Gencay Dergisi - Sayı 46 - Kasım 2015

Page 1


www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22


GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 4 Sayı 46 - Kasım 2015 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com

TÜRK MİLLİYETÇİLERİ UMUTSUZ OLAMAZ / Nami Cem İYİGÜN MAĞLUP KAHRAMAN: MARİA PUDER / Dilek AKILLIOĞLU SÜVARİLERİN KOMUTANI: FAHRETTİN ALTAY / Çağhan SARI HANGİ ENTELEKTÜEL? / Mahmut Esad KIRAÇ NOBELLİ ÜLKÜCÜDEN DERS / Nami Cem İYİGÜN BİR ZİHİN YAPISININ TAHLİLİ / Prof. Dr. Erol GÜNGÖR O ÜLKEDEN BİR ŞİİR/ Mehmet Batuhan KAYNAKÇI ELİNDEKİ İMANOMETREYİ KENDİNE TUT / Ertuğrul Kaan ÇAM


GENCAY

TÜRK MİLLİYETÇİLERİ UMUTSUZ OLAMAZ Nami Cem İYİGÜN Kendimi bildim bileli Türk milliyetçisiyim ve son nefesime kadar da öyle kalacağım. Türk milliyetçiliğinin tek bir partinin tekelinde olmadığına, sağ-sol kalıplarına hapsedilemeyeceğine, Türkiye’de siyaset yapan bütün partilerin ve bütün toplumun ortak değeri olması gerektiğine inanırım. O yüzden de hiçbir zaman partizan olmadım ve Türk milliyetçiliğinin kaderini tek bir partinin kaderine endeksli görmedim.

teveccüh görebilir. Bugün “Türk mürk olmadığını” söyleyen zihniyet, yok saydığı Türkler tarafından ödüllendiriliyormuş; bugün yoksulluğa, teröre ve kaosa mahkûm edilen Türkler ise celladına âşık olmuş gibi görünebilir. Daha da acısı, bugün Türk milliyetçiliğinin kalesi olduğu iddiasını taşıyan siyasi parti, millete derdini anlatmak noktasındaki yetersizliğiyle Türk istiklâlinin simgesi Gazi Meclis’te bölücülerin gerisine düşmüş olabilir. Binlerce yıllık tarihinde atlatmadığı badire kalmayan Türk milleti ve onun yaşam kaynağı olan Türk milliyetçiliği, bugün üstüne yapışan ölü toprağını da mutlaka silkeler.

Zerre şüphem yok ki, seçimler, partiler, liderler, günlük siyasi kavgalar gelir geçer, ama Türk milliyetçiliği yaşar. Türkiye’de bastırsalar Asya kıtasının bir başka köşesinde tekrar şahlanır, Asya’da sustursalar Balkanların bir yerinde tekrar canlanır, orada sindirseler Ural dağlarının eteklerinde tekrar yeşerir, her yandan kuşattıklarını sansalar umulmadık anda bir sel misali milleti önüne katıp tekrar akmaya başlar. Yüreğinde Türklük ülküsünü barındıranlar sadece kırk kişi kalsalar, yine de başlarına geçecek bir Kürşad ve basılacak bir Çin sarayı bulunur. Yeryüzünde Türk milleti diye bir millet nefes almaya devam ettiği sürece Türklük ve Türkçülük davası asla ölmez.

İnanın yaşadıklarımız, Bilge Kağan’a Orhun Abideleri’ni diktiren ya da Mustafa Kemal’e Nutuk’u yazdıran sıkıntıların binde biri bile değildir. Dolayısıyla yeni bir Bilge Kağan yahut yeni bir Mustafa Kemal beklememizin anlamı yoktur. Türk milliyetçiliğini ayağa kaldırmak için kenetlenmemiz, yenilenmemiz ve “ben Türküm” diyebilen herkesi kucaklayacak yeni bir dil benimsememiz kâfidir. Hem Türkiye’nin, hem de Türk dünyasının bekâsı Türk milliyetçiliğinin yükselişine bağlıyken biz milliyetçilerin umutsuzluğa kapılması abesle iştigaldir.

Bugün Türk adını anayasadan atmaya azmeden, Türk milliyetçiliğini ayaklar altına alan ve varlığım Türk varlığına armağan olsun haykırışlarını yasaklayanlar, milletin yarısından

Umutsuz olamayız ve olmayacağız. Çok çalışmalıyız ve çalışacağız. Ağzı iyi laf üretenimiz konuşarak, eli düzgün kalem 1


GENCAY tutanımız yazarak, sanatla ilgilenenimiz sanat yaparak, internetten anlayanımız interneti kullanarak, ev ev gezerek, örgütlenerek, dayanışarak, çoğalarak fikirlerimizi egemen kılmalıyız ve kılacağız. Önce milli devletimizi ve sonra

dünya Türklüğünü tepesine çöken karanlıktan kurtarmalıyız ve kurtaracağız. Demir dağları eriten atalarımızın iradesiyle nice Ergenekon’lardan nasıl çıktıysak, düştüğümüz darboğazdan da aynı şekilde sıyrılmalıyız ve sıyrılacağız!

2


GENCAY

MAĞLUP KAHRAMAN: MARİA PUDER Dilek AKILLIOĞLU Sabahattin Ali’nin yazıya döktüğü bu eser ruh dünyalarına oldukça etki eden bir yapıttır. 1943 yılında yazılmış olan roman iki ayrı dünyaların insanı olan Maria Puder ile Raif Efendi’nin aralarında geçen aşk hikâyesini anlatmaktadır. Kitabın ilk bölümü gerçek yaşamdan psikolojik analizler çıkarabileceğimiz etkileyici bir giriştir.

onu soktuğu kalıptır. Kişiliğinin ve yaşının verdiği zayıflık ile Raif ailesi tarafından sorumluluğu çok da zevk alınarak yapılmayan ama yine de devam ettirilen bir karakterdir. Kitabın ilk bölümü işte bu sebeple tam da gerçek yaşama, gerçeğe daha yakındır. Raif’in içinden kopardığı hikâyesi dışındaki tüm çıplaklıklar yaşadığı gerçeği, kült gerçeği gözler önüne getirmiştir. Aslında kafamızda yer verdiğimiz kimselerin en yakınların bile haberdar olmadığı gerçeklerle silik tipler olarak ölünebileceğini, tesadüfler eseri belki de bu denli müthiş ıstırapların kelimelere dökülme ihtimalinin olduğunu görebiliriz

Rasim Efendi ismindeki gencin işsizliği üzerine başlayan kurgu, onun Raif efendi ile tanışmasıyla tamamen farklı bir dünyaya adım atmasına sebep olur. Kitapta kişilerinin yalnızlığının altında sayfalarca yatan günlükler mevcuttur. Raif efendinin hayatına, evine giren Rasim aslında çağımızda beliren kapıların ardındaki koca hikâyelere dokunmuştur. Zira onun tasviri ile anlatılan Raif efendinin mutaassıp hayatı aslında var olan sınırsız özgürlüklerin tasviri gibidir.

Her bir birey Raif efendinin keşfedilmeyi bekleyen ruhu gibi kitaplarda keşfedilmeyi arzuladığından ötürü bu tarz romanlar etkilerini uzunca süre göstermektedirler. Yazarın yaratmakta olduğu karakterin yerine geçerek onu hissetme becerisini bize vermesiyle bütün eseri içimize alabiliyor, sonrasında incelemeye değer ruhlarımız olduğunu keşfediyoruz. Bu tarz eserlerin etkileyici yansımaları da uzaktan görülen sıradan karakterler ile bağdaşabiliyor olmamız olabilir.

Rasim Efendi kitabın ilk bölümünde Raif beyi gözlemlemiştir. Onun gözünden okuyucuya hayatı anlatmaya, çizmeye çalışmıştır. İş yerinde karşılaştığı ve aynı odayı paylaştığı bu adam, ona insanın yaşam içindeki küçüklüğünün kendi hikâyesi ile aslında ne kadarda büyük olabileceğini kanıtlamıştır. Rasim’in bu adamdan hareketle edindiği analiz bizlerin evlerin içine yerleştirdiğimiz anne, çocuk baba rollerinin kıyafetlerinin çıkarılması ardından insan olarak duygularının kâğıda yansıması ve yansıyan tüm cümlelerin kişilerin kendilerine benzettiği yönleriyle bu çağda hayat bulmasıdır. Rasim’in Raif‘de gördüğü hasta zayıf adam ailesinin

İnsanlık kültürünün gelişmeye, değişmeye başlamasıyla romanlardaki ruha dokunma meselesi de bu şekilde değişmiş olabilir. Aydınlanma ile gelen soru sorma isteğinin artması, ruh, duygu acı ve elemlerin kitaplardan, sayfalardan bize verilmeye başlanması varoluşsal nedenleri arama isteğine sebebiyet vermiş olabilir. Çünkü önceleri sadece tanrıların hikâyeleri 3


GENCAY anlatılmaya layıktı. Sonraları bu zamanla savaşçıların hikâyelerinin anlatılmaya başlamasıyla değişti. Nihayetinde sahne sıradan insanın içindekilere kaldığında romanlar daha çok ses getirmeye başlamıştır. Sıradan insan tıpkı Rasim’in Raif’i gibi kişinin ait olduğu sosyal topluluğun dışında kendine özgü kimlik özelliklerinin olması bir başka deyişle bir karaktere sahip olması demekti. Büyük romanlar da bize en sıradan insanın bile bir karakteri olduğunu bu şekilde göstermişlerdir.

Maria Raif efendinin tam tersi biridir. Raif Efendi de genel geçer erkek özellikleri, Maria Puder’de ise kadınlara has özellikler yoktur. O bir kadın olarak erkelere karşı bir güvensizlik içerinde yaşayan tek başınalığı bir eksiklik değil tersine bir bütünlük olarak görmektedir. Hayat ona göre toplumun verdiği kurallar çerçevesinde değil de kurallara karşı itaatsizlikle yakından ilişkilidir. İnsanlara karşı inanmazlık duygusu fazla olduğu için Raif efendinin aşırı duyguları ona şaşırtıcı gelmiştir. Maria’da gördüğümüz kadın, yalnızlığı anlatmaktadır. Okuyucuların ve özellikle kadın okuyucuların onu okurken kendilerinden bir şeyler yakalamalarındaki sebep, onun hayata karşı ördüğü duvarların benzerlerini hissetmelerinden dolayı olabilir. Erkekler için yaptıkları yorumları ve duruşları eleştirel ve tecrübe dolu açılarla Maria’da görebilen okuyucu eseri sevmiştir. Acı aşkı ve acı sonları sevdiğimizi de kenara atmamak gerekir tabi. Maria tepkisel bir kayıtsızlık içerisindedir. Ama Maria Puder’in erkeklere karşı beslediği nefret kısmî olarak kadınlar için de vardır:

Ruhu incelemeyle devam eden eserin asıl beni ilgilendiren kısmı ikinci bölümdür. Zira ikinci bölümde ana karaktere dönüşen Maria Puder dâhil olur. Rasim’in Raif efendinin iş yerinde denk geldiği defterinde var olan Maria, Raif’in gençlik aşkı ve hatta hayatını canlı tutan isimdir. Babasının işi münasebeti ile Almanya’ya gittiği vakitlerde resmini bir sergide gördüğü ve âşık olduğu bu kadın yolunu tamamen değiştirmesine neden olmuştur. Maria hayata ve insanlara karşı kayıtsız, silik ama kalenderane bir tavırla yaşamaya çalışan psikolojik derinliği olan bir kişiliktir. O zamanlarda Raif Bey ise daha çok hayatı ve kendini tanımaya çalışan ne istediğini bilmeyen bir gençtir.

“Bilhassa tahammül edemediğim bir şey, kadının erkek karşısında her zaman pasif kalmaya mecbur oluşu… Neden? Niçin daima biz kaçacağız ve siz kovalayacaksınız? Niçin daima biz teslim olacağız ve siz teslim alacaksınız? Niçin sizin yalvarışlarınızda bile bir tahakküm, bizim reddedişlerimizde bile bir aciz bulunacak? Çocukluğumdan beri buna daima isyan ettim, bunu asla kabul edemedim. Niçin böyleyim, niçin diğer kadınların farkına bile varmadıkları bir nokta bana bu kadar ehemmiyetli görünüyor? Bunun üzerinde çok

Defterdeki kadın, Maria yaratılış itibarıyla sıradanın dışında bir tiptir. Onunla arkadaşlık yapanlar “müziç ve anlaşılmaz bir mahlûktur” (s. 83) derler. Maria Puder’de feminist bir eğilimin varlığından söz edilebilir. Zira o erkeklerden nefret eder (s. 83). Erkeklerin tahakkümünden hoşlanmayan hatta erkeklerin kadınlara bakışlarından, hareketlerinden, tavırlarından nefret eden biridir. 4


GENCAY düşündüm. Acaba bende anormal bir taraf mı var, dedim. Hayır, bilakis, belki diğer kadınlardan daha normal olduğum için böyle düşünüyorum. Çünkü hayatım, sırf bir tesadüf eseri olarak, diğer kadınları mukadderatını tabii görmeye alıştıran tesirlerden uzak geçti. Babam, ben daha küçükken öldü. Evde annemle ikimiz kaldık. Annem, tabi olmaya, itaat etmeye alışmış olan kadınlığın adeta timsaliydi. Hayatta yalnız yürümek itiyadını kaybetmiş, daha doğrusu bu itiyadı asla kazanmamıştı. Yedi yaşında olduğum halde onu ben idare etmeye başladım. Ona ben metanet tavsiye ettim, akıl öğrettim, destek oldum. Böylece erkek tahakkümü görmeden, yani tabii olarak büyüdüm. Mektepte kız arkadaşlarımın miskinliği, emelleri beni daima tiksindirdi. Hiçbir şeyi, kendimi erkeklere beğendirmek için öğrenmedim. Hiçbir zaman erkeklerin önünde kızarmadım ve onlardan bir iltifat beklemedim. Bu hal beni müthiş bir yalnızlığa mahkûm etti. Kız arkadaşlarım benimle ahbaplık etmeyi ve fikirlerimi kabul etmeyi zevklerine ve rahatlarına aykırı buldular. Hoş tutulan bir oyuncak olmak, onlara insan olmaktan daha kolay ve cazip geliyordu. Erkeklerle de arkadaş olmadım. Aradıkları yumuşak lokmayı bende bulamayınca müsavi kuvvetlerle karşı karşıya gelmektense kaçmayı tercih ettiler. O zaman erkek azminin ve kuvvetinin ne olduğunu gayet iyi anladım; dünyada hiçbir mahlûk bu kadar kolay muvaffakiyetler peşinde koşmaz ve hiçbir mahlûk bir erkek kadar hodbin, kendini beğenmiş fakat aynı zamanda korkak ve rahatına düşkün değildir. Bir kere bunları fark ettikten sonra erkekleri sevebilmem imkânsızdı. En hoşuma giden ve birçok hususlarda bana yakın olan adamların bile,

küçük vesilelerle, bu kurt dişlerini gösterdiklerini; her ikimize aynı derecede zevk veren beraberliklerden sonra, özür dilemeye, himaye etmeye çalışan, fakat aynı zamanda herhangi bir şekilde muzaffer olduğunu zanneden ahmakça bakışlarla yanıma sokulduklarını gördüm. Halbuki acınacak halde olan, zavallılıkları meydan çıkan onlardı. Hiçbir kadın, ihtiras halindeki bir erkek kadar âciz ve gülünç olamaz. Buna rağmen bu hallerini bir kuvvet tezahürü zannedecek kadar yersiz bir gururları vardır. Aman yarabbi, insan deli olur… Kendimde hiçbir gayri tabii temayül bulunmadığını bildiğim halde, bir kadına âşık olmayı tercih ederim.”(s. 99100). Maria kadın olma kavramından bahsederken değindiği asıl nokta kadının aciz olmaması gerektiğidir. Sabahattin Ali’nin karakter aracılığı ile dokunduğu bu kadın okuyucu için ’yabancı’ değildir. Erkeklerin bir şekilde koruma içgüdüsü ile yaklaştığı, hayat çizgilerinin hoş tutulmak isteği etrafında örülen varlıklar olduğunu Maria’nın yukarı da yaptığı betimlemelerden anlayabilir. Yaratıcı konumda olan Maria eserde Raif’i bir kadın veya kız çocuğu gibi görmesiyle de hemcinsi için yapıştırdığı acizliği kendisi de kabul etmiştir. Bu şekilde eserde karakter kadın olma vurgusunun acizlik olduğunu ve bundan sıyrılan Maria’nın erkeksi olması koşuluyla kurtulduğunu okuyucuya iletmiştir. Maria Raif efendi ile karşılaştığında yaşadığı kaçma telaşından, duyduğu hislerle sıyrılmış ve kadın denen varlığın bir başka tarafını kadın okuyucuya göstermiştir. Geri plana atmış olduğu kabullenmelerden sevgi ve güvenme isteğinin baskısıyla kurtulmuştur. Bir 5


GENCAY erkeğe yakınlaşması aslında Maria’nin yalnızlığından artık kaçmak istemesindedir. Kadının genel itibari bir türlü yalnız olmadığını göstermektedir. Yalnızlığının itirafını geç yapmasına rağmen Raif efendinin hülyalı bağlı yapısı onu bu itirafa sürüklemiştir. Hikâyelerine ak demek bence tam olarak doğru olmaz. Mari’nin ve Raif’in ayrı ayrı yalnızlıklarını, duruşlarını anlatmıştır. İki insanın kadın ve erkek olarak hayatlarının anlamlarına vurgu yapılmış, satırlarda bunun içine girilmiştir. İnsanın arayışını, romanın ana başlığı birey olmayı hikâyenin içinde çok açıkça görebiliriz. Arayabiliriz.

koymaya çalışmıştır. Yukarıda belirtilen arayış içinde olma eylemeni aşk ile ikame etmiştir. Fakat aşk denilen şeyle yalnızlığı, yokluğunu kapatamayacağını hikâyelerinin yarısında görmüşler, bu noktadan sonra da Maria, Raif efendinin satırları arasında kalmıştır. Raif satırlarında onu özgür kişiliği ile çizmiştir. Bu dinamiklerden dolayı da roman farklıdır. Çünkü Maria Puder bir kadın, kimi yerlerde Raif efendinin anne kavramının içini dolduran kahramandır. Yazar onu yargılamadan anlamaya çalışarak yazmıştır. Yani çizilen kadının hayatımızda biçilen rollerin oynanmasının ötesine geçerek anlatılması Puder’e oyucuyu yakın hissetmiştir. Kadının iç dünyasını sezmekte başarı romanı yeniden diri hale getirmiştir.

Kadın olarak Maria var olup olmama peşindedir. Kadınların genel geçer tavırlarının tersiyle varlığını ortaya

6


GENCAY

SÜVARİLERİN KOMUTANI: FAHRETTİN ALTAY Çağhan SARI Kasım’ın kasveti malumdur. Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün vefat yıl dönümü, sonbahardan kışa geçiş ayı olarak günlerin kapalı geçmesi vs. haricinde bir de seçimlerden sonra da Kasım ağırlaştı, çöktü üstümüze. İsmet İnönü'nün 14 Mayıs 1950 seçimlerinden sonra oğluna yazdığı mektupta, 'kaybedilmiş bir seçimden sonraki en zor vakit ilk bir haftadır' demesine dayanarak bu yazıyı da seçimlerden bir hafta sonra kaleme aldık. Niyetimiz bir seçim değerlendirmesi yapmak değil. Yeterinde okuduğunuz fikriyle bizden usanmamanız için bu ay bir Milli Mücadele kahramanını yâd etmeyi tercih ettik.

kişi, Milli Mücadele döneminin meşhur komutanları arasındadır. Onun soyadının da Atatürk tarafından verildiğini vurgulayalım. Bahsettiğimiz kişi Süvari Kolordusu Komutanı Fahrettin Altay’dır. Nedense gölgede kalan isimlerdendir. Sokağa çıksanız onu tanıyanlar ya da ismini duyanlar bir elin parmağını geçmeyecektir. Aslında İzmir’in kurtuluşu dediğimde acaba ilk onun ismi aklımıza gelmiyorsa buradaki kusur kimlerindir sorusuna hemen yanıt vermemek, düşünmek gerekmektedir.

Kendisi 12 Ocak 1880’de şimdiki Arnavutluk sınırları içerisinde İşkodra’da doğmuştur. Ailesine baktığımızda Babası Piyade Albayı İzmirli İsmail Bey, annesi ise Hayriye hanımdır. Dumlupınar meydan muharebesi sonrasında Yunan Ordusunun arkasına sarkarak geri çekilmesini sağlayan Fahrettin Altay İzmir’e giren ilk yüksek rütbeli komutandır. İlköğrenimi Mardin’de göre Fahrettin Altay daha sonra askeri rüştiyeyi Erzincan’da askeri idadiyi ise Erzurum’da tamamlamıştır. Daha sonra Harp akademisine girmiş burayı başarıyla bitirmiş ve ardından meslek yaşamına ilk adımını atmıştır.

Günümüzde üretim aşaması hakkında yeni bilgiler yayınlanan Altay tankları fuarlarda kamuoyunun dikkatine sunulmaktadır. Türk üretimi olan bu tankın isminin nereden geldiğiyle başlayalım. Türklerin anayurdundaki Ural – Altay dağlarını düşünenler varsa çok ta yanlış bir tez üzerinde değiller. Bu tanklara ismini veren 7


GENCAY İlk görev yeri Tunceli’dir. Kolağası ardından binbaşı rütbesine yükselen Fahrettin Altay Münime Hanım’la evlenmiş, bu evlilikten iki çocuğu olmuştur. 1.Dünya Harbi başladığında 3.Kolordu Kurmay Başkanı olan Fahrettin Altay Çanakkale Savaş’ında da yer almış ve bu savaş sırasında Mustafa Kemal ile tanışmıştır. Daha sonra Miralay rütbesine yükselmiştir. Mütareke sırasında Konya’da yer alan Fahrettin Altay Milli Mücadele'ye katılımı sırasında çok kısa bir süreliğine malumat eksikliğinden tereddüt yaşasa da sonra şevk ve inançla Ankara'nın ateşine katılmıştır. Daha sonra ise Temsil heyeti İstanbul ile irtibatı koparmış ve Fahrettin Altay’da buna uymuştur.

Mustafa Kemal’i karşılamış ve başarılarından dolayı Feriklik rütbesi verilmiştir. II. TBMM’de İzmir mebusu olarak bulunmuştur. Hem asker hem de mebus olan Fahrettin Altay, askerlik görevi olan mebusların askerlik mi yoksa mebusluk mu yapacaklarına dair yasal düzenlemenin ardından askerliği tercih ederek mebusluktan istifa etmiştir. 1926 senesinde Orgeneralliğe terfi etmiştir. Bir dönem Fevzi Çakmak’ın yerine Genelkurmay Başkanlığı yapmıştır. İran ve Afganistan arasındaki sınır anlaşmazlığında hakemlik yapmıştır. Atabay Hakemliği adı altından bir rapor hazırlamış ve günümüz İran ve Afganistan sınırının güney kısmının sorunsuz şekilde çizilmesini sağlamıştır.

Birinci TBMM’de Mersin mebusu olarak yer almış Konya ayaklanmasını bastırmış, 1. ve 2. İnönü savaşlarında yer alan Fahrettin Altay Sakarya Meydan Muharebesi’nde de savunmanın her iki kanadında birden vazife alarak ciddi bir başarı göstermiştir. Muharebenin başında sağ kanatta yer alırken, sol kanadın zor durumda kalması üzerine kilometrelerce at koşarak sol kanadı takviye etmiştir. Yunan ordusunun ikmal hatlarına yaptığı baskınlarla cephenin yükünü hafifletmeye çalışmıştır.

(Fotoğrafın en solunda Fahrettin Altay görülmekte.)

1938’de Atatürk’ün cenaze töreninde kendisi komutan tayin edilmiştir. Askerlik yaşamı sona erdikten sonra tekrar siyasi yaşama dönmüştür. Emekliliğini sürdürdüğü bu devrede Burdur CHP mebusluğu yapmıştır. 1950 senesinden sonra siyasi hayattan çekilmiştir. 1974 yılında vefat eden Fahrettin Altay, yaşamı boyunca bir kaç eser kaleme almıştır. Kaleme aldığı eserler; ''On Yıl Savaşı ve Sonrası 1912-1922'', ''İstiklal Harbimizde Süvari Kolordusu'' ve ''Türkiye İstiklal Muharebatı’nda Süvari Kolordosu’nun Harekatı''dır.

Büyük Taarruz ve Dumlupınar Başkomutanlık Meydan Muharebesi'nin ardından Yunan ordusunu takip ederek İzmir'e girmiştir. 10 Eylül tarihinde

8


GENCAY

HANGİ ENTELEKTÜEL? Mahmut Esad KIRAÇ Hayatımızda bazı kavramlar vardır ki bunlar üzerine birçok farklı yorum bulunmakta halen de yorumlanmaya devam etmektedir. Aslında herkesin kendine göre tanımladığı ve bir şekilde bir ucundan tutacağını düşünerek açıklamasını yaptığı bu kavramlardan sadece biri olduğunu düşündüğüm ‘’entelektüel’’ kavramını ele alacağım. Entelektüel nedir? Aydın ve Entelektüel arasında fark var mıdır? Halkın gözünde entelektüel neyi temsil etmelidir? Gibi sorular üzerinden naçizane bir açıklamada bulunacağım.

bir entelektüel kadar makul şeyler söyleyeceklerdir’’ der. Entelektüel kavramını böylesine dışlayan ve küçümseyen Johnson acaba entelektüelden değil de entelektüel sanılan kimselerden bahsediyor olmasın? Çünkü onun bu açıklaması Edward Said’in Entelektüel tanımına adeta hakaret niteliğindedir. Edward Said’e göre ise entelektüel, belli bir reçeteye, slogana, Ortodoks parti çizgisine ya da katı bir dogmaya uygun bir biçimde davranmaya zorlanamayan, davranışları hakkında öngörüde bulunulamayan kişiler olarak bahsediliyor. Hâlbuki Johnson öngörüde bulunmakla birlikte küçümsüyor ve önemsiz görüyor.

Toplumumuzda entelektüel deyince akla hemen ‘’fildişi kule’’ ya da ‘’burnu büyüklük’’ gibi kavramlar gelebilir. Belki de aklınızda entel, dantel olan kişiye entelektüel denilir gibi bir düşünceniz de olabilir. Hâlbuki bunların aksini belirtirsek yanlış olmaz. Ama bu kavramlar da entelektüelin bünyesinde yok değildir. Yukarıda bahsettiğim gibi her tanımda bir ucundan yakalayabilme ihtimaliniz vardır ama bu yakalayış kesin doğru mudur? Asla! Entelektüelin kesin tanımı var mıdır? O da hayır. ‘’O zaman ne diye yazıyorsun?’’ diyebilirsiniz elbette, ama ben farklı entelektüel tanımlamaları ile günümüzün, ülkemizin entelektüelini ya da öyle sanılan kimselerini karşılaştıracağım.

Pekâlâ, günümüz Türkiye’sindeki entelektüellerin ya da aydınların duruşları ve yaşayışları Johnson’a mı yoksa Edward Said’e mi daha çok uymaktadır? Bu konuya girmeden evvel Entelektüel ve Aydın kavramlarına kısaca değinmek istiyorum. Gelişmemiş, tabiri caizse karanlık toplumlardaki ileri görüşlü kimselere aydın denilir çünkü onlar karanlığı aydınlatmakla yükümlüdürler. Gelişmiş, belli bir medeniyet seviyesine ulaşmış toplumlardaki kimseler ise entelektüeldir. Çünkü bu toplumlar zaten aydınlanmıştır. Durum bu iken Türkiye’de aydın demek mi daha doğrudur yoksa entelektüel demek mi daha doğru?

Öncelikle Paul Johnson’ın entelektüele eleştirel yaklaşımına bakalım: Johnson ‘’ Sokakta rastgele on-on beş kişiyi çevirip ahlaki ve siyasi meseleler hakkındaki görüşlerini soracak olsanız en az ortalama

Wilfred Owen, entelektüel kavramını açıklarken “mürekkep yalamışların tüm halkı bir kenara itip devlete biat etmeleri” 9


GENCAY diye belirtmiştir. Bizim aydınlarımız arasında devlete biat edenler mi fazlalıktadır yoksa diğerleri mi? Kuşkusuz Türkiye’de aydın kimdir diye soru sorsak birçok kimse sizlere akademisyenler, köşe yazarları ya da her konuda bilgisi olan insanlar diyerek cevaplar verecektir. Fakat Julien Benda, “Aydınların İhaneti” isimli eserinde Entelektüelleri insanlığın vicdanı olan süper yetenekli, ahlaki donanımları gelişkin, filozof kurallardan oluşan bir avuç insan olarak gösterir. Bu dünyaya ait değillerdir çünkü ebedi hakikat ve adaleti savunurlar. Benda’ya göre entelektüeller kazığa bağlanıp yakılma, sürgüne gönderilme, çarmıha gerilme riskine girme durumundadırlar ve daima muhalefettirler. Bu tanım ile günümüz aydınını karşılaştıracak olursak günümüz entelektüellerinin birçoğunun birer fahişe arketipi olduğunu belirtmemiz yanlış olmayacaktır.

entelektüel denilemez. Çünkü ona göre bir ideolojiye bağlı olmayan olsa dahi yanlışları açık yüreklilikle söyleyebilen, yalnızlık ile saf tutmak arasında bir yerde olan kişidir entelektüel. İdeolojilerin üzerinde fikir üretir ve bu ideolojilere bu fikirle yaklaşır. Günümüzde bağlı bulunduğu ideolojiyi rahatlıkla eleştirebilen kaç kişi vardır? Doğruyu ve yanlışı menfaati olmaksızın evrensel yorumlayarak Türkiye’de örnek gösterilebilecek kişiler kimlerdir bir düşünelim. Amerikalı Sosyolog Alvin Gouldner, “eleştirel kültür adını verdiği bir kültürün üyesidir entelektüel” diye belirtir. Türkiye’de adeta çökmüş olan eleştiri mekanizması bizde entelektüel kavramını geri plana atmaktadır. Kapalı kapılar ardında yapılan eleştirilerin realist olmayacağını mühim olanın kişiliğini gizlemeden hareket etmek olması gerektiğini belirtmeliyim.

Meclisimizdeki vekil sayımız içerisindeki akademisyen oranına baktığımızda ve ülkemizdeki adalet ve hakikat kavramının işleyişindeki gerçekleri gördüğümüzde aslında meclisteki birçok aydın diye nitelendirilen şahsiyetin aslında aydın olmadığını görmekteyiz. Daima muhalefet olmak bir yana dursun menfaati değiştiğinde tüm duruşunu değiştiren kimselerin, makam ve mevki sevdalılarının akademisyen olması bu sıfatla birlikte aydın diye anılması toplumsal bir hatadır. Burada ise aklımıza Siyaset Felsefecisi Antonio Gramsci’nin “Hapishane Defterleri” adlı eserinde belirttiği organik entelektüeller tanımı gelmektedir. Entelektüeli çıkarlarını örgütlemek, daha fazla iktidar, daha fazla güç için kullanan bu gibi kurumlarla bağlantılı kimselere

Bu sebeple bir entelektüelin ne kaybedecek bir koltuğu ne de yüksek makamlarda tanıdığı olmalıdır. Şovenizmin karşısında durmayı bilmeli muhalefeti onuruyla yaparak hâkim normlara karşı fikirlerini özgürce ve korkusuzca dile getirmelidir. Russel Jacoby’nin bahsettiği gibi “Kimseden medet ummayan, iflah olmaz bağımsız bir ruh olmalıdır” Evet! Yalnız başına konuşur entelektüel, ama ancak kendisini bir hareketin gerçekliğinde bir halkın özlemleriyle, müşterek bir idealin peşinde hep beraber koşanlarla birleştirdiğinde yankı bulur sesi. Hatta Jean Paul Sartre, Entelektüelin en çok şöyle ya da böyle olması için toplum tarafından dört bir yandan kuşatıldığı, tatlı sözlerle 10


GENCAY kandırılmaya çalışıldığı, gözdağı verildiği zaman entelektüel olduğu çünkü çalışmaların ancak o zaman ve bu temel üzerinden inşa edilebileceğini söyler. 1964 Nobel ödülünü bu ilkelere dayanarak reddetmiştir.

amentüsü diye nitelendirilen Edward Said’in Entelektüel kitabında belirttiği ‘’ Ne yapacağımı ve ne yapmayacağımı anlatayım sana ister evim, ister yurdum, ister kilisem olsun. İnanmadığım şeye hizmet etmeyeceğim ve kendimi olabildiği kadar özgürce ve olabildiği kadar bütünlükle dile getireceğim, bir hayat ya da sanat tarzı bulmaya çalışacağım. Kendimi savunmak için sessizlik, sürgün ve kurnazlık silahlarını kullanacağım.’’ Sözlerinin bir entelektüel açısından başucu yazısı olması gerektiğini düşünüyorum.

Günümüz Türkiye’sinde ise birilerinin güdümünde eser verenlerin, objektif eleştirinin neredeyse bittiğinin herkesin kendi ideolojisindeki insana eser yazdığı ve ondan takdir beklediği dönemde bağımsız bir ruh olan bu entelektüel sayısı bence çok azdır. Ama isimler üzerine yazmayacağım. Ama bunun dışında olan entelektüel görünümüne sahip olan kişilerin fazlalığı oldukça tehlikelidir. Bu kişilerin fark edilmeyerek halk tarafından el üstünde tutulması ise bir kültür faciasına sebep olabilir. Böyle kimseleri gördükçe aklıma gelen Richard Crossman’ın belirttiği “Şeytan da bir zamanlar cennette otururdu. Bu yüzden onu daha önce görmemiş olanların ilk gördüklerinde meleklerle karıştırmaları mümkündür.” sözüdür.

Ayrıca Fransız Filozof Michael Faucoult’ın belirttiği “Bir entelektüelin dinleyicilerini mutlu etmesi diye bir şey söz konusu olamaz. İşin özü sıkıntı verici, aykırı hatta keyif kaçırıcı olmaktır. Bunu evrensel ilkeler temelinde yapılır. Ama asla entelektüelleri asla gülmeyen kimseler olarak düşünmeyiniz gerektiğinde kendisiyle dalga geçmesini bilen, şovenist fikirler karşısında duran ne zaman ego ne zaman tevazu sahibi olacağını iyi bilir bir entelektüel. Yazıma son verirken çok sevdiğim Adorno’nun entelektüel hakkında çok sevdiğim sözünü belirteceğim: “Entelektüel, dünya üzerinde bir etki yaratmayı değil, bir gün bir yerde birilerinin onun yazdıklarını tam da onun yazdığı gibi okuyacağını umar.” Ayrıca ‘’bir entelektüel gemisi battıktan sonra karada değil karayla birlikte yaşamayı öğrenen biridir.”

Türkiye’de profesör olan ve bu sayede topluma seslenme toplumda karşılık bulma hatta toplum tarafından yüksekte görünmekte olan bazı kimselerin bu unvanlarını güdümlü olarak kullandıklarını kimselerin desteğiyle kanonlaştırma yapmaya çalışarak özellikle Tarih konusunda bir milli yok ediş peşinde olan kimselerin yukarıdaki şeytan tanımına uyduğunu söyleyeyim. Bu kimselerin de kim olduğunu az çok tahmin ediyorsunuzdur.

Esen Kalın…

Uzun uzadıya entelektüel tanımlaması yapmayacağım ama entelektüelin

11


GENCAY

NOBELLİ ÜLKÜCÜDEN DERS Nami Cem İYİGÜN 2015 Nobel Kimya Ödülü’ne layık görülen üç bilim adamından biri ABD’nin Kuzey Carolina Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapan Türk Profesör Aziz Sancar oldu ve hepimizin göğsünü kabarttı. Sancar’a Nobel ödülünü getiren bilimsel çalışmalarının içeriği ve önemini ancak konunun uzmanları değerlendirebilir, ben Sancar’ın ismi etrafında alevlendirilen kimlik tartışmalarına ve onun ders niteliğindeki açıklamalarına değinmekle yetineceğim.

On yılı aşkın süredir ileri demokrasi kılıfıyla yürütülen etnisite odaklı politika ve algı oyunlarının toplumumuzu getirdiği korkunç nokta ortadadır. Bir ülkede ulus kavramı sürekli aşağılanır ve her fırsatta insanlara etnik farklılıkları hatırlatılırsa gelinebilecek başka bir nokta yoktur. Etnik kimliklere özgürlük adı altında Türk ulusunu bilmem kaç unsura bölen ve çıktığı her kürsüden “Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Arnavut, Boşnak…” diye şecere sayanlar, toplumun geldiği noktadan sorumludur. Allah’tan Aziz Sancar gibi üstün bir beyin neyin ne olduğunun çok iyi farkındadır ki gazetecilerin ısrarla etnik kökeninin peşine düşmeleri üzerine tüm topluma ders verecek mahiyette açıklamalarıyla tartışmayı bitirmiş ve ulus düşmanlarına tokat indiren şu sözleri sarfetmiştir: “Diyelim ki bir İstanbullu, mutlaka Bulgaristan, Yunanistan, bir şeyi vardır. Doğudaki insanın da kanında Türk’ü de var, Kürt’ü de var, Arap’ı da var, Ermeni’si de var, Yezidi’si de var. Kalkıp bunları konu yaparsak ne konuştuğumuzu unuturuz. İngiltere’de kaç tane etnik grup var, adama sorduğunuzda ‘İngilizim’ diyor. Burada da ‘Amerikalıyım’ dersin. İstersen kökenini söylersin, ama ‘Amerikalı’ dedin mi biter. Ben de ‘Türküm’ diyorum, o kadar. Mardin’de de doğmuşsam, Cizre’de de doğmuşsam, Kars’ta da doğmuşsam ben Türküm.”

Aziz Sancar’ın Nobel ödülünü aldığı öğrenilir öğrenilmez Türkiye’de anlamsız bir tartışma başlamış ve Mardinli olan Sancar’ın etnik kökenine ilişkin yorumlar birbirini kovalamıştır. Sosyal medyada başlatılan ve medyada sürdürülen tartışmada kimisi Sancar’ın Türkmen, kimisi Kürt, kimisi de Arap kökenli olduğunu iddia etmiştir. Bilimsel başarıları dolayısıyla dünyanın en prestijli ödüllerinden birini alan bilimcimizi elde ettiği başarıyla konuşacağımız yerde onun etnik kökenini gündem yapmamız tam bir garabet örneği oluşturmuştur.

Aziz Sancar’ın söyledikleri, cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni

“Ben Türküm, O Kadar!”

12


GENCAY kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” tanımı ve anayasamızın 66. maddesindeki “Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür” hükmünün bir tekrarı niteliğindedir. Etnik kökeni ne olursa olsun Aziz Sancar bir Türk bilim adamı ve Türk ulusunun bir evladı olduğunu ortaya koymuştur. Özellikle Türk-Kürt ayrıştırmasına çalışıldığı ve daha önce hiç olmadığı şekilde sokaklarda Türk-Kürt kavgasının yapılmaya başlandığı günümüzde Aziz Sancar’ın sözleri umutsuzlaşan yüreklere su serpmiştir. Toplumca kurtuluşumuz da Sancar’ın bilinç düzeyine ulaşabilmemize ve en çağdaş kimlik olan ulus kimliğine sıkı sıkıya sarılıp etnikçi gericiliğe karşı net tavır sergileyebilmemize bağlıdır.

eğitim sistemine borçlu olduğunu söylemiş, her yanı Türk bayrağı ve Atatürk posterleriyle dolu fotoğrafları gazetelerde yer almıştır. Daha da çarpıcısı, laboratuvarına Türkiye’den davet ettikleri dışında, ABD’ye eğitim almaya gelen Türk gençlerinin barınabilmeleri amacıyla “Türkevi” adında kampüse yakın bir öğrenci yurdu açmış ve şimdi Nobel’den kazandığı para ödülü olan üç milyon lirayı da Türkevi’ne bağışlayacağını ilan etmiştir.

Sancar’ın bu zihin yapısıyla yetişmesinde Ülkü Ocakları’nın nasıl bir rol oynadığını göz ardı etmemek gerekir. Milliyetçi bir aileden gelen ve Ülkü Ocakları’nda büyüyen Aziz Sancar’ın ülkücülüğü, sırtına yaptırdığı ay-yıldız dövmesini ve cebinde gezdirdiği anahtarlığının bile üç hilalli oluşunu dikkate alırsak, ABD’de de aynen devam ediyor. Kendi ulusuna iftiralar yağdırmak yoluyla değil, tamamen ölçülebilir bilimsel başarılarıyla Nobel ödülünü kazanan Prof. Dr. Aziz Sancar’ı canı gönülden tebrik ediyor ve siyasal İslamcı’sından PKK destekçisine etnisiteyi kutsayan herkese karşı Türklüğün ne olduğunu haykırdığı için şükranlarımı sunuyorum.

Orhan Pamuk’tan Aziz Sancar’a Aziz Sancar Nobel ödülüne layık görülen ikinci Türk’tür, ama ilki olan Orhan Pamuk’la arasında dağlar kadar fark vardır. Orhan Pamuk, Türk düşmanlığının batıda prim yaptığını anlayınca içerisinden çıktığı ulusu karalamakta sakınca görmemiş ve “Türkler bir milyon Ermeni ile otuz bin Kürt’ü öldürdü” demek suretiyle Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştır.

Kaynakça: Tolga Tanış’ın Ropörtajı, Hürriyet Gazetesi, 10.10.2015 Uluç (H.), “Aziz Sancar’dan Tokat Gibi Cevap!..”, Sabah Gazetesi, 16.10.2015 Tekin (A.), “Aziz Sancar’dan Ders”, Yeniçağ Gazetesi, 15.10.2015

Aziz Sancar ise dünyaya Türklüğüyle gurur duyduğunu haykırmış, ödülünü “büyük Türk milletine” armağan etmiş, başarısını Atatürk Türkiye’sine ve cumhuriyetimizin 13


GENCAY

BİR ZİHİN YAPISININ TAHLİLİ Prof. Dr. Erol GÜNGÖR İnkılapçı aydınların kalkınma ve gelişme meselelerinde takındıkları tavır tam manasıyla entelektüalist denilebilecek bir tavırdır ve sosyal-psikolojik bir problem olarak incelenmeye değer. İnkılapçılar sosyal ve iktisadi hayatın "kitaba uygun" tedbirlerle istenilen biçimi kazanacağına inanmışlar, bütün icraatlarını masa başında düşünerek planlamışlardır. İnkılapçının dramı kitap ile hayat arasında daima hayatın lehine sonuçlanmak üzere sürüp giden çatışmadan doğmaktadır. İnkılapçı sosyal olayı bir zihin olayı olarak ele alan ve bu yüzden, zihinden geçenlerle cemiyette meydana gelen olaylar arasında bir intibak bulunması gerektiğini zanneden adamdır. Russell "Batıda teori tatbikatı takip eder, Doğuda ise bütün tatbikatın teoriden çıkarılmasına çalışılır," diyor. Bu düşünce Doğulu ülkelerin Batılılaşma hareketleri için çok geçerli görünüyor. Bu karakter sadece Türkiye'de değil, başka ülkelerin inkılapçılarında da derece, farkları olmakla birlikte görülebilir. Bu özelliği ile inkılapçı, egosantrik düşünce tipinin çok ilgi çekici bir örneğini vermektedir. Bilindiği gibi, egosantrik düşünce esas itibariyle çocukluk çağına mahsustur ve daha çok zihinde geçen şeylerle realitede olanlar arasındaki farkı ayırt edememe şeklindedir. İnkılapçı bir şeyin doğrusunu nasıl düşünüyorsa aynı şeyin başkaları için de olduğunu düşünür; sonra bu "doğru" bildiği şeyleri ardı ardına emirnameler halinde yayınlar; kendi kudreti yetmiyorsa aynı şeyi bir başkasının yapmasını bekler. Bu emirnameler realite ile uyuşmadığı zaman pek çok örnekleri görüldüğü gibi- hazan bir millet için felaketli neticeler doğurur ve şiddetli direnmelerle

karşılanır.(1) Fakat egosantrik düşünce tipi kendi kafası ile realite arasındaki uzlaşmazlığın kökünde objektif sebepler arayacak yerde, ortada bir "fesat"ın döndüğünü veya başkalarının kafalarının arızi sebeplerle yanlış işlediğini zanneder. Herkesi cahillikle veya fesat karıştırmakla suçlar. Onun için dünya düzeltilmesi gereken kafalarla bertaraf edilmesi gereken fesatçılardan ibarettir; fesadı ortadan kaldırır ve insanlara "doğru yol" istikametinde yeteri kadar baskı yaparsa işlerin düzelmemesi için sebep kalmaz. Bu zihniyetin kaçınılmaz kaderi, istediklerini yaptıracak kadar zora başvurulmadığı takdirde, yaptığı her şeyden kısa zaman sonra vazgeçmesidir. Birbiri ardınca planlar yapar, bunların hiçbiri de tutmayacağı için, aynı konuda devamlı ve çok defa birbirine zıt uygulamalar yapmak zorunda kalır. Amerikan usulü tutmazsa Fransız metodu getirir; o tutmazsa Sovyet usulünü dener. Merkantilizmden liberalizme, devletçiliğe ve kollektivizme kadar yenilik saydığı her şeye büyük bir aşkla sarılır. Kendi içinde mantıklı olduğu takdirde her şey onun hayranlığını çekebilir. Hâlbuki tam bir mantıki tutarlılık içinde baştanbaşa saçma sistemler kurmak mümkündür. (2) Bazen orijinal yani, başka bir ülkeden alınmamış çözümler getirdiği de olur, fakat bu orijinal çözümler dışarıdan daha başarılı değildir. Egosantrizmden dolayı, başkalarının niçin şimdiye kadar böyle basit ve kolay bir çözümü denemediğini düşünemez. Öyle bir fikir, son derece basit olduğu için, pekâlâ başkalarının aklına da gelebilirdi; ama herkes entelektüalist

14


GENCAY olmadığı için, akla uygun görünmekle birlikte, tatbikatta hiçbir işe yaramayacak çözümlerle uğraşmaz. Bu yüzden egosantrik kafa bunları ilk defa kendisi tarafından keşfedilmiş zanneder. Entelektüalistin vazgeçilmiş bir başka özelliği de lafçılık (verbalisme)dir. Lafçılık çok defa politikacılara mahsus bir ahlak zaafı zannedilir; onların halkı parlak sözlerle, planlarla avutmaya çalıştıkları ve dolayısıyla bolca laf kullandıkları düşünülür. Politikacının lafçılığı böyle bir siyasi taktik vasıtası olarak kullanması pek mümkündür; ama politikacı olmayan çok kimse de böyle hareket etmekten kurtulamaz. Bunun sebebi entelektüalistin ahlakında değil, zihnindedir. Onun dünyası bizim yaşadığımız gerçek dünya değil, kendi kafasında kurduğu dünyadır. Saatlerce konuşur, fakat bu konuşmanın sonunda dinleyenin aklında hiçbir şey kalmaz. Çünkü konuşulan şeylerin realitedeki müşahhas (kongre) münasebetlerle hiçbir ilgisi yoktur. Bu sözler, entelektüalistin kullandığı kelimeler gerçek dünyanın objelerini ifade eden semboller değil, sadece kendi kafasında varlığı olan soyut, hayali dünyanın unsurlarıdır. Bu unsurlar arasında istenilen münasebetin kurulmasına, hepsinin istenildiği gibi kullanılmasına hiçbir engel yoktur; yumak çözer veya bağlar gibi saatlerce bunlarla oynamak mümkündür. Zihin hayalleri arasındaki münasebetler, orada meydana gelen olaylar tamamen sembolik olduğu için, bunların sözden başka yolla ifadesi daha ziyade kendi üzerine kıvrılmış olan bir düşünce, başarısızlıkları da entelektüel bir olay olarak yorumlar ve onlara yine entelektüel mahiyette açıklamalar, hal çareleri bulur. Objektif şartlardaki değişmeleri hesaba katacak yerde, kendisiyle başkaları arasındaki uyuşmazlığın zihniyet farkından ibaret bulunduğunu zanneder. Kendisini

beğenmeyenler, zihinleri onun zihni gibi çalışmayan kimselerdir. Böylece, yukarıda belirtmiş olduğumuz gibi, entelektüalistin rakipleri sadece iki zümreden ibaret kalır: Cahiller ve hainler… Böyle düşünen bir kimsenin siyasi mücadeleleri sadece şahsi mücadele olarak görmesi pek tabiidir. Hayatın gerçek problemlerini bir tarafa bırakarak zaten onları göremez insanlarla uğraşmayı iş edinir. Tabiat karşısında normal olarak teşekkül eden soğukkanlı ve düşünceli tavrın yerini insanlar karşısındaki kaprisli ve öfkeli tavrın alması yine bu zihniyetin kaçınılmaz neticelerindendir. Bütün mesele insanların kaprisinden ibaretse, onlara karşı kaprisli davranmamaya imkân yoktur. Halktan insanlar çok defa okumuşlar arasındaki geçimsizliklere bakarak, hayret içinde kalmaktadırlar; çünkü onlar böyle davranışları ancak cahillere yakıştırırlar. Bu şiddetli çatışmalar her zaman menfaat ayrılığından değil, tarafların bu anlaşmazlıkları sadece şahsi bir mesele halinde görmelerinden doğmaktadır. Entelektüalistin düşünce ve davranış sistemi onun ahlaki şahsiyetine de elbette yansıyacaktır. Dışardan ona bakanlar kendisini utanma duygusundan mahrum gibi görebilirler: Devamlı hata işleyen, hiçbir iş başaramayan, bu başarısızlığına rağmen kendini bir türlü düzeltmeyen, üstelik bir de yaptığı beceriksizlikler büyük felaketlere yol açınca hiçbir şey olmamış gibi pişkin davranan bir insan, eğer geri zekâlı değilse, mutlaka ahlak karakteri çok zayıf biri demektir. Şüphesiz, entelektüalist tavrın zekâ azlığı ve karakter bozukluğu ile birlikte gittiği haller bulunabilir ama normal zekâlı ve özü itibariyle dürüst birinin sırf zihni tavrı

15


GENCAY yüzünden böyle bir çehre ile karşımıza çıkması bizi hiç şaşırtmamalıdır.

burjuvazisinden çok farklıdır; bu yenilerin zihinleri teknolojik üretimden ziyade bürokrasi tarafından şekillenmektedir.

Entelektüalist aydının bir başka özelliği, bürokratik zihniyeti yüzünden, ister istemez sosyalist görüşlere kolayca kapılmasıdır.(3) Kalkınmakta olan ülkelerde değişmenin başlıca yapıcısı, yol göstericisi devlet olmaktadır; modernleşmenin hemen tek temsilcisi odur. Devletin yanında modern bir ülkeye mahsus faaliyetleri temsil eden sektörler, özellikle iktisadi sektör, hem yaygın değildir, hem de kolayca intibak edilemeyecek kadar değişik, girift özellikler taşır. Bu yüzden kalkınmakta olan ülkelerin aydınları iktidar ve itibar arzularını tatmin etmek, ideal edindikleri şeyleri gerçekleştirmek üzere devleti tercih eder ve memuriyet yahut politik mevki yoluyla yükselmeye çalışırlar. Sosyolog P. Berger(4) bu bürokratik mevki hevesini eksik modernleşme veya eksik sosyalleşme olarak görüyor. Ona göre, bürokrasinin uygulayıcıları ile ondan iş bekleyenlerin teknolojik üretimdekilerin aksine aynı zihniyete sahip olmaları gerekmez yani, vatandaş devletten iş beklerken devlet görevlisi gibi düşünmek zorunda değildir. Bu yüzden çok kimse devletten, nasıl yapılacağı hakkında hiç bir fikre sahip olmaksızın harikalar yaratmasını bekler. Gerçekten, bir şeyi benimsemek için onu anlamak şart değildir ve devletin gücünün derecesini veya mahiyetini anlamaksızın kendini o güçle özdeşleştirmek çok kolaydır. Böylece, kalkınan cemiyetlerde politikacılık iktisadi veya ilmi ve teknik Mesleklerden daha önemli görünür. Bu ülkelerde mevkiini bürokrasiden alan bir orta sınıf ortaya çıkar ki, bu orta sınıf geçen devrin

Dipnotlar 1.

2. 3.

4.

16

Sovyetler birinci beş yıllık planla birlikte tanında büyük bir kollektifleşmeye gitmişlerdi. 1 9 1 7'de Rusya'nın yüzde sekseninde fazlası köylü idi ve bolşevikler "işçiler ve köylüler"in kardeş olduklarını, ikisinindi; komünist rejimin asli unsurları olduklarını söylüyorlardı. Ziraatın kollektifleştirilmesi yani, köylülerin topraklarının ellerinden alınıp, hepsinin kollektif çiftliklerde amele olarak çalıştırılması, aynı zamanda geniş bir sanayileşme programı ile birlikte başlatıldı. Stalin'in bu planı büyük bir direnişle -parti içinde bile- karşılandı, fakat direniş arttıkça baskı ve şiddet de arttı ve özellikle orta halli çiftçiler kitle halinde sürülüp toplama kamplarında mecburi amele yapıldı. Bu arada pek çoğu öldürülerek ortadan kaldırıldı. Uygulamanın sonu Rusya'da tarım ürünlerinin son derece azalmasına, hayvanlarının pek çoğunun telef olmasına ve devletin öldürdüğü köylülerden belki yüzlerce misli fazlasının açlıktan ölmesine yol açtı. 1934'e kadar kolektifleştirme büyük ölçüde tamamlanmıştı, ama Sovyet tarımının hala belini doğrultamayışının başlıca sebeplerinden biri olarak bu "kitaba uygun" uygulamadan bahsedilir. Ruhlar ve cinlerle uğraşanların sistemleri bu türdendir. Türkiye'de yirmi yıl öncesine kadar inkılapçı-milliyetçi olmak üzere başlıca iki ideolojik gruplaşma vardı. Sonradan bu inkılapçıların büyük çoğunluğunun sosyalist kamp içinde yer almış olmaları tesadüf değildir. Peter Berger (ve diğerleri) : The Homeless Mind. Tulican Books , 1974 .


GENCAY

O ÜLKEDEN BİR ŞİİR Mehmet Batuhan KAYNAKÇI

Ve O ülkeden şiirler yaz bana.

Ah! Gün batsın,

Tuna kıyısında ve Altay zirvesinde;

Hazar’da yakamozlar oynaşsın.

Hantengri büyüklüğünde,

İsterse bitsin ömür.

İrtiş kafiyeli…

Kopuzlar eşliğinde ruhum,

Okuyuşlarda bengü yeli,

Ruhunun iliklerine gömülür.

Örste kıvılcımlar estirecek şiirler…

Kara iller soğuktur bu mevsimde.

Sen, gözlerinde çekik,

Kişiler de soğuktur, şiirler de...

Duruşunda Oğuz,

Bekle ki gelsin Nevruz.

Bakışında Kıpçak ,

Bekle ki Baygöl'e değen saçların,

Ve şiir gibi güzel bak.

Ege'den hale hale avuçlarıma aksın.

Sen, bana şiir gibi baktığın an

Bekle ki yüreğime gelsin Nevruz.

Yüreğim,

Bekle ki...

O ülke gibi çarpacak.

Senden şiirler alacağım, tunç kafiyeli.

Ve O ülkeden şiirler yaz bana.

Ateşin feri değdiği gün dudağına,

Tuvalı bir çocuğun içi ısınsın.

Dirildiği gün bir adam, altun elbiseli.

Turuncu… Kızıl... Karanlık...

O ülkeden şiirler yazacaksın bana.

17


GENCAY

ELİNDEKİ İMANOMETREYİ KENDİNE TUT Ertuğrul Kaan ÇAM Para ile imanın kimde olduğu belli olmaz diye duyduk biz anadan atadan. Onun için de ne kimsenin malı mülkü züğürt çenemizi yordu ne de aciz bir kul olarak kimsenin dini ile imanı ile uğraştık. Kendi bacağımızdan asılacağımızın bilincinde olduk her zaman. Günümüzde ise yeni ve çok tehlikeli bir akım başladı. Bu hastalık beş vakit namaza beş daha katan hacı emmiye kadar sirayet edince birkaç kelam etmek zaruriyeti ortaya çıktı.

hâkim, savcı kalmadı sayelerinde. Liyakat? Adalet? Aman canım iman olmadıktan daha doğru ifade ile imanometreden yeterli puanı alamadıktan sonra gerisinin ne önemi var! Bu aptal icadın ne kadar yanılabileceğinin örnekleri dünümüzde de günümüzde de o kadar çok ki. Dünümüzün en çarpıcılarından birkaç örnek vermek istiyorum. Günümüzde zaten gözümüzün önünde cereyan ediyor her şey.

Son dönemlerde insanımız arasında, özellikle muhafazakâr denilen kitlede, popüler olan bir durum dikkatimi çekmekte. İnsanlar kendileri bütün dünya ve ahiret işlerini bitirmiş, her şeyi garantilemiş gibi başkalarının imanlarını ölçmekte. Bunu ölçmek için sanki hayali bir cihaz icat etmişler. Ben bu cihaza kendimce kronometre, barometre vs. isimlerinden ilham alarak imanometre ismini verdim. Peki, imanometre ile herkesin imanını ölçen bu mucit kitle hiç kendine bu cihazı tutmayı düşündüler mi?

Hz. Ömer’den bahsedeceğim önce Ömer bin Hattap. Müşriklerin şanlı peygamberimizi öldürmek için görevlendirdiği, bunu yapsa yapsa Ömer yapar dediği kişi. Elindeki imanometre cihazının sihri ile adaleti unutanlar hatırladınız mı? O ki, iman edip Hz.Ömer oldu. İslam’ın en büyük fatihlerinden, adaletin timsali oldu. Ya Halid bin Velid. Uhud’da Müslümanların mağlubiyetinde başrol olan Kureyş’in yetenekli komutanı Halid sonra iman edip Seyfullah(Allah’ın kılıcı) sıfatına nail olmadı mı? Zamanı biraz daha ileri saralım. Peygamber müjdesine nail olmuş Hz. Fatih’in mühendislik harikası Şahi’sini döken usta aklınıza geldi mi? Hatırlatayım, Macar top ustası Urban. O şahinin gülleleri ki imanın küfrü dövdüğü gibi surları dövdü, Konstantiyye’yi İstanbul yaptı. Türklüğün ve İslam’ın en büyük zaferlerinden birinde bir Macar top ustasının katkısı var.

Benim ki de laf! Ellerindeki bu icadı ile hepimizin ebedi hayatını kurtaran bu kahramanların imanından sual olur mu? Onlar cennete gitmek için artık gün sayıyorlar. Öyle bir hizmet yaptılar ki sayelerinde imansız memur görevde yükselemiyor, imansız siyasetçi milletten icazet alamıyor, imansız iş adamı ihale alamıyor, imansız akademisyenin önü kesiliyor. İmansız 18


GENCAY Daha başka maharetleri de var bu imanometrenin. Öyle bir icat ki ölülerin bile imanını ölçüyor. Siyonist, mason, müşrik, putperest, münafık ne varsa çıkıyor, mezarına tut yeter! Bu imanometre mucitlerinin icatlarını ölüsüne tutup lanet okudukları bir Başbuğ Atatürk var ki bugün onun mücadele azmi, zekâsı ve önderliği sayesinde beş vakit Ezan-ı Muhammedi’yi dinliyoruz. Bayrağımıza bakıp, bağımsızlığın keyfini sürüyoruz.

estağfurullahlarını’’ duyar gibiyim. Daha fazla delil isteyen, zelil olmak istiyordur. Ömrünü imanlı geçirip bir isyan ile helak olmak da var, ömrünü küfürle geçirip bir vesile ile kurtuluşa ermek hatta büyük hizmetler yapmak da. Hidayet, Allah’ın bir lütfudur. Biz aciz kulların yapması gereken ise Allah’ın hidayete erdirdiği kullarından olmak ve öyle ölmek için O’na dua etmektir. Her işimizde ceddimiz gibi liyakat ve adaleti esas alarak hareket edeceğiz ki ezeldeki şanımız ebede uzansın. O yüzden bırakın iman ölçmeyi, imanınızı kurtarmaya bakın, bakalım…

Daha fazla örneğe gerek yok sanırım. Bizim hacı emminin ‘’haşalarını,

19


GENCAY

millikanal.com

20


GENCAY

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN KİTAPLARINI millikitap.com ADRESİNDEN ÜCRETSİZ OLARAK İNDİREBİLİRSİNİZ.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.