Gencay Dergisi - Sayı 28 - Mayıs 2014

Page 1


www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22


GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 3 Sayı 28 - Mayıs 2014 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com

ZİYA GÖKALP’TEN EROL GÜNGÖR’E MİLLİYETÇİLİK / Canan CAVŞAK BENCE TÜRK YAZISI DEMELİYİZ / Emre SEVİNÇ 14 MAYIS 1950- ÇOĞUNLUK MU DEMOKRAS Mİ?/ Çağhan SARI ÜNİVERSİTE EĞİTİMİNE OLAN İNANÇ KAYBEDİLİYOR / Alperen KIZIKLI İSMİM: ÇOCUK / Dilek AKILIOĞLU MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ SEMİNERLERİ / Şermin ŞAHİN – Doç. Dr. İlhan AKSOY SAMSUN’DA BİR GÜNEŞ DOĞUYOR / Hanife YAŞAR 561. YIL / Aslıhan KAYA 3 MAYIS 2014 / Emre ECE SİYASETSİZ BİR ANALİZ: BİLİM VE HAKİKAT I-II / Durmuş HOCAOĞLU


GENCAY

ZİYA GÖKALP’TEN EROL GÜNGÖR’E MİLLİYETÇİLİK Canan CAVŞAK Milliyetçilik özü itibariyle milletin var olma iradesi olduğuna ya da onun küçük veya büyük birliği anlamında dönemsel yani, şartlara uygun ama aynı zamanda bin yıllık devletin, tarihin buluşturduğu var oluş iradesinin, iddiasının, felsefesinin, sosyolojisinin kavramsal bir inşasıdır. Bu anlamda milliyetçiliğin kavramsal inşasında devri şartlara uygun, yaratıcı entelektüalizm ile milliyetçiler ezberlerini değil; şartlara uygun yaratıcı figürlerini, siyasetlerini, felsefelerini, devlet kurma becerilerini gözden geçirmelidirler. Ezberler, alışılagelmişler malum kalıplardır. Bu kalıplar, zaman zaman bir kale gibi bizi içinde muhafaza edebilir. Burada Cemil Meriç’i hatırlıyoruz: “izm’ler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleridir, itibarları menşeilerinden geliyor, hepsi de Avrupalı” gibi sloganik bir lafı rehber edinerek çoğu aydınımız – izm’lere yani düşünme melekesine karşı çıktılar. Bu aslında daha tehlikeli bir durum meydana getirdi. Cemil Meriç başka bir makalesinde “bu sözümü alıp aptallığa referans oldu” diyor.

Devleti’nin kuruluşuna, oradan bu devleti kuran iradenin Batılılaşma ve Tanzimat dönemine, oradan da Namık Kemal ile birlikte bir ucunda Mehmet Akif bir ucunda Ziya Gökalp’in yer aldığı devamında da Erol Güngör’ü sayabileceğimiz milliyetçiliği ele almamız gerekecektir. Ziya Gökalp, Türk Milliyetçiliği’ni bir düşünce sistemi haline getiren ilk ve en önemli çabalardan biri sayılmaktadır. Gökalp, kendisinden önce gelen Türk Milliyetçileri’nin tarih, toplum, millet, kültür, uygarlık, Batı ve İslam gibi sorunsallar hakkındaki dağınık düşüncelerini bir araya getirerek sistemli bir fikir hareketine çevirerek Türk Milliyetçiliği’nin bir ideoloji haline gelmesine de büyük katkıda bulunmuştur.

Yabancı ideolojiler saldırıya geçtiğinde halk geri çekilir; ancak sonsuza dek baskı altında yaşayamaz. Büyük fetihler büyük okyanusları aşarak gerçekleşir. Okyanusları aşmak için de pusula şarttır. Pusula ise ideolojidir. Bu pusula, genel manada ideoloji tarafımızın belli olması açısından bizim için milliyetçilik olmalıdır. Bu anlamda Oğuz Han’dan Türk 1


GENCAY Diyarbakır’da yaşamış olan Gökalp, İstanbullu olabilmiştir. İmparatorluğun dilini, felsefesini anlamış, başa gelen felaketlerden ders çıkarmasını bilerek, bir milletin var oluşunu, ayakta duruşunu anlamak için bir sosyoloji icat etmiştir. Buradan hareketle bir çekirdek-çatı teorisi ortaya çıkmıştır. Bu teoriyi şöyle açıklayabiliriz: Milliyetçiliğin amacı ister kadimden gelsin ister aktüel olsun devrî bir var oluş iradesidir. O devirde hem var olacak hem de onun büyük birliğini gerçekleştirecek, mümkün olan beraberliğini, açılımını sağlayacaktır; eğer açılamıyorsa da en parçalanmaz yapısını, çekirdeğini muhafaza edecektir. Çekirdek alabildiğine sağlam, parçalanamaz olmalıdır. Bu Gökalp’in Oğuzculuk projesine denk düşer. Oğuz nesli artık parçalanamaz, dönüştürülemez sağlam bir aile olmalıdır. Namık Kemal’in dediği gibi küre-i arz’ın patlatılabileceği gibi bir çekirdek olmalıdır ama üstündeki çatı belki de bütün insanlığı, önce soyu ve ümmeti, hatta ümmetten olmayan bölgesel halkları da altında toplayabilmelidir. Kurulacak çatının altına bütün insanlıktan biz sosyolojisine ilhak edebilecek kabiliyetteki gruplar alınmalıdır. Aslında bunu zamanında Ermenileri ve Rumları alarak da yaptık.

genişlerken de herkesi bağrına basabilecek kucaklama dürtüsünü taşımıştır. Bir aşkın 3 harfini 5 noktasını taşımıştır. Bu kucaklama, bu aşk Allah’ın yeryüzündeki adının yansımasıdır. Bu kabiliyetteki bir Türklük ümmet anlayışından herhangi bir sınır tahlili olmadan kucaklayabilme ceddindedir. O yüzden bizim tarihimizde ümmet ile millet sosyolojik olarak aynı vasatı temsil eder hale gelmiştir. Ziya Gökalp’in 3 Tarzlı Siyaseti Gökalp’in 3 tarzlı siyaseti çok hızlıdır. Bu onun sık sık gömlek değiştirdiğini değil; gömlek üstüne gömlek giydiğini gösterir. Gökalp, Türk Milliyetçiliği’ni esas almasına karşın dönemin diğer düşünce akımlarına da sırt çevirmez, aksine onları da Türk Milliyetçiliği’nin unsurları arasında sayar.

Osmanlı Devleti’nin devlet geleneğini yansıtabilecek projesinin adı Turan idi. Turan, hepsi Müslüman sayılabilecek Türk nüfusunu temsil ediyordu. Hepsinin Türk olması şart değildi yani, Turani özellikte olması yeterliydi. Bir anlamda, çekirdekçatı teorisine göre bunun adı az milleti çok kılma becerisidir. İşte bu yönetimde bir Türk gücünün alabildiğine genişleme kabiliyeti vardır. Türkler her an

Osmanlı'nın son yüzyılına, Yusuf Akçura'nın deyimiyle, esasen 'üç tarz-ı siyaset' arasındaki tartışmalar hâkim olmuştu. Bunlar, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük’tü. Ziya Gökalp de “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” eserinde bu tartışmalara girerek bunları 2


GENCAY “üç akım” adı altında incelemiştir. Ancak Akçura’dan farklı olarak Osmanlıcılığı analiz dışı bırakmış ve onun yerine çağdaşlaşma akımını tartışmaya açmıştır.

oluşturma çabasında, diğer taraftan bir strateji oluşturma niyetindedir. Gökalp’e göre “İslamlaşmak”, “Türkleşmek” ve “Çağdaşlaşmak” arasında bir çelişki yoktur. Tam tersine, bu üç kavram birbirlerini tamamlamaktadır. Bu tezini “…Ve dikkat edilirse her üç akım da bir ihtiyaca binaen doğmuşlardır”. “...Türklükle, İslâmlık biri milliyet, diğeri beynelmilliyetin mahiyetlerinde oldukları için aralarında hiçbir çatışma yoktur. Ayrıca bunlarla muasırlaşmak arasında da bir çatışma yoktur. Bunlar, bir ihtiyacın üç muhtelif safhalarıdır. Bu itibarla ‘muasır bir İslâm Türklüğü’ ibda etmeliyiz.” ifadesiyle açıklayan Gökalp, “muasır bir İslam Türklüğü” sentezini ortaya atar. Gökalp ortaya attığı “muasır İslam Türklüğü” kavramını “bugün Türk milleti Ural-Altay ailesine, İslam ümmetine, Avrupa beynelmileliyetine mensup bir cemiyetten ibarettir.” cümlesi ile ifade eder.

Gökalp, eserinde bu üç akımı şu cümlelerle özetler: “Ülkemizde üç düşünce akımı vardır. Bu akımların tarihi incelenirse görülür ki mütefekkirlerimiz, önce muasırlaşmak gereğini hissetmişlerdir. III. Selim’den sonra başlayan bu temâyüle inkılaptan sonra İslâmlaşma emeli katıldı. Son zamanlarda ortaya bir de Türkleşme cereyanı çıktı.” “Muasırlaşmak fikri, mütefekkirlerce esaslı bir kural sayıldığı için belirgin bir yayıcısı yoktur. Her dergi, her gazete bu fikrin az çok savunucusudur.” “İslâmlaşmak fikrinin savunucusu ‘sırat-ı mustakim’, Türkleşmek fikrinin savunucusu ise ‘Türk Yurdu’ dergileridir.”

Kültür-Medeniyet Göklap’teki kavramsal inşayı en başta 3 tarzlı siyasete dayanarak sonra da 3×3 denilen Turancılık, Türkiyecilik, Oğuzculuk evrelerinde görüyoruz. Bu çerçevede en yaratıcı düşüncesi kültür ve medeniyet tahlilidir yani, Durkheim sosyolojisinden pozitivizme kanatlanmak, oradan Batı Medeniyetindenim üçlemesinin birinci ayağını kuvvetlendirmek amacıyla, fakat yine milliyetçiliğin ayakta kalma stratejisinin bir gereği olarak Batı’ya ‘ben de sendenim’ diyen dönemsel bir anlayıştır. Pozitivist düşünmek icabıyla Batılılaşma anlayışı, savaş döneminde kendini Durkheimci sosyolojiyle buldu. Ancak Durkheimci

Ziya Gökalp’in bu üçlemeyi tartışmaya açmasının, kendi dönemindeki fikrî akımlarını incelemenin ötesinde bir amacı olduğunu söyleyebiliriz. Gökalp bu üç akımı tartışarak bu üçlemeden sentez

3


GENCAY sosyolojinin dikey düzlemde kimliği Türklük ise 3’lü siyaset tarzı da yatay düzlemde evrensel fikirlerle örtüşür.

değiştirebilir; değiştiremez.

fakat

kültürünü

Gökalp’e göre her milletin önce kültürü vardır ve daha sonra medeniyete sahip olur. Kültürü yükseldikçe medeniyeti de yükselir. Gökalp’e göre kültür, medeniyete üstün gelir. Çünkü medeniyetsiz de olsa kültüre sahip olan bir millet sağlamdır. Buna karşılık, kültürsüz medeniyete sahip bulunan bir millet de hastadır. O halde, bir milletin kültürü ile medeniyetini dengede tutması gerekir. Türk Milleti’nin son yüzyılda yetiştirdiği ilim ve fikir adamlarının en seçkin simalarından biri olan Erol Güngör, felsefe akımları ve Türk tarihi başta olmak üzere sosyal ilimlerin her sahasında geniş bir kültür birikime sahip düşünürlerimizdendir. Milli kültürümüz ve tarihimiz üzerindeki yazıları, bugünün şartlarında İslamiyet ve tasavvufun meseleleri hakkındaki görüşleri, Marksizm’i tahlil ve tenkit eden makaleleri, sosyal psikoloji alanında yaptığı mesleki çalışmaları, tercümeleri ve nihayet üslubu, ayrı ayrı üzerinde durulması gereken konulardır. Ancak bu yazımızda yalnızca Ziya Gökalp’ten ayrılan kültür ve medeniyet düşüncesine vereceğiz.

Gökalp, kültür ve medeniyet kavramlarının benzer ve ayrı yönlerini ortaya koyar. Kültür ve medeniyetin benzediği nokta her ikisinin de toplumsal hayatın bütün alanını kapsamalarıdır. Gökalp, bu toplumsal hayatı; din, hukuk, ahlak, dil, estetik, iktisat, us ve fen olarak sekize ayırır. Farklılıkların başında ise kültürün ulusal, medeniyetin uluslararası bir niteliğe sahip olduğu iddiası gelir. Buna göre kültür yalnız bir ulusun din, hukuk, ahlak, dil, estetik, iktisat, us ve fen ile ilgili yaşayışlarının uyumlu bir toplamıyken; uygarlık, aynı gelişmişlik düzeyinde bulunan birçok ulusun toplumsal yaşayışının toplamıdır. Medeniyet bireysel istek ve iradelerin ürünüyken, kültür bireysel istek ve iradenin ötesinde ve onlardan bağımsızdır. Medeniyet bilgilerin bileşimi ise kültür de duyguların bileşimidir. Medeniyet alınabilir ancak kültür alınamaz ve alıntılanamaz. Dolayısıyla bir millet, medeniyetini

Erol Güngör’de Milliyetçilik, Kültür ve Medeniyet Erol Güngör’ün milliyetçilik anlayışı, batı milliyetçiliğinin özellikleriyle hiçbir şekilde uyuşmamaktadır yani, Güngör’ün milliyetçiliği sömürgecilik ve emperyalizm karşıtı bir milliyetçiliktir. Güngör’ün

4


GENCAY milliyetçiliği hoşgörülü ve diğer milletlere de saygılı bir milliyetçiliktir.

Batı medeniyeti için de bizim medeniyetimiz için de geçerlidir. Bu sebepledir ki medeniyetlerin dayandığı felsefeler farklıdır. Bu makalede, Türk Milliyetçiliği’nin 2 önemli ismi olan Ziya Gökalp ve Erol Güngör’ü temele alarak bir ön-fikir oluşturması açısından böyle bir derleme yapmaya çalışılmıştır. Ziya Gökalp ve Erol Güngör’ü daha iyi anlamak ve karşılaştırma yapabilmek için daha geniş kapsamlı bir araştırma ve okuma yapmak gerekir.

Mümtaz Turhan’ın talebesi olan Erol Güngör, daha asistanken Gökalp’i eleştirmeye başlamıştır. Erol Güngör’ün eleştirel olarak durduğu ilk meselelerden biri, Ziya Gökalp’in kültür ve medeniyet ayrımıdır. Göngör’e göre, yaşadığı dönemin sosyolojisinin pozitivizmi içinden bakan Gökalp’in bu ayrımı yanlıştır. “Medeniyetler ortaktır, kültürler millidir” tezi, Batı medeniyetinin yükseliş çağında, Batılı olmayan toplumlarda ortaya çıkan psikolojik bir tutumdur. Göngör’e göre medeniyetlerin merkezinde din vardır. Bu,

5


GENCAY

BENCE TÜRK YAZISI DEMELİYİZ Emre SEVİNÇ Türk milletinin kadim bir değeri olan bu yazı şekli 19. Yüzyıl sonları ile beraber bilim dünyasında yer almaya başlamış ve araştırmacılar tarafından değişik şekillerde adlandırılmıştır. Runik Alfabe, Orhun Alfabesi ve en çok bilinen hali ile Göktürk Alfabesi… * Bu kullanımlar akademik yazılarda, ders kitaplarında ve sosyal hayatımızda yoğun bir şekilde kullanılmaktadır.

hapsetmektedir. Ancak Türk tarihi bu darlığa sığmayacak kadar geniştir ve çağımızda bu darlıktan kurtulma yoluna girmiştir.

TÜRK YAZISI GÖKTÜRK DEVLETİ’NDEN ASIRLAR ÖNCE DAHİ VARDI Esik Kurgan Yazısı Buna en sağlam örneğimiz Esik(Issık) Kurgan’da, Altın Elbiseli Adam’ın eşyaları arasından çıkan ve M.Ö. 4-5. yy’lere tarihlenen bir eşyanın** üzerindeki yazıttır. (1)

Ben, bu adların hepsine -minnet duymakla beraber- karşı çıkıyorum. Türk Yazısı ne sadece Orhun havzasında yazılmış ne ilk Göktürk Devleti’nce kullanılmış ne de Runik denilebilecek kadar bu yazının köklerine aykırı bir yazıdır. Türk Yazısı, Asya’dan Avrupa’ya çok geniş bir alana yayılmış, Göktürk Devleti’nden asırlar önce şekillenmiş özgün bir yazıdır. Karşımızda bir sorun olduğu açıktır. Bu yazıya birçok tanım yapılması da buna büyük bir örnektir. Bu yazıyı Göktürk Devleti ile sınırlayan anlayış Türk tarihini dar bir coğrafyaya ve zamana 6


GENCAY Resimde de görüleceği üzere harfler Orhun Yazıtlarında karşımıza çıkan harflere oldukça benzerdir. Bu yazıt Türk Yazısı’sı ile yazılmış ve Göktürk Devleti çağından asırlar önceye aittir.

Anadolu coğrafyasında karşımıza çıkan bir diğer yazıt alanı ise Ordu Mesudiye ilçesi Esatlı köyüdür. Fotoğraflarda göreceğiniz üzere Türk yazısı Orhun coğrafyasından çok uzak bir bölgede dahi kendini göstermektedir.

Yenisey Yazıtları Yenisey yazıtları konumuzda bir diğer önemli başlığımız. Bu yazıtlar da Yenisey Irmağı boyunca dizilmiş ve adetleri 250 kadar olan, 200 km’lik bir alanı süsleyen yazıtlardır. Söz konusu yazıtlar üzerinde tam bir tarihlendirme yapılamasa da araştırmacılar Yenisey yazıtlarının Göktürk yazıtlarından daha eski bir döneme ait olduğunu vurgulamaktadırlar. (2) Bu yazıtlarda kullanılan yazı da tarihten günümüze süregelen Türk Yazısı’nın kapsamlı bir örneğidir.

Runik Tabiri Üzerine

Runik tabiri İskandinav coğrafyasında run (giz, sır) kelimesinden yola çıkılarak ortaya atılmış ve bu tip yazı şekli ile alakalı ilk araştırmalar bu bölgede yapıldığından kabul görmüştür. Biz bu yazıyı çok geniş bir coğrafyaya yayılmış halde görüyoruz. Asya, Avrupa, Afrika… Tip olarak çizgisel bir karekter arzeden bu yazıların bazıları birbiri ile çok yakın (Türk Yazısı, Sekel Yazısı, Etrüsk Yazısı örneklerinde olduğu gibi), bazıları ise değişik özellikler göstermektedir. Ses değerleri açısından baktığımızda ise çoğu aynı şekildeki harf değişik seslere karşılık gelmektedir. Tüm bunlar, yazı sistemlerinde de aynen dilde olduğu gibi bir aile sisteminin olduğu olasılığını ortaya çıkarmaktadır (3) yani, bu yazının ‘’bir bölgede ekilip köklerinin dünyaya, çeşitli yollarla yayıldığı’’ tezi söz konusu olabilir.

Anadolu’da Türk Yazısı Özellikle son on yılda yapılan çalışmalar sonucu Anadolu coğrafyasında da birçok yazıt keşfedilmiştir ve keşifler devam etmektedir. Bu konuda Ankara Güdül ilçesi Salihler köyü kırsalında bulunan yazıtlar pek önemlidir. Bu yazıtlar üzerinde de –şu an için- herhangi bir tarihlendirme yapılamasa da Göktürk yazıtlarından daha eski bir dönemde yazıldıkları düşünülmektedir.

Günümüze dek araştırmacılar bu yazının menşei hakkında bir karara 7


GENCAY varamamışlardı. Ancak son yıllarda özellikle kaya-resimler üzerinde yapılan araştırmalar bu yazının kökeninin Türk yurtları olduğunu göstermektedir. Ayrıca ortaya çıkan bu resimler Türk karakteristiğini barındırdığı, Türklerce yapılmış olduğu net resimlerdir. Bu sonuç aslında ‘’Runik Yazı’’ tabirini de çürütmektedir. Kökleri Türk yurtlarında ve Türk karakteri ile çizilmiş resimlerde olan bu yazıyı neden İskandinav coğrafyasında kullanılan bir kelime ile adlandıralım ki?

önümüzde buna kanıt olabilecek bir malzeme yok. Bu güne kadar çoğu kişi gibi ben de bu yazıyı ‘’Türk Abecesi’’ olarak tanımladım. Çok mu yanlış? -Tabi ki de değil ama bu tabir de hayatımıza çok yeni girmiş ve sonradan oluşturulmuş bir tabirdir. Türk Yazısı’nı tanımlarken alfabe deyişini kullanmak da pek yanlıştır. Bu deyiş de yine hayatımıza 1 Kasım 1928 tarihinde başlayan Latin Alfabesi’ne geçiş süreci ile girmiştir. Ayrıca Türk kökenli bir kavram da değildir. Türk Yazısı tanımının başına kadim, tarihi gibi güzel takılar ekleyenler var. Ancak ben bu takıların bu kavrama güzellik katsa da bir gün çıkarılacağı düşüncesindeyim.

SONUÇ Örnekleri daha da çoğaltabilirdik.*** Günümüze dek yapılan araştırmalar karşımıza bu yazı ile yazılmış birçok yazıt çıkarıyor. Şunu da söylemek gerekir ki Türk Yazısı ile yazılmış yazıtlar son yıllarda bizlere kendilerini daha çok göstermekte, bu yazıtların sürekli yenileri keşfedilmektedir. Birçoğu ise eminiz kâşifini beklemektedir. Yukarıdaki örneklerimiz neden ‘’Göktürk Alfabesi’’, ‘’Orhun Alfabesi’’, ‘’Runik Alfabe’’ gibi tanımları kullanmamamız gerektiğini açıklamaya yetecektir. Ben ortaya Türk Yazısı tanımını attım. Bulunduğum konum ve tecrübe gereği illa şu tabir doğrudur diyemiyorum. Ancak özsel olarak Türk Yazısı tabirini doğru kabul ediyorum. Ayrıca Göktürk Alfabesi, Orhun Alfabesi, Runik Alfabe gibi

Alfabe Deyişi de Yanlış Abece de Dünya üzerinde çoğu yazı şekli harflerinin sıralamalarının ilk harfleri ile adlandırılmaktadır. Örneğin Latin Alfabesi, Arap Elifbası… Peki, Türk Yazısı?.. Bu yazı sisteminde de bir harf sıralamasına gidilmiş miydi? -Osman Fikri SERTKAYA “Böyle bir dizim olmalı.” diyor (4) ama

8


GENCAY deyişlerin kesinlikle yanlış olduğunu iddia ediyorum. Gerisi akademisyenlere kalmıştır. Türkologlar bu konuda kafa yormak ve bu yazıya esaslı bir tanım bulmak durumundadırlar.

2/SIDDIK%20UNALAN%20HAKAN%20OZTUR K%20ISLAMIYETTEN%20ONCE%20TRKLERDE %20ETMVE%20RETM.pdf (erişimin zamanı17.03.2014 saat:18:13) 2: AYDIN, Erhan; YENİSEY YAZITLARI NASIL TARİHLENDİRİLEBİLİR?, Turkish Studies International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 7/2 Spring 2012, p.161-168 , ANKARA/TURKEY

DİPNOT: *Runik, Orhon, Kök-Türk… diye çoğaltabiliriz. Fonetik farklılıklar da işin içine girerse listemiz oldukça uzayacaktır…

Bağlan: http://www.turkishstudies.net/Makaleler/9517 52499_12_ayd%C4%B1nerhan_161-168.pdf (erişimin zamanı-17.03.2014 saat:18:13)

**Bu eşyanın türü üzerinde değişik tabirler vardır. Bunlar bir çanak, sapı kırılmış bir kepçe, tabak şeklindedir. ***Bu konuda daha geniş çok örnek için bakınız.

3:DOĞAN, İsmail; Tarihten Bir Kesit EtrüsklerSempozyum Bildirileri, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2008, s.164-172

http://www.dilarastirmalari.com/files/Dil_Ara stirmalari_sayi02_Sertkaya_7_34.pdf (erişimin zamanı-17.03.2014 saat:18:13)

4: SERTKAYA, Osman F.; ESKİ TÜRKLER OKUR YAZAR MIYDI?

http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/1081 4,bengutasedebiyatipdf.pdf?0 (erişimin zamanı17.03.2014 saat:18:13)

Bağlan: http://turkoloji.cu.edu.tr/ESKI%20TURK%20D ILI/1.php (erişimin zamanı-17.03.2014 saat:18:13)

http://journals.manas.edu.kg/mjtc/oldarchives /2006/2_814-2097-1-PB.pdf (erişimin zamanı17.03.2014 saat:18:13)

Resim 1: Servet Somuncuoğlu arşivi Resim 2: http://www.halukberkmen.net/pdf/247.pdf (erişimin zamanı-17.03.2014 saat:18:13)

1: ÜNALAN, Sıddık ve ÖZTÜRK, Hakan; İSLAMİYET’TEN ÖNCE TÜRKLER’DE EĞİTİM VE ÖĞRETİM, İLAHİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ, S:13-2(2008), s.102

Resim 3: http://www.tdk.gov.tr/images/css/TDA/2000/ 2000_20_Dogan.pdf (erişimin zamanı17.03.2014 saat:18:13)

Bağlan: http://portal.firat.edu.tr/Disaridan/_TEMP/27 8/file/2008-

Resim 4: Servet Somuncuoğlu arşivi Resim 5: Servet Somuncuoğlu arşivi

9


GENCAY

14 MAYIS 1950 ÇOĞUNLUK MU, DEMOKRASİ Mİ? Çağhan SARI Türkiye'de çok partili hayata geçiş sürecinin incelenmesi bilimsel metotlarla yürütülmesi gereken bir husustur. Ancak bu konudaki yayınların birçoğu romantik, taraflı, tarih hakikatini eleştiri süzgecinden geçirmeyen şekilde olması düşündürücüdür. Öyle bir noktaya varılmaktadır ki bu dönemi ele alan yayınlarda, dönemin polemiklerinin tarafları tarafından kalemlerin oynatıldığı, polemiklerin aradan elli altmış yıl geçmiş olmasına rağmen sürdürüldüğü görülmektedir. Bunları siyasi mekanizmanın içinde yer alan kişi ve kurumların yapması bir nebze olsa anlaşılabilir bir gayedir ama tarihçilik noktasında bunun faydasının olmayacağı bilinmelidir.

örnektir. İlerleyen dönemde 14 Mayıs'a “Beyaz İhtilal” de denildi; demokrasi bayramı olarak da kutlanıldı. Feroz Ahmad, Şerafettin Turan gibi isimler, sükûnetle iktidar değişikliğinin yaşanmasını Türkiye için önemli bir aşama olarak kaydederken, bunu 'karşı devrim'e kadar götürenler de çıktı.

Şimdi 14 Mayıs ile ilgili söylenen ifadelerin tekrarından kaçınalım. 14 Mayıs 1950 seçimlerinde DP'nin zaferi bir tabirle 'bağıra bağıra' geliyordu. Yirmi üç yılı tek parti olarak geçen yirmi yedi yıllık CHP iktidarı elbette yıpranmıştı. Doğal olarak ikinci bir partinin şansı daha yüksekti. Hiçbir ciddi seçim hazırlığı yapılmasa bile yeniyi denemek isteyenlerin oyuna talip olunduğundan DP, rakibine göre avantajlıydı. Üstelik 7 Ocak 1946'ta DP kurulduğu vakit, halkın birçok kesiminden teveccüh görmüş, bunun üzerine 1947'de yapılması planlanan seçimler bir yıl öne alınarak 21 Temmuz 1946'ta yapılmış, seçim tek dereceli olurken açık oy gizli sayım ilkesi değiştirilememişti. Bu seçim

Türkiye'de yirmi yedi yıllık CHP iktidarının sandıkla sona erip yerini DP'ye devrettiği 14 Mayıs 1950 seçimleri için 15 Mayıs tarihli Ulus gazetesi, 'CHP İktidarı Devrediyor' manşetiyle çıkmıştı. CHP'nin resmi gazetesi olma özelliği taşıyan Ulus'un başlığı aslında yeni döneme dair ilk sözü söyleme belirsizliğini yansıtan bir 10


GENCAY kanunu CHP'nin taşradaki parti-devlet bütünleşmesinin devam ettiği bir noktada olunca, hile kaçınılmaz olmuştu. 1946 seçimlerindeki usulsüzlüklerin de dört yıl boyunca titizlikle işlendiğini DP'nin artı hanesine yazalım. Sert tabiatlı Başbakan Recep Peker ile DP'nin o dönem iki numaralı ismi olan Adnan Menderes arasındaki yıkıcı tartışmalar sonunda İsmet İnönü, cumhurbaşkanı olarak tarafsızlığını muhafaza edeceğini 12 Temmuz 1947'te yayınladığı bir bildiri ile duyurmuştu. Bu bildiriden sonra DP'den kopan vekiller tarafından Millet Partisi kurulmuştur. DP'nin hanesine yazılabilir bu artıların yanında CHP'de de seçim için puan toplama çalışmalarına girişilmişti. İlahiyat Profesörü olan Şemsettin Günaltay, İlahiyat Fakültesini açtırmış, türbelere ziyareti serbest bırakmıştı.

söz konusu seçim bölgesini de kazanan o parti olsun ve bütün vekillikleri çıkarsın.” Elbette bu sistemin amacı belliydi. Erim'e göre CHP seçimleri az bir farkla kazanacaktı ve meclise güçlü bir DP grubunun gelmesini istemiyordu. Nitekim 1946 seçimleri sonrası gelen 60 vekillik DP grubunun etkili muhalefetini gördükten sonra bu kararı almış olabilir. Teklif DP adına müzakere eden Adnan Menderes'e geldiğinde hemen cevap vermek istemedi. Bayar, Köprülü ve Koraltan ile istişarede bulunmak istedi. Bayar teklifin kabul edilmesinden yana tavır gösterdi. Köprülü'ye göre de tam tersi bir sonuç çıkacak yani, DP kıl payı farkla galip gelecekti. Bu yüzden ne kadar çok vekil çıkarılırsa o denli iyi olacağından Köprülü de kabulden yana taraf oldu. Menderes istişareden sonra Nihat Erim'e ekseriyetçi (çoğunlukçu) sistemi kabul ettiklerini bildirdi.

Seçimlere sayılı bir zaman kala ise partiler seçim kanununda gerekli değişiklikleri yapmak için bir araya geldiler. Öncelikle 1946'nın kusurlu ilkesi değiştirildi. Gizli oy açık sayım ilkesi getirilerek önemli bir sorun ortadan kalkmış oldu. İkinci aşamada ise CHP'den müzakereci Nihat Erim, partisi için daha sonra önemli bir yıkım olan önerisini ortaya attı. Aslında Erim, bu önerisi ile partisinin daha güçleneceğini tahmin ediyordu. Erim'in önerisi şuydu: “Seçimlerde vekillikler nispi temsile göre değil ekseriyetçi sisteme göre belirlensin yani, çoğunluğu kim kazanırsa

14 Mayıs 1950 günü Türkiye, sandığa adeta seçime susamış olarak gitti. Seçime katılım oranı %89,9 gibi bir orandı. Bu cidden katılımın ne kadar yüksek 11


GENCAY olduğunu gösteriyordu. DP seçimlere yeter söz milletin sloganı ile girerken, CHP ise demokrasiyi tesis eden parti olarak seçmenden oy istiyordu. Uzunca süre diktatör olarak nitelenen İsmet İnönü ise İkinci Dünya Savaşı'nda takındığı Milli Şef imajından sıyrılmak için kullandı. Oy verme işlemi bitip sandıklar kapatıldıktan sonra nefesler tutuldu. Sonuçları Menderes seçim bölgesinde, Bayar ise Ankara'da takip ediyordu. İnönü, cumhurbaşkanı olarak Çankaya'dan seçim sonuçlarını öğreniyordu. İlk gelen sonuçlarda CHP önde gidiyordu ama saatler ilerledikçe şehir merkezlerinden gelen oy miktarları ile fark CHP aleyhine açılmaya başladı. DP öne geçmekle kalmadı.

ilk önce, haksız fermanımı yazdı!)

yere

benim

idam

Sonuçlara yuvarlak hesapla bakıldığında DP 4.242.000 ile %53,5 oranında bir oy almıştı. Yarıdan biraz fazla… CHP ise bir milyon oydan biraz daha fazla oy farkla arkada kalmıştı. CHP 3.165.000 oy ile %39,9'a sahipti. Millet Partisi 240.000 oy ile %3 aldı. Bağımsızlar ise ülke genelinde 267.000 oy ile %3,4 oranında kaldılar. Vekil dağılımı ise ekseriyetçi sisteme göre yapılınca fark büyüdü. DP yüzde elli üç almasına karşın 408 vekil çıkardı. CHP yüzde on üç puan geride kalmış olmasıyla beraber 69 vekil çıkarabildi. DP meclisin %83,7'lik gibi bir oranını ele aldı. CHP ise ülke genelinde yaklaşık yüzde kırk olmasına rağmen parlamentoda %14,1'lik bir temsil sayısına ulaştı. Nihat Erim'in DP'yi kıstırma planı bilakis CHP'nin yara aldığı bir sonucu doğurmuştu. Böylesine yüksek bir temsil sıkıntısı 1954 seçimlerinde de kendini gösterecek; DP, %57 oy oranı ile parlamentonun %94'ünü temsil edecek sandalyeye ulaşacaktı. Aslında bu tarihten sonra da çoğunluğun diktatöryası olarak eleştirilecekti. Ülke adeta sandıkla tek parti dönemine dönecekti.

Sonuç öylesine ağırdı ki İnönü dışında son hükümetten bir tek başbakan Şemsettin Günaltay tekrar vekil olarak meclise dönebiliyordu. Nihat Erim sonuçları Çankaya'da İnönü'nün yanı başında takip ederken seçim bölgesi olan Kocaeli'nden mağlup olduğu haberini aldı. Mağlubiyet haberi üzerine III. Selim'e ait olan dizeleri mırıldandı: “Kendi elimle yâre kesip verdiğim kalem, Fetvâ-yı hûn-ı nâ-hakkımı yazdı iptida...”(Kendi elimle yontup 'Buyur, yazı yaz!' diyerek yâre sunduğum kalem, 12


GENCAY Çoğunluğun diktatöryasına dönüşmesi bir yana, hakikaten diyalog, uzlaşı ve özveri kod harflerini muhakkak içinde barındırması gereken, tolerans ile hayat bulan demokrasinin tecelli ettiğini söylemek yanlış olmamakla beraber katı bir doğru da olmasa gerektir

kanaatimdeyiz. Umarız bu gün birçok dernek, kulüp yönetimi seçimlerinde, yerel seçimlerde, genel seçimlerde, demokratik hassasiyet özenle uygulanır.

13


GENCAY

ÜNİVERSİTE EĞİTİMİNE OLAN İNANÇ KAYBEDİLİYOR! Dr. Alperen KIZIKLI Türkiye bilindiği üzere genç nüfusu çok olan dinamik bir kitleye sahip bir ülkedir. Bu genç nüfusun fazlalığı haliyle eğitim, ulaşım, sağlık hizmetlerinin sunumunu zorlaştırmaktadır. Sürekli artan nüfusa bağlı olarak ortaya çıkan ekonomik dengesizlik, kişiler arasında fırsat eşitliği açısından uçurumlar yaratmaktadır. Özellikle eğitim imkânı olanın; cebinde parası olanın erişebildiği bir hizmet haline gelmeye başladı.

kalifiye bir elaman olamıyorsanız maalesef çok fazla seçeneğiz yoktur. Avrupa’da ise gençler lise çağından önce bölümlere ayrılmakta ve mesleki liseler insanlara geçerli meslekler kazandırmaktadır. Üniversiteye gidecek olanlar önceden belirlenmektedir ve ona göre eğitim verilmektedir. Lise bittikten sonra istedikleri okul ve bölüme başvurulmaktadır. Eğitim üniversitede zorlaşmaktadır yani, eleme eğitim esnasında olur ve bölüm öğrenciye uygun gelmezse kişilerin değiştirme, baştan başlama gibi hakları saklı tutulmaktadır. Öğrenim esnasında kendi alanlarında istenilen dersler seçilebilmektir; meslek içi uzmanlaşmaya yönelik istenilen dersler üniversitede alınabilmektedir. Üniversite okumazsan aç kalacaksın gibi bir durum yoktur; mesleğinde iyi olanın karnı doyar, elemeyi hayat yapar.

Türkiye’de “İyi bir hayat ve iş bulmak için tek yol üniversiteye gitmektir” dayatması, son yıllarda daha gözle görülür bir hâl almıştır. Sokak başı her yerde çeşitli sınavlara hazırlayan dershaneler görmek artık işten bile değil. Üstelik üniversiteye gitmek isteyen gençlerin çoğu gelecek kaygısıyla, okuyacağız fakat ya ondan sonra ne olacak korkusuyla baş etmeye çalıştığını da görüyoruz. Öte yandan “Adet yerini bulsun, hele bir okuyalım gerisini Allah bilir” deyip okuyan amaçsız ve idealsiz gençlerle dolup taşıyor dershaneler. Eğer teknolojiye, bilime hâkim olamamış ülkelerden birinde yaşıyorsanız, lise öğrenimine kadar

Avrupa’da bazı özel idealleri olanlar (hukuk okuyacağım, tıpçı olacağım, akademik kariyer istiyorum diyenler) dışında hiçbir gencin hayatı üniversite okumadı diye mahvolmamaktadır. Evet, okul sayısı sonsuz değildir ancak merkezi bir eleme sistemi ve at yarışı mantığında yetiştirilen çocuklar yerine daha insana yaraşır bir şekilde, kişiler mesleklerine yönelirler. Bazı Avrupa ülkelerinde ise liseyi bitirmek için sınavlar vardır (Bakalorya, Maturita gibi) ama bu sınavlar sadece öğrencilerin liseyi adam gibi 14


GENCAY okuyup bitirmeleri, lise almaları içindir.

diplomalarını

Ülkemizde şu anki mevcut yükseköğretim sisteminin, üniversitelerin saygınlığını koruduğu da pek söylenemez. Yapılması gereken, üniversiteleri tek seçenek olmaktan çıkarıp onları amacına uygun bir şekilde meslek kazandırma fabrikaları değil, araştırma yapmak isteyenlerin yeri haline getirmek olmalıdır. Lisede gereken eleme düzgün bir şekilde yapılırsa üniversite kapılarında bana göre izdiham olmaz.

Avrupa ve Türkiye eğitimindeki felsefe farklılığına değindikten sonra Türkiye’nin eğitim ve öğretiminde öne çıkan sorunları kısaca şu şekilde sıralayabiliriz: 1 Ülke genelindeki okul sayısının yetersizliği, 2 Temel eğitimin yararlanmasında bölgeler arasında dengesizliklerin olması, 3 Bir öğretmene düşen öğrenci sayısının fazlalığı, 4 Eğitimin kamusal bir mal olmaktan çıkması giderek özelleşmesi, 5 Temel eğitimin mesleki eğitime dayandırılamaması, 6 Öğrencilerin bireysel yeteneklerinin göz ardı edilmesi ve ya bunu gösterebilecek imkânların kısıtlı olması, 7 Öğrencilere yönelik sosyal faaliyet alanlarının kısıtlı olması, 8 Sosyal devlet ilkesi gereği, yoksul durumda bulunan öğrencilere burs ve benzeri olanakların yeterince sağlanamaması, 9 Her hükümet döneminde farklı bir eğitim politikasının uygulanması, 10 Köklü, yeni ve çağdaş bir eğitim reformunun yapılamaması.

Üstelik günümüzdeki seçme ve yerleştirme sınavlarındaki çeşitli şaibeler göz önüne alınırsa hali hazırdaki sistemde, üniversiteye giriş kısmındaki elemelerin dahi hakkıyla yapıldığını söyleyemeyiz. Üniversitelerde yaşanan sıkıntıların temel sebebi, ilk ve orta öğrenimin yetersiz olmasıdır. Asırlardır süren ve doğrudan geleceğimizi etkileyen eğitim gibi temel bir sorunun çözülmesi bazı siyasi yapılar tarafından yürürlüğe sokulmuş, yangından mal kaçırırcasına çıkarılan yasalarla, günübirlik değişen kararlarla mümkün değildir. Hâlbuki eğitim meselelerini bilen, bunun yanında mesleki tecrübeye de sahip bulunan yeterli sayıda eğitimci, uzman ve akademisyen insanımız vardır. Bu insanlarla ideolojik ayrım gözetmeksizin önyargısız irtibat kurularak, fikir alışverişinde bulunarak ve kişilerin

Eğitim sisteminin asıl amacı 30 yaşına yaklaşmış, bir sürü şeyle uğraşmış ama hiçbir şeyde kalifiye olamamış, değişen sistemlerde laçkalaşmış, okuyamamış veya okusa bile okuduğu işle ilgili istihdama sahip olamamış, borç içinde her şeyi en asgari ücretten yapmaya razı nesiller yetiştirmek olmamalıdır.

15


GENCAY görüşlerine saygı yolları aranmalıdır.

gösterilerek

çözüm

bir tane varsa ikincisini açtırmaktır. Ancak siyasilerin, o ile yapılacak bir üniversitenin kalitesi, gerçekten o üniversitenin eğitim açısından gerekli olup olmadığı konusunda ne kadar düşündüklerini kendimize soracak olursak, buradan müspet bir cevap çıkarabilmek oldukça zordur.

Üniversiteler, ticarethanelere dönüşüyor! Ülkemizde büyük metropoller ve nispeten daha küçük şehirlerarasındaki oransızlık yıllar geçtikçe süratle artmıştır. Bu durum, siyasileri ve idarecileri taşradaki ekonomik gelişmenin sağlanabilmesi, hiç olmazsa küçülmenin engellenmesi hususunda arayışlara yöneltmiştir. Birkaç ilde sanayi, turizm gibi sektörler ön plana çıkarılmış; ancak bunlar bütün ülke sathına yayılamamıştır. Aynı zamanda taşradan kentlere kitlesel göçlerin yaşanmasıyla ekonomik hareketlilik ihtiyacı daha da artmıştır. Bazı illerde büyük askeri birliklerin konuşlandırılmasıyla, bu hususta Burdur’u bir örnek olarak göstermek mümkündür. Bu, kısmen de olsa bir hareketlilik sağlanmış; fakat yeterli olmamıştır. 2000’li yıllarla başlayan süreçte ise taşranın ekonomik hareketliliğini sağlayacak bir unsur olarak, çok hatalı bir tavırla, eğitim sektörü ve üniversiteler görülmüştür.

Üniversitelerin taşradaki ekonomik dengeyi sağlayacak bir şey olarak görülmesinin menfi sonuçlarını yavaş yavaş görmekteyiz; bu gidişle bu sonuçlar daha da belirginleşecek ve ülkemiz için hiç de hoş olmayan bir akıbetle karşı karşıya kalacağız. Üniversite eğitiminin sıradanlaştığı ve içinin boşaltıldığı, üniversitelerin ticari maksatlarla kullanıldığı, ihtiyaç olmadığı halde yüz binlerin üniversiteye alındığı bir vaziyet ne üniversiteli gençlerin, ne milletimizin ne de ülkemizin faydasınadır. Hükümetin, bu duruma yaklaşımını en kısa sürede gözden geçirmesi, üniversitelerde akademik verimliliği sağlayacak düzenlemeler yapması gerekmektedir.

Üzülerek belirtmek gerekir ki ülkemizde üniversiteler son dönemde yerel esnafa, işletmeciye, inşaatçıya bir gelir kapısı olarak görülmüştür yani, bir şehre üniversite açılması sadece o şehre gelecek binlerce gencin ev tutması, alışveriş yapması, şehre ekonomik bir canlılık getirmesi olarak değerlendirilmiş; verilecek eğitimin niteliği üzerinde durulmamıştır. İşte bu yüzden bu üniversiteler hakiki manada bir “Esnaf Üniversitesi” niteliğine gelmiştir. Siyasi partilerin seçim bölgelerinde en önemli vaatleri o ile bir üniversite açtırmak, şayet

Oy kaygısına dayanan ve yerelde sadece geçici bir ekonomik iyileşmeye sebep olan kalitesiz üniversiteleşme yerine, yeniden inşa edilecek kaliteli üniversitelerimizin gerçek ekonomik atılımın öncüleri olması gerekmektedir. Ülkemizin geleceğini gerçekten düşünüyorsak, yapabileceğimiz en iyi şey budur. 16


GENCAY

17


GENCAY

İSMİM: ÇOCUK Dilek AKILLIOĞLU "Eğer çocuklar eleştiri ile yaşarlarsa, Eleştirmeyi öğrenirler. Eğer çocuklar düşmanlık ile yaşarlarsa, Kavga etmeyi öğrenirler. Eğer çocuklar korku ile yaşarlarsa Endişelenmeyi öğrenirler. Eğer çocuklar acınma duygusu ile yaşarlarsa Kendilerine acımayı öğrenirler. Eğer çocuklar alay ile yaşarlarsa Çekingen olmayı öğrenirler. Eğer çocuklar kıskançlık ile yaşarlarsa Hasetin ne olduğunu öğrenirler. Eğer çocuklar utanç ile yaşarlarsa Kendilerini suçlu hissetmeyi öğrenirler. Eğer çocuklar hoşgörü ile yaşarlarsa Sabırlı olmayı öğrenirler. Eğer çocuklar güdülenme ile yaşarlarsa Kendilerine güvenmeyi öğrenirler. Eğer çocuklar övgü ile yaşarlarsa Takdir etmeyi öğrenirler. Eğer çocuklar beğeni ile yaşarlarsa Kendilerini sevmeyi öğrenirler. Eğer çocuklar kabul edilme ile yaşarlarsa Sevginin ne olduğunu öğrenirler. Eğer çocuklar onay ile yaşarlarsa, Hayatta hedefleri olmasının iyi olduğunu öğrenirler. Eğer çocuklar paylaşma ile yaşarlarsa, Cömert olmayı öğrenirler. Eğer çocuklar dürüstlük ve eşitlik ile yaşarlarsa, Doğruluk ve adaletin ne olduğunu öğrenirler. Eğer çocuklar dostluk ile yaşarlarsa, Dünyanın barış içinde yaşanması gereken bir yer olduğunu öğrenirler.

Eğer çocuklar sükunet ile yaşarlarsa, Huzur içinde yaşamayı öğrenirler." Dorothy L.Nolte / Çocuk yaşadığını öğrenir.

Sevgili ailem, Sizlere toplumun en küçük birimini oluşturduğunuz aile kurumunun temel taşı olarak yazıyorum. İsmim çocuk. Bana vereceğiniz takma ad ile hitap edilecek olmam asıl tanımımı değiştirmeyecektir. Beni dünyaya atma kararını verdiğinizde gelişimim için gerekli her ayrıntıyı düşündüğünüzü varsayıyorum. Çünkü sorumluluklarını bilen bireyler topluma bir kurum kazandırabileceklerdir. Dış dünyaya açılmak için sizin deneyimlerinizi öğrenmem gerektiğinden dolayı siz benim için gerekli olan köprülersiniz. İnsan ilişkileri hakkında becerileri sizin deneyimlerinizle kurabileceğim. Sonra kendim geliştirmeyi sürdüreceğim. Sorunların nasıl çözüldüğünü bana ilk öğretecek olan sizlersiniz.

18


GENCAY Evet. Yeryüzüne düşüncelerimi dile getirme yetisiyle gelebilseydim, öncelikle nefes aldığım sürece anlamını arayacağım yaşamda beni size bağımlı hale getirmenizden şikâyet ederdim.

her düşünme eylemini büyüklere bırakan ben” demektir. Dikkat etmediğiniz takdirde oluşturduğunuz kurum Oral karakterli çocuğa açılış yaparak yola devam edecektir. İkinci evre ise çevreyi ayırt etmeye, neyi nasıl kullanacağımı fark etmeye başladığım evredir. İnsan denen yaratığın özelliklerini bana kalırsa burada edinmeye başlıyorum. Tuvalet eğitimi sizin için çok zor geçecekken asıl mesele, bu durumdan etkilenecek kişiliğimdir. Bana uygulayacağınız yöntem kişiliğimi şekle sokacaktır. Bedenimi kontrol etmeye başladığım bu dönemde kontrol altına almaya çalıştıklarımın önüne ceza ile geçecek olmanız bu dönemde asılı kalmama neden olacaktır. Bu da bir sonraki basamağa çıkamayarak merdiveni tam olarak çıkmam anlamına gelir.

Sizlere kullanma kılavuzu verilmezken benim elimde bulunan kılavuzda deneyebileceğim yöntemler yer almaktadır. Ömrümün ilk senesinde her türlü yaşamsal ihtiyaçlar gereği anneme yakın olacağım. Bu sebeple benimle ilgilenirken geleceğin resmini çizdiğini, ona her seferinde ağlayarak hatırlatmak istiyorum ki bunu sadece bir sevgi içgüdüsü olarak kabul etmeyip yaklaşımlarını olumlu katkılarla ileri götürebilsin. Şimdiden saygılar… Frued dedeme göre beni kalıba sokacağınız ilk evre Oral dönemdir. Yukarıda sizlere bahsettiğim bağımlılık meselesini işte burada abartmaktasınız. Annem beni beslerken aşırıya kaçarsa emme ihtiyacım bir ileri adımda karşıma bağımlı insan profili olarak çıkacaktır. Bağımlı insan demek ise “tırnaklarını yiyen ben, kendini tam olarak ifade edemeyen ben, yaratıcı düşünme yerine

Oedipus karmaşası... Kız isem babama karşı korumacı, ilgili tavırlarım; erkek isem anneme karşı beslediğim aşırı sevginin ön planda olduğu hayatımın 19


GENCAY üçüncü evresidir. Kurucu bireylerim, duygusal gelişimim için bu çağda elinizden geleni ardınıza koymayınız. İleride birçok psikoanalistler cinsiyetimin farkına vardığım bu çağın öneminden bahsedecek. Sevgi gibi duyguların anlamlarının düzgün atılması gereken bu evrede bana nasıl sevmem gerektiğini, ne tür şeylere veya kişilere karşı düşmanlık beslemem gerektiğini ve bunların dozunu öğretmelisiniz.

Çocukluğumun en çok kaos yaratan dönemi, ergenlik diyeceğiniz son dönemdir. Bir doğa olayı olan fırtınayı bilirsiniz; işte bu dönem de fırtına gibidir. Çok serttir. Geldiği yeri dağıtabilir. Fakat eninde sonunda geçer-gider. Annem ve babam için mühim olan bu dönemin ardında bıraktığı sonuçların hayatımı etkileyecek derecede olumsuz olmamasını sağlamak olmalıdır. “Aile çocuğa ne sağlar?” sorusunun cevabını burada daha net vermeniz gerekir. Çünkü kendini gerçekleştirme, mutlu hissetme, yakınlık-uzaklık duygusu, değerli olma duygusu, güven duygusu, sorumluluk duygusu bu çağda yanıt bulacaktır. En önemli anlar, soru sorduğum anlardır. Her evrede bu anları iyi değerlendirirseniz yaptığınız bina sağlamlaşacaktır. İnsan olma potansiyelimi sizler sağlayacaksınız. İçine doğduğum kültürü sizden alacağım. Ancak bunu alış biçimim önemlidir. İlke ve değerlerinizi bana geçirmeniz demek, sosyalleşmem ve tutumlarımı, sizin ilkelerinizi örnek alarak yerine oturmam demektir. Amacınız, benim hem ruhsal hem de fiziksel açıdan sağlıklı yetişmemdir. Benlik duygumu geliştirerek bir 'kişi' oluşturmak, kendimin ne olduğu üzerinde fikir edinmek, toplumun üyesi olmamı sağlamak, içimi çözmemi öğreterek öz saygı edinmem zor şeyler değildir. Kullandığınız bir yöntemin olması gerekmektedir. Yapacağınız en son şey tutarsız davranmak olsun. Size saygı duyduğum vakit örnek almam mümkün olacaktır. Bana kesin ve kararlı davranmanız sayesinde ifade etmeyi öğrenebilirim. Ayrıca kendimi ifade etmem için özgür olmam lazım gelir.

Dördüncü evre ise artık sizin dışınızda yeni bir dünya olan 'öğretmen' ile tanışacağım evredir. Kendime sistemli amaçlar edinmeyi, öğretmenim sayesinde anlayacağım. Onun, amaçlarımı bir oyun hamuru gibi kalıba dökeceği yer burasıdır. Bu dönemde cinsiyetle ilgili konular yerine keşfetme, öğrenme ön plandadır. Sürekli etkinlik içinde olacağım bu okul çağında, çabalarıma karşı çıkılırsa yaptıklarımın değersizliğine inanır ve aşağılık duygusuna kapılırım. Tersine amaçlarımın değerli olduğu hissettirilir ve desteklenirsem işimi mükemmel yapmayı başarır ve beceriler kazanırım. İşini en iyi yapan insan ise sizin hayatta başarılı dediğiniz kesimdir.

20


GENCAY Özgürlüğümü serbest bırakın ki her aklıma geleni sorayım. Sorayım ki öğreneyim. Benim araştırmacı olmamı istiyorsanız susmamı beklemeyin. Bilginin doğru olanını benimle paylaştığınız takdirde doyum sağlamış olurum. Doyum sağlayan bir birey ise bilgiyi birikimli hale getirerek düzene koyacaktır. Kendi gerçekleştir(e)mediğiniz hayallerinizi benim üzerime yapıştırmayınız. Ayrı bir yaşam belirtisi olduğumu aklınızdan çıkarmayın. Başarısızlıklarımın olacağını kabullenin. Yeteneklerim doğrultusunda en iyi birey olmamı sağlayın.

Yaratıcılığınızın kalıntısı ben olacağım. Dünyaya bir şeyler bırakmak için gelen insanlar, geleceğe çocuk bırakarak eserlerini sonsuz hale getirmektedir. Yukarıda saydığım şeyler, bilgi ve onun bütünleşmesi ile alakalıdır. Her şeyi kusursuz yapmanız mümkün olmasa bile bütünlük sayesinde yaşayarak büyüdüğüm, öğrendiğim gözünüzden kaçmayacaktır. İstendik davranışı edinmemi sağlayan disiplinlerin sizde olduğunu unutmayın!' Ne aradığımı dileğimle…

anlatmanız,

Değerli anne ve babam, Çocuğunuz, Çocuk…

21

aşılamanız


GENCAY

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ GENÇLİK SEMİNERLERİ 15 Mart 2014 Konu: Milli Mücadele Hoca: Doç. Dr. İlhan Aksoy Sunum: Şermin Şahin Derleyen: Açelya Oğuz

2. Boğazlardan geçiş serbest olmalı; Kürt, Rum, Arap, Ermeni gibi azınlıklar Türk boyunduruğundan kurtulmalı; Türkler Avrupa’dan çıkartılmalı.

Türk varlığını Anadolu coğrafyasında silme düşüncesi, milli mücadelenin öncesine dayanır. Büyük devletler (!) kendi aralarında yaptıkları planlarla Anadolu’yu işgal etme politikası gütmüşlerdir. Bunlardan ilki tarihe “Wilson İlkeleri” adıyla geçmiş işgalci zihniyettir. Bu ilkelere göre ABD Başkanı Wilson şu şartları ileri sürdü:

İşgaller Avrupa ile sınırlı değildi. Osmanlıyı içten içe hastalık gibi kendi yaşam alanını kemiren devlet büyükleri, yazar ve şairler de vardı. Damat Ferit Paşa 23 Haziran 1919 yılında işgalcilerin konferansına sunduğu yazıda: “Avrupa medeniyetini takdir eden Türkler, birtakım ciddi reformlar yapmaktan geri kalmamışlar, modern hayata geçişlerinde Avrupa memleketlerinin yardımını görmüşlerdir. Bunda da ne kadar başarılı oldukları çeyrek asırdan az bir zaman içinde Türkiye’nin Avrupa topluluklarına kabul edilmesinden anlaşılmaktadır. Orada önemli yer tuttuklarına inanan Türkler, kalkınma yolundaki çabalarına Batı’nın yardımıyla yeniden başlatmayı istemektedir.”

1. Boğazlara ve İstanbul’a Amerikan Askeri yerleştireceğiz. 2. İstanbul bir Türk kenti değildir. İstanbul Boğazı ve çevresindeki bir arazi parçasını da Amerika mandasına almalıyız. 3. Sultan İstanbul’da kalacak ve Anadolu’da Türklere bırakılan yerlerin egemeni olacak. Fakat İstanbul’u yönetme yetkisi olmayarak orada bir çeşit Papa durumunda bulunacaktır.

4 Aralık 1918 yılında Wilson Prensipleri Cemiyeti kuruldu. Cemiyet üyeleri Halide Edip (Adıvar), Refik Halid (Karay), Yunus Nadi (Abalıoğlu), Ali Kemal, Ahmet Emin (Yalman), Necmettin Sadık (Sadak), Mahmud Sadık, Hüseyin Avni, Celal Nuri (İleri) gibi dönemin entelektüellerinden oluşuyordu. Bu görüşmelerden yedi ay sonra Mondros Mütarekesinin ardından

İngiliz Başbakanı Llyod George Yunanlıları İzmir’in işgali konusunda desteklemiş 15 Mayıs 1919 işgalinin hazırlayıcısı olmuştur: 1. Amerikalılar İstanbul’u, Fransızlar Suriye’yi işgal edeceklerdir. Yunanlılara da İzmir’i işgal etmeleri için izin vermeliyiz. 22


GENCAY Anadolu paylaşıldı. İstanbul ise 16 Mart 1920’de işgal edildi.

kendilerine teslim edilmesini istedikleri Anadolu’daki silah ve cephaneyi İstanbul’a göndermeyeceğini, bunları Doğu Anadolu’da muhafaza edeceğini açıkladı. Temmuz 1919’da Mustafa Kemal, ABD başkanına verdiği muhtırada: “ Sayın Başkan! (Reis Cenapları!) 600 yıllık bir imparatorluğa ve 1500 yıllık geçmişe sahip olan Türk milleti, varlıkları tarihe karışmış olan milletlerin uygulamanız sayesinde yeniden diriltildiği bir sırada, yok olmaktan baka bir anlamı olmayan kararlarınıza boyun eğmeyecektir. Artık tarafımızdan yok edilişimizin kaçınılmaz olduğunu anlıyoruz. Son kararı vermek bize düşüyor. Ve bu son karar ise onurlu ve namuslu ölmek, atalarımızın yiğitlik kanıyla yoğrulmuş olan bu topraklar üzerindeki egemenliği bizim ve evlatlarımızın kanıyla savunarak, dünyaya yeni bir özveri ve kahramanlık örneği göstererek terk etmektir.”

(Temmuz 1920 - Yerli işbirlikçiler Bandırma’da ABD ve Yunan bayraklarıyla işgalcileri karşılarken)

Bu şartlar altında Mustafa Kemal Atatürk milli mücadeleyi başlattı. 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Samsun’a çıktı. İşgallerin ardından Avrupa’nın kirli yüzünü gören Türk aydını da direnişi destekledi. Ülkenin çeşitli yerlerinde mitingler düzenlendi. Halide Edip Adıvar miting meydanında yaptığı konuşma Türk’ün Avrupa karşısındaki duruşunu ifade eder nitelikteydi: “ Yüzyıllardan bu yana sinsi sinsi devam eden Avrupa’nın işgal politikası, her zaman Türk toprakları üzerinde en vicdansız biçimde ortaya çıkmıştır. Ayda ve yıldızlarda zapt edilecek Müslüman ve Türk toprakları ve milletleri olduğunu haber alsa, oraya işgal ordusu göndermek için mutlaka bir yol bulacak olan Avrupa’nın elinde sonunda bir fırsat geçmiştir. 700 yıllık tarihine ağlayan minareler altında yemin ediniz: Bayrağımıza, atalarımızın namusuna ihanet etmeyeceğiz! “

Mustafa Kemal ülkenin çeşitli yerlerinde kongreler vermiştir. Oyunları suya düşen ABD ve İngiltere bu defa Kürtler kanalıyla ülkeyi parçalamayı denedi. İngilizler’in istihbarat subayları bin başı Edward Noel: “Mustafa Kemal’in yaratmış olduğu durum ciddileşirse, Bedirhanları ve öteki kimi Kürt ilçelerine vali ve mutasarrıf ataması için Türk hükümetini harekete geçirerek onlardan epey yararlanabiliriz.” İngiliz Yüksek Komiserliği Müsteşarı T. B. Hohler: “…bana öyle geliyor ki Mezopotamya'nın bizim olacağı kesin gibidir. Öyleyse Mezopotamya’nın bir kuzey sınırı olacaktır; bu sınır ovada değil dağda olacaktır, o dağlar esas itibariyle Kürt’tür, dolayısıyla bize bir Kürt politikası lazımdır

İngilizler, Mustafa Kemal’in direniş hareketini öğrenmiş silahlarını teslim edip itaat altına girmesini istemişlerdir. Mustafa Kemal ise işgalci İngilizlerin 23


GENCAY ve Kürt beyleriyle iyi geçinmemiz gerekir ki onları kullanabilelim.” demiştir. Ele geçirilen tutanaklarda şu bilgilere ulaşılmıştır:

(United Press) haber ajansına verdiği demeç de: “Amerika, Avrupa ve bütün medeniyet cihanı bilmelidir ki TÜRKİYA halkı her medeni ve kabiliyetli millet gibi kayıtsız şartsız hür ve bağımsız yaşamaya katiyen karar vermiştir. Bu meşru kararı ihlale yönelik her kuvvet Türkiya’nın ebedi düşmanı kalır.” ifadelerine yer vermiştir.

1. Amerika, Trabzon ve Erzurum’u içine alan bir Ermenistan’ı himaye edecek. Geri kalan dört ili de bir Kürt devleti olarak İngilizlerin himayesine bırakıyor. 2. Ermenistan’a 6 ilden başka Trabzon ve Adana da verilmelidir. Fransa ise Adana’yı kendisi için istiyor. Trabzon’da bir tane bile Ermeni yok, Ermenisiz bir Ermenistan biraz gülünç olmuyor mu? 3. Mustafa Kemal kendisini Erzurum valisi ilan etmiş, Erzurum’un yeni kurulacak Ermeni devletine katılacağı bir sırada bu çok anlamlı bir harekettir. Bu adam olmasaydı Ermenilerin bir şansı olurdu. 4. Mustafa Kemal’in askerleri hiç para almıyor, onları harekete geçiren vatan aşkıdır.

ABD’nin “yok et ama yararlan” planı 100 yıl sonra da yürürlükteydi. 21 Ekim 2007 Emekli Orgeneral Başer: “ Terör bitmez, çünkü PKK, ABD’nin taşeronudur.” demiştir. Günümüz küresel dünyasında ABD ticari veya siyasi anlaşmaları sonrasında terör örgütü faaliyetlerinin değişkenlik göstermesi şüphesiz bu durumun kanıtıdır. Emekli Orgeneral Doğan Güneş: “ ABD ve AB Türkiye’nin bölünmesini istiyor.” Emekli Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı: “ Irak’la hududumuz dağların zirvesinden geçiyor ve kontrolü zor. Bu, İngiltere’nin yaptığı iş… Bence, ileriyi düşünüp yapmışlar. PKK sınırın bu özelliğinden yararlanarak sızıyor.” Diyerek günümüz politikalarını dillendirmişlerdir.

Sivas’ta Mustafa Kemal : “Biz emperyalist pençesine düşen bir kuş gibi yavaş yavaş aşağılık bir ölüme mahkum olmaktansa, babalarımızın oğulları olarak vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ediyoruz.” 1922, Amiral Bristol İstanbul’da yazdığı diyerek 4. maddeyi kanıtlamıştır. Türk rapordan çıkarımlar: ordusu tüm cephelerde milli aşkla mücadele etmiş kimi anasından kimi  Bugün bile Kürtler’i kışkırtarak kendi yârinden ayrılarak ebediyete intikal emelleri için kullanmak isteyen ABD, etmiştir. Her karış toprağını Türk kanıyla İngiltere ve Fransa, aslında onları dost sulamış kanlı emperyalistlerin kanlı görmüyorlar ve gerçekte “normal oyunlarına meydan vermemiştir. Milli koşullarda bile Kürtler daima komşuları mücadele her türlü hainliği yaparak için sorun olmuşlardır” diye düşünüyor. sömürge devleti kurmaya çalışan  ABD’nin gözleri hep petrol emperyalistler dahi Türk’ün bu akıl almaz yataklarında, ölüm kalım mücadelesini karşısında şapka  İngiltere, sömürgesi Hindistan’a tehdidi çıkartmışlardır. 1922 yılında 800 önlemek için Ortadoğu’da kendi Amerikan gazetesi adına American UP 24


GENCAY

denetiminde birçok devlet kurmak istiyor. Kürdistan kavramını tamamen “coğrafik bir bölge” olarak kullanıyor hiçbir zaman “siyasi bir birlik” anlamında kullanmıyor. “Ermeno-Kürdistan” diye bir kavram kullanıp Ermeni-Kürt ortak devleti ve bölgesi planlıyorlar. Kürtler’le asla dost değiller, onları ciddiye almıyor ve aşağılıyorlar. İçlerinde siyasi ve askeri bir lider çıkmayacağını düşünüyorlar. Kürt isyanları çıkarmalarının nedeni, Mustafa Kemal’in Musul’a el koymasını engellemek, Musul ve Mardin başta olmak üzere birçok yerde Kürt aşiret reislerini parayla satın alıyorlar.

 Sevr Antlaşması madde 62: Fırat’ın doğusunda, ileride saptanacak Ermenistan güney sınırının güneyinde Suriye ve Irak’ta, Türkiye sınırının kuzeyinde, Kürtlerin sayıca üstün olduğu bölgelerin yerel özerkliğini, iş bu antlaşmanın yürürlüğe koyulmasından başlayarak 6ay içinde, İstanbul’da toplanan İngiliz, Fransız ve İtalyan Hükümetlerinden her birinin atadığı üç üyeden oluşan bir komisyon hazırlayacaktır.  Madde 64: Kürtler, bu bölgedeki nüfusun çoğunluğunun Türkiye’den bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak Milletler Cemiye ve Konseyi’ne başvururlarsa ve Konsey de bu nüfusun bu bağımsızlığa yetenekli olduğu görüşüne varırsa ve bu

bağımsızlığı onlara tanımayı Türkiye’ye salık verirse, Türkiye bu tavsiyeye uymayı ve bu bölgeler üzerinde bulunan bütün haklarından ve sıfatlarından vazgeçmeyi şimdiden hükümlenir.  3 Ocak 1922, Mustafa Kemal’in ABD’ye muhtırasından çıkarımlar:  Ülkemizde yabancı kuruluş ve kişiler, hangi amaçla çalışıyor görünürse görünsün, aslında vahşi bir kâr peşindedirler.  Ellerindeki ekonomik ayrıcalıklara güvenerek, egemenlik hakkı isterler. Bunlar ülkemizden hemen defedilmelidir.  Ekonomik, bilimsel ve insani amaçlarla çalışıyor görünseler de asıl amaçları ülkemizi işgal etmektir.  Bunların ruhlarında Hıristiyanlık düşüncesi saklıdır ve içimizdeki Hıristiyan azınlıkları kışkırtarak, ayrılmaya teşvik ederler. Hükümet buna izin veremez.  Hiçbir hükümet, kendi ülkesi içinde on binlerce çocuğunu yabancıların, kuşkulu ve denetimden uzak eğitimiyle büyütüp beyinlerinin yıkanmasına izin veremez.  Amerikalılar ise bu tür faaliyetlerini gizleyip tesisler kurup binlerce çocuğumuzu milletimize düşman etmektedirler. Buna izin veremeyiz.

25


GENCAY

26


GENCAY

SAMSUN’DA BİR GÜNEŞ DOĞUYOR Hanife YAŞAR Osmanlı Devleti artık ömrünün son günlerini yaşamaktaydı. 600 yıllık bir devlet artık yorulmuş, tükenmiş ve yıkılmaya yüz tutmuştu. İbn-i Haldun’un dediği gibi tıpkı insanlar gibi doğmuş, büyümüş, olgunlaşmış ve artık yeniden milli değerlerine dönülmediği takdirde yok olup gitmeye mahkûm bir duruma gelmişti. Akbabalar, can çekişmekte olan bu devletin başına üşüşmüş, her biri bir an önce ölmesi için kendine birer parça koparma telaşı içine düşmüşlerdi.

Hınçak ve Taşnak cemiyetleri; Trabzon, Samsun ve bütün Karadeniz kıyılarında oluşturulmuş Pontus Cemiyeti de kolaylıkla ve başarıyla çalışmalarını sürdürüyordu. Osmanlı Devleti’nden geriye kalan “bir avuç Türk Milleti” bazı yerlerde ‘hiç olmazsa kendi bölgelerimizi kurtaralım’ düşüncesiyle bölgesel olarak kurtuluş mücadeleleri aramaktaydı. Bir kısım aydınlar İngiliz mandasını kabul etmek gerektiğini savunurken, diğer bir kısmı da Amerikan mandasını kabullenme girişimlerinde bulunuyorlardı.

I. Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılan Osmanlı Devleti, İtilaf Devletleri ile şartları ağır bir ateşkes imzalamak zorunda kalmıştı. Osmanlı ordusu dağıtılmış, silahları ellerinden alınmış ve üç kıtadan geriye kalan tek vatan parçası olan Anadolu da işgale açık bir hale gelmişti. Uzun süren savaşlar sonucunda millet yorgun ve umutsuz bir hale bürünmüştü. İtilaf Devletleri ateşkes hükümlerine uyma gereği duymadan birer bahane ile ülkenin değişik bölgelerini işgale başlamışlardı. Düşman postalları Anadolu’nun her yerinde serbestçe dolaşabiliyordu. Adana Fransızlar; Urfa, Maraş, Antep İngilizler tarafından işgal edilmiş; Antalya’da, Konya’da İtalyanlar; Merzifon ve Samsun’da yine İngiliz askerleri işgale başlamışlardı. Osmanlı’nın başkenti olan İstanbul’da ise İtilaf donanmaları ve askerleri mevzilenmişlerdi. 15 Mayıs 1919’da İtilaf Devletleri’nin onayıyla Yunan ordusu İzmir’e çıkarılmıştı. İstanbul Rum Patrikhanesi’nde oluşturulan Mavri Mira Cemiyeti, Ermenilerin kurduğu

Türk Milleti böylesine sancılı bir dönem geçirirken Bilge Kağan, sanki bu günü görmüş ve 1200 yıl öncesinden o günlere ışık saçması için Türk Milleti’nin yok olmaması amacıyla neler yapıldığını ve neler yapılması gerektiğini altın harflerle bozkırda taşların üzerine kazımıştı:

“…Türk Milleti il yaptığı ili elden çıkmış, kağan yaptığı kağanını kaybedivermiş. Çin milletine beylik erkek evladı kul oldu, 27


GENCAY hanımlık kız evladı cariye oldu. Türk Beyler Türk adını bıraktı. …Türk halkı şöyle demiş: İlli millet idim, ilim şimdi hani, kime kazanıyorum der imiş. Kağanlı millet idim kağanım şimdi hani? ...”

olmalıydı. Mustafa Kemal, 18 erle birlikte Samsun’a çıkmış ve “Ya İstiklal Ya Ölüm!” parolasıyla Milli Mücadele’yi başlatma kararını almıştı. Tanrı ona kuvvet verdiği için Mustafa Kemal’in başlattığı iman dolu mücadele kitlelere yayılarak gelişme fırsatı bulmuş, Türk Milleti topyekûn bir mücadeleye girmiştir.

Bilge Kağan’ın bu sözleri Türk Milleti’ne, bağımsızlığına sahip çıkmazsa yok olup gideceğini bildirmek için söylüyordu ve Bilge Kağan, bilge kişiliğiyle bağımsızlıklarına nasıl kavuştuklarını da şu sözlerle dile getiriyordu:

Onlar Milli Mücadele’yi başlatırken, bağımsızlığın herhangi bir yabancı devletin bayrağının altında asla gerçekleşemeyeceğini biliyor ve bölgesel direnişler yerine ülkenin topyekûn savunulması gerektiğini düşünüyorlardı. Bağımsızlığı tam manada gerçekleştiremeyecek olsalar bile bu uğurda can vermek onları; tutsaklık zincirini kendi elleriyle boynuna geçiren miskin, onursuz bir yaşam sürmektense, onurlu bir ölümle ödüllendirmiş olacaktı.

“… Yukarıda Türk Tanrısı mukaddes yeri, suyu öyle tanzim etmiş. Türk Milleti yok olmasın diye babam İlteriş Kağan’ı, annem İlbilge Hatun’u göğün tepesinde tutup yukarı kaldırmış olacak. Babam kağan, 17 erle dışarı çıkmış, dağdaki inmiş 70 er olmuş. Tanrı kuvvet verdiği için babam kağanın askerleri kurt gibi imiş, düşmanı koyun gibi imiş. Doğuya batıya asker sevk edip toplamı yığmış, hepsi 700 er olmuş. 700 er olup ilsizleşmiş, kağansızlaşmış milleti, Türk töresini bırakmış milleti ecdadının töresince yaratmış, yetiştirmiş. …” Ve 19 Mayıs 1919…

Mustafa Kemal ve arkadaşları sağ salim ve kuşkuya yer vermeden Samsun’a ayak bastığında sonu netleşmemiş bir kararlılıkla, aziz milleti ile birlikte bu karanlık günlerden kurtulup devrilen asırlık çınarın kalıntılarından taze tomurcuklar ile yepyeni bir fidan yeşertme ümidini taşımaktaydı. O, bu karanlık günlerde dahi Türk Milleti’ne güvenmeyi bilmiş, milletin azim ve kararıyla aydınlığa ulaşmaya çalışmıştır. “Şark Meselesi”

Tanrı, Türk Milleti yok olmasın diye Mustafa Kemal gibi bir lider göndermiş 28


GENCAY düşüncesiyle yok edilmek istenen Türk Milleti’nin canlanmasını, atalarının dediği gibi ‘titreyip kendine dönmesini’ sağlamış ve kendine dönen milletin yok olmadan sonsuza kadar var olacağını bir kez daha Türk düşmanlarına göstermiştir.

1918’in karanlık tablosu nasıl Türk gençliğinden alınan güçle aydınlığa dönmüşse, bu aydınlığın sürekli olmasını sağlayacak ve milleti daha aydınlık yarınlara ulaştıracak olan da yine Türk gençliğidir. Atatürk bu yüzden en çok gençlere güvenmiş ve bu yüzden diriliş gününü de onlara armağan ederek, zor durumlar karşısında muhtaç oldukları kuvveti damarlarındaki asil kanda bulacaklarını hatırlatmak istemiştir. Bu sebeptendir ki bütün Türk gençleri zor durumlarla karşılaştıklarında bir “İlteriş Kağan” veya bir “Atatürk” olabilme kabiliyetine sahiptirler. Türk gençleri sahip olduğu bu kuvvetin farkında olarak kendini Türk olmanın verdiği değere layık bir şekilde yetiştirmelidir.

Samsun’a atılan ilk adım, aslında Türk Milleti’nin makûs talihini yenmesi için kurtuluşa giden ilk kutlu adımdı. İşgallere karşı Türk Milleti’nin umutsuzluğa kapılmamasını, hatta bu zor durumun onları daha çok güçlendirmesi gerektiğini her defasında belirtmiş ve bir kıvılcım çıkararak sönen küllerin Türk Milleti’nin azim ve kararıyla yeniden alevlenmesini sağlamıştır. Mücadeleyi hep birlikte sürdürmek için atılan ilk adım Türk Milleti’ni beklediği kutlu zafere götürmeyi başarmıştır. Küller yeniden canlanmış ve bitmeyen Türklük ateşi Anadolu’yu kavurmaya devam etmiştir.

Atatürk bu günü gençlere armağan ederken “ Ben 19 Mayıs’ta doğdum.” demiştir. Bu kutlu gün yalnız onun değil yüce Türk Milleti’nin de yeniden doğduğu, dirildiği gündür.

Atatürk, Samsun’a çıkarak Kurtuluş Savaşı’nı başlattığı günü, güvendiği ve geleceğin ümidi olarak gördüğü Türk gençlerine armağan etmiştir.

Kutlu Olsun!

29


GENCAY

30


GENCAY

561. YIL Aslıhan KAYA İstanbul iki büyük cihanın kesim noktasında yer alıp “Türk Milletinin göz bebeği” niteliğini taşıyan bir kenttir. Tarihi MÖ 7. yüzyıla dek uzanır. Şehri Megaralıların kurduğu söylenir. Komutan Byzas, şehre Byzation adını vermiştir. MÖ 4. yüzyılda İskender’in aldığı Byzation Romalıların hâkimiyetinden sonra Konstantinopolis olmuştur. İmparatorluğun ikiye ayrılmasıyla Doğu Roma İmparatorluğu’na başkentlik etmiştir.

   

  

Tabii güzellikleri ve coğrafi avantajları sebebiyle birçok saldırıya maruz kalan şehir, birçok kuşatmaya şahitlik etmiştir. Toplam sayısı 29 olan kuşatmaların bir kısmı şöyledir:  M.Ö 340 Makedonya Kralı Phillippe  M.Ö 194 Roma İmparatoru Septim Severus (Başarılı olmuştur. Şehir artık Romalılara bağlanmıştır.)  M.S 616 İran Hükümdarı Keyhüsrev  M.S 626 İranlılar ve Avar Türkleri (ortak)  M.S 665 Emevi Halifesi Muaviye  M.S 667 Emevi Halifesi Muaviye  M.S 672 Emevi Halifesi Muaviye  M.S 712 Emevi Halifesi I. Velid  M.S 722 Emevi Halifesi I. Velid (Yalnızca Galata Limanı alınmış, Arap Camii inşa edilmiştir.)  M.S 782 Abbasiler (Kent haraca bağlanmıştır.)  M.S 854 Abbasi Halifesi Mütevekkil  M.S 864 Ruslar  M.S 869 Abbasi Halifesi Mütevekkil

   

M.S 936 Ruslar M.S 959 Macarlar M.S 970 Abbasiler (Kent haraca bağlanmıştır.) M.S 1203 Latinler (Latinler İstanbul’u 1261′e kadar ellerinde tuttular.) M.S 1302 Venedikliler M.S 1348 Cenovalılar M.S 1391-1396 Osmanlı Padişahı I. Bayazid (Şehir İstanbul’da bir Türk Mahallesi kurulması isteğine karşı çıkılması üzerine ablukaya alınmıştır.) M.S 1412 Osmanlı Şehzadesi Musa Çelebi M.S 1422 Osmanlı Padişahı II. Murat M.S 1437 Cenovalılar M.S 1453 Osmanlı Padişahı II. Mehmed (Başarılı olmuştur. Sonrasında şehir Türklerin hâkimiyeti haline girmiştir.)

Bunların yanında Vikinglerin, Gotların hatta Attila’nın şehri kuşattığı dile getirilmişse de tarihleri bilinmemektedir. Bu sırada 1299’da kurulan Osmanlı Beyliği zamanla Anadolu ve Rumeli’de genişledi. Bir süre sonra Osmanlı toprakları arasında kapana kısılmış Konstantinopolis’in muhakkak alınma ihtiyacı doğdu. Birçok kez kuşatılmışsa da başarıya ulaşılamadı. 15. asrın ikinci yarısına girildiğinde genç yaşta padişah olan İkinci Mehmed, bilge hocası Akşemseddin’in teşvikleri ile İstanbul’u “Kızıl Elma” bildi. İkinci 31


GENCAY Mehmed, Başkent Edirne’de Konstantinopolis’in yıkılmaz surlarını aşabilmek için “Şahi” isimli o güne dek görülmemiş büyüklükte toplar döktürdü. Bu sırada Yıldırım Bayazıd’ın yaptırdığı Anadolu Hisarı’nın karşısına kuşatma sırasında Bizans’a gelecek yardımların önüne geçebilmek amacıyla Rumeli Hisarı yapıldı.

donanmasıyla de Haliç’i zorluyor fakat zinciri aşamadıkları için gemiler Haliç’e giremiyordu. Günlerdir süren kuşatmanın henüz başarı getirememiş olması ve Ceneviz donanmasından gelen yardımın Boğaz’ı geçerek Haliç’e girmesi Sultan İkinci Mehmed’i sinirlendirmiş ve atını boğazın sularına sürerek donanmasına emirler yağdırmış, komutanlarına da saldırı için orduyu hazırlamalarını emretmişti.

Yapılan hazırlıkların kendisine yönelik olduğunu hemen anlayan Bizans İmparatoru Konstantin, Sultan İkinci Mehmed’i hediyelerle ve vergilerle oyalamaya çalışırken, bir yandan da Avrupa devletlerine elçiler yollayarak onları durumdan haberdar ediyor ve yardımlarını talep ediyordu. Ancak 1054 yılında Hıristiyanlığın Katolik Kilisesi ve Ortodoks Kilisesi olarak ikiye ayrılması sebebiyle, Papa V. Nikola, Bizans’ı desteklemeyi pek düşünmüyordu. Bazı İtalyan şehir devletleri askeri birliklerini Bizans’a yardımcı olmak amacıyla İstanbul’a yollasa da Avrupa’nın büyük devletleri Bizans’ı desteklememe kararı almışlardı. Durumun giderek ümitsizleştiğini gören Bizans İmparatoru, surların önüne geniş hendekler açtırmış, Haliç’in güvenliğini sağlamak amacıyla da girişine zincir çektirmişti. Ordusu ile Konstantinopolis’e gelen İkinci Mehmed, Bizans İmparatoru’na elçi göndererek teslim olması çağrısında bulunduysa da reddedildi. Bunun üzerine tarihin gördüğü son İstanbul Kuşatması başladı.

Sultan İkinci Mehmed, Theodosius Surları’na ve şehrin su ile çevrili olmayan tek bölgesini batıdan gelebilecek saldırılardan koruyan hendeklere saldırmayı tasarladı. Ordu 2 Nisan 1453′te şehrin doğusuna yerleşti. Toplar haftalarca surları dövdü fakat yeterli gedik açamadı. Topların soğumaları ve yeniden doldurulmaları uzun zaman aldığı için, her atıştan sonra Bizanslılar hasarın çoğunu tamir edebiliyorlardı. Daha sonra, yeraltı tünelleri açıp surların altını kazarak girme yolunu denediler. Kazıcıların çoğu, Sırp Despot’u tarafından Novo Brdo’dan gönderilen Sırplardı ve Zağanos Paşa’nın emri altındaydılar. Lâkin Bizanslılar, Johannes Grant adında, Alman olduğu söylense de muhtemelen İskoç olan

Kuşatma, Türk topçusunun surları top ateşine tutmasıyla başladı. Bizans ordusu ise sürekli surlarda açılan gedikleri kapatmaya çalışıyordu. Osmanlı, 32


GENCAY bir mühendisi görevlendirdiler. Johannes karşı tüneller kazdırdı ve Bizans birlikleri tünellere girip Osmanlı işçileri öldürdüler. Diğer tüneller de suyla dolduruldu. Son olarak Bizanslılar önemli bir mühendisi esir alıp işkence yaparak, sonradan yıkılan tünellerin hepsinin yerini öğrendiler.

konusunda ciddi bir adım atılmıştır. Birçok kez Şehzadeleri ve Avrupa ülkelerini kışkırtan iç işlere karışan düşman yok olmuştur. Osmanlı, Müslüman dünyasında daha saygın bir hale gelmiştir. Sultan İkinci Mehmed, artık Fatih Sultan Mehmed olmuştur. Fethe dünya tarihi açısından bakıldığında; İstanbul’dan İtalya’ya kaçan sanatkârlar ve bilim adamları, Rönesans ve Reform hareketlerini hızlandırmışlardır. Dünyanın en büyük ve köklü imparatorluklarından biri olan Doğu Roma tamamen yok olmuştur. Orta Çağ kapanıp Yeni Çağ açılmıştır. Ticaret yollarının birer birer Türklerin eline geçmesi Avrupalıları yeni ticaret yolları bulmaya zorlamıştır ve coğrafi keşifler ortaya çıkmıştır. Bu fetih bir nevi Avrupa’nın (İngiltere’nin) Amerika kıtasını keşfinin yolunu açmıştır. Zira bu keşifle ticaret yolları kapanan Avrupalılar başka yollar bulmak zorundaydılar. Bu keşif buna bir vesile olmuştur.

29 Mayıs sabahı saldırı başladı. İşte o sabah Bizans askerlerini kötü bir sürpriz bekliyordu. İkinci Mehmed o gece yetmiş parça gemiyi yağlı kütükler kullanarak karadan Haliç’e indirmişti. Anadolululardan oluşan bir dalga, şehrin kuzeydoğusundaki, topla kısmen hasar almış Blachernae Surları’nın bir bölümüne odaklanmıştı. Uzun süren bu çarpışmalar sonucunda Ulubatlı Hasan adındaki bir yeniçeri, aldığı kırk ok darbesine rağmen hayatta kalarak Osmanlı sancağını dikmiş; bununla ateşlenen Osmanlı ordusu 29 Mayıs 1453′te İstanbul’un surlarını aşmıştı.

Her 29 Mayıs’ta milletimizin şanlı zaferini anıyor, Rumeli Hisarı’nın yapım aşamasında gelen Bizans elçisine İkinci Mehmed’in verdiği “ Benim gücümün eriştiği yere senin hükümdarının hayal ufukları dahi erişemez.” cevabı ile övünüyor ve Bizans veziri Notaras’ın “ Bizans sokaklarında kardinal kavuğu görmektense Türk sarığı görmeyi tercih ederim.” sözleriyle manidar duygular yaşıyoruz. Biliyoruz ki fetih surlardan önce gönüllerde gerçekleşmelidir. Aynı nedenden Fatih de Konstantinopolis halkına huzur, emniyet ve zenginlik gibi değerler sunmuştur. İnsanlar yıllarca

İstanbul’un Fethi hem Türk Tarihi hem de Dünya Tarihi açısından ciddi önem arz eder. Türk Tarihi açısından bakıldığında; o zamana dek bir devlet olan Osmanlı artık bir imparatorluktur. Anadolu ve Balkanlar arasındaki geçişlerde engel olan Bizans ortadan kalkmış toprak bütünlüğü 33


GENCAY “Fetih ve Fatih” bekler olmuşlar, Osmanlı himayesi istenir ve aranılır olmuştur.

Peki, biz hangi fetihten bahsediyoruz ve neyi kutluyoruz? Her geleneğimiz, töremiz, adalet sistemimiz saf Türk kültürümüz bir bir baltalanırken, kardeş kardeşi kırarken, 10 yıl önümüzü tahmin dahi edemiyorken hangi fetihten konuşacağız? Bugün yüzlerce hainin, terör örgütlerinin Fatih’in bizlere emanet ettiği topraklarda cirit attığını bilerek, teröristler yasal platformlarda dokunulmazken, hainler bölücülük ile yargılanmak yerine baş tacı yapılıyorken biz hangi fethi kutlayacağız? Birçok konuyu tekrar tekrar masaya yatırmamız gerekiyor. Toplumumuz tam bağımsız, geleneklerini benimsemiş gerçek bir Türk toplumu olarak özüne dönebilecek mi? Yoksa geleceğini Batı’da gören, kurtuluşu entegrasyonda bulacağını düşünen, himaye ve mandacılık düşleyen bir yasal (!) devlet mi olacak?

Ne yazık ki dün bizi isteyip, yönetimimize hasret olan milletlerin konumunu biz yer edindik. Bir zamanlar Türk adaletini, geleneğini öven aciz milletleri artık bizim aydınlarımız(!) över oldular. Onların himayesini, idaresini, kültürlerini arzular olduk.

Eğer ki gerçek anlamıyla fetih kutlayacaksak Batı Devletleri ile ilişkilerimizi gözden geçirmeli, olması gereken ülküler peşinde gitmeli, etnik çatışmalara karşı dimdik bir TÜRK milleti olmalıyız. Aksi durumda bu kutlamanın gereği ve manası kalmaz!

Bu gün bir yandan Fetih Haftası kutluyor, bir yandan olmayacak kültürlerin tezgâhtarlığını yapıyoruz. Bir yandan gemileri Haliç’e indiriyor bir yandan Avrupalı düşler kuruyoruz.

34


GENCAY

3 MAYIS 2014 Emre ECE “3 Mayıs 1944”, “44 Olayları”, “Türkçülük Günü”, “Milliyetçiler Günü”… 3 Mayıs 2014’te çok şükür bu kavramları ülke gündemine sokabildik. 44 Olayları’nın 70.yılı, kendisini Türkçü, Milliyetçi, Ülkücü olarak tanımlayan, çoğunu gençlerin oluşturduğu gruplar tarafından kutlandı. Etkinliklere iki sınavım olduğu için katılamasam da akşama doğru etkinlik fotoğraflarını görünce, alanlardaki gençlere ve “Ulu Çınarlarımıza” imrendim.

devletin kuruluş felsefesi olan Türkçülüğe, nasıl bir bakışla sahip çıktığını gösterdi. 3 Mayıs öncesinde, bence faydalı bir tartışma zemini oluştu. Faydadan kastım, birbirimizi dinlemeyi öğrenmemizdir. Tartışmanın temeli, “3 Mayıs 1944 olayını biz nasıl tanımlamalıyız?” sorusu ve buna verilen cevaplardı. MHP Genel Başkan Başdanışmanı Şükrü Alnıaçık’ın, “Milliyetçilik” ve “Türkçülük” üzerine Facebook üzerinden yaptığı paylaşımlar, bir haber sitesi tarafından yayınlanınca, ipler gerildi ve kimin ne söylediğinin duyulmadığı bir ortam oluştu. Aslında evveliyatta, MHP’nin Türkçülük Günü yerine Milliyetçilik Günü demesi, az da olsa eleştirilere neden olmuş, Türk kelimesinin isimden çıkarılması sorgulanmıştı. Fakat TürkçülükMilliyetçilik kavramlarının çarpıştırıldığı izlenimiyle yapılan haberler, işin boyutunu değiştirdi, neredeyse 3 Mayıs kutlamalarını bile gölgede bırakacaktı.

Türk gençleri, milletinin adına leke düşürmeyecek bir şekilde toplanıp, 3 Mayıs 1944’te, ne olduğunu anlamaya, anlatmaya çalıştılar. Nasıl ki 1944’teki nümayişte, fikri çalışmalar ilk defa sokakta vücut bulduysa; yine aynı şekil ve işleviyle, 2014 - 3 Mayıs’ında “Bütün Türkler, Bir Ordu” olabilmeyi başardı; salon toplantıları yerini meydanlardaki gösterilere bıraktı.

Şükrü Bey, partinin “Milliyetçiler Günü” ismini kullanmasının gerekçelerini anlatırken, buna karşı çıkanlar da Türkçülük Günü isminin kullanılmasını savunuyorlardı. Ne MHP’lilerin Türkçülüğünden, ne de Türkçülük Günü’nde ısrar edenlerdeki MHP sevdasından şüphem var. O yüzden mümkün olduğunca bu tartışmada taraf olmamaya –ki bence bu tartışmada taraf da yoktur-, kimin neyi, nasıl dediğini gözlemlemeye gayret ettim. Zira üslup, insanların ne dediğinden çok daha

Ankara’da farklı kuruluşların yaptığı etkinliklerde, gençlerin son durağı Anıtkabir idi. Böylece 3 Mayıs için toplanan herkes, Atatürk’e giderek,

35


GENCAY kıymetlidir bana göre. Hakk’ı söylüyorum diyen, bunu edebini koruyarak yapamıyorsa söylediğinin ne kıymeti vardır? Çok şükür ki önceden örneklerine çok kez rastladığım üslup sorunları, saygısızlıklar bu sefer yaşanmadı. Böylece herkes kimin ne dediğini, ne yazdığını anlamaya gayret etti. Aslında çok farklı şeyleri savunmuyorlardı, fikirlerinin temelinde ayrılık yoktu ve biçimdeki farklılıktan dolayı böyle bir tartışma oluşmuştu.

3 Mayıs 2014’de buluştukları nokta, Başbuğ Mustafa Kemal Atatürk’ün istirahatgahı Anıtkabir idi. Umarım bu vardığımız nokta hem bize hem de düşmana, bizim ne yaptığımızı anlatmamız açısından net bir mesaj olmuştur. Bizler, Türkçülüğün Esasları’na bağlılıkta sorun yaşamayan Türk Milliyetçileri, Ülkücüler devletimizin kuruluş felsefesini biliyoruz ve bu felsefeyi en doğru şekilde Türkçülük, Türk Milliyetçiliği olarak tanımlıyoruz. Madem hem Türkçüyüz hem Türk Milliyetçisiyiz; benim önerim, 3 Mayıs Türkçülük-Milliyetçilik Günü diyelim. Kutlu olsun, Anıtkabir’de ve ülkenin her yerinde, Türk için olan her gence, Kut’lu günler nasip olsun. Türk milliyetçileri, kardeşlerini, fikirdaşlarını gerçekten sevebilmeyi ve anlayabilmeyi başardığında, o günler çok daha yakın olacak.

Türkçülük Günü olsun diyenler de, Milliyetçilik Günü olsun diyenler de Türk milletinin refahı için fedakârlıklar yapmayı göze almış insanlar. Şahsi menfaatlerini arka plana atmayı ve hatta babalarının, dedelerinin yaptığı gibi Çanakkale’yi, Sakarya’yı tekrar yaşamayı, Moskova’yı, Washington’u, Londra’yı karşılarına almayı, göze almış neferler. Üniter yapımızı korumak için, bölünmeye dur diyebilmek için, Kıbrıs, Azerbaycan, Türkmeneli, D. Türkistan için toplumu sürekli uyanık tutmaya çalışan, siyasette, sivil toplumda birlikte çalışan yine bizleriz. Biriz. Ortak noktalar saymakla bitmez; çünkü bu insanlar, aslında birbirlerine eşler. Tek dertleri var, o da yaşadıkları topraklara Türkçe nizam verebilmek ve Türk gibi yaşamak...

36


GENCAY

SİYASETSİZ BİR ANALİZ: BİLİM ve HAKİKAT I-II Durmuş HOCAOĞLU "Ben, ‘çırılçıplak bu dünyaya fırlatılmış olan İnsan’, kime ve neye güveneyim de ‘İşte! Eşya'nın hakikî bilgisi, onun da ötesinde tüm hakikat; o, hiç değişmeyen ve değişmeyecek olan ezelî ve ebedî hakikat budur!’ diyeyim?"

Bilim'in içinden yapan Einstein, Schrödinger, Heisenberg gibi filozofâlimlerden. Onların yeri Bilim Felsefesi dersi; üstelik mekân da avuç içinden daha dar - ve dahi sayfa editörünün tansiyonunu da her defasında yükseltmenin âlemi yok. O sebeple, kısa ve özlü birkaç kelâm ile ifâde-i merâm ve kifâf-ı nefs etmeye çalışacağım.

19. asırdan devredilmiş bulunan ve tortusu bütün zihnimizi kaplamaya devam eden Pozitivist kalıntının kötü bir faturası olarak Bilim'i mistik ve kutsal bir şey, Hakîkat'i bulan yetkin bir araç telâkkî edenler, Teori'nin bir açıklama ve/veya öngörme modeli olduğunu unutup Hakîkat'in kendisi sananlar ve bunu total, hatta totaliter ve otoriter bir ideoloji olarak dayatmak isteyenler, maalesef hâlâ ülkemizde çoğunlukta... Hâlbuki her teori bir olguyu açıklamak ya da öngörmek için kurulmuş bir model, bir senaryodur ve hiçbir teorinin yıkılmazlık ve kesin doğruluk diye bir garantisi yoktur. Bir teori ne kadar mükemmel bir iç ve dış tutarlılığa sahip olursa olsun, böyle bir âkıbete dûçâr olması dâimâ mümkün ve muhtemel ve hattâ mahkûmdur. Yâni Bilim, elbette "bir kîl ü kaal" değildir ama son tahlilde, Hakîkat'e ulaştırmaz. Lâkin bütün bunları bir ortodoks pozitiviste anlatmak ümidi de hemen-hemen hiç yoktur.

Evet; her teori bir senaryodur ve hiçbir teori yıkılmaz değildir. Bir adım daha atarak şunu da söyleyelim: "Yıkılmazlık" yâni, "kesin doğru olmak" iddiasındaki hiçbir önerme, hiçbir teori bilimsel olamaz; Einstein'ca söylersek: Bilimsel olan kesin doğru olamaz, kesin doğru olan bilimsel olamaz. Zîra bu kabîl (Dış-Dünya'ya müteallık) teorilerin sağlamlığı, nihâyetinde, Akıl ve Duyular'ın karşılıklı ilişkilerinin bir sonucudur. Duyuların yanılmasını Akıl ile, Aklın yanılmasını da Duyular ile kontrol ve tashîh etme imkânına sahibiz. Pekâlâ, ama bu noktada, Gazzâlî'ce sorarsak, ya her ikisi birden yanılmakta ise, o zaman hangi

Burada ne Popper, Feyerabend, Lakatos, Kuhn gibi bilim filozoflarından söz edeceğim ne de Bilim'in felsefesini bizzat 37


GENCAY bilgi kaynağı ile bunların yanılmasının kontrol ve tashîhi yapılabilecektir? Yâni: Gerek duyularımızın ve gerekse de aklımızın bizi 'ara-sıra' yanılttığını biliyoruz; 'ara-sıra' yanılttıklarına göre, 'devamlı' yanıltmadıklarından nasıl emîn olabiliriz? Yâhut da, 'aklımızın doğruyu bulma' gibi bir özeliği bulunduğunu bize kim söylüyor? Yine aklımız. Kim der ki "ayranım ekşi?". "Seni ara-sıra yanıltsam da benim netîcede doğruyu bulma özelliğim vardır" diye kendini takdîm eden Akıl'a ben, hangi garanti ile güvenebilirim? Bunun kesin bir garantisi var mıdır?

Söz gelimi, Fizik biliminin emeklemekte olduğu Eski ve Ortaçağ'da, yıldızların ve bütün Evren'in, Dünya'nın etrafında döndüğünü iddia etmek hiç de gülünç veya tutarsız değildir. Hiçbirimiz ne Aristo'dan ve ne de Batlamyus'dan daha akıllı ve zekîyiz. Kadîm bir astronomun gözlemleri onu böyle bir sonuca götürebilir: Kâinat, Arz'ın etrafında dönmektedir! Çünkü, fenomenal bilgi bize bunu vermektedir; bu da aklımızca uygun görülüyor ve diyoruz ki, öyleyse, bu fenomenlerin arkasındaki hakîkat budur: Geo-Santrik bir Evren! Sonra bilgi birikiminin artmasıyla Keppler ve Newton gibileri geliyor; fenomenal bilgimiz daha da genişliyor, Saf Akıl'ın muhteşem ürünü Matematik daha da gelişiyor ve bu model yıkılıyor ve diyoruz ki, "Eyvah! Demek ki insanlık ikibin yıl boyunca bir hayâli hakîkat sanarak aldandı. Ama, çok şükür, şimdi Hakîkat'i bulmuş bulunuyoruz"...

Bunun hiçbir kesin bir garantisi yoktur ve olamaz. Akıl'a güvenmemiz bir aksiyom'dur; bir zarûrettir. Evet, O'na güvenmeliyiz, ama bu güven, sonsuz ve sınırsız bir güven olmamalıdır; aksi takdirde Akıl'ı tanrılaştırmış oluruz. O zaman da, Akıl'ın "Eşya'nın Hakîkati"ni, yâni, "şeyler"i, 'oldukları gibi' bilebileceğini iddia etmiş oluruz ki bu ise muhâldir.

Ama heyhat! Biz tam da Ebedî Hakîkat'ı bulduğumuzu sanırken, Modern Fizik ortaya çıkıyor ve Newton, kurulmuş olduğu o görkemli tahtından al-aşağı ediliyor. Yeni üstadlar, edinilen yeni fenomenlere ve daha da ilerlemiş saf aklî ilimlere dayanarak hakîkat dünyamızı bir daha ve temellerine kadar yıkmışlar ve yeniden kurmaya girişmişlerdir.

Şeyler'i oldukları gibi bilebilse idik, bunun bugüne kadar tahakkuk etmesi îcap ederdi. Hâlbuki tam aksi vârid olmuştur. Esâsen, bugüne kadar kurulmuş olan bilimsel teorilerin, paradigmaların, sistemlerin uğramış olduğu âkıbetler göstermektedir ki, Beşer Bilgisi'nin böyle bir gücü olsaydı, bu teorilerin, paradigmaların, sistemlerin hiçbirisi yıkılmamalıydı; aksine, öyle olmalıydı ki, hiçbir ilmî iddia, önerme, sistem, bir diğerini yalanlamamalı, tekzip etmemeli, çelişmemeli, takviye etmeli, desteklemeliydi. Ama, bu gerçekleşmemiştir.

Şu halde, bugünkü, en son gibi sıfatlarla ta'zîz, teâlî ve hattâ takdîs edilip mistikleştirilerek takdîm edilen bilimsel açıklama modellerinin de birgün hatâlı ve hattâ yanlış etiketi vurularak iptâl ve terk edilmeyeceklerini, tedâvülden kaldırılmayacaklarını, kim ve nasıl garanti edebilecektir?... Şüphesiz, hiçkimse!

38


GENCAY Öyleyse, şunu da soralım: Bunun sonu nereye varır? İnsan Aklı ile kurulan en sağlam, en mûteber, en 'yıkılmaz' bilimsel teoriler kâğıttan bir kule gibi devrilebildiğine göre, Ben, "çırılçıplak bu dünyaya fırlatılmış olan İnsan", kime ve neye güveneyim de "İşte! Eşya'nın hakikî bilgisi, onun da ötesinde tüm hakikat; o, hiç değişmeyen ve değişmeyecek olan ezelî ve ebedî hakikat budur!" diyeyim? Kant'ın dediği gibi:

 Ortodoks Pozitivistler tarafından dâima, Bilim dışında bulunan amatörler tarafından hemen-hemen dâima, Bilim içinde olup da felsefesinden bîhaber olanlar tarafından da çoğunlukla sanıldığının ve iddia edildiğinin aksine; Bilimsel Bilgi'nin, hiçbir sûrette hatâlardan ve yanlışlıklardan arındırılmış olması mümkün olamaz; aynı şekilde, hiçbir teorinin de yıkılmazlık ve kesin doğruluk diye bir garantisi yoktur.  Bilimsel teoriler birer açıklama ve/ya öngörme modeli olup ne bizzat Hakîkat'i, değişmez ezelî-ebedî doğru'yu verebilirler ve ne de bizzat hakîkatin kendisi olabilirler.  Bunun içindir ki bilimsel veriler ve/veya teorilerin mistik bir obje ve/veya fetiş hâline getirilmesi son derece yanlıştır, bir cehâlettir, modern putçuluktur.  "Yıkılmazlık", yâni "kesin doğru olmak" iddiâsındaki hiçbir önerme, hiçbir teori bilimsel olamaz; Bilimsel olan kesin doğru olamaz, kesin doğru olan bilimsel olamaz.  Bilim'in bu vasfı, Louis de Broglie'nin şu ilkesinde en yetkin ifâdelerinden birisine kavuşmuş olmaktadır: "Bilimsel bilgiye dayanarak küllî sistemler kurmak, dâimî sûrette hareket hâlinde olan bir arâzi üzerinde hiç değişmeyen bir binâ inşâ etmeye kalkışmak gibidir."  Bu yüzden, Bilimsel bilgilerin değişmez, ezelî-ebedî hakîkatler imiş gibi algılanarak, mistikleştirilerek, total, totaliter ve otoriter bir(er) ideoloji olarak dikte ettirilmesi meşrû addedilemez.  Böyle bir davranış, İnsan'ın kendi eserine tapınması gibi çılgın bir fetişizm anlamına geleceği gibi, aynı zamanda, İnsan'ı, kendi yaptığı puta tapar bir ilkel

"... ben diyorum ki, şeyler bizim dışımızda bulunan duyu nesneleri olarak bize verilirler; ne var ki onların kendi başlarına ne oldukları konusunda bilgi sâhibi değiliz, sâdece görünüşlerini bilebiliriz." Ondan altı asır önce Sadreddin-i Konevî de aynı şeyi bildiriyordu: "... Biz nesnelerin ancak sıfat ve arazlarını... bilebiliriz. Nesneleri, mücerret hakîkatleri bakımından bilemeyiz." "Bilim mutlak doğruyu, mutlak hakîkati elde etmeye muktedîr olamadığına binâen, Dinî İnanç için de lehte ya da aleyhte bir hüccet olarak kullanılamaz." Şimdi Bilim denen şeyin özetlemesini yapabiliriz:  Bilim, beşer ürünü olan sistemli bir bilgidir;  Beşer ürünü olması hasebiyle Beşer'in meziyetleriyle birlikte bütün meziyet ve zaaflarını da bünyesinde taşır;  Bu meziyetlerin en mü'himi, devamlı büyümesi ve zaafların en mü'himi ise, kesinlikten ve mutlak doğruluktan mahrum oluşudur.

39


GENCAY adam konumuna tenzîl etmekle de İnsan'ı ve İnsanlık'ı aşağılayıcı bir davranış olarak da kabul edilmelidir.  Bilim mutlak doğruyu, mutlak hakîkati elde etmeye muktedîr olamadığına binâen, Dinî İnanç için de lehte ya da aleyhte bir hüccet olarak kullanılamaz. Zira Dinî İnanç, diğer adıyla Îmân, "kesinlikle ve zorunluklu olarak doğru ve mutlak olan bir hakîkat"in kabûlünü şart koşmaktadır.  Öyleyse, nasıl ki Bilimsel Bilgi, Dinî inançları cerh ve iptal etmeye muktedîr değilse, tasdîk ve isbât etmeye de muktedîr değildir.  Binânealeyh, Bilimsel Bilgi'ye dayanarak yapılan ve aslî gayesi Ateizm'i bilimselleştirmek (?) olan "Ateistik Siyantizm" ne kadar gayri meşrû ise, aynı bilgiye dayanarak yapılan ve aslî gayesi Îmânî Bilgi'yi bilimselleştirmek (?) olan "Fideistik (Îmâniyeci) Siyantizm" de o kadar gayri meşrûdur.  Böyle bir davranış, iyi niyetli olmakla berâber, Din adına kabûl edilmesi imkânsız olan dehşetli bir yanlışlık olacaktır. Lûtfen dikkat: Bu bir hatâ bile değildir, bir yanlışlık'tır; zîra hatâların usûl (metod) îtibâriyle doğru olup sonuçları îtibâriyle tolere edilmesi mümkündür, hâlbuki yanlışlıklar hiçbir sûrette tolere edilmez ve usûlden reddedilir.  Evet: Böylesi bir davranış, Din adına kabûl edilmesi imkânsız olan dehşetli bir yanlışlık olacaktır; zîra, bu, Din'in meşrûiyetinin Bilim'e endekslenmesi, hattâ ondan alınması mânâsına gelecektir.  Samimî bir dindarın bunu kabul etmesi asla mümkün olamaz; zîra, Dinî Îman, meşrûiyetini başka hiçbir mercîden değil, doğrudan-doğruya kendisinden alır.

Meşrûiyeti veren kaynak, yâni meşrûiyet referansı, meşrûiyet verdiği şeyden daha üstün, daha öncelikli, daha güvenilir, daha sağlam olacağına göre; Îmânî Bilgi'yi bilimselleştirmeye müteveccîh olan "Fideistik (Îmâniyeci) Siyantizm", ne kadar saf ve hâlis niyetli olursa olsun, bilmeyerek de olsa, Bilim'i Din'in önüne koymakta, Bilim'i Din'den daha üstün, daha öncelikli, daha güvenilir, daha sağlam telâkkî etmiş olmaktadır.  Ayrıca, Bilim'in "değişkenlik" ile mâlûl oluşu, ona yaslanarak Dinî inancını pekiştirmeye çalışanları da çok ciddî bir tehlikenin içine atar; her bilimsel veri, teori, açıklama, kurgulama, hem her ân değişebilir hem de her zaman için farklı şekillerde yorumlanabilir. Dinî Îmân için böyle birşey ancak felâket demektir; zira, Dinî Îmân gibi sarsılmazlık sâhibi olması gereken bir bilgi, Bilim gibi tam bir teslimiyet ile güvenilmesi asla ve kat'a câiz ve meşrû olmayan bir temele oturtulamaz.  Kaldı ki, bizzat Din'in ve hassaten İslâm'ın hem doktriner esasları ve hem de tarihî tecrübesi buna izin vermez.  Meselâ: Bilimsel Bilgi "dıştan alınan" nesnel datalara dayanır; Pozitivizm'in herşeyi reddedilse de bu tezi doğrudur. Halbuki Îmân, "içten gelen" teslîmiyete dayanır. Öyle olmasaydı, "Ğayb'a îmân" değil de "Ğayb'ı görme" esas alınırdı. Îman, içten görmek, içten duymak, içten işitmektir. Ama, iki gözüyle görmekten daha sağlam bir şekilde görmek, iki kulağıyla işitmekten daha sağlam bir şekilde işitmek.. ilh. gibidir. Söz gelimi, Sahâbe Ğayb'ı görmeden Ğayb'a îmân etti; ama ben ve bizler fazladan olarak "Resûl"ü dahi görmedik ve yine de îmân ediyoruz; bence bu müthiş bir şey!

40


GENCAY Annemi hiç unutmam; O, tipik bir müslüman Türk kadını idi: Tek kelimesini bile anlamadığı bir dil olan Arap dilinden Kur'ân dinlediğinde kendisini tutamazdı; iki gözü iki çeşme ağlardı. Bunun "îmân"dan başka bir şeye delâlet etmesini düşünemiyorum.  Nâçizâne kanâatimce İlim (veya Bilim; ben her ikisini tamâmen aynı mânâda kullanıyorum) ile ne mü'mîn olunur ne de münafık, veya kâfir, ya da zındık, yâhut mülhîd.  İlim insanı tek başına mü'mîn yapmaya kifâyet etseydi, en büyük mü'minlerin en büyük âlimler arasından çıkması gerekirdi!

 Kendi nâmıma konuşayım: Ben bir müslümanım; bununla gurur duyuyorum. Fakat bu kadar gururla taşıdığım bu kimliğimi Bilim ile elde etmedim.  Çok net olarak deklare etmekte hiçbir mahzur görmüyorum: İnanmak için hiç bir şekilde Bilimsel Bilgi'ye ihtiyaç hissetmiyorum.  Bu dinin peygamberi ve onun sahâbesi de öyle yapmadı mı? Hangisi Lisans eğitimini Oxford'da, Doktorasını Harvard'da, Post-Doktorasını Cambridge'de yaptı? Ne Resûl-i Ekrem Efendimiz, ne de İslâm semâsının yıldızları olan Sahâbe! Onların bilimsel bilgileri yoktu; hattâ çoğu okur-yazar bile değildi; ilimleri yoktu, ama granitten veya bazalttan yalçın kayalar gibi îmanları vardı.  Her ikisinin de mekânı cennet olsun, şehâdet ederim ki, rahmetli annem ve babam katıksız mü'mîn idiler; maddî ve mânevî dünyamın mîmârı olan babamın mütebahhir bir zat olmasına mukaabil, annem Kur'ân okumanın dışında ümmî idi.

Ya aksi? Bence bu konuyu devam ettirelim; Siyâset'in bulantılarından daha iyi.

41


GENCAY

GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN

42


GENCAY

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.