www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 4 Sayı 37 - Şubat 2015 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com
16 TÜRK DEVLETİ BAHSİ / Nami Cem İYİGÜN TÜRKLERİN İLK KADIN HÜKÜMDARI: TOMRİS / Fatma Özge ÖZDEMİR OKULSUZ TOPLUM ÜLKÜSÜ ÜZERİNE / Yunus Emre UYAR DERS ÇIKARAMADIK MI?/ Ali Oğuzhan ÖZDEMİR -Konuk YazarİSMET İNÖNÜ'YE SUİKAST HADİSESİ / Çağhan SARI MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ GENÇLİK SEMİNERİ: 15 KASIM 2014/ Canan CAVŞAK MİLLETLERARASI HUKUKTA ERMENİ SOYKIRIMI / F Gökçen ÖZMENLİ -Konuk YazarTÜRK KAHVESİNİN KÜLTÜRÜMÜZDEKİ YERİ / Merve KARAGÜL TÜRK MİLLETİ’Nİ KARAKTERSİZLEŞTİRME OYUNU / Hanife YAŞAR
GENCAY
16 TÜRK DEVLETİ BAHSİ Nami Cem İYİGÜN Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın son dönemdeki konuklarını tarihte kurulmuş on altı büyük Türk devletini temsil ettiği söylenen birtakım figürlerle karşılaması, Türk tarihinde gerçekten on altı büyük devlet kurulup kurulmadığı ve on altı sayısının hangi ölçütlerle belirlendiği tartışmalarını beraberinde getirdi. En aşağı üç bin yıllık Türk siyasi tarihinin bütünüyle sahiplenilmesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin de bu köklü mirasın varisi kabul edilmesini fikren doğru bulsam da, on altı Türk devleti iddiasının sakat bir iddia olduğunu düşünüyor ve hazır gündeme gelmişken üzerinde durmanın fayda sağlayacağına inanıyorum.
Sonraları konu hakkında çeşit çeşit yazılar yazılmış, broşürler hazırlanmış, pullar basılmış, konferanslar verilmiş, ortaöğretim kitaplarından üniversitelerde okutulan anayasa kitaplarına kadar her yerde on altı Türk devletiyle ilgili bilgiler yer almış, Cumhurbaşkanının masası arkasına on altı Türk devletini temsilen nereden ve nasıl tespit edildiği meçhul olan on altı tane bayrak bile yerleştirilmiştir. Neticede Türklerin tarihte on altı büyük devlet kurdukları ve cumhurbaşkanlığı armasındaki on altı yıldızın da on altı büyük Türk devletini simgelediği görüşü tartışmasız bir hakikat olarak algılanmaya başlamıştır.
Bilindiği gibi Türk tarihinde on altı büyük devlet kurulduğu iddiasının çıkış noktası Cumhurbaşkanlığı arması olup, armanın ortasında bulunan altın sarısı renkteki on altı ışınlı güneşin Türkiye Cumhuriyeti’ni ve güneşin etrafındaki on altı yıldızın da tarihte kurulmuş on altı büyük Türk devletini simgelediği savunulagelmiştir. Cumhurbaşkanlığı armasındaki on altı yıldızın tarihteki on altı büyük Türk devletini temsil ettiği görüşü, Atatürk dönemine ait bir görüş değildir. Keza İnönü ve Demokrat Parti dönemlerinde de böyle bir görüş mevcut değildi. On altı devlet görüşünü ortaya atan ilk kişi 1969’da yazdığı kitap ile Harita Yüzbaşı Akib Özbek’tir ve Özbek’in yorumu zaman içerisinde kabul görerek resmi yorum halini almıştır.
Cumhurbaşkanlığı Armasının Kökeni Cumhurbaşkanlığı arma ve forsunu resmi anlamda düzenleyen ilk belge olan Sancak Talimatnamesi 22 Ekim 1925’te yürürlüğe sokulmuş, burada hilal ve yıldız bayrakta olduğu gibi kullanılırken güneşten çıkan ışınlar yirmi tane gösterilmiştir. 18 Şubat 1978’de getirilen yeni düzenleme ile forsta yer alan ışın sayısı on altıya düşürülmüş, günümüzde yürürlükte olan 25 Ocak 1985 tarihli yasada da fors aynı görünümü korumuştur.
1
GENCAY
Akib Özbek’in 1969’da ileri sürdüğü iddiaya dek Cumhurbaşkanlığı arma ve forsunun tarihte kurulan büyük Türk devletlerini simgelemek amacıyla tasarlandığına dair resmi bir beyan veya belge ortaya konmamıştır. Ne 1937 tarihli Türk Bayrağı Nizamnâmesi’nde, ne de 2994 sayılı Türk Bayrağı Kanunu’nda cumhurbaşkanlığı forsundaki sembollerle alâkalı bir hüküm geçer. Hatta 1934’te Deniz Subayı Fevzi Kurtoğlu’nun yazdığı bir kitapta “Türkiye Cumhur Reisi’nin forsu üzerinde, milli sancağın üzerinde olduğu gibi ay ve yıldız, üst tarafındaki köşede de yüzlerce asırdan beri Türk hükümet reislerinin sembolü olan Güneş’in altın ışıklarını serpmekte olduğu görülür” denmek suretiyle armadaki güneşin Türkiye Cumhuriyeti’ni değil, devlet başkanlığını sembolize ettiği ve çevresindeki on altı yıldızın da süsten başka bir şey olmadığı belirtilmektedir. Nitekim Kurtoğlu’nun Cumhurbaşkanlığı arması için yaptığı tasviri ve Türk geleneğinde Güneş’in devlet başkanını sembolize ettiği yönündeki açıklamasını onaylar şekilde Osmanlı armasında da padişah, yani devlet başkanı memleketi aydınlatan güneş olarak tasvir edilmekteydi.
etkili Türk devletlerini saysalar dahi on altı sayısını çok aşacağı için rastgele on altı devlet adı sıralamak zorunda kalmışlardır. 16 Sayısının Keyfiliği Cumhurbaşkanlığı armasındaki yıldızlara karşılık gelen on altı büyük Türk devleti Büyük Hunlar, Batı Hunlar, Avrupa Hunları, Akhunlar, Göktürkler, Avarlar, Hazarlar, Uygurlar, Karahanlılar, Gazneliler, Büyük Selçuklular, Harzemşahlar, Altınordular, Timurlular, Babürlüler ve Osmanlılar olarak sıralanmaktadır. Liste, pek çok önemli Türkologun Türk tarihindeki en eski devlet kurucu kavim saydığı İskit/Sakalar ile başlatılacağı yerde Hunlarla başlatılarak daha ilk adımda sakat hale gelmektedir. Bu listede Akhunlar gibi Türk karakter taşıdığı kuşkulu olanlar ve Harzemşahlar gibi ancak ortalama bir beylik ölçeğinde bulunanlar yer alırken, Akkoyunlular, Karakoyunlular, Memlukler gibi büyük ve muhteşem Türk devletleri yer bulamamıştır. Dünyanın birinci büyük gücünün Osmanlılar olduğu asırlarda dünyanın ikinci büyük gücü olan ve şakır şakır Türkçe konuşup muazzam Türkçe şiirler yazan Safeviler de listenin kapsamı dışındadır.
Anlaşılan o ki Akib Özbek ve onun iddiasını devam ettiren diğerleri, herhangi bir dayanakları bulunmaksızın Cumhurbaşkanlığı armasındaki güneşin Türkiye Cumhuriyeti devletini, güneşi çevreleyen on altı yıldızın da tarihte kurulan on altı büyük Türk devletini simgeliyor olması gerektiğini varsaymış ve ardından her yıldıza bir devlet münasip görmüşlerdir. Ancak nispeten küçük olanları kenara bırakıp sadece büyük ve
Kurucusunun Türk mü, Moğol mu, yoksa Moğollaşmış Türk mü olduğu tartışmaya 2
GENCAY
açık olan, ama her halükarda ordusu, idarecileri ve tebaası içerisinde Türklerin hâkim unsuru oluşturduğu kesin biçimde bilinen Cengiz devleti de on altı Türk devletinden biri olarak gösterilmemektedir. Dünya tarihinde görülen en geniş kara imparatorluğu olan ve çoğu kaynakta “Türk-Moğol İmparatorluğu” diye anılan Cengiz devletinin yeterince büyük veya yeterince Türk olmadığı söylenemeyeceğinden listeye alınmama sebebi izaha muhtaçtır. Ayrıca yine Cengiz devleti gibi hanedanı yabancı olmakla birlikte nüfusunun kahir ekseriyeti Türk olan İlhanlıların adından da hiç bahsedilmemektedir. Bunun tam tersine hanedanı Türk, yönettiği halk kitlesi yabancı olan Tolunoğulları gibi Mısır’da kurulmuş ya da Delhi Sultanlığı gibi Hindistan’da hüküm sürmüş Türk devletleri de on altı devlet listesinde değillerdir. Aynı durumdaki devletlerden hanedanı Türk, tebaası Cermen/Slav olan Avarlar, hanedanı Türk, tebaası Fars/Afgan olan Gazneliler ve hanedanı Türk, tebaası Hint olan Babürler ise listede kendilerine yer bulabilmişlerdir.
Göktürk devleti ile 682’de İlteriş Kutluk Kağan tarafından kurulan II. Göktürk devletini de iki ayrı devlet saymak uygun düşeceği halde Göktürkler listede tek bir devlet şeklinde yer almaktadır. Türk anayurdunda hüküm süren ve hem hanedanı, hem halkı öz be öz Türk olan Tabgaçlar ile Türgişler de, on altı sayısını tutturmak adına olsa gerek, listeye alınmamıştır. Özbek hanlıkları atlanmış, bir ara Osmanlı Devleti’ne bağlanan Kaşgar Emirliği unutulmuştur. Kazak, Kırgız, Nogay, Kazan, Astrahan, Kırım hanlıkları şöyle dursun, ilk Müslüman Türk Hakanı İlteber Almış Han’ın hükümdarı olduğu koca İdil Bulgar Hanlığı bile listede yoktur.
Velhasıl on altı büyük Türk devleti iddiasını ortaya atanların on altı devleti seçerken tamamen keyfi ve ölçüsüz davrandıkları ortadadır. Bir devletin Türk devleti olup olmadığı belirlenirken üzerinde kurulduğu vatanın mı, hanedanının soyunun mu, tebaasının çoğunluğunun mensup olduğu ırkın mı, kullandığı resmi dilin mi veya bambaşka bir şeyin mi ölçüt alındığının cevabı belirsizdir. Türk devletlerinden hangilerinin on altılık listeye girmeyi hak edip etmediğini tespit için başvurulduğu ifade edilen “büyüklük” ölçütü de tümüyle göreceli ve nesnellikten uzaktır. Üstelik bu ölçüte de riayet edilmediği, beylik büyüklüğünde olan bazı Türk devletlerinin
Hele hele Türkiye devletinin tarihindeki ilk aşama diyebileceğimiz ve Türkiye Türkleri olarak doğrudan devamı olduğumuz Anadolu Selçuklularının listeye eklenmemiş olması hiçbir mantığa sığmamaktadır. Tarihçilerce ayrı bir devlet kabul edilen Anadolu Selçukluları Büyük Selçukluların uzantısı addedildiği için listeye alınmamışsa, Büyük Hunların devamı veya kollarından biri mahiyetindeki Batı Hunları da listede olmamalıdır. Öte yandan Hunların her bir kolu ayrı bir devlet sayıldığı takdirde 552’de Bumin Kağan tarafından kurulan I. 3
GENCAY
alındığı listeye onlara kıyasla çok daha büyük ve ihtişamlı olan bazı Türk devletlerinin alınmadığı görülmektedir.
Zaten Türklerin yüz elli, elli, otuz ya da on altı devlet kurduğu iddiaları tarihi gerçeklikle de bağdaşmamaktadır. Devlet sayısının bu denli abartılmasının altında yatan sebep, hanedan odaklı tarihçilik anlayışımız ve her hanedanı farklı bir devlet kabul etme şeklindeki yanlış eğilimimizdir. Yüz elli, elli, otuz ya da on altı devlet kurduğumuzdan dem vuranların devlet dedikleri yapıların çoğu aslında bir zincirin halkaları misali birbirinin devamı olan ayrı hanedanlar, ayrı boylar veya ayrı rejimlerdir. Nasıl yönetici sülalelerin birbirleri ardına iktidarı devraldıkları Avrupa devletlerinden Fransa’nın tarihinde Burbon, Orlean, Napoleon, Almanya’nın tarihinde Frankonya, Baviyera, Habsburg veya İngiltere’nin tarihinde Anju, Tudor, Stuard diye farklı devletler yoksa Doğu Asya tarihinde de Hun, Göktürk, Uygur diye ayrı ayrı Türk devletleri yok, aynı devleti yöneten ayrı Türk hanedanları vardır. Halkı, dili, teşkilâtı ve geleneği aynı olan bu devreler arasındaki ayrılık, yalnızca baştaki hâkim boy ve hanedanın ayrı oluşundadır. Benzer biçimde bir devletin rejimi değişince de o devlet yıkılmış ve yerine yeni bir devlet kurulmuş olmaz. Rusya devletinin tarihinde Çarlık dönemi, Sovyet dönemi ve Federasyon dönemi olmak üzere üç farklı rejim dönemi bulunmasına rağmen üç farklı Rus devleti mevzubahis edilemediğine göre, Ön Asya tarihinde de Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti diye üç farklı Türk devletinin varlığından bahsedilemez. Doğrusu 1075’te Kutalmışoğlu Süleyman Şah tarafından kurulmuş, tarihi süreçte Selçuklu ve Osmanlı hanedanlarınca yönetildikten sonra cumhuriyet rejimine
Gerçekte Kaç Devlet Kurduk? Türk tarihinde boy göstermiş devletlerin listesi yukarıdaki tespitler ışığında yeniden düzenlenmeye kalkışılacak olsa devlet sayısı 30-40’lara çıkacak, devlet denebilecek büyüklükteki beylikler de eklendiğinde rakam iyice kabararak 5060’lara ulaşacaktır. Çok devlet kurmuş bir millet olmayı övünç vesilesi sayan bazı araştırmacılarımızın devlet sayısını 150200’lere çıkartmakta mahzur görmediği de malumdur. Tarihte on altı, otuz, elli veya yüz elli devlet kurmuş olmayı başarı saymak ilk bakışta mümkün zannedilebilir, oysa madalyona tersten bakınca iş değişir. Zira bu kadar çok devlet kurmuş olmak demek, aynı zamanda bu kadar çok devletin hiçbirini yaşatamamış ve hepsini batırmış olmak demektir. Türklerin tarih içerisinde biri yıkılırken diğeri kurulan onlarca devlete sahip oldukları önermesinden Türk siyasi hayatında istikrar olmadığı ve Türk devletlerinin uzun zaman yaşayamadığı sonucu çıkar ki, bizi Türkiye Cumhuriyetini de uzun zaman yaşatamayacağımız karamsarlığına sevk edecektir.
4
GENCAY
geçmiş tek bir Türkiye devletinin var olduğudur.
Türklerin anayurtları olan Türkistan’daki Türk devletine “Doğu Türk Devleti” diyebilir ve tarihi çağlarını Sakalar çağı (M.Ö. VII. yüzyıl – M.Ö. III. yüzyıl), Hunlar çağı (M.Ö. III. yüzyıl – M.S. 216), Siyenpiler çağı (216–394), Aparlar çağı (394-552), Göktürkler çağı (552-745), Uygurlar çağı (745-940), Karahanlılar çağı (940-1123), Karahıtaylar çağı (1123-1210), Cengizliler çağı (1210-1370), Timurlular çağı (13701501) ve Orta Asya hanlıkları çağı (15011920) olarak sıralayabiliriz.
Aksi geçerli olsaydı Osmanlılar 14. yüzyıldan itibaren kaleme aldıkları kaynaklarda kendilerini köken, toprak ve hükümdarlık hakkı konularında Selçuklular ile ilişkilendirmez, hükümranlıklarını Selçuklulardan alınan yasal bir hak olarak değerlendirmezlerdi. Osmanlılar Selçukluların varisi ve devamı oldukları gibi, teşkilat, faaliyet, usul ve bürokrasisi itibarıyla önceki dönem ile süreklilik arz eden Türkiye Cumhuriyeti de Osmanlı’nın varisi ve devamıdır. Onun için borçlarına varıncaya dek Osmanlı’nın hemen tüm uluslararası angajmanları devralınmış, kanunları ve bayrağı yürürlükte kalmıştır. Cumhuriyetten eski kurumlarımızın bulunması ve cumhuriyetin henüz 92. yaşını idrak etiğimiz 2015 yılı itibarıyla Yargıtay’ın 147. yahut Emniyet Genel Müdürlüğü’nün 170. kuruluş yıldönümünü idrak etmemiz de aradaki sürekliliğin net göstergelerindendir. Demek ki bir devletin hâkimiyet sahası, hanedanı ve dahası rejimi değişebilir, fakat kurumsal, demografik ve uluslararası açılardan süreklilik söz konusu olduğu müddetçe o devlet aynı devlettir. Türk tarihine bu prensiple yaklaşılıp her farklı yönetici sülalesini bir devlet yapmaktan vazgeçildiği anda artık onlarca Türk devletinden söz edilemeyecektir.
Ön Asya’da kurulan Türk devletine “Batı Türk Devleti” dersek ve tarihi evrelerini Anadolu Selçukluları evresi (1075-1308), Anadolu Beylikleri evresi (1308-1515), Osmanlılar evresi (1515-1922) ve Cumhuriyet evresi (1923-günümüz) diye sıralarsak herhalde yanlış olmaz. Hazar Denizi ve Karadeniz’in kuzeyini merkez alan “Kuzey Türk Devleti”nin tarihi dönemleri Avrupa Hunları dönemi (370469), Sabarlar dönemi (469-562), Avarlar dönemi (562-803), Hazarlar dönemi (8031048), Bulgarlar dönemi (1048-1242), Altınordu dönemi (1242-1502) ve Tatar hanlıkları dönemi (1502-1600) şeklinde sıralanabilir. Nihayet “Güney Türk Devleti” İran-Afganistan coğrafyasında hüküm sürmüş ve sırasıyla Gazneliler (9611042),Büyük Selçuklular (1042-1157), Harzemşahlar (1157-1231), İlhanlılar
Kanımca tarihte kurulmuş Türk devletleri Türklerin yoğun olarak yaşadıkları ve uzun süre egemen oldukları coğrafyanın doğusu, batısı, kuzeyi ve güneyinde kurulan dört ana devlet ile bunlara ek birkaç devletten ibarettir. 5
GENCAY
(1256-1335), Karakoyunlular (13801469), Akkoyunlular (1469-1508), Safeviler (1508-1736), Afşarlar (17361796) ve Kaçarlar (1796-1925) tarafından yönetilmiştir.
içerisinde yeniden gerekmektedir.
ele
alınması
(Tolunoğulları, Akşitler, Memlukler, vs), Hindistan’da (Akhunlar, Delhi Sultanlığı, Babürler, vs) ve Çin gibi başka coğrafyalarda kurulan irili ufaklı Türk devletleri de tarih sahnesinde rol almıştır; tabii aynı bütüncül bakış devreye girdiğinde o coğrafyalarda kurulan Türk devletlerinin de beşer-onar tane değil, farklı dönemlerde farklı hanedanlarca idare edilen birer devlet olduğu anlaşılır. Büyüklük ve etkinlik açısından dikkate değer olanlarının toplam sayısı ise iki veya üçü geçmez. Böylece on altı büyük Türk devleti iddiası çöker ve Türk tarihinde dördü ana devlet olmak kaydıyla en fazla altı ila yedi büyük devlet kurulduğu gerçeği meydana çıkar. İşte Türkiye Cumhuriyeti’nin öteki çağdaş Türk cumhuriyetleriyle birlikte varisi olduğu siyasi tarihin bu çerçevede sistemleştirilmesi ve okullarda okutulan tarih kitaplarından cumhurbaşkanlığında yapılan merasimlere kadar bu sistematik
Atsız (H.N.), “Türk Tarihine Bakışımız Olmalıdır?”, Çınaraltı Dergisi, 1. Sayı, 1941
KAYNAKÇA Atsız (H.N.), “16 Devlet Masalı ve Uydurma Bayraklar”, Ötüken Dergisi, 65. Sayı, 1969 Nasıl
Belge (M.), “Gelelim 16 Türk Devletine”, Radikal Gazetesi, 26.11.2005 Ekinci (E.B.), “16 Türk Devleti”, Türkiye Gazetesi, 02.02.2015 Ercilasun (A.B.), “16 Devlet Meselesi”, Yeniçağ Gazetesi, 25.01.2015 Gündüz (S.), “Tarihi Kaynaklardan Selçuklu-Osmanlı Bağlantısı”, UÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 17. Sayı, 2009 Kurtoğlu (F.), Matbaası, 1934
“Sancağımızın
Tarihi”,
Sebat
Ögel (B.), “16 Türk Devleti Hakkında”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, 4. Sayı, 1987 Özbek (A.), “Türkiye Cumhurbaşkanlığı Forsu ve Taşıdığı Anlam”, 1969 Üçok (C.), “Onaltı Türk Devleti”, Tarih ve Toplum Dergisi, 38. Sayı, 1987
6
GENCAY
TÜRKLERİN İLK KADIN HÜKÜMDARI: TOMRİS Fatma Özge ÖZDEMİR Emrullah Özdemir’in Akçağ Yayınları’ndan geçtiğimiz yıl çıkardığı Türklerin İlk Kadın Hükümdarı: Tomris isimli kitabı okumanızı önemle tavsiye ediyorum.
Türklüğün simgelerini destansı bir anlatımla bizlere yansıtan yazar, silinmeye yüz tutmuş tarihimizle bizi tekrar yüz yüze şu satırlarla getirmiştir: “Senin düşündüğün manâ da gerçek bir kişi miyim? Hayır! Ama gerçeğim oğul. Işık kadar, rüzgâr kadar, aldığın nefes kadar gerçeğim. Bu milletin şimdi Korkut Ata diye bildikleri ben Türklüğün ruhuyum ve bu millet var oldukça ben de var olacağım. Her şeyi bilen, gören ve tasarlayan Tanrı’nın bana verdiği ulvi bir görevdir bu. Bana verdikleri isim bugün Korkut Ata, yarın dağların arkasından fışkıran bir millete yol gösteren Börteçine, ya da bu millete kendini anlatan Dede Korkut…” Tomris Han’ın ve isimleri unutulmaya yüz tutmuş nice Türk kahramanlarının akıllardan çıkmayacak hayatlarından kesitler bulunan kitapta, en çok da Türklük onuruyla yaşamanın ve aynı şekilde Türklük şerefiyle ölmenin ne demek olduğunu göreceksiniz.
Kitabın yazım serüveni, üzerinde ‘’Altın Elbiseli Adam’’ resminin bulunduğu bir kitabın yazarın eline geçmesiyle başlamış... Edebiyat, gerçek yaşam ya da tarihin insan beynindeki yansımasıdır. Yazar tarihin bu karanlık sayfalarında gezinirken tarihin gölgesinde kalmış birçok isimsiz Türk Kahramanını unutmamış.
Üstün askeri niteliklere sahip olan Türk Milletinin ve bu milletin acun üzerinde kazanmış olduğu sayısız kahramanlıkların gelecek nesillere aktarılabilmesi temennisiyle yazılan bu kitabı her Türk
Bir günde okuduğum kitabın içinde bulunan resimler beni anlatılan zamanı hayalimde film gibi canlandırmaya yöneltti. 7
GENCAY ‘’And olsun!’’
ferdinin büyük bir coşkuyla okuyacağını düşünüyorum.
Gök kubbenin her zerresi kahraman kadınların tiz çığlıklarıyla dolmuştu artık. Arkalarına bir kez olsun bakmadan sürdüler atlarını savaş meydanına. Önde Tomris Han, ardında savaşçıları…
Kitabın arka kapağında bulunan satırlar da, sizleri nasıl bir heyecanın beklediğinin habercisi; “Saka Türkleri’nin Kadın hükümdarı Tomris, biraz sonra atlarını ölüme sürecek olan savaşçılarının önünde durdu ve yürekleri titreten bir sesle gürledi.
Yeryüzü daha önce, ölüme böylesine arzulu at koşturan bir millete tanıklık etmemişti…
‘’… Geriye yalnızca bizler kaldık. Birçoğu kadınlardan, ama erkeği kadar yiğit kadınlardan oluşan bir halk ve ordu…
Tarih Milattan Önce 15 Aralık 528’i gösterdiğinde Asya Bozkırları akıl almaz bir savaşa tanıklık ediyordu. Bir tarafta, 9000’i kadın olmak üzere 13.000 kişilik Saka Türk Ordusu. Diğer tarafta ise Pers İmparatoru Büyük Kirus’un kumandasında, 100.000’in üzerinde askeri ile Pers Ordusu…
Karşımızdakiler acunun en vahşi, en acımasız ve en kalabalık ordusu. Ancak biliyorum ki gök kubbenin altındaki hiçbir ordu, şu dolunayın altında ateş saçan gözlerinizden daha cesur değil. Ve yine biliyorum ki yeryüzündeki hiçbir ordu, yurdu ve halkı için çarpan ulu yüreklerimizden daha büyük değil!..
Başlarında, Türklerin İlk Kadın Hükümdarı Tomris Han’ın bulunduğu Saka Türkleri için bu savaş, tam anlamıyla bir varlık-yokluk mücadelesiydi ve bu mücadelede tek bir silahları vardı:
Günümü aydınlatan güneş, gecemi aydınlatan ay ve atalarımın ruhları üzerine and olsun ki atımın çiğnediği bu toprak kanımla kızıla boyansa da kimsenin, hele ki o hain Perslerin esareti altına girmeyeceğim.’’
İSTİKLÂL İÇİN ÖLÜMÜ HİÇE SAYAN SAVAŞÇI RUHLARI… “ Yazarın çıkaracağı yeni kitapları heyecanla bekliyoruz. Değerli kitapseverlere de şimdiden iyi okumalar diliyoruz.
Hanlarının ardından Saka Türkü savaşçılarının hepsi aynı coşkuyla gürledi.
8
GENCAY
OKULSUZ TOPLUM ÜLKÜSÜ ÜZERİNE Yunus Emre UYAR “Yalnız bir tez üzerinden hareket eden ve onun cazibesinde olan kişi, antitezin cazibesini yaşamazsa, tezin ne olduğunu da tam bilemez. Tezi fevkalade bir bağlılıkla savunur, ama gerekçeleri akli değildir, mukayese imkânı yoktur. Çünkü antitezi bilmez. Bildiği tek şey odur. Onu da ölesiye savunur. Diğer şeyleri bilmediği iddiasını kabul etmez. Şunu da bunu da çok iyi bildiğini savunur. Ancak bildiği bu diğer şeyleri, sadece tezine daha bağlanmak için öğrenmiştir. O bilgilere hiçbir zaman tarafsız yaklaşmamıştır; özünü anlamamıştır.”(1)
Bunun için eğitim olgusunu çemberin içinden gelen eleştirilerden daha radikal ve daha devrimci bir yönelimle ele alan radikal pedagoji paradigması dahilinde okunabilen eleştirel pedagoji akımının büyük işlevi olabilir. Bununla benzer iklimin ürünü olarak görülmesi gereken Okulsuz Toplum ülküsü de okullaşma tezine karşı sunduğu okulsuzlaşma antiteziyle yukarıda sözü edilen işlevi görebilir. Bu nedenle bu çalışmada Okulsuz Toplum ülküsü onun hararetli savunucularından Ivan Illich’in “Okulsuz Toplum” adlı yapıtı üzerinden ele alınmıştır. Bu çalışmanın çıkış noktası şöyle özetlenebilir: Nasıl ki din kurumundan (cami, cemaat, tarikat, kuran kursu vb.) ekmek yiyen bir din görevlisi (imam, müezzin, şeyh vb.) o kurumun antitezi niteliğindeki Dawkins’i okumalıysa eğitim kurumundan (okul, dershane, üniversite vb.) ekmek yiyen bir eğitimci (öğretmen, öğretim elemanı vb.) de Illich’i okumalıdır.
Kişinin sahip olduğu tezin değerinin ancak onun antiteziyle idrak edilebileceği fikrini yukarıdaki alıntıda özetleyen Yasin Ceylan, aynı zamanda bunun yararlarından da söz eder. Tezi antitezle birlikte okumak mukayese olanağı sağlayarak teze yönelik farkındalığı da arttırır. Yasin hoca bunu her ne kadar din bahsinde söylemiş olsa da bu, nesneler evreninin her köşesine taşırılması gereken bir yaklaşımdır. Söz konusu eğitim olduğunda okul, öğretme, öğretmen vb. birtakım anahtar kavramları da antitezleriyle birlikte okumak eğitsel uğraşılara dair farkındalığı arttıracaktır.
Illich’in okul kavramına yaklaşımı salt pedagojik kaygılara dayanmaz. Hatta bu kaygıların çoğu kez ikinci planda kaldığı, başat kaygıyı haklı göstermek için yeri 9
GENCAY
geldiğinde örnekler yoluyla malzeme olarak kullanıldığı da söylenebilir. Illıch’ın temel kaygısı eğitimi ve hâliyle okulu da kapsayan toplumsal yapıların durumlarıdır. Bunlar onun için daha çok ekonomik bağlamda anlam ifade eder. Böyle bir yaklaşımın doğrudan pedagojinin konusu dahilindeki alanlarda söylediklerinde birtakım yanlışlıkların olması kaçınılmazdır.
iddiadır. Bireysel özgürlüğü garanti altına alma, bir öğretmenin öğrencileriyle meşguliyetinde tamamıyla göz ardı edilmektedir. Ağaçları yaş iken eğip bükmek sevgili öğretmenlerin içtenlikle yerine getirdikleri kutsal ve benzersiz bir vazifedir.” (s.48) Yapıtta özgürlükten sonra gelen kaygı sınıfsal bir duyarlılıktan kaynaklanır. Okul kurumunun eğitim kanalıyla belli bir sermaye döngüsünü işletmekle yükümlü olduğu fikri Mc. Laren, Henry Giroux, Paulo Freire gibi eleştirel pedagoji yanlılarında olduğu gibi Illıch’te de görülür. “Okul modern proleteryanın dünya dini hâline gelmiş ve teknolojik çağın fakir insanları için faydasız kurtuluş vaadlerinde bulunmaktadır. (s.23) Okula tümüyle emek-sermaye çelişkisi penceresinden, üretim-tüketim ilişkileri bağlamında bakmanın fazla pedagojik kaygısı olduğu söylenemez. O hâlde burada da okulu konuşurken eğitsel kaygıların ötelendiğini görmek mümkündür.(3)
Illıch “Okulsuz Toplum”(2) kitabında eğitimin dört temel bileşeninden olan “hedefler” kısmını önceler. Kabaca “Niçin eğitiyoruz?” sorusunun etrafında şekillenen hedef ögesinin kaynağı eğitim felsefesidir. Illıch’in temel felsefî kaygısı “özgürleşme”dir. Onun kurumsal yapılara ve bunların başında gördüğü okul kurumuna yönelik yıkıcı tavrı onların birey özgürlüğünü kısıtladıkları yönündeki iddia etrafında şekillenir. Onun bu tavrı özgürlük için tanrı ve devlet gibi kurumları karşısına alan Bakunin’e benzer. Sözgelimi o “Çocuklar okula aittir; çocuklar okulda öğrenir; çocuklar için öğretim sadece okulda gerçekleştirilebilir. Sanırım bu üzerinde tartışılamaz önermeler ciddi bir sorgulamayı gerektirmektedir.”(s.42) diyerek okul kurumunun bireyin yaşantılarını kısıtlayıp özgürlüğüne darbe vurmasından yakınır. “Özgür bir toplumun, modern bir okulda oluşturulabileceği görüşü paradoksal bir
Elbette eğitim sosyolojik, ekonomik ve bir o kadar da politik bir vaka olarak bu bağlamlarda da düşünülmelidir. Ancak pedagojik kaygılar ötelendiğinde getirilen önerilerin eğitim olgusunun doğasıyla bağdaşmaması tehlikesi ortaya çıkar. Bunu
10
GENCAY
Illıch’te görmek olanaklıdır. Sözgelimi o, okul fikrini gereksiz görürken dil öğrenme bahsini örnek verir. “Pek çok öğrenme kendiliğinden olmaktadır ve pek çok plânlı öğrenme bile programlanmış eğitimin sonucu değildir. Ana-babalar, öğrenmeleri yolunda daha çok özen göstermelerine rağmen, normal çocuklar ana dillerini kendiliklerinden öğrenmektedirler.”(s.26) Burada Illıch “dil öğrenme” ve “dil edinme” kavramların arasındaki uçurumu hiçe saymıştır. Illıch’in burada öğrenmek sanarak sözünü ettiği olay aslında edinmedir. Çocuk gerçekten hiçbir formal çaba olmaksızın dilin söz varlığına, sözdizimi ilkelerine, kullanım ilkelerine ilişkin birçok bilgiye sahip olur. Bu, onun içinde yaşadığı dil havuzu içinde kendiliğinden gerçekleşen doğal bir süreçtir. Dil denen olguyu bununla sınırlama yanılgısına düşenler için bu yaşantılar tatmin edicidir. Ancak dilin beş temel bileşenden –okuma, yazma, dinleme, konuşma, dilbilgisi- oluştuğunu bilip dili kullanmanın bunlara dair üst düzey kazanımlara erişmekle gerçekten olanaklı olabileceğini fark eden biri için Illıch’ın açıklaması oldukça talihsizcedir. Dil sözcüğünün anlam evreninin layıkıyla dolduramayıp öğrenme-edinme kavramlarının ayrımını hiçe sayınca ele alınan kitaptaki gibi bir yanlışa imza atılmış olunur. Okulu gereksiz görmek fikrinin temellerini böyle bir bilgi yanlışlığıyla atmak o fikir için istendik bir durum değildir.
yansıtılabilir olduğu gerçeğini psikolojik bir temelde açıklayan Rotter, Illıch’in öğrenme etkinliklerinin temeline koyduklarını destekler. Ancak buradan Illıch gibi eğitsel etkinliklerin okulsuzlaştırılması fikrine ulaşılabileceği gibi bunun okul dahilinde daha verimli gerçekleştirilebileceği fikrine de varılabilir. Nitekim mevcut öğretmen yetiştirme programlarında öğretmenlerin öğrencilerin iç denetim odaklarını çalıştırmak üzere gerekli dikkat çekme, ilgi çekme, merak uyandırma, güdüleme uygulamalarını yapması için çalışılmaktadır. Yani bireyin iç denetim odağını işe koşmak için okulsuzlaşmaya gerek olduğu Illıch kadar rahatça söylenemez.
Illıch’in özgürleşmeye dayalı haklı kaygılarının psikolojik bir dayanağı vardır. Özetle öğrenmenin ancak bireyin kendi arzusu –iç denetim odağını işleterek içten güdülenmesiile anlamlı, kalıcı,
Illıch, yine okulsuzlaşmayı desteklemek üzere okul dışı öğrenme yaşantılarını sıklıkla vurgu yapar. Ona göre öğrenmelerin birçoğu informal bir yolla, okul gibi kurumların dışında, yaparak
Illıch’in özgürlük kaygısı temelli yakınmalarından biri de öğretmenin adeta din adamı gibi (O, öğretmeni çoğu kez bir vaize, rahibe benzetir.) otoriterleşmesi ve öğrencinin edilginleştirilmesidir. Ancak oldukça haklı görünen bu kaygıları gidermek üzere son dönem pedagojisi özellikle Yapılandırmacı felsefenin etkisiyle öğretmeni bir otorite olmaktan çıkarıp öğrenciyle birlikte öğrenen, düşünen; bir yandan ona rehberlik eden bir arkadaş konumuna getirmeye çabalar. Bu sayede öğrencinin etkinleştirilmesini ve özneleşmesini gündeme getirir. Yeni eğitim algısının bu fikri hayata geçirildiği ölçüde Illıch’in söz konusu kaygıları giderilmiş olacaktır.
11
GENCAY
yaşayarak öğrenilir. Hatta o örtük programdan da söz eder. Ancak yine yeni eğitim anlayışları “hayat boyu öğrenme” gibi kavramları önemseyerek ya da müze, gezi, gözlem vb. çalışmaları destekleyerek Illıch’ın bu kaygısını da giderici adımlar atmaktadır. Bu noktada Illıch’in bir öğrenme süreci etkinliği olarak tasarladığı uygulaması mevcut eğitsel uğraşılar için ilham kaynağı olabilir. O, özetle bireylerin kendi ilgi alanlarıyla ilgilenenlerle özgür bir biçimde bir araya gelip etkileşimde bulunmasını sağlayan bir dizgeden söz eder. Bu, öğrenmenin klasik tabirle “dört duvar arasında” kalmaması, yaşamın her alanına taşması gerektiği fikrindeki mevcut yeni eğitsel algılar için yaralı bir öneridir. Illıch’in bu önerisini bir öğretim yöntemi olarak öğretim programlarına sokmak için düşünmek gerekir. Illıch’in önerisi Türkçe eğitimi bağlamında düşünüldüğünde ortaya benzer konular üzerinde okuduklarını paylaşıp “okuma çemberi”(4) oluşturan her yaştan birey çıkabilir. Kaldı ki benzer bir uygulama her hafta düzenli olarak Gaziantep’teki bir stk tarafından yürütülmektedir.
gidermeye çalışsa da bu tatmin edici değildir. Yayınevinin sunuş yazısında da belirttiği gibi “Illıch, Türkçeye çevrilen bir kitabına yazdığı önsözde ‘Sözlerimin bir gün Türkçe olarak okunacağı aklımın ucundan bile geçmedi.’ diyor. Yazdıklarını zihinleri ‘Kuran ayetleriyle ve Doğu anılarıyla dolu’ olanları değil de kısa bir süre önce Amerika’ya yerleşmiş kişileri hesaba katarak kaleme aldığını belirtiyor.” (s.8) Burada Illıch’in önemli bir itirafından söz edilir. O da yazdıklarının evrenselliğinin sorunlu olmasıdır. Yalnızca belli bir kültürü hedeflediğini itiraf eden yazar, yukarıdaki kaygı giderme çabasında bu nedenle Türkler ve Doğular için yetersiz kalır. Yalnızca farklı kültürlerin değil Illıch’in hedeflediği kültürün de tesadüfî bir süreçle ortaçağa dönmeyeceğini söylemek çok iddialı bir çıkıştır. Kaldı ki bilim zaten yaşamın rastlantısallığına karşı ona müdahale edip belli bir düzen verme girişimidir. Pedagoji de böyle yaparak insan doğasında var olan öğrenme eğilimlerine ve onların rastlantısallıklarına müdahale eder. Bu yolla onları belli bir düzene sokmayı amaçlar. Illıch’in eğitimi rastlantıya bırakması bilimin kazanımlarını yadsımak anlamına gelir. Bu da onun metninde sezilen postmodern felsefenin kendini en açık bir biçimde ele verdiği noktayı oluşturur. Postmodern duyarlılığın moderniteye getirdiği itirazlardan biri nesnellik üzerinedir. Nesnelliği ve bilimsel bilgiyi otoritenin ideolojik aygıtları olarak gören bu anlayış öznelliğe büyük vurgu yapar.(5) Böyle bir yaklaşımla eğitim bahsi ele alındığında pedagojik verilerin de bir iktidar aracı olduğu söylenip onların
“Okulsuzlaştırılmış bir toplum, tesadüfî ve gayri resmi eğitimi doğru bir yaklaşım olarak vurgular.” diyen Illıch, “Tesadüfî eğitim artık köylerdeki ya da ortaçağ şehirlerinde görülen öğrenme şekillerine geri dönemez.” (s.37) diyerek ilgili kaygıyı 12
GENCAY
önemsizleştirilmesi yoluna gidilebilir. Ve bilimin kuşatıcılığına, düzenleyiciliğine itiraz doğabilir. Illıch’in yukarıdaki söylemi de bunu andırır. Üstelik o, sözü edilen tavrı eğitimin başka boyutlarında da gösterir. Sözgelimi branşlaşma onun için çok önemsenecek bir iş değildir. O, bir dersi bilmekle onu öğretmeyi bilmek arasındaki farkı ihmal edip yine pedagojinin dışına çıkar. “Üstelik bir yetenekle meşgul olan biri, aynı zamanda, onu başkalarına öğretebilir.”(s.28) sözleri bunun en belirgin örneklerinden biridir. Oysaki bir yeteneğe ya da bilgiye sahip olmakla onu öğretme becerisine, yeteneğine ve bilgisine sahip olmak bambaşka şeylerdir. Birincisi alan bilgisi, ikincisi doğrudan meslek bilgisidir. Ünal Özman’ın Birgün Gazetesi’ndeki Tübitak Ders Kitabı Yazamaz çıkışı burada oldukça önemlidir. Zaten bu nedenle –Türkiye’den örnek verilecek olunursa- Türk Dili ve Edebiyatı bölümü ile Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği bölümü farklıdır. Bu nedenle birincisinden alınan diploma öğretmen olmaya yetmez. Türkiye gibi geri kalmış ülkelerde de zaman zaman bu duyarlılığa dikkat edilmemesi, farklı bölüm mezunlarının öğretmen olarak görevlendirilmesi faciası birçok pedagojik aksaklığa yol açıp eğitim dizgesinin ayak bağlarından olmuştur. Bir bilim olarak pedagojiyi temel kaygısı olarak sunmaması, onun verileriyle türlü uyuşmazlıklar göstermesi, gözden çıkardığı okulu modernitenin ürünü olarak vurgulaması onun postmodern etkiler altında düşündüğü fikrini pekiştirir.
görülür. Bir eğitim anlayışı sunarken bunun kazandırdıklarını saptama olanağı sağlayan bu disiplin Illıch tarafından dikkate alınmaz. O, mevcut okulların türlü olumsuzluklarından söz ederken sürekli onların ürünleri de ele alır ama o ürünler herhangi bir ölçme-değerlendirme çabasının ürünü değildir. Oysaki eğitimin çıktıları hakkında sağlıklı yorumlar yapabilmek için ölçme-değerlendirme işlemine ve onun verilerine gereksinim vardır.
Okulsuz Toplum ülküsünün mevcut durum(statüko) karşısındaki muhalif duruşu, yurdun eğitim kurumlarındaki statükolaşmanın olumsuzlukları göz önüne alındığında umut vaat edicidir. Illıch sıklıkla diploma, sertifika vb. belgelerden duyduğu rahatsızlığı dile getirir. Gerçekten de bu tür belgeleri eğitsel süreçte bir baskı aracı, iktidar vasıtası olarak kullananların oluşturdukları manzaralar Illıch’in kaygılarına hak vermeyi gerektirir. Yalnızca bu metnin yazarının altı yıllık akademi yaşamında karşılaştığı şu örnekler meseleyi somutlaştırır: Öğrencisiyle tartışırken daha öncesinde iktidarını sembolize ettiğini söylediği kürsüsünün arkasına geçip“Sen bana yetemezsin tamam mı!” diye bağırarak dersi terk eden profesör. Kendisine
Illıch’in aynı tavrı eğitim bilimlerinin önemli disiplinlerinden olan ölçmedeğerlendirme bahsine yaklaşımında da 13
GENCAY
“Mehmet Hocam” dendiğinde “Bana bu bölümde kimse öyle diyemez, yalnızca hocam diyeceksin.” diye çıkışan profesör. Yüksek lisans öğrencisi tarafından kendisine telefon kanalıyla ileti yollandığında “Sen kim oluyorsun da bana mesaj atıyorsun?” diyen profesör. Uzmanlaşmaya aykırı tavırları yerildiğinde altı yıllık öğrencisini aratıp yazısını silmesini isteten, üstelik öğrencisini Facebook’tan silen profesör. Yolu en üst düzeydeki eğitim kurumu olan akademiden bile geçen hemen herkesin rastlayabileceği buna benzer örnekler diplomanın insanı ne hâle getirdiğini ibretle gösterir. Ve böylelikle Illıch gibi devrimci girişimlere meyillenmenin yolunu açabilir.
düzenlenmesi gerekir. Bu tür düzenlemeler okul kurumuna karşı olmak fikrini besleyen aksaklıkları giderebilir. Eğitimcilerin yalnızca Illıch’i değil, diğer eleştirel pedagoji yazarlarını da okuyup yaptıkları işin felsefesine ilişkin farkındalıklarını arttırmaları gerekir. Illıch’i bir eğitimci gözüyle okuyan yazar, her gün yaptığı işlere bakış açısının yerinden oynadığını hissetmiştir. Böylesi bir hareketlenme düşünsel uğraşılar için oldukça kışkırtıcıdır. KAYNAKÇA
Anlaşılan o ki Illıch’in ‘öğretmen’i ve ‘öğretme’nin hakkındaki yakınma noktaları yenilenen eğitim programlarıyla giderilmektedir. Onun yakındığı otoriter öğretmen yerini rehber öğretmene, edilgin öğrenci yerini etkin özneye, tek yönlü bilgi aktarımı yerini karşılıklı alışverişe bırakmaktadır. Tabi, bunlar şimdilik büyük ölçüde kâğıt üstünde kalmaktadır. Bunların uygulamaya konması için doğrudan eğitimci kadrolarının
14
1.
Yasin Ceylan, Çağdaş Toplum ve Din, Radikal gazetesi, 15.07.2012, ilişim: http://www.radikal.com.tr/radikal2/cagda s_toplum_ve_din-1094093
2.
Ivan Illich, Okulsuz Toplum, çev: Mehmet Özay, Şule Yay. 2013, İstanbul
3.
Öte yandan eğitimi dinle, okulu kiliseyle benzeştirmek Catherine Baker’da olduğu gibi zorunlu eğitim karşıtlarında sık karşılaşılan bir durumdur. Bkz: Catherine Baker, Zorunlu Eğitime Hayır, çev: Ayşegül Sönmezay, Ayrıntı Yay. İstanbuli 2013
4.
Okuma çemberine ilişkin kuramsal bilgi için bkz: Süleyman Avcı, Arzu Yüksel; Okuma Çemberi Yöntemine Göre Kitap Okumanın Öğrencilere Bilişsel ve Duyuşsal Katkıları, Kuram ve Uygulamada Eğitim Bilimleri dergisi, 11(3) Yaz
5.
Postmodernizmin eğitime yansımaları için bkz: Hasan Aydın, Felsefi Temelleri Işığında Yapılandırmacılık, Nobel Yay. İstanbul, 2012
GENCAY
DERS ÇIKARAMADIK MI? Ali Oğuzhan ÖZDEMİR “Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar,
memnun edemedi. Bu yüzden koskocaman imparatorluğun topraklarının ve gücünün kaybedilmesinin önüne geçilemedi. Biz hala bu tarihi hatalardan bir ders alamamışız ve günümüzde AB raporları doğrultusunda ‘İnsan Hakları’ ve ‘Demokrasi’ gibi kavramlara uyum sağlamak için açılımlar yapmaya yani tavizler vermeye devam ediyoruz. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti mağlup sayılmış ve toprakları işgal edilmiştir. Bu işgaller sırasında Rumlar mahallelerde ‘Zito Venizelos’ naraları atmışlardır. Bu Rumları memnun etmek için Osmanlı Devleti Birçok fermanlar yayınlamıştır. Bu naralar fermanların boşa çıktığının ve azınlıkların dinmek bilmeyen kininin bir göstergesidir.
İbret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” (Mehmet Akif) İstiklal Marşı’mızın yazarı olan Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un da dizelerinde bahsettiği gibi tarihten ders almadığımız için tarih, biz insanoğluna tekrar ediyormuş gibi gelir. Ya da Gök Sultan 2. Abdülhamid Han’ın dediği gibi ‘tarih değil, hatalar mı tekerrür ediyor?’. Hatalarımızdan ders çıkarıyor muyuz yoksa yaptığımız hataları önemsemeyip, o hatalar hiç olmamış gibi mi davranıyoruz? İçinde bulunduğumuz zaman dilimi bize gösteriyor ki, yapılan tarihi hatalardan hiç ders almamışız.
Osmanlı Devleti Fransız ihtilaline hazırlıksız bir şekilde yakalanmıştır. Batılı devletler kendi çıkarlarını korumak için Osmanlı Devleti içindeki azınlıkları kışkırtmışlar ve azınlıklar Osmanlı Devletine karşı isyan etmişlerdir. İlk isyanı Sırplar yapmış fakat ilk bağımsızlığı Avrupalıların şımarık çocuğu Yunanistan almıştır. Yıllarca dost olarak bildiğimiz ve hala komşu ülke olarak bilinen Yunanistan binlerce Müslüman Türk’ü katlederek bağımsızlık kazanmıştır. Osmanlı Devleti yıkılışını önlemek için açılımlar yani Fermanlar(Tanzimat ve Islahat Fermanlarını) ilan etti, hatta Nizamnameler (Rum Patrikliği Nizâmâtı, Lübnan Nizamnamesi, Yahudi Milleti Nizamnamesi) yürürlüğe koydu. Fakat devletin içindeki azınlık gruplarını
Osmanlı Devleti bu azınlık isyanlarına son vermek için Avrupa Devletleri’nin baskısıyla da Tanzimat ve Islahat Fermanlarını ilan etmiştir. Bu Fermanların ilan edilmesiyle gayrimüslim topluluklar devlet içinde devlet gibi davranmaya başlamışlardır. Gayrimüslim topluluklar 15
GENCAY
patrikhanelerde meclisler toplamaya başlamışlardır. Tanzimat ve Islahat Fermanlarının getirmiş olduğu eşitlik ilkeleri Müslümanlar tarafından hoş karşılanmamıştır. Bu ilkeler gayrimüslim tebaayı da memnun etmemiştir. Çünkü gayrimüslimler eşit olmayı değil, bağımsız olmayı istemektedirler. Günümüzde yapılan açılımda Kürtler’i memnun etmemektedir. Bunu Osman Baydemir’in Diyarbakır’da Belediye başkanlığı yaptığı sırada söylediği şu sözlerden anlayabiliriz: Demokratik müreffeh bir Türkiye nasıl olacak? ‘Özerk Doğu Karadeniz’ olacak, ‘Özerk Orta Karadeniz’ olacak, aynı zamanda ‘Demokratik Türkiye’, ‘Özerk Kürdistan’ olacak. ‘Demokratik Özerklik Projesi’nde TBMM var, olmaya da kesinlikle devam edecektir. İstiklal Marşı, Türkiye’de okunmaya devam edecektir. Türk Bayrağı Türkiye’de dalgalanmaya devam edecektir, buna da hiçbir itirazımız yok. Türk Bayrağı’nın yanında, Türkiye bayrağının yanında, benim dedelerimin hepinizin dedelerinin de katkısı ile ödemiş olduğu bedelle elde edilen ve şu an asılan bayrağın yanında elbette ki Kürt halkının da yerel renkleri bayrağı da gökyüzünde olacaktır. Belediye binamızın önünde ayyıldızlı Türk bayrağımızla, sarı kırmızı yeşil bayrağımız dalgalansa ne olur.”
devletin lisanı resmisi olan Türkçeyi bilmeleri şarttır.’ ifadesi konulmuştur. Buradan devletin resmi dilinin Türkçe olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Ermeni ve Rum mebuslar kendi dillerinin de resmi dil olmasını istiyorlardı. Aslında bu olay bize pek yabancı gelmemektedir. 1991 yılında Leyla Zana Gazi Meclisimizin kürsüsünden yemin ettikten hemen sonra milletvekili andına Kürtçe eklemeler yapmıştır. Yine Günümüzde mecliste bulunan birçok milletvekilinin Kürtçe resmi dil olsun diye çabaları bulunmaktadır. Tabi Kürtçe’nin resmi dil olması diğer etnik unsurlarında kendi dillerinin de resmi istemlerini arttıracaktır. Buna örnek olarak Çerkezler de son zamanlarda kendi dillerini öğretecek fakültelerin açılmasını istemektedir.
1876 yılında 1. Meşrutiyet ilan edildi ve her millet kendi dillerinde nutuk atmaya başladı. Kurulan mecliste bulunan mebusların 67 tanesi Müslüman, 46 tanesi ise gayrimüslimdi. Mecliste parti gruplarının mücadelesi yerine milliyet gruplarının mücadelesi boy göstermeye başlamıştır. Kanuni Esasi’nin 18. Maddesinde ‘Tebaa-i Osmaniye’nin hidematı Devlette istihdam olunmak için
Sonuç olarak; Osmanlı Hükümeti dağılmakta olan devleti elde tutabilmek için tavizler verdi. Ancak bu tavizler sorunları çözemediği gibi, arkasında da yeni istekler getirmiştir. Osmanlı Devleti nerede açılım yaptıysa orayı kaybetmiştir. Bizde açılım çalışmaları yaptık ve sonuç da ortadadır. Cizre’de olanlar açılımın nerelere gittiğini göstermektedir. Sarı 16
GENCAY KAYNAKLAR:
öküz hikâyesinde de olduğu gibi sarı öküzü verirsek başka öküzlerimizi de vermek zorunda kalırız. Ve biz sarı öküzü çoktan vermiş bulunmaktayız, verdiğimiz tavizler doğrultusunda devletimizin otoritesi sarsılmış ve bazı bölgelerde bölücüler kolluk kuvveti gibi çalışmaya başlamışlardır. Nihal Atsız’ın da dediği gibi ‘Taviz hangi düşmanı isteğinden vazgeçirmiş, hangi taviz veren kazançlı çıkmıştır.’
http://www.turksolu.com.tr/293/erdem293.htm Hurç R. ‘1908-1918 Yılları Arasında Osmanlı Devletinde Siyasi Hareketler’. Ercan Y. ‘Türkiye’de Azınlık Sorununun Kökeni (Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Gayrimüslimler)’. http://www.anayasa.gen.tr/1876ke.htm
17
GENCAY
İSMET İNÖNÜ'YE SUİKAST HADİSESİ Çağhan SARI Tarih ders kitaplarında devlet büyüklerine yönelik suikastlar işlenmektedir. Bazıları nihayet bularak hedef aldığı isimlerin ölümüyle sonlanırken bazıları teşebbüsten ibaret kalmıştır. Cumhuriyet tarihi konularının yakın bir zamana kadar Atatürk'ün vefatı ile tamamlanmasından dolayı lise sıralarında 1938-1980 arası evre henüz anlatılmaktadır. Şubat sayısı olması nedeniyle bu ay, sizlere İnönü'nün son Başbakanlık yılında atlattığı bir suikast girişimini aktarmaya çalışacağız.
Başbakanlıktan ayrılıp siyah Opel makam aracına binildi. Bu sırada kısa süreli bir duraklama oldu. İnönü, orada hazır bulunan gazetecilerden biri ile lafladı. Araç hareket etmek üzere iken Başbakanlık ziyaretçi kapısında beliren orta yaşlarında bir adam, araca üç el ateş etti. Kurşunlar İnönü'nün oturduğu taraftaki kapıya isabet etti. Araba derhal uzaklaştırılırken korumalar suikastçının üstüne atıldı. Hemen etkisiz hale getirildi.
Tarih, 21 Şubat 1964'ü gösterdiğinde, Albay Talat Aydemir'in birinci darbe girişiminin ikinci yıl dönümü idi. Lakin ikinci denemesinden sonra Albay darağacına yollanmıştı. 21 Şubat sabahı, İnönü, acaba yıl dönümü olduğunun farkında mıdır bilinmez. O gün bir cuma idi. İsmet İnönü, -artık bu yıl kullanımının bitmesi muhtemel- Başbakanlık binasında çalışmakta idi. Öğleyin TBMM Başkanı Fuat Sirmen ile randevusu olduğu için Başbakanlıktan ayrılmak üzere idi.
Alınan ilk ifadelere göre, suikastçının adı Mesut Suna idi. Kayseriliydi. Kayseri'de Sümerbank Fabrikasında elektrikçi olarak çalışıyordu. O dönem devrik DP kadrosu Kayseri Cezaevi'nde yatıyordu. Mesut Suna bir kaç kez cezaevinde yatan DPlileri ziyaret etmiş ve onlardan etkilenmişti. Basına yansıyan ifadesinde, 27 Mayıs'dan İnönü'yü sorumlu tutuyor, 'İhtilali sebepsiz yaptı, memlekete fenalık getirdi' diyordu. İnönü bu ifadeler kendisine ulaştırıldığında meşhur kelimelerinden olan 'maskara'yı demiş midir bilinmez.
Yanında 12 Eylül sonrası Halkçı Parti'yi kuracak olan sekreteri Necdet Calp ve Müsteşar Haldun Derin bulunuyordu. 18
GENCAY
Mesut Suna'nın suikast öncesi Ankara'da konakladığı otel hemen bir aramadan geçirildi. Delil niteliği taşıyan objelere el konuldu.
Meclis ve Senato mesaisi sırasında bu husus ele alındı. İnönü suikast üzerinde fazla durmadı. Kendisine daha önce de bir çok suikast girişimi olmuştu. Lozan Barış Konferansı sırasında yaşananlar dışında - Atatürk'ün sağlığının git gide bozulduğu günlerde İstanbul'a giderse bir suikasta maruz kalacağı gerekçesi ile çevresi tarafından Ankara'da alıkonulmuştubu suikast girişimlerinden hiç biri basına böylesine yansımamış iken bu girişim doğrudan basın önünde yaşanmıştı.
Ertesi gün çıkan gazeteler vakaya büyük yer ayırırken, saldırganın kaç yıl alacağı yönünde de yorumlarda bulunuldu. Dönemin TCK'sinin 450. maddesine göre, bir milletvekilini öldürmenin karşılığı idam idi. Ancak suikast girişimi, nihai sonuca ulaşmadığı için üst yıl olan 24 sene hapis cezası ile yargılanacaktı. Yine gazetelerden öğrenildiğine göre, Mesut Suna, 'hayranıyım' diyerek Başbakanlıktan randevu talep etmişti. Ancak talep İnönü'ye ulaşmamıştı. İnönü, bunu öğrendiğinde, 'Haberim olsaydı, asıl marifet o zaman kopacaktı. Çünkü ben; bir derdi vardır, gelsin diyecektim' dedi.
İnönü, Mesut Suna'nın yargılanmasını takip etmedi. Mesut Suna'nın hareketi bir 27 Mayıs'a karşı yapılan nefret eylemi olarak kamuoyunda sunulması, siyasi çevreler tarafından desteklenmedi Mesut Suna ilk ifadesinde öldürme kastının olduğunu kabul etmesine rağmen mahkemedeki ifadesinde korkutma amaçlı ateş ettiğini öldürme amaçlı saldırıda bulunsa kurşun yerine bomba kullanabileceğini iddia etti.. Mahkeme fiilin karşılığının idam olduğuna değinerek, İnönü'nün hayatta olması nedeniyle Mesut Suna'yı 20 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı.
Suikastın akşamı İnönü'nün BBC ile röportajı vardı. Ertelenmesi önerildi. Kabul etmedi. Akşam BBC'ye verdiği röportajda neşeli tavırları dikkatleri çekti. Elli senedir bu işlere alışığım dedi. Suikastın ardından yurdun birçok kesiminden İnönü'ye geçmiş olsun telgrafları çekildi. O sıra hükümet bir koalisyon hükümetiydi ve Kıbrıs'taki 'Kanlı Noel' yüzünden ülke sıkıntılı ve gergin günler geçiriyordu. Suikast sonunda koalisyon ortakları, muhalefet, sivil toplum kuruluşları birlik görüntüsü verdi. Saldırı kınandı. 25 Şubat günü
1964 yılında Türkiye gergin günleri yaşamaya devam edecek, önce Johnson Mektubu krizini yaşayacak, yıl sonu bütçe oylamasında da İnönü, Başbakanlıktan düşerek, 'siyasi suikasta' maruz kalacaktı.
19
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ GENÇLİK SEMİNERİ 15 Kasım 2014 Konu: Türk Devlet Hayatında Okçuluk
aklın ve ekonomik gücün olması şarttır. Sonuncusu ise sınırların ötesine elçi gönderebilmek, uluslararası ilişki kurabilmektir. Yani kendinizin toplumsal bir dinamizmi olmalı, o dinamizm içinde millet ve toplum haline gelebilmeli, bunun bir ekonomik anlamı olmalı ve bu ekonomik anlam içerisinde ordunuz ve sınırlarınızın ötesinde iletişim kurabildiğiniz, uluslararası ilişkilerde yerinizin olması gerekir. İbn-i Haldun Toynbee’nin bile itiraf ettiği kendi semasındaki tek yıldızdır. Devlet ve toplum hayatı hakkında belki de var olmuş en gelişkin yapıdan söz eder. Mustafa Kemal’in de bahsettiği milli hakimiyet ilkesi, milli ekonomi ilkesi, muasır medeniyeti yakalama prensipleri İbn-i Haldun’un bahsettiği 4 temel prensiple yakından alakalıdır. Milli hakimiyetiniz yoksa siyasi asabiyeniz ayakları üzerinde durmuyorsa yeryüzünde siyasi bir eylem yapamazsınız.
Hoca: Prof. Dr. Altan ÇETİN Derleyen: Canan CAVŞAK
Okun ve yayın varlığı tarihsel bir süreci anlatır. Türkler Anadolu’ya geldiklerinde büyük devletler kurdular; Selçuklular, Osmanlılar gibi. Bu aynı zamanda dünya siyasetinin kesişme yolu haline getirdi Anadolu’yu. Özellikle baharat ve ipek ticareti gibi o dönemin sermaye kaynağı olan ticaretler ve ticaret yolları da bu bölge üzerinden yayılmaktaydı. Dolayısıyla büyük bir ekonomi de bu coğrafya üzerinde şekilleniyordu ve bu da Türk Devleti’nin kontrolü altındaydı. Bu hem siyaseten hem de ekonomik olarak büyümeyi ve zenginleşmeyi sağlamıştır. İbn-i Haldun’un devleti anlatırken bahsettiği 4 temel unsur vardır. Birincisi etrafınızdaki siyasi asabiyelere yani diğer siyasi, ideolojik ve fikri çevrelere boyun eğdirmektir. İçeride ve dışarıda rakiplerinizle baş edebilme gücüne sahip olmanız, siyasi varlık haline gelebilmeniz gerekmektedir. Türkler bu süreçte büyük bir varlık gösteriyorlar, çok kültürlü yani homojen olmayan devletler yönetiyorlar. İkincisi vergi toplama konusunda, bu da ekonomik hâkimiyeti anlatır. Üçüncüsü madde; sınırları koruyacak askerlerin olması lazım. Asker, büyük ordu demektir. Büyük orduları yönetecek büyük bir siyasi
(Türk Oku)
Türk okçuluğunu da böyle bir süreç içinde okumak lazım… Büyük devletler, kültürler ve medeniyetler büyük simgeler üzerinden 20
GENCAY
var olurlar. Derme çatma olmadıkları için taklit etmezler, taklit edilirler ve metaforlar üretirler. Kendi öz varlıklarından birtakım simgeler ortaya koyarlar. Bunun için bilim ve sanat çok önemlidir. Okçuluk askeri kültürümüzün, millet hayatımızın binlerce yıldır ayrılmaz parçasıdır. Atlı göçebe toplumunun demir ve atla kurduğu ilişkisinin pratik bir sonucudur. Kullanılması mahir olan bu aracın İslamiyet’e girişten sonra da Hz. Peygamber’in bizzat hadisleriyle olumlanmasıyla daha derin anlam kazanmıştır.
vardır. Anglosakson yayları gibi üç parmakla çekilmez, kiriş (okun gövdesinde asılı olan kısım, ip) başparmakla tutulup çekilir. Türk oku temren (ok ucu), gez (okun boyu), yelek (tüy kısmı) gibi kısımlardan oluşur. Zihgir, ok atışı sırasında, yay kirişinin başparmağı parçalamaması için kullanılan ve bir tür kiriş bırakma mekanizması oluşturan tırnaklı bir yüzüktür. Manda boynuzu, fildişi ya da metalden yapılır. Bahadırlık alametidir, aksesuar olarak da kullanılabilir. Okçuluk; spor, av ya da savaş amaçlı olarak yapılır. Okçuluk 2 şekilde icra edilir; yerde ve atın üzerinde. Yer okçuluğunda puta denilen hedefe atılan spor atışları ya da menzil atışları yapılır.
(Türk Yayı)
Türk yayı kompozit bir yaydır. Birkaç parçadan oluşur; ahşap vardır içinde, akçaağaçtan yapılır. Üzerine boynuz takılır, içine tendondan sinir yapıştırılır. Üzeri de huş ağacı denilen deriyle kaplanır. Yay insana benzetilir; zamk vücudumuzdaki kana, tahta parçası kemiklerimize, üzerine kaplanan huş derimize, sinirler de kaslarımız ve sinirlerimize benzetilir. Türk yayı İngiliz yayları gibi değildir, 4 parçanın birleşmesiyle normal şeklinin tam tersine bir hareket yaparak kurulur. 80 cm ile 1 metre arasındadır ve at üstünde kullanmak üzere organize edilmiştir. Tamamen kendine özgü mandal usulü
(Zihgir)
Okçuluğun Tarihi Derinliği Ordu Millet olan Türklerde okçuluğun ve özellikle atlı okçuluğun önemi tarih öncesi zamanlara kadar uzanır. Yaklaşık M.Ö. 5000'den itibaren Altay ve Tanrı Dağları ve çevresinde ortaya çıkan, daha sonra da İç Asya’ya tamamen egemen olan "Atlı Bozkır Kültüründe" atlara ve okçuluğa büyük önem verilmektedir. Tarihteki Türk atlı okçuları, dörtnala giderken eyer üstünde dönüp arkaya ok atarak hedefe 21
GENCAY
tam isabet tanınmışlardır.
ettirme
ustalıklarıyla
Okçuluğun İslam tarihindeki yeri apayrı bir güzellikler kuşağıdır. Okçuların piri kabul edilen ve Allah (c.c.) ve Resulü (sav.) yolunda ilk ok atma faziletinin sahibi sahabilerden Sa’d bin Ebi Vakkas (r.a.) Hazretleri’dir. “Düşmana karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlığını yapınız. Agâh olunuz ki kuvvet, ok atmaktatır.” gibi hadisler okçuluğun anlam dünyasını genişletmiştir. Fatih Sultan Mehmed
Siyasi, Sosyal Manalarıyla Ok ve Yay
Başparmağında zihgir vardır. Yazan ayet-i kerime kemankeş sırrı denilen şeydir. Kemankeş sırrı kabza töreni yani okçuluk eğitiminden mezun olurken, ustasının okçunun kulağına söylediği: “Onu sen atmadın, Allah attı.” ayetidir. Okçulukta amaç egoyu büyütmek değil, kendini küçültmek, gaza ve cihada hazır olmak; adaleti, milleti ve devleti korumaktır.
Ok ve yayın bozkırlı kavimlerin olduğu hususunda tarihçiler hem fikirler. İskitler ve Hunlar bu konuda eski çağın en maharetlileridir. Zaten Oğuzlar, Oğuz Destanı’na dayanılarak Bozok ve Üçoklar diye iki kola ayrılmaktadır. Destanlar tarih öncesi milletlerin hatıralarını, hayatlarını bize ileten, daha puslu hikâyelerdir. Hâkimiyet ve tabiyyet anlamı vardır aynı zamanda. Devlet yay ise halk oktur. Tuğrul Bey, hususi mektuplarında tuğra olarak ok ve yay işaretini kullanmıştır. Selçuklu akınlarından rahatsız olan Gazneli Sultan Mahmud’a komutanı Arslan Cazib, Selçuklu erkeklerinin başparmaklarını kestirmesini tavsiye etmişti; çünkü baş parmağı olmayan, dolayısıyla ok atamayan bir Türkmen yaşayamazdı.
Millet Hayatında Ok ve Yay “Sabah olunca büyük ve küçük oğullarını çağırttı ve: “Benim gönlüm avlanmak istiyor, ihtiyar olduğum için benim artık cesaretim yoktur: Kün, Ay ve Yultuz doğu tarafına sizler gidin: Kök, Tağ ve Tengiz sizler de batı tarafına gidin.” dedi. Ondan sonra üçü doğu tarafına, üçü de batı tarafına gittiler. Kün, Ay ve Yultuz çok av ve kuş avladıktan sonra yolda bir ALTIN
(Tuğrul Bey’in Tuğrasında Ok ve Yay)
22
GENCAY
YAY buldular, onu aldılar ve babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü, yayı üçe böldü ve: “Ey büyük oğullarım, yay sizlerin olsun, yay gibi okları göğe kadar atın.” dedi. Kök, Tağ ve Tengiz çok av ve kuş avladıktan sonra, yolda ÜÇ GÜMÜŞ OK buldular, aldılar ve babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü, okları üçe üleştirdi ve: “Ey küçük oğullarım, oklar sizlerin olsun, yay oku attı, sizler de ok gibi olun” dedi. Destan yay ve ok üzerinden toplumsal teşekkülün, devletin nasıl doğu ve batı olmak üzere ikili sistemden oluştuğunu anlatıyor. Büyük devletler hayatlarındaki birtakım simgelerden soyut anlamlar çıkardıkları zaman büyük olurlar; çünkü soyutlaştırabilmek felsefi düşünebilmek demektir.
getiren üç küçük oğula ve onlardan olanlara bugünden ta dünya son buluncaya kadar Üçok desinler. Yay ve oku ki bulup getirdiniz, o iş insandan olmadı Tanrı’dan oldu. Bizden evvel geçen halklar yayı padişah yerinde bilmişlerdir, oku elçi yerinde. Onun için ki yay oku hangi tarafa çekip gönderse, ok oraya gider. Şimdi ben öldükten sonra Kün Han benim tahtıma otursun.” Görüldüğü üzere İslamiyet öncesinde devlet, ok ve yay sembolizmi üzerinden şekillenmiştir.
Reşîdü’d-dîn, Oğuz Han’ın altın yayı ve okları paylaştırdıktan sonra geçen olayları şu şekilde anlatmaktadır: “Biz hepimiz bir soydanız deyip orduda da kendi yerini ve rütbesini bilsinler.” Bunlar da şöyle kararlaştırdı: Yay verdiklerinin yeri daha üstte olsun ve orduda sağ kolu teşkil etsinler. Kendilerine ok verdiklerinin yeri daha altta olup sol kolu teşkil etsinler. Zira yay padişah gibi hükmeder; ok ise ona tâbi bir elçidir. Yay esnektir, kavrayıcıdır, aynı devlet gibi; katı değildir, halkına karşı bir güneş gibidir. Ok da dümdüz, dürüst olmak zorundadır. Onların yurdunu da buna benzer şekilde ayırıp tayin etti. Bu toyda herkesin önünde sözünü bu şekilde tamamlayıp buyurdu ki; “Ben öldükten sonra yerim tahtım ve yurt, eğer Kün o zaman sağ ise onundur. Siz üç büyüğünüz altın yayı bulup getirdiniz ve onu bozup üleştirdiniz. Sizin adınız Bozok (Bozuk) olsun. Sizlerden olan oğullara da ta kıyamete kadar Bozok desinler. Üç ok
(Kayı’ların Sembolünde Ok ve Yay)
Devlet Hayatında Ok ve Yay Ok ve yay devlet hayatında bir bağlılık ve davet sembolü olarak kullanılırdı. Sosyal teşkilatlanmasını ok ve yay doğrultusunda gerçekleştiren Türkler; devletlerinde de bağlılık ilişkileri ve davet konularında ok ve yayı kullandılar. Yay devleti ok ise bağlı olanları sembolize ediyordu. Celâlü’d-dîn Hârezmşâh’ın da sefer kararı alınca ordusunun ileri gelenlerine kırmızı (kızıl) oklar gönderdiği bu okları alan emîr, han vs.nin maiyetindeki kuvvetlerle derhal Sultan’a katıldıkları görülmektedir. Celâlü’d-dîn Hârezmşâh, Yassıçemen Savaşı’nda mağlup olduktan sonra da Moğollara karşı ordusunu toplamak üzere 23
GENCAY
emîrlerine -ictima alâmeti olarak- kırmızı (kızıl) oklar göndermiş; ancak toplanmaya vakit bulamadan Moğol akınları başlamıştır.
Abaka’ya değil de kendinden düşük bir mevkide olan, fakat kendisine tâbi olmayan Samagar’a göndermesinin, tâbiiyet ve davet anlamında olmadığını, bazı Türk devletlerinde de örneklerine rastlandığı üzere, bir dostluk alâmeti olarak değerlendirilebileceğini söylemektedir.
Türkler arasında okun bir davet sembolü olarak kullanılışına Türk filolojisinde rastlanır. Dîvân-ı Lugâti’t-Türk’te ve eski Osmanlı Türkçesi metinlerde “okumak” mastarı bugünkü manasıyla birlikte “çağırmak, davet etmek” anlamlarına gelmektedir. Türkler arasında yaygın bir gelenek olarak düğün, dernek ve özel törenlere insanları davet etmek için Anadolu’da bugün hâlâ ‘okumak’ ve davetiye anlamında ‘okuntu’ söylemlerine rastlanmaktadır. Hukuki Manada Sembol Selçuklular Asya bozkırının atlı okçuluk geleneğini devam ettirmiş, Anadolu'da da bu yeteneklerini kullanmışlardır. Ok ve yay Selçuklularda yalnızca askerî üstünlük anlamına gelmiyor, aynı zamanda hükümdarlık simgesi anlamına da geliyordu. Askerî ittifaklara çağrı anlamına gelen "ok gönderme" geleneği 1000 yıl sonra etimolojik bir göndermeyle yaşamaya devam etmektedir.
(II. Selim Ok Taliminde)
Bir Savaş Aracı Olarak Ok ve Yay “Bize haber verdiklerine göre, Türk kavimleri çağımızda oklar atarak savaşmaktadırlar. Onların tâbiye usulleri saflar teşkil ederek savaşmaktır. Onlar, biri diğerinin arkasında olmak üzere üç saf teşkil ederler, atlarından inerek oklarını önlerine yere dökerler. Oturdukları hâlde atışmaya başlarlar. Her saf önündeki safları düşman baskınından korumaya çalışır ve iki taraftan biri gelinceye kadar savaşırlar. Bu tâbiye garip olmakla beraber, sağlam bir tâbiye usulüdür.” İbn-i Haldun
Uluslararası İlişkilerde Ok ve Yay Devlet kendisiyle eşit gördüklerine yay gönderirken tabi olanlara ok göndermekteydi. Türklerin uluslararası ilişkilerinde de bu silahın sembolik manalar kazandığı görülür. Memlûk Sultanı Baybars’ın da Anadolu İlhanlı kumandanı Samagar Noyan’ın elçilerini kabul ettikten sonra bu elçiler ile Abaka’ya bir zırh, Samagar’a ise bir ok gönderdiği bilinmektedir. Osman Turan, Baybars’ın oku kendine eşit bir hükümdar olan
Eğitim “Tayboğâ el-Beklemişî el-Yunânî (ö. 797/1394) ok eğitim alanına giren her okçunun, sanki camiye girer gibi ihtiramla 24
GENCAY
girmesini tembih ederdi. Huşu içinde bir ruh hâli için Tayboğâ sükûnetin muhafazasını ve tercihen iki rekât namaz kılınmasını, ancak ondan sonra yay ve okların hazırlanmasını öğütlemektedir. Onun (atıcının) sırası gelince, okçu elbisesinin kolunu sıvar, elbisesinin kenarlarını beline bağlar, ustasının gözetimi altında eğitime başlardı.”
olanların adı taşa kazılırdı. Şairler bunlar için şiir yazar, başarılı olanlara para mükâfatı da verilirdi. Muallim Cevdet'in kaydettiğine göre, okçuların kendilerine göre adap ve erkânı vardı. Meselâ okçular, abdestsiz ok atmazlar, pirlerine saygı gösterirlerdi. Tekke altı ay açık, altı ay kapalı kalırdı. Tasavvufun sportif alandaki etkinliğini göstermesi açısından, bu tekkelerin başlı başına ilmî çalışmalara konu olması, kültür tarihimiz açısından büyük önem arz edecektir. Okçuluk ruhsatı, bu tekkenin şeyhince verilirdi. Tekkeye gelen okçular abdest alır, namaz kılarlar ve katiyen abdestsiz ok atmazlardı. Tekke adap ve erkânında kusur işleyenleri, şeyh efendi "bizimle oturma" diyerek kovardı. Cumhuriyet Dönemi Ulu önder Atatürk tekke ve zaviyelerin kapanmasından sonra spor tekkelerinin kapanması akabinde 1937’de emir vererek kemankeş ailelerinden gelen birkaç kişiye Okspor’u kurdurmuştur. Ancak Ata’nın ölümünden bir yıl sonra 1939’da tepeden bir emirle kapatılmıştır. Bundan sonra Türk okçuluğu Necmeddin Okyay, Vakkas Okatan, Bahir Özok gibi isimler elinde sürdürülmeye çalışılmıştır. 1939’da uykuya yatan Türk okçuluğu bir subayımıza verilen emirle 1950’lerde yeniden canlandırılmaya çalışılmıştır; ancak bu tarihten itibaren daha ziyade modern okçuluk şeklinde yürütülmüştür.
(Kanuni’nin Av Sahnesi)
Okçular Tekkesi: Şimdiki tabirle Okçuluk Kulübü. Tekke, okçuların ok talimi yaptıkları Okmeydanı'nda idi. Tekkenin geniş salonuna "semâhâne" denirdi. Okçular tekkesi, 6 Mayıs'ta yani Hıdırellez günü açılır, altı ay boyunca pazartesi ve perşembe günleri tâlim yapılırdı. Tekkede şeyhu'l-meydan ve havacılar denen, bugün hakem diyebileceğimiz mahiyette kişiler bulunurdu, idman yapanları, menzil ihtiyarı, mütevelli veya korucu adı taşıyan görevliler sınavdan geçirir, başarılı
25
GENCAY
26
GENCAY
MİLLETLERARASI HUKUK AÇISINDAN ERMENİ SOYKIRIM SAVLARI Fatma Gökçen ÖZMENLİ Geçmişe hakim olmak geleceği garanti altına almaktır. Bunun farkında olan güç odakları da geçmişe müdahale etmekten geri durmamaktadır. 1915 olaylarında da bu müdahaleyi görmek mümkündür. Nitekim olaylar tarihçilerin alanına girmekle birlikte sürekli siyasi söylemlerle gündeme gelmektedir. Siyasetçilerin Türklerin Ermenilere soykırım yaptığını dile getirmesi, parlamentoların soykırımı kabul etmesi, inkâr yasalarının çıkarılmaya çalışılması bunlara örnektir. Ancak siyasetçilerin bu faaliyetleri havanda su dövmekten farksızdır. Nitekim hiçbirinin hukuki bağlayıcılığı yoktur.
Soykırım sözleşmesinin ilk maddesi bu suçun savaş ve barış döneminde işlenebileceğini düzenlemiştir. Başka bir deyişle suçun savaş koşullarında işlenmiş olması, o suçun soykırım çerçevesine girmesini engellemez. Sözleşmenin ikinci maddesi ise bir soykırım tanımı yapmaktadır. Madde şöyledir: “Bu Sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden her hangi biri, soykırım suçunu oluşturur. a) Gruba mensup olanların öldürülmesi; b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi; c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirmek; d) Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak;
Soykırım ifadesi sınırları soykırım sözleşmesiyle belirlenmiş hukuki bir ifadedir. 9 Aralık 1948 yılında düzenlenen Birleşmiş Milletler Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme, soykırımı bir suç olarak tanımlayan ilk belgedir. Ülkemizde bu sözleşmeye taraf olmuş ve sözleşme 12 Ocak 1951 yılında 13. madde de öngörülen 20 onay belgesiyle yürürlüğe girmiştir.
e) Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek;” Burada dikkat edilmesi gereken iki husus vardır. Bunlardan biri sözleşmenin 'ulusal, etnik, ırksal ve dinsel' olmak üzere dört grubu saymasıdır. Buradaki sayım örnekseyici bir sayım değildir, aksine sözleme sadece bu dört grubu sayarak 27
GENCAY
sınırlandırıcı bir sayım yapmıştır. Yani suç, bu dört guruptan birine karşı işlenmiyorsa soykırım suçu oluşmayacaktır. Bu bağlamda, Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklan üzerinde önce otonomi, sonra bağımsız devlet kurmak için siyasi ve silahlı faaliyetlerde bulunan Ermeniler siyasi grup olduğu için bu dört grubun içine girmemektedir. Artık burada sözleşme hükümlerine gidilemez. Diğer bir husus ise ' kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla' ifadesidir. Bu ifade sözleşmenin özel bir kastın varlığını aradığını göstermektedir. Bu dört gruptan birine mensup insanların sırf bu gruba mensup oldukları gerekçesiyle öldürülmesi anlamına gelen özel kastın belirlenmesi ise oldukça güçtür. Nitekim Bosna-Hersek'in Sırbistan Karadağ 'a açtığı ve Sırbistan'ın soykırımı yaptığı iddiasını dile getiren davada, özel kastı ispatlamaya yönelik kanıtların düzeyi çok yüksek tutulduğundan, Sırbistan, Srebrenica'da soykırımı önlememek dışında, soykırım suçunun işlenmesinden sorumlu tutulmamıştır. 1915 olayları açısından da bu özel kast ortaya konulamamaktadır. Aksine mevcut belgeler böyle bir kastın olmadığını göstermektedir. Bunun farkında olan Ermeniler ise Birinci Dünya Savaşı kaybedilince belgelerin Talat Paşa tarafından yakıldığını iddia etmektedir. Ancak bunu kanıtlayacak hiçbir belgeye de sahip değillerdir. Bu iddianın uydurma olduğu ortadadır. Yine bu iddiada bulunanlar Osmanlı Devleti'nin Ermenileri sırf Ermeni oldukları için öldürmek amacıyla neden tehcir gibi zor ve maliyetli bir yolu seçtiğini cevapsız bırakmaktadır.
Gerçekten de Doğu Anadolu da Rusların ilerlemesinde öncülük eden Ermeni Komitecileri bölgedeki Müslüman halka karşı çok gaddar davranmış, katliam yapmıştır. Bu durum bizzat Rus Genelkurmayı tarafından da belirtilmiştir. Kendi topraklarında asayişi sağlamaya çalışan Osmanlı Devleti ise daha önce de başvurduğu tehcir yolunu seçmiştir. Karar 30 Mayıs 1915 tarihinde 'Ermenilerin Sevk ve İskânlarına İlişkin Talimatname' ile alınmıştır. Dikkat edileceği gibi tarih Ermenilerin her yıl soykırımı anma etkinlikleri yaptıkları tarihten farklıdır. 24 Nisan 1915 tarihi tehcirle alakası olmayan ve sadece 2345 Ermeni komitacılarının tutuklandığı tarihtir. Görüldüğü gibi bu gün, sözde soykırım şöyle dursun, sözde soykırım savlarına temel oluşturduğu öne sürülen yer değiştirme uygulamasıyla bile ilintili değildir. Ermenilerin 30 Mayısı değil de 24 Nisan ı soykırım günü olarak kabul etmeleri bu sebepten düşündürücüdür. Biz konumuza geri dönecek olursak tehcirin nasıl yapılacağına dair Harbiye ve Maliye bakanlığına yazılan yazı son derece önemlidir. Bu yazıya göre tehcir; •Ermeniler kendilerine ayrılan bölgelere can ve mal güvenlikleri sağlanarak rahat bir şekilde nakledileceklerdir. •Yeni evlerine yerleşene kadar yeme-içme giderleri Göçmen Ödeneği'nden karşılanacaktır. •Eski malî durumlarına uygun olarak kendilerine emlâk ve arazi verilecektir. •İhtiyaç sahipleri için hükümet tarafından ev inşa edilecek, çiftçi ve ziraat erbabına tohumluk, alet ve edevat sağlanacaktır. 28
GENCAY
•Geride bıraktıkları taşınır malları kendilerine ulaştırılacak, taşınmaz malları ve değerleri belirlendikten sonra, buralara yerleştirilecek olan Müslüman göçmenlere paylaştırılacaktır. Bu göçmenlerin uzmanlık alanları dışında kalan zeytinlik, dutluk, bağ ve portakallıklarla, dükkân, han, fabrika ve depo gibi gelir getiren yerler, açık arttırma ile satılacak veya kiraya verilecek ve bedelleri sahiplerine ödenmek üzere mal sandıklarınca emanete kaydedilecektir.
Mahkemelerinin yargılamalardan farklıdır. 1919-1920 yıllarında Malta Adasına sürülmüş olan Türkler Ermenilere katliam yapmış olmakla suçlanmış ancak kanıt bulamadıkları için serbest bırakmışlardır.) Görüldüğü gibi Osmanlı Devleti Ermenileri öldürmek için tehcir kararı almamıştır. Nitekim böyle bir amacı güdülseydi bu yargılamaların olmaması gerekirdi. Yine Osmanlı Devleti savaş bitiminde 31 Aralık 1918 tarihli ' Geri Dönüş Talimatnamesi' çıkararak tehcire tabi tutulanları evlerine geri dönmeye davet edilmiştir. Bütün bunlar özel kast iddialarını çürütecek mahiyettedir.
•Bütün bu konular özel komisyonlarca yürütülecek ve bu hususta bir emir yazısı hazırlanacaktır.
Soykırım Sözleşmesinin 6. maddesi soykırım fiilinin işlendiğine dair kararı verecek mahkemenin suçun işlendiği ülkedeki Devletin yetkili mahkemesi yahut taraf devletlerce yargılama yetkisi kabul edilmiş uluslararası ceza mahkemesi olduğu düzenlenmiştir. Başka bir deyişle yetkili bir mahkemenin kararı olmadan bir fiili soykırım olarak nitelendirilmesi hukuken mümkün değildir. İşte bazı siyasetçilerin, basın mensuplarının ve hatta akademisyenlerin bir olayı, yargı kararı yokken, soykırım olarak nitelendirmesi tamamen siyasidir, sübjektiftir. Bu söylemlerin bu sebeple hiçbir hukuki bağlayıcılığı yoktur.
Şartları altında uygulanacaktır. Osmanlı Devleti'nin bu konuda ne kadar hassas davrandığı ortadadır. Ancak alınan tedbirler yeterli olmamış ve tehcir sırasında çeşitli nedenlerle pek çok Ermeni hayatını kaybetmiştir. Bu nedenler arasında salgınlar, yolun uzunluğu, tehcirden sorumlu idari görevlilerin basiretsizliği, eşkıyaların saldırıları ile intikam almak isteyen halkın saldırıları sayılabilir. Ancak bunun devlet politikası olarak bile isteye yapıldığı söylenemez. Nitekim dönemin Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu ve Türkiye Cumhuriyeti Arşivler Genel Müdürü Yusuf Sarınay yayınladıkları çok sayıda kitap ve makalede de belirttiği gibi Osmanlı Devleti bu suçları işleyenleri Osmanlı yasalarına göre yargılayıp, cezalandırmıştır. 30 Ekim 1915 tarihinde Soruşturma Komisyonu kurulmuş ve 1673 kişi yargılanmıştır. Bunlardan 67 kişi idama, 524'ü hapis cezasına, 68 kişi kürek cezasına mahkûm edilmiştir. (Bu yargılamalar 1919 yılında yapıldığı iddia edilen Malta
Sözleşmenin 4. maddesi ise bu suçun sadece gerçek kişiler tarafından 29
GENCAY
işlenebileceğini düzenlemiştir. Hâlbuki Ermeni soykırımı savlarında hasım gösterilen taraf kimilerine göre Osmanlı Devleti kimlerine göre Türkiye Cumhuriyeti Devletidir. Bu söyleminden siyasi söylemden öteye gidemeyeceği ortadadır. Osmanlı Devletinde 1915 yılında yapılan yargılamalar düşünüldüğünde de ni bis in idem (aynı suç nedeniyle tekrar ceza verilmez) hukuki ilke karşısında zaten yeniden bir yargılama yapılamayacaktır. Ayrıca 1915 yılında Soykırım Sözleşmesinin henüz vücut bulmamış olması Nulle crimen nulle poena sine lege (kanunsuz suç ve ceza olmaz) hukuk ilkesinin de gündeme gelmesini gerekli kılacaktır. Yine 1969 tarihli Viyana Sözleşmesinin 28. maddesine göre sözleşmeden aksi anlaşılmadıkça sözleşmelerin geriye dönük uygulamayacağını öngörmektedir. Soykırım sözleşmesinde de sözleşmenin geriye yönelik uygulanabileceğine yönelik bir hüküm bulunmamaktadır. Bu sebeple Soykırım Sözleşmesinin mahiyeti gerekçe gösterilerek sözleşmenin geriye yönelik hüküm ve sonuç doğuracağını savunmak yanlış olacaktır. Viyana Sözleşmesinin kaleme alınması Soykırım Sözleşmesinden sonraki bir tarihe rastlamaktadır. Bu durumda bu hükmün de Soykırım Sözleşmesini bağlamayacağı akla gelebilir. Ancak Viyana Sözleşmesi örf adet kurallarının kaleme alındığı bir sözleşmedir ve aksi anlaşılmadıkça sözleşmelerin geriye yürümeyeceğine dair uluslararası örf adet kuralının Soykırım Sözleşmesinin yürürlüğe girdiği tarihte de mevcut olduğunu bu sebeple Soykırım Sözleşmesini bağladığını söyleyebiliriz.
Diğer yandan Ermeni soykırımını kabul eden parlamento kararlarından da hukuki bağlayıcılığının olmadığını söylemiştik. Çünkü bunlarda tamamen siyasi kararlardır ve kanunlara karıştırılmaması gerekmektedir. Bu kararlar aynı zamanda hükümetleri de bağlamamaktadır. Bunların o ülkelerin vatandaşları olan Ermenileri memnun etmek ve Türk dış politikası üzerinde baskı kurmak amacıyla alınan kararlar olduğunu bilmemiz gerekmektedir. Yoksa çok bir etkileri olduğunu söylenemez. İnkâr yasaları ise hukuki bağlayıcılığa sahiptir. Ancak yetkili bir mahkemenin soykırım kararı olmadığı halde bir parlamentonun soykırımı kabul edip bunun inkâr edilmesini müeyyidelere bağlaması modern devlet anlayışıyla bağdaşmamaktadır. Nitekim Paris'in hazırladığı inkâr yasası 2012 yılında Fransa Anayasa Mahkemesi tarafından reddedilmiştir. 2013 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin verdiği Doğu Perinçek kararı da bu inkâr yasalarının önünü kesecek mahiyettedir. Doğu Perinçek 2005 yılında İsviçre'de 'Ermeni soykırımının uluslararası bir yalan olduğunu' söylediği için Lozan Mahkemesi tarafından mahkûm edilmiş ve İsviçre Federal Mahkemesi de kararı onamıştır. Bunun üzerine 2008 yılında konu AİHM'ne taşınmıştır. Mahkeme ise 17 Aralık 2013'te kararını açıklamış ve hassas ve tartışmalı konularda fikir beyan etmenin ifade özgürlüğü olduğunu ve yasal olarak tanımlanmış 'soykırım ' mefhumunu kanıtlamanın kolay bir şey olmadığını, mezkur olayla ilgili tarihi araştırmaların da tartışmaya açık olduğu, bunun üzerinde konsensüs sağlamanın da mümkün olmadığını belirterek AİHS'nin 10. maddesinin ihlal edildiğine karar 30
GENCAY
vermiştir. Zaten Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10. maddesinde düzenlenen ve ülkelerin Anayasaları ile güvence altına alınan ifade özgürlüğünün karşısında nasıl olup da inkâr yasalarının gündeme getirildiğini anlamak mümkün değildir.
destek bulabildikleri ülke ve eyaletlerde siyasi baskı ile propaganda faaliyetleri yürütmektedirler. Ancak 100. yılına girecek olayların parlamento kararıyla kabul edildiği ülke sayısı sadece 20'dir. Birleşmiş Milletlere üye ülke sayısının 192 olduğu düşünüldüğünde bu sayının çok olmadığı görülecektir. Üstelik Azerbaycan'ın Hocalı Soykırımını 4 yılda 9 ülkeye kabul ettirmesi de Ermeni Soykırımının sanılanın aksine geniş bir çevre tarafından kabul görmediğini göstermektedir. Üzücü olan nokta ise Ermeni sanat ve kültürünün, Ermeniler tarafından bu soykırım savları yüzünden geri planda kamasıdır. Osmanlı mimarı ve sanatında da izlerini göreceğimiz Ermenilerin bu güçlü yönleri dünyaya mağdur edebiyatı yapmak uğruna kaybedilmektedir. Umarız Ermeniler bir an önce bir sonuca varamayacaklar bu savlarından vazgeçip zengin sanat ve kültürlerini dünya mirasına sunabilirler.
Sonuç olarak Ermenilerin soykırım savlarının hukuki açıdan geçerli olmadığını ve siyasi anlamda da büyük başarılar elde edemediklerini söyleyebiliriz. Elbette 1915 yılında Ermenilerin yaşadıkları son derece üzücü ve istenmeyen olaylardır. Ancak atlanmaması gereken husus Ermenilerin yaşadığı bu acılar Türkler ve Kürtler içinde geçerlidir. O dönemde yaşanan olayları karşılıklı katliam olarak açıklamak mümkünken bunun bir soykırım olduğunu savunmak hukuki anlamda yanlış olduğu gibi bilim tarafından da desteklenmemektedir. Bunun farkında olan Ermenilerin ileri gelenleri de konuyu sadece siyasi olarak gündeme getirerek
31
GENCAY
32
GENCAY
TÜRK KAHVESİNİN KÜLTÜRÜMÜZDEKİ YERİ Merve KARAGÜL Geleneksel Türk kültürünün en özel alışkanlıklarından olan Türk kahvesi, aile toplantılarının, bayram ziyaretlerinin ve kız isteme merasimlerinin vazgeçilmezlerindendir. Genellikle sabah ve öğlen öğünleri arasında içilen kahve, günün en önemli ve ilk öğünü olan kahvaltıya da adını verecek kadar önemli bir yere sahiptir. Peki hayatımızda bu kadar önemi olan kahvenin tarihçesi nedir ve Habeşistan’dan gelen bu kahveye neden Türk kahvesi denilmektedir?
kahveyi Osmanlı Sarayı’na kabul ettirmesiyle başlar. Türkler ‘kara altın’ ya da ‘Müslüman şerbeti’ denilen bu gizemli çekirdekleri tüketmek için yeni bir pişirme yöntemi bulmuşlardır. Çok ince öğütülen kahve çekirdeklerinin mangal ateşi üzerindeki cezvelerde pişirilmesi ile elde edilen özel bir tadı, kokusu, köpüğü ve ikramıyla kendine özgü bir geleneği doğurmuş olan bu lezzet Türk kahvesi teriminin doğmasını sağlamıştır.
Dostla içilen kahvenin kırk yıllık hatırı olduğunu ise bilmeyen yoktur. Peki, neden kırk yıllık hatırı vardır? Zamanın ehemmiyetinin daha fazla olduğu yıllarda, İstanbul’un Yemiş İskelesi’nde kahve satan ve yapan Üsküdarlı bir zat vardır. Bu zatın kahvesi acılığı ile bilinmektedir. Bir gün kahvehanesine bir yeniçeri gelir, tüm müşterilerine benden bir kahve lakin şu kâfir müstesnadır der. Kâfir dediği ise bir köşede kendi halinde oturmuş nargilesini içen bir Rum gemi
Kahvenin anavatanı, Etiyopya’nın güneyindeki Kaffa’dır. Kaldi adındaki bir çobanın uyuklayan keçilerini gezdirirken keçilerinin bazı yemişleri yedikten sonra canlandığını görmesiyle kahvenin keşfi başlar. Bunun üzerine uzun yıllar kahve çekirdekleri, çiğnenerek veya kırılıp yağda karıştırılarak yenmiştir. Türklerin kahveyle tanışması ise 16. Yüzyıla kadar uzanmaktadır. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Yemen Valisi Özdemir Paşa’nın 33
GENCAY
kaptanıdır. Kahvehanenin işleticisi herkese ikramını yaptıktan sonra Rum gemi kaptanına ve kendisine olmak üzere iki fincan kahveyi alıp, kaptanın yanına varmıştır. Kendisine o vakit seslenen yeniçerinin ‘ Ben o kişi müstesna dememiş miydim?’ demesi üzerine kahveci ‘bu senin değil benim ikramımdır’ diyerek cevap verir ve Rum kaptanın yanına oturarak sohbet eder. Rum kaptan bu olaydan o kadar etkilenir ki memleketine döndüğünde bu hadiseyi notlarına kaydeder.
Bunun üzerine Rum gemici kaptan; Ey bilge insan, bana ikram ettiğin kahve bugüne uzanan kırk yıllık bir dostluğu oluşturmuştur aramızda. Sen unutsan da ben o kahvenin hatırını kırk yıldır unutmadım der ve kahveciyi serbest bırakır.
Türk kahvesinin kültürümüzdeki bir diğer yeri de kız isteme merasimlerinde kendini göstermektedir. Bilinmektedir ki kahve yapmak zor bir iştir ve ustalık gerektirir bu yüzden kız istemede gelinin marifetini ölçmek amacıyla kahve yaptırılır. Ancak kahvenin sırrı burada da bitmez eğer evlilikte kızın gönlü yoksa kahveye tuz koyar ve tuzlu kahveyi içen damat adayı bu aileye damat olamayacağını ilk ağızdan öğrenmiş olur. Yani kahve ‘ bu kahveyi ben yaptım sana varmaya da niyetim yoktur’ cevabının tezahürüdür.
Aradan kırk yıl kadar vakit geçer. Sisam Adası’nda büyükçe bir isyan çıkar ve Rumlar isyan eder. Kahvehane sahibi de Rumların eline esir düşer. Rumlar, ellerindeki esirleri pazarlarda satarak isyanlara para geliri sağlamaktadır. Esirlerin içindeki kahveciyi fark eden Rum gemici yüklü bir para karşılığı kahveciyi satın alır. Fakat kahveci onu tanımamıştır ve kendisini öldüreceğini düşünmektedir.
34
GENCAY
TÜRK MİLLETİ’Nİ KARAKTERSİZLEŞTİRME OYUNU Hanife YAŞAR Bugün eğer siz büyük bir milletseniz ve sizin milli şahsiyetiniz köklü ise diğer milletlerin gözünde çağın en büyük tehlikesini siz oluşturuyorsunuz demektir. Köklü bir millet demek, kültür emperyalizmi savaşında en güçlü silahı beyninde bulunduran millet demektir. Bu silah parayla değer biçilemeyecek kadar kuvvetli bir silahtır. Kimliğinizin farkında iseniz bu, geleceğinizi sağlam temeller üzerine kuracağınız anlamına gelir ve böylesi emperyalist devletler açısından hiç de hoş bir durum değildir.
insanlar gibi her yöne çekilmeye müsait duruma getirilecektir. Namık Kemal bu yeni emperyalizmin ayak sesini bir asır önce sezmiş ve “Vatan” makalesinde ifade etmiştir;
Tüfek icat olup mertlik bozulalı hayli zaman olmuş, öyle ki sadece mertliğin bozulmasıyla kalınmamış daha da öte insanlığın bozulması durumuna gelinmiştir. Artık savaşın tanımı toprak işgal etmekten çok beyinleri sömürgeleştirmektir. Savaş, etkisizleştirme savaşıdır. Beyinleri öldürülmüş olan insanları yaşatma savaşıdır. Nesilleri başkasına bağımlı hale getirme savaşıdır. Ancak bu, zorlama ile gerçekleşen bir bağımlılık değildir. Beyinleri sömürgeleştirilen milletler, hafızası silince millet olmaktan çıkıp bağımlı köleler durumuna zaten kendiliğinden gelmektedir.
“… Vatanseverlerin en büyük hareket unsurlarından, güç kaynaklarından olan vatan fikrini (vatan fikri ile milli şahsiyetin tümünü kastetmektedir) gönüllerden kaldırmak, halkları korumanın en etkili araçlarından olan ateşli silahları ellerden almaya benzer. Bir millet, vatan sevgisinden nefsini sıyırırsa, vatanını sevmezse, çok zaman geçmez, vatanını, vatan sevgisiyle dolu olan başka milletlerin istilası altında görür. Nitekim bir kavim ateşli silahtan elini çekerse, pek az zaman içinde o silahı, düşman eliyle kendi göğsüne çevirmiş bulur.”
Öyleyse ilk hedef köklü milli şahsiyet taşıyan toplumların en değerli silahları olan tarihsel benliklerini ele geçirmektir. Böylelikle onlar hafızasını kaybeden
Türk düşmanlığı tarihin her safhasında farklı milletlerce farklı şekillerde uygulanan bir sistem haline gelmiştir. 35
GENCAY
Türkler tarih boyunca şüphesiz üzerinde en fazla oyun oynanan millet olma talihsizliğini sürdürmüştür.
Adeta duyu organları alınmış, tepki vermeyen, alıştırılmış nesil olacaktı bu yeni nesil. Yeni oluşturulacak olan nesle felçli hasta muamelesi yapılarak hissettirmeden, yavaş yavaş beyinleri ellerinden alınacaktı. Hipnoz etkisi altına sürüklemeye çalışılacak, sonra “genetiği değiştirilmiş nesiller” inşa etmek için milletin bilinçaltına inilip çağlar öncesinden beri damarlarında taşıyageldiği o değişmeyen geniyle oynanacaktı. Nesiller sömürülmeye alıştırılıp, sömürülere karşı tepkisizleştirilecekti. Sınırları esnek hale getirilecekti. Kasıtlı kavga ortamları hazırlayıp fikir üretmeleri engellenecekti. Onları vitrin süsleriyle aldatacaklardı. İçi boş ama dışı oldukça ihtişamlı olan çekiciliklere iten yeni uğraşlar bulacaklardı. Ve biliyorlardı ki bu onları oyalamaya yeterdi. Sonra kendilerini “eğlencenin fikirsiz oyunu”na kaptırdıklarında onlara “iyi eğlenceler” dileyip kendi sömürü imparatorluklarını oluşturacaklardı. >>
Tarihi Türk düşmanlığı oyunun yirmi birinci yüzyıldaki yeni perdesinde, bu sorunsalın çağımıza uyarlanmış biçimiyle kullanılabilecekleri değerlerin sınırı kalmamıştır. << Senaryonun bu perdesinde hedefte “millete ait olan her şey” vardı. Türk insanına ait ne varsa değersizleştirilmeye ve sömürülmeye mahkûm hale getirilmişti. Binlerce yıldan bize miras kalan değerlerimize el uzatmaya yelteneceklerdi. Düşman değiştirilecekti. “Görmedim, duymadım, bilmiyorum” oyununu usulüne uygun olarak vicdansızca oynayan kukla aydın(!)lar tarafından halkın hiçbir zaman gerçek manada aydınlanmasına izin verilmeyecekti. Din bir kalkandı ve her dara düşüldüğünde kullanılabilecek yegâne kurtarıcıydı. Tarih, işine geldiği gibi yorumlanacaktı, menfaatlere aykırı olan yaşanmışlıklar karalanmaya mahkûmdu. Amaç nesilleri ‘fikirsizleştirmek’ti. Çünkü zamanında fikirlerin çatışmasından istedikleri payı koparamamıştı. Zaten fikir eden insan da gerekli değildi bu devirde. Onun yerine fikir edebilecek birileri her daim vardı.
طورك Geçmişe kulak verdiğimizde aslında bugünkü oynanan oyunların seyrinin tarih boyunca hiç değişmediğini görürüz. Türk düşmanlığı karşımıza kimi zaman dış mihraklı şekilde çıkarken kimi zaman da kendi içimizden belirmiştir. Ama değişmeyen gerçek Türk Milleti’ni geçmişten, bugünden ve gelecekten silmektir.
36
GENCAY
Bu senaryolar bizi asla korkutmamalıdır. Korkacağımız şey, köksüzlük ve renksizlik illetidir. Köklerimiz bizi birleştiren en sağlam temellerimizdir. Dolayısıyla köklerimizden uzaklaşırsak temelimizi yani şahsiyetimizi de yitirmek durumunda kalırız. İşte bu kez onlar oyunlarını başarıya ulaştırmanın eğlencesini yaşarken bizler de tarihimizin hiçbir döneminde görülmemiş bir şekilde köle durumuna gelmiş oluruz. Hafızasını kaybeden insanın hikâyesi çok defa yazılmıştır. Kendimizi siper edelim ki, tarihini kaybeden bir milletin hikâyesi yazılmasın...
Türk’ün tarihinden, Türk’ün töresinden, dilinden, kültüründen, ananelerinden ve inançlarından oluşan sağlam bir temelin üzerinde “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesiller yetiştirmekle mümkün olacaktır. Bizler, olmasını istedikleri gibi köksüz, bilinçsiz, fikirsiz ve kültürsüz nesiller değiliz. Bizi ve beyinlerimizi hükümsüzleştirmeye çalışsalar da onların karşısına, sömürmeye çalıştıkları milli değerlerimize eskisinden daha güçlü bir şekilde bağlanarak çıkmalıyız. Bu oyunları ancak ilimle, fikirle, düşünceyle, çağa uygun Türk’çe yaklaşımlarla bozabiliriz. Yeni bir kırılma noktasında dünyaya gelen nesil olarak işimiz daha çetin ve yolumuz daha uzundur. Dedelerimizden devraldığımızı hakkıyla evlatlarımıza ulaştırmak için, dedelerimizden çok daha fazla çaba harcamak zorundayız. Tarihin ihtişamına kapılıp birinin bizi kurtarmasını bekleyecek kadar zamanımız kalmamıştır. Çağımıza ışık tutacak gerçek aydınlardan yoksun olsak da milli şahsiyetimize sığındığımızda yollarımızı aydınlatmayı başarabileceğiz. Kendimizi sağlam karakterde bir Türk gibi yetiştirip Türk düşmanlarının oyunlarını bozabiliriz. Türk Milleti tarihin her döneminde olduğu gibi bu dönemde de yine oynanan oyunları bozacaktır.
Başkalarının senaryosunda oynamaktan vazgeçip kendi senaryomuzu kendimiz yazmak istiyorsak önce Türk Milleti'ne "güvenmeyi", "inanmayı" bilmeliyiz. Kutsal mücadelelere atılan kutsal adımlar önce "inanmak" ile başlar. Bütün bu sömürü oyunlarına karşı dimdik durabilmek ancak Türk’ün şahsiyetinden,
37
GENCAY
GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN
38
GENCAY
millikanal.com