulunmaktadır: "Anadil'de Eğitim".
Şu hâlde, fazla teferruâta girişmeksizin diyebiliriz ki, "dil" ve "dil ile haklar"dan söz eden herkes, doğrudan ya da dolaylı olarak, şu veya bu şekilde, "siyâset" alanına girmiş olmaktadır. Zîra, nasıl ki "tek kişilik dil" diye bir vâkıa yoksa, yâni Dil mutlaka bir içtimâî hayatın mahsûlü ise, Siyâset de aynı şekilde bir içtimâî hayatın mahsûlüdür. Nasıl ki iki kişiden oluşan mikro bir cemiyette bile Dil doğarsa, yine aynı iki kişiden oluşan mikro bir cemiyette bile Siyâset doğar. O sebeple, burada, bu "siyâset" alanına girmek" ibâresi, mücerret planda menfî bir mânâda kullanılmış değildir: Siyâset Alanı'na girmek, yine hiç şüphesiz ki mücerret mânasıyla her insanın en tabiî hakkıdır; hatta bir adım daha atarak diyebiliriz ki vazîfesidir de. Çünkü Siyâset, insanların insanlar üzerine yaptığı bir ameliyedir; binâenaleyh, akıl bâliğ, reşîd ve hür insanların kendileri üzerine yapılan ameliyeler karşısında pasif ve muattal kalmaları ne câizdir ve ne de şâyân-ı tavsiye.
Türk kamuoyunu hegemonyası altında tutan gayri millî Medya'nın adetâ balıklamasına daldığı ve ateşli taraftarı kesildiği bu konu, zâhiren son derece mâsûm bir insânî hak talebini müdâfaa eder görünmektedir. Ama acaba hakîkat zâhirdeki gibi midir; diğer bir ifâdeyle, bu tartışmalarda gürültülü ve harâretli bir biçimde işlenen bu konunun zâhiri ile bâtını bir ve aynı mıdır? Daha da açıkça soracak olursak, acaba, "Ana Dil'de Eğitim" sloganı gerçekte ne anlama gelmektedir? *** Öncelikle bilmek gerektir ki, Dil bir ifâdedir; bir kişinin ve/ya bir toplumun kendisini tanıma, tanıtma, tanımlama ve dışlaştırma, kısacası "ifade" vâsıtasıdır. Fakat Dil ile ilgilenen herkesin bildiği bir başka ve mühim gerçek daha vardır: Dil, aynı zamanda siyâsetin de taşıyıcısıdır. Çünkü Siyâset de, başka türden bir ifâde ve dışlaştırmadır. Bu îtibarla Dil ve Siyâset 38
GENCAY Fakat Siyâset Alanı'na girmek, Siyâset'in bütün problemleriyle yüzyüze gelmek demek olduğu gibi, aynı zamanda, yeni problemler yaratmak demektir de.
birçok çatışmaları da birlikte sürükleyen, onları tetikleyen problemler ve çatışmalar doğuracaktır. Dil'in bu özelliği, O'nun mâsûm yüzünün altında duran muazzam gücünden ileri gelmektedir: Dil, kişilerin ve toplumların kendilerini ifâde ve dışlaştırmasının bir vâsıtası olduğu gibi, bunlarla birlikte ve bunları aşarak, siyâsî bir ifâde ve siyâsî bir dışlaştırmanın da vâsıtasıdır. Binâenaleyh, "farklı diller"e dayalı birçok talepler, bu "farklı diller"e müstenîd "farklı siyâsî talepler" demektir. Buradaki "farklılık" şâyet bir "kesişme"ye dönüşecek olursa, buradan da yine kaçınılamaz bir sûrette kesişen siyâsî talepler ve bu taleplerden mütevellîd çatışmalar da ortaya çıkacaktır.
İmdi: Her insanın, kimliğini (identity), kişiliğini (personality) ve kendiliğini (selfness) ifâde etmede (manifestation) kendisini dışlaştırmada (objectivation) muayyen bir dili (lisân; language) referans olarak almasının, salt mücerret nokta-i nazardan bakıldıkta tabiî hakkı olduğunu tartışma konusu hâline getiremeyiz; bu tabiî hak, "hürriyet"in kaçınılamaz bir sonucu olarak kabûl edilmelidir. Fakat işbu tabiî hak, mücerretler düzleminden müşahhaslar düzlemine taşınınca şekil değiştirmektedir. Evet, şekil değiştirmektedir; çünkü müşahhaslar planı "siyâset" demektir ve yukarıda da kısaca zikrettiğimiz veçhiyle, Siyâset Alanı'na girmek aynı zamanda problemler yaratmak demektir.
*** İmdi; uzunca bir müddetten beri Türkiye'de mütemâdiyen sıcak gündemde tutulan "ana dilde eğitim ve yayın" konularının işte bu çerçevede mütâlea edilmesi gerekmektedir. Zîra, söz konusu edilen husus, gerek zâtî mâhiyeti ve gerekse de bu teklifleri ileri sürünlerin sâbıkalı ve meşkûk hâlleri ve mâzîleri îtibâriyle saf ve mücerret bir mâsum talep olmanın çok ötesinde bir şey olduğunu en başında kör-kör parmağım gözüne dercesine ortaya sermektedir.
Bu söz konusu problemler, yerine göre, hayâtî ehemmiyeti hâiz çok ciddî boyutlara kadar ulaşabilecek problemlerdir. Çünkü Siyâset, mâhiyeti îcâbı, romantizme ve platonik fikirlere fazla tahammülü olmayan bir alandır; yine çünkü, O, Siyâset Alanı, esas olarak öncelikle ve behemehâl bir "menfaatler alanı"dır. Menfaat denince de hemen öne çıkan ilk şey, "menfaatler çatışması" olmaktadır. Yâni Siyâset Alanı, kaçınılamaz olarak, menfaatler çatışması yaratmaya müheyyâ be müstâid bir var-oluş alanıdır. Şu hâlde, Dil ile Siyâset Alanı'na girince, Dil'den kaynaklanan bütün problemler, işbu menfaatler çatışması alanın girmiş olacağı gibi kendisi de yeni ve diğer birçok şeyden radikal olarak farklı ve hattâ diğer
Nedir bu "saf ve mücerret bir mâsum talep olmayan şey" derseniz kısaca söyleyelim: Anadil'de eğitim ve benzeri talepler, ülkemizde "birden fazla halk" yaratmanın mâsûm görünüşlü talepleridir; tam anlamıyla bir "tehlikeli alâka"! Çünkü "birden fazla halk yaratmak" da kendisini aşan başka bir şeye yöneliktir; neye
39
GENCAY yönelik olduğunu bu yazıda perde-perde açacağız.
İmza sâhipleri arasında bulunan, Fransa'nın eski kültür bakanı Jack Lang tarafından "yüzyılın son önemli deklerasyonu" olarak nitelendirildiği belirtilen bu bildiride Türkiye'deki Kürtler ve Kürt ve/ya Güneydoğu sorununa temâs ediliyor - burada işbu 'sorun' maymuncuk (veya joker) kelimesini, ihtivâ ettiği karmakarışık anlamları dolayısıyla tercîh ettim - ve Kürtlerin Türkiye'den bir tek istediğinin bulunduğu belirtiliyordu: "Türkiye Cumhuriyeti'nin birliği içinde kendi dili ve kültürel kimliğiyle yaşayan özgür birer vatandaşı olabilmek. Kendi dili Kürtçe ile okuyup, yazıp, eğitim görebilmek. Özgün kültürel kimliğiyle yaşamak, çalışmak ve hizmet etmek." Zâhiren oldukça "soft ve light" olan bu mâsûm talebin arkasından, hakîkatin bâtınını pek de gizlemeye lüzum görmeyecek kadar pervâsızlaşmış, pamuk bandajlara sarılmış "hard ve heavy" bir gizli tehdit müstekreh bir şekilde sırıtmakta idi: "Şiddetle ne devletin Kürtleri Türkleştirmesi mümkündür, ne de Kürtlerin haklarına kavuşmaları"
Fakat bu talepleri gündeme taşıyan ve gündemde tutan kişileri başarıya götürecek olan en mühim husus, Türk Kamuoyu'nun zekâsına ve kavrayış gücüne karşı duydukları adetâ sınırsız güven duygusudur; müsbet değil menfî bir güven duygusu! Daha açıkçası: Türk Kamuoyu'nun, gözlerinin içine baka-baka uyutulabileceğine dâir peşîn bir hüküm. *** Aşağıdaki satırlarda, hiç de yeni ve orijinal olmayan bu gibi girişimler ve Türk Kamuoyu hakkındaki bu peşin hüküm hakkında, bundan yaklaşık ikibuçuk yıl önce Ayyıldız gazetesinde dört gün üstüste kaleme aldığım dört ayrı yazının günümüze göre bir miktar tevsi' ve yeniden tertîb edilmiş şeklini takdîm edeceğim.[*] Bölüm I: Mâsûm Bir Talep ve Türklerin Zekâ Testi Anadil'de Eğitim tartışmalarındaki uslûp, aslında hiç de yeni ve orijinal değil. Benzeri birçok girişim ve tartışmadan birisini de bundan takrîben ikibuçuk yıl kadar önce yaşamıştık. 1999 yılının ekim ayının ilk haftasında da, bir grup "Türkiyeli" ve "yabancı" (doğrusu "yabancı" yâni stranger değil "ecnebî" yânî foreigner olmalıdır) aydın ve yazar tarafından bir deklarasyon yayınlanmıştı. Altmış kadar imza sâhibinden "Türkiye'li" olanların da aslında "yabancı" (başka tür bir yabancı; "alien") olduğu bu deklarasyon üç aylık bir hazırlık çalışmasının ürünü idi ve listede hayli "ünlü" isimler mevcuttu.
İşte, bu dahi, bize, hakîkatin zâhiri ile bâtınının, yâni görünür veçhesi ile derinlerdeki asıl yüzünün nasıl olup neredeyse birbiri ile kâmilen alâkasız şekilde farklılaşabileceğini bil-bedâhe isbâta muktedirdir: Mes'ele aynıdır: "Gönül ne kahve ister ne kahvehâne / Gönül sohbet ister, kahve bahâne" diyen hikmetli darb-ı meselde ifâde edilmiş olduğu veçhiyle, gönül ne eğitim istemektedir ne de başka bir şey; gönül siyâsî talep arzetmektedir, eğitim-meğitim bahâne! Hattâ buna "arzetmek" demek dahi mes'eleyi idrâk etmenin uzağında durmaktan başka bir mânâ 40
GENCAY taşımayacaktır; akıllı beylerin yaptığı düpe-düz bir "siyâsî talep dayatması"dır. Çünkü, o zaman olduğu gibi bugün de uslûp aynıdır: "Ya talebimizi kabûl edersiniz, ya da..."
kurulmuş bulunmaktadır. Bu varsayıma göre: Bir: Türkler, konu "vatan" - Batı dillerinde bire-bir karşılığı bulunmayan bir terimdir bu - olunca çok sarp ve döğüşken olurlar; bu deli heriflerin elinden zorla toprak alınmaz; filvâkî, bilhassa İkinci Harp'ten sonra yumuşayıp ciddî bir recüliyyet krizine giren Evropa'da herhangi bir ülkenin başına musallat olsaydı on kere pes edip masaya oturacağı bir PKK belâsına bu adamlar bana mısın demiyorlar; ekonomilerini batırma bahâsına, fidan gençlerinin tâze bedenlerini gözünü kırpmadan toprağa serme bahâsına, Güneydoğu'nun tamâmını taşıyla toprağıyla satsak bu masrafa değer mi değmez mi diye hesap etmeden silâha silâhla karşılık veriyorlar; vur Allah vur iyi de vuruyorlar hani!. Aslında bu yolu tümden kapatmaksızın yine de açık tutmakta fayda var; meselâ ne olur ne olmaz, Türkiye'nin pek de şimdilik hiç görünürde olmayan büyük bir belâya dûçâr edilmesi - Afganistanlaştırılma gibi, Iraklaştırılma, Yugoslavlaştırılma gibi ve buna benzer belâlar - durumunda çok işe yarayacağı muhakkaktır; tarihte kaybettiğimiz toprakların büyük kısmı elimizden böyle çıkmadı mı nitekim; Bulgar'ın veya Yunan'ın haddine miydi Türk'ün pençesinden toprak koparmak!.. Onun için savaş baltalarını hepten toprağa gömmek yerine silip-temizleyerek, yağlayarak, hîn-i hâcette der-akab ellerin uzanıp kavrayacağı kadar yakın ve emniyet altında olacağı bir yerde bulundurmakta fayda var.
"Ya da ne?" Hele bir reddediniz, o zaman görürsünüz! Ama biz "şimdilik" kaydıyla bu "tehdit" faslını geçelim; zîra, hem başlı-başına ve ap-ayrı konudur ve hem de âsî Kürd'ün dişinin Kurd'a geçmediğini herkes bilmektedir; ama 'soft ve light talep' önemli; iki sebepten dolayı: Bir: Metod olarak önemli; zîra, tarihî tecrübe ile sâbittir ki, iyi hesaplanmış yumuşak talepler sert tehditlerden daha müessîrdir; hassaten Biz Türkler için. İki: Konu olarak da önemli; zîra, dile getirilen talep, hakîkat hâlde, zâtı îtibâriyle fevkalâde ciddî, espri ile uyutulabilecek, görmezlikten gelinemeyecek, çözmedikçe de kördüğüm olacak kadar ciddî bir konuya temas etmektedir. Evet, tehdit faslını geçelim ve hepimizin mâlûmu olan işbu talebe bakalım: "Anadil'de Eğitim", veya daha sahîh ismiyle "Kürtçe Eğitim" talebi. Bu talep, görünürde sâdece ve yalnız bundan ibâret; tabiî ki sâdece "şimdilik" kaydıyla.Metodun hârikulâdeliği de burada zâten: Sâdece şimdilik ve sâdece bu kadarcık! Doğrusu ince-elenip sık dokunarak tatbîkata konmaya baaşlanmış olan bu projenin hesâbı oldukça derin, zekî, ince bir hesaptır ve öyle görünüyor ki Biz Türkler'in iki hassasının varsayımı üzerine
Lâkin; bu ihtimâle de bu şekilde açık bir kapı bulundurmakla berâber şimdilik bir 41
GENCAY işe yaramayacağı için, Türklerin daha sağlam ve emîn netîceler almaya imkân veren ikinci özelliğine bakalım.
maksat Türkiye kurtulsun; öyle diyorlar vallahi..." ***
İki: Türkler ne kadar sarp ve döğüşken ise, bir o kadar da aptaldır; derin siyâsetten, ince işlerden anlamazlar. Türk'ten zor-u bâzu ile alamadığını yağ çekerek, tabasbus ederek, yaltaklanarak, hîle ve hud'a ile alırsın. Çünküler çünküsü, Türk "saf"tır, "ağa"dır, "bey"dir; O'na "ağam" de, "beyim" de, gözünün kaymağını ye; "ağam" de, "beyim" de, malını elinden al!
Acaba bu varsayımlar nice doğru? Aziz Nesin'den beri nedense Türkler'in aptallığı hayli mevzû edilir oldu. Yoksa farkında değiliz de, biz Türkler dışarıdan bakılınca hakîkaten aptal mı görünüyoruz? Bir durup tefekkür edelim. Buradan iki ihtimâl çıkar: Bir: Biz Türkler hakîkaten aptalızdır; imdi, eğer öyle ise, mahvolduk demektir; ama velâkin, aptal olsaydık aptal olduğumuzu anlayamazdık. O hâlde bu ihtimâlin doğru olmaması iktizâ eder.
İmdi: İşbu faraziyenin hesâbına nazaran, Türkler nasıl olsa "aptal" ya; "şimdilik ve sâdece bu kadarcık" bir mâsum talebin arkasından nelerin geleceğini anlayamaz. Bunun için konu "toprak" - yâni vatan olursa Türklerle sakın sert ve ağır (hard ve heavy), yâni dik-dik konuşma; yoksa adamların gözleri dönmeye başlıyor; yumuşak ve hafif (soft ve light) konuş ve şöyle de: "Ağam! Beyim! İki gözüm kör olup önüme aksın kötü bir niyetim varsa; ben sâdece ve şimdilik... /...hem de çok sevdiğim Türkiye'nin uygar dünyada hak ettiği yerini alması ve töhmet altında kalmaması için..." O zaman kuvvetle umulur ki bu aptal Türkler şöyle diyecektir: "Yâhû! Çok ağladı garîbim; verelim gitsin; n'olacak ki. Hem zâten adamlar da kötü niyetli değilmiş; Türkiye'nin iyiliği için bu işi yaptıklarına yemîn ediyorlar; üstelik Türkiye de bundan yıkılmazmış canım; üstelik, lâf aramızda, bizim kulağımıza da dediler ki, eğitim hakkı versen de ne olur; hiçbir Kürt, çocuğuna Kürtçe eğitim verdirmek istemezmiş; ya Türkçe ya da en iyisi İngilizce istermiş: Yok, yok! Bunda bir kötülük yok; adamların niyeti hâlis;
İki: Biz Türkler aptal değilizdir de dışarıdan öyle görünüyoruzdur; o zaman öyle görenler belki mahvolmuştur diyemeyebiliriz, ama salaktırlar ve ziyandadırlar diyebiliriz. Akıllı olup da dışarıya aptal görüntüsü vermek sâfî hakîkat ve hikmet nokta-i nazarından değilse de siyâseten daha efdâldir. Fakat fikrimce, bunlara şu ihtimâli de eklemek mümkün olsa gerektir: Biz Türkler aptal değiliz; amma "saf"ız ve dahi "ganî gönüllü"yüz. Saflığımız bugüne kadar çok kullanıldı, düpedüz istismâr edildi; ganî gönüllülüğümüz de öyle. Saflığımız da ganî gönüllülüğümüz de, kötülüğe ve hîle ve hud'aya pek bulaşmamış bir kültürden, Gladio (Şövalye; Alp) ve Imperium (Saltanat) kültüründen neş'et etmektedir. Hîle ve hud'a ise her türlü mel'anet ve habâsetin bağrında yeşermesine müsâit kötü bir vasat olan Vendetta (İntikam) kültüründen ve onun bir uzantısı olan "Eşkıyâ" kültüründen gelmektedir. Gladio 42
GENCAY kültüründen "asker ve ordu" çıkar, Vendetta kültüründen ise Eşkıyâ! Gladiatorlar devlet kurar ve hükmederler; Vendettorlar ise "eşkıyâ çetesi" kurarlar, hırsızlık, soygun, talan ve çapul yaparlar ve sürekli olarak da Gladiatorlar'dan sopa yerler ve mutlak büyük bir gücün - ki bu büyük güç de ekseriyetle bir Gladiator gücüdür - hâkimiyeti altında yaşarlar. Gladiatorlar, Fukuyama'nın tâbiri ile "tarihin sonu"na ulaşırlar, Vendettorlar ise tarihe gömülüp kalırlar. Gladiator'lar (Alp'ler) açık dövüşürler, güçlerine çok güvenirler ve bunun netîcesi olarak da pek ince hesap yapmazlar, yapamazlar; Vendettor'lar ise güç yetmezliğine binâen açık dövüş(e)mezler, yüzden ve cepheden değil arkadan dövüşürler, arkadan vururlar; yakalanınca da açık yüzlü ve açık dövüşen Gladiotor'un istismâra müsâit ganî gönlüne sığınırlar; onların önünde yerlere kapanmaktan hazer etmezler; çünkü Vendettor için haysiyet derûnî bir mânâ taşımaz.
diğer Türk İntelijansiyası ise, üzerindeki tezek kokusu beşyüz metreden burun direğini kıracak mertebede köylü olduğundan nâşî bu potansiyelin kaale alınmaya müstahak bir aktüel hâle tahavvülünü de uzunca bir müddet hesâba katmanın doğru olmayacağı kanâatindeyim. Bu zeyle "siyâset erbâbı"nı dâhil etmeye şimdilik niyetim yok; amma, asıl problemin, temizlenmesi asla mümkün olmayan, bütün kötülüklerin döl yatağı olan bu alanda olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. *** Şimdi konuyu biraz daha genişleterek tahlîl etmek üzere ikinci bölüme geçelim. Bölüm II: "Büyük Proje"nin Özlü Bir Tahlîli Şimdi bir kere daha ve vurgu ile ele almakta fayda var: Türkiye'de siyâsî etnikçilik hareketlerinin hemen-hemen bidâyetinden beri bir manivelâ gibi kullandığı ve üzerinde ısrarla durduğu en önemli konulardan başında geleni "Anadil'de Eğitim"dir.
Bence bu ihtimâli daha bir göz önünde tutmakta fayda var. Bu ihtimâllere bir de, çok muhtasaran, şu zeyli düşmek isterim: Adına "Türk İntelijansiyası" denen karmakarışık, amorf kitle, büyük kısmı îtibâriyle, aslında "Türk" nâmını taşımaya ehliyetli olmayan basit, sığ, birkısmı mâhiyet meçhûl, yüzünün büyük bölümü karanlıklara gömülü ve dahi çok müessîr bir kısmı da "suyun öte yakası"na âit olan bir gûnâ âdemler cemâatidir. Böyle bir gürûhtan, Türkiye'nin ve Türklerin hayrına olacak şeyler ummak nâfiledir.
Konu mücerret şekliyle ele alındığında sâfî bir insanlık hakkı olmaktadır; el-hak, öyledir de. Fakat siyâset nokta-i nazarından ele alındığında vazıyet tepeden tırnağa değişmektedir. Paradoksal ve/ya çatışkın yâhut çelişkin gibi görünen bu durum, Siyâset'in tabiatından ileri gelmektedir. Zîra, mükerreren belirtelim ki, Siyâset, mücerret, romantik, ideal bir zihnî egzersiz alanı değildir; Siyâset, bir hâkimiyetler ve menfâatlar çekişmesi alanıdır. Siyâset'in en ziyâde tenkîd ve
Böyle hayırların potansiyel olarak umulması mümkün ve muhtemel olan bir 43
GENCAY hattâ takbîh ve dahi tel'în edilen tarafı budur; bu tür ağır ithamların mücerret mânâda pek yersiz ve boş olduğu da söylenemez; ama ne yapalım ki Siyâset de budur. Siyâset, Hayat'ın bizzat kendisidir; Hayat ise Platon'un Semâvat'ta varolduğunu farzettiği ve Yer'de de bir benzerini inşâ etmeyi tahayyül ettiği İdeal Düzen ile hiç uyuşmakta değildir; Esâsen Platon'un kendisi dahi "İdeal" kavramını "en iyi" anlamında değil, "ulaşılamayacak kadar iyi, elde edilemeyecek kadar mükemmel" olarak târif etmektedir. Hayat budur; elde edilemeyecek kadar kusursuz olan değil, elde edilendir, elde edilenin kendisidir; o sebeple kusurludur, İyi'nin yanında Kötü de aynı hayâtın içinde birlikte mündemiçtir; Hayat, iyiliklerden ve kötülüklerden, çatışkılardan, çelişkilerden oluşur; Hayat aynı zamanda Kötülük'ün bütün tohumlarını da içinde taşır.
resmî dil ve ona bağlı olarak resmî eğitim dili fevkalâde büyük bir ehemmiyet kesbetmiş bulunmaktadır ki bu da şöyle özetlenebilir: Bir ülkede "resmî eğitim dili", başka hiçbirş ey değil, "hükümranlık sembolü"dür. Bu açıdan, bir ülkenin "resmî eğitim dili" ile "resmî dili" fonksiyonellik açısından özdeştir; tamâmiyle ve bire-bir özdeştir. Bu sebeple, resmî eğitim dili değişimi talebinde bulunmak, hükümranlık değişimi talebinde bulunmak demektir. Şimdi bu noktada gözleri asıl konuya çevirmeye başlamanın lâzım geldiğini ihtâr etmeliyiz: Türkiye'de siyâsî Kürtçülük cereyanının en başından beri yöneldiği ve bu açıdan çok ciddîye alınması şart olan büyük bir hedefi bulunmaktadır: Türkiye'yi, "iki dilli, iki halklı" bir ülke olarak önce fiîlen ve sonra da hukuken tescîl ettirmek: "Türk Dili ve Kürt Dili" ve "Türk Halkı ve Kürt Halkı". Bu büyük gayenin gerçekliğe taşınabilmesi için, en etkili silahların başında Kürtçe Eğitim'in tescîli gelmektedir; yâni, Kürt dilinde eğitim, sâdece bir paravanadır. Yoksa, bu teklîfi ileri sürenlerin kaahır ekseriyetinin maksadı bu dil ile gerçek bir eğitim yapılması değil, Türkiye'nin, iki dilli bir ülke olduğunun tescîl edilmesidir. Mükerreren ve vurgulayarak söylüyorum: Bu vazıyeti bir defa tescîl ettirdikten sonra, bir tek kişinin Kürtçe dilinde eğitim görmemesi dahi zerre kadar ehemmiyet taşımayacaktır; çünkü maksat bu değildir! Çünkü asıl maksat, azar-azar, safha, kademe-kademe geliştirilecek olan büyük bir projedir.
İmdi; Anadil'de Eğitim talebi, gayr-i kaabili içtinab bir sûrette bizi gerçekler dünyasına, Hayat'a Siyâset'e götürmektedir; çünkü böyle bir talep, Resmî Eğitim Dili konusuna müteveccihtir. Çünküler çünküsü, asıl hedefi odur. Resmî Eğitim Dili konusunu da sâfî mücerret bir düzlemde değil siyâsî düzlemde ele aldığımızda - ki öyle almalıyız - şu taş gibi katı ve sert gerçeklik ile karşılaşmakta olduğumuzu göreceğiz: Resmî Eğitim Dili, doğrudan-doğruya siyâsettir; Siyâset'in ta kendisi; hem de en radikal esaslarından birisi. Zîra, bütün zamanlar boyunca da ehemmiyetli olmakla berâber, bilhassa günümüz modern devlet modellerinin aslî şeklini oluşturan Ulus-Devlet ile birlikte,
Bu büyük projenin mîmarlarının - asıl mîmarların, yâni büyük patronların 44
GENCAY başkası olduğu kanâatindeyim; bizdeki taşeronların öyle büyük projelere soyunacak zekâ ve diğer kaabiliyetlerinin bulunduğunu düşünmüyorum bile Bouterweck'in bir felsefî prensip şeklinde ifâde ettiği şu siyâset kuralını çok iyi bildikleri anlaşılıyor: "Bir kamışı aşırı derecede bükerseniz kırılır; çok isteyen azı da bulamaz".
ciddîye almamanın ve sonra da daha keskin zekâ oyunlarının alâmetidir. 4. Safha'da sıra, Türkiye'nin ikili yapısının "de facto" (fiîlî) tescîlinin "de jura" (hukukî) tescîline gelecektir. En önemli safha budur ve muhtemelen şöyle olacaktır: Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nda çok köklü bir tâdilât yapılarak şu meâlde hükümler konacaktır:
***
1: Türkiye Cumhuriyeti, Türk ve Kürt halklarından oluşmuş bir devlettir.
Şâyet bu büyük projenin bu ilk safhası, İç Kamuoyu - yâni onların aptal telâkkî ettiği biz Türkler'in kamuoyu - ve "ricâl-i devlet" pasifize edilerek gerçekleştirilebilecek olursa, diğer safhalar çorap söküğü gibi kendiliğinden gelecektir.
2: Türkiye Cumhuriyeti'nin resmî dilleri Türkçe ve Kürtçe'dir. *** Hârika! Hakîkaten hârika!
Safahatı sıralayalım:
Efendiler; bu safhadan îtibâren, artık "Türkiye", "Türkiye" değildir; haberiniz olsun ve dahi geçmiş olsun! Zâten, kat'iyete yakın bir ihtimâl-i gaalibe ile birgün sıra onun adına ve bayrağına da gelecektir; buraya kadar getiren bu noktada bırakmaz; ama henüz vakit erkendir. Bouterweck'i hâtırlayınız: Kamışı kırmamak için onu sonuna kadar bükmemek gerektir. Bu metodun o kadar filozofça olmayan âmiyâne ismi "Salam Metodu"dur ki Salam'ın yenme şeklinden mülhemdir: Salam'ı bütün olarak birden ağzına atan, tıkanıp fücceten gidebilir; ol sebepten nâşî, dilimlemek evlâdır.
1. Safha, Kürtçe'nin eğitimde Türkçe'nin yanında ikinci resmî dil olarak tescîlidir; bu safha, bu büyük projenin giriş kapısıdır; 2. Safha'da sıra, Kürtçe'nin mahkemelerde Türkçe'nin yanında ikinci resmî dil olarak tescîline gelecektir; 3. Safha'da, ilk ikisinin tamamlanmış olması ile, Türkiye'nin Türkçe ve Kürtçe diye iki ayrı dil sâhibi olan Türk ve Kürt adlı iki ayrı halktan oluştuğu da "de facto" (fiîlen) tescîl edilmiş olacaktır. Artık Türkiye bir üniter ülke değildir, o iş bitmiştir. Zîra, iki dilli ve iki halklı bir ülkenin hâlâ "üniter" sıfatı ile muttasîf olduğunun iddia edilmesi abesle iştigalden başka bir şey olamaz. Bakmayınız siz bu zekâ küplerinin "ama biz Türkiye'nin üniter yapısının bozulmasına karşıyız, efendim" diyerek tatlı dille konuşmalarına; bu sözler önce biz Türklerin zekâsını
Bölüm III: "Büyük Proje"nin Final Safhası Bundan önceki bölümde çok ince hesaplara müstenîd bir "büyük proje"nin adım-adım yürütülecek ilk dört safhasını irdelemiştik. Şimdiki bundan sonraki safhaları ve finali ele alalım: 45
GENCAY 5. Safha'da sıra, 4. safhada söz konusu ettiğimiz Anayasa değişikliği ile dönülmesi çok zor ve hattâ imkânsız bir yola girmiş olan Türkiye'nin idârî (administratif) yapısının "üniter" (bütüncül) sistemden "federatif" sisteme tebdîl edilmesi olacaktır. Bu değişiklik dahi çok radikal olacağı için muhtemelen birden teşebbüs edilmeyecektir; bu dilim hâlâ boğaza takılabilecek kadar kalındır; biraz daha inceltmek lâzım gelmektedir. Evet, bu hâlâ, ağzına atanın ağzını ilelebed kapattırabilecek kadar kalın bir dilimdir; çünkü zâten Anayasa değişikliği ile çok radikal bir değişim sürecine adım atmış olmakla ciddî bir rahatsızlık ortamının husûle geleceği âşikâr olan Türkiye'de sert bir şekilde federatif sisteme geçiş şiddetli bir tepki doğurabilir; henüz hazım sıkıntısı çeken Türkler uyanıp "neler oluyor, yâhû" diyebilirler; bu sebebe binâen Türk kamuoyunun - artık bu ülkede bir önceki safhadan îtibâren birbirine zıt ve hattâ cepheleşmiş iki ayrı ve farklı kamuoyu bulunduğunu da içimize sindirecek kadar geniş mîdeli olmaklığımız gerekir - bir müddet daha zihin alıştırmasına ihtiyâcı vardır; damardan iğne yapılırken şırınganın birden boşaltılmaması gibidir bu. Ne gibi derseniz, meselâ, bir vakitler "Türkiye'nin federasyonu tartışmaya alışması lâzım" diyerek damardan ağırağır federasyon enjeksiyonu yapmaya kalkışan, bu bahtsız memleketin kaderine senelerce hükmedebilecek en tepeleri işgal etmiş, görülmemiş derecede vatan-perver bir hipnozcu ve iğneci "tonton amca" gibi.
Federal Cumhuriyeti"ne geçişin hukukî sürecinin şu şekilde olacağını tahmîn ediyorum: 1: Mahallî İdâreler Reformu yapılarak, Merkezî Sistem aşamalar hâlinde dağıtılacaktır. Bunun için bugün de tedâvüle sürülen çok kurnaz gerekçe(ler) özetle şu şekilde olacaktır: a: Türkiye'de merkezî idârenin gerçekten de rezâlet seviyesindeki hımbıllığı ve hantallığı çok ciddî ve haklı tutamakları da olabilen, ama arkasında başka hesaplar saklayan bir gerekçe olarak öne sürülecek, ve "yerinde yönetim" sloganı ile Türk Kamuoyu (eğer hâlâ öyle bir kamuoyu kalmışsa) ve Devlet pasifize edilecektir. b: Ayrıca, hepimizin gururunu okşayan ve bizleri sarhoş eden şu fikir ileri sürülecektir: "Türkiye o kadar büyüdü o kadar büyüdü ki, sormayın gitsin; bir dev oldu, dev! O, artık - bakınız hele zekânın mertebe ve derecesine - merkezden yönetilemeyecek kadar büyük bir güçtür." Merkez'den yönetilemeyecek kadar büyümüş bir "süper Türkiye" imajı! Nasıl; beğendiniz mi? Sanırım gururumuz kifâyet miktarınca okşanmıştır. Öyleyse artık bu kadar büyümüş, azmanlaşmış, yere-göğe sığmazlaşmış devlerin devi bir ülkenin bir nebzecik küçültülerek ekonomik boya indirilmesi gerektiğini siz de kabul edersiniz herhalde; devam edelim. 6: Mahallî İdâreler ile açılan yol, yavaşyavaş, adım-adım "federasyon"u tahakkuk ettirecektir; ama dikkat! Hâlâ adım-adım; burasını asla unutmamalıyız: Kamış hâlâ sert ve salam hâlâ kalın!
*** İmdi; üniter yapıdan federatif yapıya, "Türkiye Cumhuriyeti"nden "Türkiye
a: Bu federatif yapı ana hatlarıyla iki kısımdan oluşacaktır; Kürt Bölgeleri ve 46
GENCAY "diğerleri". "Kürt" adı ve "federasyon" sıfatı muhtemelen hiç zikredilmeyecektir; adın ne önemi var ki, birâder! Önemli olan "cisim"; "isim" dediğim sonradan da gelir; önce tosunumuz bir doğsun; isim babası, vaftiz babası, her ne ise mutlaka gelir Hind'den veya Yemen'den yâhut Evropa Birleşik Devletleri'nden.
c: Bütün bu süreçte ve bu müddet zarfında, müstakbel "Devlet-i Aliyye-yi Kürdistân"ın bağrından fışkıracağı federasyonlaştırma bölgeleri Merkezî Hükûmet'in - yani biz aptal Türklerin - sırtından ve kesesinden tosun gibi büyütülmeye devam edilecek; müstakbel Ebed-Müddet Büyük Kürdistan'ın bütün alt ve üst yapısı biz sivri zekâ Türklere hazırlatılacaktır. Meselâ, Büyük Kürdistan'ın bütün yolları, barajları yapılacak; sanâyii kurulacak; ilkokuldan üniversiteye dek bilumum eğitim kurumları te'sîs edilecek, hattâ müstakbel Kürt Ordusu yetiştirilecek ve şık bir hediye ambalajı içerisinde takdîm edilecektir. "Biz Türkiye'den şu kadar sene kopamayız" diyen dehhâş zekânın ne demek istediğini şimdi anlayabildiniz mi akıldâne Türkler! Siz hâlâ uyumaya ve "Vay be! Adamların bizden ayrılmaya niyeti yokmuş; demek ki aslında bizim içimiz-dışımız fesad!" demeye devam ediniz.
b: Olağan-üstü yetkilerle donatılmış Belediyeler, Federasyonlaşma sürecini adım-adım gerçekleştirecek olan motorlar olacaktır; müstakbel Kürdistan haritasında yer alan her belediye meclisi, resmî veya gayri resmî olarak bir "mahallî parlamento" olacaktır; işbu mahallî parlamentolar birer "mahallî hükûmet" teşkîl edecek ve Fâtih'in bir sığır derisinden koca bir Rumeli Hisârı çıkardığını anlatan menkîbede olduğu gibi, zaman içerisinde durmadan yetkileri ve güçleri büyüyecek olan bu mahallî yönetimlerle durdurulamaz bir süreç başlatılarak, "belediyeler"den "devlet" çıkarılacaktır. Artık "cihangîrâne bir devlet çıkardık bir aşîretten"deme zamanıdır. İlk önceleri muhtemelen bütünüyle "merkezî hükûmet" - behey akıllı Türkler; bu terimleri şimdiden içinize sindirmeye başlayınız, çünkü el'ân dahi kullanılmaktadır - yetkisinde ve emrinde olacak olan vergi tahsîlâtı, jandarma ve polis gibi dâhilî güvenlik kurumları, yine aynı "efendim, merkezden olmuyor" gerekçesi ile "mahallî hükûmet"lere bırakılacaktır; ağır-ağır; yavaş-yavaş! Kamışı fazla bükmeyiniz! Hem aslında olmuyor da canım! Kürd'ün başında Türk emniyetçisi olur mu? Dilleri birbirini tutmuyor ki!
7: Final sahnesine çok yaklaşmış bulunuyoruz: Türkler, artık yapabileceğini yapmış, verebileceğini vermiştir; sıra, adı ne olursa olsun, fiîlen federasyon olan bu yapının hukukî bir statüye kavuşturulması ve daha ileri bir aşama olan, "bağımsız devlet"e tahvîlidir. Bu da güzellikle olmazsa zorla olur: Bütün bu mahallî yönetimlerin parlamentoları olağan-üstü bir celse aktederek bütün dünyaya bir deklarasyon yayınlar ve nominal (adsal) federasyon - veya otonomi veya bağımsızlık - satütüsünden real (gerçek) federasyon - veya otonomi veya bağımsızlık - statüsüne geçtiklerini îlân ederler. Merkezî Hükûmet ve Merkezî Parlamento bunu kabul ederse ne alâ; değilse, buradan kavga, yâni iç-savaş çıkar. 47
GENCAY Amma velâkin; artık atı alan Üsküdar'ı geçmiştir: Bu deklarasyon ile tebliğ edilen hukukî statüyü tanıyacak kıyâmet kadar devlet vardır; Avrupa Birliği başta olmak üzere! Bu durumda Türkiye, kırk katır ile kırk satırdan birisini beğenmek zorunda kalacaktır. İşte Irak örneği; işte Yugoslavya örneği. Hangi kaya daha sertse git başını on vur! Zâten psikoloji ve ekonomik olarak omurgası ezilmiş bir Türkiye'nin yapacağı fazla bir şey de kalmış değildir.
yetiştirilmiş, saat gibi çalışan bir "Büyük Kürdistan"! *** Birkaç yıl sonra Kürt ve Türk devlet adamları bir araya gelerek birbirlerinin elini sıkabilir ve "kültürel ve tarihî ortak paydalar" mavalını anlatabilirler. *** Unutmadan eklemeliyim: Buna rağmen "Kürt Sorunu"nun bittiğini sanmayınız, ağalar. Bitmez; bitebilemez. Zîra, Büyük Kürdistan'ın hâricindeki Türk bölgelerinde kalan Kürtlerin hiçbirisi yerinden kımıldamayacaktır; İstanbul ya da Bursa, Balıkesir dururken Hakkâri'ye kim gider? Muhtemeldir ki, birçok yerde Kürt kantonları oluşturulacak ve biz bütün bu problemleri aynen ve daha şedîdâne yaşamaya devam edeceğiz; kolay mı; adamların arkasında artık bir de Büyük Kürdistan var.
*** Şimdi ise, bu azîm projenin noktayı koyacağı yeri, Biz Türklerin elinden, saflığımıza güvenerek yumuşak metodlarla toprak almanın, bir koyundan iki post çıkarırcasına bir devletten iki devlet, bir vatandan iki vatan çıkarmanın son safhasını, yâni "perde"nin nasıl indirileceğini görelim. Bölüm IV: ...ve "Perde"! Artık gerekli bütün zemîn, ahvâl ve şerâit bilâ noksan tahakkuk etmiştir; her şey hazırdır: Türkiye'nin doğum sancıları sona ermiş ve nur topu gibi bir Kürdistan peydahlamıştır.
*** Böyle bir projenin tahakkuk imkânı ve ihtimâli nedir? Bu imkân ve ihtimal, hiçbir zaman sıfır değildir; ama yüzde yüz olması da fevkalâde zordur.
Perde budur. Oyun sona ermiştir; herkes evine gidebilir.
Amma dikkat! Tarih bizlere, nice "fevkalâde" zorlukların tahakkuk ettiğini anlatmaktadır. Bu imkân ve ihtimâlin sıfır olmayacağını, siyâseti ve tarihi gündelik kaba algılamaların ötesine ve fevkıne yükselerek okuyabilen, basîret ve ferâset sâhibi herhangi bir kişi rahatlıkla görebilir. Öncelikle ve behemehâl, Tarih!
Öyle ise, muhteremler: Kendi ellerimizle kurduğumuz Büyük Kürdistan hayırlı olsun! Kürdistan da ne Kürdistan! Tarih boyunca hiçbir Kürd'ün adım atmamış olduğu Karadeniz'e, Akdeniz'e açılan; yetişmiş elemanı, yolu, garajı-barajı, sanâyii, her şeyi ile biz "ağa" Türklerin sırtından servetiyle ve kesesinden kurulmuş,
Tarih'in filozofça tetkiki, birbiriyle korelatif bir münâsebet içerisinde bulunan Modern Milliyetçilik akımları ve Ulus48
GENCAY Devlet'lerin, İmparatorluklar'ı tasfiye ettiğini göstermektedir; şimdi ise, MikroMilliyetçilik olarak da adlandırılan Etnikçilik akımları Ulus-Devletler'i tehdit etmektedir. Bilhassa, Türkiye gibi, UlusDevlet olma sürecini henüz kâmilen ikmâl edememiş ülkelerde bu tehdit çok daha ciddî bir mâhiyet arzetmektedir.
yolu başlatacak girişimlerden birisi, dilimizin döndüğünce anlatmaya çalıştığımız, toplumun tehlikeli bir şekilde heterojenleşmesinin motoru olacak olan "birden fazla dilde eğitim" talebinin kuvveden fiile çıkarılmasıdır. *** Türkler, Cumhuriyet tesis edilirken, Araplar ile olduğu gibi Kürtler ile de radikal bir biçimde ayrılmış olsalardı bu problemlerin hiçbirisi bugün yaşanmayacaktı; öylesi muhtemelen bilhasa Türkler için - çok faha hayırlı olacaktı. Kürtlerle olan birliktelik Biz Türkler'e hiçbirşey kazandırmış değildir; ama ne yapalım ki bir kere olan olmuştur; artık bu birliktelik bizim kaderimizdir.
Bir kere daha ve vurgulayarak belirtmeyi üzerime düşen bir görev telâkki ediyorum: Siyâset, evvelen bir hükümranlık alanıdır; sâniyen, romantizme, fantaziye asla tahammül etmeyen; cezâsı çok ağır olan, çok katı, çok sert, çok merhametsiz bir menfâatler çatışması alanıdır. Bu sebepledir ki, bir ülkede şâyet herhangi bir şekilde, birbirleriyle uyuşması, te'lif edilmesi mümkün olmayacak, bir "toplumsal sözleşme" hâline getirilemeyecek kadar derin zıtlıklar ve çatışmalara dayanan, birbiriyle yolları kesişen siyâsî menfâat farkılılaşmaları ve bununla râbıtalı olarak da aynı evsafta, birbiriyle yolları kesişen siyâsî hükümranlık alanları teşekkül edecek olursa, bu yol kesişmeleri, bu barışmaz, bu gayri kaabil-i te'lif (antagonistik) farklılaşmalar eninde sonunda kaçınılmaz bir ayrışmaya doğru gider ki bu ayrışmanın muhtemel versiyonları burada etüd edilemeyecek kadar geniş bir spektrum teşkil etmektedir: Dostça bir boşanmadan, en kanlı çatışmalara kadar uzayan geniş bir spektrum.
Fakat şu husûsa da dikkat edilmesini salık veririm: Bütün ayrımcılığa rağmen, Türkler ve Kürtler Cumhuriyet süresince halk tabanında bu birlikteliği daha da fazla pekiştirmişlerdir. Nitekim muhtelif sebeplerle ve muhtelif şekillerde, her ikisi de birbiriyle çok fazla iç-içe girmiş bulunmaktadır. Türk-Kürt evliliği ile oluşan aile sayısının milyonu aşmış olması; gırtlağına kadar hıyânete batmış hâin veya saf gaafillerin Kürdistan dedikleri bölgelerden Türklerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere doğru, tamâmiyle irâdî ve gönüllü olarak yapılan göçler; karşılıklı olarak te'sis edilen iş ve komşuluk münâsebetleri iyi okunmalı ve ham hayâller peşinde koşulmamalıdır. Ben bu tabloyu şöyle okuyorum: Bu evlilikleri yapanlar, "biz biriz" diyorlar ve dahi bu göçü yapanlar "Türkiye'nin her yeri bizim için aynı derecede vatandır" diyorlar.
Şu hâlde, öncelikle yapılması mutlak îcap eden şey, yolların kesişmesine sebebiyet verecek disosasyonlardan (çözülmeler) uzak durmak olmalıdır. Toplumda böyle bir çözülmeye ve bir daha te'lifi mümkün olmayacak derece kutuplaşmalara giden 49
GENCAY Kezâ, daha başka birkaç yerde ve daha mufassalan yazmış olduğum gibi, Türkiye'nin tabiî gelişim sürecinin toplumsal bir homojenleşmeye ve entegrasyona doğru yürüdüğünü ve bu îtibarla, Türkiye Kürtleri'nin büyük kısmının "Sosyolojik Türk" olduğunu dahi söyleyebilirim.
Devlet'i ve Vatan'ı müdâfaa etmek için her şey câizdir, mübahtır ve meşrûdur. Ve dahi bilinmelidir ki, "her şey" demek "her şey" demektir. Türk Yurdu Dergisi / Sayı: 176 (537), Nisan 2002
Bu iyi bir gidiştir; iyi bir fırsattır. Tarihin bize sunduğu bu fırsat iyi değerlendirilmeli, birtakım uçuk-kaçık ve mâhiyeti karanlık entel makulesinin kışkırtıcı fantazileriyle zihinlerin iğfal edilmesine izin verilmemeli, mikromilliyetçiliklere, daha sahih bir deyimle, Kürt etnikçiliği'ne îtibâr edilmemelidir.
[*] Bu yazılar ve yayın tarihleri şöyledir: 1: "Bir Deklarasyon veya Türklerin Zekâ Testi"., Ayyıldız., 18 Ekim 1999, Pazartesi., Sayfa: 09 2: "Bir Büyük Projenin Tahlili"., Ayyıldız., 19 Ekim 1999, Salı., Sayfa: 09
Akıllar başlara devşirilmeli ve kimin adamı olduğu meçhul karanlık eşhâsa yüz ve prim verilmemelidir.
3: "Bir Büyük Projenin Final Safhası"., Ayyıldız., 20 Ekim 1999, Çarşamba., Sayfa: 09
Aksi takdirde, ne sosyolojik Türkleşme, ne evlilik ve ne de başka hiçbir şey, etnikçiliğin açtığı yarayı kapatmaya kifâyet edebilir.
4: "...ve "Perde"!"., Ayyıldız., 21 Ekim 1999, Perşembe., Sayfa: 09
Aksi takdirde, "Siyon Protokolleri"nde yazdığı gibi, kan gövdeyi götürür; kardeş, kardeşin kılıcıyla düşer. Bu kan denizinde kimin boğulacağını da herkes çok iyi bilir.
50
GENCAY
51
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ GENÇLİK SEMİNERLERİ 15 Şubat 2014 Konu: Araştırma Geliştirme Yöntemleri ve Bilimsel Yöntemler Nelerdir? Nasıl fikir inşa edilir? Hangi basamaklar kullanılır?
Bilgiyi elde etmenin çeşitli yöntemleri vardır. 3.1) Kehanet: Bilgiyi elde etme yöntemlerinden biri bilgiyi kehanetlere dayandırmaktır. Kehanet “Ben anamdan şöyle duydum.” İfadeleriyle başlayan nesilden nesle sözlü gelenek içerisinde aktarılan ifadelerdir. Kehanetler kainatı anlama ve yorumlama biçimidir. “Dünya öküzün boynuzları üzerindedir. Öküzün başına sinek konar da öküz başını sallarsa Dünya’da deprem olur.
Hoca: Prof. Dr. İskender Öksüz Derleyen: Açelya Oğuz 1) Bilim Nedir? Bilim, tabiat hakkında bilgi ve onu edinmenin metodudur. 2) Tabiat Nedir? Tabiat, canlı ve cansız varlıkların tamamı olarak tarif edilir. Kapsayıcılık açısından incelendiği zaman ise çeşitli gruplara ayrılabilir: fiziki tabiat (doğa), insan tabiatı (psikoloji, tıp), ekonomi vb.
3.2) Felsefecilere Göre Bilgiyi Edinme Yöntemleri: Yunan epistemolojisine göre “Bütün bilgiler bizde ezelden beri vardı. Yapılacak olan tek şey onu ortaya çıkarmaktır. Bu tanım geometri, matematik gibi bilimlerde geçerli iken sosyal bilimlerde etkisini kaybeder. Yunan felsefecilerinden Aristo ve Eflatun bu konu üzerine eğilmişlerdir. Bunların dışında İslamî gelenekte yetişmiş
3) Bilim Ne İşe Yarar? Bilimin gayesi geleceği tahmin etmektir. Bilimin tasvir ve anlama tarafı da vardır. Bilim teknolojiyi doğurur. 52
GENCAY felsefecilerde bilgiyi edinme yolunda farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Farabi’ye göre asıl olan felsefedir. Bilgi aktarımında felsefe kitleler tarafından kabul görülememe ihtimaline karşı bilgiyi din ile temellendirir.
Geçim kaynakları toprağa dayalı olduğu için kişilerin hayatlarını idame ettirmesi Nil nehrinin taşkınlarına bağlıydı. Bu taşma süreleri gökbilimiyle öğrenilirdi. Tüccarlar ise yön tayinininde kullanmışlardır gök cisimlerini. Açık denizlere açılan tüccarlar gök cisimlerinin durumuna göre yön tayin etmişlerdir. Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi Osmanlı alimleri ise gözlem ve dini metinleri kullanarak evreni tasavvur etmişlerdir.
4) Tabiat Bilgisi Nereden Elde Edilir? Tabiat bilgisini elde etmenin üç yolu vardır. Bunlar icat etmek, kutsal metinlerden çıkarım yapmak, ilham alındığını söylemek. Felsefecilerin izlediği bilgi edinme yöntemi icat etmek, din adamlarının yöntemi kutsal metinlere dayandırmak, pir veya dervişlerin yaptıkları ise ilhama dayandırmaktır. Tabiata dair bilgi daha çok günlük pratiklere dayanır. Çorbaya sinek düştüğü zaman çıkarılıp diğer kanadı da çorbaya batırılır. Bu sinek eğer zehirli ise panzehrini diğer kanadından aktarmak için yapılır. Başka bir pratik ise hurmanın iki tane yenmesinin tek yenmesine nazaran daha faydalı olmasıdır. Tabiat ilimlerinden biri olarak kabul edilen Gökbilimi üzerine ise ilkel dönemlerden günümüz modern toplumuna kadar çalışmalar yürütülmüştür. Peki, bu çalışmalar neden bu kadar önemliydi? Eski Mısır tarım toplumuydu.
5) Bilginin Taşıyıcıları (Medyası) Meseleyi açıklamaya geçmeden önce ilk olarak bilinmesi gereken şey medyanın ne olduğu konusudur. Medya, ortam demektir. Bilgiyi halka ulaştıran bir vasıtadır. O halde bilgi taşıyıcıları da bilgiyi halka taşır.
53
GENCAY
*Bacon’un Bilgi Edinme Sistemi
Tabiat
Veriler Teori veya Kanun
“Büyükannemin dediğine göre…” şeklinde başlayan cümle bilgi taşıyıcılarının kaynağına işaret eder. Bilgilerin bir kısmı lisanla aktarılırken bir kısmı da nesnelerle aktarılır. İlkel insanlar ilk olarak bilgiyi testilere daha sonra papirüslere son olarak kâğıtlara işlemişlerdir. Bir başka bilgi taşıyıcısı olan matbaalar ise ise ilk olarak 9. Asırda, Çin’de daha sonra 15. asırda Avrupa’da icat edilmiştir.
Tahmin
Bilimsel Bilgi Edinme Sistemleri
Gözlem Deney, Ölçme
Gözlem, Deney Ölçme
Test Deneyi
Bilgi Toplama
Teori
Kanun
6) Bilginin Mekanizması Nedir? Red 1
6.1) Dedüksiyon: Bilgi demetinde çıkarım yapma işlemidir. Kuraldan sonuca giden bir yöntem izlenir. 6.2) İndüksiyon: Gözlemden kurala doğru çıkarım yapan tekniktir.
Red 2
Red 3
54
GENCAY 7) Din Neye Yarar? Din dogmatiktir. Yanlışlanabilir değerleri olduğu için bilim değildir. Din değerlere yarar. Atom çekirdeği parçalanırken bu hangi amaçlar için kullanılır? Bomba yapmak için mi, yoksa ilaç üretmek için mi yapılmalı? İşte bu sorunun cevabını değerler verir.
Yazmak
Ders Kitabı okumalıyım Makale okumalıyım Derleme okumalıyım
8) Bilimin Lojistiği Nedir? Bilimin lisanı bilinmelidir. Bilim hangi dilde yapılırsa o bilim dili olur. Bilim yapma eylemi doktora eğitimiyle başlar. Bir soruna çözüm bulma mantığına dayanır. Ansiklopedi karıştırma, uzman kitabı okuma, saha özeti, yapılan makaleleri inceleme son olarak da konuya odaklanma evreleri geçirilir. O halde bilim hiç kimsenin gitmediği yere gitmektir.
Uzman Kitabı Okumalıyım ZORLUK DERECESİ
55
GENCAY
GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN
56
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.