www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 4 Sayı 36 - Ocak 2015 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com
TÜRK BİRLİĞİ’NE GİDEN YOL / Nami Cem İYİGÜN FELSEFESİZ YAŞAMAK GÖZÜ KAPALI YAŞAMAKTIR / Ezgi SÜLLÜ KENDİMLE DERTLEŞMELERİM: OSMANLICA DERSLERİ / Alperen KIZIKLI BAĞIMSIZ TÜRK KÜLTÜRÜNDEN TÜRKİYELİ KÜLTÜRÜNE/ M. Esad KIRAÇ VATAN CEPHESİ HAKKINDA BİR DEĞERLENDİRME / Çağhan SARI MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ GENÇLİK SEMİNERİ: 8 KASIM 2014/ Aslıhan KAYA CHARLİE HEBDO SALDIRISININ DEĞERLENDİRMESİ / Sertaç EKEMEN ADLAR SORUNU / Dilek AKILLIOĞLU İHMALE UĞRAMIŞ BİR MEVZU/ Aslıhan KAYA
GENCAY
TÜRK BİRLİĞİ’NE GİDEN YOL Nami Cem İYİGÜN 1989 senesi insanlığın ortak mukadderatı bakımından hayati bir dönemeç olmuş, o seneden itibaren birbirinden cesaret alan halklar devrim üstüne devrim yaparak totaliter sosyalist düzenleri yıkmayı başarmışlardır.(1) Sovyetler ve uydularında esaret altında yaşayan yüz milyon Türk’ün sayısal açıdan büyük çoğunluğu bağımsızlığına kavuşunca, önceden daha ziyade Türkçü-Turancı çevrelerin kullandığı “Türk Dünyası” kavramı da romantik bir söylem olmaktan çıkıp siyasi bir realite halini almıştır.
Cumhuriyeti’ne bağlı Sincan Uygur (Doğu Türkistan) Özerk Bölgesi’nde de otuz milyona yakın Uygur, bir milyonu aşkın Kazak, iki yüz bin kadar Kırgız ve otuz binden fazla Özbek Türkü yaşamaktadır. Belli ülkelerin belli bölgelerinde yoğunlaşmış olmalarından ötürü geleceğe dair potansiyel taşımakla birlikte Kırım Tatarları, Şorlar, Çulımlar, Karaimler, Afganistan Hazaraları, İran Türkleri, Irak Türkmenleri ve daha pek çok Türk topluluğunun ise hâlihazırda birer devleti bulunmamaktadır.
Günümüzde Türk Dünyası yedi bağımsız devlet, on dört federe/özerk cumhuriyet ve çok sayıda kültürel topluluk olarak temsil edilmektedir. Bağımsız Türk devletleri Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, KKTC, Özbekistan, Türkiye ve Türkmenistan’dan meydana gelmekte, muhtar devlet statüsündeki Altay, Başkurdistan, Çuvaşistan, Hakasya, Tataristan, Tuva ve Yakutistan Rusya Federasyonu bünyesinde yer almaktadır. Yine Rusya Federasyonu’na dâhil olan diğer hükümran cumhuriyetler içerisine Karaçaylar (Karaçay-Çerkezya Cumhuriyeti), Balkarlar (KabardinoBalkarya Cumhuriyeti) ve Kumuklar ile Nogaylar (Dağıstan Cumhuriyeti) girmektedir. Özbekistan’da Karakalpaklar (Karakalpakistan Özerk Cumhuriyeti), Azerbaycan’da Nahçıvan Azerileri (Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti) ve Moldova’da Gagavuz Türkleri (Gagavuz Yeri Özerk Bölgesi) kendi cumhuriyetlerine sahiptirler. Çin Halk
Türkiye Cumhuriyeti ile Sovyetler’den ayrılarak bağımsızlığını elde eden diğer Türk cumhuriyetleri arasındaki ilk resmi temaslar hemen bu cumhuriyetlerin bağımsızlıklarını ilan etmesiyle kurulmuş ve hatta 1991 yılında peş peşe gelen bağımsızlık ilanlarını ilk tanıyan devlet Türkiye Cumhuriyeti olmuştur. Türkiye ile diğer Türk cumhuriyetleri arasında yıllarca farklı bloklarda konumlanmış olmanın verdiği hasret ve geleceğe dair hayallerin verdiği heyecanın da itici etkisiyle hızlı yakınlaşmalar yaşanmış(2), 1992 yılından itibaren Türk cumhuriyetleri cumhurbaşkanlarını bir araya getiren Türk zirveleri düzenlenmeye başlamıştır. Söz konusu zirveler birtakım kırılma ve tıkanmalara rağmen 2009 yılına kadar düzenlenmeye devam ettikten sonra Türk cumhuriyetleri arasındaki entegrasyon sürecinin yeni bir sayfasına geçilecek ve 2009 yılında Nahçıvan’da imzalanan anlaşmayla birlikte Türk
1
GENCAY
zirvelerinin yerini daha kurumsal bir yapı olan Türk Konseyi alacaktır.
olarak adlandırılan toplantıların adı önce “Türk Cumhuriyetleri Devlet Başkanları Zirvesi”ne ve beşinci zirvenin ardından “Türk Dili Konuşan Ülkeler Devlet Başkanları Zirvesi”ne dönüştürülmüştür.
Birinci Durak: Türk Zirveleri 1992’den 2009’a değin belli aralıklarla gerçekleştirilen “Türk Dili Konuşan Ülkeler Devlet Başkanları Zirvesi (kısaca Türk Zirvesi)”, altı Türk cumhuriyetinin devlet başkanları ve üst düzey yetkililerini bir araya getirmenin yanı sıra Türk ülkeleri arasındaki ekonomik ilişkileri geliştirerek müşterek kalkınmayı ve Türk Dünyası’nın sorunlarına çözüm üretmeyi de amaçlamıştır. Zirvelerin ilki 30-31 Ekim 1992 tarihinde Ankara’da gerçekleştirilmiş, zirveye Türkiye Cumhurbaşkanı Sayın Turgut Özal, Azerbaycan Cumhurbaşkanı Sayın Ebulfez Elçibey, Kazakistan Cumhurbaşkanı Sayın Nursultan Nazarbayev, Kırgızistan Cumhurbaşkanı Sayın Askar Akayev, Özbekistan Cumhurbaşkanı Sayın İslam Kerimov ve Türkmenistan Cumhurbaşkanı Sayın Saparmurat Niyazov iştirak etmişlerdir. Ne var ki Türkçe konuşan ülkeler arasındaki ilişkilerin gelişmeye yatkınlığı ve kaydedilen ilerlemeler, zıt yöndeki bazı etkileri de harekete geçirmiştir. Bakü’de yapılması planlanan ikinci zirve, Sovyetler Birliği yerine ikame edilen ve Rusya’nın güdümünde olan “Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT)”nun zirvesinin aynı günlere denk getirilmesi yüzünden daha sonra İstanbul’da yapılabilmiştir. Üçüncüsü 1995 yılında Bişkek’te ve dördüncüsü 1996 yılında Taşkent’te yapılan zirvelerin beşincisi 1998 yılında Astana’da, altıncısı 2000 yılında Bakü’de, yedincisi 2001 yılında İstanbul’da ve sekizincisi 2006 yılında Anltalya’da yapılmıştır. Taşkent’te yapılan dördüncü zirveye kadar “Türk Zirvesi”
Bakü’deki altıncı zirvede bazı kırılma ve tıkanmalar hissedilmeye başlamış, Türkiye ile olumsuz ilişkileri dolayısıyla Özbekistan ve ilan ettiği tarafsızlık statüsü dolayısıyla Türkmenistan bu tarihten itibaren zirveye karşı soğuk tutum sergilemişlerdir. 2000 yılına kadarki tüm zirvelerde altı ülkeden de devlet başkanları düzeyinde katılım gerçekleşmiş olduğu halde 2000 yılında Bakü’de düzenlenen altıncı zirvede Özbekistan ve Türkmenistan meclis başkanları tarafından temsil edilmiştir. 2001 yılında düzenlenen yedinci zirveye Özbekistan meclis başkanı ile katılmış, diğer ülkeler devlet başkanları ile temsil edilmiştir. 2006 yılında düzenlenen sekizinci zirvede Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve Türkiye devlet başkanı düzeyinde temsil edilmiş, Türkmenistan büyükelçi göndermiş ve Özbekistan zirveye katılmamıştır. Fakat Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve Türkiye diğer Türk ülkeleri katılmasa bile zirvelerin dörtlü devam edeceğini belirtmişler ve “Türk Dili Konuşan Ülkeler Parlamenter Asamblesi (TÜRKPA)” adı altında yeni bir oluşum içine de girmişlerdir. 2
GENCAY
Ekim 2009’da Nahçıvan’da yapılan zirveye Özbekistan hariç diğer Türk cumhuriyetlerinin hepsi katılmış, Türkmenistan da yüksek düzeyde temsil edilmiştir. Zirve kapsamında Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve Türkiye arasında imzalanan Nahçıvan Anlaşması’yla on yedi yıllık geçmişe sahip Türk zirveleri kurumsal bir yapı kazanarak yerini “Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi (kısaca Türk Konseyi/Türk Keneşi)”ne bırakmış ve daimi bir sekreteryaya kavuşulmuştur.(3)
sekretaryası İstanbul’da olup, bağlı kuruluşlarından “Türk Dili Konuşan Ülkeler Parlamenter Asamblesi (TÜRKPA)”nin merkezi Bakü’de ve “Uluslararası Türk Akademisi (İTA)”nin merkezi Astana’dadır. Türk kültürüne yirmi iki yıllık bir hizmet geçmişi bulunan “Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı (TÜRKSOY)” da konseye bağlanmıştır ve merkezi Ankara’dadır. Ülke devlet başkanları yılda bir kez resmi, bir kez gayriresmi olarak çeşitli şehirlerde toplanmakta, ayrıca üye ülkelerin meclis başkanları, dışişleri bakanları ve bürokratları da yıl içerisinde düzenli toplantılar tertiplemektedir. Eylül 2010 ile Eylül 2014 arasında Türk Konseyi Genel Sekreterliği görevi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Emekli Büyükelçi Sayın Halil Akıncı tarafından yürütülmüş, 5 Haziran 2014 tarihinde Bodrum’da düzenlenen Türk Konseyi dördüncü zirvesinde Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve Türkiye devlet başkanları tarafından genel sekreterlik görevine üç yıl süre ile Azerbaycanlı Diplomat Sayın Ramil Hasanov getirilmiştir.
İkinci Durak: Türk Konseyi Türk Dili Konuşan Ülkeler Devlet Başkanları Zirveleri süreci sonunda ortaya çıkan ortak siyasi iradenin bir ürünü olan “Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi (Türk Konseyi/Türk Keneşi)”, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve Türkiye arasında çok yönlü işbirliğini teşvik etmek amacıyla 3 Ekim 2009’da Nahçıvan’daki Türk Zirvesi sırasında imzalanan Nahçıvan Anlaşması ile kurulmuştur. Özbekistan ve Türkmenistan henüz konseye katılmamış olsalar da, konseyin potansiyel üyeleri olarak telakki edilmektedirler ve önümüzdeki dönemde konsey içerisindeki yerlerini almaları beklenmektedir.
Türk Konseyi’nin ilk zirve toplantısı 20-21 Ekim 2011 tarihlerinde “Ekonomik ve Ticari İşbirliği” özel gündemiyle Kazakistan’ın en büyük kenti Almatı’da yapılmıştır. Bu zirve toplantısında 2009’da Nahçıvan’daki Türk zirvesi sırasında imzalanan ve konseyin kurucu anlaşması
İşleyiş tarzı itibarıyla Avrupa Konseyi, İslam İşbirliği Teşkilatı veya Arap Ligi’ne benzetilebilecek Türk Konseyi’nin daimi 3
GENCAY
sayılan Nahçıvan Anlaşması’nın imzalandığı gün olan 3 Ekim gününün her yıl “Türk Dünyası Günü” olarak kutlanmasına ilişkin karar alınması dikkat çekmiştir. Türk Konseyi’nin ikinci zirvesi, 22-23 Ağustos 2012 tarihlerinde “Eğitim, Bilim ve Kültürel İşbirliği” temasıyla Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te gerçekleştirilmiştir. Bişkek’teki zirve kapsamında yapılan ikinci Türk Konseyi Dışişleri Bakanları Toplantısı’nda Türk Konseyi’nin resmi bayrağı kabul edilip göndere çekilmiş ve aynı bayrağın dört üye ülkenin resmi kurumlarında kullanılmaya başlanacağı bildirilmiştir. Bayrak dört üye ülkeye ait semboller içermekte, rengini Kazakistan bayrağından, ortasındaki güneş sembolünü Kırgızistan bayrağından, hilali Türkiye bayrağından ve sekiz köşeli yıldızı Azerbaycan bayrağından almaktadır.
Gurbanguli Berdimuhammedov’un zirveye iştiraki olmuştur. Türk Konseyi henüz Türk Dünyası’nın köklü sorunlarına yönelik siyasi-ekonomik yaptırım gücü bulunan bir yapı durumuna erişmemiş ise de, üye ülke halklarının entegrasyonu ve müşterek kalkınmasına katkı yapacak somut projeler üreten bir cazibe merkezi haline gelme yolunda emin adımlarla ilerlemektedir. Her yıl bir başka Türk kentinin Türk Dünyası Kültür Başkenti seçilerek o kentte yıl boyu çeşitli kültürel organizyonların gerçekleştirilmesi, Eurovision’a alternatif Türkvizyon Şarkı Yarışması’nın iki senedir başarıyla gerçekleştiriliyor olması, bir nevi Türk Dünyası Olimpiyatları olan Türk Üniversiteleri Arası Spor Oyunları’nın düzenlenmeye başlaması, Türk Dili Konuşan Ülkeler Yazarlar Birliği benzeri kuruluşların ardı ardına faaliyete sokulması, üye ülkelerin ortak mirası olan Türk tarihi, destanları ve zengin mutfağın korunması amacıyla UNESCO Somut Olmayan Kültürel Miras Listesi’ndeki Dede Korkut, yurt çadırı, dombıra, dolma başlıklarına ortak adaylık başvuruları yapılması ve Türk cumhuriyetlerinde sekizinci sınıf öğrencilerine okutulacak olan ortak tarih ders kitabının yazımının bitirilip 2016-2017 eğitim-öğretim yılında müfredatlara dahil edileceğinin açıklanması Türk Dünyası açısından mutluluk verici gelişmeler olarak öne çıkmaktadır.(4) Türk Konseyi ve konseye bağlı alt kuruluşların yakın gelecekte hayata geçirmeyi planladığı projeler arasında ortak televizyon, ortak diaspora, ortak yazı dili, Türk cumhuriyetleri arasında vize uygulamasını ortadan kaldırarak serbest dolaşım imkanının
“Ulaştırma Alanında İşbirliği” temalı üçüncü zirve toplantısı 15-16 Ağustos 2013 tarihinde Azerbaycan’ın Gebele kentinde düzenlenirken, “Turizm Alanında İşbirliği” temalı dördüncü zirve toplantısı 4-5 Haziran 2014 tarihlerinde Türkiye’nin ev sahipliğinde Bodrum’da düzenlenmiş ve KKTC’nin de gözlemci üye sıfatıyla yer aldığı son zirvenin en önemli yanlarından biri Türkmenistan Cumhurbaşkanı Sayın
4
GENCAY
getirilmesi ve gümrük birliğinin tesisi gibi daha somut projeler de mevcut bulunmaktadır.
Kültürel entegrasyon dil ve kültürdeki farklılıkları en aza indirip ortaklık şuurunu kuvvetlendirecek kültürel projeleri hayata geçirerek sağlanır ve 1992’den 2009’a dek gerçekleştirilen Türk zirveleri ile 2009’da meydana getirilen Türk Konseyi’nin öncelikli amacı bu olmuştur. Ekonomik entegrasyon gümrük birliğinden başlayarak ortak para birimine geçilmesine kadar uzanan tam ekonomik işbirliğinin sağlanmasını ifade etmekte ve Türk Konseyi’nin önümüzdeki yıllarda yoğunlaşacağı alanı göstermektedir. Ekonomik entegrasyonu, ekonomik birlikteliği de güçlendirici bir faktör olarak siyasi kurumlaşma takip edecek ve son kertede ilgili devletlerin ortak iradeleri sonucu tam bir siyasi birlik oluşturmak için çaba harcamaya başlanacaktır. Şu anki sayıları yedi olan bağımsız Türk devletlerinin sınırları ve kimliklerinden taviz vermeksizin, egemen eşitlik ve gönüllülük ilkesi çerçevesinde uyumlu hale gelmeleri, diğer deyişle kendi aralarında kültürel, ekonomik ve siyasi entegrasyonu temin etmeleri ile birlikte dünya sahnesinde belirecek olan şey ise “Adalar Denizi’nden Altayların ötesine kadar” Türk Birliği olacaktır.
Son Durak: Türk Birliği Türk cumhuriyetlerini bir araya gelmeye zorlayan, iç dinamik diye nitelendirilebilecek tarihi, coğrafi ve demografik unsurlara ek olarak dış dinamik diye nitelendirilebilecek uluslararası ekonomik düzen ve küreselleşme olgusu gibi unsurlar vardır.(5) Türk coğrafyasına bakıldığında bu topraklar üzerinde yaşayan halkların farklı devletlerin vatandaşı dahi olsalar birbirleriyle kader bağına sahip oldukları açıkça görülmektedir. Türk halklarının yaşadığı topraklar Avrupa’da Adriyatik kıyılarından başlayarak doğuya doğru Çin Seddi’ne kadar (Balkanlar, Trakya, Anadolu, Kırım, Kafkasya, Kuzeybatı İran, Volga boyları, Orta Asya, Kuzey Afganistan, Doğu Türkistan, Altay, Yakutistan) uzanan kuşak boyunca kesintisiz bir kemer oluşturmakta ve Türk Dünyası’nın tarihi coğrafyasının birliğine işaret etmektedir. Bahsedilen derecede bir birlik ve bütünlük arz eden, üstüne üstlük aynı soydan inen ve aynı dili konuşan toplulukların bir araya gelmeleri her şeyden önce tarihi coğrafyanın gereği olmaktadır.(6) Öte yandan Türk cumhuriyetlerinin ekonomik sistemleri, pazar sorunları, üretim ve tüketim şartları, sermayeye ve yeni teknolojilere ihtiyaçları ve küreselleşen dünya ekonomisiyle bütünleşerek rekabet güçlerini arttırma arzuları da kendi aralarında entegrasyonu hem zorunlu kılmakta, hem kolaylaştırmaktadır.(7) Türk cumhuriyetleri arasındaki entegrasyon süreci kültürel, ekonomik ve siyasi olmak üzere üç aşamalı bir süreçtir.
KAYNAKÇA (1)Karatay (O.), “Türkerin Kökeni”, Kripto Yayınları, 2011. (2) Akdiş (M.), “Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile Ekonomik, Sosyal, Kültürel İlişkiler-Bölgeye Yabancı İlgisi ve Beklentiler, Dış Ticaret Dergisi 4. Sayı, 1999. (3) Türk Konseyi Resmi Web Sitesi için Bkz: “ http://www.turkkon.org “. (4) Zorlu (K.), “Türk Keneşi’ni Duydunuz mu?”, Yeniçağ Gazetesi, 29.11.2014. (5) Beydullayev (G.) – Kurubaş (E.), “Türk Cumhuriyetlerinin Entegrasyonu: Fırsatlar, Sorunlar ve Çözüm Önerileri”, SDÜ-İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi 1. Sayı, 2002. (6) Beydullayev – Kurubaş, a.g.e. (7) Beydullayev – Kurubaş, a.g.e.
5
GENCAY
FELSEFESİZ YAŞAMAK GÖZÜ KAPALI YAŞAMAKTIR Ezgi SÜLLÜ “...bir düşü düşlere dalmaksızın kavrayarak
olarak felsefenin alanına girmektedir. Şu bir gerçektir ki; insan yalnızca öğrenmek ve felsefe yapmak için yaşamaz, tersine yaşamak için felsefe yapmak zorundadır, farkında olmasa da. Aksi takdirde varlığını duymadan geçirilecek bir hayatın öneminden söz edilebilir mi? Evet, Sokrates haklıdır: “Sorgulanmamış bir hayat yaşamaya değmez.” Bu bağlamda felsefe gereklidir çünkü var oluşumuzun anlamıyla ilgili temel soruları ele alır.
bulutu kapsayarak açmadan buluta içtekini tanıdım âdemoğlu kimin nesiymiş ter döküp soru sormak nereye sürüklermiş kişiyi...” İsmet ÖZEL
Felsefe nedir ve niçin gereklidir? Felsefenin tanımı üzerinde bir uzlaşma yoktur. Filozof sayısı kadar felsefe tanımı vardır, diyebiliriz. Ama genel itibariyle felsefe, insanın merak etme ve anlama çabalarının bir ürünüdür. Felsefenin çıkış noktası doğmaları, kör inançları ve otoriteleri sorgulamaktır. Felsefe, aklı ve var olan gerçekliği doğrulara yönlendirerek aklı olması gereken ideal konumuna oturtma çabasının bir etkinliğidir, denilebilir. Bir kişi eğer bu düşünceyi taşıyarak felsefeyle uğraşıyorsa filozoftur; yoksa başka amaçlar için felsefeyle uğraşıyorsa Platon’un da söylemiyle “evcil hayvan avcısı” sofistten başka bir şey değildir.
İnsanlar hakikatin peşinde sürekli yeni arayışlar içine girmişler, kendilerine ve yaşama anlam vermeye çalışmışlar ve var olma nedenlerini sorgulamışlardır. Ama hiçbir zaman ellerindeki mevcut bilgiyle yetinmemişler; yeni arayışlara ve sorgulamalara yönelmişlerdir. İlkçağ felsefecileri, aydınlanmacılar, varoluşçular, mistikler hepsi de insana ulaşmak için farklı yollar önermişlerdir. Yollar her ne kadar farklı olsa da varılacak nokta insan olmuştur. Aynı gök kubbenin altında farklı ırmaktan su içseler de insan denen o derin denize ulaşmaya çalışmışlardır. Bütün bu çaba aslında basit gibi görünen şu soruya cevap içindir: “Ben kimim?” Bunun yanı sıra çoğumuz hayatımızın akışı içinde birtakım temel felsefi sorular sorarız farkında olmasak da; “Var oluşumun sebebi nedir?” , “Tanrının varlığının bir delili var mıdır?”, “Hayatımızın temel gayesi nedir?”, “ İnsan kararlarında özgür müdür?”, “Bir şeyi doğru ya da yanlış kılan
Felsefeyle uğraşmanın bir değeri var mıdır; felsefe niçin gereklidir sorusu bile felsefenin içindedir. Bireysel olarak “benim hayat felsefem…” diye başlayan cümlelere tanık olmak mümkündür. Felsefe bir anlamda insana ve yaşama dair genellemeler yapmaksa, herkes kendi koşulları içerisinde bilinçli ya da bilinçsiz 6
GENCAY
şey nedir?”, “İnsan kaderini değiştirebilir mi?”, “Varlığın ana maddesi nedir?” vb. Felsefeyle uğraşan insanların çoğu bu tür soruları ele alıp incelemenin büyük bir önem arz ettiğine inanırlar. Hayatımızın temel kabullerini sorgulamadan sıradan bir varoluşu devam ettirmek araba sürmeye benzer Nigel Warbunton’a göre. “Şimdiye kadar hep yeterince iyi bir biçimde çalışmış oldukları için, arabanızın frenlerine, direksiyon ve motoruna güvenmekte haklı olabilirsiniz, ama bu güvende bütünüyle haklı olmayabilirsiniz de. Fren pedalları hatalı olabilir ve sizin onlara en fazla ihtiyaç duyduğunuz bir anda iflâs edebilirler. Aynı şekilde, hayatınızı kendilerine dayandırdığınız ilkeler de bütünüyle sağlam olabilir, fakat siz bundan, onları incelemiş oluncaya dek, emin olmayabilirsiniz. Dahası, hayatınızı dayandırdığınız kabullerin sağlamlığından ciddî ciddî şüphelenmeseniz bile, düşünce gücünüzü hayata geçirmemekle yaşamınızı fakirleştiriyor olabilirsiniz.”(1)
kurtulup gerçeği görmesinde ona en büyük yardım felsefeden gelecektir. Hayatın her döneminde insan için sorunlar farklıdır. Bu farklılaşmaya karşın insanda değişmeyen anlama ve kavrama ihtiyacıdır. Aristoteles ünlü yapıtı “Metafizik”te “Bütün insanlar doğal olarak bilmek isterler.” der.(2) Bilimler bu ihtiyacı parçalı biçimde de karşılar. İnsan bütünü görme merakını ancak felsefeyle giderebilir. Hayatın ürettiği her soruna karşı insan felsefe sayesinde yeni anlamlar ve cevaplar üreterek karşılık verir. Bu anlamda felsefenin gerekliliğini Andre Comte - Sponville şöyle açıklar: “Biyoloji hiçbir zaman bir biyoloğa nasıl yaşamak gerektiğini anlatmayacaktır. Yaşamanın gerekli olup olmadığını, hatta biyoloji yapmanın gerekip gerekmediğini söylemeyecektir. Sosyal bilimler, ne insanlığın ne de beşeri bilimlerin değerinin ne olduğunu söylemeyecektir. İşte bunun için felsefe yapmak gerekmektedir.” (3)
Felsefe, olayların bütün yönleriyle incelenmesini temel kabul olarak görür. Bu nedenle ön yargıların etkisiyle felsefe yapılmaz. Ön yargılar insana doğruyu değil, doğru düşüncelere kişiyi kapatmış olur. Felsefi söylemler demokrasi kültürünün bir topluma yerleşmesinde en önemli araçlardır. Çünkü her felsefi söylem tek bir şeyin benimsetilmesinden öte öncelikle farklılıkların olabileceğinin benimsetilmesini sağlar. Bu da bireyin ön yargısız olmasına ve kendi düşüncelerini savunmasına katkıda bulunur. Kişi önyargılarını yıkıp Platon’un mağara benzetmesinde olduğu gibi cesaret edip ışığa yönelmelidir. İnsanın zincirlerinden
Felsefe bir ‘yol haritası’na benzetilebilir. Wittgenstein’e göre insan, bir kavanozun
7
GENCAY
içine kapatılmış sinek gibidir ve dışarı çıkmak ister. Fakat bunu nasıl başaracağını bilemez. İşte felsefenin amacı sineğe (insana) kavanozun dışına nasıl çıkacağını göstermektir.
sunmaktadır. Eğitimin hangi amaçlara yönelik olduğu, hangi konuların değer taşıdığı, hangi yöntem ve materyallerin kullanılması gerektiği gibi kararların alınmasında felsefi yönelimler etkili olmaktadır.
“İnsan, kendi hayatını inceleme kabiliyetidir. Bu olmaksızın o, hiçtir. Felsefe, insanı insan yapan ve bir hiç olmaktan kurtaran araştırma, soruşturma ruhunun, anlamlandırma, yorumlama ve değerlendirme etkinliğinin, önemli sorular sorma ve olanlara ciddi olarak cevaplar arama özelliğinin, erdemli olma ve mutlu yaşama talebinin, kısaca bilgeliğe ulaşma özleminin en hakiki ve belki tek ifadesidir.” der Prof. Dr. Ahmet Arslan.(4)
Felsefe, filozofların bir araya gelerek kendilerini mutlu etmek için oluşturdukları bir etkinlik değildir. Filozofların bir araya gelerek laf ebeliği yaptıkları bir uğraş hiç değildir. Hiçbir filozof sözünü kurarken “beni kimse anlamasın, anlayamasın!” diye düşünmez. Aslında felsefe, insanı, evreni, toplumsal ilişkilerde ortaya çıkan sorunları akla ve mantığa dayalı olarak açıklamaya çalışır ve yaşamlarımızı analiz etmemiz için araçlar sunar. Bu bağlamda felsefe insana yaşamda gidilmesi gereken yeni yolları, bağlanılması gereken yeni değerleri öğretir. Descartes’in de söylemiyle “Felsefesiz yaşamak gözü kapalı yaşamaktır.”
Felsefe, yaşamın anlamı ve amacıyla ilgilenirken insanın sadece geçmişini değil, geleceğe dönük planlarını da anlamamıza yardımcı olur. Örneğin felsefi sistemler, bir toplumun geleceğini oluşturan eğitimin yapılandırılmasında önemli bir çerçeve
8
GENCAY
KENDİMLE DERTLEŞMELERİM: OSMANLICA DERSLERİ Alperen KIZIKLI Birkaç ay önce “Kendimle Dertleşmelerim: Mecburi Hizmet” adlı kendimle yaptığım söyleyişim gayet olumlu dönüşler aldı. Hal böyle olunca ben de bu türdeki yazılarıma devam etme kararı aldım.
bir dil de icat edilmiş değil. (Yazı bütününde Osmanlıca tabiriyle anlatılmak istenen Osmanlı Türkçesi olacaktır.) Osmanlıca derslerini tamamen faydacı siyaset anlayışının ürünü olarak görüyorum. Faydacılık tabi burada halka faydalı manasında kullanılmıyor. Oy potansiyeli olan bir konu olarak görüyorum ve halkın hamasi duygularını okşayan bir adım olarak görüyorum. Osmanlıca bilmek herkesin vazifesi olmalı mıdır ayrıca! Hayran olunacak başka işler yapmış medeniyetlerimiz de var. Hangisine döneceğiz peki? Hepsine hayran olsak olmaz mı?
Şimdi okuyacağınız, bu mülakat ise son zamanlarda sıkça tartışılan Osmanlıca derslerinin mahiyetine ve bu derslerin neden verilmek istendiğine dair sorulara cevap vermektedir. Yine ben sordum ben cevapladım. Kendim pişirdim kendim yedim. Sizlere de ikram edeyim. Keyifli okumalar dilerim.
Osmanlıca gibi bir dil var mı ki bunun için özellikle okullara ders konulacak şaşıyorum. Osmanlıca, bence Türk dilinin bir dönem yaşamış olduğu bir trafik kazasının neticesidir. Arapça ve Farsça tarafından ezilmenin doğurduğu bir Türkçemsi… 1- Osmanlıca derslerinin getirilecek olmasını neye bağlıyorsunuz? Sizce Osmanlı hayranlığından ötürü mü bu dersler okutulacak?
2- Devlet yetkililerinin Türkçe’nin bilim ve felsefe dili olmadığına dair cümlelerini işitmişsinizdir. Sizce de öyle midir?
Bir kere Osmanlıca demeyi doğru bulmuyorum. Osmanlı dönemi Türkçesi diyebiliriz, daha da kısaltıp Osmanlı Türkçesi deyip kavramı daha net bir şekilde ortaya koyabiliriz. Amerika’yı yeniden keşfetmiyoruz nihayetinde. Yeni
Osmanlıca derslerinin neden gündeme getirildiğini izah etmek için konuşmalar yapılmış bence. Bir gecede cahil kaldık, cümlesi de hiç şaşırtılmadan kullanılmış o konuşmalarda.
9
GENCAY
Öncelikle Osmanlı bilimini hangi dille yapmış bir bakmak lazım. Osmanlı’nın ilk zamanlarında tercih edilen dil gayet sizin bizim anlayabildiğimiz sadelikte bir Türkçe iken, yükselme döneminde Osmanlıca diyebileceğimiz, azıcık Farsça, azıcık Arapça terkiplerin alıntılandığı, harekelerle anlamları değişen harflerden oluşan alfabenin tercih edildiği, böylelikle ilmin elit zümre tarafından yönlendirilebildiği bir dil, bir Türkçemsi ortada.
olamayacaktır. Kolonicilik yapmadığımız için egemen kılamadığımız dilimizi konuşan nüfus dünyada bellidir. 1 milyar Hintli,1,5 milyar Çin'i saymıyorum bile, iyi derecede İngilizce konuşuyorken 300 milyon kişinin konuştuğu bir dil olan Türkçe ile dünyada hiç bir alanda yaygın egemen dil olamazsınız. Fakat Türkçe ile Türkiye’de pekâlâ bilim yaparsınız. Yaptığınız şeyleri de gerekli dillere çevirip literatüre kazandırabilirsiniz. İngilizce sanırım dünyada kıyamet kopana dek ortak bilim ve literatür dili olarak kalacak. Tren kaçırıldı bir kere.
Ben de un, su, fıstık, sadeyağı, yumurta ve biraz şekerden baklava yapamamaktayım. Elimde gerekli malzeme olsa dahi bu konuda ehil değilim. Türkçe ile bilim de yapılır, felsefe de… Yeter ki yapmak istenilsin; devlet yetkililerimiz ve yükseköğrenim kurumlarımız ehil insanlarımıza her koşulda destek olsun. 3- Osmanlıca sizce bilim ve felsefe dili olabilir mi? Türkçe bilim ve felsefe dili olamıyorsa Osmanlıca bunu başarabilecek mi?
4- Osmanlı’da bilim dili neydi peki? Darülfünunlarda dersler hangi dillerde veriliyordu?
Özellikle devletleşmenin en yüksek olduğu ve haliyle sistemli eğitimin mevcut bulunduğu zamanlarda dahi Osmanlıca pek yaygın kılınamamış. Bir zümre dili olarak kalmış maalesef. Ayrıca bilim tarihini 1500’lü yıllarla başlatırsak ki bu Osmanlı’nın gerileme dönemine tekabül ediyor, Osmanlı’nın hâkim güç olmadığı dönemlerde Osmanlıcanın bilim dili olmasını da bekleyemeyiz.
Osmanlı son dönemlerinde ve özellikle Fransız koloniciliğinin dünyada önde olduğu yıllarda ise darülfünunlarda Fransızca öğretildiğini, Fransızca yazıp çizemeyen idarecinin önemli işlere gelemediğini görüyoruz. O zamanın İngilizcesi Fransızcaymış yani. Atatürk de Fransızca biliyor mesela… Teknik konularda ise Alman üstünlüğü o yıllarda da belirgin.
Osmanlıcayı geçelim Türkçe bile mevcut durumda yaygın kullanılan bilim dili 10
dilinin
GENCAY 5- Türkçe sizce kıymetsizleştiriliyor mu? Türkçe’den vazgeçebilir miyiz?
dönemde Türkçe’den de vazgeçersek elimizde ne kalacak? Kooperatife daireye girelim derken eldeki müstakil evden olmaya cidden ihtiyacımız var mıdır?
Bir devlet başkanı kendi dilini yetersiz görüyor ve üstelik küçümseyebiliyorsa ortada ciddi bir kimlik sorunu vardır. Kendini kifayetsiz görme, manasızlaştırmadan başka bir şey yapmamaktadır yani.
6- Son olarak, Osmanlı ile günümüz Türkiye’sinde benzer gördüğünüz olaylar nelerdir? Benzer görüyorsanız Türkiye, Osmanlı’nın hangi dönemini yaşıyor.
Almanya’ya giderseniz, müze yapılmış Nazi kamplarını görmek isterseniz şu şekilde hazırlanmış tabelaları görürsünüz: Büyük harflerle müzeyi, kampı tanıtan Almanca bir metin ve neredeyse karınca duası diyebileceğimiz boyutlarda yazılmış İngilizce tanıtım metni.
Osmanlı Devleti yıkılma döneminde gücünü hem kendi halkına göstermek hem de biz hala büyük devletiz algısını güçlendirmek için Dolmabahçe Sarayı'nı tonlarca mermer ve altın işlemelerle, hatlarla süsleterek yaptırmış. Üstelik bu sarayın inşaatı için hazinede yeterli para yokken İngiltere'den de epeyce bir borç almış. Padişahın vekâlet yeri artık bu saray olacaktı. Fakat inşaat bitiminin üzerinden bir asır dahi geçmeden Osmanlı gibi bir dev tarih sahnesine veda etti Şimdilerde bence tarih bir kez daha tekerrür ediyor. Türkiye'nin dış borcunun rekor seviyeye geldiği, cari açığının alıp başını gittiği bir dönemde binlerce odadan menkul şatafatlı bir bina cumhurbaşkanın vekâlet yeri olarak inşa edildi. Bu yüzden Sultan Abdulmecid dönemi ve AKP'nin icraatleri bence birbirine çok benziyor. Hatırlarsanız Sultan Abdülmecid için mecliste 150. Ölüm yıl dönümüne istinaden bir kabul töreni de verilmişti. Sanırım Osmanlı padişahlarından en çok Sultan Abdülmecid seviliyor.
Türkiye’de ise tanıtım metninin Türkçe ve İngilizce aynı büyüklükte harflerle yazılıyor. Tabelada bazen en üstte İngilizce metin, en alta ise Türkçe metin yer alıyor. Sorunuza soruyla cevap vereyim. Sorunun içinden cevabı siz anlayın. Doğu ile Batı'nın ortak tarih bilinci, ortak ülküsü ve ortak yaşama arzusu bu kadar azaldığı
Ne diyelim… İnşallah sonumuz Osmanlı gibi olmaz.
11
GENCAY
BAĞIMSIZ TÜRK KÜLTÜRÜNDEN EMPERYALİST TÜRKİYELİ KÜLTÜRÜNE Mahmut Esad KIRAÇ Öncelikle Türk’ü kısaca tanımlayalım. Türk kelimesinin birçok anlamı ve açıklaması vardır. Sözlük anlamı ‘’güçlü ve kuvvetli’’ olan Türk kelimesinin benim tabirimce anlamı: Irk fark etmeksizin Turanı kendisine ülkü edinen ve bu ülkü uğrunda yılmadan çalışarak gönül rahatlığıyla ‘’Ne mutlu Türküm diyene’’ diyebilen herkes Türk’tür yani, bir milleti temsil etmekle birlikte aynı zamanda hissiyat meselesidir.
görülür bir hayat gücüne ve kültürüne haiz demektir. Zaten Türk kültürü kadar gelişmiş ve yayılmış başka bir kültür de yoktur. Batı ile bizim kadar uzun ve çetin mücadelelere girdiği halde bizim kadar ona mukavemet etmiş olan ve bu mukavemeti devam ettiren bir başka millet gösterilemez. Bu direnmenin sebebini Türk milletinin yüksek ve köklü bir kültüre sahip oluşu, hatta beşeri ve ahlaki kıymetler bakımından batı medeniyetine üstün oluşu ile izah edebiliriz.
Kültür ise Ziya Gökalp’e göre “Hem usulle yapılamayan hem de taklitle başka milletlerden alınamayan duygulardır.”
TBMM hükümeti devrinde hükümetin bütün sahalarda olduğu gibi kültürde de politikasının mihrakı milliyetçilikti. Rıza Nur’un Maarif vekili, Ziya Gökalp’in Telif ve Tercüme dairesi başkanı olmaları kültür politikasında Türkçülük ve Batıcılık noktalarına ağırlık vermeye başladı. Başbuğ Atatürk Türkler’in Batı medeniyeti içinde bağımsız bir hüviyet taşımalarını, hatta çağdaş medeniyetin üstüne çıkmalarını ön görüyor ve Batılılaşmayı
Erol Güngör ise kültürü “Bir inançlar, bilgiler, his ve heyecanlar bütünüdür yani, maddi değildir.” diyerek açıklamıştır. Dünyada Türkler kadar eski bir tarihe sahip olan pek az millet gösterilebilir. Bu kadar uzun bir macerası olan bir millet hala yaşadığına ve 100 yıl öncesine kadar dünyanın en büyük imparatorluğunu yaşattığına göre her şeyden önce eşi az 12
GENCAY
milliyetçilikten ayırmıyordu. 1950 seçimlerinden yani, demokrasinin girişinden sonra ise inkılapçı hükümetlerin milli kültüre karşı Batı kültürü politikası inkılapçı karakterini kaybetmiştir. Devlet 1950’den sonra kültür işlerini bırakmamakla birlikte, bunlardaki tekelini kaldırmış, kültürle uğraşanlara gerekli hürriyeti vermekle yetinmiştir.
4- Bir taraftan Türk kültürünün kaynak eserlerini yayınlarken bir taraftan da Batı’nın modernleşmemize yardımcı olacak temel ilim ve eserlerini Türk okuyucusuna sunmak gerekir. 5- Kitaplar ‘’Yaşayan Türkçe’’ ile kaleme alınacak. Türkçenin gramer yapısı bozulmayacak. Devlet kar gayesi gütmeyecek eserler asgari fiyatla okuyucuya intikal ettirilecektir.
Demokrat Parti’nin 27 Mayıs hareketi sonucu iktidardan düşürülmesi CHP’nin kültür politikasını yeniden ön plana geçirdi ancak koalisyon ortağı olundu. Bu arada askeri idarenin ilk aylarında ‘’Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü’nün’’ kurulması ve yaptığı ilmi çalışmalar için devletten bir müddet destek görmesi büyük bir adım oldu. Koalisyonlar arasındaki siyasi çalkantılar devletin kültür işleri üzerinde durmasına engel oluyordu. 1965’ten sonra ise tutarlı ve devamlı kültür faaliyetine girişildi.
Yukarıdaki maddelerden de anlaşılacağı gibi kültür politikamız Cumhuriyetten itibaren milliyetçi ve Batıcı kimliğini uzun süre muhafaza etmiştir.
1965-71 arasında Türkiye’nin resmi kültür politikası şu esaslardan oluşmaktaydı:
Günümüze yaklaştıkça ne bu politikalardan ne de Türk kültüründen eser kalmadığını görmekteyiz. Milliyetçilikten tamamen kendini soyutlayan, batıcılığın ise muasır medeniyet seviyesine çıkarılmayarak taklitten öteye gidilmediği Türkiye’de Türk kelimesinin ırkçı diye nitelendirilerek yerine ‘’Türkiyeli’’ kavramının uydurulması aynı zamanda kültürel ve tarihsel ihanettir.
1- Türkler Batı medeniyetine girme yolundan ayrılmayacak. Ancak Batılılaşma hareketimiz hiçbir zaman milli bir hüviyet taşımamıza engel olmayacaktır. 2- Bu milli hüviyet milli tarihin mahsulüdür. Milli birliğin ve dayanışmanın kuvvetlendirilmesi her şeyden önce bu ortak geçmişin eksiksiz devam etmesi ve yeni nesillere aktarılmasına bağlıdır. 3- Milli şuur, milli kültür eserlerinin tanıtılması yolu ile verilmelidir. Türk Milleti’nin yaratmış olduğu kültür eserlerini bugünkü nesle onların anlayabileceği bir şekilde sunmaktır.
Pekâlâ, nedir Türkiyelilik kavramı? Türkiyelilik kavramı kısaca Türkiye’de yaşayan Türk Milletini etnik temelde 13
GENCAY
ayırmak için üretilmiş bir kavramdır. Bu kavram tamamen emperyalist güçlerin bizi bölmesi için uydurulmuştur, çünkü birçok farklı etnik kimliği bünyesinde barındırarak ortak bir kültür yaratan Türk milletini Türkiyeli olarak bölmek aynı zamanda Türk kültürünü ve bunun sonucunda da Türk devletini parçalamanın birinci hususudur. Peki, halk bu kavramlar karşısında neden susmakta ve ayrışmaya neden göz yummaktadır? İşte buradan bağımsız Türk kültürünün devşirildiğini ve uyutulduğunu anlamaktayız.
ilim ve felsefe Aristo’ya dayanıyordu; bir meseleyi Aristo ne şekilde anlatmışsa doğrusu o sayılır, Aristo’nun bahsetmediği meselelerin gerçekte de yok olduğuna inanılırdı. Bir atın kaç dişi olduğu sorulunca Aristo’nun kitapları karıştırılır, hiç kimse bahçedeki atın dişlerine bakmayı düşünmezdi. İşte günümüzde Türkiye’de de Türk kültürüne yabancı kalarak emperyalist Türkiyeli dayatmasına susan kimseler gerçeklerden uzak olan, doğruyu araştırmayarak her söyleneni doğru kabul eden kimselerdir. Tanrı bizleri günümüzün Aristocularından korusun.
Bilindiği gibi, modern ilmi düşüncenin başladığı yıllara kadar bütün batı düşüncesi ve kısmen İslam dünyasındaki
14
GENCAY
VATAN CEPHESİ HAKKINDA BİR DEĞERLENDİRME Çağhan SARI 12 Ekim 1958 tarihinde Türk siyasi yaşamında ayrışmanın bir başka boyutuna varıldı. O tarihte Manisa'da DP İl kongresinde konuşan Başbakan Adnan Menderes, 1957 seçimlerinde seçim kanununu değiştirerek birleşmesini engellediği muhalefet birliğine karşı şimdi de vatandaşları bir çatı altına çağırıyordu. Bu çatıya verilen ad ise çok dikkat çekicidir. Menderes, Vatan Cephesi adını uygun görüyordu.
konusu idi. Bunlarla beraber devalüasyon kararını da almak zorunda kalması iktidara yönelik eleştirileri arttıran unsurlar arasındaydı. Muhalefetin birlikte hareket etmesi üzerine partiye dinamizm kazandırmak, 1950 sonrası zorlaştırılan üye kaydını tekrar yaygınlaştırmak, kitle desteği sağlamak için bir kampanya başlatma kararını alan Menderes, kararını Manisa'da açıkladı. Söylemlerinin sertliği ile beraber kendi oluşumuna Vatan Cephesi, muhalefete ise Ehl-i Salip ( Haçlı ) hareketi demesi gerginliğin durmadan artacağını gösteriyordu.
1957 seçimleri öncesi muhalefet partileri, CHP, Hürriyet Partisi ve Cumhuriyetçi Millet Partisi blok halinde seçimlere katılmayı planlamış ancak bu plan çıkarılan bir seçim kanunu ile engellenmişti. 1957 seçimlerine tek tek katılmalarına rağmen DP %47de kalmış, muhalefetin oylarının toplamı iktidarı geçince birlikte hareket etme eğilimleri seçim sonrasında da devam etmişti. Güç Birliği Ocakları adını verdikleri bir yapılanma hareket edeceklerdi.
Kısa zamanda mantar gibi birçok yerde açılan Vatan Cephesi şubeleri için üye kayıtları şaibeleri beraberinde getiriyordu. Devlet memurlarının dernek üyeliğinin yolunun açılması ile üyelik baskılarının yapıldığı iddialar dillendirilmeye başladı. Ocak şubelerinin açılışında örtülü ödeneğin yanı sıra belediye bütçelerinin de kullanıldığı, iş adamlarına üyelik için baskı yapıldığı, zorla bağış toplanıldığı ve bu bağışların başka isimlerin (muhalefetten) üyelik transferinde kullanıldığı iddiaları, Akis ve Kim dergilerinde günlerce yazılıp çizildi. Üye olanların her akşam radyodan listeler halinde adının okunması ise insanlarda
DP ise ekonomik göstergelerin kötüye gittiği bir süreçte ekseriyetçi temsil sistemi sayesinde muhalefetten az oy almasına rağmen daha önceki çoğunluğuna yakın bir çoğunlukla meclise dönüyordu. İktidar yıpranması söz 15
GENCAY
öyle bıkkınlık verdi ki Radyo Dinlemeyenler Cemiyeti kuruldu. Bu radyo yayınlarındaki okunan listelerde reşit olmayan çocuklarla artık hayatta olmayan isimlerin okunduğu iddiaları daha sonra Yassıada mahkemelerinde de ele alınan meselelerden oldu.
kurulmasından söz ediyor. Ancak o dönem bahsettiği Vatan cephesi ikinci meşrutiyetin oturması için söz konusu olabilecek bir oluşumdur. Menderes dönemindeki vatan cephesinden sonra ise Milliyetçi Cephe hükümetleri, 1990ların başındaki koalisyonlara karşı hem iktidarın hem muhalefetin cephe isimleri altında birleşmeleri düşünülecek olursa, Vatan Cephesi oluşumu kendinden sonraki ayrışmalara da ilham kaynağı olmuştur. Tabi her şey olup biterken Vatan Cephesinin sonu nasıl oldu? 27 Mayıs sonrası kurulan Yassıada mahkemelerinde Vatan Cephesi davası açıldıktan kısa bir süre sonra bunun ayrı bir dava dosyası olarak sürdürülmesinden vazgeçildi. Yüksek Adalet Divanı aldığı kararla Vatan Cephesi davasını Anayasayı ihlal davası ile birleştirdi. Anayasayı ihlal davası da malumdur idam cezalarının verildiği dava idi.
Adnan Menderes'in Vatan Cephesi oluşumu kısa zamanda suni adımlarla şişirilirken akıbet hiç te amaçlanan desteği sağlamadı. Öncelikle üyelikler baskı rüşvet karşılıklı menfaat minvalinde olduğu ortaya çıktıkça DP içinde de Vatan Cephesi'ne karşı tavır alan bir grup oluştu. Bu grup Vatan Cephesi'ne üye olanları da bu cephe mekanizmasını da eleştiriyordu. Üniversitelere de olumlu tesiri olmadı. Muhalefetin taarruz, iktidarın ise cephe kelimeleri ile siyaset yapmasının toplumsal kutuplaşmanın boyutları hakkında vereceği görüntü maalesef karanlıktır. Vatan Cephesi oluşumundan sonra muhalefet iktidar ilişkileri her geçen gün artan gerginlikle devam etti. Sadece bir ara Menderes'in Londra uçak kazası ülkedeki siyasi tansiyonu düşürse de Topkapı, Uşak, Kayser-İnhisar olayları ve nihayet Tahkikat Komisyonu, 27 Mayıs'a uzanan yoldaki kalp sekteleri idi.
Toplum gerginliğini arttıran, ayrışmayı körükleyen, siyaset tansiyonunu yükselten bir yapı olan Vatan Cephesi hakkında Doç. Dr. Hakkı Uyar ve Dr. Yasemin Doğaner'in çalışmaları bulunmaktadır. Vatan Cephesi insanların siyaset kültürüne mevzileştirme hareketi mi getirmiştir yoksa birden çok hesabın kesiştiği bir oluşum mu olmuştur bu sorunun cevabı teferruatlara girilmeden yanıtlanamaz. Ancak şu ortadadır ki Vatan Cephesi, uzun süre hükümet olan bir tek başına iktidarın bütünleyici değil ayrıştırıcı bir adımıdır.
Peki Vatan Cephesi öncesinde cephe kelimesi ile siyasi oluşumda söz edildi mi? Bu sorunun cevabı evet. İkinci meşrutiyet döneminde Hüseyin Cahit Yalçın bir makalesinde bir vatan cephesi 16
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ GENÇLİK SEMİNERİ 8 Kasım 2014 Konu: Kişilik Analizi ve Farkındalık
rol, hangisi gerçek bu iyi analiz etmelidir. Rolümüzü ve gerçeğimizi tespit ederken “Biz bu muyuz? Biz kimiz?” diye kendimize sormalıyız.
Hoca: Kazım Kökçü Derleyen: Aslıhan Kaya
“Bir kurumda mecliste görev ve misyonumuz nedir?” dâhil olduğumuz göreve ne kadar uygunuz? Bu görevde ne kadar yararlı olabiliriz? Bu soruları kendimize sormadan kendimizi tahlil etmeden kendi rolümüzü belirlemek sağlıklı olmayacaktır.
Kazım Kökçü Kimdir? 1944 yılında Adana’da doğdu. İlk, Orta ve Lise öğrenimini Tarsus’ta yaptı. 1970 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinden mezun oldu. H.Ö Sabancı Holding’de çeşitli görevler yapmıştır. Önemli İnsan kaynakları Müdürlüğü görevlerinde bulunmuştur. Emekli olduktan sonra da Hacettepe Üniversitesi, Atılım Üniversitesi gibi çeşitli kurumlarda konferanslar vermeye devam etmiştir.
Örneğin komedi filminde komediye uygun yüzü gülen birinin oynaması gerekir. Dram filminde komedi oyuncusu oynatmak oyuncunun rolüyle ilgili sıkıntı yaratırken, filmin etkileyiciliğini de azaltacaktır.
Kişilik Analizi ve Farkındalık
Hayat da böyledir. Kişinin oynadığı role uygun bir profili olması gereklidir. Rol ile asıl kişilik çakıştığında ciddi sorunlar oluşur. Rolün etkisinden çıkmamama, role kendini kaptırma ve kişilik-rol karmaşası bunlardandır.
Hayatın içinde hepimizin rolleri vardır. Kimi arkadaş, kimi gözetmen, kimi avukattır. Bu rolleri iyi tanımalıyız. “Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol” deyişinden bu konuda yararlanmak mümkündür. Öyle ki hayatın içinde hepimizin bir rolü, o rolden çıktıktan sonra yaşadığı gerçekleri vardır. Hangisi
Roller maskelerdir. Mesai zamanı memur, çalışan maskenizi takarsınız, iş çıkışı çıkarırsınız. İşlerimiz, görevlerimiz, 17
GENCAY
sorumluluklarımız bizim rollerimizdir. Rolde kullanılan maskeler kişiliğimiz olmamalıdır. Taktığımız maskeler bizi göstermez. Onlar sadece rollerdir ve geçici olmalıdır. Bizim aynamız kişiliğimizdir.
göze alınmalıdır. bunlara bağlanır.
Şirketlerin
geleceği
Başarı için ilk şart kişinin kendini tanımasıdır. Kendini tanıyıp “Ben kimim?” diye soran kişi ardından çevresini tanımaya girişir. Öyle ki kişilik 10-11 yaşına kadar oluşur. Bu nedenle kişilik analizlerinde kullanılması gereken teknikler ve değerlendirmeler kişinin ana diline bakılarak, aldığı eğitime, yetiştiği kültür ve bağlı olduğu gelenekler bağlamında ele alınmalıdır. Örneğin 30 yaşında, ana dili ile son 10 yıldır kullandığı dilin farklı olduğu bir bireyin kişiliğini ele alırken yapılması gereken o kişinin ana diline eğilmek ve tespitlere o bağlamda devam etmektir. Çünkü kişilik oluşurken kullanılan dil ana dildir ve kişilik bu ana dilde, bu ana dilin geleneklerinde oluşmuş olduğundan şu an kullanılan dille yapılan analizler sağlıklı sonuçlar vermeyecektir.
Bu hususlara ek olarak ismin unvanlaştırılmaması, unvanında isimleştirilmemesi gerekliliği göze çarpar. Oynananı rol ile kişiliğinin ayrı ayrı tanınması zaruridir. Örneğin rolü doktorluk olan komşunuzun kapısını çaldığınızda karısının size vereceği “Doktor Bey evde yok” cevabı bu durumun apaçık örneğidir ve bir sorun teşkil eder. Doktorluk sadece roldür ve rol olarak kalmalıdır. Kişilik ise Ahmet, Mehmet Bey’dir.
Kurumlar işe alırken adayların kişilik özelliklerini iyi analiz etmek zorundadır. Örneğin İçe dönük insanları insan kaynaklarında görevlendirmek sıkıntı yaratacaktır. Kişi sıkıntı çekecektir. Aynı şekilde dışa dönük birini muhasebeci yapmak, onu saatlerce tek bırakmak, kendi dünyasına kapanmasını istemek kişinin özellikleriyle çelişeceğinden hem sorunlar olacak hem verim düşecektir. Bu nedenle işe alırken kişilik analizi yapılması çok önemlidir. Baskınlık, dışa dönüklük, düzenlilik sabır ve resmiyet gibi ölçütler
Davranışların tespit edilmesinin ardından o davranışa uygun bir çalışma ortamı sunulmalıdır. İnsanların kişiliklerini değiştirmek zordur ve bunun yapılması doğru olmayabilir. Kişinin özellikleriyle oynamaya çalışmak yerine amaca ulaşmak için yapılması gereken kişinin özelliklerine uygun bir çalışma ortamı sağlanmasıdır. Kişiye ihtiyaçları verilmeli, kişi tatmin edilmelidir ki verim sağlansın. Örneğin 18
GENCAY
itaatkâr, riske girmeyen birine kişisel rekabetten uzak ortam lazımken; rekabetçi birini rekabet ortamına sokmak gerekir verim için. Gergin, huzursuz biri çeşitlilik ve tekrardan kaçınma gibi ihtiyaçlar duyar ve bu ortam kişiye sağlandığı müddetçe amaca yaklaşılır. Çalışkan, dikkatli birine kesin, açık ve net bilgi verilmeli, hatasız iş çıkarabilmesi adına takdir edilme ihtiyacı karşılanmalıdır.
Başarılı olabilmek sorgulamaktan geçer. “Niçin?” sorusu kilit sorusudur. Sadece kötü şeyler değil iyiler de sorgulanmalıdır. Gerçekleşen iyi olaylara da “Niçin?” sorusunu yöneltmek verim sağlar.
Potansiyelsiz insan olması mümkün değildir. Her bireyin potansiyeli vardır. Önemli olan farkındalıktır. Kişi kendini iyi analiz etmeli, yeteneklerinin farında varmalı ve o yolda yürümelidir.
Sonuç olarak kendi kişiliğimizi ve rollerimizi daha sonra başka insanların kişiliklerini ve maske takarak edindiği özellikleri iyi tanımalı ve ayırt edebilmeliyiz. Tekrar ettiğimiz gibi bunun yolu insanın kendisinden geçer, bundan dolayı kim olduğumuzu bilmemiz hem çevre hem de kendimizi tanımamız başarıya ve kişiliğimize hayatımızda yer açmalıyız. Bunun içinde tüm bu karmaşık yapıyı ve özellikleri öncelikle bilmemiz ve öğrenmemiz gerekir.
Üstün başarı için ayırt edici özellikler: -Müşteri odaklı -Başarma arzusu -Etki ve tesir -Ekip çalışması ve işbirliği -Bilgi edinme Söylendiği gibi bunlar gereken temel özelliklerin yanında ayırt edici özellikledir.
19
GENCAY
20
GENCAY
CHARLİE HEBDO SALDIRISININ KOMPLOCU VE BİLİMSEL YÖNÜYLE DEĞERLENDİRMESİ Sertaç EKEMEN Yükselen İslam düşmanlığının temel nedenlerinden birincisi, gettolarda yaşayan göçmenlerin artık merkezlere inmeleridir. Geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısında ilgili ülkelere yerleşip, içlerine kapanık olan Müslüman toplumun bu yüzyılda entegrasyonu tamamlaması ve buna bağlı olarak bölgenin kültürünü değiştirmesidir. Güçlü doğulu kültürel yapı, zaman içerisinde kendini Avrupai yaşama adapte ederken dejenere sürecinden geçmemektedir. Bu dejenerasyonun koruyuculuğu ise dindir. Bir milletin ve kültürün asimilasyonunu engelleyen en büyük olgu, din olgusudur.
örgütlenen grupların hemen hepsi selefiye hareketini benimsemiştir. Keza Müslüman Kardeşler gurubundan kopmaların bir nedeni bu olup, batı dünyasının gizli servislerinin ilgisini çekmektedir.
Charlie Hebdo’nun hedef seçilmesinin ve aşırı sağ akıma değil de sol bir yapıya hedef alınması Avrupa toplumunun kurucu unsuru olan Hint- Avrupa ırkının hemen her kesiminden tepki toplamak amacıyla yapılmış olmasıdır. Çünkü bahsi geçen dergide, her ne kadar İslam düşmanlığı yapılsa bile aynı düşmanlığı Vatikan ve Fransız devlet zihniyetine de yapılmaktadır. Bu oluşumun hedef olması
Bugün Selefiye hareketin Batı gizli servisleri tarafından desteklenmesinin yegane temeli budur. Çünkü Selefiye akımı daha da otantik bir İslami anlayışı diğer mezhepler nazarında aşırıya götürürken, var olan toplumsal normlar ile alakalı olarak en az uyuma geçen akımdır. Bu yüzden El Kaide’den IŞİD’e kadar 21
GENCAY
İslami kültürden gelen müttefiksiz bırakma amacıdır.
insanları
Aşırı sağ yapılacak bir yabancı karşıtlığından çok aşırı sol eğilime yapılan bu düşmanlık, aynı zamanda Fransız toplumu üzerinde ve diğer Avrupa toplumu nazarında aşırı sağ ve sol içerisinde bir ittifak doğmasına neden olabilir. Mitterand sonrasında Le Pen ile Jacques Chirac arasında devam eden cumhurbaşkanlığı iktidar yarışının galiba olan Chirac ikinci turda rakibini sol desteğin oyları ilke kazanmıştı. Nedeni ise Fransız solcuların seçimde her ne kadar Hristiyan muhafazakar bir partiden gelse de Chirac’ı Faşist Le Pen’e karşı desteklemesinden kaynaklıdır. Ancak bu olgu Fransız kültürünü koruyabilmek adına solcuların fikir değiştirmesine ve İslamcı tehlikeye karşı cumhurbaşkanlığı gibi seçimlerde faşizan tutum takınmalarına neden olacaktır. Bu konjonktürün ortaya çıkma ihtimalinin nedeni ise, Sosyalist François Hollande’ın mücadele içerisinde yenilmiş bir duruma gelmesidir. Amerikan siyasi Hareketinin Sovyetlerden sonra kendine yarattığı yapay İslamcı düşman algısının paralelinde “Hantington/Medeniyetler çatışması gibi ” Saldırıların El Kaide ve İslamcı bağlantısı ve kullanılan yöntemler itibari ile Şaibeli olmaktadır, çünkü saldırı alışılagelmiş olan terör eylemlerinin, vur kaç taktiğinin aksine bir gizli servis operasyonunu andırmaktadır.
Meseleyi komplocu düşünce tarzını bırakıp Sosyolojik bir akabinde ele almak gerekirse, etki tepki durumu akıllara gelmektedir. Örneğin Yılbaşına kadar sürmüş olan PEGİDA organizasyonlarına bir tepki sonucu olarak bu saldırılar doğmuş olabilir. Bu raddede işin “komplocu gizli servis” boyutunu koruyup meseleyi bu hali ile de ele almak gerekmektedir. Ancak neden pegida hareketi veyahut Le Pen hareketi ya da NSU ya hedef alınmadığı düşünülecek olursa olası bir reel savaşım “iç savaşa benzer sokak çatışmaları” öncesi tarafların ilk etapta birbirilerine göz dağı verme sürecinde olduklarını söylemek mümkün, bu haliyle İslamlaşmaya karşı çıkan Avrupa inisiyatifi ile varlık-şeref mücadelesine girmiş olan İslami Hareketin, lokal boyutta dolaylı ve dolaysız mücadelelerine şahit olmaktayız.
22
GENCAY
hali hazırda girişmiş oldukları kimlik siyasetini görmezden gelen bu gruplar, Hrant Dink cinayetini de bir kimlik siyasetinin parçası olarak görmeyi reddetmiştir. Ermeni ulusal kimliğinin tıpkı yunan ulusal kimliğinin inşasında olduğu gibi bir Türk karşıtlığı ve soykırım teması temelinde inşa olduğunu unutmamak gerekir. Özetle Siyasal İslami kimlik bu saldırılar ve gelecek olası saldırılar ışığında kendini reel şiddet yoluyla kabul ettirmeye çalışacağı anlaşılmaktadır. Bu olgu Almanya dışındaki Irkçı hareketi de reakte edeceği ve bir takım sokak olaylarını tetikleyecektir. Bunun yanında Rus Faşistlerinin, Sibirya’daki Türk Halklarına karşı tepkilerine de sebep olabilecektir. Geçtiğimiz yüzyıl sınıf siyasetini Keynezci ekonomik politikaları ile sosyal hareketler ve bilhassa Marksist muhalefeti engellemeye başaran Avrupa, ortaya çıkan bu kimlik siyaseti anomisini, nasıl bir yöntemle ortadan kaldıracağı bu saldırı sonucunda merak konusu olmaya başlamıştır.
Meseleyi Türkiye boyutundan ele alan Neo Marksistler ise olayın bir ifade sorunu olduğunu söylemekten ileriye gidememektedir. Bunun sebebi ise sosyolojik kimlik siyasetini halen içselleştirememiş olmalarıdır. Avrupa’nın realitesini oluşturan İslamcı göçmenler
23
GENCAY
ADLAR SORUNU Dilek AKILLIOĞLU Maddesel ya da düşünce dünyasında insan var olduğundan beri adlar vardır. Adlar sorunu, konusu çocukta ise iç-dış ikilemesinin zorluklarını içermeye başladığında dikkat çekici olmuştur. Çocuğun düşünme eylemi konuşmasıyla gözlenmeye başlanmış, adların çocuklara ne anlattığı tartışılmaya açık bir konu haline gelmiştir.
adlandırıldığını söyleyeceğini görürüz. Adların nesnelerden kaynaklandığını, sebep olduğunu belirtir, düşünürler. İsim onlara göre nesnenin içindedir. Var olmayı bir nevi adlarla ilişkilendirirler. En azından 11 yaşına kadar devam eden düşünce budur. Varlık ve adları ayıramama ile ilgili Dr. Navilla’nin, Piaget’in eserinde geçen aktarmış olduğu gözlem ilginçtir; “Baba, Allah var mı? Diye sorar küçük kız. Babası bundan pek emin olmadığını söyler. O zaman küçük kız, şu karşılığı vermiştir; ‘Olması gerekir, çünkü adı var!’ 5-6 yaşlarındaki çocuklar eşyaların ya da tanrının adını sadece onlara bakarak öğrendiğimizi söylerler. Adının ’ay’ olduğunu anlayabilmek için Ay’ı görmemiz yeterlidir. Nesnesiyle ismi birlikte doğmuştur. Adı varsa nesnesi de aynı şekilde vardır. İsimlerin insanlarla ya da tanrı ile alakası yoktur. Var oluşlarında ad hep vardır. Tanrının işin içine girdiği yaş 7-8 yaş civarıdır. Bu yaş civarı daha erken ise büyük ihtimal ile bir öğretme durumu söz konusudur. Anne-baba veya üçüncü şahıs Allah kaynağını çocuğa aşılamış demektir. Bir çocuğu karşınıza alıp (5-6 yaşındaki) güneşin adının güneş olduğunu nasıl anlaşılmıştır diye sorduğumuzda çoğu onu gördüğümüzü, gördüğümüz için adının güneş olduğunu söyleyecektir. Piaget yaptığı gözlem ve söyleşilerde bunu görmüştür. Bu sebeple çocukları bu konu üzerinden üç düzeye ayırmıştır; 1. ve 2. Düzeylerde çocuk ismin nesneden
Ad nesnelerin özüdür. Çocukta ‘ad’ kavramı açık bir biçimde bellidir; “çağırmak için çağırmaya yarar.” İfadesini taşır. Sözcük kelimesi için soyut dönem gerekirken adlar çocuklar için nettir. 5-6 yaşındaki bir çocuk adları, nesnelerin özelliği gibi görür. Ad olmadığında eşyalar, nesneler, varlıklar var olmazdı fikrindedir. Yani “Senin adın ne?” “Adın nereden ortaya çıktı?” “Güneşin adı nereden ortaya çıktı?” Gibi sorular karşısında (özellikle 6 yaşında olanların) güneşin var olduğundan beri nesnesine uygun olacak şekilde 24
GENCAY
geldiğini veya tanrıdan oluştuğunu söyler. Çocuğun adın nerede sorusuna ‘kafamızda’ cevabını vermesi Piaget’in belirlediği dönemlere göre 3. Düzeydir.
insan isimleri vs değişebilir mantığıdır. Nesne ile düşünceyi karıştırma durumu, adlar düşünceden çıkarken 5-6 yaşındaki çocuk bunun adları vermenin nesne ile alakalı olduğunu varsaymasıdır. Böyle düşünür. Düşüncelerini nesnelere bağlar. Adların karakterindeki keyifliği çocuklar 11 yaşında anca kavrayabilmektedirler.
Nominal gerçeklikte birinci düzeyde(56yaşında) olan bir çocuğun canlandırmacılık unsurunu taşıdığına dikkat çekilebilir. Durumlardan elde edeceğimiz sonuçlarda sesler-adlar, nesneleri bir görmekte, nesnenin ismini, var olduğundan beri içinde taşıdığını varsayıyor olması, onun adları-nesneleri canlandırdığını bize kanıtlayabilir. Bunu anlamak içinde eşyalar adlarının bilincinde mi diye yöneltilen sorularda değişken yanıtlar vermişlerdir. Ek hatırlatma olarak bireysel farklılıklar mutlaka ki değişkenliği gerektirir. Biz yaş dönemlerinin çerçeve özelliklerini incelediğimizde yukarıdaki gibi tema çıkarabiliriz.
3. Düzeydekilerin güneşin- ayın adı nerede sorusunda ‘kafasında’, ayrı bir dünyada gibi cevaplar verirler. Bu bize şunu göstermektedir. Çocuk 10-11 yaşına geldiğinde güneşin düşünen-canlı bir varlık olduğunu hala varsayıyor olabilir. Bu bakımdan İkinci düzey biraz denge görevi üstlenmektedir. Çocuk birinci de tamamen nesneye bağlıdır. İkinci düzeyde tanrı kavramıyla birlikte yaratma ve sonradan isim verme gün yüzüne çıkmaya başlar. Nihayetinde de bu ikinci düzeydeki karışıklık-denge sağlama işinden sonra adlar kafada sesle birleştirilir. Adın seslerle oluştuğunu öğrenmeye başlamasına karşın inancından da pek vazgeçmez istemez. Aslında bu inanç bir anlamda biz büyükler tarafından kabul edilebilir. Çünkü sesler, adlar karşıya ulaşmak için havanın içinden geçerler. Çocuklar pek de haksız değillerdir. İkinci düzey birinci düzeyin mantıken fazlasıyla ilerlediğini bize göstermektedir. Yine ikinci düzeyde de görüldüğü gibi ad nesneden geçer. Hiçbir şekilde doğrudan doğruya ‘düşünceden gelmezler. Düşünce gibi soyut bir durum ikinci düzeyin sonuna doğru hatta üçüncü düzey bittikten sonra genel kabul haline gelir.
Canlandırmacılık ile ilgili dikkat çekici bir ayrıntıda çocukların Piaget’in deneylerinde ad üzerine sorularda adların değişip değişmeyeceği fikrinde canlı olanların isimleri değişebilirken nesnelerin adlarının değişemeyeceğidir. Güneş’e ay, Ay’a güneş denilmez. Ama
25
GENCAY
sormaya koyulursak her ne olursa olsun belli süreden sonra çatışma yaşadıklarını kanıtlayacak yanıtlar vereceklerdir. Çünkü yanıtları öğrenme değil sadece maddesel görmedir. Bir nesne konusunda bildiklerini çizerler, gördüklerini değil. Bu durumlar çocuğa özgü düşüncenin bazı taraflarını bize gösterir. Yani çocuğa göre güneşin adı ‘kendiliğinden’ ortaya çıkmıştır. Eşya özelliğini hep taşır fikrindedir. Bizim için hedef, çocuk tasarımının yerli yerinde olmasını sağlamak olmalıdır. Yukarıdan çıkardığımız sonuç, çocuğun düşüncesinin tam karakterin oluştuğu çağda maddesel olduğunu, sosyalleşmesine, dış dünyayı nüfuz etmesine bağlı olarak değiştiğini kanıtlar. Nesne ve isim ilişkisini incelemek çocuğun bu kabule nasıl vardığını anlamak ve bağlantıları nasıl ayırdığını gözlemlemek, sonuçlar çıkarmak bakımından faydalıdır. Aslında herkesin kendi gibi düşündüğüne inanan bir varlıktır çocuk. Bu sebeple durup dururken düşüncelerini söylemez. Adları maddeden ayırmaya başlaması düşünceyi madde dışı kavram olarak algılaması demektir. O yavaş yavaş geçirdiği dönemdeki varsayımlarının farkına vararak aşar. Ona soru sorulması gerekir ki denge- karmaşa çağından ileriye iz sürsün. Tek bir kabul aşılanmasın.
Bununla ilgili bir deneyde çocuğa güneşin adını düşündüğünde güneş nerede oluyor diye sorulmuştur. Çocuk bir yerde diye cevap vermiştir. Bunun üzerine kafada mı diye sorulunca hayır demiştir. Bu hayır yanıtının nedeni irdelendiğinde çocuğun düşündüğümüz için kafada değil dediğini göreceğiz. Düşünce ile nesne karıştırılmıştır yani. Bu tarz soru ya da gözlemlerde 5-7 yaşı arasındaki çocukların yüzde olarak çoğu dirençli cevaplar vermektedir. Fakat onun kafasının karıştığı yerleri yakaladığınızda bilincine girebilirsiniz. Dönemimin ne gibi kabuller veyahut karşı çıktıkları olduğunu anlarsınız. Soruların artmasıyla kafası karışan ve şiddetlenen çocuk kurtarıcı inanmadığı yanıtlarda söyleyebilir. Söyleyecektir. Çocuğa isimle ve ismin kökeni ile ilgili soruları çetrefilli şekilde
26
GENCAY
İHMALE UĞRAMIŞ BİR MEVZU Aslıhan KAYA Yunan ve Latin mitolojilerinin moda olduğu ve hatta fakültelerde zorla öğretildiği şu günlerde Türk mitolojisinin varlığını unutmamak gerekir. Türk kültürünün fakir olduğunu iddia edenlere bunun yanlış olduğunun gösterilmesi gerekirken, tembel zihniyetler tarafından kendi haline bırakılmış Türk kültürünü hak ettiği değere kavuşturmak için yapılması gereken, Türk mitolojisinin gün yüzüne çıkarılması ve halkça tutulmasının (popülaritesinin) artırılmasıdır. Bu amaçla ele alınmış olan bu yazı şahsi yönelimlerimi ve gelecek planlarımı açık ederken kendime meslektaş aradığımın da bir beyannamesi niteliğindedir.
Türk ailesinde tamamen gerçekliğe uzanan geniş bir tabiat bilgisi vardır. Çünkü Türkler tabiat içinde doğmuş, tabiat içinde yaşamış ve tabiatı yenmeye çalışmışlardır. Bunun için de bilgileri gerçektir ve gerçeğe dayanıyordur. Tabiat düzenine göre bir mantık vardır ve hisleri, düşüncesi tabiata dayanıyordur ve bundan dolayı da tam anlamıyla gerçektir. Yine gerçek yönleriyle tanıdığı tabiat olaylarına bir kişilik verip onlarla beraber yaşamayı da ihmal etmeyen Türklerde hayaller ve hisler madde ile birleşiyor ve böylece de bir mitoloji doğuyordu Türk mitolojisi Türk kültürünün meydana gelişinin temel nedenidir. Bir başka ifadeyle; eğer bugün yüzlerce yıllık zamandan sonra dahi ve Saka elinden Türkmeneli’ne Kosova’dan Balkanlı Türk topluluklarına kadar uzanan son derece geniş bir coğrafyada mekân ayrılıklarına rağmen 200 milyonu aşkın bir insan topluluğu kendilerini Türk üst kimliği ile ifade ediyor ve yaratıp yaşattıklarını “Türk Dünyası” olarak adlandırılıyorsa bu en azında 10.000 yıllık bir geçmişten gelen Türk mitolojisinin bir sonucudur.
Konuya mitolojinin kısa bir tarifini yaparak başlamak doğru olacaktır. Aslında mitoloji sözü belirli bir kavime ait efsaneleri inceleyen bir ilim dalı olarak nitelendirilmişse de günümüzde bu tanım “diğer kavimlerin de efsane ve inançlarıyla karşılaştırılmalı olarak incelenmesi” ibaresiyle uzatılmıştır. Eski Yunanlılar masala mit derlerdi. Mitoloji buradan çıkmıştır. Fakat mitoloji bir kavme ait tek bir efsane ya da masalı değil; bütün efsane ve inanışları ele alarak sonuca varmak isteyen bir ilimdir. Bunu yaparken başka kavimlerin efsane ve inanışlarıyla da karşılaştırmalar yapar.
Türk mitolojisi Türk millet şuurunun bir aynası gibidir. Aynı zamanda mitoloji bir milletin fikir ve düşünce tarihidir. Mitoloji zafer ve acıların hatıra defteri gibidir. Mitolojide tarih yoktur. Kahramanlar mukaddesliğe ve yarı tanrılığa bürünmüşlerdir. Onlar da yaşamışlardır. Ama ne zaman? “Oğuz Han gibi beş bin sene önce mi? Önemli olan budur: bir
Türkler ve mitolojileri konusunda ise yanılgıların sebeplerinden biri “Savaşçılık“ olgusudur. Öyle ki Türk milletinin başarılarını yalnızca kılıcının kuvvetine bağlamak doğru değildir. Her 27
GENCAY
milletin beş bin senelik tarihine inanması ve sahip çıkması. Türk mitolojisi Türk ailesi Türk cemiyet düzeni ile Türk Ahlak ve adetlerinin bir aynası gibidir. Türk mitolojisi diğer Dünya mitolojilerinde olduğu gibi ölü fikir ve düşüncelerden meydana gelmemiştir. Türk mitolojisi bir hayat yoludur. Cemiyeti düzenleyen ve güden, canlı düşüncelerin bir toplamıdır.
gereken konuların Türk mitolojik varlıklarının önde gelenleri olmaları gerektiğini düşündüm. Türkler ‘in mitolojisinin tahlili yapılırken onun diğer mitoloji sistemlerinden ayırmamak gerekiyor. Çünkü her ne kadar farklılıklar olsa da benzerlikler de azımsanamayacak kadar çok. Başka halkların dini mitoloji sisteminde olduğu gibi Türk Mitolojisinde de Tanrılar düşüncesi hâkim.
“Yakın zamanda yapılan araştırmalar gösteriyor ki; biz Türkler hangi dine girersek girelim bizi biz kılan ve bize Türk kimliğini veren temel unsur olan mitolojik dünya görüşümüzü tamamen reddetmediğimiz gibi onu yeni girdiğimiz dinlerin yok edici tesirinden de korumuş ve bu sayede de devletimizin olmadığı veya devletimizin kabul edilen dinlerin son derece ağır tesirleri altında bulunduğu durumlarda da özümüzü milliyetimizi ve kendimizi ifade ettiğimiz dilimizi ve dolayısıyla Türklüğümüzü koruyabilmişiz. “ [Çobanoğlu; 2005]
Türk mitolojisinde gökyüzü 17 kattır ve en üstte Kayra(KARA) Han oturur ve dünyanın talihini belirler. Kimi kaynaklara göre gökyüzünün 17. katında kimine göre ise 17 yolun kesiştiği yerde yaşar. Diğer tanrılar ondan yaranmıştır ve Kayra Han’ın diktiği dokuz dallı “Uluğ Kayın” ağacı yerle göğü birbirine bağlar. Dokuz ırkın atalarının bu ağaçtan türediğine inanılır.
Bir diğer kaynağa göre Şamanizm dünya görüşüyle yaşayan Altay Türklerinin mitolojik inançlarında “Kaargan” (Kağır gan) adındaki varlık Ülgen’le Erlik arasında Tanrı’nın müjdeciliğini yapar. Kışı gökyüzünde, yazı yeryüzünde geçirir. Değişik renklerde yıldırımlar çaktırır. Yıldırımlar kimin kafasına düşerse o kişi şaman olur. Yine Altay Türklerinin
Bu bağlamda mitoloji unsurları arasında en önemlilerin varlıklar kişilikler olduklarını varsayarak bahsolunması
28
GENCAY “Tengri Kayrakan” dedikleri varlık ulu Tanrıdır ve Yaratılış destanında “Tanrı Karahan” denilen yaratıcı Tanrı’nın kendisi olabilir. Dualarda izine rastlanılan motiflerdendir: “ Tanrı’mın kayını!.. Gök Börü erenim Kayra Han!.. Boz kurdum!..” Ağayar Mehmedoğlu’ na göre Kara Han’dan türeyen 3 Tanrıdan biri de “Ülgen’dir. Gökyüzün 16.katında altın tahtta oturur. İki oğlu vardır. Birincisinin adı “Mayene”dir. İkincisi ise insanların koruyucusudur. Onların her ikisi de gökyüzünün 3.katında otururlar.
dünyayı kaplayan sel baskınında iman getirerek kurtulan 7 kardeşten biridir. Moğol ve Türk halkları için ortak mitolojik inanışın izlerini taşıyan bu motif, yer kültünün gerçek göstergesi olan dağa tapınma ile alakalıdır ve eski Türklerde “dağ” yaşamın güç kaynağı ve merkezidir. Ülgen o dağın içinde Altın sarayının altın tahtında oturur. Türklere ateşi getirdiği inanışı yaygındır. Türkologların birçoğu O’nun Eski Türk inanışının bir ürünü olmayıp, daha sonraları Buryat mitolojisinden alındığını söyler. Bunun nedeni Eski Türk yazılı metinlerinde adının geçmeyişidir ve doğrulanmış fikirlerdendir. Türk mitolojisinin bir diğer önemli unsuru Erlik Han’dır. Altay mitolojisinde sıklıkla rastladığımız motiflerdendir. İlk insan olarak bilinen, başlarda Ülgen’in dostu, kardeşi hatta direk Ülgen’den yarandığı söylenen Erlik aynı anda ilk şaman sayılmaktaydı. İyi başlangıcı temsil eden Ülgen’in yanında “kötü başlangıcı” temsil ederdi. Göklerde yaşarken yere daha sonraları da yeraltına gönderildiği yorumları yapılmıştır.
Celal Beydili’ye göre ise Ülgen en ulu ruhlardandır ve ışıklı ruhların lideridir. Altay şamanları bilincin kavrayamadığı kadar yüksekte olan ulu Tanrı’ya kıyasla, Ülgen’i bir alt basamakta duran ve algılanabilir bir varlık olarak görürler ki dualarında bile adı yer ve su ruhlarından sonra anılır. Bu bakımdan, Eski Türklerde Tanrı’nın yerini Ülgen’in tuttuğuna dair bir inanış yanlıştır. Altaylar “Ayaz Kaan” olarak adlandırdıkları Ülgen’i bazen üç başlıklı bazense aksakallı bir ihtiyar olarak tasvir ederler. Başka bir metinde ise
29
GENCAY
“Erlik” Buryatça’da “kan içen” anlamına gelir. Sözlüklerde bazen adına “yeraltı saltanatının hâkimi” anlamıyla, bazen de “Yerlik Ayna” adıyla rastlanan bu varlık Sümer’deki “Yereşkigal” a karşılık geldiği söylenir. Yereşkigal yeraltı dünyasının ağasıdır. Sarı Uygurlarda da “Erlik-Yerlik” adı genelde ölü saltanatı, hayat değiştirenlerin yurdu anlamına gelir. Ölülerin kaldıkları yerin ağasıdır; Hades gibi…
Bir diğer önemli unsur Umay (Umay Ana)dır. Artım kavramıyla ilgili bir ruh daha doğrusu evliya olarak nitelendirilen Umay’a Türk halklarında Humay olarak rastlanır. Geleneksel olarak “ilahe” denmişse de “Ana” “Evliya” “Melek” diye adlandırılması doğru görülmüştür. Tanrıça sayılması ise ölçütler bakımından sadece belirli koşullarda mümkün olabilir. Sibirya ve merkezi Asya Türklerinin bazı Arkeolojik ve Etnografik bazı materyallerinden anlaşıldığı üzere Umay Ana hem beyaz saçlı ve beyaz giyimli olarak insanbiçimci görüntü sergiler hem kuş kılığında hem de bu iki varlığın birleşiminden oluşan “Kanatlı Kadın” (Melek) görüntüsünü verir. Altay Türkleri onu göklerden gökkuşağı boyunca yere inen ve elindeki yay ile çocukları koruyan güzel yüzlü bir kadın olarak düşünürler. Bir diğer adı “Ayıısıt”dır ve bu kelime çocukların koruyucu ruhu olarak bilinen çocuğa can veren ve yeni doğum yapmış kadının yardımına gelen kadın anlamlarında kullanılır.
İnanışa göre Ölüm Meleği, Cehennem Ruhu, yer altı saltanatı hakimi Erlik Han yeraltı dünyasındaki ırmağın kenarında, yüksek bir dağın eteğinde, kırk köşeli taş bir evde yaşar. Bazen bir ihtiyar görünümünde tasarlanır. Çelik mızrak şeklinde bir tılsımı olduğuna inanılır ve bu mızrak herhangi bir ölümlünün eline geçerse o insan bu tılsım yardımıyla tüm düşmanlarının üstesinden gelebilir. Göz kapakları bir karış, yüzü kan gibi kırmızı, saçları dimdiktir. Bazı efsanelere göre elinde yeşil demirden bir kılıç ve insan kemiklerinden yapılma bir asa taşır. Bir şey içmek için insan kafatası kullanır. Bedenini baştan aşağıya yılanlar sarmıştır. Bir yerden başka bir yere giderken domuz boynuzlu öküzünü binek olarak kullanır. Buyruğunda “Kara Nine” denen kötü ruhlar yaşar. Altaylara göre, en büyük felaketler en ağır hastalıklar onun adıyla başlar. Hatta Erlik hakkın düşünen ve konuşan kimselere saracağına inanılır. Bu nedenle Erlik’e dair bir put olmadığı gibi onun görünüşünü tasvir etmek de yasaktı.
Azerbaycan’daki “Humay kayası” bu inanışın izlerini taşır. Efsaneye göre Humay adındaki kısır bir kadın başını bu kayaya koyarak uyur ve ondan sonra çocuğu olur. Bu inanış hala yaşamaktadır. 30
GENCAY
Aynı zamanda Kırgızların gözünde Umay bütün kadınların piri tüm el işlerinin koruyucusu sayılırdı. Öyle ki Kırgız kadınları bir el işine başlayacaklarında “Benim elim değil Umay ananın elidir.” Diyerek başlarlar. Umay adında bir süsüleme motifleri bile vardır. Hayırsever ruh olan Umay’ın Altay Türklerindeki insanbiçimci görüntüsü eskiden düğünlere gidildiği zaman takılan kolyelerin üzerini de süslemiştir.
mitolojisine dair kurduğumuz iri iri cümlelere rağmen kitap çapında sadece üç çalışma… Rahmetli Bahaeddin Ögel ve Murat Uraz’ın çalışmalarına son yıllarda Yaşar Çoruhlu da katıldı; o kadar. Bu zamana kadar aksatılmış bu büyük görev acaba bizim toplumumuzun hayatında nelere mal oldu? Yozlaşmışlığımız biraz da buradan kaynaklanmış olabilir mi?
Osmanlı Türkleri zamanında da devlet kuşunun adı “Hümay kuşu”dur. Osmanlı Tarihinden bilinen “Hümayun” da Umay ile alakalıdır çünkü egemenliğin gökten geldiğine ve tanrı vergisi olduğuna dair eski inanışların izlerini taşır. Bizim biraz uzunca da olsa birkaç cümleyle ifade ettiğimiz bu gerçekler Türk Mitolojisinin bir girişidir. Dahası Türk mitolojisi meselesi açıkça görülüyor ki bir ulus olarak yeryüzünde vücut bulma yer tutma ve var olma mücadelesinden başka bir şey değildir. Hem de Atatürk’ün “kendimiz olarak ve kendimiz kalarak aydınlaşma çağdaşlaşma ve insanlık ufkundan bir güneş gibi doğarak yarının dünyasını aydınlatma” hedefini gösterdiği Türk ulusunun hiçbir zaman vazgeçemeyeceği temel bir kaynak olarak karşımızda durmaktadır.
Bu ihmal ve kendi kültürümüze olan ilgisizliğimiz affedilemez ama zamanının geçtiğine inanıp da her şeyi bırakalım mı? Hayır, mitoloji bir milletin düşüncesidir. Türk mitolojisi çok zengindir çeşitlidir ve kaynakları çok eskilere dayanır. Zararın neresinden dönülürse kardır anlayışıyla yüz yılların ihmalini kısa sürede kapatabiliriz. KAYNAKÇA -ÖGEL Bahaeddin, “Türk Mitolojisi”, Milli Eğitim Basım Evi, Birinci Baskı, İstanbul, 1971 - BEYDİLİ Celal, “ Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük”, Yurt Kitap-Yayın,Ankara, 2005 -ŞÜKÜROV Ağayar Metmetoğlu, “ Türk Mitolojisi”, Uluslararası Dördüncü Türk Kültürü Kongresi Bildirileri, Syf 487-493, AKM Yayınları, Ankara,2000 -URAZ Murat, “Türk Mitolojisi”, Hera Yayınları, İstanbul, 2001
Böylesi zengin bir kültürünün çocuklarıyken bu kültür ve mitolojiden bihaber yaşıyor olmamız nedendir? Zeus’un kılıcı deyince 5 yaşındaki çocuktan dahi aldığımız onaylama sesini Bay Ülgen dediğimizde aklıselim, yaşı yerinde insanlardan neden alamıyoruz? Bu konuyu başlık yaparak yayınlanan kitap sayısı sadece üç de ondan. Türk 31
GENCAY
GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN
32
GENCAY
millikanal.com