Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

Page 1


www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22


GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 4 Sayı 39 - Nisan 2015 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com

TÜRK’E DOĞRU – MEHMET SAĞ İLE SÖYLEŞİ / Emre SEVİNÇ ALİ SUAVİ’NİN HİVE HANLIĞI VE TÜRKİSTAN’DA RUS YAYILMASI / Metehan ÇAĞRI ÜLKÜCÜER ÜZERİNE/ Aslıhan KAYA TÜRK SEÇİM TARİHİ ANEKTODLARI / Çağhan SARI İZ BIRAKANLAR-EŞEKLİ KÜTÜPHANECİ / Hanife YAŞAR GİRİŞİMCİLİK KÜLTÜRÜ VE BUNU ETKİLEYEN UNSURLAR / A. Oğuzhan ÖZDEMİR VATAN TÜRKÜSÜ: İSTİKLÂL MARŞI / Ragıp REİS BİR AYRILIK BİR YOKSUZLUK BİR ÖLÜM / Canan CAVŞAK


GENCAY

MEHMET SAĞ İLE SÖYLEŞİ TÜRK’E DOĞRU Emre SEVİNÇ “Türk, resim yaptığında resmi, buram buram Türk kokmalıdır.” _ Mehmet SAĞ

Hem kolay hem de zor bir soru: Sanata başlamamın en önemli nedeni, tabiatın içinde geçen bir çocukluk dönemi geçirmemdir. Tabiat başlı başına bir sanat, bir öğretiler bütünüdür. İncelikler, güzellikler, yaradılışın tüm ilkeleri bu rengârenk tabakanın içindedir. Bu açıdan baktığımızda bu yönelim kolay gibi olsa da, aslında bunu idrak edip, sanat alanında kararlı bir şekilde yürüyebilmektir zor olanı…

Mehmet hocam öncelikle söyleşi dileğimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Siz de sanatı Türk motifleri ile yoğuran nadir sanatçılarımızdan birsiniz. Türk motiflerini sanatla işleyen değerli sanatçılarımızla başladığımız söyleşi serisine sizinle devam ediyoruz.

Mersin Cengiz Topel İlkokulu öğretmenim Hayri İNCE’nin (hayattaysa ellerinden öperim, Hakk’a nail olduysa Allah ruhunu şad, mekanını cennet eylesin) bana “sen ekmeğini resim’den yiyeceksin oğlum” sözlerini dün gibi hatırlarım. Bizim dönemlerimizde okul sabahçı-öğlenci diye ikiye ayrılırdı. Okula gider, günün diğer yarısında mahallede, sokakta, ağaçların arasında, toprak tepelerde, dere kenarlarında, kırlarda oynardık. Böcekleri inceler, kuşları gözlemlerdik. Buradan kalmış olmalı ki, ruhumun derinliklerinde doğaya daima bir gözlemci hassasiyetiyle bakan bir çift göz vardır. Bizler bu ortamlarda oyunlar oynarken çam ağaçlarının kabuklarını çakımızla biçimlendirir, toprak tepelere, onların eteklerine çamurdan üç boyutlu çalışmalar yapar; bir nevi onların mimarı olurduk. Doğal olarak informal anlamda kendimizi ilk eğitmen olan doğanın terbiyesine

1. Sanata başlama öykünüz ile açalım mı hocam söyleşimizi? Genelde resim üzerine sanatçılarımız sürekli konuşurlar. Ancak, söz konusu kimlikli bir Türk resmi olunca bu konuda sohbet edebilecek, bir söyleşi gerçekleştirecek sanatçı sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdır ve günümüz ulusal medyası bu konuda sözü olan sanatçıları, araştırmacıları gündeme almaz, konuşmazlar/konuşturmazlar. Asıl böyle bir fırsatı bana tanıdığınız için, ben sizlere teşekkür ederim. 1


GENCAY bırakmıştık. İşte böylesi bir sürecin devamıdır Gazi Üniversitesi’nde Resim-İş Eğitimi Bölümü’ne girişim…

çok ötesinde ve derinlerindeki düşünce biçiminin şekillenmesine neden olan öz’ün algılanmasıdır aslolan. Bu öz’ün bir yaşam biçimine, bir estetik yapıya dönüşümü olan Türk kültür objektivasyonları mutlaka araştırılmalı ve öğrenilmelidir. Bu amaç ve heyecanla çalışmalarımda, Türk insanının tarih boyunca halıya kilime, mimariye, taşa, ağaca her türlü malzemeye işlediği damgalarını, yanışlarını, inanışlarının biçimsel tezahürlerini kullanmanın bir çabası içine girdim. Ancak, sanatsal çalışmalarımda bunları kullanmakla bir Türk resmi yaptığımı iddia etmiyorum. Türk resminin, daha doğrusu Türk’ün kompozisyon geleneğinin böyle olmadığını düşünüyorum. Türk Resmi, batı yani pentür anlayışının çok daha ötesinde; aşkınlık mekânının içerisindedir. Biçimler, renkler, çizgiler ve malzemeler bu mekânın dilidir. Türk resmi iki boyutludur. Semetkand’daki Afrasiyab duvar resimleri, Çin’in içlerine kadar girmiş ve dünyanın pek çok coğrafyasında kesintisiz devam edegelen Türk kaya resimleri bunun örnekleriyle doludur.

2. Türk motiflerini sanata uyarlama düşüncesi nasıl gelişti? Bu düşünce; uzun okumaların, atalarımızdan bu günlere miras kalan kültürel objeleri derinlemesine incelemenin bir tezahürüdür. İnsanoğlu ne ile meşgulse zihnini onunla doldurur. Çocukluğum, gençliğim, Üniversite çağlarım, içinde yaşadığım milletin kültürel dokusuna dokunarak, gözleyerek ve araştırarak geçti diyebilirim. Rahmetli annem güzel dokumalar yapardı, dokumalara yerleştirdiği yanışlarla, onları ortaya çıkarmak için kullandığı renklerle tam bir sanatçıydı. Rahmetli babam da köydeki işleri ele alırken bir sanatçı hassasiyetiyle işini yapardı; ağacın meyvesiyle, çiçeğiyle adeta konuşurdu. Köy kapılarının, pencerelerinin, ahşap aletlerin, günlük işlerde kullanılan dokuma yaygılarının tamamında Türk kültürünün geçmişten günümüze gelen dokusunu, rengini ve estetiğini görerek, dokunarak hissederek büyüdüm. Sanat eğitimimin ilk yıllarında, bilinçaltıma yerleşmiş olan bu zenginlikleri bir gün çalışmalarımda kullanacağım heyecanıyla doluydum. Elbette Türk milletinin muazzam kültür tarihini; mitolojisini, kosmolojisini, efsanelerini, destanlarını da okuyordum. Tüm bunları okurken bu muazzam kültürün bilinmeyen gizemlerini araştırıp, öğrenmek arzusu giderek büyümüştü. Mesele Türk motiflerini sanatıma uyarlamanın çok ötesinde bir meseledir. Türk kültür ve sanat tarihi sadece motiflerden örülü bir tarih değildir. Bunun 2


GENCAY 3. Çok uzun yıllardır bu konu üzerine çalışıyorsunuz. Çalışmalarınızı biraz özetleyebilir misiniz?

takımları, kıyafet vs. idi; bugün ise neden tuval, sinema, tiyatro, mimari ya da başka bir malzeme ve alan olmasın. Ben çalışmalarımda kadim Türkler’in evreni ve dünyayı algılama şeklinden hareketle iki boyutlu kompozisyon üretmeye çalışıyorum. Bunun Türk resminin an omurgası olduğunu düşünüyorum. Ayrıca tasarım ilkeleri dediğimiz aslında tabiatın, tüm yaratılmışlarında ilkeleri olan temel prensiplerin, kadim Türk sanatlarının derinlik algısında başrolü oynadığını fark ettim. Bu bilgilerin heyecanıyla uzun bir süredir ‘Kültür ve Sanat’ta Türk Estetiği’ adı altında araştırmalar yapıyorum. Kısmet olursa araştırmaları toparlayıp kitaplaştırmak istiyorum.

Yukarıda bahsetmiştim benim çalışmalarımda yansıtmak istediğim tanıdık bildik nesneleri, figürleri resmetmenin çok daha ötesinde bir şey aslında. Bu konuda ne kadar başarılı olurum bilemem. Ama Allah sağlık ve imkân verdikçe bunu başarmaya çalışacağım. Batının satıh sanatı, bir yüzey sanatı olarak görüp sığ dediği ve kökleri Orta Asya’nın uzun ve derin tarihlerine kadar uzanan bir düşünce biçiminin peşindeyim. Batı, 15.yüzyılda ulaştığı perspektif kavramının bakış açılarıyla değerlendirdi bizi. Bu bakışla satıh sanatı dedi, yüzey sanatı dedi, sığ dedi, derinliği olmayan işler olarak gördü geleneksel sanatlarımızı. İşte burada yanıldılar. Onların maddeci, aşkınlığı olmayan bakış açısıyla bizdeki asli derinliği, anlam derinliğini kavrayamadılar. Eliade bu noktada bir öz eleştiri yaparak durumu özetlemiştir. Genon batının doğuya aslında kendisinden olmayanlara karşı nasıl bir bakış açısına sahip olduklarını ve nasıl taraflı uygulamalar yaptıklarını uzun uzun anlatmıştır. Neyse sorumuza dönelim. Evet uzun yıllar kafamda biriktirdiklerime cevap aramakla geçti. Okudukça, araştırdıkça kadim Türk kültürünün bazı örneklerinin az da olsa tüm işlevsellikleriyle günümüzde yaşadığını, ruhumuzda titreşimlerini hala koruduğunu fark ettim. Gençlik yıllarımda okuduklarımı tekrar okumaya başladım ve anladım ki; Türk resmi’nin renginden, çizgisine; biçiminden öz’üne asil bir kimliği var. Dün bunun uygulama alanları taş, kaya, çadır, halı-kilim, at koşum

4. Elif Naci, Türk resim sanatının geleceğinin Alpler’in ötesinde değil, Toroslar’ın eteklerinde olduğunu söylüyor. Toroslar ile de bitmiyor Türk sanatının geleceği. Altaylara kadar uzanan bir yol bu. Siz bu yolları defalarca arşınladınız. Neler buldunuz oralarda, peşinizden gelmek isteyenlere tavsiyeleriniz nelerdir?

3


GENCAY Elif Naci, Cumhuriyet Dönemi Türk Resmi’nin farkındalığı en güçlü nüktedan, sözlerini esirgemeyen dobra ressamlarındandır. Batıya resim eğitimi almaya giden ressamlarımızı ve ülkemize resim eğitimi vermeye gelen sanatçı ve ressamları hicveden yazıları mevcuttur. Türk Yurdu dergisinde yaklaşık 38 adet makalesi vardır. Türk resminin geleceğini batıda görenlere; geleneksel Türk sanatlarına, Türk kültürünün kadim örneklerine sırtlarını döndükleri için yüklenir. Tüm çabası kendi zenginliğimizin kaynaklarını, Türk resminin geleceğini batıda arayan gafillere gösterebilmektir. Türk resminin geleceği sadece Toros ve Altaylarda da değil; Türk’ün beşeriyet alemi’nde hüküm sürdüğü tüm topraklarda, dağlarda, çöllerde, göl, deniz ve nehir kenarlarında ve yataklarındadır. Görevim icabı ya da kişisel seyahatlerimle Türk dünyasında bulundum, ata topraklarını görme ve gezme fırsatı yakaladım. Bu anlamda şanslı sayılırım. Süre istediğim kadar olmamakla birlikte oralar hakkında bir şeyler söylememe yatacak kadar yeter. Çocukluğumdan beridir hayaliyle avunduğum bu toprakları ilk gördüğümde, görmek istediklerimi ilk başlarda göremesem de, heyecan içindeydim. İnsanlar benimle aynı soydandı, dilimiz birdi, biraz gayretle anlayabiliyor, anlaşabiliyorduk. Türk töresi’nin biçim verdiği ataların torunlarıydık ve bu: birbirimizi tanımakta, anlamakta, kucaklaşmamızda o kadar etkiliydi ki. Şehirler dolaştım, Türk insanının dağa, taşa, mezar taşına, ahşabına, kumaşına, dokumasına, mimarisine işlediği ruhu gördüm, tanıdım; onların gözüyle tekrar inceledim. Ve tüm bu coğrafyanın planlı, metodlu ve ciddi bir

şekilde baştan aşağı tekrar incelenmesi, araştırılması gerektiğine inandım. Ata topraklarımıza gelecek gençlerimizin, araştırmacılarımızın sağlam bir ön bilgiyle ve planlamayla gelmesinin ve tüm bu plan içerisinde samimi bir ruhla ve bıkıp usanmadan yapılacak bir çalışmayla elde edecekleri bilgilerin Türk kültürünün bilinmezlerini anlamamız açısından büyük faydası olacaktır. Türk ruhu’nun tüm titreşimlerini hissedebilmek adına bu öz’ü kavramak, sanırım buradaki sırlara erişmek adına bir ön koşul gibi. Bir defa Türk kavramına ve insanına ön yargılı bir kişinin bu coğrafyalarda yapacağı bir gezi, gözlem ve araştırmanın ona hiçbir faydası yoktur. Ata topraklarında dolaşırken baktığınız her kültürel doku kadim Türk tarihinin titreşimlerini bağrında saklamaktadır. Bu bağır da her bedeni kucaklamaz… 5. Yazılı çağdan önce dahi soyut zekaya sahip olabilmiş, kaya resimlerine soyut motifler kazıyabilmiş bir millet üzerine konuşuyoruz. Bu soyut motiflerin günümüz modern Türk sanatına aktarımı da güzel eserlere kaynak olabiliyor. Türk milletinin oluşturduğu soyut ögeler hakkında neler söylemek istersiniz? Buradaki soyut ‘abstract’ kavramı günümüz konuşma diline girmiş en popüler kavramlardan biridir. Bir nevi buharlaşma, yok olma şeklinde anlamlar içeriyor. Sanat dilindeki kullanımı ise daha çok modern sanatlar içerisinde bir yorumlamayla ifade buluyor. Deformasyonların, eksiltmelerin dahi bu kavramla açıklanmaya çalışıldığına şahit oluyoruz. Ben soyutu bir kavramın, bir 4


GENCAY düşüncenin, bir nesnenin en salt, biçimsiz haliyle bir sunumu olarak görüyorum. Türk milletinin uygulama alanı bulduğu her türlü malzemeye aktardığı düşünce ve inanış biçimlerinin bugünün sanat dünyası tarafından soyut, geometrik ya da stilize olarak adlandırdığı tüm bu görsellerin elbette bir dili, bir anlamı olduğunu söylüyorum. Bunlar gerek damga/tamga, gerek yanış/bezeme ya da –Fransızca kökenli olduğundan ben pek kullanmayı sevmem- motif, gerekse stilizasyon olsun gerçekten, modern sanatlarda çokça karşımıza çıkan görsellerdir. Hepsinin bir soyut düzenlemeyle isimlendirilmesinin yanlış olduğunu da söylemek isterim. Batı özellikle 18. yüzyılla birlikte doğunun doğayı stilizasyonundan oldukça etkilenmiştir. Ve bu etki birçok batılı sanatçıların eserlerinde rahatlıkla görülmektedir. Picasso’dan, Van Gogh’a, Malevich’den Matisse kadar pek çok sanatçıda bu görülebilir. İster modern olsun, ister geleneksel günümüz Türk sanatının, kadim Türk kültürünün tüm bu görsellerini kullanması, onları anlamaya çalışması gerçekten güzel. Yalnız, bu görselleri ve onların kompozisyonlarını anlamak bence daha önceliklidir. Bunun yegâne yolu da eğitimdir. Unutmayalım ki Atatürk, Cumhuriyeti kurarken kültür’ü temele koymuştur.

bunların içini doldurduğu o en yalın ve sade yorumlamalar (soyut) bu şekilde ortaya çıkmaktadır. Bunlardan başka Türk’ün acun olarak gördüğü yeryüzü horizantal haliyle bir ana mekân, reel yaşam alnıdır. Ancak vertical anlamda da Türk’ün inanıp, kutsadığı ve bunu bir biçime, bir renge, bir şekle soktuğu mekân da vardır. İşte tüm bunlar o soyut kavramların sihirli anahtarlarıdır. Bugün Türk sanatı, yukarıda bahsi geçen öz’ün dışavurumundan uzaktır. Günümüz modern sanatını oluşturacak olan da tıpkı dün gibi bugün de insandır; hem de Türk insanı. Peki, bugünün insanını dünkü düşünce biçiminden uzaklaştıran nedir? Evet, bunun zor bir soru olduğunu biliyorum. Ancak buna, tüm korkulara rağmen, verilecek cevaplar belki de kimlikli Türk resmi’nin temellerini atacak uygulamaları başlatacaktır. 6. “Resmin dilini ancak, bilincinde Türk kültür ve sanat tarihinin derinliklerinden süzülerek gelen ve Türk Töresi’nin tüm güzelliklerini ve heyecanını biriktirmiş bireylerin çözebileceği köklü bir yapı oluşturmalıdır.” diyorsunuz… Bu dili çözebilmek için hangi kaynaklardan yararlandınız bu güne kadar, ne gibi çalışmalar yaptınız?

Kadim Türk insanının zekâsının tabiat gibi işlediğini düşünüyorum. Hiç boşluk kabul etmiyor. Sizin boşluk olarak gördüğünüzü o, anlamlı bir doluluk olarak yorumluyor. Hiçbir şeyin nedensiz olmadığını yaşayarak görüyor. Böyle bir zekânın ürününü varın siz düşünün. Onun aldığı ve hissettirdiği estetik ambians’ın katıksız ve en gerçekçi kaynaklarıdır bunlar. İşte tüm

Sanırım yukarıdaki bahsetmiş olduğum konular az da olsa bu cümleyi açmıştır. Ancak daha derinlemesine irdeleyecek olursak: Türk kültür ve sanatının temelleri, rahmetli B.ÖGEL’in de ifade ettiği gibi uzak doğunun derinliklerinde gizlidir. Daha geniş bir ifadeyle ele alacak olursam kadim Türk kültür ve sanatını 5


GENCAY anlayabilmek öncelikle bir hazırbulunuşluluk gerektirir. Bu; anlamaya çalıştığınız görselleri oluşturan milletin ruhunu kavramanız, onun gözüyle tabiata bakabilmeniz, onun yasalaştırdığı ve adına bozkır töresi dediğiniz sistemi içselleştirmeniz demektir. Tüm bunlardan sonra kaynak ve ispat için kadim tarihin derinliklerinde yolculuk yapmanız demektir.

için ondaki mantığı kavramanız gerekmektedir. Türkler yer-su/acun olarak bildikleri yeryüzünde gelişigüzel dolaşmamış daima kutsal bir amaç için hareket etmişlerdir. Gittikleri her coğrafyaya yanlarında kutsallarını da götürmüşlerdir. Türk resminde bir mekân mantığı vardır, Batıdaki gibi çizgisel bir derinlik yoktur. Renkler rastgele seçilmezler. Renkler, figürler, nesneler bahsedilen ya da anlatılmak isteneni kaplayan mekânın dilini yansıtır. Tüm bu ifadelerin kaynağı bizatihi Türk’ün kendi tarihi, mitolojisi, kosmolojisi, destanları ve ritüelleridir.

Benim, Türk kültürünün ve sanatının oluşumunda tesadüfî hiçbir aşamanın olmadığına dair düşüncem, son yıllardaki araştırmalarımda iyice netleşti. Z. Velidi TOGAN, E. ESİN, A. İNAN, B. ÖGEL ve son yıllarda Y. ÇORUHLU, Ö. ÇOBANOĞLU, B. DENİZ gibi Türk mitolojisi ve kültürü alanında değerli çalışmalar yapmış hocalarımızın eserleri tekrar tekrar ve dikkatle okunmalıdır. Ayrıca, mutlaka bu kültürün cereyan ettiği coğrafyalara gidilmeli; eserler yerinde incelenmeli, müzeler gezilmelidir. İnsanlarla irtibat kurarak, onların estetik ve düşünce biçimleri ölçülmeli, en azından bunları ifade edebilecekleri çalışmalar yapılmalıdır. Kırgızistan’da bulunduğum süre içerisinde benim için en anlamlı deneyim, kadim Türk insanında var olan temel heyecanın hala kaybolmamış olmasıydı. Bunu hissetmek için bir hazırbulunuşluluğun gerekli olduğundan bahsetmiştim.

7. Geçtiğimiz aylarda tasarımcı Safiye EKİZ, Türk Yazısı’ndaki harfler ile oluşturduğu tasarımlarını sergiledi. Bu oldukça beğeni de gördü açıkçası. İlerleyen zamanlarda Türk motiflerinin modaya uyarlanabilmesi mümkün olabilir mi acaba, günlük giyimkuşamlarımızda bu motifleri görebilecek miyiz? Sayın EKİZ tesettür giyimin modasına yön veren isimlerin başında gelen biri. Günümüzde moda dünyasında hatta birçok sektörde tasarımlar da seçilen semboller kullanılan motifler tam bir postmodern uygulamanın örnekleri olarak gösterilebilir. Gönül ister ki günümüz Türk modacıları, tasarımcıları Türk’ün kadim tarihindeki değerleri günümüze milli bir bilinçle taşısınlar. Ancak bunun böyle olmadığını düşünüyorum. 20.yüzyılda teknolojiyle birlikte daha da hız kazanan küreselleşme zihniyeti, karşı olsun ya da olmasın önüne gelen her kültür ögesini sorgusuz sualsiz alıp kullanmaktadır. Hızlı

Kadim Türk resmi, özellikle kaya resimleri çağlara ve çağlar ötesine Türklerin vurduğu bir damga, bir imza gibidir. Türk kültürünün doğurmuş olduğu bir iletişim dilidir. Bu dili çözebilmek için Türk’ün kutsallarını bilmek sadece, ona olan hayranlığınızı parlatır. Onu anlayabilmeniz 6


GENCAY ve denetimsiz karşıyayız.

bir

tüketimle

karşı

9. Türk sanatının geçmiş ve bugünkü durumu yabancı otoritereler tarafından nasıl değerlendiriliyor hocam?

Türk kültürünün kadim örneklerini günümüz dünyasının her köşesinde özellikle milli bir bilinç temelinde alıp kullanmak elbette gelecek için umut ve bizler için gurur verici olur. Türk motiflerinin moda tasarımında kullanılması elbette mümkün, bu çok da iyi olur. Bunun oluşabilmesi ve bundan faydalanabilmek için Üniversiteler’in tekstil, sanat ve tasarım bölümlerinde Türk Mitolojisi, Türk Estetiği, Orta Asya Türk Sanatı, Türk Süsleme Sanatları gibi, bu derslere inanan hocalar tarafından bu derslerin verilmesi gerekmektedir.

Türk sanatına olan bakış açısı, Batı’da malum. Batı, daha çok İslam sanatı altında değerlendirmelerini yapıyor. Geçen yüzyılın başları itibariyle Batı’ya resim tahsili için gönderilen sanatçılarımızın çoğunluğu Geleneksel Türk resminin kitap süslemesinden başka bir şey olmadığını ifade etmeleri acı bir gerçeğimizdir. Bu yanlışı düzeltmek için ülkemizde saygın yerlerde bulunan isimlerin ciddi anlamda çabalarına rastlayamazsınız. Öyle ki; “Resim’de Türk’e Doğru” diyen bir İsmail Hakkı BALTACIOĞLU, “Türk Resmi’nin geleceği Alpler’in ötesinde değil, Toros Dağları’nın eteğindedir” diyen bir Elif Naci, bir Türk Resmi için ömrünü vakfetmiş bir Malik Aksel gibi isimlerin çabası da maalesef sonuçsuz kalmıştır. Dün, Türk sanatının başında bulunanların çoğu Batı’dan tercümelerle sanat eğitimi veriyorlardı, dolayısıyla alınan eğitimin neticesi de bu doğrultuda bir sanat eğilimini doğurmuştur. Sanat’ta otorite kim, kimin elinde o da sorgulanır.

8. Tük insanının, eserlerinize olan ilgisi hakkında neler söylemek istersiniz, kan çekiyor mu? Çalışmalarımı henüz geniş bir sanatsever kitlesine sunmadım. Ün, şöhret peşinde değilim. Daha çok karma sergilere katılıyorum. Önümüzdeki yıl içerisinde yurt dışında açacağım ilk kişisel resim sergime hazırlanıyorum. Çalışmalarımı izleyen Türk insanının ilk tepkisi benim için çok önemli. Resmin ilk bakışta bir Türk resmi olarak tanımlanması benim için gurur verici, demek ki bu konuda başarılı sayılırım. Kan çekmesi meselesine gelince, her şey bir titreşim meselesi. Bağlantı varsa temas kurulduğunda titrersin. Türk insanı kendini ifade eden her güzelliği fark ediyor. Bu tür çalışmaların çoğalması demek sanat’ın, estetik bilincin ve milli hafızanın güçlenmesi demektir.

Yabancı otoritelerin Türk sanatını “İslam” algısı içerisinde değerlendirdiği bilinmektedir. Özellikle modernizm serüveni çerçevesinde yurt dışına gönderilen sanatçılarımız yabancılar tarafından desteklenmiş, genç Türkiye’nin sanat öncüleri olarak ifade edilmişlerdir. Bugün Türk sanatının kimliksiz yapısı Batı’nın istediği bir durumdur. Ancak objektif değerlendirmelerde yok değildir. Özellikle Türkiye’ye davet edilen yabancı

7


GENCAY sanatçıların Geleneksel Türk sanatlarına olan hayranlıkları daima dillendirilmiştir.

mümkündür. Verilecek olan eğitiminin Türk gençliğinin milli bilinç ve şuur yetilerini güçlendirmesi düşünülmelidir. Bu, gençlere milli bir özgüven verecektir. Uluslar, uluslararası sanat rekabetinde milli öz güvenlerine ihtiyaç duyarlar. Bu konu önemli ve ivedi bir konudur. Kültür ve sanat bilinci açık toplumlar çok daha hızlı öğrenir, pratik çözümleri daha çabuk üretir ve daha çevrecidir. Gençliğin istenilmeyen ortamlardan uzaklaşması, üretici ve katılımcı olması yine sanat eğitiminin niteliğine ve kalitesine bağlıdır. Sanat eğitimi ders saatlerinin artırılması, dersliklerin/atölyelerin verilecek eğitimin niteliğine göre dizayn edilmesi, gençlerin orta ve lise çağlarında sanata yönlendirilmesi, yetenekli gençlerin bu alanda mutlaka değerlendirilmesi öncelikli meselelerdir.

10. Aynı zamanda bir eğitmensiniz hocam. Türk gençlerine sanat eğitimi konusunda neler yapılmalı, bu konuda da ilerlememiz gerekiyor galiba?

11. Son olarak istersiniz hocam?

Bence en önemli sorularınızdan biridir bu. Sanat eğitimi duyuları eğitir. Bireyin doğuştan sahip olduğu istidatların düzenli, yaratıcı ve estetik bir biçimde, birey tarafından kullanılmasını sağlar. Bu açıdan çok önemli bir yere sahiptir. İnsanoğlu sıkılır, neşelenir, üzülür, sever, öfkelenir, hayal kurar, baskılanır baskısını, iç dünyasını dışa vurur, vurmak ister. Bu dışa vurumun şeklini bireyin aldığı eğitim belirler. Sanat eğitimi burada da olumlu olarak devreye girer, girmelidir. Tüm bu insani durumların kontrol altında ve nitelikli bir biçimde cereyan etmesi ancak, nitelikli bir sanat programı ve müfredatının oluşturulması ve yetişmiş bilinçli kadrolarla öğrencilere verilmesiyle

neler

söylemek

Sanat, kültürün önemli bir taşıyıcısıdır. Türk kültürü zenginliği itibariyle dünya üzerinde en başat kültürlerdendir. Bu zenginliğin ülke insanının kullanımına açılması son derece önemlidir. Bu da, eğitim kurumlarıyla mümkündür. Türk sanatı her alanıyla kendi öz değerlerini tanımalı ve kullanılmalıdır. Dünya ile rekabetin en hassas ve önemli kısmı burasıdır. Türk milleti kültürünü tanıdıkça, millet olma bilincini daha da perçinleyecektir. Türk milleti sanata yatkın ve maharetlidir. Bu güzel söyleşi için sizlere çok teşekkür ediyorum.

8


GENCAY

ALİ SUAVİ’NİN HİVE HANLIĞI VE TÜRKİSTAN’DA RUS YAYILMASI Metehan ÇAĞRI Eğitim hayatından sonra öğretmenlik ve ticaret mahkemesi reisliği yapan Ali Suavi, Jön Türklerin kurucu kadrosu içinde yer almıştır. 1865 yılında Sultan Abdülaziz Han sadrazamlarından Ali Paşa’ya istifa etmemesi durumunda suikast düzenleyecekleri haberinin öğrenilmesi üzerine İstanbul’dan sürgün edilmişlerdir. Kastamonu’ya sürgün edilen Ali Suavi Mayıs 1867’de Kastamonu’dan Avrupa’ya kaçmış ve Paris’e gelmiştir. 9 yıl Avrupa’da yaşayan Ali Suavi çeşitli gazeteler çıkarmıştır (Muhbir gazetesi, Ulûm, Muvakketen Ulûm Müşterilerine) ve çeşitli gazetelerde yazmıştır( Paris’te “Republique Bab-ı Ali” Londra’da “Hürriyet”, İstanbul’da “Vakit”, “Basiret”, “Müsavat” vb.).

Kitabın Yazarı: Ali Suavi Yayına Hazırlayan: M. Abdulhâlik Çay İlk Yayın: 1873 yılında Paris’te “Le Khiva en Mars 1873” adı ile yapılmıştır. İncelenen nüsha: 1977 hazırlanmış ve İstanbul’da Yayınlarından çıkmıştır.

yılında Orkun

1873 yılında Ali Suavi’nin Fransızca olarak yayımladığı eserin 1909 yılında Fuat Köprülü tarafından “Hiva fi Muharrem 1873” adı ile hazırlanmış Osmanlıca bir nüshası da vardır. Abdulhaluk Çay Osmanlıca bu nüsha üzerinden kitabı hazırlamıştır. Yayına Hazırlayan’ın Biyografisi 1945 Doğumlu olan Abdulhalik Çay tarih öğretmeni olarak başladığı akademik hayatına çeşitli enstitü ve üniversitelerde öğretmenlik ve yöneticilik yaparak devam etmiştir. 1999 seçimlerinde milletvekili seçilen Abdulhalik Çay kabinede Türk Cumhuriyet ve Topluluklarından sorumlu Devlet Bakanı olarak görev almıştır. Yazarın Biyografisi Ali Suavi 1839 İstanbul doğumludur. Eğitimini Davutpaşa Rüştiyesinde tamamlamış ve özel olarak medrese eğitimi de almıştır. Arapça, Farsça, Fransızca ve İngilizce bilmektedir.

Abdülaziz Han’ın tahttan indirilip V. Murad’ın tahta çıkması ile birçok “jön Türk”ün yasağı kalmış ve yurda dönüş yapmış fakat Ali Suavi’nin yasağı 9


GENCAY kalkmamıştır. Ancak Abdülhamit Han’ın tahta çıkması ile yasağı kalkan Ali Suavi İstanbul’a gelmiş ve Mekteb-i Sultani müdürlüğüne getirilmiştir. Bu dönemde Abdülhamit Han’a rapor hazırlayarak okuldaki gayri Müslimlerin bölücü faaliyetlerini bildirmiştir. Ağustos 1877’de yazdığı bu mektup ’tan dört ay sonra Maarif Nazır’ının emri ile görevden alınmıştır.

Kitabın İçeriği 1873 yılında Ali Suavi tarafından kaleme alınan eser iki ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde Rusya’nın Türkistan’daki yayılmasına değinen Ali Suavi, üç eyaletten oluşan Rus egemenliği altındaki Türkistan bölgesine, Buhara Emirliği ve Kaşgar Devletini ve bu noktada Rus-İngiliz ilişkilerini anlatmıştır. İkinci kısımda ise Hive Hanlığından bahsedilmiştir. 1873’te Fransızca olarak neşredilen eser daha sonra Fuat Köprülü tarafından Türkçe’ye çevrilip İstanbul’da yayımlanmış ve eserin sonuna Ali Suavi’nin vasiyati yerine getirilerek Hive’nin son durumu ile ilgili bir ek yapılmıştır. Abdulhalik Çay’ın yayıma hazırladığı 1977 basımında da yine aynı şekilde Suavi’nin vasiyetine uygun olarak bir ek yapılmış ve bir de Hive bölgesini ve günümüz Türkistan’ını gösteren iki harita kitaba eklenmiştir. I. Bölüm Rusya’nın Orta Asya’da İlerlemesi

1878’de Meşrutiyet meclisinin kapatılması, basına sansür konulması karşısında ülkesi için ümitlerini yitirmeye başlayan hürriyet sevdalısı Ali Suavi çareyi V. Murad’ı hapis hayatı gördüğü Çırağan Sarayından kaçırıp taht’a çıkarmakta görmüştür. 21 Mayıs 1878’de Ali Suavi öncülüğünde Çırağan Sarayını basan bir grup ihtilalci V. Murad’ı kaçırmaya çalışmış fakat ihtilal başarılı olmamıştır. Ali Suavi, Binbaşı Hasan Ağa tarafından baskın esnasında öldürülmüştür.

Yazar, bu bölümde ilk olarak Rus dış politikasındaki devamlılığa deyinmiş ve Osmanlı politikalarını eleştirmiştir. Rusların belirledikleri bir siyaseti yüzyıllar geçse de Çarlar ve yöneticiler değişse de her daim devam ettirdiklerini fakat Osmanlı’da ise bu durumun aksine her yöneticinin yaptığının bir sonraki yönetici tarafından bozulduğunu devlet politikalarında bir devamlılık olmadığını belirtmiştir. Ali Suavi, Osmanlı basını da eksik ya da yanlış bilgiler vermekle eleştirmiştir. Osmanlı gazetelerinde Rusya’nın Seyhun nehri civarını işgal etmek için asker gönderdiği haberi

Çoğu günümüze ulaşmamış olmakla birlikte 127 eseri olduğu bilinen Ali Suavi yaşadığı dönemin Türkçü aydınlarındandır. 10


GENCAY yayımlandığında Seyhun’un çoktan Ruslar tarafından işgal edilmiş olduğunu belirtmiştir.

Kaşgar Devleti Kaşgar devletinin bir diğer adı Atalık Gazi Devleti’dir. Bilinen şehirleri Yarkent, Hotan, Urumçi, Aksu, Kaşgar ve Yedişehir’dir. 1865 yılında Çin’e karşı kazandığı savaşlarla devleti kuran Yakup Bey’e Buhara Emiri Muzaffer üddin tarafından hediyeler gönderilmiş ve kendisine Atalık Gazi unvanı verilmiştir.

Türkistan Hive’nin işgalinden önce Rusya’nın orta asya’daki ilerlemesine değinen yazar Rusya’nın 1865 yılında Türkistan vilayetini kurduğunu bu vilayetin daha sonra 1867 yılında Seyhun ve Yedi-Su Eyaletlerine ayrıldığını ve Atalık Gazi’den aldığı topraklarla üçüncü olarak Kulca Eyaletini kurmuştur. Bu üç eyaletin toplam nüfusu 1,466.000 kişi ve toplam yüz ölçümü ise 909 bin km’dir.

Rusya, Atalık Gazi toprakları olan İli vadisini ve Kulca şehrini ele geçirmiştir fakat Atalık Gazi devleti eğer Rusya ile savaşa girerse Çin’in arkadan saldırıp iki cepheli bir savaşa gireceğini düşünerek Rus işgaline sessiz kalmıştır.

Bu eyaletler kurulmadan önce 1864 yılında Rusya, Hokand Hanlığına savaş açmış ve Taşkent, Uratop ve Hokand şehirlerini ele geçirmiştir. Ruslar savaşın ardından ticaret antlaşması izmalamış ve Hokand’a bir şahbender (ticaret temsilcisi) atamıştır. Buhara Ali Suavi, bu dönemde Buhara hükümetinin hiçbir gücünün kalmadığını 1866’da yapılan savaşta Buhara emiri Muzafferüddin’in Rus ordusuna yenildiğini ve çaresiz kalan emirin ticaret antlaşması yapmak zorunda kaldığını 1870’de ise Semarkand’ı ve Zerefşan Vadilerini Ruslara bıraktığını yazmıştır.

II. Bölüm Hive Hanlığı Hive kitaplarda Harezm olarak bildiğimiz ülkedir. Kuzey’den Aral gölü, Kuzey doğudan Ceyhun Nehri, Güney doğuda Buhara’yı ve Güney Batı’da da Teke Türkmenlerini ayıran çöl ile çevrilidir. Batıdaki çöl arazisi Hazar denizine kadar 200 saatlik bir mesafe olarak uzanmaktadır. Hive’ye yağmur az

Semarkand’ın kuzeyinde kalan kısım 1859’den bu yana Afganlılara aittir. İngilizler Rusların sınıra dayanması üzerine Ruslarla masaya oturmuş ve Belh’den Bedenşana Ceyhun boyunu aralarında sınır yapmışlardır. Rusların ve İngilizlerin sınır komşusu olmaları batı ve doğu Müslümanlarını da ayırmıştır. 11


GENCAY yağmaktadır fakat Hive Ceyhun nehri ile sulanmaktadır. Hiveliler bu nehirden açtıkları kanallar ve kanallar üzerine kurdukları göllerle Hive’yi bereketli hale getirmişlerdir.

İlk Hive sikkesi 1792 yılında Muhammed Rahim Han tarafından bastırılmıştır. 1819 yılında İstanbul’dan topçu ustası getirilmiş ve Hive’de tophane fabrikası açılmıştır. Hive’yi yöneten 24 Han vardır ve kitabın yazıldığı tarihte başta olan Muhammed Feyz Han’dır.

Hive ahalisi dört ayrı topluluktan oluşmuştur. Sart, Özbek, Türkmen ve Karakalpak... Özbeklerin nüfusunun 70 bin kadar, Türkmenlerin 150 bin kadar ve Karakalpakların da 120 bin kadar nüfusa sahip oldukları tahmin edilmektedir. Hazar’ın doğusunda bulunan Türkmen kabilelerin ’de de 1 milyon 700 bin kişi yaşadığı tahmin edilmekte ve bunların 1 milyon kadarının Hive Hanlığına bağlı olduğu düşünülmektedir. Bunlardan başka Hive’de 50-60 bin kadar da Acem, Kürt ve Rus tutsak vardır.

Ali Suavi’nin Vasiyeti Kitabın son kısmında Ali Suavi; “ Benim gibi elinden bir şey gelmeyen bir kimse ne yapabilir? Bu bakımdan tarihini, Anadolu Türkleri ile arasında geçen ve şimdi de var olan ilişkilerin hiç olmazsa unutulmaması için bütün bildiklerimi yazdım. Bu yazdığımdan fazla Hive’nin başına ne gelirse okuyanlar bu kitabın sonuna eklesinler.” demiştir.

Hive Hanlığının bilinen büyük şehirleri; Hive, Cürcaniye, Kat, Hazarasp, Sevad ve Kürleyen’dir. Hive şehrinde 4 bin ev, 20 bin nüfus 17 cami, 22 medrese ve 2 kervansaray bulunmaktadır. Yapılar genel olarak toprak ve kerpiçten olmakla birlikte taş bina olarak cami, medrese ve tüccar borsası binası vardır. Cürcaniye şehrine tarihte Harezm ve Ürgenç adları da verilmiştir. Harzemşahlar zamanında çok büyük bir şehir olan Cürcaniye önemli bir eğitim merkezi olmuştur. Ticaret şehir olarak öne çıkmış olan Kat şehri özellikle Kırgız atlarının Pazar yeridir. Hazarasp şehri ise iki kanal arasında bir ada gibi kurulmuş bir şehirdir.

Bu vasiyet gereği, kitabı yayına hazırlayan Fuat Köprülü ve Abdulhaluk Çay kitabın son kısmına 1909 ve 1977 yıllarında Hive Hanlığının topraklarındaki son durum ile ilgili kısa birer ek yapmışlardır. 1909 ve 1977 yıllarındaki gelişmelerden sonra bölgede birçok hadise yaşandığı ve Sovyetlerin dağılıp Hive Topraklarında bağımsız Türk Cumhuriyetleri kurulduğu düşünülürse Ali Suavi’nin bu eseri, sonuna yapılacak yeni bir ek ile yeniden yayına hazırlanmayı beklemektedir. Türk Tarihçilerine duyurulur!

12


GENCAY

KARDEŞİM! Aslıhan KAYA Bu yazı önce kendimle, sonra seninle ve sizlerle bir sohbet niteliğindedir. Söze başlamadan önce belirteyim ki, bilimsel bir iddia taşımadığı gibi hayali bir yönü de yoktur.

gözlüğüyle bakan ve her seferinde “Bizi anlamıyorlar.” diye çıkıştığım kitleyi değil; bizi, bizzat kendimi suçluyorum. Konuya bir örnekleme ile açıklık getireyim. Aile büyüklerimden dinlediğim bir hikâye vardı. Kurtuluş savaşı zamanı; yurdun dört bir köşesi kan revan içerisinde… Antep, Maraş, Urfa, Adana, Ege bir ateş çemberi, cayır cayır yanıyor. Durum kötü, Yunan Polatlı’ya dayanmış…

“Biz “Türk Milliyetçileri” hatayı nerde yapıyoruz?” diye soruyorum bu aralar kendime. Bir hata var, bulunmalı… Görüşlerimizi duyan insanların çoğu kez tereddütlü bazen de korkulu bakışlarına anlam vermek çok güç. Zannedersin ki Milliyetçi olmakla fenalık yapıyoruz. “Senin için kardeşim!” diyorum “Bizim için! Vatanımızı, namusumuzu, bayrağımızı korumak için! Bırak artık şu beyin uyuşturan magazin dergilerini! Bu fikirler senin geleceğini korumak için.” Anlam vermek güç evet, insanların; kendi değerlerine, kültürlerine, vatanlarına zeval gelmesin diye uğraş veren başkasına tereddütle yaklaşmasını anlamak çok güç. Bir bayrak düşünün. Cisim olarak bakın ki; bir bez parçası… “Ne var ya hu hadi indirin bayrağı, sorun çıkmasın.” diyen kör zihniyeti, kararmış ve tüm yetilerini kaybetmiş beyinleri anlamak güç. Onlara o bez parçasının sembolik olduğunu, atalarımızın o bez parçası uğrana ne fedakârlıklar yaptığını, ona saygı gösterilmesi gerektiğini, o bez parçasının bağımsızlığın hatta hayatımızın bir garantisi olduğunu anlatmak güç. Bir deneyin; “Şekilcilik” ile suçlanmanız çok uzun sürmeyecek. Güç diyorum evet lakin artık buna yavaş yavaş anlam verebiliyorum. Bu kez o kolaycı mantıkları, ne oldumcu nefisleri, dünyaya at

İşte tam o günlerde Türk Ordusu; Polatlı’da düşmana karşı giderken, bir köyden geçmek durumunda kalıyor. Fakat Türk köyünde, Türkler; Türk ordusunu taşlamaya başlıyor. Türk Ordusunun üzerinde taş yağmuru, Türkler tarafından… Durum garip, anlam veremeyen bir er komutanına yaklaşıp: “Komutanım, biz bunların kanı, canı, namusu, vatanı, bayrağı, dini için ölümü göze alıyor, düşman üzerine gidiyoruz. Fakat ahali bizi taşlıyor, anlamadım.” Diyor. Komutan: “ Evladım, biz vatan, millet, din ve devlet mücadelesinin içinde kendimizi anlatmaya, tanıtmaya vakit mi

13


GENCAY bulduk. Onlar bizi düşman sanıyor.” Diye cevaplıyor.

olduk… Olduk da biz bildik bunu, biz gurur duyduk, biz üzüldük, “Anlamadılar” değil; onların fedakârlıklarını, neden şehit olduklarını, ülkülerinin ne olduğunu. Biz anlatamadık…

Evet, sevgili kardeşim, Milliyetçilerin durumu tıpkı o günkü gibi. Bizim Hocalarımız, büyüklerimiz kendilerini anlatacak zaman bulamadılar ki; bu vatan bu millet için ne yapabiliriz diye düşünmekten, çalışmaktan. Onun için bu millet Alp Er Tungaların, Oğuz Hanların, Bilge Hanların, Alpaslanların, Osman Beylerin, Fatihlerin, Atatürk’ün, Ahmet Yesevi, Yunus, Mevlana, Hacı Bektaş Veli, Hacı Bayram Velilerin, Uluğ Beylerin, Farabi’lerin, İbni Sinaların gerçek torunu ve varisi olanları, Milliyetçileri, bu millet tanımıyor, bilmiyor. Bizlerin Hz. Muhammed’in Has ümmeti olduğumuzu, Allah’a şartsız şirksiz inandığımızı bilmiyor. Ya yanlış tanınıyoruz ya eksik. Milletimizi sevdik ırkçı olduk, “burası bizim vatanımız bu bizim şanlı bayrağımız” dedik faşist olduk. Üniversite kantinlerinde parmakla gösterilir olduk, omuzlarımıza yükler bindi; Bizler ki Süleyman Özmen olduk, Fırat Çakıroğlu

Bu konuda kilit nokta: Biziz. Sensin, sevgili kardeşim… Bugünün milliyetçi gençleri… Kanaatim odur ki; yapılması elzem olan bu milletin gerçekten tek sevdalısı olduğumuzu, ülkümüzü, Türk milletinin üzerine çökmüş bu kara bulutları, tehditleri, hainlikleri milletimize, milletimizin diliyle anlatmaktır. Bugünlerde kalemlerimizle başladığımız ülkümüze, yarın sokakta, sonra gerekli kürsülerde yakışan vaziyette devam etmeliyiz. Bizler biliriz ki; Silahlarımız kalemlerimiz, akıllarımız ve asla şaşmayacağımız Türk beylik anlayışını esas alan töremizdir. Milli birlik için bu şarttır. Selam ve saygılarımla…

14


GENCAY

TÜRK SEÇİM TARİHİ ANEKDOTLARI Çağhan SARI 7 Haziran 2015 seçimlerine katılacak olan partilerin milletvekili aday listeleri açıklandığı sırada bu yazıyı kaleme almak belki talihsizlik olarak nitelendirilebilir. Dergimizin Nisan sayısı için de kronolojik birçok yazılacak husus bulunuyor olabilir. Ancak bu kez seçim tarihimize dair anekdotlarla kısa bir yolculuğa çıkacağız. Türkiye'nin sandıkla olan macerası cumhuriyetten eski ama sandığın kendi teamüllerini inşa ederek kökleşmesi ne kadar oldu? Bu soruya hemen cevap vermek yanılgı olacaktır.

yeni parti ciddi bir oy alabilecek potansiyele sahip, o zaman partinin her geçen gün biraz daha teşkilatlanmasına karşı atak olarak seçimleri öne alır. Bu karara DP'nin tepkisi, Nisan ayındaki Belediye seçimlerine katılmamaktır. Seçime katılım bazı bölgelerde %20lere düşer. DP'nin bu ilk güç gösterisinden sonra da siyasi literatürümüze 'Şalcı Erim' olarak geçen Nihat Erim'in Demokrasi İlahının Üstüne Şal Örtmek makalesi yayınlanınca siyasi atmosfer iyice gerilir. Gerilen bu atmosfer 21 Temmuz'da sandıkta patlar. Ancak kelimenin tam manası ile patlar. Çünkü tek parti döneminden kalan açık oy - gizli sayım ilkesi devam ettiği gibi Yüksek Seçim Kurulu gibi bir mekanizma yoktur ve sandıkta mahkeme güvencesi bulunmamaktadır. Yıllarca bu seçimdeki üzüntü verici hadiseler siyasetin demagojisinde canlı tutulur.

Öncelikle yazımızın hudutlarını belirleyerek başlayalım. Parlamenter hayatın başladığı noktaya kadar inmeyeceğiz. Miladımız ilk defa tek dereceli seçimlerin uygulandığı tarih olan 1946'dır. Peki, nedir bu tek derece, çift derece? Çift derece bu gün uygulanmayan bir usul… Seçmenlerin sandıkta oy vererek, vekilleri seçecek olan seçmeni belirlemesi ardından da bu belirlenenlerin vekil için oy vermesi çift dereceli sistemdir. Günümüzde uygulanan tek dereceli seçimler, Türkiye'de üçüncü defa çok partili hayat denemesiyle geldi. 7 Ocak 1946 yılında Demokrat Parti kurulmuş, o zamana kadar ki yönetim yorgunluğu, iktidar yıpranması ile özetlenebilecek bir muhalif çevre ile öteki çevreleri etrafında birleştirmiştir. Hali hazırda ilk tek dereceli seçimleri aktaracak iken ilk seçim boykotuna da uğramamız gerekiyor. Nitekim yine 1946 yılında, DP henüz kurulmuş iken aslında seçimlere bir yıl vardır. Ancak iktidar fark etmiştir ki bu

Dört yıllık dönemin ardından tekrar sandık tarihi belli olur. 14 Mayıs 1950'de sandığa gidilecektir. Taraflar bir araya gelerek seçim kanununda düzenleme yapmak için masaya oturur. Mutabık kalınan hususlar şöyledir; gizli oy açık sayım, mahkeme güvencesi, ekseriyetçi temsil. Özellikle ekseriyetçi temsil önemlidir. Görüşmeleri CHP adına yapan Nihat Erim'in hesabına göre CHP kılpayı iktidar olacak DP çok güçlü bir muhalefetle gelecektir. Ekseriyetçi temsile göre diyelim bir şehirde 100.000 seçmen var ve temsilde üç vekil varsa oyların yarısından fazlasını alan üç vekilliğin tamamını 15


GENCAY almaktadır. Bu sistemle DP'nin güçlü bir grupla gelmesinin önüne geleceği düşünülmekte iken müzakerelerde DP bu sistemi kabul eder. Malum 14 Mayıs'da DP seçimleri yaklaşık 4.000.000 oy alarak kazanır. CHP 3.000.000 kadar bir oyda kalır. Bir milyon kadar seçmen de sandığa gitmez, üç yüz bin civarında da bağımsızlara ve MP'ye oy çıkar. DP ekseriyetçi temsilin nimeti 400'ün üstünde vekil çıkarır. CHP altmış vekilde kalır. Bu seçimde uygulanan bir başka yöntem bir adayım birden fazla ilden aday gösterilmesidir. Aday eğer iki ilden birden seçilirse diğer seçildiği ilde boşalan koltuk için ara seçimler yapılmaktadır. Bu uygulama 1946'da da uygulanmış hatta Adnan Menderes memleketi Aydın'dan değil Kütahya'dan meclise girebilmiştir.

bir parti tek başına hükümet kuracak vekil sayısına ulaşamaz. Önce CHP - AP koalisyonu kurulur. Sonra CHP- CKMP YTP koalisyonu denenir. En sonunda da CHP bu dönem içerisinde bir başka ilki daha gerçekleştirir ve ilk azınlık hükümetini kurar. 1961 seçimleriyle ayrıca bağımsız parti listesi adaylığı devri sona ermiştir. Önceki dönemlerde bir aday dilerse bir partinin listesinden bağımsız olarak seçimlere girebiliyordu. Yani seçilmesi için parti oy alırken o partiye üye olmuyordu. 1965 seçimleri ise bir partinin tek başına iktidar olabileceği en zor seçim iken bunu başaran Adalet Partisi'nin zafer kazandığı seçimlerdir. Nispi temsilin yanında bırakın barajı milli bakiye sistemi uygulanmaktadır. Milli bakiye sistemine göre farklı farklı seçim bölgelerinde vekil çıkarmaya yetmediği halde yurt genelinde belli bir orana ulaşan partiler oy oranlarınca vekil çıkarmaktadır. Türkiye İşçi Partisi, milli bakiye sistemi sayesinde 16 vekil sokarken oyların %52 'sini alan AP tek başına hükümet olur. 1965 seçimlerinden sonra TİP ile diğer partilerin kötü ilişkileri sonunda milli bakiye sistemi kaldırılacaktır. 1969 seçimlerinde uygulanmaz. Ancak o seçimler de seçim tarihinde bir yeri vardır. AP'nin tekrar iktidar olmasıyla değil, katılım oranının en düşük seçim olmasıyla seçim tarihimizde yerini alan 1969 seçimlerinde katılım oranı %70in altına inmiştir. Seçimlerden önce kongre kararı ile CKMP, MHP olarak seçimlere girmiştir.

1950'den 1957'ye kadar geçen seçimlerde gerginlikleriyle, polemikleriyle üstünde durulmadan geçemeyeceğiz dedirten hadise yok gibidir. 1957 seçimlerinin en ilginç yanı ise seçimler öncesi muhalefetin güç birliği cephesi kurmak istemesi ve bu cephe kurulma çalışmaları yapılırken seçim kanununda yapılan bir değişiklikle seçim ittifakının yasaklanmasıdır. DP seçimlerde çoğunluğu kaybederken akıllarda kalan en tuhaf olay öğlen 14.00 sularında seçim hala devam ederken oy verme işlemi biten küçük kasaba, nahiyelerde oyların sayılıp radyodan okunmasıdır. Tabi seçim kavgası gürültülerinden unutulmuş gibidir. 1961 seçimleri ise Türkiye'ye ilk defa koalisyon hükümetlerini getirmiştir. Özellikle ekseriyetçi temsil yerine nispi temsilin gelmesi ile alınan oy oranına göre vekil çıkarılması sonucunda mecliste hiç

12 Mart 1971 muhtırası sonrası parlamento açık kalmasına rağmen güdümlü demokrasi devam etmektedir. 16


GENCAY 1973 ise çok partili hayatta - 27 Mayıs sonrası 1961'i saymazsak - CHP'nin kazandığı ilk seçimdir. Seçim sonucunda tek başına iktidar olacak sandalyeye ulaşamasından dolayı Milli Selamet Partisi ile koalisyon yaparken 1973 seçimlerinin en sansasyonel partisi AP'den ayrılanların Ferruh Bozbeyli başkanlığında kurduğu Demokratik Parti'dir. Seçimlerden üçüncü çıkan bu partinin oyları da toplandığında % 6-7 puanla AP tabanının öne geçebileceği görülmüştür. Ancak AP'nin parçalanması sonucunda CHP ve MSP güçlenmiştir.

ramak kala ulaşamayınca daha sonraları ''11'ler'' diye alınacak bakanlık karşılığı vekil transferiyle iktidar olacaktır. 1980'de darbeden sonra Milli Güvenlik Konseyi'nin üç yıllık dönemini sonlandıran 6 Kasım 1983 seçimleri %10 barajının uygulandığı ilk seçimdir. İşte bu tarihten sonra baraj altında kalan partiler, onların bölgelerde kazansa da yurt geneli baraj altında kaldığında çıkaramadığı sandalyelerin kazanana gitmesi gibi birçok ayrıntı oluşmuştur. 1999 seçimleri ise hem bir rekorun hem bir ilkin seçimidir. Rekor, katılımdadır. Ancak seçmen değildir. Seçimlere 20 parti katılmıştır. Bu rakamı 19 parti ile 2011, 18 parti ile 2002 seçimleri izlemektedir. İlk olan anekdot ise 1968 senesindeki Senato ve Yerel seçimler sayılmazsa ilk kez hem genel hem yerel seçimler aynı anda gerçekleşmiştir.

1977 seçimleri ise sandık öncesi kampanyaların en sertleştiği seçimler olmuştur. Ayrıca 12 Eylül'e giden süreçte belirgin hadiseler bu yıl yaşanmıştır. Seçimlerdeki en tuhaf hadise ise saat 00.00'a kadar TRT, CHP'nin önde olduğu rakamları vermemiştir. BBC'nin CHP'nin önde olduğunu duyurmasının ardından TRT'de de geçerli rakamları vermiştir. Ancak CHP tek başına yeterli vekil sayısına

Bu yıllar içerisinde ön seçimler, aday belirlemeler parti tüzükleri birçok açıdan değişikliğe uğramıştır.

17


GENCAY

18


GENCAY

İZ BIRAKANLAR: “EŞEKLİ KÜTÜPHANECİ” Hanife YAŞAR Mustafa Güzelgöz, 1921 yılında Ürgüp’te doğan, yüreği vatan millet sevgisiyle yoğrulmuş yüce gönüllü bir Türk çocuğudur. Onun hikâyesi Ürgüp’teki kütüphaneye memur olarak atanmasıyla başlar. Mustafa amca tam da II. Dünya Savaşı’nın olduğu ve ülkede kıtlığın yaşandığı yılda, 1944’te görevine başlar.

Amca’ya sandalye vermezler. Sandalyede oturanlar sadece yüksek mevki sahibi olanlardır. Düşünürken kütüphaneye günlerdir kimsenin gelmediğini ve kendisinin de boş oturduğunu, insanlara faydasının dokunmadığı için kimsenin ona itibar göstermediğini düşünür. Mustafa Amca buna içerlenir ve kendi kendine ‘Sayılmak için hizmet etmek gerekli, madem insanlar kütüphaneye gelmiyor, ben onların ayağına kütüphaneyi götüreceğim.’ diyerek hayatının en büyük kurtarışını gerçekleştirmeye başlar. Kapatılan Halk Odaları’nın yasa gereği köylünün malı olduğunu ve bunları köylünün yararına kullanılabileceğini öğrenince bu odaları kütüphane yapabilmek için muhtarlarla görüşür. 1952 yılında ‘kütüphane karın doyurmaz’ diyen muhtar ikna ederek Karain Köyü’ne bir kütüphane açar. Köy halkı şaşkındır, çünkü henüz yolu, suyu, elektriği olmayan köylerin kütüphanesinin olması tuhaf gelir. Bunu dile getirdiklerinde Mustafa Amca onlara; ‘istediğiniz şeylere sahip olabilmenin yolu okumaktan geçer, bunun için de kütüphane gereklidir.’ cevabını verir.

Kütüphaneye gittiğinde kitaplar okuyucusunu bekler şekilde sessizce tozlu raflarda durmaktadır. El yazması kitaplar ise kimse okumadığı için rutubetle dolu olan depoya kaldırılmıştır. Mustafa amca her birini birer evladı gibi gördüğü o kitapların tozlarını alır, depodaki el yazma kitapları da güneşte kurutarak ait oldukları yerlere özenle yerleştirir. Kitaplar artık onları keşfetmeye gelecek olan insanları beklemektedir. Ancak günler, haftalar geçer kütüphaneye gelen olmaz.

Kısa zaman içerisinde kütüphaneli köy sayısı 12’ye çıkar. Ancak kütüphane açmak için ulaşamadığı köyler de vardır. Mustafa Amca o köyler için de bir yol düşünmüştür, hem de kimsenin o döneme kadar düşünemediği şekilde. Düşüncesine göre

Bir gün köyün birinde bir açılış yapılacaktır. Açılışta Mustafa Amca’yı da davet ederler. Vali, kaymakam, belediye başkanı bütün protokol oradadır. Hepsine bir sandalye ayrılmıştır. Ancak Mustafa 19


GENCAY ulaşamadığı yerlere gezici kütüphaneler kuracak ve bu sayede Ürgüp’te kütüphanesiz köy kalmayacaktır. Bunun için bir kadro kurması gereklidir. Mustafa Amca Ankara’ya gider. Kültür bakanlığından dönemin kütüphaneler genel müdürünü bulup durumu anlatır. 12 köyde kütüphane açtığını ama ulaşamadığı köylerin de olduğunu, 100 liralık kadroyla bir heyet oluşturup o köylere gezici kütüphaneler oluşturmak istediğini söyler. Ancak derdine derman olunacağı yerde “Sen delirdin mi? Hadi ordan, ben daha pek çok kazalarda kütüphane açamamışken, bazı yerlerde kadrosuzluktan kütüphaneler kapanırken sen en ücra köylere mi kütüphane açmaktan bahsediyorsun?” diye azarlanınca Mustafa Amca’nın zoruna gitmiş ve kapının önüne çıkıp ağlamış, ağlamış…

yaparak üstüne “gezici kütüphane servisi” ve “kitap iade sandığı” yazmış ve eşeklerin sırtına o sandıkları yerleştirip en ücra köyleri aydınlatmak için yola çıkmış. Sene 1957…

Cehalet bir milletin en azılı düşmanıdır. Her ne kadar savaşlarda başarılar kazanılsa da o başarının devamlılığı ancak yetişen nesillerin bilinçli, eğitimli ve kültürlü olması ile sağlanabilir. Gerçek zaferler ilimle irfanla kazanılan zaferlerdir. Mustafa Amca herkesten çok bunun farkındaydı. O biliyordu ki, bu çorak toprakların insanları savaşın da, mücadelenin de ne demek olduğunu çok iyi bilir. Her türlü zor şart karşısında silahı olmadığında kazma-kürekle, dişiyle tırnağıyla bu vatanı savunan cengâver insanların bize rahat yaşamamız için bıraktığı vatan, ancak ilimle irfanla, kitapla desteklenmeliydi ki zaferler kalıcı olsun. Mustafa Amca düşmanların en büyüğü olan cehaletle savaşmak istiyordu. Cehaleti yenmek vatan topraklarını büsbütün bir zırh yapmak demekti. İşte bu azim ve inançla çıktığı meşakkatli yolda hiç yorulmadı, hiç dinlenmedi. Çünkü biliyordu ki bu toplum kazandığı bu zaferi ancak okuyarak, bilinçlenerek ölümsüzleştirebilirdi.

Sonra personel müdürü onun haline bakınca acımış, ona yardımcı olmak için müdürün odasına gidip tekrar konuşmuşlar. Sonunda bin bir güçlükle ikna etmişler. 100 liralık maaşla çalışmak üzere 9 kişi müracaat etmiş. Kadroya alınabilecekler için en az ilkokul mezunu olması ve atı ya da eşeği olması şartı getirmiş. Mustafa Amca müracaat edenlerden birini seçmiş. İki tane sandık

Artık o, “eşekli kütüphaneci” olarak anılan ve yolu gözlenen biridir. Çocuklar onu 20


GENCAY görünce sevinçten koşa koşa yanına gidiyor ve alkışlar eşliğinde Mustafa Amcalarının onlara getirdiği kitapları bir an önce alabilmenin heyecanını yaşıyorlardı. Yabancıların Noel Baba dedikleri şey yalandı, onların Mustafa amcaları vardı. O gerçekti. Noel baba gibi geyikleri yoktu Mustafa amcanın, köylüye ve çocuklara hediyelerini eşekle taşıyordu. Eşeğe birçok kitaplar yüklemiş bir amca gariban çocukların ellerine kitapları veriyordu. “Çocuklar, bunları okuyun, aranızda değiştirin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak.” diyerek çocukların gönlündeki tahta sahip olmayı başarıyordu.

hemen kütüphaneye döndü ve istenilen kitabı bulup getirdi. Namı her yere yayılan eşekli kütüphaneci Mustafa Güzelgöz, Amerika’da yapılacak olan ‘Dünyanın En Yaratıcı İnsanları’ yarışmasına Türkiye’den aday olarak gösterilir. Yarışmaya katılan 76 milletten geriye İtalya ile Türkiye kalır. İtalyalılar köprü altı çocuklarını medeni bir insan gibi yetiştirmiş, ülkenin üst mevkilerine gelebilmelerini sağlamıştı. Yarışmanın jürisi son ikiye kalanlar arasında seçimini yapar ve bunu neden yaptığını kısa bir konuşmasıyla açıklar: “Benim oyum Türkiye’ye. Çünkü eğer İtalyanlar da yoksulluk içindeyken bile eşek sırtında en ücra köylere kadar kitap taşımayı akıl etmiş olsalardı, bugün İtalya’da köprü altı çocukları hiç olmazdı. Türkiye’ye bakın ki en zor şartlarda dahi eşeksırtında kitap taşıyarak köprü altı çocuğu yapmamış.”

Cepheye kağnısıyla silah taşıyan Elifçik ya da en ücra köylere eşekleriyle kitap taşıyan Mustafa Amca… İkisi de aynı görevi yapıyordu sanki. Elif o öküzlerle cephede canı, malı, namusu ve var olma gayesi için savaşanlara silah götürüyordu. Mustafa amca da kazanılan o kutlu zaferin ardından kalıcı zaferleri de yakalamak için cepheye silah taşırcasına Anadolu’nun en ücra köşelerine eşeksırtında ilim irfan götürüyordu hiç bir karşılık beklemeden. Çünkü bir millet ancak okudukça güçlenebilirdi.

Mustafa Amca Amerika’da 76 ülkenin katıldığı yarışmada dünyanın en yaratıcı insanı seçilir. Komite tarafından kendisine bir jip hediye edilir. Ama o eşeklerinden yine de vazgeçmez. Köylere medeniyeti yine eşekleriyle götürmeye devam eder.

Köylüler Battalgazi, Karacaoğlan, Âşık Garip, Hacı Muhammediye, Atatürk’ün Hayatı gibi kitapları okumayı çok seviyorlardı. Bir gün Mustafa Amca’nın beklemediği bir şekilde Yeşilöz Köyü’nden bir kadın ondan Balzac’ın kitabını sordu. Yanına daha çok köylünün sevdiği tarzda kitaplar getirdiğinden Balzac’ın kitapları kütüphanedeydi. Böyle bir istek üzerine

O, milletine hizmet etmeyi kendine en mühim dert edinen bir vatansever olarak yılmadan yorulmadan 20 yıl boyuca kütüphaneye gelmeyen köylülerin ayağına kütüphaneyi götürdü. 21


GENCAY Köylerde kurulan kütüphanelere kadınların katılmadığını gören Mustafa Amca, onları teşvik etmek için dönemin en ünlü Alman firmalarına mektup yazarak reklamlarını yapması karşılığında dikiş makinesi göndermelerini ister. Kısa zaman sonra kütüphaneye dikiş makineleri, halı tezgâhları getirilir ve kadınların kütüphaneye gelmeleri sağlanır. Dikiş için sırada bekleyen kadınların eline, boş durmamaları için kitaplar verilir ve kadınlar da böylelikle kütüphaneye alıştırılır. Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma yazma kursları vermeye gider. Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır.

demesini bekler ama kimseden ses çıkmaz. Ağlayarak istifa etmek zorunda kalır. 1972 yılında zorla emekli olduğunda kütüphanede 200 bin kitap bırakır. Sadece bu rakam bile onun yaptığı çalışmaların büyüklüğünü anlamamıza yetecek derecededir. O, aydınlanma tarihinin en büyük kurtarışlarından birini yapmıştı. Belki de en büyük suçu bu ülkeyi aydınlatmak istemesiydi. 17 Şubat 2005’te, basit hesaplar uğruna feda ettiğimiz, değerini bilmediğimiz nice öğretmenimiz, şairimiz, yazarımız gibi o da buruk olarak ayrıldı aramızdan. Maalesef köprü altı çocuğu olmamızı engelleyen o güzel insanlara hak ettiği değeri veremedik. Onlar küskün bir şekilde birer birer kaybolurken bize de onların temizlemeye çalıştığı bu kirli dünya kalıyor. Birileri makam mevki sahibi olabilmek uğruna kırıp geçirdiği o insanları hiçe sayarken, onlar bu millete adam yetiştirmenin gururunu yaşayarak ve iz bırakarak göçüp gidiyorlar. Yaşayışlarıyla, duruşlarıyla bizlere büyük mevki sahibi olmanın değil, koca yürekli birer insan olmanın kutsiyetini defalarca kanıtlıyorlar.

Maalesef tüm bu güzel gelişmeler yaşanırken iyi insanlar için her şey her zaman yolunda gitmiyor. Ürgüp pek çok yeniliğe onun sayesinde imza atarken kütüphaneyi denetlemeye gelen bir müfettiş onun gereksiz faaliyetler yapıp asıl işi olan kütüphaneciliği aksattığı gerekçesiyle cezalandırılacağını belirtip istifa etmesinin daha uygun olduğunu söyler. Bunu hak etmediğini düşünen eşekli kütüphaneci, birilerinin bu işe dur

Bu millete rütbe değil adam yetiştiren o güzel insanlar sonsuza kadar gönüllerimizin baş tacı olarak kalacaklardır. (Mustafa Güzelgöz Amca’mızın, Halil Serkan Öz öğretmenimizin ve daha nice adlarını duymadığımız kahramanların bıraktıkları izlere minnet ile…)

22


GENCAY

GİRİŞİMCİLİK KÜLTÜRÜ VE BU KÜLTÜRÜ ETKİLEYEN UNSURLAR Ali Oğuzhan ÖZDEMİR Klasik anlamda girişimci, daha çok kendi işini kuran, çeşitli üretim faktörlerini bir araya getirerek risk üstlenerek üretim sürecinde bulunan ve bunun sonuncunda da kâr elde etmeyi amaçlayan kişidir. İbn-i Haldun da girişimciyi husumete kâdir, hesapta kitapta mahir kişi olarak tanımlamıştır. Burada ki husumet rekabet etme ve cesaret etmektir. Girişimcilik sanayileşme ile birlikte üretim faktörü niteliği kazanmıştır. Bir ülkede emek, sermaye, doğa gibi üretim faktörleri nasıl sınırlı ise girişimcilerde sınırlıdır. Bir toplumda bütün bireyler girişimcilik ruhuna sahip değillerdir.

etkilenebilmektedir. Girişimcilikten bahsedebilmemiz için toplumun oluşturmuş olduğu kültüre ve bu kültürü etkileyen unsurlara bakmak gerekmektedir. Bizde şimdi burada insanın girişimci olmasını sağlayan ortamları inceleyeceğiz. Bunlar; 1-) Kültürel Yapı: Kültür, toplumların zaman içerisinde oluşan problemlerine çözüm bulabilmek amacıyla ürettiği ve nesilden nesle aktardığı maddi unsurların bütünüdür. Kültürden bahsedebilmemiz için insan elinin değmiş olması gerekmektedir. Doğada kendiliğinden var olan bir taş kültürü oluşturmaz ancak insan elinin bu taşa değmesi ve onda bir takım değişimler yapması kültürün içerisine girmektedir. Kültür üzerine uluslararası arenada birçok çalışma yapılmıştır bunlardan bir tanesi de Hofstede’ye aittir. Hofstede bir topluma ait olan kültürün farklı boyutlar kapsamında düşünülmesi gerektiğini belirtmiş ve kültürel farklılığa sebep olan boyutlardan bahsetmiştir. Bu boyutlar; “güç mesafesi”, “bireycilik ve toplumculuk”, “eril ya da dişil değerler”, “belirsizlikten kaçınma” ve “uzun ve kısa vadeye yönelme”dir.

Girişimcilik en genel anlamıyla bir fırsattan faydalanmak için eşsiz kaynaklar paketi oluşturmak suretiyle değer yaratma sürecidir. Girişimcilik bireysel davranışlardan kaynaklanabileceği gibi içinden çıktığı toplumdan da

Güç mesafesi, bir toplumda bireylere güç verdiği düşünülen yaş, eğitim, makam, gelir düzeyi, sosyal sınıf, aile gibi 23


GENCAY faktörlerin o toplumun bireyleri ve örgütleri arasında eşit olmayan bir şekilde dağılımını ifade etmektedir. Bazı toplumlarda ve kültürler de güç mesafesi fazladır. Güç mesafesinin fazla olduğu toplumlarda gücü elinde bulunduranların haklı olması için bilgiye gerek yoktur. Az gücü olan insanlar da bu durumlarını kabul etmişlerdir. Güç mesafesinin oluşmasında etkili olan en önemli faktör paradır. Güç mesafesi aralığını daraltmak için yapılması gereken bir orta sınıf oluşturmaktır.

ürünüdür.(Sargut, 2001: 186) Bu kanı Hofstede’in çalışmasıyla desteklenmektedir. Söz konusu çalışmada Türk toplumu Pakistan, Japonya, Arjantin gibi ülkelerle birlikte toplumculuğu öne çıkaran kategoride görünmektedir. Çelik’in çalışmasında da Türk toplumunun %75’i toplumcu görünürken, Amerikanların oranı %32, Japonların ise %76 görünmektedir. (Çelik, 2001: 306) Eril ya da dişi değerler boyutuna baktığımız zamanda, bir toplumda materyalist eğilimler daha çok ön plana çıkıp, kişilere verilen değerler geride kalıyorsa bu toplumlar erkeksidir. Kadınsı toplumlarda ise, şefkat, merhamet, nezaket, sadakat, sevgi, anlayışlılık gibi insana verilen önemin ve yaşamın genel niteliğinin ön planda tutulduğu değerler hâkimdir. Hofstede’e göre eril toplumlar ve kültürler, dişil toplumlara göre daha fazla girişimci özelliklere sahip olmaktadır. Ülkemiz dişil değerlerin hâkim olduğu bir ülkedir.

Hofstede’in araştırmasına göre Türk toplumu, Pakistan, Meksika, Fransa, Yugoslavya gibi ülkelerle beraber yüksek derecede güç mesafesini ön plana çıkaran kategoridedir. (Hofstede, 1980: 147) Yine Hofstede’in çalışması incelendiğinde güç mesafesinin az olduğu Amerika, Kanada, Hollanda, İngiltere gibi ülkelerin gelişmiş olduklarından hareketle, güç mesafesinin az olduğu kültürlerin girişimcilik için uygun ortam yarattıkları söylenebilir.(Hofstede, 1980: 149)

Belirsizlikten kaçınma boyutu, bilginin hiç olmadığı ya da belirsiz veya açık olmadığı durumlarda toplumda duyulan tedirginlik düzeyi ile ilgilidir. Belirsizlikten kaçınan kültürler sıkı kuralları olan yasalara bağlıdırlar ve her şeyin kurallar dâhilinde olsun isterler. Belirsizlikten kaçınanlar risk almaktan kaçınırlar. Oysaki girişimci olmanın en büyük özelliklerinden bir tanesi risk almaktır. Belirsizliğe karşı toleransın olmadığı toplumlar da bireyler de girişimci olma güdüsü düşüktür. Örneğin, Belirsizlikten kaçınma oranı Türkiye’de yüksektir. Ülkemizde bunun sonucu olarak bireyler yaşamları boyu garantili işlerde çalışıyorlar.

Bireycilik ve toplumculuk boyutlarını açıklarken bir toplumda kolektivist anlayışın veya bireyci anlayışın baskınlığı dile getirmektedir. Toplumcu olan topluluklarda insanlar gruplarını diğer gruplardan ayrı tutmaktadırlar, grup içerisinde birbirlerini kollarlar ve birbirlerinden gruba karşı sadakat beklerler. Bireyciliğin hâkim olduğu toplumlarda kişiler kendi çıkarlarını toplumun çıkarlarının önünde tutmaktadırlar. Sargut’a göre Türk toplumu ortaklaşa davranmayı önde tutan bir kültürün 24


GENCAY Son boyutta karşımıza “uzun vadeye veya kısa vadeye dönük olmak” olarak çıkmaktadır. Uzun vadeye dönük olan topluluklar sürekli değişen koşullara nasıl ulaşılacağının tasarlarlar. Gelecekte büyük kâr elde edecek şekilde yatırım yaparlar. Kısa vadeli toplumlar ise günü kurtarmanın peşinde koşarlar. Ve gündelik kar elde etmeyi amaçlarlar stratejik plan kurma bu toplumlarda görülmemektedir. Stratejik plan kuramayan kişiler bir işletme kurmakta zorlanacaklardır.

davranabilmesini destekleyen ailelerin yetiştirdiği bireyler daha çok girişimci olmaya meyillidir. Başarısızlığa toleransı olmayan toplumlarda bireyler başarısızlık bir utanç meselesidir. Birey başarısız olacağım ve ailemin şerefi ve prestiji kaybolacak diye korku duymaktadır. Bu durumda aileler kendi bireylerinin başarısızlıklarına karşı daha fazla toleranslı olmaları bireylerinin daha cesur olmasını sağlayacaktır.

Kültürel farklılaşmaya sebep olan bir diğer değişkeni Sargut ‘denetim noktası boyutu’ olarak açıklamaktadır. Denetim noktası iki farklı boyutta içsel denetim noktası ve dışsal denetim noktası olarak ele alınmaktadır. İçsel denetim noktasında insanlar kendi yazgılarını kendilerinin şekillendireceğine inanmaktadır. Bunu da kendi davranışlarıyla yapmaktadırlar. Başardıkları ya da başaramadıkları bir işi kendilerinin başarısı ya da başarısızlığı olarak görürler. Dışsal denetim noktasına sahip bir kişi ise başarıları veya başarısızlıkları arasında kendi davranışlarıyla bir ilişki kuramazlar. Bu tür kültüre sahip toplumlarda bireylerin bir şey yapabilmeleri için daima dışarıdan bir destek beklemektedirler. Dışsal denetim noktası oluşturan bireyler başarısızlıkları karşısında devamlı bir “günah keçisi” arayışı içindedirler.

Ailede ki ebeveynler çocuklarının gelecekteki mesleklerini seçmesi konusunda baskı da uygulamaktadırlar. Özellikle bizim ülkemizde aileler daha çocuklarının daha çok memur olması yönünde baskı uygulamaktadır. Ekonomik ve siyasi ortamın belirsiz olması ve sık sık karşılaşılan krizler nedeniyle aileler çocuklarının girişimci olmasına karşı çıkmaktadırlar. Çocuklarına sürekli olarak işletme kurmanın zararlarından bahsetmektedirler ve öte yandan da memur olmanın avantajlarını saymaktadırlar. Çocuklarına sürekli olarak memur oldukları takdirde düzenli bir maaşlarının olacağını söylemektedirler. Bu

2-) Aile Yapısı: Çocuğun aldığı ilk ve en önemli eğitim aileden aldığı eğitimdir. Bu eğitim çocuğu hayatı boyunca etkileyecek olan eğitimdir. Girişimcilik kültürünün oluşmasında da aile yapısının etkisi çok büyüktür. Çocuklarını cesaretlendiren ve onların daha çok bağımsız 25


GENCAY yolla çocuklarını devlet kapısında çalışmaya ikna etmeye uğraşmaktadırlar.

ahlakını kabul etmesiyle açıklanabileceğini ileri sürmüştür.

3-) Eğitim Kurumları: Girişimciliğe etki eden faktörlerden bir tanesi de eğitim sistemidir. Eğitim sisteminde yer alan öğretmenler, öğrencilerinin girişimciliği bir kariyer sahası olarak düşünmelerinde çok fazla etkiye sahiptirler. Girişimcilik ve yenilikçilik derslerine programlarında ağırlık veren okulların girişimciler yetiştirmeye daha eğilimli oldukları ve ekonomik faaliyetlerin yoğunlaştığı alanlarda faaliyette bulundukları görülmektedir. Örneğin; Amerikan, İngiliz ve Japon eğitim sistemleri ve çocuk yetiştirme modelleri genelde, özerklik, başarı, rekabet, dayanıklılık, rasyonalite, verimlilik, vb. hususlara vurgular yapmaktadır. McClelland 1950 yılında yaptığı bir çalışmada, çeşitli ülkelerden alınmış çocuk okuma kitaplarındaki teşvik edici hikâyelerle, bu ülkelerin belli bir periyoddaki iktisadi büyüme oranları arasında olumlu bir ilişki olduğunu ortaya koymuştur.

Weber’e göre Protestan çalışma ahlakı girişimci faaliyet ve davranışlarını arkasında yatan itici bir güçtür. Çünkü Protestan kültürünün ilkelerinden olan, zevklerin ertelenmesi, tutumluluk, çalışkanlık ve çilecilik gibi değerler aynı zamanda başarılı girişimciliğinde temelini oluşturmaktadır. McClelland Weber’in görüşlerini destekleyen bir tez yazmıştır. Teze göre Protestan iş ahlakına ait fikir ve değerler, çocukta bağımsız yetişme pratiklerini ve güçlü başarı motiflerini kazanmayı ve zevki engelleyen bir yapı ortaya koyarlar. Bu yüksek başarıcılar sırasıyla daha başarılı girişimciler olurlar. O kadar ki Weber ve McClelland batıdaki başarılı girişimcilik örneklerinin ve ekonomik zenginliğin Protestan ahlakından kaynaklandığını söylemişlerdir. Az gelişmiş ülkelerden hiç birinin Protestan olmadığını belirterek kendi tezlerini desteklemeye çalışmışlardır. İslamiyet’in ekonomi üzerindeki etkilerini araştıranlar, İslamiyet’in servete ve kazanca karşı olumlu telkinleri olduğunu savunmuşlardır. Osmanlı’da girişimciliğin gelişmemiş olmasının sebebini dini faktörler değil de daha çok siyasi faktörlerin etkili olduğunu savunmuştur. Osmanlı’da Türk ve Müslümanlar daha çok siyasi kademelerde bulunmuşlardır. Ticaret, bankacılık gibi sektörler hor görülmüş ve bu uğraşlar gayri Müslim tebaaya bırakılmıştır. Oysaki İslam Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s) ticaretle uğraşmış bir kişidir.

4-) Din Faktörü: Din, bir toplumu oluşturan en temel faktörlerden bir tanesidir. Din toplumsal hayatımızdaki birçok konuya etki etmektedir. Bu konulardan birisi ekonomik faktörlerdir. Bazı bilim adamları ise dinin ekonomik hayat üzerinde bir etkisinin olmadığını savunmuşlardır. Dinsel değerlerin girişimci davranışlara yol açtığını ifade eden ilk bilim adamı Weber olmuştur. Weber toplumsal düzeyde girişimsel faaliyetlerdeki farklılıkların kültürel ve dinsel faktörlerle ve özelliklede bir toplumun Protestan iş 26


GENCAY Ersoy’un yapmış olduğu ankete katılan kırsal kökenlilerin %68’7’si işletme kurmada dini inançlarının etkisi olacağını düşünürken şehir merkezi kökenlilerde bu oran %36.4’tür.

Kaynakça İrmiş A, Durak İ. Özdemir L. (2010). Girişimcilik Kültürü Anadolu Girişimciliğinden Örnekler, Ekin Yayınevi Arıkan S, (2004). Girişimcilik: Temel Kavramlar ve Bazı Güncel Konular, Ankara, Siyasal Kitabevi

Sonuç olarak bakacak olursak kültürel yapı ve kültürel yapıyı oluşturan değerler girişimcilik üzerinde etkilidir. Girişimci olan toplumlar daha çok kişinin bağımsız olarak düşünmesin ve davranmasını sağlayan kültüre sahip toplumlar olmuştur.

Ersoy H. (2010). ‘Kültürel Çevrenin Girişimcilik Tercihine Etkisi’, Organizasyon ve Yönetim Bilimleri Dergisi, Cilt:2, Sayı: 1

27


GENCAY

VATAN TÜRKÜSÜ: İSTİKLÂL MARŞI Ragıp REİS Türklerde askeri müzik (mehter ve nevbet), çok eski tarihlere dayanmaktadır. Fakat Hunlardan Osmanlılara tevarüs eden bu mehter ve nevbet geleneği ‘’modern’’ anlamda milli marş görevini görmemektedir. Savaşlarda müzikle kendi askerlerini cesaretlendirirken, düşmanı korkutma veya ürkütme anlayışının ürünü olan bu müziklerin, bütün eski kavimlerde mevcut olduğu konusunda kaynaklar hemfikirdir. Dolayısıyla Türk milli marşlarından söz ederken, bu müzikler konumuz dâhiline girmemektedir. Bugünkü anlamda milli marşların bestelenmeye başlaması XVIII-XIX. yüzyıldaki Batılılaşma hamleleriyle alakalıdır.

Unutulmamalıdır ki, çarpışma isteği olmayan hiçbir ordu, her türlü savaş vasıtalarına sahip olsa bile başarılı olamaz. ‘’Korkma’’ diye başlayan İstiklâl Marşımızın Türk ordusuna ithaf edilmesi bu yüzdendir. Millî ve manevî değerleri coşkunlukla işleyen edebî eserler, zor zamanlarda milleti manen kuvvetli kılar. Savaş sırasında cephedeki askere cesaret ve kuvvet, geride kalana sabır ve metanet verecek şiirlere, hikâyelere, destanlara, türkülere ihtiyaç vardır. İşte I.Büyük Millet Meclisi'nin ilk günlerinde kurulan heyet-i irşadiyyelerin (propaganda heyetlerinin) gezileri sırasında edindikleri izlenimler doğrultusunda Erkan-ı Harbiyye reis vekili Miralay İsmet Bey'e (İnönü) bir istiklâl marşına olan ihtiyacı belirtmeleri, meseleyi ilk defa resmi olarak gündeme getirmiştir. İsmet Bey'in meseleyi İcra Vekilleri Heyeti'nde ortaya koymasından sonra konu Maarif Vekâleti’ne havale edilmiş, Maarif Vekili Rıza Nur'un imzasını taşıyan 18 Eylül 1920 tarihli bir tamimle milli marşın şartları valiliklere duyurulmuş, tamim bir süre sonra Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde de yayımlanmıştır.

Milletlerin tarihi hafızasında mühim bir yer işgal eden ve çoğu politik altüst oluş dönemlerinde ortaya çıkan milli marşlar gibi İstiklâl Marşı da memleketin harap ve milletin fakr u zaruret içinde olduğu bir dönemde, Türk milletinin yüreğinden kopan bir feryat çığlığı olmuştur. İşte Mondros Mütarekesi sonrasında yapılan işgaller, Balkan Savaşlarından itibaren dur durak bilmeden genç evlatlarını savaşlara kurban veren Anadolu, bunların üzerine eklenen askeri başarısızlıkların moralleri sıfıra indirmesi... Askerler yorgundur ve firarilerin sayısı çok fazladır. Mondros neticesinde ordu terhis edilmiştir ve yeni bir ordu kurmakta fazlasıyla güçlük çekilmektedir. Yeni bir ordu kurulsa dahi askerlerin yeni bir ruhla eğitime tabi tutulmaları gerekmektedir.

Gazetelerde ise İstiklâl Marşı yarışması şöyle duyurulmuştur: “Şairlerimizin dikkatine: Milletimizin dâhili ve harici istiklâl uğruna girişmiş olduğu mücadeleyi ifade ve 28


GENCAY terennüm için bir İstiklâl Marşı Umur-u Maarif Vekili Celilesi’nce müsabakaya vazedilmiştir. İşbu müsabaka, 23 Kanun-u evvel sene 36 tarihine kadar olup bir heyeti edebiye tarafından gönderilen eserler arasından intihap edilecektir (seçilecektir) ve kabul edilen eserin güftesi için beş yüz lira mükâfat verilecektir. Ve yine lâakal (en azından) beş yüz lira tahsis edilecek olan beste için bilahare ayrıca bir müsabaka açılacaktır. Bütün müracaatlar Ankara’da Büyük Millet Meclisi Maarif Vekâletine yapılacaktır.”

nasıl meydana getirildiği sorusu akla gelmekte ve insanı düşündürmektedir. Dolayısıyla yarışmaya 724 eserin katıldığı bilgisi ‘’ihtiyatla’’ karşılanmalıdır. Milletin hissiyatını dile getirmek, orduya moral aşılamak için yapılan yarışmaya dair kesin olan bir şey varsa, o da yarışmaya gönderilen eserlerin hiçbirinin İstiklâl Marşı olmaya layık görülmemesidir. Maarif Vekâleti gönderilen bütün eserleri değerlendirmesine rağmen, uygun bir güfte bulamamıştır. Bu sırada çiçeği burnunda Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey, Âkif’in yarışmaya katılmadığını fark etmiş, işin aslını soruşturduğunda ise Âkif’in ‘’para ödülü’’ konmasından dolayı yarışmaya katılmadığını öğrenmiştir. Bunun üzerine Âkif’in yakın dostu Karesi mebusu Hasan Basri (Çantay) Beyden aracı olmasını istemiş, kendisi de Âkif’e bir mektup göndermiştir:

Dönemin Maarif Vekili Rıza Nur hatıralarında marş yarışmasını kendisinin açtırdığını yazar: ”Yüce ihtilal ve savaş günleri. Böyle zamanlarda milletler en güzel milli marşlarını yaparlar. Bir milli marşın güfte ve bestesini yapana beş yüz lira maddi mükâfat vereceğimi ilan ettim.”

"Pek aziz ve muhterem efendim; İstiklâl Marşı için açılan müsabakaya iştirak buyurmamalarındaki sebebin izalesi (giderilmesi) için pek çok tedbirler vardır. Zat-ı üstadanelerinin matlup (istenen) şiiri vücuda getirmeleri, maksadın husûlü için son çare olarak kalmıştır. Asil endişenizin icap ettirdiği ne varsa hepsini yaparız. Memleketi bu müessir telkin ve tehyiç [heyecanlanma] vasıtasından mahrum bırakmamanızı rica ve bu vesile ile en derin hürmet ve muhabbetimi arz ve tekrar eylerim efendim." (5 Şubat 1337 [1921] Umur-u Maarif Vekili Hamdullah Suphi)

Başvuru süresinin dolmasıyla birlikte yarışmaya gönderilen güfte sayısının 724 olduğuna dair yerleşmiş bir kanı vardır. Lâkin bu iddiayı doğrulamak mümkün olamamaktadır. Çünkü bu şiirlere dair bir vesika ‘’henüz’’ ortaya konulmamıştır. Ayrıca meclisteki tartışmalarda da yarışmaya kaç eserin katıldığına dair bir bilgi yoktur. Aksine Rıza Nur, kendisi Ankara’da iken yarışmaya otuz kadar eserin katıldığını, kendisi Ankara’da yokken Hamdullah Suphi Beyin milli marş seçimini bir ‘’oldubitti’’ye getirdiğini yazmaktadır. Bununla birlikte bir diğer sorun da şudur ki, yarışmaya bu dönemde ‘’kalem erbabı’’ diye nitelendirebileceğimiz birçok isim iştirak etmemiştir. Böyle bir durumda yarışmaya katılan 724 eserin

Maarif Vekilinin bu mektubu üzerine Âkif, Taceddin Dergâhında şiirini yazmaya başlar. Muhiddin Nalbandoğlu’nun Yusuf 29


GENCAY Hikmet Bayur’dan aktardığına göre o, Namık Kemal’deki ateşli ifadenin kendisinde olmayışından yakınırmış. Yine Hikmet Bayur’un anlattığına göre, Âkif zaman zaman dışişlerine uğrar ve yazdıklarını kendisine okurmuş. Bununla birlikte o günlerde Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde müdür olan Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Âkif’'in o günkü isyanı en iyi şekilde ifadelendiren kişi olmak için büyük bir istek duyduğunu belirtmektedir. Hâsılı kelâm, o günlerde kendisini tamamen şiirine veren Âkif’in İstiklâl Marşı, ilk defa 17 Şubat tarihinde hem Sebilürreşad hem de Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin birinci sayfasında yer almıştır. Bundan kısa bir süre sonra Kastamonu’da Açıksöz, Konya’da ise Öğüt gazetelerinde yayımlanan İstiklâl Marşı, olumlu tepkilerle karşılanmıştır.

teşkil edileceğini belirtirler. Ardından Maarif Vekâleti tarafından seçilen yedi eserden birinin okunması konusunda karar kılınır ve Hamdullah Suphi Bey söz alır. Hamdullah Suphi Bey bu konuşmasında diğer eserlerin ayrıca basılıp üyelere sunulacağını ancak kendisinin Mehmet Âkif Beyin şiirini beğendiğini ve onu okuyacağını söyleyerek şiddetli alkışlar eşliğinde Âkif’in şiirini okur. Konuyla ilgili son oturum ise 12 Mart’ta, Adnan Beyin (Adıvar) başkanlığında yapılmıştır. Zabıt ceridelerinden anlaşıldığına göre marşın seçimi kolay olmamış, gerek seçim usulüne gerekse marşın kendisine yönelik eleştiriler vuku bulmuştur. Yarışmaya ‘’M.’’ Rumuzu ile katılanın kendisi olduğunu meclis kürsüsünden beyan eden Muhiddin Baha ve yine onun meclis kürsüsünden söylediğine göre Kemaleddin Kâmi, yarışmadan çekilmişlerdir. Bununla beraber Besim Bey,‘’ısmarlama yoluyla’’ yazılan şiirlerin yaşayamayacağını söylemiş, memleketin ısmarlama şiirlere verilecek parasının olmadığını dile getirmiştir. Ardından Hacı Tevfik Bey ve Suat Bey’den Âkif’in şiirini destekleyen açıklamalar gelmiş, onlara cevabı verense halkçı ve Türkçü fikirleriyle bilinen Tunalı Hilmi Bey olmuştur:

Konu ilk defa meclisin 26 Şubat 1921 tarihli oturumunda gündeme gelmiştir. Maarif Vekâletinden gelen yazının görüşüldüğü ve seçilen marşların bastırılarak meclis üyelerine dağıtılmasının kararlaştırıldığı bu oturumda şiirlerin uzman bir heyet tarafından incelenmesi yönünde görüş bildiren milletvekilleri vardır. Kütahya milletvekili Besim Bey (Atalay) ile İzmit milletvekili Hamdi Namık Bey oturumda bu yönde görüş bildiren isimlerdendir. İlk görüşmeden 3 gün sonra, 1 Mart’ta Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında toplanan mecliste, konu yeniden gündeme gelir. Bu oturumda Karesi mebusu Hasan Basri (Çantay) Beyin İstiklâl Marşının sözlerinin mecliste okunmasına dair takriri üzerine Muhiddin Baha ve Besim Atalay Beyler konuyla ilgili bir encümen

“Arkadaşlar, mesele gayet mühimdir. Eğer bu marş milletin ruhunu kavrayabilecek bir marş ise onda ufacık bir yakışıksızlık diyelim, sonra o marş için pek büyük düşüklük verir. Biraz serbest söyleyemiyorum, kusura bakmayınız… Katiyen Hamdullah Suphi Bey’in isticaline

30


GENCAY [marşın kabulü için acele etmesine] iştirak edemem. (Biz ederiz sesleri)

arasında) Bunun üzerine Refik Şevket Bey Âkif’in şiirinin aleyhinde olanların da el kaldırmalarını istemiş, fakat yalnızca kabul edenler el kaldırdığı için aleyhte olanların kimler olduğu tespit edilememiştir. İstiklal Marşı ‘’ekseriyet-i azime’’, yani ezici çoğunlukla milli marş olarak seçilmiştir. Ardından Konya mebusu Refik Beyin önerisiyle Hamdullah Suphi Beyin kürsüden okuduğu İstiklâl Marşı, vekiller tarafından ayakta ve sürekli alkışlar arasında dinlenmiştir. Hasan Basri Beyin yazdıklarına göre, Mustafa Kemal Paşa da şiiri ayakta dinlemiş ve sürekli alkışlamıştır.

Edemem; zira bir kere bu marş milletin ruhundan doğma bir marş değildir. Milletin ruhuna tercüman olacak bir marş olmalı. (Gürültüler)’’ Bu sırada araya giren Saruhan mebusu Refik Şevket Bey, Âkif Beyin de mecliste olduğunu, kimsenin muhterem şahsiyetine tecavüz edilmemesi gerektiğini söylemiştir. Ardından sözlerine devam eden Tunalı Hilmi, şiirlerin özel bir komisyona havale edilmesini teklif etmiş, gerekirse komisyonun seçtiği şiirin şairini çağırarak bazı yerlerin değiştirilmesini isteyebileceğini belirtmiştir:

Kaynaklarda pek fazla yer bulmayan ancak yarışmaya katıldığı tespit edilen diğer altı şiir ise şunlardır:

“O özel komisyon, seçtiği manzumenin sahibini çağırır, der ki ona: Şu mısrayı çıkarsanız veya şu mealde değiştirseniz veyahut şu kelimenin bununla değiştirilmesi mutlaka gereklidir. Sahibi bu değişikliklere onay verir ve o zaman manzume daha parlak olur.”

Yıllarca altı cephede ateşle kanlara; Türk'ün hilâl-ü dinine düşman olanlara; Ceddin o; Yıldırım gibi saldın zaman zaman Yüksek başın eğilmedi bir ard cihanlara Ey kahramanlar ordusu, ey yıldırım-Şitâb. Göster cihan-ı mağribe bir kanlı inkılâb

Gürültüler ve tartışmalar arasında çeşitli önergeler verilir. Bu önergeler arasında Kırşehir mebusu Yahya Galip Beyin, Muhiddin Baha’nın yazmış olduğu şiiri kürsüden okumasını istediği önerge de vardır ve reddedilir. Yine Yahya Galip Beyin Âkif’in şiirini kürsüde okumasına dair takriri ise oylamaya konmaz. Gerçi bu sırada Âkif heyecanından yahut meclisteki tartışmalardan duyduğu rahatsızlıktan olsa gerek, salonu terk etmiştir. En nihayetinde Hasan Basri Beyin, Âkif’in şiirinin milli marş olarak kabul edilmesini öneren teklifi meclis tarafından kabul edilmiştir (gürültüler ve red sesleri

Ey mazi-i havariki bin destan olan; Garbın zalam-ı zulmüne yüz yıl kılınç salan Arslan yürekli ordu; demir giy; silah kuşan! Zira hududu kapladı ateşle kan, duman. Ey kahramanlar ordusu, ey yıldırım-Şitâb, Göster cihan-ı mağribe bir şanlı inkılâb! Arslan mücahid ordusu, ey haris-i salah Destinde seyf-i hak gibi pek şanlı bir silah Açtın sema-yı millete pür-nûr bir sabah. Atî bizim... Bizim artık vatan, zafer, felah. 31


GENCAY Ey kahramanlar ordusu; ey yıldırım-Şitâb. Göster cihan-ı mağribe bir şanlı inkılâb Mehmet MUHSİN

Tarihteki yüzümüzden. İskender HÂKİ Gözyaşına veda et Ey güzel Anadolu! Hakkını korur elbet Türk'ün bükülmez kolu

Altı bin yıl efendilik yaptın, "Kahraman Türk" idi cihanda adın. Bir ateşten siperdin İslâm'a Sönmeyen bir güneş gibi yaşadın.

Cenk ederiz genç, koca Bugün değil, yarın da Yâdımız ağladıkça İzmir ezanlarında.

Ey büyük ünlü milletim ileri! Hasmına çiğnetme koş bu şanlı yeri! Düşmanın bir cihansa dostun Hak Hakkın elbette müstakil yaşamak

Hak yolunda kan olur, Dünyalara taşarız; Ya şerefle vurulur, Ya efendi yaşarız.

Atıl, ez, vur, senindir istiklâl Ebedî parlasın şu al bayrak... Ey benim şanlı milletim ileri; Ele çiğnetme koş bu ülkeleri! M.* *= Bursa Milletvekili Muhddin Baha Bey

Her gün yeni bir hile Arkasından satıldık; Her gün yeni bir dille Yurdumuzdan atıldık

Yarışmaya (M) rumuzu ile katılmış, ancak müzakereler esnasında şiirini geri çekmiştir.

Yeter, ey Kâbe’mizi Elimizden alanlar Alıkoyamaz bizi Yolumuzdan yalanlar.

Ey Müslüman, ey Türkoğlu Açıldı istiklâl yolu Benim bu son günlerimdir, Diyor bize Anadolu.

Hangi alçak el alır, El zinciri boynuna? Kim Yunan'ı bırakır Türk kızının koynuna? Kemaleddin KÂMİ

Çek sancağı Türk ordusu Olmaz Türk'ün can korkusu Esarete dayanır mı? Türk vatanı, Türk namusu? Bu son savaş bize farzdır, Fırsatımız gayet azdır, Muzaffer ol da ey millet Altın ile tarih yazdır.

Millet aşkı, din aşkı, vatan aşkı uyansın Yurdumuza göz dikenler al kanlara boyansın Ya ben ya onlar diyen silâhına dayansın Türk oğludur bu millet Türk'ündür bu memleket Türk oğludur bu millet Türk'ündür bu memleket

Birleşelim özümüzden, Dönmeyelim sözümüzden, Hem silelim bu lekeyi, 32


GENCAY İstiklal Marşı mecliste kabul edildikten sonra Hâkimiyet-i Milliye, Gaye-i Milliye, Yeni Giresun Gazetesi, Ceride-i Resmiye gibi yayın organlarında yer almış, İstanbul’da karton kâğıda dört sayfa olarak basılmıştır. Âkif’in başyazarı olduğu Sebilürreşad, marşın seçimi haberini şöyle vermiştir:

Düşman gözü tutamaz yanar dağlar başını Bağrımızda saklarız vatanın her taşını Yurdumuza yan bakan döker gözün yaşını Türk oğludur bu millet Türk'ündür bu memleket Türk oğludur bu millet Türk'ündür bu memleket Can veririz her zaman hürriyet yoluna Ya gazi ya şehitlik ne devlettir kuluna Ata emanet etmiş namusunu oğluna

‘’Milletimizin, bütün İslâm âleminin giriştiği istiklal mücadelesini pek beliğ (anlaşılır) ve canlı bir surette tasvir ve terzim eden muhterem üstadımız Mehmet Âkif Beyefendinin mezkûr marşı, diğer marşlarla birlikte Büyük Millet Meclisinin geceki müzakeresinde mevzubahis olarak, ittifaka yakın bir ekseriyet-i azime ile pek sürekli alkışlarla kabul edilmiş ve badel kabul Maarif Vekili Hamdullah Suphi Beyefendi tarafından meclis kürsüsünden okunarak meclis yine büyük bir takdir ve alkış tufanıyla dolmuş idi.’’

Bize Türkoğlu derler Hep bizimdir bu yerler

A.S. Türk'ün evvelce büyük bir pederi Çekti sancağı hilâl-i sehari Kanımızla boyadık bahr ü berri Böyle aldık bu güzel ülkeleri İleri, arş ileri, arş ileri Geri kalsın vatanın kahpeleri

17 Mart 1921 tarihli Hâkimiyet-i Milliye gazetesi ise Âkif’in kazanmış olduğu 500 liralık ödülü Dârülmesâi’ye bağışlamasını haber yapmıştır:

Seni ihya için ey nâmı büyük Vatanın uğruna öldük öldük Ne büyük kaldı bu yolda ne küçük Siper oldu sana dağlar gibi Türk

‘’Teberru: Burdur mebusu, şâir-i muhterem Mehmet Âkif Beyefendinin Büyük Millet Meclisinde kabul edilen İstiklâl Marşı için mahsus beş yüz lira mükafât-ı nakdiyeyi müşarünileyh fakir İslâm kadın ve çocuklarına iş öğreterek sefaletlerine nihayet vermek emeliyle teşekkül eden Dârülmesâi menfaatine hediye eylemiştir.’’

Yürü ey milletin efradı yürü Ak süt emmiş vatan evlâdı yürü Vatan evlâdını kurban edeli Milletin hür yaşamaktır emeli Veremez kimseye bir Çamlıbeli Bağlanır mı acaba Türk'ün eli İleri, arş ileri, arş ileri Çiğnenir çünkü kalan yolda geri.

Âkif’in yakın dostu olan Eşref Edip’in (Fergan) yazdığına göre, Âkif’in kalmakta olduğu Taceddin Dergâhında da samimi bir tören yapılmış ve Âkif tebrikleri kabul

Hüseyin SUAD

33


GENCAY etmiştir. Kabulünün ardından marş; Farsça, Almanca, İngilizce, Fransızca ve Macarcaya çevrilerek basılmış, ayrıca bizzat Âkif tarafından marşın Farsça bir çevirisi Ankara’daki Afgan elçisi Ahmed Han’a sunulmuştur. Bununla birlikte İstiklâl Marşı mitinglerde, törenlerde okunmaya başlanmış, bilhassa meclisin yakınında yapılan I. İnönü zaferi kutlamalarında Hamdullah Suphi Bey İstiklâl Marşını binlerce kişiye okumuştur. Haberi veren gazete şöyle demektedir:

Paris Konservatuarı’na gönderilerek uzman bir heyet tarafından incelenmesi gündeme geldi. Bu durum bilhassa Türk bestekârlar nezdinde rahatsızlık yaratınca, meclis, henüz savaş devam ettiği için bu meseleyi askıya aldı. Konuyla ilgili 26 Temmuz 1922 tarihli, Karabekir Paşa’nın Rauf Beye göndermiş olduğu mektup önemli bilgiler içermektedir. Kâzım Paşa, İsmet Paşadan çalışmalarının övüldüğü bir mektup almış, bu mektup ona bir İstiklâl Marşı yapmak ilhamını vermiştir. Şunu yazmış ve bestelemiştir:

‘’Cemaat fahr u sürurdan o kadar heyecanlandı ki, bugünkü zafere ait binlerce neşideler dinlemek istiyordu.’’ İstiklâl Marşı memleketin birçok yerinde tören programlarına girerken, karikatür dergilerine de konu olmuştur. Ayrıca marşın yurtdışı elçiliklerinde de heyecan uyandırdığı anlaşılmaktadır.

‘’Ya istiklâl ya ölüm! Vatanım, milletim, sancağım, evim. İstiklâlsiz yoktur yerim. Zincir vurdurur mu Türkler boynuna? Varlığı fedadır vatan yoluna. Biz tarihin Türk dediği yılmaz milletiz. Hür yaşar, hür ölür nurlu ümmetiz.’’

İSTİKLÂL MARŞINA ELEŞTİRİLER

Karabekir’in İstiklâl Marşı, Sarıkamış’ta onun gözetiminde yayımlandığı bilinen Varlık dergisinde ve bu dergiden aktarılarak bir İstanbul gazetesinde de yayınlanmıştır.

Yazıldığı dönemden beri birtakım eleştirilere maruz kalan ve zaman zaman değiştirilmesi dahi teklif edilen İstiklâl Marşı, Milli Mücadele günlerinin bir hatırası olarak 94 yıldır korunmakta ve okullarda, törenlerde, spor müsabakalarında söylenmeye devam edilmektedir. Marşa yapılan itirazlar bestesinden güftesine, seçim usulünden içeriğine kadar geniş bir yelpaze arz etmektedir. Marşın bestelenmesine dair yapılan eleştiriler başka bir yazının konusu olabilecek mahiyette olduğu için biz yazımızda bu konuya değinmeyeceğiz. İstiklâl Marşı seçiminin ardından sıra marşın bestelenmesine gelmiş, yapılan yarışma sonucu uygun bir beste bulunamamıştı. Bunun üzerine bestelerin

Karabekir Paşa, Rauf Beye yazmış olduğu mektupta, Âkif’in şiirinin bestelenmesi için Paris’e gönderilmesiyle ilgili eleştirilerini sıralar. Ayrıca Âkif’in şiiriyle ilgili de ‘’sert’’ eleştiriler yapar. İstiklâl Harbimiz adlı eserindeki 26 Temmuz 1922 tarihli mektubunda; Âkif’in şiirinin milletin vicdanında çıkacak bir feryat olmadığını, millete ‘arkadaş’ diye hitap etmenin milletin şahsiyetini küçülttüğünü, ‘kim bilir belki yarın’ ifadesiyle millete ‘dişinizi sıkın’ nasihati verdiğini, bağımsızlığa kavuşulduktan sonra bu sözlerin bir

34


GENCAY manasının kalmayacağını belirtmiş ve eleştirilerine şöyle devam etmiştir: ‘’Düşmanlarımız ‘Türkler kabiliyetsizdir, medeniyet kabul etmez’ diye iddia ederken milletimizi ‘medeniyet canavardır’ diye bağırtmak doğru mudur? Hilale ve Cenabı Hakka münacat kısımları ilahiye yakışır, marşta maneviyatı kırar. Hüda, Cüda gibi kafiye hatırı sözleri halk söylemez. Marşın güftesi de bestesi de halkın seviye ve harsına göre olmalı. Yoksa anlamadığı, sevmediği bir şey zorla söyletilemez. Çıkacak ters sonuç düşünülmelidir ki, bu sonuç şu olabilir: Bilenler nefretle karşılarlar, itiraz tufanı durmaz, herhangi bir marş ağızlarda dolaşır.’’

İstiklâl Marşına bir diğer eleştiri Rıza Nur’dan gelmiştir. Hayat ve Hatıratım adlı eserinde kendisi Ankara’da iken 30 kadar güfte geldiğini, bunları uzman bir heyet tarafından incelettireceğini, fakat bu sırada Rusya’ya gittiği için Maarif Vekili olarak göreve başlayan Hamdullah Suphi’nin bunları dikkate almayıp mecliste Mehmet Âkif’in şiirini okuyup kabul ettirdiğini yazmaktadır. Ayrıca Âkif’in şiirinin ağır ve pek monoton olduğunu, güftesinin pek de iyi olmadığını, Fransız İnkılâbındaki Marsellaise (Marseyyez Fransız milli marşıdır.) gibi milli bir eserin vücuda getirilemediğini söylemektedir. Dönemin bu iki önemli isminin yanında marşa içerik yönünde gelen bir itiraz Nazım Hikmet’e aittir. O, ilk baskısı 1965 yılında Kurtuluş Savaşı Destanı adıyla yapılan Kuvâyi Milliye adlı eserinde (8. Bap), Nurettin Eşfak adlı bir öğretmen okulu mezunu gencin ağzından İstiklâl Marşı ile ilgili düşüncelerini sıralar:

Karabekir’e göre bir milli marşın ruhu üç noktadır: Birincisi, mukaddesatım hürdür, ikincisi esarete karşı her şeyimi feda ederim, üçüncüsü de Türklüğün ne olduğunu tarih de söyler. Karabekir mektubunda devamla bunların dışında münacat kısımları ve medeniyetin lehinde ve aleyhinde söylenen sözleri marşa yakıştıramadığını belirtmiş ve kendi yazdığı ve bestelediği marşı da sunmuştur. Yine aynı kitabında Millet Meclisinin Âkif Beyin ‘’ilahi’’ gibi şiirini İstiklâl Marşı diye kabul ettiğini ve Ankara’nın, gerek maarif programıyla gerekse İstiklâl Marşıyla dehşetli bir şekilde geriye gittiğini yazmıştır.

“Saat beşe on var. Kırk dakka sonra şafak sökecek. ‘Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak’. Tınaztepe’ye karşı Kömürtepe güneyinde, On beşinci Piyade Fırkası’ndan iki ihtiyat zabiti ve onların genci, uzunu, Darülmuallimin mezunu Nurettin Eşfak, mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak konuşuyor : -Bizim İstiklal Marşı’nda aksıyan bir taraf var, bilmem ki, nasıl anlatsam,

Karabekir’in bu eleştirileri, İstiklâl Marşı hakkında yapılmış hemen hemen en sert eleştirilerdir. Yalnız bu eleştirilerin marş konusunda Âkif’e rakip olan birinden geldiğini unutmamak gerekir.

35


GENCAY Akif, inanmış adam, fakat onun, ben, inandıklarının hepsine inanmıyorum. Mesela, bakın : ‘Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.’ Hayır, gelecek günler için gökten ayet inmedi bize. Onu biz, kendimiz vaadettik kendimize. Bir şarkı istiyorum zaferden sonrasına dair. ‘Kim bilir belki yarın…’”

yollarda duymak ve olduğuna inanıyorum.’’

beslemek lazım

Âkif’in şiirindeki ‘’Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar!’’ mısrasına yapılan eleştiriler yeni değildir. Yukarıda Karabekir’in eleştirileriyle ilgili bilgi verirken onun da buna itiraz ettiğini yazmıştık. Buna dair sıkça yapılan eleştirilere 1939’da Son Posta gazetesinde Ercüment Ekrem Talu, şöyle cevap vermiştir: ‘’Hâlbuki Âkif’in kasteylediği alelade bir medeniyet mefhumu mudur? Şüphesiz ki hayır! Onun haklı gayzını tahrik eden, o medeniyet namına bin türlü zulüm işleyen camiadan başka bir şey değildir. Ve bugün siz gelin de medeniyet âleminin tutar yerini bulursanız ona sahip çıkın (…) Uzak şarka bakın, Afrika’nın göbeğine, Akdeniz’in öbür ucuna, Orta Avrupa’ya, daha yukarıya, daha aşağıya, sağa sola göz gezdirin. Her tarafta ‘medeniyet’in, Âkif’in kastetmiş olduğu medeniyetin korkunç ve sırıtkan çehresini görür ‘’Kan! Kan!’’ diye haykıran sesini işitirsiniz. (…) Âkif onu tek dişi kalmış canavar halinde görüyordu, şimdi ise medeniyet otuz iki dişi ile birlikte sırıtıyor. Âkif bunu mu telin etmeyecekti? Yüz fabrikasından doksan dokuzunu gelecek harpte daha çok adam öldürecek vasıtalar yapmak için durmadan, dinlenmeden çalıştıran medeniyeti mi?’’ Yine aynı gazetenin 11.1.1948 tarihli sayısında ise İsmail Habib Sevük şöyle yazıyordu:

Marşla ilgili tartışmalar bazı dönemler çeşitli vesilelerle gündeme gelmeye devam etmiştir. Vatan Türküsü adıyla bir eser kaleme alan Zeki Sarıhan, kitabında bunlarla ilgili birtakım bilgiler verir. Onun verdiği bilgilere göre, 06.1.1939 tarihli Tan Gazetesinde Naci Sadullah, Âkif’in dinci bir şair olduğunu yazdıktan sonra ‘’Bazı mısraları müstesna, İstiklâl Marşını yaratan şaire o sevgi kadar büyük bir hürmetim, hatta minnetim vardır’’ demektedir. Yine aynı günkü gazetede Şefik Celal, İstiklal Marşını okurken duyduğu heyecanı şairden değil, o günlerin haşmetinden aldığını belirttir. 1943’te Behçet Kemal Çağlar, Âkif hakkında şöyle yazar: ‘’Mehmet Âkif’e gelince; bu, o müstesna, o yüksek insanlarımızdan ve sanatkârlarımızdandır ki; milletimizin en kara günlerinde mısraları imanımızın, ümidimizin birer remzi halinde dudaklarımızda yaşamış, kalbimize hakkolmuştur. (…) Yeni mücadelelerin yeni marşlarını yazabilecek bir Mehmet Âkif olabilmek için, onun o yoldaki imanı kadar asil ve derin bir imanı bu yeni

‘’Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar derken, müstevli ve emperyalist Avrupa’yı ifade ediyordu. Atatürk de onun

36


GENCAY büyük bir şair olduğunu biliyordu. Bunu İstiklâl Marşına ilişmeyişinden anlıyoruz.’’ Yine bu yıllarda Kemalist düşünce çerçevesinde yayınlar yapan Yücel dergisi, Aralık 1937 tarihli sayısında yayımlanan bir yazıda İstiklâl Marşının sözlerinin değiştirilmesini istemişti:

Milli Selamet Partisinin Konya mitinginde de marş söylenirken protestoda bulunulması tartışmalara yol açtı. Bunun üzerine basın-yayın yoluyla yapılan eleştirilerin tamamına yakınında İstiklâl Marşına saygı duyulması gerektiği, marşın Kurtuluş Savaşı yıllarında emperyalizme karşı verilen bağımsızlık savaşının marşı olduğu belirtiliyordu.

‘’Edebiyatımızın en büyük en inanlı şairlerinden Mehmet Âkif’e takdir ve hürmetlerimizi bir daha tekrarladıktan sonra konuşuyoruz: İstiklâl Marşımızın güftesi; bugünkü telakkilerimiz, hamlelerimiz ve hedeflerimiz karşısında geriden sesler halindedir. Birçok mısraları marş mıdır, dua mıdır fark edilemez haldedir. Hele, ‘medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar’ mısrasına ne buyrulur? O günkü haklı ve köpürmüş gayzın bir ifadesi, bir tarihi söz olarak mükemmel, fakat bir marş mısrası olarak hayır. Beste dünyaya yayıldı. Öğrenmesi pek güç ve Türk azim ve istiklalini anlatmaya pek liyakatsiz olmakla beraber onu muhafaza etmemiz belki lazımdır. Fakat güfteyi değiştirmekte hiçbir mahzur yoktur, hatta geç kalınmıştır. Değiştirmek muhakkak lazımdır, zaruridir kanaatindeyiz.’’

İstiklâl Marşına bir başka eleştiri de içinde geçen ‘’ırk’’ ve ‘’millet’’ kelimelerinden dolayı gelmiştir ve zaman zaman da gelmeye devam etmektedir. Âkif’in İstiklâl Marşı’nda kullandığı ‘’ırk’’ kelimesi, köken itibariyle Arapçadır ve Türkçe karşılığı ‘’soy’’dur. Bu soydan kastın da Türkler olduğunu söylemeye –zannederim- gerek yoktur. Âkif, İslâmcı bir şair olduğundan dolayı kimi gruplar ‘’ırk’’ kelimesinden kastın ‘’millet’’ demek olduğunu, esas itibariyle Arapça bir kelime olan milletin de ‘’din’’ birliğini işaret ettiğini belirtmektedirler. Ancak şimdiye kadar ne Arapça'da, ne de Osmanlıca'da ırk sözcüğü ile "din birliği" ya da "din" vurgusu olduğu görülmemiştir. Zâten Âkif, milleti kastedecek olsa idi, bunu ırk sözü ile yapmazdı. Bir başka grup ise Âkif’in kullandığı bu ifadeden dolayı İstiklâl Marşının ırkçı öğeler içerdiğini belirtmekte ve marşa karşı çıkmaktadırlar. Oysa Âkif’in bütün Müslümanları bir millet olarak gördüğünü –ki o milliyet kelimesi yerine kavmiyyeti kullanır-, İslâm birliğini savunduğunu, Türkiye’yi İslâm’ın son kalesi olarak gördüğünü belirtmek gerekir. Dolayısıyla bu eleştirilerin hiçbir tutar yanı yoktur. Neticede bu gibi polemiklerin önünü almak için 1982 anayasasının 3. maddesine "Türkiye Devleti'nin milli

Yücel dergisinin bu girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. Âkif’i ‘’gerici’’ olarak nitelendirenlerin bile çoğu İstiklâl Marşında Türk milletinin haklı isyanının dile getirildiğini, marşın İstiklâl Harbinin bir anısı olarak korunması gerektiğini dile getirdiler. Fakat ne yazık ki marş hakkındaki tartışmalar çeşitli vesilelerle yeniden gündeme geldi. Bu konuda yapılan en büyük ikinci tartışma, 1979 yılı öğretim yılı açılışında ODTÜ’lü bir grup gencin ayağa kalkmayıp Enternasyonal Marşını okumalarıyla alevlendi. Aynı günlerde 37


GENCAY marşı 'İstiklal eklenmiştir.

Marşı'dır"

bendi

söyledikten sonra “bu milletten asla unutmamasını istediğim mısralar işte bunlardır.” dediğini unutmamalıdır.

Sonuç olarak, milletlerin derin sancılar geçirdiği dönemlerde kaleme alınan milli marşlar, ‘milli mutabakat metinleri’ olarak korunmalıdır. İstiklâl Marşı, Türk milletinin ölüm-kalım savaşının isyanını dile getiren bir hamaset ve belagat harikasıdır. Dolayısıyla o bize İstiklal Harbinin yadigârıdır. Nasıl ki bir evlat, babasının mirasına sahip çıkıyorsa, Türk milleti de Büyük Âkif’in ve İstiklâl Harbi kahramanlarının kendisine bıraktığı bu mirasa sahip çıkmalıdır. Orhan Okay’ın deyimiyle, ‘’Mehmet Âkif Türk şiirinin Mimar Sinan’ı, İstiklâl Marşı da Selimiye’si’’dir. Türk milleti Atatürk’ün İsmail Habib Sevük’e, İstiklâl Marşı’nın en beğendiği beytinin “Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet/Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklâl” olduğunu

KAYNAKÇA AYVAZOĞLU, Beşir, İstiklal Marşı Tarihi ve Manası, Tercüman Gazetesi Yayınları, İstanbul, 1986. HİKMET, Nazım, Kuvâyi Milliye, Yapı Kredi Yayınları, 16. Baskı, İstanbul, Şubat 2012. KARABEKİR, Kâzım, İstiklâl Harbimiz, c. 2, Yapı Kredi Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, Nisan 2012. NUR, Rıza, Hayat ve Hatıratım, c.3, Altındağ Yayınevi, İstanbul, 1968. SARIHAN, Zeki, Vatan Türküsü, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2002. OKAY, M. Orhan, ‘’İstiklâl Marşı’’, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 23, TDVİA Yayınları, İstanbul, 2012. TBMM I. Dönem Zabıt Ceridesi, c. 9. TBMM I. Dönem Zabıt Ceridesi, c. 14. TBMM I. Dönem Zabıt Ceridesi, c. 23.

38


GENCAY

BİR AYRILIK BİR YOKSUZLUK BİR ÖLÜM Canan CAVŞAK “Derde düştüm dermanımı aradım, derdimin dermanı yar imiş meğer yâri ararken yardan ıradım, yardan ayrı kalmak zor imiş meğer.”

meyve vermesidir. Acaba bir dil, türküsüz nasıl yaşar? Türkülerini sevmeyen bir kişi nasıl Türk kalabilir? Bir millet türküsüz olabilir mi? Ah bizim kınalı, ah bizim allıpullu türkülerimiz… Onlar bizim boy aynamız, vekârımız, şah damarımızdır. Adımız, andımız, maksadımız, ağız tadımızdır. Bütün dünyayı güzelleştiren sesimizdir bizim… Yüzyıllardan beri Altaylar’dan Tuna’ya uzayan nefesimizdir. Anadolu toprağını biraz da onlarla vatan yaptık. Dağımıza, bağımıza, havamıza, suyumuza onlarla nakış vurduk. Sevdamızı-öfkemizi onlarla duyurduk. Acımızı-sevincimizi onlarla dile getirdik. Gidenlerimizi onlarla uğurladık, gelenlerimizi onlarla kucakladık. Bu bakımdan türkülerimiz bizim sedef çerçeveli boy aynalarımızdır.” (1).

“Yüce dağ başında yanar bir ışık, düşmüşem derdine olmuşam âşık.” sözleriyle insanı mest eder türküler. Gönül mürekkebinden damlayanlar türkülerle can bulur. Hayatımızda ne varsa türkülerde de o vardır; aşk, ölüm, ayrılık, gurbet, hasret, vatan için şehit düşenler, bahtı kara gelenler, neşe, mutluluk ve daha birçok şey. En değerli hazinemizdir türküler; samimidir, içtendir; eskimezler, yitip gitmezler, yüzyıllardır türkülerle ağlar, güler, sevinir, kederlenir, coşarız. Haritalardaki sınırları aşar türküler; Yemen’e, Selanik’e, Kerkük’e uzanır kimi zaman. Tarihin de yakın tanığıdır türküler; Yemen’e gidip dönmeyenleri, Bağdat’ın kapısını açan Genç Osman’ı, Çanakkale içinde vurulan kınalı kuzuları, Sarıkamış’ta kar altında yatan Mehmed’i söyler. Tezenenin sazın teline vuruşuyla, davulun tokmağının çırpısıyla uyumuyla, zurnadan gelen haykırışla, kavalın feryadıyla bütün duygular kulaktan girip ruhun derinliklerine ulaşır. Türküler Anadolu insanının ruhundan doğar ve Türkçe’den beslenir. Yavuz Bülent Bakiler şunları söylemiştir türkülerimiz için: “Türkülerimiz, dilimizin çiçek açması,

Doğal olmasının yanında sözleriyle söyleyeninin içinden taşanları zamana meydan okuyarak bizlere ulaştırır, bir ulu çınar gibi dimdik ayakta durur türküler. Şiirin hasını ayak seslerinde tanıyan Bedri Rahmi Eyüboğlu ise şöyle söyler: 39


GENCAY “Ne zaman bir köy türküsü duysam, şairliğimden utanırım…

diyarından ayrılan aşıkların kaleminden dökülenler dillerden düşmez olur; ama aşık, bir yandan da açılan yarasına bir merhem aramaya devam eder; belki derdimize çare bir çiçek…

Ah bu türküler, türkülerimiz, ana sütü gibi candan, ana sütü gibi temiz Türkülerde tüter dağ dağ, yayla yayla, köyümüz köylümüz memleketimiz…

Anadolu insanı gerçek hayatta yapamadığı birçok şeyi de sürrealist bir yaklaşımla – ancak sanatsal bir kaygıyla değil de ruh dünyasının yansıması olarak- türkülerinde yapmıştır. Bir of çekerek dağları devirmiş, yarini keklik, ceylan yapmış, mandayı söğüt dalına çıkarmış; bülbül, turna veya sunaya derdini anlatmıştır. Çoğu zaman sevgilinin gözleri ceylana, boyu sunayaselviye, kaşları yay-hilal-kalem veya kemana, kirpikleri ok, burnu fındık, yüzü ise güneşe-aya benzetilmiştir. Türk kültürü için önemli bir yere sahip turna ile sılaya selam göndermiştir (2);

Ah bu türküler, köy türküleri, Dilimizin tuzu biberi…” Yurdumun her köşesi, bilhassa bozkırlarda hafiften bir rüzgar eser türkülerin sesinden. Gesi bağlarından, Kütahya’nın pınarlarına; Urfa dağlarından, Karadeniz yaylalarına uzanır ve sabahın seherinde Ankara’nın ayazında şu dizeler takılır aklıma; “Dün gece yar hanesinde yastığım bir taş idi,

“Allı turnam bizim ele varırsan

Üstüm yağmur, altım çamur yine de gönlüm hoş idi…”

Şeker söyle, kaymak söyle, bal söyle. Eğer bizi sual eden olursa Boynu bükük, benzi soluk yar söyle…” Turna gibi seher yeli de nazlı yar ile arasında aracı olmuştur; “Seher yeli nazlı yâre, bildir beni bildir beni…” Bülbül ile dertleşmiş; “Neden garip garip ötersin bülbül, Yoksa sen de bahtı kareli misin?

Bir gönüle aşk girince yürek yaralar, cam kırığı gibi batar türküler, bazen de hasretle yanan gönüllere su serper, nazlı yardan haber getirip dertlere derman olur türküler. Yazları kışa çeviren Leyla’ya, ahu gözlü bir dilbere vurulan, halis gevheri yarda bulan bir garibin; bahtı ervah-ı ezelden kara yazılan, yarinden yar

Bilmem feryat edip coşarsın bülbül, Sen de benim gibi yareli misin?” Bülbülün güle benzetmiştir;

40

aşkını

kendi

aşkına


GENCAY göçüp giden, gönül telimizi titreten tüm ustaların ruhları şad olsun.

“Bülbülün gül için zar-ı misali Kerem’in bağrının nar-ı misali

Türkülerden söz edip de benim için yeri ve değeri -birçok kişi için de öyle olduğunu düşündüğüm- apayrı olan büyük usta Neşet Ertaş’ı elimizden geldiğince anmamak olmaz.

İnler garip gönlüm arı misali Tadına doyulmaz balımsın benim.” Aşkın çaresizliğini, çekilen ıstırabı anlatmak için de Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin hikâyelerine başvurulmuştur çoğu zaman; “Mecnunum Leylam’ı gördüm Bir kerece baktı geçti Ne sordu ne de söyledi Kaşlarını yıktı geçti.” “Aslı isen Kerem’i bul

Neşet Ertaş diplomayla olunamayacak kadar iyi bir sosyologdur. “Can yakıp da kalp kırma, senin de gül benzin solacak bir gün, her canlının kalbi Allah’a bağlı, herkes ettiğini bulacak bir gün.” sözü bunun en güzel örneklerinden biridir. Böyle cümlelerin kaynağı eğitim değil, şu yalan dünyada geçen çileli bir ömürdür. Varlıkyokluk için ise şöyle söylüyor: “Biz doğduğumuzdan beri yoksulduk, varlığı görmedik ki yoksulluktan şikâyet edelim.” (3). İşte yoksuzluk dediği şey tam da budur.

Derde derman vereni bul Garip gibi viranı bul Sar beni beni beni.” “Eyüp dert elinden ne hale gelmiş Hüseyin aşkına başını vermiş Ferhat Şirin için dağları delmiş Nesimi yüzülmüş yarin aşkına.” Sözün özü, türkülerin yeri hep ayrı olmuştur bizim için; çünkü türküler Türk’ü söyler, Türk’ü yansıtır. Hayatın acı tatlı bütün anları, en saf halleriyle yansır türkülere. Sevdalarımızı, hasretlerimizi, sevincimizi, üzüntümüzü taşır heybesinde. Bu yüzdendir vazgeçilmez oluşu. Birbirinden kıymetli o kadar çok türkümüz, aşığımız var ki hepsini birden anlatmaya sayfalar yetmez. Bizlere bu kıymetli mirası bırakan, bu dünyadan

Neşet Ertaş’ın bu kadar kıymetli olmasının sebeplerinden biri, abdal geleneğinden geliyor olmasıdır (4a). Babası Muharrem Ertaş’ın “sazımın emaneti” dediği Neşet Ertaş babasından gördüklerini kendine has bir tavır ve üslupla harmanlamıştır. Neşet Ertaş babasından aldığı emanetin hakkını verir ve gönlünün emrinde yürüyen parmakları bağlamanın teline 41


GENCAY vurdukça insanı başka diyarlara alır götürür.

Doğuştan aşık olduğunu, 13-14 yaşlarına gelene kadar bazen Kerem bazen Mecnun olduğunu söyleyen Neşet Ertaş, hayatının akışını değiştirecek aşka Ankara’da düşer ve türküler yaktığı Leyla’sına kavuşur (5c). O Leyla’sında hem Leyla’sını hem Mevla’sını arar. Gençliğinde Leyla’sına yazdığı türküler olgunluk döneminde Mevla’sına yönelir (6a).

Bir diğer önemli yönü ise Anadolu insanı olarak taşıdığı duyarlılık ve aldığı terbiyenin onun ruhuna yansımasıdır. Yoksullukla, zorluklarla geçen ömrü onun insan sevgisini azaltmamıştır. “Gönülden gönüle bir yol vardır bilinmez.” diyerek bir iletişim formülü vermiştir aslında (4b).

“Neşet için aşk, insan olmakla özdeştir. Ona göre insan, aşık olunması ve aşık olması zorunlu varlıktır. Önemli olan insanın bunu fark edebilmesidir. Bunu fark edemeyen insani niteliklerinden yoksun olarak sürdürür yaşamını ve bu kimsenin bir ottan ya da hayvandan farkı yoktur. ‘Ben aşığım, sevgiyi kendimde, özümde, ruhumda, beynimde, fikrimde, aklımda, mantığımda aradım; insanda buldum sevgiyi…’ ” (6b).

Tam bir gönül adamıdır; ama gariptir, garip gönüllüdür. Şahit olduğu bir olay üzerine yazdığı ilk bestesi olan “anam ağlar başucumda, oturur köy odasında” diye başlayan türkü için babasına bu türküye ne diyeyim dediğinde baba Muharrem Ertaş; “Bize garip derler, zaten gönül de garip.” der. Ondan sonra da Neşet Ertaş bütün türkülerinde garip mahlasını kullanmaya başlar (5a). Gariptir, bütün abdallar gibi çalgıcılık dışında bir iş bilmez. Bir gün bir kıza gönül verir, babasını dünür gönderir. Kızın babası ancak göçebelikten cayıp yerleşik bir hayata geçerse olur der;ama , kızını vermek istemez. Dillere pelesenk olmuş bir sözün anlamını o gün daha iyi öğrenir Neşet Ertaş. Neşet Ertaş bu durumu şöyle anlatıyor: “Kızın gönlüne bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya diyerek bizi aşağıladılar. Bu günahtan kurtulması lazım bu memleketin.” ve ekliyor: “Yarin aşkıyla arttı hep derdim, babamı bir yare dünür gönderdim, başlığı çok istemişler haberini aldım, istemiyorsan yarim bildir.” (5b).

Neşet Ertaş ile Leyla Ertaş 10 yıl süren evliliklerinin ardından ayrılırlar. Bu ayrılık Neşet Ertaş’ı sanatının zirvesine çıkarır ve en güzel türkülerini o zaman söyler; kendim ettim kendim buldum, hata benim günah benim suç benim, evvelim sen oldun ahirim sen, yazımı kışa çevirdin. 42


GENCAY “Son nefesime kadar sizlerleyim, ayaklarınızın turabıyım, gönüllerinizin hızmatçısıyım, dertlerinizin ortakçısıyım.” diyen Neşet Ertaş için ayrılık vakti yaklaşır artık. Bir türküsünde “insan ölür amma uruhu ölmez” diyen Usta, ölümün tensel bir ölüm olduğunu da bilir.

Hasret etti bizi kavim gardaşa, Bir ayrılık bir yoksuzluk biri de ölüm. Nice sultanları tahttan indirir, Nicesinin gül benzini soldurur, Nicesini gelmez yola gönderir, Bir ayrılık bir yoksuzluk biri de ölüm.” Kaynaklar: 1. Bingöl, İ. (2010); “Bu İsimsiz Paramparça Türküler” iç. Ay Vakti Düşünce-Kültür ve Edebiyat Dergisi 2. Kurt, N. (2011); “Türkülerin Anlam Dünyası – Türkü Metinlerinde Sürrealist Yaklaşımlar ve Benzetmeler” Malatya Türk Halk Müziği Sempozyumu Bildirisi 3. Yıldırım, F. (2014); “Bu Bir Neşet Ertaş Yazısı”

Doğduğu yer itibariyle hem garipti hem de gurbetteydi; ama artık göçebelik ve gurbet bitmişti. Sevdasıyla olgunlaşan türküleri ve bozlakları onu ulaşılması gereken yere çoktan ulaştırmıştı ve kara taşa hazır olmanın rahatlığındaydı, bir kez daha söyledi Usta (6c):

4. Dağtaşoğlu, E. (2012); “Okan Murat Öztürk: ‘Neşet Baba Türkiye İçin Bir İnsanlık Dersidir.’ ” 5. Can Dündar, Garip: Neşet Ertaş Belgeseli 6. Çiçek, D. (2012); “Neşet Ertaş; Leyla'dan Mevla’ya Bir Garibin Gönül Yolculuğu” iç Dünya Bülteni

“Bakılmaz mı gözden dökülen yaşa, Gör ki neler geldi bu garip başa,

43


GENCAY

millikanal.com

44


GENCAY

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN KİTABINI MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.