www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 4 Sayı 42 - Temmuz 2015 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com
9. CUMHURBAŞKANIMIZ VE TÜRK DÜNYASI / Nami Cem İYİGÜN GELECEĞİN MATEMATİKSEL YORUMU: İSTATİSTİK / Burçin ÖNER EZBERCİ ÇOCUK METİNLERİ/ Fehmi Serhat TUNCAGÜL GELENEKSEL ÇOCUK OYUNLARI VE OYUNCAKLARI / Canan CAVŞAK İLK KOALİSYONUN MÜZAKERELERİ (!) / Çağhan SARI DERDİNİ DOĞAYA ANLATANLARIN TÜRKÜSÜ: BOZLAK / Hanife YAŞAR KURT KADIN / Şeyma KIRAÇ (Konuk Yazar) İSTİŞARENİN ÖNEMİ / Ertuğrul Kaan ÇAM
GENCAY
9. CUMHURBAŞKANIMIZ VE TÜRK DÜNYASI Nami Cem İYİGÜN Cumhuriyetin ikinci jenerasyonunun sağ kalan son temsilcisi ve yakın siyasi tarihimizin önemli figürü Süleyman Demirel’i doksan bir yaşında kaybettik. Memleket gerçeklerini en iyi kavrayan ve halkın diliyle konuşmayı en iyi beceren siyasetçilerden biri olan Demirel, Isparta’nın küçük bir köyünde doğup kırk bir yaşındayken Türkiye’nin en genç başbakanı olmuş ve tam yedi defa başbakanlık koltuğuna oturduktan sonra devletin zirve noktası Çankaya Köşkü’ne çıkmıştır. Demirel’in “Çoban Sülü”lükten Türk milletinin “Baba”lığına uzanan hayatı, hem eşine az rastlanır bir azim öyküsü, hem de cumhuriyet atılımının ete kemiğe bürünmüş halidir.
adamlığı sergilemiş ve Atatürk ilkelerine sıkı sıkıya bağlı olduğunu göstermiştir.
Süleyman Demirel’in hemen göze çarpan yanlarından biri de Türk dünyasına karşı olan ilgisidir. Demirel, Başbakanlığı ve Cumhurbaşkanlığında Türk dünyası ile ilişkilere özel bir hassasiyetle yaklaşmış, Alparslan Türkeş’in Türk dünyası kurultaylarını düzenleyeceği sırada Cumhurbaşkanı olan Turgut Özal’ın desteklemediği kurultayı Başbakanlık himayesine almıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bağımsızlıklarına kavuşan Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlığını ilk olarak yine Demirel’in başbakanlığındaki Türkiye tanımıştır. Başbakanlığında Orta Asya ve Kafkasya’daki Türk cumhuriyetleriyle yoğun temaslarda bulunan Demirel, 1993-2000 yıllarında yürüttüğü cumhurbaşkanlığında da Türk dünyası ile ilişkileri daima gündeminin ilk basamaklarında tutmuştur.
Türkiye’nin en geniş barajları, en büyük fabrikaları, en işlek karayolları ve en saygın üniversiteleri Süleyman Demirel’in iktidarlarında hizmete girmiştir. Anadolu köylerine elektriği o ulaştırmış, ekonomideki en yüksek yıllık büyüme performansı onun döneminde yakalanmıştır. Kredi vermeyen ABD ve Avrupa’ya inat GAP’ı yürürlüğe geçirmiş, İskenderun Demir-Çelik ve Seydişehir Alüminyum tesislerini Sovyetler Birliği’ne yaptırmak suretiyle sanayileşme yolunda kararlılığını ortaya koymuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin Dokuzuncu Cumhurbaşkanı seçilişiyle birlikte ise toplumun tamamını kucaklayan bir devlet
1
GENCAY Cumhurbaşkanı Demirel, yeni Türk cumhuriyetlerinin her birine ziyaretler gerçekleştirmiş ve cumhurbaşkanlarını Türkiye’de ağırlamıştır. Türk cumhuriyetleri cumhurbaşkanlarının çoğunlukla “Süleyman ağabey” şeklinde hitap ettikleri Süleyman Demirel’in beş tanesine Türkiye’yi temsilen katıldığı Türk Cumhuriyetleri Zirveleri’nin kurumsal bir mahiyet almasındaki katkıları büyük olmuştur. Türkiye ile diğer Türk cumhuriyetleri arasındaki öğrenci mübadelesinin önünü açan Demirel, Türkiye’den iş adamlarını Orta Asya ve Kafkasya Türk cumhuriyetlerinde yatırıma teşvik etmiş ve Türk şirketlerini bölgeye göndermiştir.
dediği KKTC kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’la uyum içerisinde çalışmış, Kıbrıs sorununun halli için elinden geleni yapmıştır.
Demirel’in Azerbaycan’a sevgisi ve Haydar Aliyev ile kişisel dostluğunu bilmeyen yoktur. 1995’in Mart ayında MİT’in de karıştığı Aliyev’e darbe teşebbüsünü öğrendiğinde, Kopenhag’da olan Aliyev’i arayan ve derhal Bakü’ye hareket etmesini isteyen Demirel, bir bakıma Aliyev’in siyasi bekasında rol oynamıştır. Demirel, Aliyev’in sağlığıyla bile ilgilenmiş, 1999 yılında maruz kaldığı kalp rahatsızlığında uçakla Ankara’ya getirterek tedavisini bizzat takip etmiştir. Aliyev de Demirel’in kardeşçe tutumuna yaşadığı müddetçe ayniyle mukabelede bulunmuş ve bu kişisel dostluk iki ülke ilişkilerini olumlu anlamda etkilemiştir.
Demirel, Kıbrıs Türkleri ve Kıbrıs sorunu ile yakından iştigal etmiştir. İmalinde demir-çelik fabrikaları ve Gölcük Tersanesi’ni görevlendirdiği çıkarma gemileri sayesinde 1974’teki Kıbrıs Barış Harekâtı’nın üstesinden başarıyla gelinmiştir. KKTC’ye Türkiye’den su götürmenin fiili girişimlerini başlatmış, şu anda boru döşeme işlemleri süren ve “asrın projesi” sayılan KKTC Su Taşıma ve Temin projesinin ilk adımlarını atmıştır. 1996’da Özbekistan’daki dördüncü Türk Cumhuriyetleri Zirvesi’nde Türk cumhuriyetlerini KKTC’yi tanıma ve destek olmaya çağırmıştır. “Kardeşim”
Kazakistan’da adını taşıyan üniversite olan Süleyman Demirel, mevkidaşı ve samimi dostu Nazarbayev’in konuğu olduğunda Kazakistan’da ikamet eden Ahıska Türklerinin temsilcilerini kabul etmiş ve onlara Ahıska Türklerinin sahipsiz olmadığını belirtmiştir. Demirel, Irak Türkmenlerini de ihmal etmemiş, gerektiğinde tereddütsüz yardımlarına 2
GENCAY koşmuştur. Kerkük şehrini ziyaretinde kendisini çok seven Türkmenler tarafından milli kıyafetler ve “Ağam Süleyman, Paşam Süleyman” türküsüyle karşılanmıştır.
kütüphane ve müze restorasyonlarına Türkiye’nin devlet eli ile yardımını sağlayan Süleyman Demirel, Kırım Türklerine bin ev kampanyasını da hayat vermiştir. Kırım’ı ziyaret de etmiş ve Hansaray’da yaptığı konuşma ile Türkiye’nin Kırım Türklüğünün milli mücadelesine devlet politikası icabı destek sunacağını dünyaya haykıran ilk Türk cumhurbaşkanı olmuştur.
1993-1994’te Moldova Cumhuriyeti ile Gagavuz Türkleri’nin Gagavuz Yeri’nin özerk bölge statüsüyle Moldova’ya bağlanmasına dair görüşmelerinde arabuluculuk misyonu üstlenen ve Gagavuz Türklerinin özerklik kazanmasına öncülük eden Süleyman Demirel’in Gagavuz Türkleri nazarında da değeri tartışmasızdır. Gagavuzlar, cumhurbaşkanlığında ve akabinde ne dertleri varsa Demirel’e iletmişler, Demirel de her seferinde Türkiye devletini devreye sokmuş ve dertlerini çözmüştür. Gagavuz Türkleri özerk bölgelerinin başkentine minnettar oldukları Süleyman Demirel’in büstünü dikmiş ve açılışına Demirel’i de davet etmişlerdir.
Keza Süleyman Demirel’in Doğu Türkistan davasına da ayrı bir sevgi ve ilgisi söz konusudur. Doğu Türkistan davasının Türkiye’de ikamet eden efsanevi lideri merhum İsa Yusuf Alptekin’i bayramlarda mutlaka aramış ve hal-ahval sormuştur. İsa Yusuf Alptekin, Ataköy’de bir ev sahibi olmasına Süleyman Demirel’in önayak olduğunu defaatle ifade edip sevincini paylaşmıştır. Aralık 1992 tarihinde dünya genelindeki Doğu Türkistanlılar Türkiye’de “Dünya Doğu Türkistan Büyük Kurultayı”nı topladığında İsa Yusuf Alptekin önderliğindeki on beş kişilik Doğu Türkistanlılar heyeti Başbakan Süleyman Demirel’in ofisinde ağırlanmış, heyettekilerle sıcak diyaloglar kuran Demirel’in “ben ölürsem Doğu Türkistan davası sahipsiz kalacak” diye yakınan İsa Yusuf Alptekin’e cevaben sarf ettiği
Kırım Türklerinin vatanlarından sürgün edilişinin ellinci yıldönümü olan 1994’te Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Kırım Türk halkının sürgün faciasını en üst seviyede dile getiren Süleyman Demirel’i Kırım Türkleri de ayrıcalıklı bir yere koyarlar. Kırım Türklerinin Kırım’da inşasını devam ettirdiği cami, üniversite, 3
GENCAY “merak etmeyin, Türkiye Cumhuriyeti varken Doğu Türkistan davası sahipsiz kalmaz” cümlesi dakikalarca alkışlanmıştır.
milleti, zaman aktıkça eksikliğini daha fazla hissedeceği Demirel’i asla unutmayacak ve hep hayırla yâd edecektir. Dokuzuncu Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel’in ruhu şad, milletimizin başı sağ olsun.
Türkiye’ye hizmetlerinin yanı sıra Türk dünyası ülkelerinin karşılıklı ilişkilerini derinleştirmeye dönük birçok faaliyete de imza atan Demirel, sadece Türkiye’nin değil, bütün Türk dünyasının ortak gurur kaynağıydı. Ne yazık ki Demirel’in peşinden iktidara gelenler Türk dünyası ile ilişkiler noktasında Demirel’in sahip olduğu bilinç düzeyinin epey uzağında insanlar olduklarından ya Avrupa Birliği masalına ya da Osmanlıyı diriltme hayaline kapıldı ve Türkiye’yi Türk dünyasının uzaklarına ittiler. Bugün yeniden öz kimliğini keşfetme ve öz dünyasına yönelmeye hiç olmadığı kadar ihtiyaç duyan Türkiye Cumhuriyeti’nin Süleyman Demirel gibi liderlere de hiç olmadığı kadar ihtiyacı vardır. Türk
Kaynakça: • “Gagauzlar Türkiye’den Memnun Değil”, Regnum Haber Ajansı, 13.05. 2014 • Hazret (M.E.), “Süleyman Demirel ve Doğu Türkistan”, uyghurnet.org, 18.06.2015 • “Kırım Bir Dostunu Kaybetti”, Kırım Haber Ajansı, 17.06.2015 • Yaş (S.Z.), “Türkiye’nin Orta Asya Politikasında Süleyman Demirel’in Rolü”, • Elektronik Siyaset Bilimi Araştırmaları Dergisi, 2. Sayı, 2013 • Yusuf (H.M.), “Demirel ve Kıbrıs”, Yeniçağ Gazetesi, 19.06.2015 • Zeybek (N.K.), “9. Cumhurbaşkanımız”, Aybek Gazete, 20.06.2015
4
GENCAY
GELECEĞİN MATEMATİKSEL YORUMU: İSTATİSTİK Burçin ÖNER olmalarını zorunlu kılan birtakım yasa veya güçlerin etkisiyle meydana geldiklerini ileri süren öğretiye verilen addır. Kısacası, her olayın maddi veya manevi birtakım nedenlerin zorunlu sonucu olduğunu kabul eden felsefi görüştür. (1)
“Üst sınıf istatistiklerle oynuyordu. Orta sınıf borsada oynuyordu. Alt sınıfsa spor toto oynuyordu.” Eduardo GALEANO
GİRİŞ: Kökleri Thales’e kadar uzanan determinizme, Türkçeleşmiş ifadesiyle belirlenimciliğe göre insanlar, ahlaki eylemlerde bulunurken özgür değildir. Çünkü insan, ahlaki eylemlerinde bulunurken bir takım etkenlere (psikolojik, toplumsal, ahlaksal, hukuksal vb.) bağlı kalma zorunluluğu ile o eylemi gerçekleştirebilmektedir. Dolayısıyla ilgili eylemin gerçekleşmesi için kişi tarafından yapılacak herhangi bir seçim söz konusu değildir. Bunun bir sonucu olarak da insan yapmış olduğu davranışlarda kendi özgür iradesini kullanamadığından davranışlarının sorumluluğunu taşımaz.
19. yüzyıl ortalarına kadar etkilerini sürdüren bu anlayış, bu tarihten sonra hiç olmazsa sarsılmaya başlamıştı. Dünyanın belirlenimci olmadığının keşfinin bir sonucu olarak “Geçmiş, gelecekte ne olacağını tam olarak belirleyemez.” Denildi. 19. Yüzyılda, dünyanın belli bir düzen içinde olabileceği fakat yine de sarsılmaz tabular içinde betimlenmiş yasalara tâbi olmayabileceği şüphesi ortaya çıktı. Bu da ‘şans’ için bir şans doğurdu. Bu yazı, belirlenen çerçevede şans faktörü ve beraberinde İstatistik biliminin hayatımızda ne denli önemli ve gerekli olduğu vurgusunun yapılması amacı güdülerek kaleme alınmıştır. İstatistiğin Doğuşu: Deterministik anlayışta meydana gelen bu sarsıntının farkına çok az kişi vardı. Ancak herkesin dikkatini çeken bir şey vardı ki o da “İnsanların ve alışkanlıkların sayımının yapılması…” Bunun anlamı, toplumların istatistiksel bir hâl almaya başlamış olmasıdır.
Determinizm, evrenin veya evrendeki olayların ya da bir bilimsel disiplinin alanına giren tüm nesne ve olayların önceden belirlenmiş olduğu, onların öyle 5
GENCAY Ian Hacking, bunu o dönem için şöyle açıklar: “Doğa yasalarına benzeyen ama insanlarla ilgili olan yeni bir yasa türü ortaya çıktı. Olasılık terimleriyle ifade edilen bu yeni yasalar, beraberinde normallik ve normdan sapma yananlamlarını getirdi.”
sınırsız olarak arttıran bu keşif sayesinde benzer bir düşüncenin insanlarla ilişkili olarak da kullanılabileceği algısı uyanmıştır. Bu benzerlik oldukça erken fark edilmiştir. Öyle ki nicel psikolojinin kurucularından Wilhelm Wundt, 1862 yılında şu görüşü sunmuştur: “Sevginin psikoloji yasalarına uyduğunu ilk gösteren, İstatistik olmuştur.” (2) Hacking bu görüşten yol çıkarak, toplumsal ve kişisel yasaların şansın, olasılığın konusu olduğunu söyler. Buna göre İstatistik, insanları böyle yasaların merkezi eğilimlerine uydukları takdirde normal olarak, uçta kalanları ise patalojik olarak sınıflar, sonucunu çıkarır. Genel olarak insanların uçlarda olma yani, patolojik olma eğilimleri normal olma isteğine göre oldukça sınırlıdır. Bu durum da normalin ne olduğunu etkilemektedir. Buna karşılık fizik gibi bilimlerde (örneğin atomlarda) böyle bir eğilim yoktur yani, insan ile ilgilenen bilimler, pozitif bilimlerde olmayan türde bir geri besleme etkisine sahiptir.
Bunun bir sonucu olarak, 18. yüzyılda ortaya çıkan “Aydınlanma psikolojisi”nin başat ilgi alanı, insan doğası iken 19. Yüzyıla gelindiğinde insan doğasının yerini “normal insanlar” kavramı almıştı, denilebilir. Materyalist düşüncenin içselleştirildiği dönem sayılabilecek olan Akıl Çağı boyunca şans gibi kavramlar, boş inanç, safsata, akıl dışılık olarak kabul edildi. Döneme göre akılcı olan bir insan böyle şeylere inanmaz; yalnızca somut olarak kanıtlanabilen savlarla ikna olabilirdi. Dünyada pek çok şeyin tanımlanamaz olmasının sebebi ise onun iç mekanizmasının işleyişinin henüz yeterince keşfedilememiş olmasıydı. Şansın doğuşuyla birlikte ise adına “olasılık” denilen kavram, çok az şey bilen insanların kusurlu (hata payı) ama gerekli bir aracı hâline gelmişti. Kuantum Fiziği, bu durumun sorgulanamaz şekilde ispatıdır. Doğanın akışına etki etme fikrini
Bahsi geçen bu sınıflama, sayma vs. benzer şekilde ulus-devletlerde de görülmektedir. Ulus-devletler, mensubiyetinde bulunan insanları durmadan sınıflamış, saymış ve çizelgelemiştir. Sayımlar, başlarda devletin (daha doğru bir ifade ile hükümet(ler)in) vergi toplama ve askere alma gibi 6
GENCAY amaçlarını karşılamak için yapılmış (bkz. Napolyon döneminde Fransa), sonraları hayatın her alanına yayılmıştır. Buradan çıkarılacak bir sonuç olarak İstatistik, her zaman hayatın bir parçası olmuştur.
öğrencinin bırakın iş bulup çalışmayı hâlâ yakın çevresinden bile “iki yıllık mı okudun, dört yıllık mı?” sorusuna muhatap olmak zorunda kalmasının ve İstatistik Bölümü’nü aslında çok da ilgisi olmayan Matematik Bölümü’ne benzetilmeye çalışılmasının altında yatan sebep de bu olmalı.
Zamanla yeni sınıflandırma ve sayma teknolojileri ile bu teknolojileri yürürlüğe sokacak yeni bürokratik yöntemler geliştirilmiştir. Çünkü insanların sayılabilmeleri için uygun bir şekilde yer alabilecekleri kategoriler türetilmesi gerekti. İnsanlar hakkında sistemli veri elde etmek, ne yapmayı istediğimizi, kim olmaya çalıştığımızı ve kendimiz hakkında ne düşündüğümüzü belirmek gibi pek çok fayda sağladı. Toplumu kavrama şeklini geliştirdiği gibi komşuyu tarif etme biçimini de etkiledi. Böylece determinizm şans yasaları nedeniyle bir anlamda devrilmiş oldu.
Esasen özellikle Batı’da olasılığın anlaşılması ve üstün bir başarı seviyesine ulaşmış olmasının altında dört temel disiplinin yattığını görmekteyiz. Bunlar; metafizik, epistemolojik, mantık ve etiktir. Metafizik diye bilinen kâinatın en yüce hâllerinin biliminde Kuantum fiziğinin olasılıkları sayesinde kabaca, kesin ve tek bilginin felsefe ve matematikten doğabileceğine inandığını söyleyebileceğimiz “Çifte Hakikat” de denilen Kartezyen felsefenin temelleri sarsılmıştır.
Yasalaştırılmaya çalışılan şans; intihar, suç, hastalık gibi konularda ilk kez sapmalarla beraber kullanılmıştır. Buradan anlaşılması gereken şey, bugün Yöneylem Araştırması, Karar Kuramı ve Risk Analizi gibi anabilim dallarının istatistiksel çıkarım alanlarını kapsayan tarafsız terimler olarak tanımlanabileceğidir. Çünkü bu dalların çeşitli sayım ve sınıflama yöntemleriyle, sapmalı bir yığının (nüfus gibi) düzeltilebileceği ya da en azından denetlenebileceği doğrusu elde edilebilir.
Bilgi ve inanışın kuramı olan epistemolojidir. Ancak günümüzde artık olasılıklar kullanılarak kanıtlar sunulmakta, veriler analiz edilmekte ve deneyler planlanmaktadır. Dolayısıyla inanılırlık bu şekilde de değerlendirilmektedir.
İstatistiksel çıkarımların, kişi ve/veya devlet hakkında özgürlükçü ve bireyci bakışın hâkim olduğu Batı toplumlarında, bütüncül bir anlayışa sahip olan Doğu toplumlarından daha etkin olduğunu görebilmekteyiz. Ülkemizde de İstatistik Bilimi’nin, mezun ettiği yığınlarca
Mantık, çıkarsama yapan ve savlar sunan bir kuramdır. Buradan hareketle 7
GENCAY geçmişten bugüne saf matematik aksiyomları kullanılarak yapılan çözümlemelere artık hassasiyet ve tesadüfilik kavramlarının eklemlendiği istatistiksel çıkarsama mantıkları da eklenmiştir.
“pozitifizm” (olguculuk) demiştir. Felsefesi değilse bile bulduğu isim oldukça popüler hâle gelmiştir. Bunu temel alarak diyebiliriz ki sayısal bilim olarak bildiğimiz dalların tümüne günümüzde pozitif bilim demekteyiz ve bu pozitif bilimlere istatistiksel bir bilimden daha uygunu örnek olarak verilemez.
Kısmî olarak da olsa ne yapılması gerektiğini sunan etik kavramının aksine olasılıkta herhangi bir dayatma yoktur. Ancak yine de günümüzde kamusal kararlar, askeri stratejiler ya da şirket bazlı kararlar olasılık ile iç içe geçen sonuçlara göre hareket etmektedir. Bütün bunlardan hareketle 20. Yüzyılın ilk yarısında hayatın tüm alanlarını çevreleyen başarı, olasılık kavramıdır. Öyle ki artık olasılık ve istatistik, zevklerimiz, kusurlarımız, yapılan sporlar, geziler, arkadaşlıklar, hastalıklar ve daha pek çok örnek alanda adeta günümüz insanının üzerine yığılmaktadır ve hiçbir şey ve kimse bu durumdan kaçamamaktadır.
Xavier Bichat’ın Tıp Fakültesi’nde verdiği derste pozitif bilimler için söylediği “(fiziksel) yasalar sabittir, değişmez” (3) kuralı fizyolojik yasalar için geçerli değildir. Benzer bakış açısını Laplace’de de görmekteyiz. Klasik zorunluluk ifadesinin yazarı ünlü matematikçi Laplace “Her olay önemsizlikleri içinde, doğanın büyük yasalarına uyuyormuş gibi görünenler bile, güneşin doğup batışı kadar kesin bir zorunlulukla, doğa yasalarının bir sonucudur.” Der ve şöyle devam eder “ Bir an için doğayı harekete geçiren tüm güçleri ve onu oluşturan varlıkların tek tek konumlarını anlayabilecek bir zekânın – tüm bu verileri çözümlemeye tabi tutabilecek kadar engin bir zekânınvarlığını kabul edersek, bu zekâ evrendeki en büyük cisimlerin ve en küçük atomun hareketlerini aynı formül içinde bağdaştıracaktır; onun açısından hiçbir şey belirsiz olmayacak ve geçmiş gibi
Pozitif İstatistik: “İnancın yetmediği yerde İstatistik yardım eder.” Wernwer Ehrenforth
İstatistiksel çıkarımlar için yalnızca yapılan sayımlar ve sınıflamalar yani, basit hesaplamalar yeterli olmamaktaydı. Bir de bu istatistik dilini okuyabilme kabiliyeti gerekti. Bu kabiliyetin adı ise ölçme idi. Ölçüm ile olguculuk kavramlarının birbirlerine çok yakın anlamlar taşıdıklarını şu şekilde kanıtlamak mümkündür. Auguste Comte tüm Avrupa’da “pozitif” sözcüğü olumlu yananlamlar taşıdığı için kendi felsefesine de 8
GENCAY gelecek de onun gözünde bugün gibi olacaktır.” (4)
ayıklanmayı bekleyen bir ambar dolusu saman hâline gelmişti. Bu sayılara bir çeki düzen vermek gerekti.
İşte bu birbiriyle çatışma halinde olan farklı yerlerden dillendirilen deterministik görüşlerin arasından bulduğu bir çatlaktan sızarak hayatın her alanını kaplayan bir bilim vardı: İstatistik. Başlangıçta şans denilen bu kavram fiziksel yasaların arasından sıyrılsa da yaşamsallık olgusu revizyona uğrayana kadar canlılar içinde kendine yer bulması biraz zor oldu. Ancak, insanların yaşamsal organik birimler olarak değil de toplumsal birer atom olarak görülmeye başlandığı zamanda, bağlı oldukları toplumsal yasaların belli istatistiksel karakterlere sahip olduğu fikri ortaya çıktı. Esasen bu çift yönlü bir önermedir. Çünkü tam anlamıyla istatistik ortaya çıkarsa yukarıda bahsi geçen durumlar istatistiksel olarak gözlemlenebilir; aynı şekilde eğer insanlar kendilerini saymak, sınıflamak, çizelgelemek isterlerse istatistik var olabilir.
Fransa’da intihar oranlarının, İngiltere’de eğitimin suçu azaltması ya da arttırması durumlarının ortaya konuluyor olması yetersiz bilgiler olarak kaldı. Böylece İstatistik kendine yeni alanlar aradı. Bunlardan biri Tıp oldu. Tedavilerin değerlendirilmesinde, istatistik önemli bir yere sahip oldu ancak, yine de çeşitli spekülasyonlar da yok değildi. Tıpta her bireyin farklı tedavi şekillerine vereceği farklı cevaplar olduğunu öne süren bilim adamları istatistiğin yığınlarla ilgilenmesinden dolayı bu konuda fayda sağlamayacağını öne sürdüler. Zamanla yapılan çalışmalar ve tartışmalardan sonra “sayısal yöntemler”, “yaşam istatistikleri” gibi yeni ve çığır açan yöntemler belirlendi. Yine de bilim, gözleme dayalı olan tıpta istatistik ve olasılığın hangi güvenirlik derecesiyle hangi sonuçlara varabileceğimizin tahmininin yüksek oranda doğru olacağına inanması için bir ışık bekliyordu. Tam da bu noktada istatistik, insanı bireyselliğinden sıyıracak bir tasarım olarak ortaya çıktı; mahkemelerde kullanıldı. Adli istatistiklerin kullanılmasıyla veriler sistemli bir şekilde tasarlanmaya başlandı ve istatistiksel çıkarsamalar daha kolay bir şekilde yapıldı. Suç istatistiklerinin toparlanması böylece “Bayesci istatistik” kavramını da ortaya çıkarmış oldu.
İstatistiğin Denetim Altına Alınması: “İstatistik öğrenmeyen bir toplum, cahil kalmaya, din ve bilim ayrımını öğrenememeye, az gelişmişlik batağında modernleşeceğim diye saçmalamaya mahkûmdur.” Ali Atıf BİR
19. yüzyılın ikinci yarısında fark edilen bir olumsuzluk da şuydu; toplumları kendi doğruluğuna inandıran İstatistik, aslında toplumların fütursuzca kendisini sayma isteğinden öteye geçememişti. Bir anlamda sayılar, toplumlar için kendilerine uğur getirdiklerine inanılan böcekler haline gelmişti. Laf olsun diye toplanan ve sayılan sayılar, sanki sapla karışmış ve
Bütün bunlar Olasılık derslerinin en ünlü ismi olan Poisson tarafından keşfedilen “büyük sayılar yasası”nın ortaya çıkmasına sebep oldu. 1837’de kaleme aldığı bu kitabında ‘göreli sıklık’ yaklaşımı, 9
GENCAY istatistiksel güvenirlik ve test ölçümleri, şimdilerde olasılıktaki fenomen kesikli dağılımlardan biri olan “Poisson Dağılımı”na da yer veriyordu.
hesaplanması ve ölçülen fonksiyonların belli sınırlar içinde kalma olasılıklarının hesabı, bir diğer deyişle güve aralıkları ortaya çıktı. Dolayısıyla Laplace’nin nesnel bakış açıları zamanla çöken bir hâl aldı. Poisson buna tam anlamıyla bir çözüm sunabilmek için akılcı bir yöntem geliştirdi. 1835’dki hukuk çalışmaları sırasında “büyük sayılar yasasını” ortaya attı ve önemli bir sınırlayıcı teoremi ispatladı. Böylece olasılık matematiğini toplumsal konulara uygulayabilmek için yeni bir gerekçe sağlamış oldu. Aynı zamanda da toplumsal konularda nasıl istatistiksel istikrar olabileceğini açıkladı.(6)
Poisson’un bu kitabı, geniş çerçevelerce incelenmiş olmasına rağmen çok az insan tarafından dönemine uygun düştüğü görüşü sunuldu. Çünkü kitap, bir tinsel bilimler çalışmasıydı. Benzer çalışmalar farklı kişiler tarafından zaman zaman yapılsa da aydınlanma kapsamında ele alındığında son tinsel çalışmayı kapsayan kitabın yazarı A.A. Cournot’tur. Cournot, şans ve olasılık kavramlarını birbirinden ayırarak olasılığın güvenilirliğinden bahseder: “Bir olayın olasılığı, olayın gerçekleştiğini ya da gerçekleşeceğini düşünmemiz için gereken nedendir. Ancak şans, bir olayın nesnel özelliğini, gerçekleşmesindeki kolaylığı gösterir. Nitekim olayın doğası gereği, bilinen ya da bilinmeyen, büyük ya da küçük bir gelişme şansı vardır.” (5) Tanımlamayı açarsak; Cournot, olasılığı öznel bulurken şansa nesnel bir karakter yüklemiştir. Poisson bu iki yaklaşım arasında kalmıştı. Dönem olasılık anlayışını iki durumla ortaya çıkarmıştır. Bunlar, sıklık ve inanma derecesidir. Dünya zamanla sıklık kavramına yaklaştığı için Laplace kendi savının savunusunu yaparken şans çalışmalarının sonuçlarındaki kolaylıktan bahsediyordu ancak olasılığı öznel olarak tanımlıyordu. Bu iki durumdan hangisinin doğru olduğu henüz ispatlanabilmiş değil. Yalnızca söylenebilir ki konjonktürel değişimlere göre zaman zaman iki kavramın baskınlığı yer değiştirebilir. Daha sonraları çeşitli gözlemlerin standart
Sonuç: Şans mantığı bütün değişimler arasında sabit kalmadı. C.S. Peirce zorunluluk öğretisini tümden reddetti. Tümevarımcı düşüncenin mantığını istatistiksel istikrara dayandırdı. Deneylerin tasarımına yapay rastgeleleştirmeleri soktu. Şans artık yasasızlığın özü değildi; tüm doğa yasalarının ve tüm akılcı tümevarımcı çıkarsamaların merkezinde yer alıyordu. Peirce, bir sav nedeniyle değil; olasılık ve istatistik yaşamın her yanına nüfuz etmeye başlaması nedeniyle bir şans evreninde yaşadığımız sonucuna vardı.
çalışmalarla sapmalarının 10
GENCAY Şans böylece evcilleştirilmişti. Terbiye edilen bu şansa istatistik denildi. Zaman zaman devletlerin ihtiyaç duydukları bilgiler olarak, zaman zaman ortaya çıkması gereken yasaların temeli olarak, zaman zaman sosyal ve beşeri bilimlerde tümüyle de hayatın her alanında bizimle birlikte büyüyen ikinci bir biz haline gelen istatistik, bilinenin aksine “sayılarla yalan söyleme sanatı değil; geleceğin matematiksel yorumu” olarak hafızalara kazınmalıdır. İstatistik ile bir ülkenin gelişmişlik seviyesi arasında pozitif yönlü bir korelasyon bulunmaktadır. Bir yerde istatistik bilimi ne kadar gelişmişse o ülke o kadar gelişmiş sayılır. Bu nedenle temelinde rastgeleliği yani, tesadüfiliği barındıran İstatistik gibi önemli ve etkili bir bilim tesadüfen istatistikçi olmuş kişilerin eline bırakılamayacak kadar
değerlidir. Sahip çıkmak, gerçek istatistikçilere düştüğü kadar toplum ve devletlere de düşmektedir. Kaynakça: • Ömer YILDIRIM Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf "Felsefeye Giriş" ve 3. Sınıf "Çağdaş Felsefe Tarihi" Dersi Ders Notları. • W. Wundt, Beitrage zur Sinneswahrnehmung, Verlin, 1862.
Therorie
der
• X. Bichat, Anotomie générale appliquée a la médecine, Paris, 1801 • P.S. de Laplace, Essai philosophique sur les probabilitiés, Paris, 1814. • S.D. Poisson, Recherches sur la probabilité des jugements en matiére criminelle et en matiére çivile, Paris, 1837. • I. Hacking, Şansın Terbiye Edilişi, Cambridge, 1990.
11
GENCAY
EZBERCİ ÇOCUK METİNLERİ Fehmi Serhat TUNCAGÜL Bireyin duyuşsal ve bilişsel cephelerini birlikte geliştirmeye çalıştığımızda bu ikisi arasında yer yer çakışmalar ve onların sebep olduğu çatışmalar meydana gelir. Bu aslında duygu ve düşünce arasındaki kısmi uyuşmazlıktan ileri gelir. Çünkü insanın kalbi ve zihni zaman zaman birbirine ters düşebilir. Bunun yoğun olarak yaşandığı bir ikilem modeli din-bilim arasındadır. Her ne kadar Caner Taslaman, Emre Dorman gibi birtakım aydınlar dinle bilim arasında bir çatışma olmadığını, aksine bu ikisinin birbirini gerektirdiğini ve hatta desteklediğini iddia etseler de bu ancak belli bir yorum tarzının savı olarak kalır. Dinin 7. asırdaki metinlerini ortaya çıktıkları sosyo-kültürel bağlamdan koparıp fena bir tarih bozumuyla ona günün gerektirdiği yönde istediği anlamı yükleyebilme, ona istediğini söyletebilme çabasından öte geçmeyen bu yorum tarzı bir kenara bırakılırsa dinin temelde inanmayı gerektiren bir duyuşsal varlık, biliminse temelde düşünüp bilmeyi gerektiren bir bilişsel varlık alanı olduğunu kabul edebiliriz.
buyurur ama yaratan rabbin adıyla okunması gerektiğini de ekler. Sürekli evrene bakıp düşünmeye sevk eder ama bu uğraşı hep temeldeki inancı pekiştirmek maksadıyla yapıldığında meşrudur. Aksi durumda, yani düşünce temel inanışı sarsmaya başladığında İslam’ın ana metni hemen onu bir düşman olarak beller. Çoğu kez tehdit ve kargış yoluyla dışlama yoluna gider. Bu hâliyle dinin zaman zaman bilişe el atsa da duyuşsal temelli bir etkinlik olduğunu söylemek mümkündür. Oysaki bilim, temeline düşünme ve bilme eylemlerini koyduğundan bilişsel bir etkinlik olarak görülür. Dinle çatışması da tam olarak bu bağlamda olur. Çünkü inanmayı buyuran din, bunu yaparken herhangi bir bilimsel araştırma basamağına, ilkesine, disiplinine uymak kaygısı taşımaz. Ona göre herhangi bir önerme 7. asırda ortaya çıktığı iddia edilen bir metne ne kadar uygunsa o kadar doğrudur. Oysaki bilim belli bir disiplin dâhilinde türlü zihinsel uğraşıyı gerektirir. Gözlem ve deney yoluyla önermelerin nesneler dünyasındaki karşılıklarını arayıp bulma çabasındadır. Mutlak, saltık doğruları olmamakla birlikte nesnellik güvencesindedir. Herhangi bir bilimsel veri yeni kanıtlarla değiştirilebilmeyi göze almışken dinsel bildiri için bu olanaksız olduğu gibi buna yönelik hamleler bizzat dinin ana metni tarafından tehditlere maruz bırakılır. Sözgelimi Evrim kuramının aslında yanlış olduğunu kanıtlayan bir dizi veriyle ortaya çıkmak
“Temelde” vurgusu dinin düşünmeyi gerektirmediği gibi bir yanılgıyı önlemek içindir. Çünkü din, her ne kadar duyuşsal ağırlıklı bir varlık olsa da bilişsel bir uğraşı olan düşünmeyi tümüyle dışlamamıştır. Aksine İslam özelinde konuşmak gerekirse din, düşünme eylemini çokça destekler. Ancak temelde “inanma” olduğundan düşünme eylemi de inanışın güdümünde kalır. Bu nedenle dinin öğütlediği düpedüz güdümlü bir düşünmedir. Okumayı 12
GENCAY bilimsel düşünce sahiplerini Evrim kuramını doğru bulmaktan vazgeçmeye götürürken yaratılış söylencesinin doğruluğuna ilişkin kanıt aranmaz bile. Arayan da imansızlıkla suçlanıp cehennem tehditlerine maruz bırakılır.
değerler eğitimi adı altında din eğitimi verme gayretindeki birtakım girişimler çıktı. İyi bir hayatın iyi bir kazançtan, bunun iyi bir meslekten, bunun iyi okullardan, bunun da iyi sınav puanlarından geçtiğine sarsılmaz bir biçimde iman etmiş bunan Türk milleti için dini değer sınav realitesi karşısında puan getirici bir gerçeklik olamadıysa da veliler için önemli bir teselli ve dinsel duyguların tatmini aracı oldu. Bu sayede eğitim dizgesinde edindiği yer pek de yadırganmadı. Henüz okuduğunu anlamaktan aciz olan öğrenci kitlelerine Okuma Becerileri yerine dinî içerikli seçmeli derslerin verilmesi de “Okuyamasa bile dinini diyanetini bilsin.” diyen veli için çok rahatsız edici olmamış gibi görünüyor. Durum şimdilik camilerdeki yaz kuran kurslarında ve birtakım yer altı sübyan mekteplerinde yürütülen din propagandasının kamudan da büyük destek görmesi aşamasına geldi. Koalisyon hükûmetinin bu meseleye neler getireceği şimdiden kestirmek epey güç. Ancak durum şimdilik bu…
Böyle ciddi bir çatışma hâlinde olan bu iki formun hayatın her alanında olduğu gibi eğitimde de yansımasını görmek mümkündür. Modern çağın bireyi, ardı sıra getirilen postmodern itirazlar dâhilinde çoğu kez makineleşmek metaforuyla yerildi. Modernist eğitim, bireyin bilişine yüklenip onun duyuşunu ihmal etmekle suçlandı. Gelişmiş ülkelerde moderniteyi aşan bir yönelim olarak, Türkiye gibi geri kalmış toplumlarda ise premodern çağlardan kalma bir duyarlılıkla ama bazen postmodern kılıkla dillendirilen bu itirazlar 21. asrın eğitiminde bireyin duygu dünyasına da ağırlık verilmesi gibi doğal bir sonuç doğurdu. Derken, bunun bir mahsulü olarak değerler eğitimi alanı ülkemizde de büyük bir ilgi topladı. Son eğitim şurasında alınan kararlarla da anlaşılabileceği gibi hükûmetin eğitim politikasının köşe taşlarından biri olma yoluna koyuldu. Artık bireyin zihin kadar kalbe de sahip olduğu, onun bilgiler kadar değerlerle de donatılması gerektiği yüksek perdeden dillendirilir oldu. Ancak bu, bizim gibi geri kalmış toplumlarda değerlerin dine ipoteklenmesinden ötürü değerden çok bir tür din ya da dinî değer eğitimi havasına büründü. Zaten moderniteye yetişemediği için kendi değer yargılarının misyonerliği peşindeki İslamcı odakların çocuklar için geçen asırdan kalma dinselleştirme çabaları onların sürece bir adım önde başlamalarına aracı oldu. Bu sayede ortaya
Sözü edilen durum müthiş bir şekilde çocuk edebiyatı yayıncılığına da yansıdı. Timaş, Muştu gibi birtakım dinsel örgütlerle sıkı bağları olan yayınevlerinin başı çektiği bir grup, çocuklar için dinî eğitim verici nitelikte birtakım kitaplar hazırladı. Bunlardan biri olan Hekimoğlu İsmail’in Her şey Allah’ı Anlatıyor adlı yapıtı, yazının girişinde sözü edilen bilişduyuş çatışmasının somut örneklerinden birini oluşturarak bu yazının inceleme nesnesini oluşturur.
13
GENCAY Çocuğun bilişsel gelişimini amaçlayan bir çocuk edebiyatı ürünü düşünsel bir metinse bilişsel modelleme kuramı doğrultusunda çocuğu olabildiğince fazla düşünme yöntemiyle tanıştırır. Çocuğa türlü çözümlemeler, birleştirmeler, değerlendirmeler, eleştiriler sunup onun bunların nasıl yapıldığını bizzat metinde görmesini sağlar. Bu sayede çocuk farkı düşünsel uğraşıların nasıl yapıldığını görüp bunları modelleyerek düşünsel disiplin kazanabilir. Sözgelimi metin adalete ilişkin bir örnek olayı ele alıp tartışırken olayları ve fikirleri ayırt eder, bunları başlıklar hâlinde öbekleyerek çözümler. Bu, çocuğun analiz becerisini geliştirmek için önemli bir örnek oluşturur. Metinler yoluyla çocuğun düşünme becerileri bir ölçüde bu şekilde geliştirilmektedir. Oysaki çocuğa herhangi bir düşünme süreci örneği sunmaksızın anlattığı olaylarını tamamını tek bir düşünceye bağlayan bir metin çocuğu düşünme örneklerinden mahrum bırakmakla kalmayıp ona ezberciliği gösterir. Ele alınan yapıtın da temel sorunu budur. Sözgelimi yapıtta canlılığa ilişkin birçok durum anlatılıp ardından bunların her biri yaratıcı bir gücün istencine bağlanır. Ancak bu bağ sırasında çocuk herhangi bir düşünce uğraşısıyla
karşılaşmamış olur. Oysaki ele alınan durumların sebepleri, onları ortaya çıkaran koşullar, nedensellik ilkesi dâhilinde açıklanmış olsaydı çocuk belli bir düşünsel uğraşının verildiğine tanık olup bunu modelleyebilecekti. Kuşların uçmasını “Allah yaptı” diye geçiştirivermek çocuğun Allah’a olan inancını ne kadar pekiştirir, bu ayrı bir tartışma konusu. Ancak bunun çocuğu herhangi bir düşünsel çabaya itmediği açık. Oysaki kuşların uçmasını açıklamak için ortaya konan kuramlardan hiç değilse birkaç tanesi çocuğun kavram dünyasına, söz dizimi kapasitesine indirgenip anlatılsaydı çocuğun herhangi bir doğa olayını ya da durumunu açıklamak için düşünsel bir uğraşıya girişmesi teşvik edilebilirdi. Hekimoğlu İsmail’in yöntemi doğa karşısında merakla araştırıp sorgulayan, gözlemleyip deneyen ve böylelikle düşünce dünyasını geliştiren zihinler yerine her şeyi yaratıcı güce bağlayıp buna inanan gönüller yetiştirmeye yarar. Oysaki insanlığın Aydınlanma sürecini inananlara değil bilenlere, düşünenlere, araştıranlara, sorgulayanlara kısacası bilişsel varlığa borçlu olduğu tarihi bir gerçek.
14
GENCAY
GELENEKSEL ÇOCUK OYUNLARI VE OYUNCAKLARI Canan CAVŞAK Bir toplumun karakterini oluşturan; yaşattığı, paylaştığı, geliştirdiği gelenekler o toplumun kültürünü yansıtır (Esen, 2008; Özbakır, 2009a). Halk oyunları da kültürün bir parçası olup, her milli kültürün önemli ve özgün unsurlarından biridir. Halk oyunları; "Toplum zekâsının, yeryüzündeki zarif bitki, hayvan, su vs. hareketlerini, insan bedeninde, toplumun inanç, edep, sanat ve kahramanlık gibi duygularını dile getirecek şekilde bütünleştirip, uyarlamak, giyim ve çalgılar eşliğinde toplu-birlikte veya birey olarak icra etmektir." şeklinde tanımlanabilir (Yamakoğlu, 2001). Oyun kavramı Türk Folklörü’nün de zengin ögelerinden biridir. Türk toplum yaşantısının yüzyıllardır bir parçası olan oyunlarımız bazen bir savaşta kazanılan zaferi, doğumdan sonra ad alma törenlerini bazen de günlük uğraşları anlatır. Zaman içerisinde çeşitli çocuk oyunları oluşmuş ve bunlar kuşaktan kuşağa aktarılarak ‘Türk Çocuk Oyunları Geleneği’ ortaya çıkmıştır. Geleneksel Türk çocuk oyunları Türk değerlerinden izler taşımaktadır. Örneğin, çelik çomak oyununda çeliğin atabildiği uzun mesafe, Türk tarihinde kimlik belirtisi olan güç ve kudretin temsilidir. Birçok oyunda oyun alanının merkezi olan taş (emen), Türk efsanelerinde yer alan ‘kutsal taş’ın çocuk oyunlarına yansıması şeklinde yorumlanabilir (Bayrak, 1998).
Eğlence unsuru, kültürel değerlerin yaşatılmasında etkili yöntemlerden biridir. Oyunlar eğlemek için bir araç olurken, asıl amaç; toplumun üyeleri tarafından gelenek ve göreneklerin canlandırılması, yeni nesillere öğretilerek kuşaktan kuşağa devam ettirilmesidir. Türk dünyası içinde de coğrafi ayrılıklar olmasına karşın, yüzyıllar öncesine dayanan özdeki beraberliğin bir sonucu olarak oynanan çocuk oyunlarında da benzerlik vardır. Örneğin Ahıska Türklerinde de oynanan ‘Beş Parmah’ oyununun Türkiye’de farklı farklı söyleyiş biçimleri vardır. Bu oyun 13 yaş arasındaki çocuklarla oynanır. Oyun çocuğun parmaklarıyla oynanır. El, başparmaktan başlayarak serçe parmağa kadar sırayla açtırılır. Parmaklar açtırılırken parmakların adları sırasıyla bir tekerlemeyle söylenir. Ahıska Türklerindeki söyleniş şekli şöyledir; Baş Parmah, Başarat Parmah, Uzun Hacı, Gözellük Tacı, Mehle Pici, Toprah Başan, Küçük Bacı (Esen, 2008). Çocukken bize öğretilen ise şöyle idi; Baş Parmak, Badi Parmak, Orta Direk, Hacı İbrahim, Gül 15
GENCAY Bebek. Azerbaycan’da ‘Hancarı’, Türkiye’de ise ‘Birdirbir’ adıyla bilinen oyun da aynı kurallarla oynanır (Çelebi, 2007). Başka bir örnek ise birçoğumuzun bildiği ‘Komşu Komşu’ oyunudur. Irak Türkmenlerinde ‘Qonşu Qonşu’ şeklinde söylenir. Bu oyun iki çocuğun karşılıklı atışması ile oynanır; 1.Oyuncu
2.Oyuncu
Qonşu Qonşu
- Ha ha ha
Oğluy geldi?
- He he he
Ne getti?
- Qere muncuğ
oyunculara karşı bir yarış içindedir. Bu hareketlilik öncelikle solunum, dolaşım ve sindirim sitemini olumlu etkilemektedir, ayrıca iç salgı bezlerinden daha fazla salgılama yapılmasına katkıda bulunarak gelişmesini hızlandırmaktadır (Özer ve ark. 2006). Örneğin; güreş, dokuz kiremit, halat çekme, çuval yarışı, mendil kapmaca gibi oyunlar fiziksel açıdan hız ve güç gerektiren oyunlardandır. Hemen hemen her oyunda çocuğun sosyal açıdan gelişmesine faydalı olabilecek davranışlar bulunur. Oyunda edinilen kendi haklarını savunma, diğer arkadaşlarına karşı saygı, işbirliği ve paylaşma, kurallara uyma, iyikötü, doğru-yanlış ayrımını yaparak iyiyidoğruyu özümseme ve mensubu olduğu gurubun çıkarlarını koruma ve kollama ile toplum kültürünü öğrenme gibi özellikler, toplumsal yaşamlarını sağlayan, öğreten sosyal değerlerdir.
Qere muncuğ hanı? - Arxa düştü Arx hanı?
- İneg içti
İneg hanı?
- Bağa qaçtı
Bağ hanı?
- Balta kesti
Balta hanı?
- Ataşa düştü
Ataş hanı? - Yandı, söndü, kül oldu… (Abdulmajeed, 2010). Oyunlar, çocukların eğlenmesini, güzel vakit geçirmesini sağlarken genel olarak çocuğu birçok yönden etkiler ve gelişmesine katkıda bulunur. Oyunların türlerine göre etkileri farklılık gösterirken genel etkileri şu şekilde sıralanabilir: 1Oyunun fiziksel açıdan etkisi, 2- Oyunun sosyal açıdan etkisi, 3- Oyunun psikolojik ve duygusal açıdan etkisi, 4- Oyunun zihinsel açıdan etkisi. Oyunun içerisinde, özellikle mücadele oyunları içerisinde çocuklar sürekli olarak koşmak, zıplamak, tırmanmak, itmek, çekmek, boğuşmak, taşımak yani vücut özellikleriyle mücadele etmek durumundadırlar. Çocuk, sahip olduğu fiziksel kabiliyetiyle diğer
Psikolojik gelişim ile sosyal gelişim birbirinden bağımsız değildir. Çocuk, toplumu, kuralları, meslekleri, gelenek ve görenekleri, iyiyi ve kötüyü, doğruyuyanlışı öğrenirken, yani sosyal olarak gelişirken, bu öğrendikleri kendi kişiliğini de şekillendirir. Oyunun kurallarına bağlı olarak oyuncu, rakibine saygı duymaya, disiplinli olmaya mecburdur. Fakat bu tür kurallar sadece sınırlamamakta, aynı 16
GENCAY zamanda mesafeli özgürlüğü de sağlamaktadır. Bu da, oyuncuya kendi karakterini gerçekleştirme imkânı vermektedir (Özer ve ark. 2006). Misket, beş taş, seksek oyunlarında olduğu gibi neredeyse tüm oyunlar kural gereği sırayla oynanır, böylece çocuk sırasını beklemeyi öğrenir, kurala uymayıp sırayı bozduğu takdirde de oyundan dışlanır ve ‘mızıkçı (oyunbozan)’ olarak adlandırılır.
geleneksel oyunlara, Türk zekâ ve strateji oyunu olan ‘mangala’ örnek verilebilir.
Aynı kültür içinde bile olsa, kuşaklararasında oyun etkinlikleri açısından farklılıklar vardır. Sanayileşme ve buna bağlı olarak gelişen sosyalteknolojik değişmeler ve şehirleşme toplumların demografik yapılarını değiştirmiş ve bu da kuşaklararası değişmenin sebeplerinden biri olmuştur. Eski zamanlarda dışarıda oynayan çocuklar, şehirleşme ve çarpık yapılaşma yüzünden yok olan yeşil alanlardan mahrum kalmış, açık alandaki özgürlükleri kısıtlanmış ve kapalı mekânlara sıkışıp kalmışlardır. Plânlı ve düzenli yapılaşmanın olduğu yerlerde ise oyun alanları sınırlarla belirlenmiştir. Sınırlı oyun alanları, sanal dünyanın hızlı ve ilgi çekici değişiminden dolayı çocuklar, bilgisayar/televizyon ekranına mahkûm olmuşlardır (Özbakır, 2009a; Özbakır, 2009b). Eskiden dışarıda, kum, toprak, su ile ağacın, yeşilin daha çok olduğu bir ortamda kendi yaratıcılığını da kullanarak oynayan çocuklar, şimdilerde üstelik küçük yaşlardan itibaren telefon, bilgisayar oyunlarına bağımlı hale gelmişlerdir. Eve kapanan çocuklar doğal olarak bireysel oyunlara yönelmiştir. Geleneksel çocuk oyunlarındaki paylaşıma
Çocuk oyunda kavram ve nesneleri tanıyarak, kullanma özelliklerini, görevlerini öğrenir. Bu öğrenme, bilgi birikimi ve çalışma açısından zihinsel bir gelişme sağlar. Ayrıca öğrenilen kavram ve nesnelerin ifade olarak kullanılması, kelime ve dil dağarcığına katılması, ayrı bir özelliktir ve dil gelişimi sağlamaktadır (Özer ve ark. 2006). Çocukların oyun oynarken birçok tekerlemeyi de öğrenmiş olmaları zihinsel gelişimlerine katkıda bulunur. Örneğin; ebe ve eş seçimi yaparken, “Elim elim epelek, elden çıktı kepenek, kepeneğin ucu yok, Süleyman’ın saçı yok, bindim deve boyuna, sürdüm Halep yoluna, Halep yolu şambazar, içinde ayı gezer, ayı beni korkuttu, yüreğimi burkuttu.” ve oyunun bittiğini bildirmek için ise, “İğne battı, canımı yaktı, tombul kuş, arabaya koş, arabanın tekeri, İstanbul’un şekeri, hap hup, altıntop, bundan başka oyun yok.” gibi tekerlemeler söylenir. Zihinsel gelişimi etkileyecek 17
GENCAY dayalı takım oyunları unutulmaya yüz tutmuştur.
neredeyse
5. Oyun nesneleri: Asık, zar, topaç.
Geleneksel Oyuncaklar Toplumsal-kültürel birer ürün olup, tarih içinde gelişen, oynayıp eğlenmeye yarayan her şeye oyuncak denir (Özbakır, 2009b). İçerisinde kültürel bilgiyi taşıyan el yapımı geleneksel oyuncaklar çocuğun yaratıcılığını, el becerisini geliştirmektedir. Çocuğun el becerisiyle oyuncaklarını yapması çevresini tanımasını ve arkadaşlarıyla iş birliği içinde sosyalleşmesini sağlamaktadır. Anne, baba, dede gibi büyüklerden öğrenilerek yapılan oyuncaklar geleneksel bilgi birikimi ve kültürün kuşaklar arasında aktarılmasına da olanak verir. Bazı ahşap oyuncakların yapımı ise ustalık istediği için marangozda ya da oyuncak yapımında usta olan kişiler tarafından yapılmaktadır. Geleneksel oyuncaklar, daha çok kumaş parçaları, ahşap malzeme, metal malzeme, ip, lastik veya taş gibi atık veya doğal malzeme kullanılarak yapılmaktadır (Karaalioğlu ve Genç, 2013).
Bu oyuncaklar Tunç Çagı (D.Ö. 30001200), Bronz Çağı, Asur, Frig (D.Ö. 750300) Roma (D.Ö. 30-D.S. 395), dönemlerinden geliyor. Bu oyuncaklar genellikle pişmiş topraktan, seramikten ya da tahtadan yapılmıştır. Eski Anadolu kültürlerinde evcil hayvanlar günlük hayatta önemli bir yer tuttuğu için oyuncak hayvanlara çok yer verildiği görülüyor. 1991’de bütün Türkiye’de yapılan geleneksel oyuncak taraması sonuçlarına göre 8 kategori oluşturulmuştur: 1. Bebekler: Bez bebek, çöp bebek, ot bebek, ip bebek, örgü bebek, mısır bebek, kabak bebek, yumurta bebek, para bebek, tas bebek, top bebek, kukla bebek, gelin bebek.
1989’da Türkiye’de otuz arkeoloji müzesinde yapılan bir araştırmada Anadolu’daki kazılarda bulunup müzelere konmuş antik oyuncaklar beş kategoride sınıflanabilmektedir: 1. Bebeklik çağı oyuncakları: Çıngırak, oturak, bebek, kukla. 2. Minyatür ev eşyası: Masa, kapkacak, testi. 3. Oyuncak hayvanlar: Kus, tavuk, horoz, ayı, domuz, aslan, boga, at, öküz.
2. Beşikler: Tahta beşik, metal beşik, çıngıraklı beşik, aynalı beşik, sallanan beşik.
4. Ulaşım araçları: Araba, teker. 18
GENCAY 3. Minyatür ev eşyası: Toprak kap-kacak, ağaç yayık, kabak testi, çamaşır teknesi, el değirmeni, çeyiz sandığı, sepet.
geliştirme ve bilgi edinme süreçlerini yaşayamazlar ve sadece tüketici konumuna düşerler. Özellikle televizyon gibi görsel medyanın gücünden yararlanan oyuncak firmaları, çizgi film karakterlerini de oyuncak haline getirip hedef kitle olan çocukları etkilemektedir. Geleneksel oyuncakların hayatın içine girmesi ve nesilden nesle aktarılması için okul öncesi eğitimde geleneksel oyuncaklar teşvik edilmeli, televizyon gibi yaygın eğitim alanları da kullanılmalıdır; çünkü oyuncak ve oyun çocuk için bir süreç değil gelişiminin ta kendisidir (Karaalioğlu ve Genç, 2013). Geleneksel oyun ve oyuncakların unutulmaması için en azından kendi kardeşlerimize, çocuklarımıza telefon oyunları yerine çocukken kendi oynadığımız oyunları öğretebilir; hazır oyuncaklar almak yerine, birlikte uçurtma, tel araba, kağıt telefon, bez bebek vb. basit bir oyuncak yaparak bile, çocukla daha güzel ve eğlenceli zaman geçirebilir, el becerisinin gelişmesini sağlayabiliriz.
4. Ulaşım ve iş araçları: Kağnılar (tokmaklı kağnı, manda kağnısı, deve kağnısı); arabalar (tel araba, kil araba, tahta araba, kabak araba, el arabası, dümenli araba); yürüteç; kızak; kayık; karasaban; çember.
5. Ses çıkaran/müzikli oyuncaklar: Çıngırak, düdük, fırıldak, kaynana zırıltısı, su kabağı saz, düdüklü testi. 6. Oyuncak hayvanlar: At (değnek), deve (ağaç, bez), eşek, kedi, fare (bez). 7. Oyuncak silahlar: Tüfek (kamış tüfek, kundaklı tüfek); ok-yay (ağaç, kundaklı); tahta tabanca, patlangaç.
KAYNAKÇA Abdulmajeed, S. M. AL. D., (2010); “Irak Türkmenlerinde Çocuk Oyunları” Yüksek Lisans Tezi, Ege Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı (Halk Bilimi) Anabilim Dalı Bayrak, M., (1998); “Geleneksel Mahalli Çocuk Oyunları –Tokat İli Örneği-” Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü Beden Eğitim ve Spor Anabilim Dalı Çelebi, D., (2007); “Türkiye ve Azerbaycan’daki Çocuk Oyunları ve Oyuncaklarının Karşılıklı İncelemesi” Yüksek Lisans Tezi, Muğla Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Anabilim Dalı Esen, M. A., (2008); “Geleneksel Çocuk Oyunlarının Eğitimsel Değeri ve Unutulmaya Yüz Tutmuş Ahıska Oyunları” iç. Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi XXI (2) (s. 357-367)
8. Oyun malzemeleri: Topaç (ipli, kamçılı); yoyo; asık; uçurtma (kağıt uçurtma, kasnaklı uçurtma); top (keçe, kil, ip); çelikçomak; sapan; bilya (tas, cam, ağaç, pişmiş toprak) (Onur ve ark., 2004). Gelişen teknoloji ile beraber, el yapımı geleneksel oyuncakların yerini fabrikalarda üretilen oyuncaklar almaya başlamıştır. Oyuncağın üretim aşamasında yer almayan, emek harcamadan, mağazadan alınan -çoğu plastik olanoyuncaklarla oynayan çocuklar, beceri
19
GENCAY
İLK KOALİSYONUN MÜZAKERELERİ(!) Çağhan SARI 2002 seçimlerinden bu yana üç dönem arka arkaya Ak Parti'nin tek başına hükümet kurmasıyla aslında 1990'ların ikinci yarısında doğan ve bugün liseüniversite çağında olan insanların koalisyonlar hakkında fazla malumat sahibi olmaması doğaldır. Daha önce 1950-1960 yıllarında DP, 1965-1971 yıllarında AP, 1983-1991 yıllarında ANAP'ın tek başına hükümet olduğu yıllar siyasi tarihimizde yatıyor. Koalisyonların bazen aylara indirgenen ömürleri, müzakereleri, hükümette uyum meseleleri, gensorular vs. olarak özetlenecek hususların uzağına düşülmüş iken sadece belli bir yaş aralığının değil, maksadı sorgulanma beraber- basının da 'konuya yabancı' bir görüntü vermesi de tuhaftır. Böyle uzun cümlelerle girişin sonunda cumhuriyetin ilk koalisyonuna uzanalım. Nitekim kuruluşundaki pazarlık açısından müstesna bir koalisyondur.
CHP, güçlü bir tek başına iktidar planlamış, ancak %36 ile birinci parti çıkmanın fazlasını sağlayamamıştı. Meclis çoğunluğuna sahip değildi. Hâlbuki merhum gazeteciler Metin Toker (İnönü'nün damadı) ve Cüneyt Arcayürek'in nakillerine göre hükümet bile hazırdı. CHP, çoğunluğu sağlayamamanın şaşkınlığında iken karşısında konum alan partiler de beklediklerinden iyi sonuç almış olmalarıyla bu hissi yaşıyorlardı.
7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra%60lık blok tartışmalarının yapıldığı sırada şunu hatırlatalım ki bir blok 1961 seçimleri için söz konusuydu. DP kapatılmış, Gümüşpala başkanlığında Adalet Partisi, Ekrem Alican başkanlığında Yeni Türkiye Partisi DP'nin mirasçısı olarak kurulmuştu. Osman Bölükbaşı, CKMP'nin başında seçime hazırlanıyordu. AP, %34, CKMP %13.9, YTP %13.3 aldı. Bu partilerin sağ yelpazede yer aldığı da hesaba katılınca CHP'nin 1957'de tırmanışa geçen oylarının 27 Mayıs sonrası düştüğü görülüyordu.
15 Ekim 1961 seçimlerinin akşamı, Türkiye yepyeni bir tartışmanın kapısını araladı. 1923'ten 1946'da kadar tek partili hayatın sürdüğü, 1946-1950 yıllarında CHP, 1950-1960 yıllarında da DP'nin tek başına iktidar olduğu Türkiye, 27 Mayıs 1960 ile bambaşka tartışmalara başlamıştı aslında. Sonuçların birçok kesimi de şaşırttığını ifade etmek gerekiyor.
Bir genel merkez şaşkın, üç genel merkez ise heyecanlıydı. Ordunun birçok birimi ise 20
GENCAY seçim sonuçlarına tepkiliydi. Milli Birlik Komitesi'nde yer almış Suphi Karaman'ın yıllar sonra verdiği bir mülakatta şu ifadeler geçer; '27 Mayıs oldu da ne oldu diyenler vardı, bakın Demokratlar tekrar geliyor diyorlardı'. 27 Mayıs'ın hemen arkasından onun devamı olduğu savıyla seçime giren partilerin meclis aritmetiğini blok yaparak sağlayabileceği ortaya çıkınca, meclisin yeniden feshinden seçimlerin tekrarına kadar birçok şey cuntalar arasında konuşulmaya başladı.
Bu hava altında Türkiye'nin ilk koalisyon hükümeti, sadece iki parti arasında uzlaşının ötesinde kuruldu. 24 Ekim'de toplantının yeri Çankaya, katılımcılar, Cumhurbaşkanı, dört partinin genel başkanı, Genelkurmay başkanı ve Silahlı Kuvvetler Birliği’nde bulunan bazı generallerdi. Taraflar, cumhurbaşkanının Cemal Gürsel, başbakanın İsmet İnönü olması konusunda anlaştılar. Yassıada mahkûmlarına af çıkarılmayacak, üniversiteden uzaklaştırılan isimlere tekrar üniversite kadrolarında yer verilmeyecekti. Bu ahvalde Türkiye’nin ilk koalisyonu CHP-AP kuruldu.
21 Ekim günü İstanbul'da toplanan 10 general ve 18 albay, meclis açılmadan müdahale etme kararı aldı. Milli Birlik Komitesi'nden bağımsız, Silahlı Kuvvetler Birliği adı altında kurulan cunta, ara dönemde kontrolü kısa sürede eline almıştı. Şimdi tekrar parlamenter rejime dönüş öncesi sahneye çıkmaya hazırlanıyorlardı. Gerekçenin temeli ise “karşı devrim geliyor” idi.
Türkiye'nin ilk koalisyon hükümetinde, partiler bakanlık sayılarında, hükümet programı hakkında müzakere etmeye fazla vakit bulamadı. Güdümlü başlayan yeni dönemde her iki tarafında 1950'li yıllardan kalma kendi bünyelerinde çözmeleri gereken sorunlar vardı. Neticede bu koalisyon sadece 7 ay sürecek, ondan sonra sırasıyla CHP- YTP/CKMP koalisyonu ile CHP - Bağımsızlar azınlık hükümeti, ülkeyi 1965 seçimlerine götürecekti.
Protokol Ankara'da duyuldu. İsmet İnönü, herhangi bir müdahaleye açıktan karşı olduğunu duyurdu. AP, YTP henüz, kendi programlarına göre özgür politika yapacakları bir devirde olmadıklarının idraki içindelerdi ve özellikle AP bu yıllarda gösterdiği politika nedeniyle 'titrek muhalefet' olarak eleştirilecekti. Türkiye'nin tekrar parlamenter yaşama döneceği virajda tekrar askeri darbe seslerinin yükselmesi, sessiz gerilimi zirveye taşıdı.
Siyasetin tabî figürleri dışında kalan etkilerle koalisyonların kurulmaması temennisiyle…
21
GENCAY
DERDİNİ DOĞAYA ANLATANLARIN TÜRKÜSÜ: BOZLAK Hanife YAŞAR Bir kültürün meydana gelmesinde coğrafi, ekonomik ve maddi unsurların etkili olduğu gibi insan faktörü de etkilidir. Aynı ortamda bulunan toplumların dahi kültürlerinin farklı olması insanların psikolojik ve toplumsal farklılıklarından meydana gelir.(1) Nasıl ki birey olarak anne babamızdan aldığımız genler var ise, toplum olarak da tarihten aldığımız genler vardır. Bu genler bizim millet olarak kişiliğimizi belirleyen özelliklerdendir. Bugün aslında konuşmamızda, kullandığımız kelimelerde, hissettiklerimizde, karakterimizde, duruşumuzda ve söylediğimiz türkülerde dahi biz fark etmesek de tarihten gelen genlerin kalıcı izleri bulunur.
şeklinde bazen de türküler eşliğinde günümüze kadar söylenegelmiştir. Şüphesiz Bozlakların da ortaya çıkmasında tarihi hadiselerin etkisi olmuştur. Peki, Bozlakları diğer türlerden ayıran nedir de bir ağıt edasıyla dinleyenlerin içinde burukluk yaratır? Ya da neden her Bozlağı herkes okuyamaz? Şimdi bu soruların cevabını tarihin getirdiği süreç içerisinde irdeleyelim.
Sanat ve müzik de kültürün insan tarafından ortaya konulan manevi unsurlarındandır. Kültürü etkileyen çevre koşulları müzik kültürünü de doğrudan ya da dolaylı olarak etkiler. Bu bağlamda, her toplumun müziği anlamlandırması ve tanımlaması farklılık gösterir.(2) Bu yazıda, kültürümüzün bir yansıması olan, hemen hemen her dinleyende bir burukluk yarattığını düşündüğüm Bozlak türünü ve onun ortaya çıkmasındaki tarihsel etkileri belirlemeye çalışacağım. Tarihin çeşitli devirlerinde Türklerin içinde bulundukları sosyal şartların ve siyasi nizamın sonucu ortaya çıkan hadiseler hemen her anlatı türüne konu olmuş(3), bunlar bazen sözlü anlatım
Bulundukları coğrafyadan hareketle Bozkır iklimi çeşitli bakımlardan Türklerin kültürüne tesir etmiştir.(4) Yerleşik hayat yaşayanların aksine onlar sahip oldukları tek varlık olan hayvanlarını otlatmak için verimli arazilerin peşinde koşmayı tercih etmişlerdir. Diğerleri gibi avcı toplayıcı orman kavmi veya yerleşik köylü bir kavim değil, Bozkırlı oldukları için kültürleri de gelişime açıktır ve diğer milletlerden farklılık gösterir.(5) Yaylakkışlak hayatı içerisinde hayvanlarını otatmaya en verimli olan araziler, yaşamlarını sürdürdükleri vatanları 22
GENCAY olmuştur. Yerleşik hayata geçmek, onlar için ‘kalabalık yerleşik gruplar içerisinde erimeyi ve kimliğini kaybedip onlar gibi davranmayı’ temsil ettiği için her zaman bu yaşam tarzından uzak durup yerleşik toplumları “tembel, yatuk” olarak nitelendirmişlerdir.(6) Türkler Bozkır yaşam tarzı sayesinde bağımsızlığa düşkün bir karakter kazanmış ve düşmanlara karşı kendilerini korumak için birliktelik(asabiyet) duyguları gelişmiş olduğundan kolayca devlet kurabilme kabiliyetine de sahip olmuşlardır.(7)
bölgenin Türkleşmesinde rol oynuyor hem de bir amaç kazanmış oluyordu. Kuruluş aşamasında izlenen bu siyaset çeşitli sebeplerle devletin zayıf düşmesi sonucunda yön değiştirerek içe dönük olarak uygulanmaya devam etti. Osmanlı Devleti’nin gerilemeye başladığı dönemlerde uzun süren savaşlar devletin maliyesini bozmuş, tımar sistemi sekteye uğramış ve iç karışıklıklar yavaş yavaş kendini göstermeye başlamıştı. XVII. yüzyılın ikinci yarısında devletin zayıflamaya başlamasıyla birçok köy harap bir duruma gelince ahalisi tarafından terk edilmişti. Bu durumda, hala Anadolu ve Suriye’de konargöçer yaşamaya devam edip zaman zaman yerleşik halka da zarar veren aşiretleri bu bölgelere yerleştirme fikri devlet adamları tarafından düşünülmeye başlanmıştı.(9) İlerleyen zamanlarda uygulamaya konulan bu iskân, ilk denemesinde pek başarı gösterememiştir. Daha sonraları Lale Devrinde Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın teşebbüsüyle yeniden uygulanan aşiretlerin yerleştirilmesi siyaseti, kısmen başarıya ulaşsa da bazı asi boylara yine tesir etmemiştir.
İlerleyen zaman akışı içerisinde bulundukları konum, sahip oldukları ekonomik şartlar ve sosyal yapıları, gelişen dünya düzenine göre şekillenmiş olduğundan konargöçer yaşam tarzı yavaş yavaş yerini yerleşik düzene bırakmaya başlamıştır. Ancak bu, konargöçer yaşamın tamamen bittiği anlamına gelmemiş, Oğuz boylarının büyük bir kısmı yeni yurtları olan Anadolu’da da bu geleneklerini devam ettirmiştir. Devlet kontrolü dışında olan bu yaylak- kışlak göç hareketi belirli dönemlerde düzene sokulmaya çalışılmıştır. Osmanlı Devleti’nin uzun ömürlü bir devlet olması belirli dönemlerde alınan tedbirler sayesinde olmuştur. Bu tedbirlerden ‘iskân siyaseti’ dönem dönem farklılık arzedecek şekilde uygulanan devletin ömrünü uzatma politikalarından biridir. Kuruluş aşamasında daha çok dışa dönük olarak uygulanan bu iskânda amaç yeni fethedilen toprakların Türkleştirilmesidir.(8) Devlet içerisinde konargöçer olarak yaşamlarını devam ettiren Türkmen veya Yörükler fethedilen yeni topraklara yerleştirilerek hem
Yerleşik yaşama geçmemekte direnen Oğuz boylarından biri de Avşar boyu olmuştur. Avşarlar XVIII. yüzyıldan itibaren kışlak olarak Halep yerine 23
GENCAY Çukurova'ya gitmeye başlamıştır.(10) Çukurova’da yaşayan konar-göçer Türkmenler Rakka’dan Tokat’a, Bey Dağları’ndan Binboğa’ya kadar uzanan geniş bir coğrafya içerisinde yaşamlarını devam ettirmişledir.(11)
Çukurova’daki aşiretlerin iskân işi kesin olarak ele alındı ve bunun için adı Fırka-i İslâhiye olan geniş bir komisyon oluşturuldu. Fırka-i İslâhiye hareketinde ilk hedef, isyan ve karışıklıkların yuvası olan Kozan ve Çukurova’da bulunan aşiretleri iskâna tabi tutup ıslah etmekti.(14) Çukurova’nın en büyük aşireti olan Avşarlar, daha önceleri yapılan iskân teşebbüslerinde asi olmuşlardı. Bu defa devlet tarafından sistemli şekilde yerleştirme hareketinde Sivas Eyaleti içerisinde bulunan Aziziye kasabasına iskân edilmek istendiyse de aşiretin ileri gelenlerinin isteği üzerine yaylakları olan ve çok sevdikleri Uzunyayla’ya yerleştirilmeleri kararı alınmıştır.(15) Ancak onlar için vazgeçilmez bir değere sahip olan yaylakları bu dönemde Kafkas muhacirleri tarafından iskân olunduğu için Avşarlar Kayseri’nin Pınarbaşı, Tomarza, Sarız kazalarıyla bunlara bağlı yetmişten fazla köyüne yerleştirilmişlerdir.(16)
Kışlarını Çukurova’da geçirdikten sonra yazın daha serin yerlere göç etmek için hayvanlarıyla birlikte çıktıkları uzun süreli yolculuklar genellikle yerleşecekleri alan sorunu dolayısıyla aşiret kavgalarına neden olmuştur. Bu göç onlar için hayvanlarını otlatacakları serin yaylalara yapılan ve hayatlarının vazgeçilmezi haline gelen bir durumdu. Dolayısıyla göç sırasında aşiret kavgalarının yanı sıra çeşitli ölüm, doğum ve aşk maceraları da yaşanmakta idi. Yaylaların soğuk pınarları, çam ormanlarının nefis kokusu ve türlü doğa güzellikleri onları buraya daha da bağlardı. Aşiret halkının yaylaklarına olan sevgisi ve burada karşılaştıkları olayların yansıması onların hayatlarında büyük yer tutardı.(12)
İşte hayatlarında derin izler bırakan yaylanın en güzel yerlerini bu şekilde yitiren Avşarlar, acı ve üzüntülerini ağıt ve bozlak şeklindeki ezgilerle dile getirmişlerdir. Hatta bu acı olay onların hayatlarına öylesine işlemiş ki kahramanlık hikâyelerini anlatan türkülerde dahi bozlak makamını kullanır olmuşlardır.(17)
Osmanlı Devleti, artık eski gücünü yitirmeye ve topraklarını birer birer kaybetmeye başlamıştı. 1853’te Kırım Savaşı nedeniyle asker sıkıntısı ortaya çıkmış ve bu sıkıntı, Gavurdağı ve Kozan Dağları bölgesinde yaşayan halktan da asker istenmesine sebep olmuştu. Ancak bu asker teminatı, bölgedeki aşiretlerin karşı çıkması sonucunda gerçekleştirilememiştir.(13)
Yaylalarına başkalarının yerleştirilmesi üzerine gözü yaylalarda kalan İlbeyoğlu ismindeki bir Türkmen şair, Avşarların bu derdini şöyle dile getirmiştir:
Bunun sonucunda Osmanlı Devleti tarafından 1865 yılında, o zamana kadar çeşitli iskân hareketlerine tabi tutulmuş ancak istenilen şekilde başarıya ulaşılamamış olan Güneydoğu Anadolu ve
“Ilgıt ılgıt bir yel esti uğrundan, Duydum hali perişandır Avşar’ın. Gayri tasa kalkmaz oldu serimden,
24
GENCAY yankılanan bu acı feryat genlerimize öylesine işlemiş ki çektiğimiz acılarda “deve gibi acı acı haykırmayı, bozlamayı” tercih etmişiz. Geçmişten beri doğayla bu denli iç içe olmamız, çektiğimiz sıkıntılarda içimizi de yine doğaya dökmemizi beraberinde getirmiş. Devenin yavrusundan ayrılması ne kadar acı ise, Avşarlara iskân girişimi ve yaşamlarına uygun olmayan yerlere yerleştirilmesi de aynı acıyı hissettirmiştir ki onların yakarışına da “bozlak” adı verilmiştir. Türkmenlerin Orta Asya’dan başlayarak bütün hayatlarını konargöçer şeklinde devam ettirmeleri ve doğayla iç içe olmaları nedeniyle acılarını, kederlerini, isyanlarını ve yaşadıkları üzücü olayları doğaya gür bir sesle haykırmaları, diğer bir deyişle ‘bozlamaları’ bu kültürü meydana getirmiştir. İşte bu yüzdendir bozlakların insanın içini burkan ezgisi.
Gönül yurdu gurbetlik ile döndü Avşar’ın. Padişahtan ferman geldi niyleyim? Yolumuza iskan düştü gideyim. Yeşil yaylaları kime terk edeyim? Kapandı yaylası, yolu Avşar’ın. Güz oluptur bu illerin yazları Ötmez oldu bülbülleri, kazları. Yesir gitti gelinleri kızları Bozuldu katarı, ili Avşar’ın. İlbeyoğlu der ki; haller güç oldu, Gözü kanlı şahbazlarım nicoldu? Osmanlı’dan altınımız tunç oldu İrmedi çıkmağa eli Avşar’ın.” (18)
“Bozlak” kelimesi Orta Anadolu’da “türkü, mani, uzun hava” gibi anlamlar içerirken, Seyhan bölgesinde “hikâye”; Güney Anadolu’nun birçok bölgesinde ise “bir ezgiyle söylenen konusu acıklı türkü” anlamında kullanılmaktadır. “Bozlamak” ya da “bozulamak” sözü ise “devenin acı acı bağırması, deve gibi bağırmak, yavrusunu kaybeden devenin feryadı, inilti, haykırmak, ağlamak” anlamlarında kullanılmaktadır.(19) Divan-ı Lügat-it Türk’te ve Dede Korkut Hikâyelerinde de karşılaştığımız bozlak kelimesi Türk dünyasında da aynı anlamlarda kullanılmaktadır.
Bozlak türünün temsilcilerinden Neşet Ertaş ile yapılan bir söyleşide Ertaş, bozlağı bir feryat olarak tanımlamıştır. Bozlak, insanın içinin alabildiğine bağırarak feryat etmesidir ki ona göre bunu yapabilmek için yüreğin özgür olması, bir de yüreğin dolu olması gereklidir. Bu yüzden Neşet Ertaş; “Dışarıdan taşıma suyla değirmenin dönmeyeceği gibi bellemeyle de Bozlak söylenmez. Kökten, özden, birikimden gelenler gereklidir.”(20) diyerek bozlak söyleyenin o kültürden gelmesi gerektiğini belirtmiştir. Sonuç olarak; tarihi olayların aksettiği bu tür ezgiler toplumun çektiği sıkıntıları doğaya haykırması şeklinde ortaya çıkmıştır. Kültürümüzün ortaya koyduğu bu türküler hayali ifadeleri değil, yaşanmış
Görülüyor ki devenin yavrusunu kaybettiğinde çektiği acıyı göstermek için çıkardığı ses, Türkleri de derinden etkilemiştir. Uçsuz bucaksız doğada 25
GENCAY olayların yansıtır.
üzerimizde
bıraktığı
etkileri
12. Mirzaoğlu,a.g.e.,s:408 13. Yusuf Halaçoğlu, Fırka-i Islahiye ve Yapmış Olduğu İskan, Tarih dergisi, sayı:27,1973,s:8 14. Orhonlu,a.g.e.,s:115 15. Halaçoğlu, a.g.e. s:16 16. Sümer, a.g.e. s:162 17. Sümer, a.g.e. s:162 18. Halaçoğlu,a.g.e.,s:17 19. Mirzaoğlu,a.g.e.,s:410 20. Yöre,a.g.e.,s:574-575 Bağlantı: http://www.journals.istanbul.edu.tr/iutarih/article /view/1023002363 Bağlantı: http://turkoloji.cu.edu.tr/HALKBILIM/nerin_kose_b ozlaklarda_tarihi_olaylar.pdf Bağlantı: http://turkoloji.cu.edu.tr/CUKUROVA/makaleler/gu lay_mirzaoglu_cukurovadan_yankilanan_ses_bozlak. pdf Bağlantı: http://www.jhumansciences.com/ojs/index.php/IJH S/article/viewFile/1908/874
Kaynakça: 1. İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ötüken Yayınları,1997,s:331 2. Seyit Yöre; Kırşehir Yöresi Halk Müziği Kültürünün Kodları ve Temsiliyeti, Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, cilt:9, sayı:1,2012,s:565 3. Nerin Köse; Bozlaklarda Tarihi Olaylar, Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi VII, Ege Üniversitesi Edebiyat fakültesi yayınları, s:155 4. Kafesoğlu,a.g.e.,s:205 5. Kafesoğlu,a.g.e.,s:205 6. Üçler Bulduk, Sosyal Yaşayış, Konargöçerlik ve Etnisite 7. Abdullah Gündoğdu, Türklerde Devlet 8. Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğu’nda Aşiretlerin İskanı, s:102 9. Orhonlu,a.g.e.,s:106-107 10. Faruk Sümer, Avşar, İslam Ansiklopedisi, Türk Diyanet Vakfı Yayınları, cilt:4,s:162 11. F. Gülay Mirzaoğlu, Toroslar’dan Çukurova’ya Yankılanan Ses: Bozlak, Prof. Dr. Dursun Yıldırım Armağanı, Ankara, 1998,s:408
26
GENCAY
KURT KADIN Şeyma KIRAÇ Saka Türklerinin kadın hakanı… Var olmuş tarihi bir gerçek… Yiğit kadın… Bilge kadın… Alp kadın… Han kadın…
Destanlar yazarlar yiğitlik üzerine, torunlarına gururla emanet etmek için.
M.Ö. 600 yılları arasında yaşamış bir Saka Türküdür, Tomris Han. Sakalar, Orta Asya’da ve Doğu Avrupa’da yaşamış atlı göçebe bir budundur. Köklerinin Gök’e dayandığına ve Gök’ün buyruğuyla acunu yönetmek üzere yaratıldıklarına inanırlar. Sonsuzluğa inanırlar çünkü Gök sonsuzdur.
“Her yerde anlat. Unutma, unutturma! Unutan, bizden değildir! Unuttuğun gün artık yaşama! Çünkü sen, sen değilsindir!” Bozkırın hâkimi olmak en önemli varlık nedenleridir. Bozkır onlarındır, onlarda bozkırın. Bozkır yalnızca verici değil, alıcıdır da. Zaman zaman kuraklık, susuzluk ve açlık içinde direnir Saka budunu. Nice erler almıştır Gök.
Erken yaşta uruş eri olmak için eğitim alırlar ki bu bir zorunluluktur.
Sabırlıdır Sakalar. Azimlidir, güçlüdür, inatçıdır, kolay kolay pes etmezler.
Sakaların en önemlisi ve en değerlisi atlarıdır. Atların Kutlu Gök Aygırı’nın soyundan geldiklerine inanırlar. At, Gök’e ulaşmak için bir armağandır onlara. Gök’e kurban olarak at adarlar çünkü Gök’e en güçlüsünü, en değerlisini, en hızlısını, en yücesini layık görürler.
O zamanlar Sakaların başında Tomris Hatun’un evdeşi Alp Tigin vardı. Alp Tigin budunda hiçbir hekimbaşının nedenini çözemediği bir hastalığa yakalanarak uçmağa varır. Oğlu İsparga Tigin’in yaşının küçük olması nedeniyle Tomris Hatun tahta geçmek zorunda kalır.
İnatçıdır Saka budunu. Kolay kolay baş eğmez, olabildiğince direnirler. Kimseden korkmazlar.
Pers kralı Kirus ve ordusunun da Sakalarla büyük bir savaşa hazırlandığı dönemler Kirus, Alp Tigin’in uçmağa vardığı için her şeyin daha kolay olacağını düşünür fakat Tomris Han evdeşinin uçmağa varmasıyla çok zor zamanlar geçirmesine rağmen hiçbir zaman korkmamış, yılmamıştır.
Her Saka eri çocuklarına, torunlarına, arkadaşlarına tarihlerini anlatırlar. Bilge olmak için, akıllı hareket edebilmek için.
Bir tek Gök’e eğilirler. Sağ dizlerini yere vurur, baş keserek selamlarlar Gök’ü. “Yerde sağlam ve dik duruyorsam, yer beni kabul ettiyse, senin sayendedir!” 27
GENCAY Kirus, tüm acundan Tomris Hatun’un güzelliğini, usta bir uruş eri olan budununu duymuştur ve Sakaları ele geçirmeyi daha çok ister hale gelmiştir. Savaş için ortada bir sebep olmadığı için Sakalara bir elçi göndererek Tomris Han’a evdeşi olmazsa savaş çıkaracağını iletmiştir. Tomris Han asla böyle bir ukalalığı kabul etmemiş ve Pers ordusunun Saka ordusundan daha fazla olmasına rağmen savaşı kabul etmiştir. Sakalar savaş için hazırlanıyorlardı. Savaşın nerede olacağına Perslerin karar vermesini istediler. Persler, savaşın kendi topraklarında olma ihtimalinde kaybetmenin daha tehlikeli, ayrıca Saka topraklarında galibiyetinde mağlubiyetinde daha karlı olacağını düşünerek Saka topraklarında uruşmayı istediler. Bu takdirde Tomris Han Perslerin hiçbir bahaneyi göz önünde bulundurmamaları için 15 gün içinde Saka topraklarına girmelerine ve yerleşmelerine zaman verdi. Çünkü Saka Türkleri merttir, dürüsttür.
görevlilerden birinin kılıcı ile kendini öldürür.
Saka budunu için savaş dönemi başlıyordu. Tomris Han, Alp Tigin’in bıraktığı budunu korumak için elinden geleni yapacaktı…
Amacı için her yolu uygun sayan, oyunlara, tuzaklara yeltenen, olmayacak düzenler kuranlar mı?
Sakalar için destan olmak çok önemlidir. Hatırlanmak, ileride yaşayanların gururla adını anması mühimdir. İsparga Tigin budununun Perslere esir kalmaması için destan olmayı başarmıştır! Bu haberle birlikte Tomris Han büyük bir çöküntü yaşar önce Alp Tigin’in uçmağa varması sonra İsparga Tigin’in çok büyük bir acıya neden olur. Fakat bu Tomris Han’ın artık daha azimli olacağının göstergesidir. Belindeki akinakesi çıkartıp sol eline sürerek yere kan akıtarak üzerine kımız döküp içer ve “Eğer Kirus’tan kanının hesabını almazsam oğul! Adım silinsin! Adım hain diye bilinsin! Yitip gideyim oğul! And olsun!” der. Bu sefer gerçekten sinirlenmişti Tomris Han ve Kirus’u Pers kanı ile boğacağına dair yemin etmişti. Hangisi doğruyu yapıyor?
Töreyi uygulayan, mertlikten şaşmayan, uruşta bile doğruları yapmayı seçen mi? Hangisi?
Tüm acun Sakaların ne denli bir savaş ordusu olduğunu biliyordu. Pers kralı bu durumda korkar hale gelmişti. Tuzak kurarak İsparga Tigin’i rehin almışlardı. Kirus bu durumun fırsat olduğunu düşünerek Tomris Hatun evdeşi olmazsa İsparga Tigin’i öldürmekle tehdit edecekti. Fakat İsparga Tigin görevliler tarafından Kirus’un yanına götürülürken İsparga Tigin anasının, budununun, böyle bir duruma düşmesini istemediğinden
Kirus sevinmişti. Ne de olsa Tomris Han’ın oğlu ölmüştü. Belki de Sakalar geri çekilmişti… Ne de olsa “Kadındır korkar!” Kirus, rakip budunun Sakalar olduğunu, Saka Türklerinin olduğunu, her şeyden önce Türk olduğunu unutmuştu. Fakat hatırlaması çok yakındı… 28
GENCAY Tomris Han artık bu uruşu bitirecekti. Sakalar bu sefer gerçekten yeneceklerine inanıyorlardı.
Persleri yok etmeye gidiyordu. Ya tamamen yok olacaklardı ya da İsparga Tigin’in alnını ak etmiş olacaklardı.
Uruş başlıyor… Uruş kanla yazılır ama usla kazanılır.
Birkaç sıra pers eri hemen eridi. Saka atlıları hızla kılıç, kargı, topuz ve balta sallıyorlardı. Her vuruş isabetli oluyordu. Persler savaş arabalarını sürerek Sakaların yaklaşmasını engellemeye çalıştılar. Tomris Han atlılarını yönlendirerek savaş arabalarını at kapanlarına doğru yönlendirip ilerlemeyi durdurdu. Sakaların büyük kalkanları olmadığı için oklu saldırılara karşı geri çekildiler. Perslerin savaş arabaları tuzağa girdiği anda ilerleyip tekrar okladılar Persleri.
Uzun bir süre her iki tarafta sakin kaldı. Tomris Han rakip orduyu ölçebilmek için orduya 10 binlik savaş eri gönderdi. Bunların başında Barat Bey vardı. Giderken öyle bir söz etmişti ki evdeşi… “Eğer Kirus’un kudurmuş itleri bir adım ileri geçerlerse bilirim ki sen uçmağa varmışsındır!” Bu öylesine anlamlı bir söz ki… Tüm gece boyunca Persler ağır kayıplara uğrarlar. Saka erleri adlarına yakışır bir şekilde son kandamlalarına kadar savaşıp istenen başarıdan daha fazlasını yakalarlar.
Tomris Han bu savaşın bugün bitmezse yarın daha zor olacağını bildiği için yedekteki son 10 bin uruş erini direk Kirus ve yanındaki savaşçılara göndererek savaşı bitirmeyi düşünüyordu. Onlar önden savaşırken yedek erler arkaya doğru ilerleyip Kirus’u öldüreceklerdi, zordu lakin değerdi.
Erzağı biten Persler erzak için kendi topraklarından yardım isterler fakat Tomris Han onu da düşünmüş ve geriye Saka eri yerleştirerek erzak getirenlere engel olmuştur.
Hızla arkaya doğru yöneldiler. Kirus, böyle bir hamle beklemiyordu. Bu kadar cesaretli davranacaklarını hesaplamamışlardı. Sakaların usta uruş erliği nedeniyle kısa sürede Kirus’un yanındakiler ölmüştü lakin Kirus ortada yoktu. İyice bakındıktan sonra önce Kirus’un atını daha sonra yerde yatan Kirus’u gördüler.
Pers ordusu susuz ve aç bir şekilde uruşa devam etmek zorundadırlar. Kirus, gittikçe şaşkına dönüyordu. Karşısında inatçı bir Türk kadın hakanı vardı. Onu yok etmeyi belki de en çok bundan dolayı istiyordu.
Acun’un en büyük uruşu bu kadar kısa sürsün…
Gece çökmüştü! Tomris Han, geriye kalan askerlerini alıp kendilerinden hala katlarca fazla olan
Kirus bu kadar çabuk yenilsin… 29
GENCAY İnanmak çok zordu…
“Türk kızları beyaz perdelerin hokkabaz kılıklı yaratıklarına değil, tarihin karanlıkları arasında bir yıldız gibi parlayan demir yürekli Tomris’e benzemeye uğraşmalıdırlar.” Demiştir Nejdet SANÇAR.
Yanı başına geldi Tomris Han. İğrenerek baktı ve yüzünün çevrilmesini istedi. Yüzü kan içindeydi. Erlerden birisi hala nefes aldığını söyledi. Tomris Han bir fıçı bulunmasını ve içinin Pers kanı ile doldurulmasını söyledi. Fıçı getirildi. Tomris Han, Kirus’un saçlarından tutarak kafasını fıçıya dayadı.
Bugün çoğu Türk kızının bilgili, kültürlü, gerektiğinde herkese doğruluğu savunabilen nitelikte olması gerekirken beyaz perdenin örnek alınmayacak karakterleri örnek almaları tehlikeli bir geleceğin alt yapısını oluşturur. Türk kızı, her halükarda hakkını savunabilmeli, namuslu olmalı, adıyla sanıyla herkesin örnek olması gereken bir karakter oluşturmalı. Hiçbir konuda cahil kalmamalı. Her şeyden önce okumalı tarihini, bilmeli ne destanlar yazıldığını!
“Seni yendim Kirus!” dedi seslice ve Kirus’un kafasını Pers kanıyla dolu fıçının içine soktu. Birkaç çırpınmayla kurtulmaya çalışsa da başaramadı. Tomris Han belindeki akinakesi çıkartarak Kirus’un boynuna indirdi. Bu vuruşla Kirus’un kafası fıçının içen düşer. Tomris Han, Sakaların ilk kadın hükümdarı... Türk kadınının erkeği kadar yiğit, bilge ve er olduğunun kanıtlarındandır. Çok güçlü de olsa kimseye baş eğmeyen Tomris Han. Yaşadığı acılara rağmen hiçbir zaman yılmamış hiçbir zaman kimseden korkmayan yiğit, örnek alınacak bir kadın. Ordusundaki asker sayısının az olmasına rağmen usuyla uruşu kazanan cesur kadın. Türk olmanın öyle her milletin vatandaşı olmaya benzemeyeceğinin kanıtıdır. Unutulmamalıdır!
Bugün, hangi milletin tarihini araştırırsak araştıralım Türkleri tanımamış millet yokken kendi milletimizin kendi tarihimize bu denli uzak kalması ne kadar yanlış bir yolda olduğumuzun tam olarak örneğidir. Geçmişimizi, tarihimizi ne kadar bilmezsek, gelecek için verdiğimiz kararlar o kadar yanlış olur. Türk olmak Dünya’nın en büyük gururudur. Türk kızı olmak Dünya’nın en büyük asillik örneğidir. Tomris Han, Sakaların kadın hakanı… Ne destanlar tükenir, ne de destan yazan kahramanlar…
Bugün, çoğu genç tarihlerini tam anlamıyla bilmedikleri, kulaktan duymalarla geçindikleri, araştırmaya, öğrenmeye isteksiz kaldıkları için örnek alacakları insanları seçerken yanlış kararlar alırlar. Bu da gelecek nesiller de dâhil olmak üzere bilgisiz bir toplumun temelidir. Bir Türk asla cahil kalmamalıdır.
Kökünü, özünü, unutma, unutturma!
30
GENCAY
TÜRK KIZI Pınar başına geldi Bir elinde güğümü; Çattı yay kaşlarını Görünce güldüğümü, Bağlamıştı gönlümü Saçlarını düğümü. Bilmiyordum bu örgü Acaba bir büğümü? Sordum: nerededir yerin? Nedir senin değerin? Yedi kral vurulmuş, Ne bu ceylan gözlerin? Hangisine varırsın Bu yedi ünlü erin? Şöyle dedi bakarak Göklere derin derin: Kralların taçları Beni bağlar büğü mü? Orduları açamaz Gönlümdeki düğümü. Saraylarda süremem Dağlarda sürdüğümü. Bin cihana değişmem Şu öksüz Türklüğümü... Hüseyin Nihal ATSIZ
31
GENCAY
İSTİŞARENİN ÖNEMİ Ertuğrul Kaan ÇAM İstişare hem örfi hem de dini açıdan bizim için çok önemli bir kavramdır, Türk Dil Kurumu tarafından ‘’danışma’’ olarak dilimize çevrilmiştir. Alınacak karar, bir bireyin hayatını şekillendirecek veya bir devletin yok oluşuna sebebiyet verebilecek bir karar olabilir. Böyle önemli bir karara varırken istişare etmek birey, toplum ve devlet açısından doğru sonuca varmak için hayati öneme sahiptir. Bu sebeple gerek bireysel olarak gerekse devlet kademesinde bir karar verileceği zaman istişare etmek kültürümüzün en güzel özelliklerindendir.
temkinli hareket, re’y ve temiz akıl sahipleri ile istişare etmek ve sonra da bu karara itaat etmektir.” diye buyurmaktadır. Peygamber efendimizin hayatına baktığımızda da istişareye verdiği önemi görmekteyiz. Bununla ilgili en çarpıcı örneklerden biri Bedir Savaşı sırasında gerçekleşmiştir. Kendilerine en yakın kuyunun başında duran peygamber efendimize Hubab El Münzir: ‘’Ya Resulullah! Buraya yerleşmek vahiy mi yoksa senin bir görüşün ve bir harp taktiğin midir?’’ diye sorar. Resulullah(a.s): ‘’Hayır vahiy değil! Bu bir görüş ve harp taktiğidir.’’ diye cevap verir. Hubab El Münzir: ‘’Ya Resulllah! Burası uygun bir yer değil orduyu kaldır düşmana en yakın kuyuya gidelim. Orada bir havuz yapıp içine su dolduralım. Geride kalan kuyuları tahrip edelim. Düşman istifade edemesin.’’ der. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav): ‘’Sen güzel bir fikre işaret ettin.’’ buyurur ve sahabenin dediği şekilde hareket ederek ordunun yerini değiştirir. Yine savaş sonunda esirlere muamele konusunda Hz Ebubekir’in fidye karşılığı serbest bırakma önerisi kabul edilmiştir. Daha sonra cereyan eden Hendek savaşında da istişare yapılmıştır. Selman-ı Farisi'nin teklifi olan şehrin zayıf ve açık yerlerini korumak için Medine'nin etrafına hendek kazılması teklifini kabul etmiş ve savunma buna göre yapılmıştır. Sadece devlet işlerinde değil aile hayatında da istişarenin önemi büyüktür. ‘’Kendilerini ilgilendiren hususlarda kadınlarla istişare edin.” Hadis-i şerifinde
Yüce Allah, Al-i İmran suresi 159.ayette şöyle buyuruyor: ‘’O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.’’. Şura suresi 38. ayette ise Rabbimiz inananları şu şekilde tanımlıyor: ‘’Yine onlar, Rablerinin davetine icabet ederler ve namazı kılarlar. Onların işleri, aralarında danışma iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da harcarlar.’’. Bu iki ayet-i kerime istişare etmenin dinimizde çok önemli olduğunu göstermektedir. Yapılacak işlerde istişare etmek yüce Allah tarafından emrolunmuş, namazla birlikte anılarak bir Müslüman’ın en önemli özelliklerinden biri sayılmıştır. Peygamber efendimiz: “Kesin karar ve 32
GENCAY efendimiz bunun önemini vurgulamıştır. Bu örneklere baktığımızda peygamber efendimizin vahiy gelmeyen konularda istişareyi daima ön planda tuttuğunu görüyoruz.
olumlu ya da olumsuz cevap verilir. Günümüzde bu geleneğin değişimlere uğradığı muhakkak ancak boşanma oranlarının artması ile ilgili genel görüş ister ailenin ister gençlerin görüşleri alınmadan yapılmış olsun, istişare ile yapılmayan evliliklerin başarı oranının düşük olduğu yönünde.
Türk töresinde de istişare önemli bir yer tutmaktadır. Gerek İslam dini ile karşılaşmadan önce gerekse sonra Türk devlet teşkilatlanmasında istişareye verilen önemin örneklerini görmek mümkün. Alınacak olan önemli kararlar öncesinde Türk hakanlarının ‘’kurultay’’ denilen toplantılarla bütün boyların liderlerini toplayarak görüş alması bunun en önemli örneklerinden. Daha sonra kurulan Müslüman Türk devletlerinde de hem dini hem örfi açıdan önemli olan istişarenin devlet yönetimine yansıdığını görüyoruz. Sultanların aldıkları kararlarda etkin olan ‘’divan’’ denilen yapı alınan kararların istişare ile alınmasında etkin rol oynamıştır. Günümüzde ise Devlet Planlama Teşkilatı, Danıştay gibi kurumlar ve yine askeri bürokrasinin belirlenmesinde rol oynayan Yüksek Askeri Şura devlet geleneğimizde istişarenin her daim olduğunun ve olacağının göstergeleridir.
Sonuç olarak hem dinimiz hem de töremiz bize alacağımız kararlarda istişare etmemiz gerektiğini söylemektedir. Büyük bir devrim olan İslam dininin askeri ve siyasi büyük zaferlerle kısa sürede yayılmasında, büyük cihan devletleri kurmamızda, Anadolu’da halen tek parça güçlü bir devlet sahibi olmamızda ve bizi değerlerimizden uzaklaştırmak isteyenlerin bozmaya çalıştığı aile yapımızın bugünlere güçlü bir şekilde gelmesinde istişarenin önemi büyüktür. Aile hayatında, iş hayatında ve bulunduğumuz ya da bulunacağımız yönetim kadrolarında her zaman istişare ederek hareket etmek düsturumuz olmalı. Doğru insanlarla yapılan istişare sağlıklı kararları, sağlıklı kararlar ise başarıyı getirir. Büyük insan olmanın da büyük devlet olmanın da yolu buradan geçmektedir.
İstişareye verdiğimiz önemi aile yapımızda da görmekteyiz. Aile reisi olan baba alınacak önemli kararları aile fertlerine danışarak alır. Bu kararların önemine göre gerekirse daha büyük bir aile meclisi toplanarak karar verilir. Buna en güzel örneklerden birisi de kız alıp verme olayı. Bir kıza görücü geldiği zaman aile meclisi toplanır. Evliliğin münasip olup olmadığı ile ilgili görüş alışverişinde bulunulur. Kızın da görüşü alınarak talip olan aileye
Kaynakça: 1. www.tdk.gov.tr 2. http://arsiv.diyanetvakfi.org.tr/meal/mealindex. htm 3. ANEMON Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Cilt:2,Sayı:1 Haziran 2014
33
GENCAY
GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN
34
GENCAY
millikanal.com