Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

Page 1


www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22


GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 4 Sayı 40 - Mayıs 2015 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com

TÜRK DİLİ HANGİ DİL AİLESİNE MENSUPTUR / Nami Cem İYİGÜN MÜZMİN MUHALİF / Ragıp REİS BÜYÜKLER VE KÜÇÜKLER / Dilek AKILLIOĞLU TURANSIZ TURANCILAR / Mahmut Esad KIRAÇ KUYUDAN ADAM ÇIKARMA - İNÖNÜ BAYAR GÖRÜŞMESİ / Çağhan SARI BİR MAYIS DEĞERLENDİRMESİ / Sertaç EKEMEN TÜRK DÜNYASININ ENTEGRASYONUNDA DİLİN ROLÜ / Ahmet Bican ERCİLASUN


GENCAY

TÜRK DİLİ HANGİ DİL AİLESİNE MENSUPTUR? Nami Cem İYİGÜN Tarih öncesi devirlerden beri var olan ve ana iskeletini korumak kaydıyla 21. yüzyıla ulaşabilen az sayıdaki dilden biri konumunda bulunan Türkçe, uzun geçmişte olduğu gibi günümüzde de Kuzey Buz Denizi’nden Hindistan’a ve Çin’den Avrupa içlerine uzanan yaklaşık on iki milyon kilometrekarelik coğrafya üzerindeki en geçerli dildir. Sibirya’da orman avcılığı yapan bir Yakut ile bozkırlarda hayvan yetiştiriciliği yapan bir Kırgız, Altaylı bir şaman ile Azerbaycanlı bir imam ya da milat öncesine ait bir Hun savaşçısı ile 16. yüzyılda Avrupa’da savaşan bir Osmanlı paşası arasında ortak olan ve onları aynı kültürün çocukları kılan yegâne şey Türkçe’dir.

Ural-Altay Dil Ailesi Teorisi “Ural-Altay dilleri” tabiri Macarca, Fince, Estonca, Türkçe, Moğolca, Tunguzca ve başka birkaç dili daha içine alan dil ailesinin genel adı olarak kullanılmaktadır. Günümüz dilbilimcilerinin büyük bölümünce reddedilen Ural-Altay dil birliği görüşü, karşılaştırmalı dil incelemelerinin gelişmeye başladığı 18. yüzyıl ortalarında tartışmaya açılmış ve popülaritesini bir müddet muhafaza etmeyi başarmıştır. Sibirya bölgesinde konuşulan Türk, Fin, Moğol ve Tunguz lehçeleri arasında tespit ettiği zamir ve şahıs eki benzerliklerine dayanarak UralAltay dillerinin aynı ana dilden geldiği yönünde görüş dillendiren ilk kişi İsveçli bilimci Johan von Strahlenberg’tir. Bölgedeki tüm halkları “Tatar” olarak adlandıran Strahlenberg, bunları Fin-Ugor, Türk-Tatar, Moğol-Mançu, Samoyed, Tunguz ve Karadeniz-Hazar olmak üzere altı bölüme ayırmıştı. Strahlenberg ve onun fikirlerini takip eden diğer araştırmacılara göre başlangıçta tek bir dil olan Ural-Altayca, M.Ö. 10.000’lerde Uralca ve Altayca olmak üzere iki farklı dile, Altay dil birlikteliği M.Ö. 6000 civarında TürkMoğolca ve Tunguz-Mançuca olarak iki dile ve nihayet Türk-Moğol ortak dili de M.Ö. 4000’e doğru Türkçe ve Moğolca şeklinde iki dile bölünmüş olmalı idi.

Türkçe’nin hangi dil veya dillerle akraba olabileceği meselesi, bilim adamlarını çok uzun zamandır meşgul eden konulardan bir tanesidir. Son iki yüz yıllık süreçte Türkçe’nin hiçbir dille akrabalığı bulunmadığı ve kendi başına bir dil ailesi teşkil ettiği görüşünden Sümerce, Etrüskçe, Kızılderili ve Hint-Avrupa dilleri ile akraba olduğu ve daha da abartılı olarak bütün dünya dillerinin Türk dilinden köken aldığı görüşlerine varıncaya dek pek çok farklı görüş ileri sürülmüştür. Bunların en çok rağbet gören ve üzerinde durulanı ise Türkçe’yi UralAltay üst ailesi ve Altay alt ailesi içerisinde sınıflandıran yaklaşım biçimi olmuştur.

1


GENCAY Eski araştırıcıları Ural ve Altay dillerinin aynı ana dilden kaynaklandıkları görüşüne iten temel benzerlikler arasında ses uyumu, gramatikal cinsiyetin (erillik/dişillik) mevcut olmaması, kelime yapım ve çekimlerinin eklerle sağlanması, isimlerin çekiminde iyelik eklerinin kullanılışı, eylem biçimlerinin zenginliği, öneklerin yokluğu, soneklerin varlığı, söz diziminde tamlayanın tamlanandan önce gelmesi, sayı sıfatlarından sonraki ad öğesinin çokluk eki almaması, karşılaştırmalarda üstünlük derecesinin ayrılma durumunun “-den/-dan” eki ile ifade edilişi, ek eylem olarak “sahip olmak” kalıbı yerine “olmak” fiilinin kullanılması, olumsuzluğu gösteren özel eylemlerin bulunması, soruların ekle yapılması ve cümle bağlayıcısı olarak eylem biçimlerinin kullanılması gibi bir dizi karakteristikten bahsedilebilmektedir. Ural ve Altay dilleri arasında bazı düzenli ses denklikleri bulunduğunu kanıtlamaya yönelik etimoloji çalışmaları da yapılmış ve bu dillerin sözcük haznelerinde yüzlerce eşdeğer sözcük tespit edilmiştir.

olabileceği düşünülmektedir. Nitekim dillerin birbirlerine benzeme nedeninin illa ortak bir ata dilden gelmeleri değil, komşu bölgelerde konuşulmaları da olabileceği ve komşu dillerin her birinin kademeli olarak komşusuna benzediği bir birleşme zinciri kurarak devasa coğrafyaları kaplayan çeşitli dil grupları meydana getirebilecekleri bilinmektedir. Bu bağlamda tüm Ural-Altay dillerinin hem konuşmacı sayısı ve hem de coğrafi dağılım açısından en yaygın kolunu oluşturan Türkçe’nin iki büyük dil öbeği arasında bir taşıyıcı köprü vazifesi görmüş olması ihtimal dâhilindedir. Altay Dil Ailesi Teorisi “Altay dilleri” tabiri yaygın görüşe göre Türkçe, Moğolca ve Tunguzca’yı; daha az savunulan bir diğer görüşe göre de Türkçe, Moğolca, Tunguzca, Korece ve Japonca’yı içine alan dil ailesinin genel adı olarak kullanılmaktadır. Ural ve Altay dillerinin akraba diller oldukları tezini çürütüp Altay dillerinin ayrı bir dil grubu teşkil ettiğini ispatlayan ünlü Finlandiyalı Türkolog Gustav John Ramstedt’in ilham kaynağı, 19. yüzyılın önemli dilbilimcilerinden Wilhelm Schott’un Çuvaşça konusunda yaptığı bir araştırma olmuştur. Bilindiği üzere iki dilin birbiriyle ilişkili olduğunu ispatlayabilmenin yolu, her iki dilde de kurallı olarak işleyen ses denkliklerinin bulunmasından geçer. İşte Alman araştırıcı Schott, Çuvaşça’nın bir Türk dili/lehçesi olduğunu “z~r” ve ş~l” ses denkliklerini ortaya çıkartarak ispat etmiştir. Altay dil ailesi teorisinin kurucusu sayılan Ramstedt ise, Schott’un ortaya koyduğu Genel Türkçe-Çuvaşça ses denkliklerinden yola çıkarak Moğolca ile Türkçe arasında

Fakat Ural-Altay dilleri arasındaki benzerliklerin birçok tarihi tabakası oluşu hemen dikkati çekmektedir. Ayrıca nesilden nesile değişmeden intikal etmesi beklenen en temel bazı anlamlar (mesela sayı adları ve zaman terimleri) ile yaygın fiil, nesne ve kavramları karşılayan sözcüklerin (almak-vermek, iyi-kötü gibi) tam olarak ayrı oldukları da belirlenmiştir. İşte bu sebeplerden ötürü Ural-Altay köken birliği fikri eskiden olduğu kadar ateşli bir biçimde savunulmamakta ve söz konusu yakınsamanın halkların henüz oluşum safhasındaki yahut ondan sonraki sıkı temasları yoluyla meydana gelmiş 2


GENCAY da aynı ses denkliklerinin mevcut olabileceğini düşünecek ve yaptığı tetkikler sonucu düşüncesini kanıtlayacaktır.

olmayan (büyük olasılıkla erken KoreJapon dili ile bağlantısı bulunan) başka bir dil konuştuklarını savunmaktadırlar. Hakikaten gerçek bir dil ailesinin davranması gerekenin tam tersine Altay dillerinin geriye doğru gidildikçe birbirlerinden uzaklaştıkları ve günümüze doğru gelindikçe birbirlerine yaklaştıkları gözlenmektedir. Bu açıdan Altay dil ailesi teorisi de tıpkı Ural-Altay dil ailesi teorisi gibi köken birliği kanıtlanmış bir aileyi ifade etmekten çok jeokültürel bir olguya işaret etmekte ve tarihte birbirleriyle ilişkide bulunmuş bir grup dil cemaati ile ilgili çalışma hipotezi olarak öne çıkmaktadır. Tabii her bilim dalında olduğu gibi dilcilikte de tasnif işinin büyük araştırma kolaylığı sağladığı göz önünde tutulduğunda Türkçe’nin dünya dilleri içerisinde belli bir dil ailesi altında mütalaa edilmesi gerekecektir ve şu durumda Altay adıyla kurgulanan dil ailesi hala en makul seçenektir.

Altay dillerinin yapısal manada birbirine çok benzeyen diller oldukları ve o bakımdan bir dil grubu oluşturdukları görüşü genel kabul görmekle beraber, bu dillerin aynı kökten türemiş akraba diller oldukları ve aralarında dilbilimsel bir genetik bulunduğu tezinin pek kabul gördüğü söylenemez. Hatta Sir Gerard Clauson ve Gerhard Doerfer gibi akrabalık fikrini tümüyle reddeden bazı Avrupalı Türkolog ve Mongolistler, Altay dilleri arasındaki mevcut benzerliklerin 13. yüzyıl öncesinde Türkçe’den Moğolca ve Tunguzca’ya geçen alıntılar olduğunu düşünürler. Diğer bir yorum, Türkçe’ye en yakın gözüken Altay dili olan Moğolca’nın doğrudan doğruya karma bir dil olduğu ve Tunguzca’nın da Moğolca’dan etkilenerek Türkçe’ye benzediği yönündedir. Karma diller genellikle iki dilin karışmasından oluşmakta ve başlangıç safhasında melez olan bu diller ilk nesillerin çocuklarında birer tabii dil halini almaktadır. Karma dillerin iki katmanı olup, yerlilerin kadim dili (Moğolların en eski atalarının dili) alt katmanı ve onun üstüne gelen dil (Türkçe’ye ait gramer unsurları, kelimeler, ekler) üst katmanı teşkil etmektedir. Melezlik fikrini paylaşan araştırmacılar, Türklerle uzun süre bir arada yaşayan Moğolların dilinin de bilinen yazılı metinlerinden çok önce Türkçe ile etkileşerek karma bir dil şekline büründüğü ve tarihi metinleriyle birlikte bugün Moğolca olarak bildiğimiz karma dilin ortaya çıkışından çok daha önce Moğolların atalarının Türkçe ile akraba

Altay Dillerinin En Belirgin Ortak Özellikleri Altay dilleri, aralarındaki önemli ses denkliklerinin yanı sıra birçok ortak özelliğe de sahip bulunmaktadır. Bu dillerin hepsinde ses uyumları vardır. Bir kelimedeki ünlüler ile kalın ve ince varyantları da bulunan “g”,”k”,”l” gibi sesler daima ya kalın ya da incedirler (eller-im-den; kol-lar-ım-dan). TunguzMançu dillerinde kimi kalın ve ince ünlü çiftlerinin kaynaşması sonucu kelime köklerinde kalınlık-incelik uyumu bozulmuş ve fakat eklerdeki uyum korunmuştur (biya–bıyaga). Dudak uyumu Türkçe ve Moğolca’ya mahsus olup, 3


GENCAY sonradan gelişen bir özelliktir. Türkçe bir kelimede dar bir ünlü kendinden önce gelen hecedeki ünlüyle düzlük-yuvarlaklık bakımından uyumludur (ev-in; göl-ün). Keza Moğolca’da da geniş ünlülü bir heceden sonra yine geniş bir ünlü gelmektedir (ger-es; noyon-ös).

bildiren sayılardan sonra gelen isimler çokluk eki almaz. Ayraç ve bağlaç zenginliği, yan cümlelerin ana cümleye kolay bağlanış ve ana cümleden kolay ayrılışını sağlar. Başka bir sözcükle ilişkili olan her sözcüğün tümce içinde söz konusu sözcükten önce yer alması, birbirlerine bağlı sözcük kümelerinin sıra bakımından tek sözcük gibi ele alınması, ad ve fiil çekimlerinin tek bir kipinin bulunması ve dilbilgisi istisnalarına hemen hiç rastlanmaması Altay dillerinin kuralcı diller olduğunu kanıtlar. Listeye başka dillerde konuşmaya başladıktan sonra ve hatıra geldikçe yeni fikirler karıştırılmasına yarayan birtakım cümle içi bağlantı ekleri benzerlerinin Altay dillerinde yer almamış olması da ilave edilebilir ki, bu da Altay dillerinde doğru bir cümle söyleyebilmek için konuşmadan önce iyi düşünmek gerektiğini ihtar eden bir tür disiplin belgesidir.

Altay dilleri bitişken/eklemeli diller grubuna girerler. Bu dillerde yeni kelimeler kelime köklerine ek getirmek suretiyle türetilmekte ve birkaç ek arka arkaya gelebilmektedir. Cümlenin öğeleri arasındaki dilbilgisel ilişkiler de ekler yardımıyla gösterilir (ev-in kapı-sı). Bir ekin çoğunlukla tek bir anlamı veya işlevi bulunur ve birleşme yerleri açıktır. Arapça’daki gibi ek sınırlarının tespitini zorlaştıran kaynaşmalar yoktur. Altay dillerinde öteki eklemeli dillerden de farklı olarak kelime önüne veya içine eklenen önek ve içekler bulunmamakta, yalnızca sonekler kullanılmaktadır. Sözcük sonlarına eklerin muntazam bir dizi halinde ilavesi ile gelişen söz üretimi, genellikle tek heceli ve basit yapılı olan köklerden birçok sözcük yaratılabilmesi (göz > gözlük > gözlükçü > gözlükçülük), başka dillere kolay kolay çevrilemeyecek kompleks eylem sözcükleri türetilebilmesi (düşüvereyazdım) ve tek sözcüklü tümceler oluşturulabilmesine (Türkleştiremediklerimizdensiniz) imkan verir. Altay dillerinde söz dizimi, diğer deyişle normal bir cümledeki unsurların sıralanışı özne–nesne–yüklem şeklindedir. Tamlamalarda tamlayan tamlanandan önce gelir. Sıfat tamlamalarında tamlayan ile tamlanan arasında hal, cinsiyet ve sayı bakımından bir uyum bulunmaz. Çokluk

Kaynakça: Clauson (S.G.), “The Case Against the Altaic-Theory”, CAJ2, 1956 Doerfer (G.), “Temel Sözcükler ve Altay Dilleri Sorunu”, TDK Belleten, 1980-1981 Ercilasun (A.B.), “Türkçenin En Eski Komşuları”, DilDestan-Tarih-Edebiyat, Akçağ Yayınları, 2007 Kafesoğlu (İ.), “Türk Milli Kültürü”, Ötüken Neşriyat, 1997 Kolcu ve Diğerleri, “Türk Dili”, Umuttepe Yayınları, 2010 Ramstedt (G.J.), “Über die Zahlwörter der Altaischen Sprachen”, 1905 Roux (J.P.), “Türklerin Tarihi-Pasifik’ten Akdeniz’e 2000 Yıl”, Kabalcı Yayınevi, 2007 Schott (W.), “Versuch Über Tatarischen Sprachen”, 1836 Strahlenberg (P.J.V.), “Das Nurd und Östliche Theil von Europa und Asia”, 1730 Toman (H.T.), “Konuşan Türkçe”, Kent Kitap, 2010

4


GENCAY

MÜZMİN MUHALİF: OSMAN BÖLÜKBAŞI VE BİZE ANLATTIKLARI Ragıp REİS Türkiye’nin demokrasi macerası aşağıyukarı 70 yıllık bir geçmişe dayanıyor. 27 yıllık tek parti iktidarının ardından 1950 yılında ‘’Beyaz İhtilâl’’ diye adlandırılan seçimle birlikte Demokrat Parti’nin iktidarı devralması, demokrasi tarihimizde bir dönüm noktası oluşturuyor ve sessiz milyonlar ilk defa yönetimde ‘’Ben de varım!’’ diyor. İşte yazımıza konu olan şahsiyetin siyaset macerası da aşağıyukarı bu devre denk düşüyor. Kimdir Osman Bölükbaşı? Kıymet-i harbiyesi nedir? Evvelâ kendisinden kısaca bahsedelim, ardından da 7 Haziran seçimlerine kısa bir süre kala Osman Bölükbaşı’nın bize hatırlattıklarını anlatalım.

bölümünden mezun oldu. Yurda döndükten sonra Kandilli Rasathanesi müdürü Fatin Gökmen’in asistanı olarak çalışmaya başlayan Bölükbaşı’nın kaderi, Gökmen’in onu DP’nin kurucularından Fuad Köprülü ile tanıştırmasıyla değişti. Gökmen’in, ‘’ağzı iyi laf yapar, işinize yarar.’’ demesiyle Bölükbaşı, Demokrat Parti saflarında hürriyet havariliği görevine soyunuyordu. Adını Türk siyasi tarihine Anadolu Fırtınası olarak yazdıracak Osman Bölükbaşı’nın macerası işte böyle başladı. Gerçi babası siyasete girmesini istememiş, ona şöyle nasihat etmişti: ‘’Bu devirde, akşam nikâhları üzerine yemin edip söz verecek, sabah da sözlerinden rahatça dönebilecek insanlar çoktur. Siyaseti de böyleleri ele geçirir. Üzülür, kırılırsın.’’

Osman Bölükbaşı, 1911 yılında Kayseri’nin Mucur ilçesine bağlı Hasanlar köyünde dünyaya geldi. Burası tipik bir Orta Anadolu köyüydü. Babası Hacı Ahmet Ağa, bölgede sevilen bir insandı. Mustafa Kemal Paşa’nın Milli Mücadele hakkında halkı aydınlatmak için her ilden çağırdığı temsilciler arasında Kırşehir’i temsilen bulunanlar arasındaydı. Annesini çok küçük yaşta kaybeden Bölükbaşı, babasını da 23 Mayıs 1950’de, Meclise girip yemin ettiği sırada kaybetti. Babası onu önce İstanbul’a, sonra da Fransa’ya okumaya göndermiş, yokluğun bir hançer gibi milletin bağrına saplandığı bir devirde oğlundan hiçbir şeyi esirgememişti. Bölükbaşı Fransa’da, Nancy Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik ve Fizik

Fakat o babasının nasihatine rağmen siyasete girecek ve 28 yıllık siyasi hayatı sonunda babasının nasihatinin ne kadar doğru olduğunu anlayacaktı. Tek parti baskısının hayatın her alanında kendisini gösterdiği bir dönemde teşkilatlanmak elbette kolay değildi. DP, yeni kurulan bir partiydi ve devrin iktidarı olan CHP, devletin bütün imkânlarını kullanmaktaydı. Sinmiş yahut sindirilmiş halk kitlelerinin ürkekliği de DP’nin teşkilatlanmasının önündeki engellerden sadece biriydi. Dolayısıyla her türlü devlet erkini kullanan ve bir nevi parti devleti 5


GENCAY olan CHP’ye karşı teşkilatlanmak, hiç de kolay değildi. Osman Bölükbaşı, işte tam da demokrasimizin agulama evresinde DP müfettişi olarak siyasete atıldı.

hapse konulmuştu. Demokrasi mücadelesi daha yeni başlıyordu. Sorgun hapishanesinden çıkışının ertesi gününde DP’nin Ankara mitingine katılan Bölükbaşı, konuşmasında şunları söylüyordu:

Eskilerin deyimiyle ‘’nev’i şahsına münhasır’’ bir insan olan Osman Bölükbaşı, uzun ve esprili nutukları, kılıçtan keskin eleştirileri, bitmek tükenmek bilmeyen enerjisiyle daha ilk günden CHP’nin korkulu rüyası hâline geleceğinin belirtilerini gösteriyordu. Tokat’ta, Bartın’da, Gaziantep’te, Kırşehir’de engellemelerle karşılaşıyor, henüz siyaset hayatının ilk günlerinde, Yozgat’ın Akmağdeni ilçesinde, ‘’hükümetin manevi şahsiyetine hakaret’’ suçuyla gözaltına alınıyordu. Bu, onun için ilkti ama maalesef son değildi. İktidarı eleştirmek, her zaman olduğu gibi yine ‘’can’’ yakıyordu. DP müfettişi sıfatıyla başta memleketi Kırşehir olmak üzere birçok Orta Anadolu şehrini dolaşan Bölükbaşı, her gittiği yerde o zamana dek alışılmamış bir üslupla nutuklar atıyor, sert eleştirilerde bulunuyor, tek parti baskısından bunalan halk ona büyük teveccüh gösteriyordu. Adı, ‘’Anadolu Fırtınası’’na çıkmıştı.

‘’Bir şeye gönülden inanıyoruz: nasıl Türk bayrağı asırlarca devam eden saldırılara rağmen yere düşmedi ise milletin şerefli evlatlarının omuzlarında taşınan hürriyet ve demokrasi bayrağı da hürriyet düşmanlarına rağmen yere düşmeyecektir. Mukadderse bu uğurda başlarımız düşecek ama hürriyet bayrağı yere düşmeyecektir. Bir gün gelecek, milletin sesine kapanan kulaklar açılacak ve millet iradesi her şeye hâkim olacak. İşte o zaman; Sesimiz gür olacak Vicdanlar hür olacak Efendi bir olacak O da millet olacak Yaşasın ebedî Türk demokrasi davası!’’

milleti!

Yaşasın

Bölükbaşı, siyaset hayatına DP saflarına atılmasına rağmen bir süre sonra istifa etmiş, arkadaşlarıyla birlikte Millet Partisini kurmuştu. Partinin kurucuları arasında Mareşal Fevzi Çakmak, Yusuf Hikmet Bayur ve DP’den istifa eden İstanbul eski il başkanı Kenan Öner de vardı. Bunlar, DP içinde sertlik yanlısı grup olarak görülüyorlardı. Bilhassa Osman Bölükbaşı, İsmet İnönü için ‘’kızıl sultan’’ nitelemesini yapıyor ve gittiği her yerde tek parti iktidarını yerden yere vuruyordu. DP’den ayrılması dolayısıyla gelen eleştirilere ise Kudret gazetesine verdiği mülakatta şöyle cevap veriyordu:

1946’daki hileli seçimlerde Yozgat’ta 93 bin oy almasına rağmen seçilememişti. Yozgat’taki seçim kuruluna yaptığı itiraz sırasında da hakaret ettiği gerekçesiyle 6


GENCAY ‘’(…) Hareketimin bir din değiştirmek değil, sadece arkasında namaz kılınmayacak bir imamın bulunduğu camiyi terk ederek başka bir camiye geçmek olduğunu söyledim…’’

ve bütün muhalifleri bu sihirli kelimeyle birlikte alaşağı eden iktidar erki. Osman Bölükbaşı’nın 7 Haziran seçimleri öncesi bize anlattıklarına bakalım… Türk tarihini irdelediğimiz zaman gördüğümüz ‘’karizmatik’’ lider anlayışı, bugün de kitlelerin her seferinde ‘’masaya yumruğunu vuran’’ bir lider arayışı içerisine girmesinin tarihi bir süreklilik arz ettiğini gösterir mi? Yoksa bu bir anakronizm midir? Ya da memleket içinde önemli işler yapmış liderleri-neredeysekutsallaştırmak, ‘Tanrıdan kut alma’ inancının bir devamı mıdır? Bu konuda DP’den ayrılışının ertesinde, 1947’de Kudret gazetesinde yazdığı makalede Osman Bölükbaşı günümüze ışık tutan bir yaklaşım sergiliyor:

Bölükbaşı tam bir vecize fabrikasıydı. Uzun nutuklarında vatandaşın bam teline dokunmasını bilirdi. Günümüzde seçim meydanlarında parti liderlerinin çoğunun sığ, hamasî nutuklarına nispetle sert eleştirilerini mükemmel bir belagat ve nüktedan bir anlatımla harmanlar, yetişmiş olduğu çevredeki âşıklık geleneğinden inciler sunardı. ‘’Ey sapı uzun, danesi kıt Kayserililer! Meydanda veriminiz bol. Burada aşka gelip beni alkışlıyorsunuz, sandık başına gidince şeytana sarılıyorsunuz.’’ derdi. ‘’Bu millet Bölükbaşı’nı alkışladı, İnönü’yü karşıladı, oyları Menderes’e verdi.’’ derdi. Sözün kısası halk, onun ağzından Ankara’daki siyasetçilere söver, onunla verimsiz seçmene, yani kendisine gülerdi.

‘’(…) Zaaflarımızın başında millete hizmet etmiş olanlara, bir davada muvaffak olanlara tanıdığımız bir nevi ‘fetih hakkı’ gelir. Şükran duygularımıza feda ettiğimiz murakabe ve tenkit haklarımızı kullanmamak suretiyle şahısları gayenin üstüne çıkarıyor, adeta Allahlaştırıyoruz. Her hareketi alkışlanan ve üstün insan muamelesi gören bu şahıs, kendisini her ferdin ve milletin üstünde görmeye başlıyor. Davanın gerçek adamları, yalnız prensiplere ve kanaatlerine boyun eğenler, dalkavukların tiryaki yaptıkları ikbal sahipleri tarafından hoş görülmemeye başlıyor. Bu suretle ‘abdestsiz camiye girenler’ hakiki müminleri kapı dışarı ettirmenin yolunu bulmuş oluyorlar.’’

Osman Bölükbaşı’nın siyaset anlayışının en belirgin özelliği, kendini merkeze koyan, kişisel bir siyaset olmasıydı. Ona mahsus muhalefette programlı bir ideolojik tema yoktu. Eleştirilerinin genel çerçevesi hürriyet, namus, ahlak, dürüstlük gibi konulardı. Ne yazık ki sadece CHP’nin değil, bağrından çıktığı DP’nin dahi gadrine uğradı. Enteresandır, DP müfettişi iken CHP’lilerce komünist propaganda yapmakla suçlanmış, keza DP iktidarında da aynı suçlamaya maruz kalmıştı. Demek ki iktidarların muhalefete bakış açısı pek farklılık göstermiyordu. İrticacı, komünist, darbeci, Ergenekoncu, vatan haini… Her devirde sihirli bir kelime

Tarih ilginç bir alan. 10 yıl, 100 yıl, 1000 yıl evvelini okuyup dersler çıkarabilmek, günümüzdeki olaylarla benzerlik kurabilmek mümkün. Dün muhalefet yaparken söylediklerini iktidar olunca 7


GENCAY unutanları gördükçe şaşırmamak elde değil. Bölükbaşı da Menderes hükümeti için ‘’muhalefette iken nazlı bir kıza benzediğini, evlendikten sonra ise gerçek yüzünü gösterdiğini’’ söylemişti. Yine devamla DP’nin ‘’ne tek parti zihniyetinden vazgeçtiğini, ne de o zihniyete ait kanunları kaldırdıklarını söylemiş, Menderes’in bugün eğer bir şeye beyaz diyorsa, dört yıl evvel aynı şeye beyaz dediğini’’ haykırmıştı. Dünden bugüne bağ kurabiliyoruz değil mi?

sürekli halkı övmesi, yüceltmesi ve onun yanılmayacağını, gereken cevabı sandıkta vereceğini dile getirmesidir. Halkın her şeyin farkında olduğunu, dolayısıyla onu aldatmanın mümkün olmadığını belirtmek, Bölükbaşı’ya göre bir safsatadır: ‘’Halk aldanmaz sözü bir safsatadır. Ucuz bir halk dalkavukluğudur. Allah dışında herkes, her fani aldanabilir. Tarihteki büyük nedametler ve eyvahlar bunun delilidir. Milletlerin aldatılabildiği bir vakıadır. Ama devamlı surette aldatmak mümkün değildir.’’ Türk siyasetinde sıkça dile getirilen olgulardan biri de ‘’makama saygı’’dır. Kendimi bildim bileli ara-sıra bunun üzerine düşünürüm. Makama saygı ne demek? Herhangi bir makamda oturan insandan haz etmiyorsunuz ama sırf makamı dolayısıyla ona saygı gösteriyorsunuz. Bu düşünce bana gülünç geliyor. Makamlar, unvanlar, koltuklar saygıya değer değildir. Saygıya değer olan insanlardır. Bölükbaşı’nın, ‘’Bir yerin şerefi orada oturandan gelir, adam olan oturduğu makamda şeref aramaz.’’ mealindeki sözleri sanırım yeterince açıklayıcıdır. ‘’İmanım padişah, ben de onun veziriyim, bundan büyük rütbeyi devlet bana veremez.’’ deyişi ise günümüz siyasetçilerine ders niteliğindedir.

Türkiye’de sürekli işittiğimiz bir kavram, ‘’milli irade’’ ve sandığa saygıdır. Elbette bunlar demokrasinin gerekleridir. Lâkin bunlar tek başına demokrasi için yeterli midir? Bu soru geçmişten günümüze kadar birçok kez tartışılmıştır. Biz bu konuya yine Osman Bölükbaşı’nın düşünceleriyle bakalım: ‘’Sandıktan çıkmak, vatandaş oylarıyla iktidara gelmek her şeyi yapmaya kâdirdir anlayışı, sakat bir anlayıştır. Bu, milli irade diktatörlüğünün özlemini ifade eder. Çoğunluğun hiçbir kayıt tanımadan istediği her şeyi yapabileceğini savunmak, mahkûm edilmiş sakat bir düşüncedir. Unutulmasın ki, çoğunluğun istibdadı, istibdatların en korkuncudur.’’

Siyasilerin birbirlerinin kirli çamaşırlarını ortaya dökmek için yoğun efor sarf ettiği, insanların siyasetin Müslüman işi olmadığını düşündüğü günümüzde Bölükbaşı’nın, henüz 50 yaşında olmasına rağmen saçlarının beyazlaması dolayısıyla, kendisine hitaben ‘’yerini gençlere bırakması’’ gerektiğini söyleyen Ragıp

Milli iradeyle ilgili bir başka husus da liderlerin halkın gönlünü çelebilmek için 8


GENCAY Gümüşpala’ya verdiği cevap herkese ders olmalıdır:

olduğu gibi bugün de devam etmekte, mahkemelerin önleri ‘’Adalet istiyoruz!’’ diye haykıran kitlelerle dolup taşmaktadır. Devletin temeli olan adalet, her görüşten insanın artık varlığına inanmamaya başladığı bir olgu hâline gelmiştir. Dünyada adalet bulamayacaklarına iman etmeye başlayan insanlar, yalnızca Allah’ın adaletine sığınmaya başlamışlardır. Bu konuda da Menderes hükümetine veryansın eden ve DP’nin mahkemeleri baskı altına almaya çalıştığını söyleyen Osman Bölükbaşı, Ziya Paşa’nın ‘’kadı ola davacı, muhzır dahi şahid/ ol mahkemenin hükmüne derler mi adalet’’ dizelerini hatırlatmıştır.

‘’Bir lider için ak saçlı olmak ayıp değil, ak hüviyetli olmamak ayıptır; herkes bilir ki, biz alnımızı karartmamak için saçlarımızı ağarttık.’’ Bölükbaşı gerçekten de siyaset sahnesinde hüviyetini karartmadı. Muarızları dahi onun namusundan, dürüstlüğünden ödün vermediğini dile getirmekte beis görmediler. Ne yazık ki, ideolojisi ne olursa olsun, Bölükbaşı gibi hürriyet, namus, dürüstlük, adalet gibi değerleri kendisine şiar edinen siyasetçiler çoğu zaman ikbal hırsıyla tutuşan dalkavukların ardında kaldılar. Türkiye’de siyasetin ne menem bir şey olduğunu anlamak için uzağa gitmeye gerek yok, lâkin biz örneklerimizi yine demokrasimizin agulama evresinden verelim. Osman Bölükbaşı ve arkadaşları, Millet Partisi’ni kuracakları zaman Rauf Orbay’ın da kurucular arasında yer almasını istemişlerdi. Rauf Orbay’a Fevzi Çakmak’ın bu isteğini bizzat götüren Bölükbaşı’ya Orbay’ın cevabı –zannederim- Türkiye’de hangi koşullarda siyaset yapıldığını anlamak için yeterlidir:

Her meseleyi halkın anlayabileceği şekilde anlatmasını bilen Osman Bölükbaşı, DP saflarında iken CHP’yi nasıl yerden yere vurduysa, DP’den ayrıldıktan sonra DP’yi de yerden yere vurmuş, iki partinin de zihniyetinin aynı olduğunu dile getirmiştir. Merhumun oğlu Deniz Bölükbaşı, babasını anlattığı Türk Siyasetinde Anadolu Fırtınası Osman Bölükbaşı adlı eserde, Bölükbaşı’nın DP-CHP benzerliği konusunda, DP’nin muhalefette iken ‘’CHP idaresinin köhne bir bina olduğunu, DP iktidara gelince bu köhne binanın saray olacağını söylediklerini, ancak iş başına

‘’Ben bir kere siyasete girdim, canımı ve namusumu zor kurtardım. Teveccühünüze çok teşekkür ederim ama politika mı? Allah korusun, bir daha girmem.’’ Türkiye’de dün de, bugün de en çok yakınılan şeylerin başında ‘’adaletsizlik’’ gelmektedir. Duvarlarında ‘’Adalet mülkün temelidir.’’ yazan Türk mahkemeleri, her dönem iktidarlar tarafından baskı altına alınmaya çalışılmış, siyasi komplolara alet edilmiştir. Ne yazık ki bu durum dün 9


GENCAY gelince o köhne binaya bir sıva, üzerine de Amerikan yardımlarından bir cila çektiklerini’’ yazmaktadır. Yine aynı eserde Osman Bölükbaşı’ya atfen anlatılan bir hikâye de dikkat çekicidir:

Aslında Bölükbaşı’nın siyaset macerasının günümüze ışık tutabilecek birçok yönü var. Mesela sırf her seçimde Osman Bölükbaşı’nı meclise gönderdi diye Kırşehir’in DP tarafından ilçe yapılması ve Nevşehir isminde yeni bir vilayet kurulması bile iktidar erklerinin ‘’yaptım oldu!’’ anlayışının dünden bugüne devam ettiğini gösteriyor. Konu meclise geldiğinde Adnan Menderes’le söz düellosuna girişen Bölükbaşı’nın ‘’Vilayeti kaldırdınız. Bizi de kaldırın da zulmünüz tamam olsun.’’ sözleri, belki de çaresizliğinin dışavurumuydu. Fakat buna rağmen Kırşehirlilerin gönlündeki Osman Bölükbaşı sevgisi eksilmemiş, hatta Kırşehirlilerin Başbakan Menderes’e çektikleri telgrafta, ‘’Kırşehir’i değil ilçe, köy haline getirseniz bile, elimizden hiçbir şey gelmezse de Osman Bölükbaşı’nı yine muhtar seçeriz.’’ yazmaları, Osman Bölükbaşı’na duyulan sevginin göstergesidir. Neyse ki Kırşehir, 3 yıl sonra, 1957’de tekrar il statüsüne kavuşmuş, ancak Avanos, Kozaklı ve Hacıbektaş kazaları Nevşehir’de kalmıştır. Bölükbaşı’nın köyü Hasanlar da Kırşehir’e bağlanmamıştır.

‘’Vaktiyle bir ağanın eski bir konağı varmış. Hiç tamir etmez, yıkılacak diyenlere ‘duvarlar bana haber verir’ dermiş. Nihayet bir gün konak çökmüş. Ağa, duvarlara hitaben ‘ettiniz mi bana ettiğinizi, hani haber verecektiniz?’ deyince, duvarlar dile gelip ‘biz ne zaman yıkılacağımızı haber vermek için çatlayıp ağzımızı açtıkça, sen bir avuç çamur ile tıkadın.’ cevabını vermişler.’’ Netice-i kelâm, Bölükbaşı’nın siyasi macerası, Türk demokrasisinin agulama evresinin bir romanı olabilir. ‘’Yemen cephesinde askerliğe’’ benzettiği bu macerasında 3 partinin genel başkanlığını yapmış, nice vefasızlıklara göğüs germiş, meclis kürsüsündeki sözleri nedeniyle dokunulmazlığı kaldırılmış ve siyasi yasaklı ilk parti genel başkanı unvanını ele geçirmeyi başarmıştır. Henüz siyasi hayatının başlarında demir parmaklıklarla tanışmış, polisler kendisini almaya geldiğinde 21 günlük olan ilk çocuğu Ahmet Deniz’e dönerek (MHP eski genel başkan yardımcısı Deniz Bölükbaşı), ‘’Oğlum Deniz, baban gidiyor. Belki gelmez. Bu memleketin pisliğini su temizlemez. Bu yüzden adını Deniz koydum. Şayet oğlum ben dönmezsem, bu pisliği sen temizle!’’ demiştir. Yine kızı Hürriyet de Bölükbaşı hapisteyken dünyaya gelmiş, koğuştaki arkadaşlarına güzel haberi verirken, ‘’Hürriyet dünyaya geldi. İnşallah Türkiye’ye de gelir.’’ demişti.

Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi hatiplerinden biri olan Osman Bölükbaşı, hem mitinglerde hem de mecliste en uzun süre konuşma rekorunun da sahibidir. 1967 yılında yapılan Düzce mitinginde 10


GENCAY aralıksız 8 saat 35 dakika konuşmuştur. İstanbul’a yük götüren bir kamyon şoförü Düzce’de onu bir süre dinledikten sonra İstanbul’a giderek yükünü boşaltmış, dönüşte hâlâ kürsüde konuşmakta olan Bölükbaşı’yı dinlemeyi sürdürmüştür. Son söz: Genel seçimlere yaklaştıkça siyasetçilerin halka yaranmak maksadıyla kullandıkları argümanlar birbirine benziyor. Bilhassa dünden bugüne ‘’din’’ konusu siyasetçilerin ağzında pelesenk olmaya devam ediyor. Bakınız Bölükbaşı bu konuda ne diyor: ‘’Hayatım boyunca bütün sektörleri tetkik ettim, en kârlısının ‘din ticareti’ olduğunu gördüm.’’ Zannederim, Karl Marx’ın ‘’Din kitlelerin afyonudur.’’ sözündeki keramet de burada ortaya çıkıyor. Bahsedilen dinin ‘’hangi din’’ olduğunu anlamak içinse Ali Şeriati’nin ‘’Dine Karşı Din’’ kitabını okumak gerek.

“Bizi halk seçti. Dolayısıyla ne istersem yaparım.” düşüncesinde olan gerek iktidar, gerekse muhalefet milletvekillerimize ve vekil adaylarımıza bir Osman Bölükbaşı’nın sözlerini hatırlatalım ve yazımıza son verelim: “Baş olanlar övünmesin Ne gelirse başa gelir Diz toprağa yaslanır da Baş düşerse taşa gelir.” Kendisi siyasette televizyonun kullanıldığı döneme yetişememişti. Acaba bugün meydanlarda olsaydı halk üzerinde nasıl bir intiba bırakırdı? Sormadan edemedim.

11


GENCAY

BÜYÜKLER VE KÜÇÜKLER Dilek AKILLIOĞLU Ser Felsefenin çocuklar için anlamını aramakta iken Brigitte Labbe’nin yukarıdaki başlıkta yazdığı kitapla karşılaştım. “Çıtır Çıtır Felsefe” serisinin çocukluk-yetişkinlik-yaşam le ilgili kitaplarından olan bu eserde büyük olmak ve küçük olmanın ne anlama geldiği üzerinde durulmuş. Herkesin mutlaka küçük olacağı ve belirli süre sonra da sonsuza kadar büyük olarak kalacağı ifadesi bana kalırsa kitaptaki en ilgi çekici ifadedir. Kitabın içeriği, küçükken sadece küçük olmayı hatalı anladığımız gibi büyüyüp yetişkin olduğumuzda da büyüklüğün anlamını saptırdığımızı gösteriyor. Doğduğumuzda küçük olduğumuz, küçükken söz ve eylem haklarının sınırlılıklarını, ayrıca çizilen bu sınırların büyüdükçe küçüklerinkine de taştığını sunmaktadır. Küçük olmak yaşamın bir minyatür gibi ufaltılmış haline benzer. Bu hal küçüklük kavramının söz sahibi olmak yerine verilmiş hakları sadece kabul etmesi şeklinde kanunlaşmıştır. Yazar Labbe’nin kitapta sevdiğim ifadelerinden biri de bu konu ile alakalı olan, ‘’küçük olanın her şeyi kabullenmek anlamına gelmediğini savunmasıdır. Evet, büyükler küçüklerin güvenle büyümesini istediği için her şeyi küçüklere göre küçük kalıplara yerleştirmektedirler. Koyulan kısıtlamalar gereklidir ve fakat kitapta da belirtildiği gibi büyümek için zaman ve deneyime ihtiyacı olan küçüklerin, kendi haklarını sakınarak, aynı zamanda bazı karar ve eylem anlarında desteğe ihtiyaç duyduklarını benimseyerek büyüklüğe

hazırlanmaları gerekir. Küçükler ve büyükler bazı kabullenmeler dışarı çıkarıldığında hayatı aynı anda okuyabilir, tartışabilirler. Burada farklı yürüyen pencerelerin yerleridir. Yani normalde bakıldığında dünya ikisi içinde aynı düzlemde yaratılmıştır. Düzlemde büyüklük küçüklüğün devamıdır. Büyüme ile hala küçük olunamayacağı sonucu ortaya çıkmaz.

İnsan küçükken küçüklüğün sonunun gelmeyeceğini zanneder. Bu çağın çabucak atlatılması ve gerçek dünyaya merhaba demek ister. Çocukluk yılları yavaş ilerleyen bir tren gibi gözükür. Büyük olmak için çaba sarf edilir. Küçüklüğün değil de hep büyüklüğün görevlerini üstelenmek ister insan. Sorumluluk almaya küçükken uğraşır. Ufacık odasında annesinin ve babasının odasına daha çok merak salar. Ufak kız çocuğu topuklu ayakkabıların içine girip yürümek için çalışır. Büyükler için yazılmış kitapları okumaya benzer bu şey, sadece sayfalarına bakar çocuk, biri geldiğinde ona bu kitapta yazanları belki de yazmayanları kafasına göre okur, aktarır. İşte hayaller ve karar alma ifade etme kısmı o andan sonra küçüğün değil de büyüğün elinde hayat bulmaya başlar. 12


GENCAY Küçük olan insan, elbette hayalleri ve özgürlükleri hakkında büyüklerden bir şeyler öğrenmektedir. Öğrenme sonucunda büyümekte, büyüklüğünde rol yaparak büyük gibi davranmaktadır. O merak ettiği dünyada diğer büyükler gibi olur. Eserde yetişkine mesaj da küçük olanın yolu kendisinin çizmesine izin vermesi gerektiğidir. Küçük hayaller onun büyüklüğüne aktardığı bilgilerdir. Bu bilgileri düzenlerken kimi zaman geldiğinde kendisini koruması için eylemde bulunabileceğini, bunu tek başına yapabileceğini hissetmesini, ‘hayır’ veya ‘evet ‘ deme lüksünü ona bırakmanın gerektiğini de oldukça güzel bir dile ifade etmiştir. Buradan hareketler çağımızda hayır ve evet deme ile ilgili kulak ardı edemeyeceğimiz sorunların başında çocuk istismarı, çocuk işçiler, şiddet bu ağda devam eden gençlik sorunları, yanlış meslek, yaşam biçimi seçimleri gelmektedir. Eserde tamamı ile bu sorunlar üzerine yoğunlaşmasa bile çocuk istismarı için bir bölüm ayırmıştır. Bölümde büyükler için el kitabı haline gelebilecek çıkarımlara yer vermiştir.

derleme ve vaka sunumlarıyla gündemde tutulmaya çalışılmaktadır.(1) Araştırmalarda bu durumun fazlalıkla aile içinde veya yakın akraba çevresinde gerçekleşmesi yer almaktadır. Küçüğün dünya ile tanıştığı yer olan aileler, onları korumak, ilgi ve ihtiyaçlarını karşılamak yerine bunları görmemeleri ya da göz ardı etmeleri ile gündeme gelmektedir. Kişilik gelişim dönemlerinde sıkıntılar yaşamış, belirli bir problemleri olan büyükleri bir kenara bırakarak küçüklerin dünyasında olumlu etkiler yaratmaya çalışan ve aslında sivri hatalar yapan anne- baba veya büyükler de maalesef yukarıda gerçekleşen durum ve benzerlerine yol açabilmektedirler. Endişelenmeyi gerektiren durumda maalesef budur. Küçüklerini, cinsel istismar; bunun içerisine küçük yaşta evlenmeleri de eklersek, işçilik, şiddet ile besleyenler zaten henüz büyük olma yeteneğine erişememiş kişilerdir. Labbe’nin de eserinde belirtiği gibi onlar büyük olmak eşittir güçlü olmak mantığından ilerlemektedirler. Küçük olanın büyük olan karşısında kararları ona bırakmasını gerektiğini zira onun için en doğru olanın bu olduğunu kavramasını, öğrenmesini ve ileride de buna uygun olarak büyümesini istemektedirler. Çocuğu kendine benzetmeye çalışarak hareket etmektedirler. Ama diğer yandan velilerin çocuklarını dış dünya ile tanışmaları için bıraktıkları sokaklarda, çocuk parklarından onlar bilmeden de bu gibi vakalar ortaya çıkabilmektedir. Çocuk için burada önemli olan ne zaman hayır diyebileceğinin zorluğudur. Zira büyükler onlara bir şeyler söylerler ve küçükler yaparlar, bunları birer kanun gibi kabul etmeleri beklenir. Sorgulama yaşına

Her gün bir yerlerde okuduğumuz, dinlediğimiz küçük isimlerin başına gelen büyük durumlar küçüklüğün bedeni de dahil bütün kararlarını büyüğün verdiğini ortaya koyan bir vaziyettir. Küçüğün bilmediği bir dünyaya, bilmediği şekilde sırf büyük öyle arzu etti diye adım atmasıdır. Türkiye’de bu konuda, çocuk istismarı ve benzeri hakkında yapılan araştırmalar daha çok adli tıp, sosyal pediatri, çocuk ve ergen ruh sağlığı uzmanlarının öncülüğünde yürütülmektedir. Çocuk istismarı Adli Tıp Bülteni ve Çocuk Forumu dergilerinde 13


GENCAY geldiğinde elbette onlarda yavaşça dünyanın farkına varacaklardır. Fakat zaten araştırmalarda küçüklerden yararlanma yaşı 12’den sonra azalma göstermektedir. Büyükler küçüğün başına bir şey geldiğinde koşup gelmeyeceğini bilmelidir. Onun etrafı her zaman yabancı büyüklerle dolmaya müsaittir. Oyun oynadıkları alanlar, kreşler, kapılarının önleri birçok yer çocuklarının kendi gibi oldukları yerlerdir ve en can alıcı noktaları da zaten bu mekanlardır. Bir ebeveyn veya büyüğün çocuk için önceden düşünmesi gereken olaylar karşısında tepkilerinin kendine ait olmasıdır. Fikir verirken sadece ipuçları ile doğruyu göstermeye dikkat etmelidir. Direk yapması gerek salt davranışı ona dikte etmek pek de anlamlı değildir. Tam tersi durumda akıl vermeyi de bir kenara bırakıp aklın henüz ermeyeceğini düşünüp hayatı onun yerine işe edip onu içinde sadece hareket edecek halde bırakmaktır.

alan küçük sayısının fazla olması ondan daha büyük yaşta olanı sorumluluk almaya itmektedir. Sonuç olarak büyük olmayı küçük olmadan öğrenmiş olan çocuk, çocukluğunu hiç yaşamadan ölecektir. Sağlıklı bir birey olmak yerine geçimini sağlamaya çalışan belki de aynı hatalarla o da küçükler büyütmeye devam edecektir. Büyükler ve küçükler dünyasında deneyimsizliğin ne demek olduğunun farkında olan büyük, küçüğün bunun farkında olmama halinden faydalanır. Bunu iyi- kötü her şekilde yapar. Bazı zamanlar bilmeden sadece işini kolaylaştırmak için yapar. Bazen de küçüğün tecrübe kazanacağını düşündüğü için yapar. Kendine güvenen büyük ondan korkan küçükten hoşlanabilmektedir. Onun üzerinde kurduğu otorite varlığını güçlü görmesine sebep olur. Bana kalırsa küçük kız çocukları üzerinde uygulanan cinsel istismarın altında da bunlar yatmaktadır. Kendini otorite kabul eden büyük bir beden üzerinde kurabildiği hüküm ile tatmin olmaktadır. Oysa küçüklerin bu gibi büyükler karşısında kavrayışları da kendileri gibi küçüktür. Yaptıkları hesaplar onlarınkine benzemediğinden ötürü durumun farkında olmadan hasta bir durum içerinde yer alabilmektedirler. Bir çocuk kitabının büyüklere ve küçüklere bahsettiği uyarılardır bunlar. Hem küçüğün açık bir şekilde okuması gerektiğini hem de büyüğün küçük yetiştirirken hayat kurallarının acımasız olanları da ona göstermeleri gerektiğini söyler. Talihinin iyi olmasını istediğiniz bir küçüğün sebepleri özgürce görmesini sağlamalısınız. Bugün adının küçük olduğu bu varlık hayalleri ötesi ile büyük olmaktadır. Ona sadece göstermeyi,

Küçüklerin büyükler tarafından çizilen kaderinden biri de işçi olmak veya büyük tarafından fiziksel olarak zorlanıp belirli işlerde çağı gelmeden büyük gibi davranmasını beklemektir. Bu durumun sebeplerini sadece aile bireylerine yüklemek aslında hata olur. Çünkü ekonomik vaziyetinde çocuk işçiler üzerinde etkisi fazladır. Aile içerisinde yer 14


GENCAY bakmayı, konuşmayı, dokunmayı, koşmayı, okumayı sağlayın.

esas olan büyük olmayı öncelikle becermektir. Büyük mesajları sadece anne veya baba olunca vermeye çalışmadan büyük olarak küçüklere aktarılması gerekenleri topluma kazandırmak mühimdir. Kazanılan doğru öğretiler sayesinde küçükler büyüyecek sağlıklı olarak kendileri olarak bireyler ortaya çıkacaktır. Kaynaklar 1. Polat O. Çocuk istismarı nedir? Çocuk Forumu 1998;(ek):1-31. ,Akço S. 2. Çocuk istismarı ve ihmaline medeni ve ceza hukukunun genel bakımı. Çocuk Forumu 1998; 1: 3942. 3. Polat O. Çocukta cinsel istismar. Çocuk Forumu 1999. 4. Çıtır Çıtı Felsefe 24- Büyükler ve Küçükler, Brigitte Labbe, Çevirmen: Azade Aslan, Günışığı yayın.

Büyüklerin küçüklere dünya bırakırken bunları düşünmeleri şarttır. İyi anne veya baba olmayı her kadın ve erkek istemektedir. Çocuğu olduğunda onu doğru büyük yapmak emelleridir. Fakat

15


GENCAY

TURANSIZ TURANCILAR Mahmut Esad KIRAÇ Öncelikle başlıktaki sertliğin kısa bir açıklamasını yapayım. Bu yazıda asıl amaç günümüzdeki belli gruplara ayrılmış olan Türk Milliyetçisi ya da Türk Milliyetçisi geçinen gençleri ele almaktır. Değerlendirmem de genellikle beğenmediğim yönleri belirterek, Türk Milliyetçiliği ve Turan gibi yüksek bir ülküye hizmet ettiğini düşünürken, yürüyen merdivene tersten bindiğinin farkında olmayan, devamlı yorulan ama ilerlemeyen, Turancı, lakin her adımda Turandan biraz daha uzaklaşan hatta pes eden gençlerimizden bahsedeceğim. Turansız Turancılar dememin sebebi kısaca budur. Bu analizlerimi aktarırken ise Turan’ı kısaca ‘’Hissiyat, Fikriyat ve Teşkilat’’ olmak üzere üç temele oturtacağım. Günümüzdeki Türk Milliyetçisi gençleri ise bu üç temel üzerinden dört gruba ayırarak ayrı ayrı naçizane değerlendireceğim.

Bu kimselerle yapılan muhabbetlerde tamamen kendini eğitime adamışlık olduğunu fark edersiniz. Kapasite olarak, bilgi birikimi olarak herkesi teşkilatlandırabilecek beyne sahip olan bu şahısların, yalnızca eğitim odaklı çalışarak kendilerini Türk Milliyetçiliği fikrinden soyutlaması, pasifize etmesi akıl alacak iş değildir. Yaşamlarında 3 kişiyi bir araya getirmezler fakat 300 Milyonluk Turan’ın hayalini kurarlar. Bu da hayatlarındaki en büyük çelişkidir. Ayrıca onlarla olan muhabbetlerinizde sıkça duyulan cümlelerden birisi ‘’Şimdilik kendimi geliştireyim de 40-45 yaşlarımda kitap yazarak gençlere yol gösteririm. Onlara dava duygusu aşılarım’’ cümlesidir. Beraber büyüdükleri nesle faydalı olabilecekken kendi nesillerine sırt dönerek gelecek nesil için plan kurmaları tamamen saçmalıktır. Fakat onlara göre Eğitim teşkilatlanmayı, teşkilatlanmak da eğitimi engellediği için iki işi bir arada yapamayacaklarını düşünürler. Bizlere göre ise her Türk genci kendi devrinin düzenleyicisi, yön vericisi olmalıdır. Gelecek neslin ise yetiştiricisi olacağı bilincinde kendisine hedef koymalıdır. Kısaca bu kimselere Hissiyat ve Fikriyat duygusuna ek olarak Teşkilat duygusu da eklenmelidir.

Pekâlâ, bu gruplar neler? 1-Beyni Aktif Bedeni Pasif Olanlar Türk Milliyetçisi, gençler arasında en çok aktiflik beklenilen kesimdir. Hissiyat ve Fikriyat açısından çok okumaları ve eğitimlerine önem vermeleri itibariyle en fazla yararlı olabilecek olan fakat Teşkilata ve teşkilatlanmaya pek yanaşmayan gruptur. Elbette fikri olarak gelişmek önemlidir. Lakin fikir asla yetmez! Fikr-i Takip olmadığı müddetçe yani teori, pratiğe uygulanmadıktan sonra anlamsızdır.

2-Hiyerarşik Kaybolanlar

Hırs

Yüzünden

Bir bozkurdun kendisine sınır çizdiği kendi özgürlüğünü kısıtladığı görülmüş şey değildir. Fakat bu başlıktaki kimseler hiyerarşik düzen adı altında kendilerine 16


GENCAY Turan’ı değil de bir süre sonra bir koltuğu hedef koyuyorlar.

4-Dalkavuklar Damarlarındaki asil kanı hissedemeyen gençler. Birilerine dalkavukluk ve milliyetçi rolleri yaparak kendisine yer açmaya çalışanlardır. Bireysel muhabbette ise size ‘’Vatanı sen mi kurtaracaksın’’ diyeceklerdir. Ellerini asla taşın altına koymazlar. Milliyetçilikten geçinirler, hiçbir şey bilmez ama kendilerini de söz söylemekten alıkoymazlar. 2 numaralı grup ile bu gruptaki kişiler yakın akrabadırlar. İkisini ayırt eden en temel unsur ise bunlar da teşkilatçılık da zayıftır. Ruhları ferdiyetçi kendileri ise sözde milliyetçidir.

O koltuk zamanla bir üst sınır halini alıyor. Başlangıçta hedefi 300 Milyon Türk’ü birleştirmek olan bu kimse farkında olmadan davasını değiştiriyor. Yani bizim güzelim bozkurdumuz kendisini zincirleyerek bir koltukla sınırlandırmaya ne yazık ki o koltuğa razı olmaya başlıyor. Bu kimselerdeki zayıflığın asıl sebebi ise Hissiyat ve Fikriyattaki temel eksiklikten kaynaklanmaktadır. Yani üç temel yapımızdan herhangi birinin eksikliği, görüldüğü üzere bizleri Turan’dan uzaklaştırmaktadır.

Yukarıda belirttiğim dört grubu yüzeysel şekilde ele aldım ve tamamen yaşayan kişilerden yola çıkarak yazdım. Elbette günümüz Türk Milliyetçileri arasında çok değerli ve gerçekten mücadele verdiğine inandığım kimseler de var. Fakat belirttiğim gibi bu daha çok eleştirel bir yazı. Amacım kendisini geliştiren ve bu davaya gönül veren kişilere yönelik yazılar yazmak değil, aksine belirttiğim gruptaki kişilerin kendilerini görünmez sanmamaları için onları devamlı uyararak belki kendilerinde bir bilinçlenmeyi sağlamak.

3-Sloganistler, Şovenistler Günümüzdeki Milliyetçi ya da milliyetçi geçinen gençlere baktığımızda ne yazık ki en büyük çoğunluğu bu kesim oluşturmaktadır. Yalnızca slogan atan, attığı sloganın anlamını dahi bilmeyen, tamamen sürü psikolojisi ile hareket eden, hava atmak ya da ortam görmek için yahut kendisini dışarıda bırakmamak için çaba gösteren kimselerdir. Öncelikle belirtmeliyim ki bizim sloganlarımız tuvalet kapılarına, mahalle duvarlarına yazılacak kadar basite indirgenecek sloganlar değildir. Her slogan tarihsel bir derinlikten doğar. Bizim sloganlarımızın tarihsel derinliğinde ise ülkü şehitlerimiz bulunmaktadır! Tuvalet kapılarına slogan yazmak yalnızca bu davaya hakarettir! Bir sloganın tarihsel derinliğini anlayabilmek ise yine 3 temel unsurumuzu bilmemizden geçmektedir. ‘’Hissiyat, Fikriyat, Teşkilat’’ bize daima gerekli olan ruhu aşılayacaktır.

YARIN (FERDA) - Bugünün gençlerine – Yarınlar senin; senin bu devrim, bu yenilik… Her şey senin değil mi zaten? Sen, ey gençlik, Ey umudun güzel yüzü, işte karşında aynan: Temiz ve bulutsuz, ağaran bir gök, Titreyen kucağını açmış, bekliyor.. Koş, çabuk!

17


GENCAY Ey hayatın gülerek doğan sabahı, işte herkesin

Önden koşan, ama dikkatle her izi

Gözleri sende; sen ki hayatın umudusun,

İncelemeye yol bulan bu şaşmaz izleyici

Alnında yeni bir yıldız, hayır, bir güneş…

Paylayıp utandırırsa bizi, yazık! Demin

Doğ ufuklara, önünde şu sıkıntılı geçmiş

’’Yarınlar senin’’, dedim, beni alkışladın; hayır,

Sönsün sonsuza değin.

Bir şey senin değil, sana yarın emanettir;

Bir daha yaşanmasın o cehennem; senin bugün

Her şey emanettir sana, ey genç, unutma:

Cennet kadar güzel yurdun var; şu gördüğün

Senden de hesap sorar, yakınır gelecek.

Zümrüt bakışlı; inci gülüşlü kızcağız

Geçmişe şimdi sen ibretle bakıyorsun,

Kimdir, bilir misin? Yurdun.. şimdi saygısız

Gelecek de senden böyle kuşkulanacak.

Bir göz bu nazlı yüze -Tanrı esirgesin-

Her organı ihtiyaç kasırgasıyla sarsılan

Kötü bir gözle baksa, katlanabilir misin?

Bir kuşağın oğlusun; bunu arasıra anımsa.

İster misin, şu ak sakalın temiz, görkemli,

Unutma; çağın şimşeklerin bollaştığı çağdır:

Onurlu alnına, bir kirli el şöyle dursun,

Her yıldırımda bir gece, bir gölge yıkılır,

Hatta yabancı bir el uzansın? Şu mezarı

Bir yükseliş ufku açılır, yükselir yaşamak;

Bırakır mısın, taşa tutsun bir serseri?

Yükselmeyen düşer: ya ilerlemek, ya yıkılmak!

Elbette hayır; o mezar, o onurlu alın

Yükselmeli, dokunmalı alnın göklere;

Kutsal birer örneğidir yurdun.. Yurt çalışkan

Doymaz insan denilen kuş yükselmelere…

İnsanların omuzları üstünde yükselir.

Uğraş, didin, düşün, ara, bul, koş, atıl, bağır;

Gençler, yurdun bütün umudu şimdi sizdedir.

Durmak zamanı geçti, çalışmak zamanıdır!

Her şey sizin, yurt da sizin, şeref de sizin;

TEVFİK FİKRET

Ama unutmayın ki zaman ağır, güvenli,

Tanrı Türkü Korusun ve Yüceltsin!

Sessiz adımlarla arkamızdan gelir.

BOZKURTÇA !

18


GENCAY

19


GENCAY

KUYUDAN ADAM ÇIKARMA - İNÖNÜ BAYAR GÖRÜŞMESİ Çağhan SARI Türk siyasi tarihinin iki önemli aktörü İsmet İnönü ve Celal Bayar, birçok husustaki farklı görüşleri neticesinde politika hayatımızın da iki ana damarını oluşturmuştur. Liberal, siyasetin sağ yelpazesinde yer alan Celal Bayar ile devletçi, ortanın solu olarak kendini konuşlandıran İnönü arasındaki rekabet, henüz Atatürk'ün sağlığında başlamış idi.

içinde biriken muhalefetin önderi olmuş, DP'yi kurmuş, 14 Mayıs 1950'de DP Genel Başkanı olarak partisini seçimlerde iktidara taşımıştı. 10 yıl boyunca Başbakan Adnan Menderes, Cumhurbaşkanı Celal Bayar, muhalefet lideri İnönü arasında ilişkiler daima gergin olmuştu. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra Menderes idam edilecek, Bayar yaş haddinden dolayı idam cezasından kurtularak müebbet hapse mahkum olacaktı. 1961'de Türkiye'de parlamenter hayat tekrar başladığında Bayar Kayseri cezaevinde, İnönü ise Başbakanlık koltuğunda idi. Bayar'ın Kayseri cezaevindeki günleri sürerken, DP'nin mirasçısı iddiası ile Ekrem Alican'ın Yeni Türkiye Partisi, 27 Mayıs'tan sonra emekliye sevk edilen emekli Org. Ragıp Gümüşpala'nın Adalet Partisi siyaset sahnesinde idi. AP ve YTP TBMM'de DP'liler için bir af talebinde olsalar da bunu 25 Ekim Protokolünden dolayı gündeme getiremiyorlardı. Ordu hükümete tesir etme noktasında tavrını yumuşatmadığı gibi 22 Şubat 1962'de ve 21 Mayıs 1963'de Albay Talat Aydemir iki darbe girişiminde bulunmuştu. Şartlar parlamenter hayata engebe yaratırken Bayar'ın sağlık durumunun hızla bozulduğu savıyla özel bir af çıkarılması gündeme geldi. İktidarda CHP'nin liderliğinde koalisyon hükümeti vardı. Ancak Bayar serbest bırakıldığı gün onun aleyhindekiler şiddetli nümayişler yaparak Adalet Partisi genel merkezini bastılar.

1937'de Atatürk ile İnönü mesai arkadaşlıklarına Atatürk'ün tabiriyle fasıla vermiş, ölünceye dek son Başbakanı Celal Bayar olmuştu. Atatürk'ün vefatının ardından İnönü Cumhurbaşkanı olunca Bayar usulen istifasını yeni Cumhurbaşkanına istifasını sunmuş, İnönü tekrar Bayar'ı hükümeti kurmakla görevlendirse de bu hükümet üç ay sürmüştü. 1946'ya kadar Bayar parti 20


GENCAY Olaylar güçlükle yatıştırıldı ve kısa bir süre sonra Bayar'ın sağlık durumunda bir değişiklik bulunmadığı halde tekrar cezaevine gönderildi.

maruz kalabilir, tasarıyı geri çektiğinde tabanı ve DP'nin ileri gelenleriyle arası açılabilirdi. Bu aşamada İnönü çok stratejik bir hamle yaptı. Kemal Satır aracılığıyla Bayar ile barışma kararı aldı. Bayar'ın hatıralarına göre bu barışma hususunda Demirel'in de adı olduğu geçer. Ancak Demirel'in aleyhinde sonuçlar doğurması için İnönü'nün attığı bu hamlede Demirel adının geçmesi siyasetin doğasına uymamaktadır.

1965 yılında Adalet Partisi iktidara geldiğinde yine af meselesi gündeme gelecek, Başbakan Süleyman Demirel ordudan gelen mesajlardan ötürü affa yönelik girişimlerde bulunmayacaktı. 1966'ta Cumhurbaşkanı seçilen Cevdet Sunay, özel af ile Bayar'ın tahliye olmasını sağladı. Ancak bu özel af siyasi haklarının iadesini içermiyordu. Bu sefer de içeride kalan diğer DP'lilerin affı ile siyasi hakların iadesi AP'nin önünde aşılmayı bekliyordu. Ancak Sunay Cumhurbaşkanı olduktan sonra onun yerine Genelkurmay Başkanı olan Cemal Tural gayet sıkı bir 27 Mayısçıydı. 27 Mayıs'ın rövanşı manasına gelebilecek her türlü adıma sert tepki verebilecek bir tabiatta olduğunu açıkça sezdirmişti.

İki büyük isim 1950 seçimlerinin yıl dönümünde 14 Mayıs 1969 günü Bayar'ın evinde bir araya geldi. Basın bu buluşmanın önemini kavramış ve tafsilatlı yayınlar yapmıştı. İnönü'nün gayesi, Bayar'ın siyasi hakları ile diğer DPlilerin affı neticesinde AP'yi bölmek, ordu ile arasını bozmaktı. İnönü, damadı Metin Toker'e ve basın mensuplarına bu girişimi için 'kuyudan adam çıkarma' tabirini kullanmıştı. Ancak İnönü'nün ordu yüksek kademesi ile arası açılacak 19 Mayıs törenlerinde komutanlar İnönü'ye sırtlarını dönecekti. Bayar da aktif siyaset yapacak fiziki durumda olmamasına rağmen bu meseleyi iade-i itibar olarak kabul etmişti. İkili samimi pozlar verdiler ve birbirleri ile geçmişe bir sünger çektiklerini ifade ettiler.

1969 hükümetin son yılıydı. Ekim ayında seçime gidilecekti. AP meclisin son mesai haftalarında af ve siyasi hakların iadesi tasarını meclisin gündemine getirdi. Getirir getirmez ordudan sesler Sunay üzerinden iletilmeye başladı. Başbakan Süleyman Demirel tasarıyı geri çekmenin yollarını arıyordu. Israrcı olsa bir darbeye 21


GENCAY Bu görüşmeden sonra 16 Mayıs akşamı kuvvet komutanları Cumhurbaşkanı ile bir toplantı yaptılar. Tasarı mecliste kabul edilirse kesinlikle müdahale edileceği mesajı verildi. 20 Mayıs günü erken saatlerde Demirel'e bu mesaj iletildi ve Demirel tasarının onaylanmamasını kendi parti grubuna rağmen sağladı. Meclis tatile girdi. AP bu gelişmelerden sonra epey zamandır parti içi muhalefetin nihai

bölünmesine uğrayacak ve bünyesinden Ferruh Bozbeyli başkanlığında Demokratik Parti'yi çıkaracaktı. İnönü ve Bayar bir daha tekrar yan yana gelmese bile siyasetin makyavelist anlayışıyla mı yoksa hakikaten uzun yıllar mücadeleden sonra barışma hissiyatıyla mı davrandılar? Bunu kestirebilmek için sonraki gelişmeleri tetkik etmek gerekir.

22


GENCAY

BİR MAYIS DEĞERLENDİRMESİ Sertaç EKEMEN Türkiye

tarihinin en büyük kırılma noktalarından birisi 1 Mayıs 1977 Taksim olaylarıdır. Taksim’de hayatını kaybeden vatandaşların sayısı otuzu bulmuşken, üç yıl sonra bu rakam günde otuz kişinin katledilmesine varmıştı. Şartları olgunlaşıp vadesi dolduran Evren’in, darbe için Şartları oluşturduğu günün başlangıcıydı.

yanlısı komünist yönetim iktidara yürürken, İran da sonu belirsiz bir devrim sürecine evrilmekteydi. Türkiye de ise durum, Amerika açısından oldukça vahim bir noktadaydı. Kıbrıs sorunu ve müdahalesi yüzünden Amerikan ambargosu ile karşı karşıya kalan Türkiye de dengeler değişmeye başlayabilirdi. Bunun en çarpıcı örneklerinden birisi, Sovyetler birliği ile yakın ilişkiler kurma eğiliminde olan Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan gibi siyasetçilerdir. Bu yüzden Türkiye de istikrarlı ve otoriter bir rejim dışarıya kaymamak için elzemdir.

Türkiye’de olduğu gibi Dünya dada tarih tekerrürden ibarettir; Napolyon’un Rusya’ya girip perişan olması ve akabinde tarih sahnesinden silinmesi ve Hitler’in aynı sebepten mağlup olması; bunun yanında Hanedanlık üyelerini, dış güçler tekrardan monarşiyi getirmesin diyerek boğduran Fransız Devrimcilerinin izinden giden Bolşeviklerin olası karşı devrime önlem olarak Çar ailesini katletmesi. Bu duruma örnektir. Siyaset bilimini komplo teorileri üzerinden değerlendirmek, yanlış bir tutumdur. Örneğin IŞİD Amerikan oyunu, haçlı zihniyetinin bir parçası söylemi işin içinden sıyrılmak için yapılmış doğru bir tahlil değildir. Bununla beraber bir ülkenin ya da komşu bir ülkenin iç ilişkileri veya dış ilişkilerinde gerçekleşen toplumsal olaylar, gerek iç gerek ise dış dinamiklerin kontrolünde tamamen olmadığı gibi kontrollerin tamamının dışında da sayılmamaktadır.

1977 yılının sonlarına doğru bereketli hilalin kuzeyindeki Amerikan dostluğu yerini taze yönetimlere bırakmaya başladı. Bu taze yönetimler alttan gelen yeni ekonomik talepleri ve bu talepleri karşılayamayan ülke ekonomilere karşı birer tepkiydi. İran’daki ve Afganistan’daki durumu göz ardı edersek eğer, 1945 yılından itibaren etkilerini gösteren, 1960 lı yıllardan itibaren anayasal olarak resmi bir statü kazanan Keynezci ekonomik model, bütün dünyada olduğu gibi Türkiye de de yeterli gelmemeye başlamıştı. İşçi sınıfının var olan taleplerine karşı, küresel ölçekli olarak bir cevap bulamayan refah devleti, artık kendini piyasadan çekmeye, liberal söylemleri tekrardan gün yüzüne çıkarma yoluna gitmişti. Siyasi olarak ön Asya da sıkışan, müttefikleri ile diplomatik ilişkileri zayıflayan Batı dünyası, ekonomik

1 Mayıs 1977 yıllının cereyan ettiği Türkiye’ de Amerika’nın en uç müttefikleri büyük çıtırtı halindeydi. Stratejik olarak büyük önem arz eden Afganistan da Rusya 23


GENCAY stratejileri ile de tam bir dar boğaza girmişti.

kurulan yeni askeri yönetişim hem batı ile ilişkilerini düzeltti hem de siyasi olarak kalıcı bir biçimde S.S.C.B. ye sırtını döndü. Bu duruma örnek olarak, Yunanistan’ın NATO nun askeri kanadından kırgın ayrılmasına, koşulsuz onay verilmesi örnek olarak gösterilebilir.

Keynezci yaklaşımın en temek prensiplerini yani çarkı döndüren işçinin alım gücü, çarkı döndürmemeye başlaması ile liberalizm tekrardan gündeme gelecekti. Liberalizmi uygulamanın en kolay yolu ise var olan işçi haklarını kısmak ve yeni kurallar sistemi ile keynezyan anlayışı dost ve müttefik ülkelerden silip atmaktı. Böylece hem dost ülke ile ekonomik olarak kan bağı bu yeni paradigma ile güçlenecek, hem de siyasi olarak yapı, Rus Emperyalizmine karşı ileriki karakol tekrardan güvenceye alınacaktı. Ne de olsa bereketli hilale yakın yerler, her zaman önem arz etmekteydi.

1 Mayıs’ta yoğun bir kan siyasetinin Türkiye gündemine girmesinin “dış dinamikler açısından boyutunu bu şekilde kısaca özetlemek mümkün olacaktır. Yazının başında da geçtiği üzere, tarihin tekrardan yaşandığı mottosunu rehber olarak ele alırsak. Türkiye son üç dört yıldır kanlı bir siyasi süreçten geçmektedir. Gerek Uludere’deki kaçakçı ölümleri, gerek Hatay bombalamaları gerek ise gezi parkının ardından gelen çeşitli sol örgütlerin eylemleri, Türkiye’de yeni kurulacak bir yapıya geçişin sinyallerini verdiğini, yukarıdaki anlatıma dayanarak söylemek mümkün olacaktır.

Afganistan ve İran’ın Amerikan hegemonyasından sıyrılması ile işler iyice çığırından çıkmıştı. BAAS Rejimi ve Türevleri Kuzey Afrika ve Ortadoğu da değer yargılarını koruması ve S.S.C.B. ye yakın ideolojik ve pragmatik yakınlık Bütün Asya’da sosyalizm destekli bir yapının oluşmasına temel oluşturuyordu. Bu sıkışıklıktan kurtulmanın anahtar yolu ise jeopolitik açıdan en önemli ülke olan Türkiye’deydi. Özellikle S.S.C.B. Afganistan işgali ve İran’da anti batı bir iktidarın kurulması, bu anahtar ülke üzerinde merceklenmeye zorunlu kılınmıştı. 1 Mayıs 1977 ile başlayan kanlı şartların olgunlaşma süreci 78-79 ve 80 yıllarında ivmeli bir biçimde yeşerecekti…

Birincil olarak, soğuk savaş içerisinde en büyük müttefiklerden biri olan ve onun devamında da kullanılan Siyasal İslam artık Batı dünyasına ağır gelmeye bir nevi dünya ve orto dopu düzenin de bir rakip hale gelmeye başladı. Siyasal İslam’ın ılımlaşması Güneydoğu asya pasifikte olduğu gibi Ortadoğu da tutmadı. Sisi’nin İhvan’ı devirip gelmesi bu durumun en bariz örneğidir. Burada önemli olan millet ve jeopolitik yapı, Soğuk savaşta olduğu gibi gene Türkiye olacaktır.

Evren’in darbesinin hemen ardından uygulanan 24 Ocak kararları yani Keynezci ekonomik paradigmanın sona ermesi ve neo liberalizm taze anayasa ile formel bir yapı kazanmasına olanak tanıdır, ülkede

İkincil olarak ekonomik yapı, keynezci paradigmada olduğu gibi neo liberal paradigmanın sonunun geldiğidir. Alım 24


GENCAY gücünün yetersizliği iler krize giren keynezci yaklaşımın yerine doğan neo liberal yaklaşımda bugün büyük bir işsizlik krizine girmiştir. En sert iklimi ile yaşanan bu neo liberal kriz artık yerini yeni bir ekonomik anlayışa bırakması gerektiğini göstermiştir. 2008 yılından beri krizden kurtulamayan neo liberal ekonomiler, bunun gerekliliğini anlamışlardır. Bu yüzden dost ülkelere gelecek yeni

yönetimler, ortaya konulacak batı menşeili yeni ekonomik anlayışı Türkiye üzerine benimseteceklerdir. 1 Mayıs 1977 yılında yeni bir dönemin başlangıç olaylarına tanıklık eden Türkiye. Bu dönemin sonunu hazırlayan yeni dönem olaylarına tanıklık etmektedir.

25


GENCAY

TÜRK DÜNYASININ ENTEGRASYONUNDA DİLİN ROLÜ Ahmet Bican ERCİLASUN Özet: Türk Dünyası 13. yüzyıla kadar bir, 13. yüzyıldan 20. yüzyıl baslarına kadar iki yazı dili (edebî dil) kullandı. Batı Türkleri 13. Yy’dan sonra Osmanlı-Azerbaycan edebî dilini, Doğu ve Kuzey Türkleri Çağatay edebî dilini kullandılar. Bu iki edebî dilin sairleri, birbirlerinin eserlerini okuyup anlıyorlar ve birbirlerine nazireler yazıyorlardı.

ve dil entegrasyonunun yeni bir Türk uygarlığı Rönesans’ındaki önemi vurgulanacaktır. Anahtar Kelimeler: Türk Dünyası, Dil, Entegrasyon Giriş: Türk dünyasında çeşitli kollar hâlinde kullanılan ve bugün kullanıcıları tarafından Türkçe, Tatarca, Özbekçe, Uygurca, Kazakça, Kırgızca gibi çeşitli adlarla adlandırılan dilin adı 19. yüzyıl sonlarına kadar Türkçe idi. Türkçe yerine bazen Arapçadaki –î ekiyle türetilmiş Türkî kelimesi kullanılıyordu. Arabî, Arapça; Farisî, Farsça demek olduğu gibi Türkî de Türkçe demek idi. Bazen de +çe eki yerine dil / til kelimesi kullanılıyordu: Türk dili / Türk tili. Eski Uygur eserlerinden başlayarak bu terimleri görmekteyiz. Maytrısimit, Hüen-tsang biyografisi gibi Uygur eserlerinin Tohar veya Çin dilinden “Türk tili”ne çevrildiği bu eserlerin kendilerinde kayıtlıdır (Ercilasun 2007: 15-17). 1069’da Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig’i hangi dilde yazdığını su beyitlerle anlatıyor (Arat 1947):

İsmail Gaspıralı 19. yy. sonları ile 20. yy. baslarında çıkardığı Tercüman gazetesi ve kurdurduğu cedit mektepleriyle İstanbul Türkçesini bütün Türk Dünyasına yayarak entegrasyonu sağlamaya çalıştı. Sovyet dönemi dil politikaları ise entegrasyona zıt yönde gelişti. Bu sebeple her Türk topluluğunun ayrı bir edebî dili vardır. Türk dünyasında yeni bir dil entegrasyonu isteyenler, bugünkü gerçekliği bilmek ve oradan hareket etmek zorundadır. Dil entegrasyonu için iki ana yol takip edilebilir. 1) Türk topluluklarına başka Türklerin edebî dillerini öğretmek. Türkiye’deki Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümleri, Kırgızistan’daki Manas Üniversitesi ve Kazakistan’daki Ahmet Yesevî Üniversitesi bunu yapıyor.

“Elig sundum us men biligni tilep Sözüg sözge tizdim sasurdum ura Keyik tagı kördüm bu türkçe sözüg

2) Bugünkü edebî dillerden birini bütün Türk dünyasında öğretmek. Çalışmada bu iki konuda neler yapılabileceği belirtilecek 26


GENCAY Anı akru tuttum yakurdum ara El uzattım iste, bilgi diledim Sözü söze dizdim, ekledim Geyik gibi gördüm Türkçe sözü Onu yaklaştırıp yavaşça yakaladım”

Altun Yaruk adlı eseri Türk Uygur tiline çevirdiği belirtilmiştir. Kâsgarlı Mahmud, devrinin edebî dili için lügati’t-Türk, lisânü’t-Türk, yani Türk dili terimlerini kullanırken kabilelerin konuşma dilleri için “Oğuzların dili, Kıpçakların dili, Arguların dili” gibi terimler kullanır.

Kaşgarlı Mahmud’un büyük sözlüğünün adının da Dîvânü Lügati’t-Türk olduğunu biliyoruz. 13-15. yüzyıllarda Mısır’ı idare eden Kıpçaklar zamanında yazılmış gramer ve sözlüklerin adlarında da hep Türkî kelimesi vardır. Tercemân-ı Türkî ve Arabî, Et-Tuhfetü’z-Zekiyye fi’l-Lügati’tTürkiyye... Sadece bir eserin adında Türk kelimesi yanında Kıpçak kelimesi de geçer: Kitâbü Bülgati’l-Müstak fî Lügati’t-Türk ve’l-Kıfçak.

İstisnaların çok tipik bir örneğine 15. yüzyıl baslarında yazılmış olan ElKavânînü’l-Külliyye li-Zabti’l-Lügati’tTürkiyye (Türk Dilinin Umumî Kanunları) adlı eserde rastlanmıştır. Bu eser, Kazak, Kırgız, Tatar gibi Türk boylarının ataları olan Kıpçakların idaresindeki Mısır’da yazılmıştır. Eserin adında da görüldüğü gibi Kıpçakların dili Türk dili olarak adlandırılmıştır. Ancak eserin yazarı Azerbaycan ve Anadolu’daki Türklerin diline Türkmence diyor ve okuyucularını söyle uyarıyor:

Ali Sir Nevayî de eserlerinde kendisinin ve çağdaşlarının dili için hemen hemen daima Türkçe, Türkî, Türk tili kelimelerini kullanır. 17. yüzyılda Ebülgazi Bahadır Han da, 19. yüzyılda Ömer Han da Türkî / Türkî tili kelimelerini kullanmışlardır.

“Türkmence Türkçe değildir. Bundan dolayı bazı yerlerde dikkatli olman, sakınman ve konuşmaman için seni uyarıyorum. Çünkü Türkmence, Türklerce müstehcen ve onu konuşan ise hakir sayılmaktadır.” (Toparlı vd. 1999: 7). Bu kayda göre 15. yüzyılda Kıpçaklar kendi dillerine Türkçe; Türkiye’dekilerin diline ise Türkmence diyor ve Türkiye’dekilerin dilini kaba ve aşağı buluyor. Kıpçakların bugünkü torunları ise Türkiye’dekilerin diline Türkçe; kendi dillerine Kazakça, Kırgızca, Nogayca, Tatarca diyorlar.

Osmanlı sahasında da bugüne kadar hep Türkçe / Türkî / Türk dili kelimeleri kullanılmıştır. Meselâ Nabî oğluna öğüt verirken “Türkîde Nef’î ile Bâkî’ye bak” diyerek hem 16. yüzyıldaki Bakî’nin, hem 17. yüzyıldaki Nef’î’nin, hem de kendi oğlunun (18. yy) yazmasını düşündüğü eserlerin dilinin adını Türkî olarak ifade eder (Ercilasun 2007: 25). Bu durumun az da olsa istisnaları vardır. Bu istisnalara çoğunlukla Türk dili içindeki farklı söyleyişleri anlatmak için başvurulmuştur. Meselâ 10. yüzyılın meşhur mütercimi Sıngku Seli Tutung’un Hüen-tsang biyografisini Türk tiline çevirdiği söylenirken aynı mütercimin

Ali Sir Nevayî birkaç kere Çağatayca kelimesini kullanmıştır. Ebülgazi Bahadır Han ise Arapça ve Farsçanın çok karıştığı ağır dil için “Çağatay Türkîsi” demiştir (Eckmann 1996: 136). 19. yüzyılın ikinci yarısındaki bazı aydınlar da Arapça ve 27


GENCAY Farsça ile karışmış Türkçeye lisân-ı Osmanî demişlerdir (Ercilasun 2007: 2630).

Çağatay Türkçesi yerine kendi konusma dillerinde eserler yazmaya başladılar. Bir başka misyoner olan Mikola Ostroumov’un yönetiminde Çarlık idaresi tarafından 1883-1918 yılları arasında çıkarılan Türkistan Vilâyetinin Gazetesi’nde Sart dili adıyla bugünkü Özbekçenin temeli atıldı. 1888-1902 yılları arasında yine Çarlık idaresi tarafından Omsk’ta çıkarılan Dala Vilayeti gazetesinde de bugünkü Kazak yazı dilinin temeli atılmış oldu (Kocaoglu 1997: 16).

1910’larda Kazan Üniversitesinde Katanov’un yardımcısı olarak çalışan, 1913-1914 yıllarında Türkistan’a yaptığı ilmî seyahat sırasında Kutadgu Bilig’in Fergana nüshası ile Petesburg’daki satır altı Kur’an tercümesini bulan, 1917’de kısa bir süre Başkurdistan cumhurbaşkanı olan ve 1925 yılında Türkiye’ye gelen ünlü tarihçi Zeki Velidi Togan 19. yüzyılda Türkistan ve Idil-Ural’daki Türklerin dil durumunu söyle anlatır: “On dokuzuncu asrın ortalarına kadar Türkistan’ın her tarafında, Batı ve Doğu Türkistan’da, Kazak ve Kazan ülkelerinin hepsinde umumî edebî Çağatay dili kullanılıyordu.

19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyıl baslarında Ilminski’nin projesine zıt bir proje daha vardı: İsmail Gaspıralı’nın projesi. Gaspıralı “dilde, iste, fikirde birlik” siarını ortaya atmıştı ve bütün Türklerin, İstanbul ağzına dayanan ortak bir edebî dili olmasını istiyordu. Bu ortak edebî dili 1884-1914 (1917) yılları arasında Kırım’da çıkardığı Tercüman gazetesinde kullanıyordu ve bu gazete, İstanbul’da da, Kazan’da da, Kasgar’da da okunuyordu. Rus çarlığında, 19. yüzyıl sonları ile Mesrutiyet yıllarında Rusya Türkleri arasında iki proje çok tartışıldı. Iliminski ile Gaspıralı arasındaki rekabet jurnalciliğe kadar varmış ve Ilminski, savcı Pobedobçev’e yazdığı mektuplarda Gaspıralı’yı, çıkardığı “yayın organlarıyla Osmanlıcayı Türk soyundan gelen bütün Müslümanların ortak dili yapmak”la suçlar ve söyle devam eder: “Duyduğuma göre Kazan’da Türkçe gazetelerin ve ayrıca ders kitaplarının sayısı her geçen yıl artmaktadır. Kitapların muhteviyatı Avrupaî, dili Osmanlıcadır.” (Devlet 1988: 47). Rusya Müslümanları kongrelerinde, ilk sınıflarda yerel lehçelerde, sonraki sınıflarda İstanbul Türkçesinde öğretim yapılması kararı alınmıştır. 1918’de

19. asırda Kasgar’da Khocaların ve Yakub Begin tarihine ait yazılan eserlerle, Khıyva’da Munis ve Âgehî gibi müelliflerin ve Kazakistan’da Abılay ve Bükey ordasında Cihangir Hanın yazılarında kullanılan dil aynı dildir.” (Togan 1981: 486). Aynı zamanda bir misyoner olan oryantalist Ilminski, 19. yüzyılın ikinci yarısında bir proje gelistirdi ve bu projeyi hayata geçirdi. Ilminski’nin projesine göre Kazan ve civarındaki Tatarlar, Kazakistan dalalarındaki Kazaklar, Buhara ve Semerkant medreselerinde öğrenilen Çağataycayı anlamıyorlardı. Bu sebeple kendi konustukları diyalekti bir edebî dil hâline getirmeli idiler. Ilminski, özellikle Kazan’da okuyan Tatar ve Kazak aydınlarına bu fikirleriyle tesir etti. Kayyum Nasirî gibi Tatar aydınları ile Ibray Altınsarın gibi Kazak aydınları 28


GENCAY kurulan Azerbaycan Cumhuriyeti de yazı dili olarak İstanbul Türkçesini benimsemiş ve ders kitaplarını İstanbul Türkçesiyle bastırmıştır. Ancak 1925’ten sonra artık tartışmalara ruhsat verilmemiş; Rusya Türklerinin öz iradeleriyle karar vermeleri engellenmiş ve edebî diller lengüistik kurultaylarda alınan resmî kararlarla belirlenmiştir. Örnek olarak Kırım Tatarlarının edebî dili konusundaki kararın ne zaman ve ne şekilde olduğunu Garkavets’ten alıntı yaparak verelim: “1929 senesi Avgustta Simferepol’de olgan ekinci ilmiy lingvistik konferantsiyası... Edebi tilning orta sive esasında kurulması içün karar kabul etti.” (Garkavets, 1988: 6). Bir örnek de Türkmenistan dilcisi Tecmıradov’tan verelim: “Türkmenistan Birinci Lingvistik Gurultayının gararında seyle diyilyer: Sözlemin mânı üçin gerek bolan yerinde a bilen gutaryan sözlerin yönelisi düsüm formasında ga gosulmasını fakultativ ulanmaga yol bermeli.” (Tecmıradov 1972: 33). Demek ki edebî dil hangi diyalekte dayanacak, nerede hangi ek kullanılacak... Bunlara dahi lengüistik kurultaylarında karar verilmiştir.

baylığın devam etmesi gerek. Ancak Türk dünyası arasındaki iletişim ve entegrasyon nasıl sağlanacak? Önce bu konuda da bir tespit yapalım. 1989 nüfus sayımına göre Sovyetler Birliğinde Türk edebî dillerinden herhangi birini kullananların sayısı söyle idi. Ahıska Türkleri : 207 369 Gagavuzlar : 197 164 Azerbaycan Türkleri : 6 791 106 Türkmenler : 2 718 297 Özbekler : 16 686 240 Uygurlar : 262 199 Kazaklar : 8 137 878 Karakalpaklar : 423 436 Kırgızlar : 2 530 998 Tatarlar : 6 645 588 Baskurtlar : 1 449 462 Kırım Tatarları : 268 739 Nogaylar : 75 564 Karaçaylar : 156 140 Malkarlar : 88 771 Kumuklar : 282 178 Altaylılar : 71 317 Hakaslar : 81 428 Tuvalılar : 206 924 Çuvaslar : 1 839 228 Sahalar : 382 255 Toplam : 49 502 281

Buraya kadar kısaca tarihî farkı özetledim. Bugünkü duruma nasıl gelindiğini Türk dünyası aydınlarının çok iyi araştırması ve bilmesi gerekir. Ancak tarihî olaylar ve sebepler ne olursa olsun Türk dünyasının, özellikle nüfusu bir milyonu geçen boylarında çok zengin bir edebiyat oluşmuştur. Azerbaycan, Türkmen, Özbek, Kırgız, Kazak, Başkurt, Tatar ve Uygur edebiyatları çok gelişmiş; kelime hazineleri çok zenginleşmiştir. Bu edebiyatlar ve onlarda kullanılan dil bütün Türk dünyasının zenginliğidir. Sözsüz bu

Bu rakamı yuvarlak hesapla 50 milyon kabul edersek her yıl % 2, yani yılda bir milyon artışla 1989’dan bugüne geçen 18 yılda 18 milyon artarak bu nüfusun 68 milyona ulaştığını söyleyebiliriz. Bunların tamamının Rusça bildiğini düşünürsek Türk dünyasında Rusça bilenlerin sayısının 68 milyon olduğunu ve kendi aralarında Rusça ile iletişim kurduklarını söyleyebiliriz. Simdi bir de eski Sovyetler Birliğinin dışında kalan, yani Rusça 29


GENCAY bilmeyen Türklerin sayısına bakalım. Aşağıdaki rakamları yaklaşık olarak ve yuvarlak hesapla veriyorum:

ve Horasanlıları; bir de Romanya’daki Tatarları çıkaralım. 125,5 milyondan çıkaracağımız bu nüfus yaklaşık olarak 20 milyondur. Geriye kalan 105,5 milyona 8 milyon Kuzey Azerbaycan Türk’ü ile Ahıskalıları da eklersek 114 milyona yakın bir sayı elde ederiz. Bu demektir ki 193,5 milyonluk toplam Türk dünyası nüfusundan 114 milyonu, yani % 58’i için Türkiye Türkçesi ortak iletişim dilidir. Rusçayı ortak iletişim dili olarak kullanabilenlerin % 35 olduğunu tekrar hatırlayalım. Daha anlaşılır bir şekilde ifade edersek su anda Türk dünyasının ancak üçte biri için Rusça ortak iletişim dilidir; Türkiye Türkçesi ise Türk dünyasının yarıdan fazlası için ortak iletişim dilidir. Rusçanın ortak iletişim dili olması için geriye kalan % 65’e Rusça öğretmek gerekiyor; hâlbuki Türkiye Türkçesinin ortak iletişim dili olması için %42’ye Türkiye Türkçesini öğretmek gerekiyor. Nüfus bakımından bugünkü durum budur. Bunun yanında bir de 15 yıldır devam eden bir proses var. Sovyetler Birliğinden ayrılan Türk cumhuriyetlerinde artık herkes Rusça öğrenmiyor; yani Rusça bilenlerin oranı günden güne azalıyor. Buna karşılık yavaş bir şekilde yürüse de bu cumhuriyetlerde Türkiye Türkçesi öğrenenlerin sayısı artıyor. Türkiye-Kırgızistan Manas Üniversitesinde, Türkiye-Kazakistan Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesinde, Türkiye Milli Eğitim Bakanlığının ve bazı özel kuruluşların Türk cumhuriyetlerinde açtığı okullarda Türkiye Türkçesi öğreniliyor. Türk cumhuriyetlerinden Türkiye’ye giden öğrenciler de Türkiye Türkçesi öğreniyorlar. Ekonomik ilişkiler de Türkiye Türkçesine talebi artırıyor. Siyasî ve ekonomik şartların yarın nasıl

Türkiye : 72 000 000 Irak : 2 500 000 Suriye : 200 000 KKTC : 200 000 Yunanistan : 150 000 Bulgaristan : 1 100 000 Makedonya : 80 000 Kosova : 25 000 Avrupa, ABD vd . : 4 500 000 Güney Azerbaycan : 25 000 000 Künbed ve Horasan (Iran) : 1 000 000 Afganistan : 2 500 000 Uygur (Çin) : 15 000 000 Kazak (Çin) : 1 000 000 Kırgız (Çin) : 150 000 Kırım Tatarı (Romanya) : 30 000 Romanya Türkleri : 40 000 Toplam : 125 475 000 Demek ki eski Sovyetler Birliği topraklarının dışında kalan Türklerin toplam sayısı yuvarlak olarak 125,5 milyondur ve bunlar Rusça bilmiyor. 125,5 milyona Rusça bilen 68 milyonu eklersek Türk dünyasının bugünkü toplam nüfusu yaklaşık olarak 193,5 milyon eder. Bu nüfusun 125,5 milyonu, yani % 65’i Rusça bilmiyor; 68 milyonu, yani % 35’i Rusça biliyor. Demek ki aşağı yukarı Türk dünyasının ancak üçte birinde Rusça ortak iletişim dilidir. Acaba toplam nüfusun ne kadarında Türkiye Türkçesi ortak iletişim dili olarak kullanılabilir durumdadır? Bunun için söyle bir hesap yapalım: Rusça bilmeyen nüfus içinden Türkiye Türkçesini anlayamayacak olan Çin’deki Uygurları, Kazakları, Kırgızları; Afganistan’daki Özbek ve Türkmenleri, İran’daki Türkmen 30


GENCAY gelişeceği bilinemez. Su andaki proses bugünkü hızıyla devam ederse kısa zamanda değil ama uzunca bir zaman içinde Türkiye Türkçesini bilenlerin oranı % 58’den % 80’lere, % 90’lara çıkabilir. Esasen oran yükseldikçe Türkiye Türkçesine ilginin artacağı ve oranın daha hızlı bir şekilde yükseleceği tabiidir. Süreci hızlandırmak için bazı tedbirler de alınabilir. Okulların ve öğrencilerin sayısını artırmak, Türkiye Türkçesini öğreten kültür merkezleri açmak, Türk dünyasına cazip gelecek televizyon yayınları ile Türkiye Türkçesini öğretmek, ekonomik, turistik, kültürel ve siyasî alâkaları artırmak gibi.

pratik şekilde öğretecek kitap ve elektronik araçların hazırlanıp üretilmesidir. Bu kitap ve öğretim araçlarında lehçeler arasındaki benzerliklere vurgu yapılarak psikolojik bir yaklaştırma sağlandıktan sonra farklı kelime ve gramer unsurlarına yoğunlaşmalıdır. Ortak bir iletişim dili, Türk dünyasının entegrasyonunda hızlandırıcı bir itici güç rolünü oynayacaktır. Dili öğrenenler edebiyat ve kültür eserlerini de okuyacaklardır. Hatta günlük gazeteleri ve televizyonları da takip edeceklerdir. Böylece ortak ilgi alanları gün geçtikçe artacak ve Türk devletlerinin birçok konuda ortak hareket etmesi arzuları ortaya çıkacaktır. Ortak faydalar için ortak hareket edebilen Türk devletleri dünyada da itibar edilen küresel bir kuvvet olabilecektir. Dilin ve edebiyatın bu gücünü, bu potansiyelini Ali Sir Nevayî 530 yıl kadar önce fark etmiş ve bugünkü torunlarına söyle seslenmiştir: Türk nazmıda çü tartıp min alem Eyledim ol memleketni yek-kalem Türk siirinde bayrak kaldırınca ben Eyledim o ülkeleri tek bir kalem.

Buraya kadar sayılanlar Türk cumhuriyetlerine yönelik faaliyet ve tedbirlerdir. Doğrudan doğruya Türkiye kamuoyuna yönelik faaliyet ve tedbirlere de ihtiyaç vardır. Meselâ Türkiye’deki üniversitelerin bazılarında Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları bölümleri açılmıştır. Bu bölümlerde Türkmence, Özbekçe, Kazakça, Kırgızca, Tatarca, Uygurca vd. Türk lehçeleri öğretiliyor. Ayrıca bu yazı dilleri üzerinde master ve doktoralar yaptırtılıyor. Türkiye kamuoyunda Türk dünyasına daha fazla ilgi uyandırmak üzere, özellikle devlete bağlı okul, radyo ve televizyonlarda çalışma ve programlar yapılmalı ve Türkiye’de yasayanların da diğer Türk edebî dillerini öğrenmesi konusunda ilgi uyandırmalıdır. Bu ilgiyi duyanların Türk dünyasına yönelik faaliyetlerde bulunacağı da muhakkaktır. Nitekim çeşitli kurslarda Türk lehçelerinden birini öğrenenler bu dünyaya ilgi duymakta ve oralarda is yapmaya çalışmaktadırlar. Yapılacak bir başka is, Türkiye Türkçesini en kolay ve

KAYNAKLAR ARAT, Resid Rahmeti (1947), Kutadgu Bilig I Metin, İstanbul. DEVLET, Nadir (1988), Ismail Bey Gaspıralı, Ankara. ECKMANN, Janos (1996), Harezm, Kıpçak ve Çağatay Türkçesi Üzerine Arastırmalar (Haz.: Osman F. Sertkaya), Ankara. ERCILASUN, Ahmet B. (2007), Makaleler -- Dil – Destan – tarih – Edebiyat (Haz.: Ekrem Arıkoglu), Ankara. Not: Bu yazı, Gazi Üniversitesi Türkiyat Dergisi 2007 Bahar Dönemi sayısından iktibas edilmiştir.

31


GENCAY

GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN

32


GENCAY

millikanal.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.